HALK OZANI GÜRCÜ İŞLEYEN DOĞAN'LA SÖYLEŞİ
Halk Ozanı
GÜRCÜ İŞLEYEN DOĞAN’la söyleşi
AYHAN AYDIN
Sevgili ozanım nerede ve ne zaman doğduğunuz, bize kendinizi tanıtır mısınız?
Tokat Zile Ali Hoca Köyü’nde 02.10.1972’de doğdum. İlkokulu köyde bitirdim, bende çok büyük bir okuma isteğim vardı, ne yapıp ne edip okumam lazımdı. Babam rençberdi ama benim de okumama dayanamıyordu. Ben seni nereye göndereyim, nerede okutayım, diyordu. Dedim ki bunun yolu yok. Düşündü taşındı bir yıl gecikmeli gittim. Ankara’da ablam vardı baba dedim, git konuş ablam kabul ederse orada kalayım, dedim. Bu arada annemin yaptığı yemekleri de yemiyorumdum, bir garip olmuştum, aileden kopmuştum. Tamam kızım dedi onlara danışayım. Neticede gitti. Eniştemde tamam gelsin, demiş. Babam gittiği zaman ben bütün türbelere yalvarıyorumdum. Mezarlıkta bir türbe vardı oraya gittim Maviş oğlu (Mavoş Ocağı) denen bir ocağa çok yalvardım. (12 yaşına kadar çobanlık yaptım, oğlak ve kuzu otlattım. Ben kuzularla mutluydum. Çobanlık bittikten sonra bahçe bekleme işi çıktı.) Akşam eve geldim, babam da Ankara’dan gelmiş, kızkardeşim geldi beni karşılamaya “bacı, bacı senin işin oldu okula gideceksin” dedi. Ben çok mutlu oldum, tekrar türbeye döndüm eğilerek niyaz ettim eve yürümeye devam ettim. Eve geldiğimde babamın elini öptüm görüştük, tamam gideceksin, dedi. Anam göndermek istemiyordu, babama; bu kız artık büyüdü bunların başına tülbent al, dedi. Babam da ben böyle istiyorum, tülbent yok artık dedi, kızlarımı orduya göndersem gittiği gibi gelir. Babamın bana ayrıca düşkünlüğü vardı, beni bebek gibi severdi. Lise zamanlarında dedim ki artık kardeşlerimi sev onlar üzülür dedim.
Ankara Keçiören Kalaba Ortaokulu’na kayıt oldum (1984). Orada yarıyıl tatiline kadar gittim okula. Köyden gelmişim şehir hayatı farklı geliyordu bana ama hep sevdiğim insanlarla karşılaştım. Babamın bana sağladığı özgüvenle hep sağlam adımlar attım. Yarı yıldan sonra eniştemin işinden dolayı İzmit Gölcük’e taşındık. Gölcük İlköğretim Okulu’na kayıt oldum.
Gölcükte neler gördün?
Okuldaki öğretmenlerim çok yakın geldi, çok sevdim. Yasemin Genç adında bir arkadaş edindim. O zamana ait sevgi ve duygularımı o kızla yaşadım. Aynı sınıftaydık. Fethiye ve Zekiye süslü iki tane kardeş vardı, Erzincanlıydılar. Ortaokulun sonunda bir gün Fethiye’ye gittim kapı açık eğildim, baktım Hz. Ali’nin resmini gördüm, şaşırdım… aaa dedim. Fethiye de Oniki İmamlar orucunu tutuyordu. Gölcük’te bana yakın candan bir Alevi bulmak benim için mutluluk kaynağı oldu. Anneleri benim için hem annemin hem babamın yerini dolduruyordu.
Ne zamana kadar orada kaldın?
Ortaokul 3. Sınıfın birinci yarıyılında eniştem askere gitti. Bir arkadaşına söylemiş 3 ay sizde kalsın, okulu bitene kadar, diye. Onlar da kabul ettiler, ablam bu arada köye gitti. Ben de o ailenin yanında kalmaya devam ettim. Ben derslerime aşıktım, öğrendiğim bilgiler beni avutuyordu. Bu aşk; yanında kaldığım daha doğrusu “emanet olarak” bir süre yaşamak zorunda kaldığım ve çeşitli sıkıntılı dönemlerim olan bu süreçte beni ayakta tuttu.
Okul bitince sürekli mektuplaştığım sevgili babam Gölcük’e gelerek beni aldı. Tam köye gidecekken vedalaşmak için evlerine gittiğim Süleyman Amca’nın süprizi ile karşılaştım. “Kızım Zile’ye gitsen ne yapacaksın, köyde okuyamazsın burada okusan diye düşünüyorum çocuklara soruyorum, dedi. O anda arkadaşlarım olan çocukların hepsi biz de çok isteriz, bizimle kalsın, dediler. O gece onlarda misafir olduk, ertesi gün köye döndük, sonbaharda tekrar gelmek üzere.
Sonrasında Gölcük’e tekrar geldim, liseye başladım. Gölcük Kız Meslek Lisesi’nde üç yıl okudum, o evin dedesi İbrahim Hakkı Esenboğa Dede beni Tokat keçisi, diye severdi.
O sıralar Süleyman Süslü amca nereden bulmuşsa Tam Hüsniye isimli kitabı edinmiş eve getirmişti. Her akşam bize 2-3 sayfa okurdu, bu kitabı dinleye dinleye içime bir ilahi aşk doğdu. Çünkü o kitapta Hakk vardı, adalet vardı, sevgi vardı, haksızlığa karşı duruş vardı, tam bir irade gücü vardı ve içimdeki varlık depreşti, içimde olanlarla o kitapla iyice açığa çıktı. Bunu fark eden İbrahim Hakkı Esenboğa Dede bir gün okuldan geldiğimde beni yanına çağırdı Tokat keçisi gel buraya, dedi. Sende güzel bir varlık hissediyorum, senin bu aşkla başa çıkacağını zannetmiyorum. İstanbul’a gidersen sana bir mektup yazayım orada Adil Ali Atalay’ı bul sadece bu kişi seni anlar ve çözer rahat edersin, dedi. Aldım, teşekkür ettim, o mektubu nereye gittiysem yanımda taşıdım.
Lise bitti köye tamamen geldim. Babama dedim ki; benim bişeyler yapmam lazım, köyde bu şekilde duramam. Ablam o arada İstanbul’a taşınmıştı, onların yanına gittim (1990 Eylül).
Ben tasarruflu bir insandım, köydeki normal işlerimizin dışında ırgatçılık yaparak para biriktirdim. Bütün amacım okul masraflarını ve kitapları kendim alabilmekti.
İstanbul’daki yaşam nasıl devam etti?
Bağcılarda oturan ablam ve eniştemin yanına geldim. Kendime bir iş buldum. Yaşamımı böyle sürdürdüm. 1992 yılında Hacı Bektaş Veli törenlerinde sonradan eşim olacak halk ozanı Erdal Doğan ile tanıştım. Daha doğrusu Adil Ali Atalay bizi tanıştırdı. Yaşamımız birleşti. 1993 yılı Ekim ayında evlendik, 1994’de Zülfikar isimli evladımız dünyaya geldi. Şuanda Sultangazi Esentepe Mahallesi’nde yaşamımızı sürdürüyoruz.
İlk şiir deneyiminiz ve şiire olan bağlığınız ne zaman başladı, nasıl oldu?
Ortaokul son sınıfta öğretmenimiz Şadiye Sağlam, bizi şiir yazmaya özendirirdi, siz de şiir yazabilirsiniz, diye bizi teşvik ederdi. O zamanlar anneye, babaya, sılaya hasret olduğum için ben de bir şiir yazmıştım ve o şiirde kitabımda vardır.
AYRILIĞIN ÇARESİNİ BULMADIM
Özlüyorum ben anamı babamı
İyi olmaz derdimin yoktur dermanı
Gurbetliğin öldürüyor bu gamı
Ayrılığın çaresini bulmadım
Küçük yaşta düştüm gurbet ellere
Düşmek ister miyim dilden dillere
Kuş misali kondum daldan dallara
Ayrılığın çaresini bulmadım
Gürcü’yem ağlarsın deli divane
Bugün çok ağladım hem yana yana
Aylar geldi geçti oldu bir sene
Ayrılığın çaresini bulmadım (1987)
İşte bu şiiri o esnada yazdım. Ortaokulda bu tarzda şiirlerim de oldu.
Tam Hüsniye kitabını dinlediğimde duyduğum aşkın da etkisiyle ara ara şiir yazardım. Bu böyle devam etti. İstanbul’a gelinceye kadar yaklaşık 20 şiir yazmıştım. Şiir defterim eniştemin eline geçmiş bir gün dedi ki; baldız buraya gel, sen birine aşıksın ama benim haberim yok, dedi. Evet enişte aşığım ama ne ismi var, ne cismi var, içimde onu yaşıyorum, dedim. Meğer bu Hakk aşkı imiş.
Ben henüz İstanbul’u tanımıyordum, abim bekar evinde kalıyordu. Abime dedim ki; şu adrese git şu kişiyi bul o da gitmiş. Bankalar Caddesi’ndeki o kişiyi buldum haftaya beraber gideceğiz, dedi. Hafta oldu abimle beraber mektubu götürdük. Şiir defterimi de yanıma aldım, Adil Baba (Adil Ali Atalay) ile görüştük. Mektubu eline verdim, defteri de uzattım; şu şiirleri de yazıyorum bakar mısınız, dedim. Zarfı açtı mektubu okudu tamam kızım, dedi. Müsait oldukça gelirsin, dedi. Şiirlerime de baktı defteri geri verdi bana. İlk gittiğim gün birkaç tane yaşlı kişiler vardı orada, onları can kulağı ile dinledim.
Demek ki içimin yangını bundan dolayıymış, diye kanıya vardım, o muhabbet beni pişirdi soru işaretlerimi kaldırdı. Ara ara gidip geldim, bu aşka müptela oldum, aradığım şey bu muhabbetlermiş, dedim.
Ehlibeyt aşkı başladı. Ehlibeyt şiirlerini, insan sevgisini, doğa sevgisini, Hakk aşkını yüreğimde yaşayarak şiirlerimi böylelikle kaleme aldım.
1994 yılında eşimle birlikte ilk şiir kitabımız Can Yayınları’ndan çıktı; “Ehlibeyte Bir Deste Gül”.
Biraz köyünüzü anlatır mısınız, ziyaret yerleriniz, dedeniz var mı? Köyün geçimi nasıldı, şimdi köyle bir ilginiz var mı?
Köyümüzde insanlar tarımla uğraşıyorlar, hayvancılık yapıyorlar. Köyümüzün etrafı ormanlık güzel bir köydür, suyu boldur, her yerin suyu biter bizim köyün suyu bitmez.
Köyümüz eskiden, benim yaşadığım dönemde 150 hane kadardı, şimdi tahminen 50 hane vardır. Yazları annem köye gidiyor, ben 2-3 sene de bir gidiyorum ama eski tat ve samimiyeti bulamıyorum. Köyde aradığımı bulamıyorum, bir yabancılaşma yaşıyorum, zaten eski sohbetler de yok.
Ben köyde hep çocuklarla ve yaşlılarla konuşur sohbet etmeyi severdim. Akranlarımla haşır neşir olamazdım, annemde bunu söylerdi.
Köyümüzde olan Mavuşoğlu Ocağı’nın evlatlarının evleri var. Hasta olan çocuklar ama sadece çocukları o evlere götürüyorlar oranın yaşlı bir ebesi var, ocaktan az biraz kül alıyordu suyun içine atıp içiriyordu, hasta olan çocuklar iyileşiyordu. “Böör olmuş” yani hastalanmışlar, deyip çocukları oraya götürüyorlardı. Köyümüz üç parça Aşağı Köy, Yukarı Köy, Orta Köy diye birbirlerine yakınlar.
Köyümüzün yakınlarında;
Boran Baba (Deli Boran deniyor). Yağmur yağmasa da oraya çıkıyorlar, çok yağsa da oraya çıkıyorlar. Orada kurban kesip dua ediyorlar, ibadet ediyorlar.
Yeşil Kanat Ziyareti var. Söylencelere göre çok büyük yeşil kanatlı bir kuşun tepeye konduğunu görüyorlar oraya da Yeşil Kanat, diyorlar. Burada da aynı şekilde kurban kesip dua ediyorlar. Burada cem de yapılıyormuş. Cem için yakın köydeki dedeyi getiriyorlardı. Yücepınar ve Büyükaköz Köyü’nden dedeler gelip yapıyorlarmış. Sadık Doğanay isimli bir dedemiz varmış. Yücepınar’lı aynı zamanda da cemde aşıklık yapıyormuş. Çok iyi bir dedeymiş. Anam derdi ki, o saza vurduğu zaman, durduramadığımız ağlayan çockular birden sesini kesiyorlar.
Ali Hoca Ziyareti. Rivayete göre Ali Hoca isimli bir şahıs ilk bizim köye yerleşen kişi olarak biliniyor ve onu da aynı şekilde ziyaret edip kurban keserler, dilekte bulunurlar. Diğerleri bizim köyün uzağındadır.
Kalender Baba Ziyareti. Burayı da ziyaret ediyorlar, dua ediyorlar, kurban kesiyorlar, saz çalıp sohbet ediyorlar.
AŞIK MÜSLÜM SÜMBÜL'LE SÖYLEŞİ
Halk Ozanı
MÜSLÜM SÜMBÜL’LE SÖYLEŞİ
AYHAN AYDIN
Müslüm Sümbül ismi; Ali Ekber Çiçek, Mahsuni Şerif gibi kendine özgü sesi ve sazıyla uzun yıllar radyolardan, konser salonlarından ve plaklardan, kasetlerden yükselen lirik, yanık, etkileyici türkülerin, nefeslerin adı oldu.
O Âşıklık ve Ozanlık geleneğinin bambaşka halkalarından birisini temsil eder. Âşık Veysel gibi bir ayarda, bir tonda, bir yolda yılmadan, durmadan, ödün vermeden aynı tevazuluk ve kararlılıkla hedefine doğru yürüyen bir derviş gibi yol aldı türkülerin dünyasında.
Aleviliği özüyle benimseyip yaşayan ve yaşatan ozanlarımızdan olan Müslüm Sümbül titizliğinden hiç ödün vermedi, olduğu gibi göründü, hayat boyu gösterişe girmedi. Memuriyetine rağmen yurt içinde ve dışında nice konserlere katılan ve saygınlığından hep söz ettiren Müslüm Sümbül bugün de ozanlık geleneğinden, müzik dünyasından kopmuş değil.
Şiran Kırıntı’dan ozan dostu, müzik tutkunu ve gurbet adamı can dost Cemal Aydoğan’ın ifadesiyle; “tarlalarda, dağlarda keşke hep o “dağlar ile taşlar ile çağırayım mevlam seni” desin, “turnalar semahını çalsın”, “şu sazıma bir düzen ver”, “benim adım dertli dolap”ı söylesin yeter... Bu bize yeter... Gönlümüz hoş olur, güneş altında yandığmız tarlalarda soğuk bir su içmiş gibi oluruz, dosta ulaşmış gibi oluruz... Çeşminaz Aydoğan (Kara)’nın ifadesiyle de...” Ali Ekber Çiçek ve Müslüm Sümbül’den türküler denince “kemiklerimiz yaylaya giderdi”, öyle rahatlar, sevinirdik...”
Bu yurdu ilmik ilmik sevgiyle, kültürle ören ozanlarımızdan bir büyük sima olan Müslüm Sümbül’e aşkımız vardır, sevgimiz vardır, bugüne kadar verdiği hizmetlerden dolayı sağ olsun, var olsun...
Sevgili ozanım yaşam öykünüzü bize anlatır mısınız?
1940 yılında Sivas’ın Kangal İlçesi Kavak Köyü’nde doğdum. Babamın ismi Mehmet, annemin ismi Hatice. Ancak; ben 6 aylıkken annem vefat ediyor. Amcamın hanımı Elif beni büyüttü, bana annelik yaptı. Biz dört kardeşiz, ben en küçükleriyim. 1956’ya kadar her köylü çocuğu gibi köyde yaşadım. Davar güttük, çiftçilik yaptık.
İlkokulu Kavak Köyü’nde okudum. Köyümüz aynı zamanda nahiyeydi, 35 köy bize bağlıydı. 12 yaşında ilkokulu bitirmiş oldum. çalışmaya başladım, çiftçilik, koyun gütmek, öküzlere gitmek gibi işler yaptım. 16 yaşına gelmeden 12 yaşında, Devlet Demir Yollarında geçici işçi olarak çalıştım. O tarihlerde bizim oralara iki metre kar yağardı. Kar amelesi olarak çalışıyorduk. Kar nedeniyle; Samut Tekkesi, Karagöl, Boz Armut tarafından gelen tren yolu kapanırdı, biz onu temizlerdik. O tarihlerde çok buz tutardı, eski ismi Armağan şimdi ki ismi Kangal İstasyonunda burada bir gün tren raydan çıktı, buz nedeni ile makas açılmamış. Ben o zaman 12 yaşındayım, orada çalışan belki 150 kişi var, lokomotifi rayın üzerine getiremiyorlar. Benim becerim nedeni ile bu işi hallettik. İki adet fren demirlerini karşı karşıya ray demirlerinin arasına sıkıştırmak sureti ile lokomotifi rayın üzerine getirdim. O zamanın kısım şefi başımızdaki yol çavuşunu çağırarak, bu çocuğu bir daha yola götürmeyeceksin, dedi. İstasyonda kalacak makas başlarını kontrol edip temizliğe bakacak, dedi. Biz geçici işçi olduğumuz için herkesi yazın çıkarıyorlardı. Kısım şefi benim haberim olmadan bu çocuğu çıkarmayacaksınız, demiş.
Bizim orada taş ocağı vardı (düvenlere çakılan çakmak taşı çıkan ocak). Taş ocağı 15-20 metre aşağı iniliyor. Çalışma koşulları çok zor olan burada da, 14 yaşında çalıştım. Arı Şirketi vardı orada çalıştım. Hamal Köyü’nde ki Termik Santrale gidecek mazotları varillere doldururduk.
Yani Ayhan Bey; ilk gençliğimiz hep böyle yorucu çalışmalarla geçti.
Köyde okulda ki bir anımı da paylaşayım. İlkokul öğretmenim Sadık Öğretmen vardı. İstiklal Marşı’nı okurken beni öne çıkarır Müslüm Sümbül’ü takip edin, derdi. Hep bana okuttururdu.
Ben küçük yaşta sanata eğilim duydum. Hatta barut tabancası yaptım kendi kendime evin önünde silahı patlattım jandarma geldi, beni karakola bile götürdüler. Bu silahı kim attı dediler? Kendi çantamı kendim yaptım. Böyle becerilerim ve maceralarım vardır.
Sevgili ozanım köyünüzden bahsedin, yaşam, geçim koşulları, coğrafyası nasıldır, bize anlatın?
Bizim coğrafyamız kırsal bir bölge, ormanlık yeşillik yoktur. Geçimimiz hayvancılık, rençperlik, çiftçilikle sağlarız. O devirde gübre sanayi ürünleri yoktu. Tarlaları öküzle sürerdik, yeteri kadar toprağı hasıl edemezdik. Çiftçilik de yetersiz, tarım da yetersizdi. Bu zor koşullar nedeniyle bir gün düşündüm ki ben ne kadar çalışsam da benim sonum hüsran. O nedenlerle ben de köyden kaçtım.
Köyden mi kaçtınız! Nasıl oldu bu iş bize anlatır mısınız?
16 yaşında bir gün sabahleyin erkenden çıktım, babamın ve analığımın (babam ikinci kez evlenmişti) haberi olmaksızın köyden ayrıldım. Cebimde beş kuruş para yok. O zaman otobüs ulaşımı yoktu sadece tren vardır. Ben Armağan İstasyonunda trene binmedim, bize 10 km. uzaklıkta olan Bozarmut İstasyonuna gittim. Bunun nedeni Armağan İstasyonunda biri beni görürse haber verir, diye. O tarihte amcamın oğlu Ankara’da çalışıyordu, otobüs biletçisiydi. Onun hanımı Ankara’ya geliyor. Onun geleceği zaman treni ayarladım. Boz Armut İstasyonunda trenin gelmesini bekledim. Orada biletsiz, kaçak olarak trene bindim. Biletçi bilet kontrolü yaparken ben tuvalete kaçıyordum. Biletçi geçtikten sonra amcamın oğlunun hanımını aramaya başladım, bilet parası almak için. 2 vagon sonra kompartımanda yakaladım, tren parasını ondan aldım. Amcamın hanımı vermek istemedi önce babam ona kızar diye. Ancak; kompartımandakiler dedi ki, bu çocuğu dağda bırakırlar, diye bana 20 lira verdi, Oz zaman Ankara’ya geliş 18 lira 50 kuruştu ve ben Ankara’ya geldim.
Ankara’da askere gidinceye kadar çeşitli işyerlerinde işçi olarak çalıştım. Askerden döndükten sonra da 1964’de Ziraat Bankası’na girdim ve orada 1989 Ocak ayında emekli oluncaya kadar çalıştım.
Ziraat Bankası’nda çalışırken ben TRT’nin 1966’da açmış olduğu sınava girdim. 657 sayılı kanuna tabii olarak Ziraat Bankası’nda çalıştığım için buradaki sınava da gizli giriyorum. Sınavda başarılı olduğum zaman; biz yetişmiş veya yetiştirmek üzere sanatçı alacağız, ama siz memursunuz, dediler. Ben nota bilmediğim için, bankadan ayrılıp iki sene nota göreceksiniz, ondan sonra kadrolu sanatçı olabilirsiniz, dediler. Bu arada da ben evliyim, çocuklarım var, bunun benim için mümkün olmayacağını söyledim. Ancak; oranın şefi Osman Özdenkçi yarın tekrar saat 14:00’de sazınla gelebilir misin, dedi. Ben sazımla gittim. Türk Sanat Müziğinin Şefi Muzaffer İlkar ile beni tekrar dinlediler. Muzaffer İlkar’a Osman Özdenkçi sordu, hocam sazı ve sesi nasıl, dedi? Bu arkadaşta Anadolu’nun sesi ve sazı var, TRT’ye kazandırın, dedi. Ancak; bu arkadaş bir bankada çalışıyor, aynı zamanda da evli o nedenle bunu almamız zor olacak, biz de bunu düşünüyoruz ne yapabiliriz, diye sordu. Ben yerinizde olsam dedi mahalli sanatçı olarak alırım, haftada 1 gelir bandını yapar gider yine işine devam eder, dedi. Böyle bir kişi daha var, dedi. Kim o deyince Neşet Ertaş dedi. Alın bunların ikisini de mahalli sanatçı olarak dedi. Ve 1966’da biz böylece başladık. O zaman sadece Ankara TRT vardı, bir anda ikimizin ismi de patlama yaptı. Kısa zamanda yurtiçi ve yurtdışında konserlere gitmeye başladık. Bu arada 25 tane 45’lik plak, 12 kaset yaptım.
BAYRAM
İyi Bayramlar…
Sevgili Dostlar; Hakk kısmet ederse bugünden itibaren iki hafta boyunca Ankara'da olacağım. Önceki gibi sık paylaşımlarda bulunamayacağım. Şimdiden tümünüzün bayramını kutluyorum. Terör belasının olmadığı, insanların her ne nedenle olursa olsun birbirlerini öldürmedikleri, insan haklarının ihlal edilmediği, hakça üretim-hakça bölüşümün olduğu, adil, yaşanabilir, güzel bir dünya umuduyla, muhabbetle...
Makedonya - Arnavutluk Gezisi, 2016, Birinci
Son MAKEDONYA – ARNAVUTLUK GEZİSİ (20 MART – 8 NİSAN 2016)
(Birinci Bölüm)
Ayhan Aydın
Balkan (Rumeli) araştırmalarım çerçevesinde bu seneki gezilerimi Makedonya ve Arnavutluk’tan başlattım. Sultan Nevruz Türkiye’de çeşitli tartışmalar eşliğinde her sene olduğu gibi yüzyıllardır halkın yaşadığı şeklinden çok farklı kimliklere büründürülerek kutlanmak istenirken, daha önceki yıllarda izlemek için birkaç kez gitsem de, olayı daha iyi anlamak için ben bu sene Batı Balkanlar’a, Makedonya ve Arnavutluk’a yönelmeyi tercih ettim.
Şu anda yüksek lisans yapan Bektaşilik konularında araştırmalar yapmaya niyetli Nadime Nurcan ile birlikte İstanbul’dan yola çıktık 19 Martta bir otobüsle. İki sınır kapısını geçip büyük bir sevgiyle bağlı olduğumuz Harabati Baba (Sersem Ali Dedebaba) Dergâhı’na varınca huzur bulduk.
Sevgili Okurlar; bu dergâhla ilgili bilgileri gelişmeleri daha önceki yazılarımla kamuoyuyla paylaşmıştım. Detaylara girmeyeceğim ama buradaki Bektaşi toplumu uzun süre ibadete açık olmayan bu tekkede 1992 yılından sonra tekrar çerağları yakmış, tüm dünyaya buranın güzelliklerini yansıtırken 2002 yılında ise kendilerine “İslam Dini Birliği” denen bir gurubun silahlı üyeleri tarafından bu tekke işgal edilmişti. Halen bu işgal devam ediyor. Tekkenin önemli bir bölümü işgal altında. İşgalciler halkın, ziyaretçilerin, turistlerin Bektaşilerin bulundukları iç avluya, türbelerin bulunduğu alana girmelerini engellemekte, âdete Bektaşileri burada işgalci olarak göstermektedirler. Bu büyük sıkıntılar içinde bu kapının kapanmaması için varını yoğunu ortaya koyan, 22 yıldır burada hizmet eden ve “Derviş” olarak da buranın hem inanç, hem de diğer konulardaki yetkili kişisi olarak bu tekkenin şimdiki temel direği olan Abdülmüttalip Bekiri (Bakır) âdete bu tekkeyle özdeşleşen, tekkenin olmazsa olmazı bir isim. Bir nevi onun misafiri olarak buraya geldim. Ayrıntılara sonra gireceğim…
Nevruz Etkinliği
21 Martta, doğanın uyandığı gün olarak, geceyle gündüzün eşitlendiği gün olarak, bir çok halk tarafından kutlanan Sultan Nevruz olarak da adlandırılan ve “Yeni Gün” anlamıyla dile getirilen Nevruz acaba Balkanlar’daki özellikle Makedonya, Arnavutluk, Kosova, Bosna Hersek’teki Bektaşiler için ne ifade ediyordu? Bu gün özel olarak neler yapılıyordu? Hangi inanç ve kültür unsurları yaşatılıyordu? Bu soruların da yanıtlarını almak, gözlemlerde bulunmak temel amaçlarımdandı. Yüzlerce fotoğraf çekmek, bazı söyleşiler ve ziyaretlerde bulunmak da bu gezinin bir parçasıydı.
Hava oldukça soğuk. Ama Derviş Abdülmüttalip demirden midir, çelikten midir nedir bilinmez. Çok büyük bir dayanıklılık ve çok kuvvetli bir iradeyle zorlukları yenme konusunda emsalsiz bir yeteneğe sahip. İç Avlu denilen ve asıl meydanevi yobaz güruh tarafından işgal edilip, Bektaşi unsurları tahrip edilip, bacasına hoparlörler eklenerek sözde bir camiye çevrilen ve zorla oluşturulan yapay bir cemaatle beş vakit Bektaşilerin postlarındaki kanlar akıtılırcasına burada namaz kılan zihniyetsiz, şuursuz bir gurubun baskısı nedeniyle bir dar alana sıkışılarak yıllardır ibadetler yapılıyor, gelen mihmanlar burada ağırlanıyor. Burada hummalı bir çalışma var. Her taraf tertemiz yapılıyor, nevruzdan bir gün önce. Ortalık yıkanıyor, odalar temizleniyor, mutfakta hazırlıklar ise hat safhada. Nevruz için canların adadıkları 5 kurban, ondan fazla horoz kesiliyor her şeyden evvel. Kurbanlara abdest aldırılıyor, “tığlanıp” dualarla kesilen kurbanlar özenle parçalarına ayrılıyor. Horozlar ise “Cebrail” olarak isimlendiriliyor. Nevruzda Cebrail Kurbanı adak olarak adanabiliyor. Bunların temizlenmesiyle daha çok kadınlar ilgileniyorlar. Bu horozların Cebrail gibi adak adayanı günahlarından arındıracağına, güzel bir menzile ulaştıracağına inanılıyor. Kurban kazalardan, belalardan arınmak, uzaklaşmak kadar, aydınlığa, esenliğe, sağlığa, mutluluğa ulaşmak için birer vesile olarak görülüyor. O nedenlerle tıpkı Anadolu Alevilerinde olduğu gibi burada da kurbanın çok yaygın olduğunu yıllar öncesinden gözlemlemiştim. Kurban kesmek ve onun etiyle birlikte bir insan topluluğuyla birlikte bir araya gelip Hakk sohbeti yapmak, yani buradaki adıyla Muhabbet Yapma, muhabbet eylemek, çok önemli. Bu bir ibadet olarak kabul ediliyor. Kurban kesmek ve bir Hakk Muhammed Ali ibadeti yani Muhabbet yapmak bir ibadet olarak kabul ediliyor. İşte İmam Ali’nin doğduğu gün olarak kabul edilen Nevruz’da da kurban kesip muhabbet etmek en önemli ibadetlerden.
Bu ülkelerdeki Bektaşiler Nevruz’u belki de en önemli bayram olarak kutluyorlar. Nevruz burada tam anlamıyla bayram olarak kabul ediliyor. Ramazan (Şeker), Kurban Bayramlarında neler yapılıyorsa burada da aynı şey yapılıyor. Tekke’de de, halk içinde de bunu görmek mümkün. Başta; her şey, her yer tertemiz olacak, temizlenecek. Bir bayramın geldiği yaşamda görülecek; evlerde yemekler yapılacak, Türbeler başta olmak üzere mezarlıklar ziyaret edilecek. Evde önemli bir temizlik yapılacak, evler havalandırılacak, özellikle sütten olmak üzere mutlaka tatlı yapılacak, konu komşu, akrabalar özellikle yakın akrabalar ziyaret edilecek, hal hatır sorulacak, özellikle muhip olan yola girmiş canlar mutlaka sabah ibadetine katılacak, akşam muhabbet olacak, hep birlikte Hz. Ali’nin yücelikleri, vasıfları dile getirilecek, nefesler söylenecek.
20 ve 21 Martta hummalı bir çalışma var Tekkede. Uzun yıllardan beri gelip gittiğim için Türkçe bilen canlarla sohbet ediyor, sonraki iki haftada yapacağım şekliyle biraz da olsa işin ucundan tutmaya çalışıyorum. Ama bugün Tekkede kadınların ağırlığı var, ben patates soymakla yetineceğim.
20 Martta akşam saatlerinde Baba Mondi, Edmond Brahimaj (Dedebaba) Tekkeye geliyor. Abdülmütalip Bekiri’yle uzun uzun konuşuyorlar.
Abdülmüttalip Bekiri ile birlikte halkın da ağırlandığı uzun, önü camlarla kaplı her yerinden soğuğun geldiği yerde kanepede uyuyacağız. Bu iki gece gerçekten çok soğuktu yatakta tir tir titredim. Ya bu derviş 5 sene boyunca, geceleri -17 derece olduğu zamanlarda burada uydurma bir ısıtıcıyla nasıl yattı, buna nasıl dayandı, o da bir insan değil mi, demirden mi mamul? Ama onun içindeki çelik gibi imana bakmak lazım sanırım. Abartısız dünyada çok az insanın yapacağı şeydir bu özveri. Yokluklar içinde, baskılar içinde, psikolojik yıpratmalar içinde ayakta durmak ve buranın kapısını kapatmamak. Ona ve ona destek veren bir avuç Bektaşiye ve ona yarenlik eden dostlarına selamım vardır. (Onlara Alevi Bektaşi kurumları ödül vermeliler bence) Fakat Bektaşilere de sitemim var; çünkü Makedonya’da sayı olarak az da olsa yine de binlerce Bektaşi olmasına rağmen o maneviyat kalmamış demek ki, bu tekkeye, dervişe destek verenlerin sayısı oldukça az.
Dedebaba 2010 yılında yakılan ve daha önce (bundan sonra da) geçici olarak da olsa meydanevi olarak kullanılan bölümün de yer aldığı iç avludaki ana binada kalacak. Burası Bakırköy Belediye Başkanlığının ve Maltepe Belediye Başkanı Ali Kılıç’ın kişisel olarak yaptığı yardımlarla yeniden kullanılabilir hale getirildi. Meydaevi, İki oda (birisi Dedebaba’nın odası), bir sekreteryadan oluşan ana yapı. Yanında ise mutfak, kiler, küçük bir depo, onlarla ana yapı arasında bir banyo ve iki tuvaletten oluşan birimler. Bunlar da tam anlamıyla bitmiş değil. Dervişin çilesi sürüyor. Bir türlü başını koyacağı bir yastığı olmadı. İnşallah bu sene burası biter, halka biraz daha iyi hizmet verilen bir bölüm açılmış olur.
(Serçeşme Dergisi, Haziran 2016, Sayı: 30, Sayfa: 36-38)
Birinci Bölümün Sonu…
(Bu gezinin gerçekleşmesine katkı sunan İş Adamı Adem Dağıdır ve Veli Dedemizin oğlu Hasan Akkol’a şükranlarımla)
(Yazıyla ilgili yüzlerce fotoğraf facebook sayfamda, Albümler bölümündedir.)
SEMAH SEMPOZYUMU VE SEMAH BULUŞMASI YAPILDI
Ankara’nın en önemli Alevi-Bektaşi inanç merkezi olan Hüseyin Gazi Ocağı (Dergah-Tekke) merkezinde örgütlenmiş bulunan ve bugüne kadar onlarca sempozyum, panel, dinleti gibi etkinlik yapan; kitaplar çıkaran, Yol isimli süreli bir dergiyi yayınlayan Hüseyin Gazi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından organize edilen, “Uluslar arası Semah Sempozyumu ve Semah Buluşması” Etkinliği İzmir Seferihisar’da, 3 Haziran 2016, Cumartesi günü büyük bir başarıyla gerçekleştirildi.
Konunun uzmanı birçok bilim insanın konuşmacı olarak katıldıkları ve ülkemizin dünyaya açılan pencerelerinden birisinde, tarihi mekânlarda ve doğanın büyüsünün hissedildiği bir yerde yapılan sempozyumdaki konuşmalar kadar ülkemizin birçok yöresinden ve Bulgaristan’dan gelen yirmi farklı semahçılar gurubu tarafından icra edilen semahların dönülmesi Seferihisar için de yeni dostluk köprülerinin kurulması ve kültürel dokusuna yeni değerlerin katılması açısından da çok önemliydi.
Sempozyum bildirilerinin sunumu ve gelen konukların ağırlanması Teos Ormancı Tatil Köyü’nde yapıldı. Semahlar ise Seferihisar’ın en önemli tarihi mekânlarından birisi olan “Kaleiçi”nde sergilendi.
Aleviliğin ve Alevi-Bektaşi karışık süreklerde yürütülen cemlerin olmazsa olmazlarından ve on iki hizmetten birisi olan, bugüne kadar çeşitli makaleler, kitaplar yayınlansa da, uluslar arası boyutuyla da yeteri kadar tartışılmayan, araştırılmayan Semahlarla ilgili bu sempozyum tarihte bir ilki ifade etmektedir. Bunu takip eden etkinliklerin gerçekleşmesiyle Alevilik, Bektaşilik ve bu inancın temellerinde olan, onunla ilgili büyük ipuçları veren bu en önemli ritüeli hakkında daha detaylı bilgilere ulaşmış olacağız.
Sempozyumdaki bildirilerle semahın anlamı, kökenleri, yayıldıkları coğrafyalarda aldıkları görünümler, türleri, şekilleri, hareketleri, ritimleri, ondan ayrı düşünülmeyen müziği, kıyafetleri, cem içindeki yeri, sayısı gibi çok farklı boyutlardaki konular gündeme geldi, tartışıldı. Bildiri konularında semahın Anadolu ve Türk veya Mezopotamya kültür coğrafyasında şekillenmesinin neden-sonuç ilişkileri dile getirilirken böylece aynı şekilde, Alevilik içinde semahın yeri hakkında da bilgilerin aktarılması sağlandı-sağlanmaya çalışıldı.
Semahlarla ilgili bir önemli konunun da; Aleviliğin Bektaşiliğin değerlerindeki yozlaşma ve “geleneğin yaşatılıp-yaşatılmadığı” probleminin aynı şekilde Semahlar konusunda da geçerli olduğu, “tek tip cem, tek semah” anlayışının bazı kurumlarca bilinçli – bilinçsiz bir şekilde Aleviliğin (Bektaşiliğin) içine sokulup, cemevleri vasıtasıyla bunun yaygınlaştırıldığı konusuna hemen her konuşmacı değindi. Burada Aleviler tarafından yapılan bir iç asimilasyon ciddi şekilde gündeme getirilerek konun hayati derece önemli, vazgeçilmez olduğu anlatıldı. Aleviliğin (Bektaşiliğin) en önemli yapı taşlarından ve sempozyumun başlığında da olduğu gibi; “Bütün Evren Semah Döner” de söylendiği gibi ayrıca evrensel yönünün de yok edilmesinin, farklı yörelerde dönülen semahların dönülmemesinin Aleviliğin de yozlaşması, “fakirleşmesi” anlamına geleceği başta Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal, Ahmet Koçak ve diğer akademisyenler ve yazarlar tarafından dile getirildi.
Etkinlik; Saygı Duruşu ve İstiklal Marşı’nın söylenmesi, Hüseyin Gazi Vakfı Başkanı Gülağ Öz’ün Açış Konuşması, Dr., Sanatçı Gani Pekşen’in Üç Nefes seslendirmesiyle başladı. Etkinliğin; sempozyum bölümünün sunucuğunu Araştırmacı-Yazar Ali Aksüt yaptı.
Birinci Oturumun başkanlığı, son dönem Alevilik araştırmacılığında büyük enerjisi ve gayretleriyle dikkat çeken yazdığı kitaplarla takdir toplayan, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal tarafından yapıldı. Oturumda; Prof. Dr. Mehmet Fuat Bozkurt: “Yaratıcılıkta Semahların İşlevi”, Yrd. Doç. Dr. Seyhan Kayhan Kılıç: “Semahın Kültürel Bağlamı”, Dr. Gani Pekşen: “Hakk İçin mi Seyir İçin mi?”, Av. Araştırmacı-Yazar Ali Yıldırım: “Semahların Kadim Kökeni Üzerine”, Araştırmacı –Yazar Ali Aksüt: “Sema Semah, Devran” isimli bildirilerini sundular.
İkinci Oturumun başkanlığını Seyyid Ali Sultan Ocağı’yla başlayan süreçte ocaklar, dedeler, sürekler çalışmalarıyla dikkat çeken Yrd. Doç. Dr. Seyhan Kayhan Kılıç yaptı. Oturumda Gazeteci-Yazar, Serçeşme Dergisi Yayın Yönetmeni Ahmet Koçak: “Semahlarda Asimilasyon”, Gazeteci- Televizyoncu Hüseyin Kelleci: “Hubyar Semahları Üzerine”, Öğretim Görevlisi Abdurrahim Karademir: “Bergama Tahtacı Semahları ve Giyimleri”, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal: “Semah Ritüelinin Oluşum ve Değişim Dinamikleri: Ocak mı, Coğrafya mı?”, Piri Er: “Semahlarda Bölgesel Farklılıklar-Değişim Dönüşüm Koruma” isimli bildirilerini sundular. Sempozyuma çağrılı bazı akademisyen, yazarlar katılmadıkları için sunumları gerçekleşmedi.
Gülağ Öz ve Mehmet Ersal’ın sempozyum kapanış konuşmalarından sonra; Kaleiçi mevkine hareket edildi.
Adıyaman’dan Bulgaristan Elvanlar (Yablonova)’ya kadar yirmi farklı yöreden, yirmi farklı semah çeşidi tarihi bir kalenin içinde sergilenmiş oldu. Etkinliğe Seferihisar’lılar da büyük ilgi gösterdiler.
Tüm gurupları çok iyi tanıyan Mehmet Ersal bu bölümün disiplinli bir şekilde yürütülmesi ve başarılı bir performans gösterilmesini sağladı.
Büyük bir aşkla sazlar eşliğinde dönülen semahların benzersizliği, olmazsa olmazlığı bir kez daha görülmüş oldu.
Etkinliğin kısa sürede organize edilmesi katılımın daha yoğun olmasını engellemekle birlikte, bunun hem bir ilk olması, hem de bu yörede bir ilkin gerçekleştirilmesi açısından son derece önemliydi.
Etkinliğe birçok seçkin davetli yanında; Alevi Vakıfları Federasyonu Başkanı Remzi Akbulut ve Alevi Bektaşi Federasyonu Eski Başkanı Selahattin Özel de katıldılar.
Gelecek sempozyum ve semah buluşmalarıyla konunun daha detaylı bir şekilde ortaya konulmasına ve barış, dostluk köprülerinin daha pekişmesine vesile de olacak olan, bu etkinliği gerçekleştiren Hüseyin Gazi Vakfı Başkanı Gülağ Öz’e, onunla birlikte yıllardır bu çalışmaları yapan Av. Araştırmacı – Yazar Ali Yıldırım’a, Araştırmacı Yazar, Halkbilimci Piri Er Dede’ye, Seferihisar Belediyesi’ne, Başbakanlık Tanıtma Fonu yöneticilerine teşekkür etmeyi bir borç biliyoruz.
Katılımcılara büyük özveriyle hizmet eden, güler yüzlü, Teos Ormancı Tatil Köyü sahiplerine ve tüm çalışanlarına da çok teşekkür ediyoruz.
Böyle daha nice güzel etkinliklerde, organizasyonlarda, gezilerde buluşmak dileğiyle…
Bin bir düşüncenin çiçek açması gibi, her görüş ve düşüncenin serbestçe kendisini ifade edebileceği bir dünyada;
Her rengin solmadan kendisi olarak var olduğu bir dünyada;
Tüm semahlarımızın yok olmadan dönüldüğü bir dünyada yaşamak umuduyla…
Muhabbetle kalın… (Etkinliğin tüm fotoğrafları Ayhan Aydın'ın facebook sayfasından takip edilebilir.)
ERARSLAN DOĞANAY
“Hubiyar Sultan” ve “Anadolu Evliyaları” ismiyle kitapları da yayınlanan, yürüttüğü cemler kadar, “örgütçü” kimliğiyle de tanınan, “koç kurban kesmeyince, müsahip tutmayınca, yola gidilmeyince nasıl Alevi olunabilir ki?” diyen Hubyar Sultan Ocağı Dedelerinden Eraslan Doğanay Dede, söyleşimizde bizi Anadolu’nun gerçek değerleri olan erenlerin dünyasına götürüyor.
Sevgili Dede hangi ocağa bağlısınız? Bize çocukluk günlerinizden bugüne yaşamınızdan, görüp geçirdiğiniz cemlerden bahseder misiniz?
Ben, Hubiyar Sultan evlâtlarındanım. Hubiyar Sultan, Musa-ı Kâzım sülâlesindendir. Anadolu hareketlerinde büyük katkıları, çalışmaları olmuştur. Eskiden, Sivas’a bağlı Hafik’in Kurtköy köyündeydi. Şimdi Tokat’ın Almus Kazası’nın Hubiyar Köyü’nde. Ben, rahmetli babam İbrahim Ethem’le, 8-10 yaşımdan bugüne kadar, hiçbir günümü aksatmadan Alevi yolu ve Alevi birliği için çalışıyorum. Aslen Zile’nin Kervansaray Köyü’ndenim. Turhal’da oturuyorum. İstanbul’da çocuklarımızın olması nedeniyle, çok sık gider, gelirim. Burada da Hubiyar Sultan talipleriyle devamlı beraber oluruz. İstanbul’a geldiğim zaman, cemlerimle, görgülerimle, sorgularımla, sazımla, niyazımla onlarla iç içe, gönül gönüle olurum.
Hayat çizgime dönelim. İlkokulu, köyümde okudum. Ortaokulu Zile ve Tokat’ta bitirdim. Lise bittikten sonra, ticaretle ilgilendim. Bu arada siyası durumlarda da aktif oldum. 1967’de kurulan Türkiye Birlik Partisi’nin 6 sene il başkanlığını yaptım. Zile’de il genel meclisi üyesi oldum ve 6 sene daimi üyelik yaptım. Bir noktada politikanın içine girmek de zaruri oldu. Çünkü baktım, Türkiye’de ve dünyada tüm işler politik kazanların içinde kaynıyor. Halkıma samimi olarak, daha iyi hizmet vermek amacıyla seçime girdim, Zile’de ilk seçilen Alevi oldum.
Cem yürütmeye devam ediyor musunuz?
Hiçbir şekilde, hiçbir senemi aksatmadan, görgü kuralları da dahil olmak üzere, devam ediyorum. Biliyorsunuz, Alevilikte görgü kuralları çok önemlidir. Aklanmadıkça, kesinlikle tarikata giremezsiniz. Çünkü Alevi kültür ve kurallarında, bu açık ve nettir. Onun için biz, görgü görmeyince, ne muhibimizin ceminde bulunuruz, ne de muhibimiz aklanmadıktan sonra kesinlikle tarikata almayız. Çünkü Alevilik’te ön koşul odur. Bir Alevi, görülmedikten sonra tarikata giremez. Hacı Bektaş Hünkâr, “Benden olup da benden koparsa, kültürüme ihanet ederse, tekrar bizim dergâh-ı âleme dönemez.” der. Şiarımızı Hünkâr Hacı Bektaş Veli’den aldığımıza göre, bizde bu kural geçerlidir.
Alevilik deyince, aklınıza neler geliyor? Alevilik nasıl doğup gelişmiştir? Çok özet bir şekilde fikrinizi söyler misiniz?
Biz Aleviliği, Ali sevgisiyle iç içe olarak kabul ederiz. Alevi demek, Ali’yi sevmek demektir. Biz, insanlığın dürüst, güzel tarafına önem veririz. Ali, insanlıkla bütünleşmiştir. Ali’de güzellik, doğruluk, mertlik vardır ve manevi âlemde Allah-u Tealâ’nın en sevdiği insan, Ali El Murtaza’dır. Hatta bu hususta gerek Kur’an, gerekse diğer yazılarda, Hz. Peygamber Efendi’nin imdadına yetişmesi için; “Ya Ali, ben seni Muhammet’e yardımcı olarak gönderdim. Ya Muhammed, bir hususta daraldığın zaman, Ali El Murtaza’yı çağır” dedi. Nitekim Uhut gazasında, Hz. Peygamber Efendimiz çok müşkül duruma düşünce, Hz. Ali’yi yardıma çağırmıştır. Hal böyle olunca, Ehlibeyte karşı yapılan bazı yanlışlar, Ali ile bizi iç içe yaşama durumunda, bir araya getirmiştir. Son zamanlarda gelen Hünkâr Hacı Bektaş Veli, Aleviliğe güzel bir yön vermiştir.
Diğer Makaleler...
- Jan Yoors'un Çingeneler Kitabı Üzerine...
- Derviş Kemal (Kemal Özcan) ile uzun bir söyleşi
- Basın Kartı Sahibi Oldum...
- Halk ozanı Derviş Kemal Anıldı
- İstanbul Üni. İlahiyat Fakültesi'nde Söyleşi
- Musa Ağacık'la Söyleşi Yapıldı
- Mehmet Ersal'ın Alevilik Sunumu
- AŞIK DAİMİ ANILDI, 17 NİSAN 2016
- ŞİRAN KIRINTI KÖYÜ, 23. DOSTLUK GECESİ, 15 NİSAN 2016
- Hüseyin Emiroğulları