Aleviler, Siyaset, Belediyeler ve Cemevleri
Aleviler, Siyaset, Belediyeler ve Cemevleri
Alevi – Bektaşi toplumu kimliğini ve inancını rahatlıkla ortaya koyup yaşayamayınca, bu çağda da yeni yeni kimlik sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalıyor. Olay göründüğü kadar zor olmadığı halde olduğu halde yine işin içine “siyaset” daha doğrusu “siyasal İslam” giriyor, sorun büyüyor.
Her seferinde siyasi aktörler Aleviler ve Alevi toplumunun istekleri konusunda adım atmak isteyince Türkiye’nin Vatikan’ı olan Diyanet İşleri Başkanlığı ve hala devlet yönetiminde onun kadara etkili Tarikat Yapısı buna engel oluyor.
Tarihler boyunca kendi görüşleri, kendi varlıkları dışında bir başka doğruyu, uygulamayı, yorumu “sahih” görmeyen bu din sömürücüleri, siyaseti dinin emrine sokmayı başarıyor, Türk devlet yapısında Osmanlı’nın bir nevi sonunu hazırlayan her daim sözde dini değerlerin dediği oluyor, inançla ilgili kararlarda otoritelerin buyruklarına uyuluyor. Ve bu ülkeye yazık ediliyor.
Alevi- Bektaşi Öğretisi, değerleriyle yaşayan, yaşaması gereken toplumsal yapısı ön planda olsa da nihayetinde bir inanç – ahlak öğretisidir.
Her insan topluluğu elbette ki yaşadığı coğrafyadaki insanlarla, toplumla sosyal ilişkilerinde öğretisinin gereği uyumlu bir şekilde yaşar, kendini sosyal davranışlarıyla ortaya koyar.
Alevi- Bektaşi Öğretisi’nde aslında Tanrı’ya ulaşmak, maneviyatını yaşamak için belli mekânlara çok da ihtiyaç yoktur. İnsanın yaşadığı, yer ile gök arasındaki her yer onun ibadethanesi’dir. Çünkü Alevilik – Bektaşilik mekânlara, şartlara, şekillere sığmayacak kadar evrensel bir insanlık yoludur.
Gerçeği söylemek gerekirse bu manevi yapının dışında aslında Alevi – Bektaşi toplumunun inanç merkezlerini kullanmalarının arkasında yatan gerçek tümüyle bu öğretinin bir başka boyutunda, bir diğer yanında saklıdır; Alevi – Bektaşi öğreti bütünlüğü bir topluluk içindeyken daha çok anlam kazanır, hedefini ulaşır.
Din bir sosyal yapıdır ama herkes evinde de ibadet edebilir. Ama bunca ibadethanenin varlığı da dinlerin sosyal ihtiyaca da yanıt verdiğinin göstergesidir. Bunun gibi Alevi – Bektaşi Öğretisi de toplum içinde insanın varlığını, özünü yine toplum hiyerarşisi içinde bulmasıyla bir anlam bulduğu için ocaklara, tekkelere, dergâhlara, cemevlerine ihtiyaç duymuştur.
Bir insan- ı kâmil, yani, pir ve mürşitlik makamına erişmiş erenlerin yolundan giden bir olgun insan ve insanların huzurunda arınıp / paklanmayı hedefleyen Alevi – Bektaşi Öğretisi’nde en temel unsur insanlar arası uyumun, huzurun ve birliğin sağlanması, eşitliğin ortaya konulmasıdır.
Yaşadığı toplumsal kesim karşısında her türlü yükümlülüğünü bu yolun ahlak öğretileri doğrultusunda yerine getirip getirilmediğinin bir nevi muhasebesinin yapıldığı meydan evi, yüz yüzü (cemal cemale) gelebilme özgürlüğünün ve özgün yapısının sembolüdür. Alevilik – Bektaşilik’te rızalık vardır, muhabbetle birçok şey yaşanır…
Kesilen kurbanlar, yenilen lokmalar, muhabbetler, sohbetler, yapılan cemler hepsi bir bütünlükte, birlikte ve sadece insanlarla yani toplumla bir arada olmakla anlamlıdır. Bu meydanda sadece gönül vardır. İnsan olma durumu vardır, toplum karşısında her insan beşerdir, düşer kalkar anlayışıyla hatası varsa da gönül alma erdemiyle toplumsallaşma bilinci vardır…
Elbette ki tarihler boyunca Alevi – Bektaşi toplumunun da cenazesi ortada kalmamış, her can bedenen toprak ananın bağrına şu veya bu şekilde sırlanmıştır. Aleviler de kendi inanç ritüellerini yerini getirerek, her türlü insani ve dolayısıyla inançsal görev ve yükümlülüklerini yerine getirmişlerdir her türlü baskının, zulmün olduğu dönemlerde de.
Şimdilerde…
Kentleşme denildi, şehirleşme denildi, kimlik bunalımı, kimlik arayışı denildi, ihtiyaç denildi, mecburiyet denildi… Her şey denildi ve tüm bunlar doğrudur da…
Dede – talip, pir – mürşit, ocak- dergâh – tekke – türbe bütünlüğü ve bu geleneksel yapılardaki yüzyılların büyüsü, ahengi, döngüsü bozuldu, yeni bir çağa girildi.
Tarihler boyunca, Aleviler – Bektaşiler; çok büyük zulümler, baskılar, kıyımlar, hepsinden de daha ölümcülü aşağılanmalar, ötekileştirmeler, toplumdan ve yaşamdan dışlanmalar yaşadılar, birçok haktan mahrum oldular bu kadim uygarlıklar ve inançlar toprağında.
Devlete hâkim olan yapıda inanç ve kültür kimlikleri farklı diye, devletin bizzat kendisi, dini, askeri, her türlü bürokrasisiyle insanı insandan ayırdı.
Devlete hâkim olan zihniyet tarihler boyunca bu topraklara en büyük kötülüklerden birisini bizzat ayrıştırıcı (zehirli / ağulu dili), yazıları ve kararlarıyla yaptı: Alevileri – Bektaşileri devletten, yaşamdan, inançtan dışladı, dışlamak istedi.
Alevi – Bektaşi toplumu son 30-40 yılda hayli bocalamalar yaşadı. Büyük bir aşkla, sevgiyle, özlemle, tepkisellikle, kimliğini bulmak, yaşamak ve de ayrıca haykırmak için kendi kurumlarını örgütledi dernek ve vakıflar kurdu, inanç ve sosyal ihtiyaçlarını gidermek için ibadethane olarak cemevlerini yaptı.
Bu zamanda yola hizmet veren, hiçbir karşılık beklemeden enerjisini bu uğurda harcayan çok çok emektar insanlar oldu, Alevisiyle Sünnisiyle kişiler, kurumlar, belediyeler Alevi toplumunun ihtiyaçlarını gidermek için yapıcı gayretlerde bulundular.
Devleti yönetenler bu konuda siyaset gereği birçok adım atmak istedi, atar gibi göründü, yine her zamanki çıkarcı ve kurnaz yapısıyla sorunu çözemezsem de kendi Alevi’mi, Alevi kurumları’mı yaratırım, diyerek hayli yolda aldı.
En baskıcı dönem olan AKP’nin şu son dönemin de bile İçişleri Bakanı bir danışmanını görevlendirerek, şehir şehir, köy köy gezerek, dernek ve vakıfları, cemevlerine gidip yasak savma, yapıyı içerden fethetmenin her türlü yolunu kullandılar, bir mesafe de kat ettiler.
Bu arada belediyeler hiç boş durmadılar; birçoğu iyi niyetli olmakla birlikte Alevi toplumunu, sorunlarını görüp kalıcı, akılcı, bilimsel yol ve yöntemlerle sorunları çözmek yerine “Alevileri” aynen devlet gözüyle görmeye başladılar. Bu oy potansiyeli vatandaşlar topluluğunu kendime biraz daha kalıcı nasıl kazandırabilirim’in derdine düştüler.
Türkiye’de şimdi belediyelerin hemen hiçbir katkısı olmayanlar ve yoğun bir şekilde belediyelerin yaptıkları dâhil hemen tüm cemevleri adeta belediyelerin birer hizmet binaları oldular.
Burada şeffaf olmayan, suistimallere açık olacak şekilde cemevlerine personel alımı, çeşitli etkinliklerin yapılması bile belediyeler tarafından organize edilir olmuştur.
Kurum yöneticilerinin birçoğu Alevi – Bektaşi erkânını yok edecek şekilde, belediyenin iaşesini temini, cem salonunu nasıl düzenleneceğini, halılarını yıkatmayı da, temizliğini yaptırmayı da yani birçok görevini yerine getirmeyi belediyeye bağlamış, belediyenin eline avucuna bakacak kadar kendi asli görevlerini unutan bir hazırcı, çıkarcı cemevi yönetimi zihniyetiyle karşı karşıya kaldık.
Bir yanda devlet erkânının, vali ve kaymakamların “muharrem iftarları”nda boy gösteren kurum başkanlarımız aynı şekilde belediyelerin en önemli “protokolleri”nde boy göstemeyi en büyük mutluluk kaynağı olarak görüp, protokole girmeyi “masa kapma” yarışına da dönüştürdüler.
Hatta Valiye gidip cemevi ihtiyaçları yerine kendi kişisel isteklerini gündeme getirmeyi, belediyenin hizmetlerini yermeyi; Belediye başkanına gidip “bir büyük toplum temsilcisi” hüviyetiyle birçoğu kendi kişisel ihtiyaçları için istekte bulunup devletin kendilerini ihmal ettiğinden dem vuran kurum başkanlarının bir kısmı, bu toplumun inançlarını bahane edip tarikat şeyhleri gibi davranmaya başlamışlardır.
Hazırları görevlerini tam yapamazken, yeni yeni Alevi kurumlarının boy vermesi tümüyle çıkar hesaplarından kaynaklanan davranışlardır.
Alevi – Bektaşi toplumunun tarihsel değerlerini ortaya koyacak, yaşadığı sorunlara çözüm yolları gösterecek, Türkiye’de ve dünyada Alevi –Bektaşi varlığını bilimsel olarak ortaya koyup araştırmalar yapacak bir Alevi – Bektaşi Araştırma Merkezi kuramayan bu topluma öncülük yapmaları beklenebilir mi?
Halkın ve özellikle gençlerin, kadınların düşünsel, kültürel, sanatsal, edebiyat üretimlerde bulunacakları yapıları bünyelerinde otuz yıldır oluşturmayanların, demokratik olmayacak şekilde başkalarına fırsat verip, paylaşımcı olamayan yönetimlerin Alevilik – Bektaşilik konusunda sorun çözücü olduklarını söyleyebilir miyiz?
30 yıldır bu topluma fazla bir şey vermeden, önündeki en büyük engeller olan Alevi kurum yönetimleri otokrat yapılarıyla Türkiye’deki siyasi yapının birer figüranı olarak Aleviliğe zarar vermeye başlamışlardır.
35 yılı bu toplum içinde geçen, hizmetse hizmetini yapmaya çalışan bir sade Alevi vatandaşı olarak bazı sorular soruyorum.
Belediyelerin çalışmaları, çabaları, destekleri elbette her şeyden önce insan olarak takdir edilmesi gereken şeylerdir.
Bir haksızlık varsa o haksızlık karşısında bu halkın oylarıyla göreve gelmiş yerel yönetimlerin de bu halkın ihtiyaçlarını karşılamaları kadar doğal bir şey yoktur.
Fakat tüm bunların sınırı nedir?
• Alevi – Bektaşi öğretisi nihayetinde kendine özgü bir inanç ve kültürel, sosyal yapıysa; siyasetle Alevi kurumlarının bu kadar içli dışlı olması doğal mıdır?
• Alevi – Bektaşi toplumunun “maddi yetersizlik” gibi çok somut bazı gerekçelerle de olsa, her şeylerini belediyelere bağlamaları Alevi – Bektaşi değerlerine ne kadar uygundur?
• Alevi – Bektaşi örgütlerindeki yapılanmanın dışında, cemevlerinde görev alan veya belediyelerde Alevi kimliklerinden dolayı işe alınanların Alevilikle ne kadar bağlantıları vardır?
• Belediyelerin Alevi kurumları üzerinden işe aldıkları personelin bir kısmının Alevi kurum başkanlarının yakınları olması ahlaki ve vicdani midir?
• Cemevlerindeki yönetimlerin oluşması, çalışmaları, gelir – giderleri, faaliyetleri, hedefleri halka ve kamuoyuna açık bir şekilde yerine getirilmemeli midir?
• Bir yandan İçişleri Bakanı, AKP adına cemevlerinin ihtiyaçlarını tespit etme ve sorunlarını giderme konusunda tümüyle siyasi menfaat için bir çaba içindeyken; özellikle CHP’li belediyelerin Cemevleri üzerinden, buraların yönetimini belirleme, çalışanlarını yönlendirme, faaliyetlerini koordine etme siyaseti gütmesi acaba kimin ve kimlerin işine yarıyor?
Sevgili okurlar;
Alevi – Bektaşi Öğretisi yüzyıllar boyunca kendi özgün haliyle bugüne gelmiş, temel – değişmez ahlaki bütünlüğü onu diğerlerinden ayıran, vicdani olduğu kadar toplumsal bir denge unsuru da olmuş benzersiz bir yapıdır.
Benim görebildiğim kadarıyla belediyelerin bazı birimlerine hâkim olan zihniyet, Alevi – Bektaşi değerlerini, hedeflerini, sorunlarını öncelemeyen, kurum yöneticilerinin gönlünü almayı amaçlayan, sazla – sözle – gösterişle insanların duygularını kullanıp, duygular üzerinden siyaset yapma zihniyetine bürünmüştür.
Dert Gezer Derman Gezer İtikattadır Nazar
İtikatını, gönlünü, benliğe teslim etmeye başlayan bu topluma da gerçekten gerçek pirlerin, yol ulularının, aydınların, benliğini yenmişlerin, gerçek ozanların, bilge insanların, yolun değerlerini zaman zaman hatırlatmaları gerekir.
Yoksa ben mi çok fazla abartıyorum, her daim bu tip şeyler olmuş muydu tarihler boyunca?
Ama sanmıyorum, her zaman belli değerler her daim hatırlanır, hatırlatılırdı bu yapıda.
Ya da ne diyelim; bu çıkar, reklam çağında Alevi – Bektaşi toplumu, Alevi – Bektaşi değerler sistematiğinin gereği gibi muhabbet eyleyip, benliği, egolarını yenenlerle yollarına devam edip, geleceğe bu kadim öğretiyi taşıyabilecekler mi?
Elbette “yolun sahipleri vardır”.
Ama o yolun sahipleri sahipliğini yerinde ve zamanında, ayarında yapmak zorundadırlar.
Çünkü Yol Cümleden Uludur.
Hakk bu güzel yolumuzu geleceğe taşıyanlardan, yolun değerlerini yaşatanlardan, sağduyu hiçbir zaman elden bırakmayanlardan eylesin.
Muhabbet ehline aşk ile…
Ayhan Aydın
23 Mart 2022
Mart 2022; Haberler, Etkinlikler, Ziyaretler, Hatırlatmalar
MART 2022
NOTLAR, HABERLER, ETKİNLİKLER, HATIRLATMALAR
Kul Duran
Duruldu Duran'ım gül açtı çağı
Boş kalır mı sevenlerin ocağı
Başladı zamana yolculuk çağı
Ömür bitti baştan sona gel oldu
Dost neydem neydem
Halk Ozanımız Kul Duran'ı sevgi, saygı ve özlemle anıyoruz. Devr-i daim, devr-i asan, menzili mübarek olsun... Nurlarda yatsın...
10 Mart 2022
2017'de kaybettiğimiz çok değerli sanatçımız Emre Saltık'ı ölüm yıldönümünde sevgi, saygı ve muhabbetle anıyoruz... Nurlar içinde yatsın...
11 Mart 2022
Devamını oku: Mart 2022; Haberler, Etkinlikler, Ziyaretler, Hatırlatmalar
Muzaffer İlhan Erdost'u Sevgi ve Saygıyla Anıyoruz...
MUZAFFER İLHAN ERDOST
(ARAŞTIRMACI-YAZAR)
Emektar, üretken ve çilekeş aydınlarımdan, yazar ve yayıncılarımızdan Muzaffer İlhan Erdost’la yaptığım söyleşide Sivas, Ümrani’ye, Gaziosmanpaşa kıyımları, bunların arkasındaki gerçekler, ülkemizde yaşanan ayrımcılık hakkında yazarın görüşlerini almaya çalıştım.
Ayhan Aydın
Sivas'dan sonra, Gaziosmanpaşa'da, Ümraniye'de de onlarca insanın "öldürüldüğü katliamlara tanık olduk. Siz bu olayları bizim için nasıl yorumlarsınız? Sadece Sivas ve Gaziosmanpaşa değil; Sivas, Kahramanmaraş ve Çorum'da hepsi aynı çizgideki katliamlardır. Bunları 15-16 Mart Üniversite Katliamı'ndan ve 12 Eylül "öncesi katliamlardan ayırmak olanaklı değil. Tütengil'in, Abdi İpekçi'nin, Doğan Öz'ün, Cevat Yurdakul'un "öldürülmesinden de bu katliamlar ayrılamaz. 12 Eylül "öncesi gerek temsili nitelikteki demokrat kişilere, basına, üniversiteye yönelik saldırılar; gerek siyasi partilere saldırılar; gerek işçi sınıfının devrimci temsilcilerine, gerek devrimci gençliğe ve temsilcilerine ve halka yönelik olarak, Kahramanmaraş'ta, Çorum'da, Sivas'ta gerçekleştirilen katliamlar, amacı bakımından birbirinden ayrılamaz.
Aleviler'in yapılanmaları bakımından demokratik bir kimlikleri var. Şeriatçı ve teokratik bir yapılanmaya da inançları zaten elvermiyor. Laiklik, Aleviler'i eşit yurttaşlar durumuna getirmiş. Mustafa Kemal Atatürk'ün laikliği yaşama geçirmesi ile, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte, bu kesim laikliğin sağladığı eşitlikten yararlandı ve bugün eşit vatandaşlar olarak çeşitli alanlarda yükselme olanağı buldular.
Aleviler bu anlamda toplu bulundukları yerlerde demokratikleşmenin denebilirse doğal kalelerini oluşturdular. Nerede bu kaleler oluşturulduysa bunları yıkmak, bunları tahrip etmek faşizmin, gericiliğin amacı oldu. Çorum, Kahramanmaraş ve Sivas Katliamı'nda amaç bu idi. Bunun için kırıma gidildi, bunun için Aleviler'e saldırdı. Bunun için provakasyonlar yapıldı. "Camilere Aleviler saldırdı" denildi. "Aleviler milliyetçi film oynarken sinemaya bomba attı" denildi. Ama daha sonra ortaya çıktı ki bunlar provokasyondu, gericilerin uydurdukları yalanlardı.
Sivas'a bir buçuk iki kilometre uzaklıktaki askeri birlikler birkaç saatlik olay yerine yardıma gelmemiştir. Demirel ise katliamın ertesi günü olayların ağır tahrik sonucu çıktığını, güvenlik güçlerinin olaya hakim olduğunu, bir çatışmanın olmadığını söyleyebilmiştir.
Aslında Sivas'ta bir senaryo uygulanmıştır. Burada özel savaş yöntemleri uygulamaya konulmuştur. Hizbullah ve benzer örgütlere burada görev verilmiştir.
Sivas Katliamı'ndan çıkardığım sonuç şudur: Bölgede demokratikleşme hareketlerinin gelişmesi sonucu şiddeti yöntem olarak benimseyen ayrılmacı eylemlere dayalı Kürt hareketine zemin hazırlayacağı düşüncesiyle bir tertibe gidilmiştir. Burada fanatik dinci unsurlar militan olarak kullanılmıştır. Sade inanç sahibi insanlar tahrik edilerek, katliama destek sağlayan bir kitle oluşturmuşlardır. Üç halkadan oluşmuştur. Birincisi olayı tertipleyenler, ikincisi olayı tertipleyenler doğrultusunda eylemi gerçekleştirenler, üçüncüsü bu eylemi gerçekleştirenlere kitle desteği oluşturanlar. Gaziosmanpaşa'da yaşanan ve bir baskınla başlayıp devam ettirilen olayları da bu çerçeve içerisinde ele almak gerekir.
Bu çerçevelerden benim çıkardığım sonuç şudur; kitlesel olarak demokratik bir yapı oluşturan Aleviler; nerede çoğunlukta ve yoğunlukta iseler orada bu olaylar gerçekleştiriliyor. Buralarda Aleviler'i çözmek, dağıtmak, sindirmek, yani Türkiye'nin demokratik kalelerini çözüp dağıtmak istiyorlar. Bu tertibin içinde Türkiye kan kaybediyor ve bundan en fazla acı çeken de Aleviler oluyor.
Sivas Katliamı'nda özel savaş yöntemleri uygulandığı kanısındasınız. Demokratik bir yapı oluşturan Aleviler'in yoğunlukta bulunduğu birimlerin dağıtılmak istenmesindeki amacı ve yöntemi açıklar mısınız? Ben, 2 Temmuz Sivas Katliamı'nın PKK olgusuyla birlikte değerlendirilmesi gerektiği kanısındayım. Bu olgu dışlanarak, Sivas Katliamı doğru açıklanamaz ya da azından açıklama eksik olduğu için yanlış sonuçlara varabiliriz.
Bunu şöyle açıklayalım: Kimi dergilerde, Sivas Katliamı'nın ardından, yorumlar yapıldı. Sivas Kongresi (1919) ve Cumhuriyet (1923) ile birlikte, Sivas'ta Ermeniler'in, Kürtler'in, Türkmenler'in, kısacası halkların yok edildiği yazıldı ve Türkiye Cumhuriyeti'nin yıkılışının, bu yok edilen halkların dirilişi olacağı söylendi.
Sivas Katliamı'nın ardından, Büyük Millet Meclisi Araştırma Komisyonu'na bilgi veren özellikle sağ yerel basın yöneticileri, özellikle, PKK'nın, Sivas'tan Karadeniz'e bir yol açmak için, Sivas'ta, demokratik bir barınma olanağı aradığını söylediler. Bu arada, Aleviler'in, bu arayış içinde olan PKK'lılara kendilerine yüz vermediklerini de eklediler.
Objektif bir gözlem, bizi şu sonuca götürüyor: PKK, 1921'de Ankara Hükümeti'ne karşı ve Sevr'in uygulanması amacıyla isyan etmiş bulunan Koçgiri geleneğinden yararlanarak Sivas'a yerleşmek istiyor, ve ayrıca, Sivas'ı, Karadeniz'e açılan bir kapı olarak düşünüyor. Bu nedenle, barınmak için kendine yandaş arama içerisinde. Bunları da, Koçgiri İsyanı'ndaki Kürtler'in büyük bölümünün Alevi olmaları nedeniyle, Aleviler arasında bulacağı düşüncesi, PKK'ya karşı oluşturulmuş "Kontr" kuruluşlarda, yer etmiş. Tarafların değerlendirilmesi açısından aktarıyorum bunları. PKK'nın kentte yerleşmesini, özel savaş yöntemlerini yönetenleri, önlemek için, PKK'nın kendisini değil, bunların yerleşeceği ortamı dağıtmayı düşünüyor. Bu ortamı da demokratlar, ilericiler oluşturuyor. Bunların da çoğunluğu Alevi.
Pir Sultan Abdal Derneği'nin düzenlediği Pir Sultan Abdal Şenliği, Sivas'ta, 1978 Sivas Olayları'ndan beri gerilemiş bulunan demokrat ve devrimci yazar, sanatçı, demokratik bilincin olduğu kadar demokratik bütünleşmenin de yolunu açacak. Etkinlikleri şu ya da bu nedenle başarısızlığa uğratmak, bu demokratik yükselişin önünü kesmek, aynı zamanda, sağdaki gerici partilerin de çıkarına.
Benim kanım şu; Sivas'ta, PKK'nın yerleşme ve Karadeniz'e bir yol açma girişimini önlemek için, demokratik sürecin yükselişini durdurmak için Şenliğin başarısızlığa uğratılması planlandı. Aynı zamanda kitlesel olarak demokrat olan Aleviler'in Alevilik'leriyle yetinmeleri ve politikadan uzak durmaları mesajı verilmek istendi. Sonuçları bakımından bu boyutta bir katliam tasarlanmamış olabilir. 6-7 Eylül Olayları gibi. Ama yığınları tahrik edip sokağa toplayanlar, öyle bir an gelir ki söyleyelim: Sivas Katliamı'ndan bir yıl sonra, Özel Tim, PKK'nın Divriği'ye yerleşmesini önlemek amacıyla, Divriği'de etkin olmaya başladı. MHP ve BBP'li gençlerin, Özel Tim'in paramiliter kadrolarını oluşturduğu da gene basında yayınlandı.
Siz, Türkiye'deki tüm inançsal ve kültürel birikimleri ortaya koyan insanların ayrımsız, ülkenin ortak çıkarı doğrultusunda kardeşçe kaynaşmasını ve yaşamasını isteyen, Türkiye'nin aydınlık günleri için çaba harcayan insan hakları savunucusu, yıllarını bu uğurda geçirmiş bir araştırmacısısınız. Din ve Mezhep, Irk ayrımı yapmaksızın insanların birbirlerine anlayışla yaklaşarak, ortak yararlarda buluşabilmelerinin olanakları sizce nedir? Sorunu, kısır çekişmeler açısında değil de bütünlüğü içerisinde ve ilkeleri açısından koymakta yarar var. Bunu saptamak için, tarihe kısaca bakmak yeterli. Türkiye Cumhuriyet olarak, kendisini mahvetmek isteyen emperyalist paylaşıma karşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı temeli üzerinde yaşam buldu.
Cumhuriyet, nitel bakımından, bir tür burjuva demokratik devrim olarak nitelenebilir. Belirleyici olan burjuva demokratik devrimden, yani 1789 Fransız Devrimin'den 150 yıl sonra gerçekleşecek olan bir devrim. Aynı zamanda, sosyalist devrimden, yani 1917 Ekim Devrimi'nin ardından gerçekleşiyor. Şu da var ki, ülkede sanayi gelişmemiş, burjuva devrimi yapacak burjuva, sosyalist devrimi yapacak modern işçi nicelik ve nitelik açısından yok. Ama Türkiye'nin içerisinde bulunduğu koşullar açısından soruna bakıldığında, emperyalist bir paylaşıma karşı bir savaş veriyor.
Emperyalizmi gerileten ve zayıflatan niteliğiyle dünya sosyalist devriminin bir parçası, burjuva demokratik sistemin siyasal örgütlenmesini kurmasıyla (egemenliğin ulusa devriyle) burjuva demokratik devrimin bir parçası.
Burada, ulus kavramına açıklık getirmek gerekir. Ulus, tarihsel bir kategoridir, ve özellikle kapitalizmin şafak vaktinde oluşmaya başlar. İlkin de kapitalizmin ve kapitalizmle birlikte tekniğin ve teknolojinin gelişmeye başladığı ülkelerde görülür. Burjuva toplumun ekonomik bakımdan egemen olmaya başladığı bir sınıfsal niteliği vardır. Eski devletin yerine niteliği bakımından yeni bir devlet kuracak biçimde, o toplumun örgütlenmiş olması gerekir.
Burjuva öncesi örgütlenmelerin, kast sistemine dayalı olduğu ve bunların genel olarak feodal karakterde olduğu bilinir. Feodal karakterde devletler, doğası gereği, kavmi yani ırk esasına dayalıdır. Feodal devletin yerini, burjuva devletin alması süreci, yani ekonomik anlamda güçlenen yeni ve modern sınıfların devlete egemen anlamda güçlenen yeni ve modern sınıfların devlete egemen olması süreci, aynı zamanda, devleti oluşturan ve bu anlamda tarihsel olarak örgütlü bulunan topluluğun kavmi özelliğini de içerir. Ama bu, ilk uluslaşma sürecinde belirgin kavmi, egemen kavim olacağı anlamını kesinlikle içermez. Çünkü burjuva demokratik devrim, soy esasına dayalı, cinsiyet, din ve mezhep esasına dayalı bütün kastsal ayrıcalıkları ortadan kaldıran, siyasal eşitliği temel alan yeni bir siyasal örgütlenme biçimidir.
Ulus, bu anlamda, kendisini oluşturan üyelerin, din, mezhep, dil, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin eşitliğini ilke edinir. Ulus kadar, uluslaşma süreci de, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini amaçlar. Ulus içinde, hiç kimse, soyuna, boyuna, ırkına, dinine, kavmine, mezhebine göre, üstün ve ayrıcaklı olamaz, aynı biçimde hiç kimse ırkı, boyu, soyu, dini, mezhebi nedeniyle eşitlik haklarında yoksun tutulamaz.
Ama yeni bir siyasal yönetimin oluşmasıyla, akşamdan sabaha, gerçek anlamda bu eşitlik sağlanamaz. Ulusu, din, dil, ırk, cinsiyet ve benzeri açılardan, eşit yurttaşlar topluluğu olarak nitelendiğimiz zaman, demokratikleşme sorunu bu eşitliğin tam olarak uygulanması için savaşım olarak gündeme gelir.
Benim kanıma göre, soruna, bu temelden bakmak gerekir. Bu nedenle de siyasal yaşamda, demokratikleşmeyi engelleyecek, özgürleşmeyi geriletecek, ister dinsel köknli, ister ırksal kökenli olsun siyasal partileşmelere karşı, karşıtı ırksal, dinsel, mezhepsel partileşmelere yönelmek değil, demokratikleşmeyi ve özgürleşmeyi temel alan ve bu anlamda da sınıfsal özü ve içeriği bulunan partileşmeleri yeğlemek ve güçlendirmek gerekir.
Sivas'taki Katliamdan çok etkilendiniz. Bir de şiir yazdınız, bu karanlık gün için. Bu şiiri bizimle paylaşır mısınız?
Beş bin yıllık karanlıktan geldiler
Beş bin yıllık ışığı kararttılar
Aklın yolunu kararttılar
Bilince sızan ışığı
Kitaba şavkıyan alazı
Şiire inen güvercini
Doğru at sekişli üç telli sazı
Semahın seher yelini
İncecik kızların gülüşlerini
Hasretin hasretini
Kararttılar
Işık ol, karanlığı bitir
Aklı kölelikten kurtar özgürleşsin İnsan insanlaşsın
Söyleşi: 1995
Haşim Turhan Dağdaki Derviş
Haşim Turhan
Dost dost can dost, gönül insanı, sevgi ve aşk harmanında savrulup, yitik zamanların, gelmiş geçmiş derviş ve dervişanların, muhibbanların, canı başı Hakk yoluna vermişlerin, eşi ve yareni olmayanların yâri olmayı başarmış çok ender insanlardan Haşim Turhan öğretimizin, denize, aya, çiçeklere dokunma yalınlığındaki ve tılsımındaki zamane fukara kuludur. Hızır’ın ayak sürdüğü topraklardandır… Geçmişi bilip, hiçbir yaşanmışlığı inkâr etmeyen, erenlerin eren hikmetinin sadece ve sadece insan gönlüne girmekte saklı olduğunu sezip, kendisini Hakk yoluna, halk sevgisine adamış, yirmi yıldır tanıdığım gibi, olduğu gibi olmuş, yalınlığı huy bilip sadece onu giyinmiş, bir hizmet eri, gönüller turabıdır… Ben neyleyim, neyleyim, dost bileyim, dost diyeyim… Onun gibi üç – beş can bu kuru teni toprak ananın bağrına sırlarken bulunsun, bununla yetineyim…
Değerli dostumuzun yayınlamış olduğu Hüznün Gözyaşı, Dağdaki Derviş, Ters Lale isimli kitabını bu sabah okumaya başladım. İçinde yolumuza, inancımıza ama her şeyden öte insanlığa dair çok şey bulacağımıza inanıyorum. Hayırlı, uğurlu olsun, diyorum. Daha ilk baştaki birkaç ölümsüz, güzel dizeyi, satırı da sizlerle paylaşıyorum.
Bin muhabbetlerimle…
Ayhan Aydın
06 Mart 2022
Hüznün Gözyaşı
Dağdaki Derviş
Ters Lale
Bir dem gelir virene gönlüm coşar.
Bir dem gelir gam keder ile dolar.
Bir dem gelir Lale güllerin solar
Bir dem gelir çeşmi çerağım akar
Bir dem gelir divanelikte kandillerim yanar.
Bir dem gelir Vahdet-i YarHaşim-i kalemim yazar
Bir dem gelir seyranlara da rüzgara tozar
Bir dem gelir yağmur olup gönüllerde yağar.
İLK KELAM
Yola çıkan her canın dünyalıklarının terk-i diyar eylemiş halidir.
Yani bıraktıklarınız kadar olan haldir kızıl dervişimizin tenine giydiği libas
Ya! Yücelerin en yücesinden bir Derviş Lale var ki;
Onun adı Dağda ki Derviş Ters Lale
Anadolu’nun bu kutsal topraklarında ne gizler ne sırlar hazineler saklıdır.
Onca kadim uygarlıkların yığın yığın peri bacaları gibi yaşama tanıklık yaparlar.
Dağların en yücesinde nice kederleri, hüzünlü, yaşamları kendi özünde saklar.
Tüm hak âşıklarının sığındığı en yüce dergâh oldu.
Özgürlük ocağıdır onun yurdu, sevdalarına umut olup Ferhatların gönlüne akan ırmak olup Şirin’e varmaktır Derviş Ters Lale’nin yaşam öyküsü.
Nice boran karda olsa dağların yamacında dergâhını kurmuş.
Edep örtüsü örtmüş masumiyetin hüznün sevginin üstüne.
İlahi şak uğruna gönlünü toprak anaya çeviren kızıl güldür.
Gönül gözünden damla damla ab-u Kevser aktıkça yaralı gönüllere derman olur. Yarınları yeşertmek için iki yumrusu var (soğanı) birini her baharda yaşam bulması için, dağları secde eder, ikinci yumrusu ise; kendi gönül evinin köklerine saklar.
Bir daha ki bahar yeniden doğmak için umut ile bekler toprak ananın bağrında. Boyu posu Hakk âşıklarının şah damarı gibi gökyüzüne çıkar seyran eyler hüzün çiçeklerini açar mevsimlerden sonra Hakk’a sırlanışında gül yapraklarını köklerine bırakarak yeni bir can yaşam kaynağı olur, köklerinden şifalı mantarlar gün yüzüne çıkıp bizde buradayız biz de Kızıl Dervişlerimizin nimetlerinden nasiplenip Hakk âşıklarına rızık olmak isteriz…
Altı gülü var altı gül ile beden alıp cemalini gösterir… Kimi Kızıl Dervişlerimizde başına taç yapıp sekiz gülü ile sonsuzluğu simgeler…
Beden alıp gelir bu dünya sahrasına
O Dervişimizin adı Kerbala gülü
Onun adı Hz. İsa’nın hüzün gülü
O yeniden dirilişin gülüdür.
Onu adı gelin çiçeği
Onun adı Ters Lale
O Anadolu topraklarının Has Dervişidir
Tabiat Ana’nın en has kuludur.
O öyle bir aşk dervişidir ki her gönle mihman olmaz.
Her dağın yamacından beden alıp gelmez
Her toprak da gülünü açmaz.
Cümle çiçeklerin cemali tebessüm ederken O hep dara durmuş Hallac-ı Mansur gibi Enel – Hakk aşkına hüzünlü gözyaşı döken kederli gülümüzdür…
O Allah’ın manalarını tam sıdk ile özünde taşır.
O Hak erenlerin şahdamarıdır
O aşk olduğu için seven her cana Şah damarından daha yakındır.
Haşim Turhan
(Hüznün Gözyaşı, Dağdaki Derviş, Ters Lale, Has Bahçedeki Ermiş Yitik Lale, Haşim Turhan, Salon Yayınları, İstanbul, Baskı: Olgun Çelik Matbaa, Konya, Ocak 2022)
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…
BİR VARMIŞ, BİR YOKMUŞ…
Üzerinde yaşadığımız yurt toprağı, her türlü acının, kederin, derdin boy verdiği, yaralı bir coğrafyadır. Elbette ki insanoğlu bin yıllardır neler neler görüp, neler neler yaşayıp ne hislerle dolup boşaldılar; ne diller, ne edebiyatlar, ne kültürler inşa ettiler şu dünyamızda.
Ülkemizdeki halk toplulukları acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, söylemek isteyip de söyleyemediklerini, hafızalarında olanları, analarından / atalarından duyduklarını, türlü türlü şekilde dile getirmişlerdir. Türküler, masallar, maniler, efsaneler, şiirler, öyküler, türlü türlü anlatılar… Birçoğu yaşanmışlıkların izlerini sürüp gerçekçi bir ifade yolu bulmuş, bir kısmı ise, hayal ürünüyseler de; onlar da insancadır, insandan yana bir düşünme biçimi olup dile gelmişlerdir.
Her insan topluluğu, her inanç öbeği kendi köklerinin, geleneklerinin diline uygun bir şekilde diyeceğini demiş, yazacağını yazmış, tarihe bırakmış tüm bu emanetlerini.
Elbette ki, tüm bunlar esen yellerde, uçsuz bucaksız kuş uçmaz kervan geçmez yollarda, kuşların kanadında, ala dağların engin düzlerindeki bahar müjdeleyen çiğdemlerde, çağıl çağıl çağlayan dedelerde, sazda, kavalda, ritimde, oyunda, halayda, göz yaşındadır… Ama işte hepsi ama hepsi dildedir, dilden bize kalandadır, yani sözdedir.
O kadar çok o kadar çok, o kadar çokturlar ki, havadaki kuşlardan da çokturlar tüm bu anlatılar. Peki ne yapmak gerekir, tüm bunları, nasıl zapt edilir, nasıl havaya, suya, toprağa tümüyle tekrar karışmadan tüm bunlar nasıl muhafaza edilir?
İşte önemli olan bir konuda yapılacak olan; bunları derlemek, toparlamak, kayıt altına almak ve de bunları yazılı hale getirmektir.
Türkiye’de derlemecilik hiç de yabana atılacak bir uğraş alanı değildir. Yıllar yılı sanılanın aksine büyük sıkıntıları, yoklukları göze alarak bir aşk halinde bu uğraşı verenler, nice nice önemli eserler ortaya koyanlar olmuştur her alanda.
Türk halk kültürü o kadar büyük bir zenginlik içerir ki, her türlü kuşatmanın yaşandığı günümüzde bile halen bu derlemecilik devam eder, etmelidir de.
Benim de ezelden beri bilip sevdiğim, çok mu çok takdir ettiğim halkbilim, edebiyat derlemecilerimizden birisi de hiç şüphesiz Eflatun Cem Güney’dir.
Kütüphanemde bulunan Bir Varmış Bir Yokmuş isimli kitabını okuyunca onun dilini, üslubunu yine benzersiz buldum.
Bu dil bizi var eden, kültürümüzü yok olmaktan kurtaran halk dilidir.
Halkın dili, halkın gönlü ve özüdür, öz kültürüdür, ruhudur.
Buradaki öyküler de halkın en saf anlatılarıdır.
Bu bir solukta okunan kitabında Eflatun Cem Güney, memleketimizden insan öyküleri anlatıyor; tüm sadeliği, yalınlığı, gerçekliği, düşsel duygusallığı, şiirselliğiyle…
Halkı, halkın duygularını, düşüncelerini, hayal kırıklıklarını, ümit dünyasını gözler önüne seriyor.
Bazen yıldızlar kadar uzak, bazen kendi gözü kadar kendine yakın hayal ve sır dünyalarını nasıl da gönül denilen hazine sandığında ustalıkla sakladıklarını görüyoruz halkın.
İnsan bu, yaşam aşk ve sevdayla var. Ama gizli sevdalar, kalpte derin yaralar açan karşılıksız aşklar, umut bağlamalar, dünyanın yakıcı çaresizliğine karşın hüzünlerle beslenen içe dönüşler, için için ağlamalar, ağıt yakmalar, dertli dertli sazlarını, kavallarını çalmalar…
İsteği olsun, diye diyar diyar dolanır insanoğlu, bir derde yakalanır yanar yanar kül olur. Adaklar adar, diller döker, sürünür sevdiğinin izinde, peşinde karlı dağlar aşar…
Zalim ağalar, beyler dünyasıdır bu dünya, yokluklar, kıtlıklar, adaletsizlikler yeridir bu yeryüzünü, kara yüzü…
Fakirlik vardır, yokluk vardır, kimsesizlik, çaresizlik vardır…
Bey kızı kim, çoban parçası kim?
Ala karlı dağlar nere, düz ovalar nere?
Külçe külçe altınlar nere, ilmik ilmik yamalı donlar nere?
Olur, mu olur, niye olmasın? Öyle denir, öyle denir de işte, olmaz.
Yaram merhem tutmaz, tuz ekerler bir de…
Ama yine de yaşam sürdüğünce, mezarlardan bile güller biter, yaşamı çoğaltır, zenginleştirir…
İşte böyle öyküler, destanlar anlatılır dilden dile, gönülden gönüle Anadolu toprağında, Trakya’da bu topraklarda…
Kürtçe, Ermenice, Rumca, Gürcüce, Çerkezce, Arapça, Farça… Nice nice dilden ürünler vardır, bu topraklarda, bu yurdun gönlünde, dilinde…
Çoğumuz Türkçe biliyoruz, Türkçe anlatıyoruz, ne yapalım.
Bunda Türkçe’nin suçu ne?
İçinde yeryüzünün en büyük ozanlarını çıkarmış bir dildir de üstelik…
Bu halk sevmiş, sevilmiş, susmuş, susturulmuş, okuması, yazması da olmamış çoğu zaman ama hiçbir güç yine de dilini kesememiş, yok edememiş bilincini…
Dil ya kültürün anahtarı, dil ya insanın insan olma düsturunu, var olma düşüncesini ortaya koyan…
Dil ya en büyük sevgileri de, acıları da, özlemleri de, en en eski geçmişi de, geleceği de anlatan…
O yüzden dille anlaşıyoruz. Ama o dil ki kullanmaya bağlı içine duygu katınca, hüzün katınca, insan katınca, masal ve efsanelerde daha bir dile getirir toplumun ruhunu.
Bir avuç derlemeyle Eflatun Cem Güney de işte bu halk gerçekliğine götürüyor bizi.
Bu sabah bir solukta okuduğum “Bir Varmış Bir Yokmuş” kitabını okurken ben de hayaller dünyasına daldım…
Gerçekten de zaman zaman unutmadan el atmamız gerekiyor bu halkın özünü yansıtan TÜRK MASALLARI’na…
Zaten yazarımızın ön söz yerine yazdığı yazıyı okumak bile bize çok şey ifade ediyor.
Eflatun Cem Güney ve onun gibi halk kültürüne emek veren cümle aydınlarımızı, yazarlarımızı, emekçi insanları selamlıyorum.
Aşk ile muhabbet ile…
Ayhan Aydın
06 Mart 2022
Dini Her Şeye Alet Etmek
Dini Her Şeye Alet Etmek
Rusya Ukrayna'yı işgal ediyor. Tüm dünya emperyalizmi salyasını insanların kanları ve gözyaşları üzerine akıtıyor. İnsanlık düşmanı Çeçen liderin ordusu ise kan dökmek belki yağma, taciz, tecavüz için harekete geçiyor. Gözü dönmüş bu İŞİT zihniyetli insanlar, namaz kılıp "Allah, Allah, Allah..." deyip savaşa girecek. Müslüman Çeçenler, sözde Komünist Rusya kalıntılı Putin'in yedek güçleri olup, Ukraynalı yani Hıristiyan kanı dökecekler!
Savaş'a sürekli güç dengesi, emek sömürüsü şu bu deyip kılıf arayan sözde tarafgirler, bir tek çocuğun tırnağına zarar gelmesi insanlık suçudur, ne olursa olsun, ne adına yapılırsa yapılsın savaş vahşiliktir, insanlık suçudur.
Oturup masa başında bize akıl veren sözde klavye yazarları biz taraf tutmuyoruz;
Ne; NATO, AB, ABD. Ne Rusya ve beynini yemiş Putin ve ne de Çeçen katilleri istemiyoruz, desteklemiyoruz...
Tüm dünyada tam bağımsız, özgür, demokrasiyle yönetiler ülkeler birliğini savunuyoruz.
Türkiye'de de sapıklık seviyesinde Ukraynalı kadınlar için söz ve görüş bildiren aşağılık mahlukları da aslında tanıyoruz.
Kadınlara, çocuklara tecavüz eden, onlara işkence eden, öldüren kafa dünyanın her yerinde aynı ilkel kafadır.
Ama bakıyoruz ki, insanlık düşmanlarının çoğu din perdesinin arkasına sığınan milliyetçi - dindar görünen kesimlerden çıkıyor daha çok.
İnsan aklı, insan vicdanı, bilim ve hepsinin ötesinde insan sevgisi her şeyin teminatıdır.
Savaşa, düşmanlıklara, her türlü insan hakları ihlallerine, insanlık dışı tutum ve davranışlara ölümüne karşıyız.
En kutsal değer yaşam ve yaşama hakkıdır.
O yüzden sonuna kadar; barış, barış, barış, diyoruz.
Yeryüzündeki tüm halklar kardeştir; hiç bir dinin, kültürün, inancın birbirine üstünlüğü olamaz, diyoruz.
Ete kemiğe büründüm Yunus deyü göründüm, ben yaratılanı yaratandan dolayı severim diyen Yunus Emrelerin,
72 millet yardır bana, cümle alem dosttur bana, ceylânlarla aslanlar birdir bana diyen Hacı Bektaş'ların yolundan gidiyoruz...
Aşk ve muhabbetlerimle...
Ayhan Aydın
27 Şubat 2022
Diğer Makaleler...
- HEP BERABER KADIKÖY'DE OLACAĞIZ
- Yaralı Ülkem
- Alevi Kurumları Arasında Geniş Katılımlı Ortak Birlik Toplantısı
- Hızır Uğradı / TACİM BAKIR DEDE'yle Söyleşi
- Bizi Alaattin'in Sihirli Lambası Kurtarabilir mi?
- Harşit Vadisi
- Aydın ve Süleyman Selman (Veliev); Ölümsüz Can İnsanlar…
- Salih Bolat
- SODEV'in Suriyeli Göçmenler Raporu Açıklandı
- İsmail Kaygusuz'u Kaybettik...