29 MART/ 3 NİSAN 2000’DE BULGARİSTAN GEZİSİ Ahmet HEZARFEN

29 MART/ 3 NİSAN 2000’DE BULGARİSTAN GEZİSİ

Ahmet HEZARFEN

 

“GÖÇMENLER KAYBEDİLMİŞ TOPRAKLARIMIZIN CANLI HATIRALARIDIR”  KEMAL ATATÜRK

 

Gelin gidelim ey arkadaşlar, Urumeli’ne DELİORMAN’a

Orada kalanlar, orada yatanlar bizim anamız, bizim babamız.

Bak, bak, Silistre’ye Tutrakan’a DEMİR Baba’ya!..

Bu akan çaylar, bu güzel sular bizim canımız bizim kanımız.

Bak, bak, Niğbolu’ya KIZANA’ya, AKYAZILI’ya!..

 

Ca’ferlerli ozan Muharrem Z. Yumuk’tan okul şarkısı.

 

Biz de 29 Nisan sabahı Cem Vakfı Genel Müdürü Ayhan Aydın, Bakırköy Şube Başkanı Hakkı Saygı, Cem Vakfı Genel Merkezinden Atatürk’ün sözünü ettiği “Göçmenler” in geldiği Rumeli’ye, Türkün cesetleri üzerinde Slavlığın muzaffer bayrağının dalgalandığı yere gidiyoruz.

Panslavizm’in öncüsü Jan Kollar bundan 180 yıl önce, tüm uluslar son sözünü söyledi, Slavlar: “Şimdi konuşma sırası bizdedir.” Demişti. Bu 180 yıl içinde Slavlık gereken sözünü söylemiş (Toplu Türk kıyımları, Türklerin adlarını Hırıstiyan adlarıyla değiştirme, Saray-Bosna’’da Müslüman kıyımı, Kosova’da Arnavut kıyımı vb.) söylediklerini de yapmıştılar. Biz artık konuşma sırası Türkündür, diyoruz (1).

Dış Türkler konusu ne yazık ki, yurdumuzda gereğince anlaşılamamış. Bir çoğumuz komşularımızın TÜRKİYE üzerindeki emellerinden bile habersizdir. Öğretmenliğim döneminde tarih dersi işlerken “Dış Türkler”e ilişkin bazı derslerim denetmenler tarafından eleştirilir, bunun şovenlik olduğunu söylerlerdi. Oysa son yıllar bunun yerinde bir ders ve çok gecikmiş bir sorun olduğu anlaşıldı. İşte biz de yüz yıllardan önce bizden kalan tekke ve zaviyeleri onları yaşatmaya çalışanları ziyaret, onlarla konuşup dertlerini dinlemek onların baba ve dedelerini Cem Vakfı’mızın 12 Mayısta yapacağı İnanç Önderleri Toplantısına çağırmaya gidiyoruz.

E-5 çevre yoluna çıktık, Trakya ovasında Edirne’ye doğru gidiyoruz. Hafif sis var, fakat sağımızda ve solumuzda tümülüslerle  yarış ediyoruz. Bu tümülüsleri Traklar belirli ve sabit doğa işareti bulunmayan yerleri belirtmek için yapmışlar, ya da büyük kayalar dikmişler. Bu tümüslüsler eski Trak, Makedonya, İran (Dara), Romalılar, Bizanslılar, Bulgarlar, Hun, Kuman, Haçlı, Osmanlı ordularına yol gösterip selamlamış, şimdi bizi de selamlarken ziyaret edeceğimiz Demir Baba’nın Mumcular Höyüğü’ne (Deliorman’ın en yüksek denizden 289 m. yükseklikte tümülüstür) selam yolluyorlar gibi. Babaeski civarından geçiyoruz, orada makamı bulunan Sarı Saltık sanki bize “Karadeniz kıyısında balçık karşısında Kaligra Burnunda makamım vardır,  ona da uğrayın ha” der gibi.

Öğleye kadar Edirne’de Bulgar konsolosluğunda vize işlerimizi yaptık, Kapukuleye yöneldik, karşımıza “Sırp Sındığı” yazılı tabela çıktı, işte yine Slavların Türklerle boy ölçmeye gelmesi, fakat 1364’te Hacı İlbey onların boyunu öyle bir ölçmüş ki!..

Türk gümrüğünden ve başka işlemlerden çabucak Bulgar tarafına geçtik, sınır görevlileri kuzu gibi bize hiç zorluk çıkarmadılar, hatta taksinin arkasındaki Cem Vakfı yayınlarına bakmadılar bile, oysa 26 Ocak 1951 yılı ailece Türkiye’ye göçerken geçirme izni (Knik) olduğu halde hiç ona bakmadan kitaplarımı, yazılarımı (yasak yayın gibi işlem yapıp beni tutukladılar) hakaret ederek el koydular. Saat 14’te Haskovo (Hasköy) ya doğru gidiyoruz. Solumuzda bir zamanlar Osmanlı döneminde sancak merkezi olan Çirmen şimdi küçük bir köy halini almış, çok geçmeden Svilengrad (Bulgarca ipek kasabası demek, Osmanlı döneminde köprüsünden ötürü Cesr-i Mustafapaşa denirmiş). 20 km. gittikten sonra Harmanlı kasabasına girince karşımıza büyük bir kız anıtı çıktı, bu Bulgar şairlerinden P. R. Slaveykov’un manzum öyküsüne konu olan “Akbaldır çeşmesi”nin  kızı. Svilengrad’dan  beri kıyısından yürüdüğümüz Meriç’ten Harmanlı’dan ayrılıp batıya saptık, sağımızda solumuzda Osmanlı dönemi Balkanların en ünlü panayırının olduğu uzunca ova düzlüğü göründü, göz görümü düz, yumurta tekerlesen kırılmayacak. O dönemde bu panayıra Dubrovnuk, İtalya, Suriye, Mısır, İran vb. yerden gelen tüccarlar tarafından bir çok ürünün, eşyanın narhı saptanır, bir yıl bu her yanda uygulanırmış. Mahmut Paşa buraları bayındır hale getirirken Ankara’nın Yabanabad ilçesinden birçok aile getirerek bu ovaya yerleştirmiştir, adı bile Uzunca abad olmuştur (2).

 

H   A   S   K   O   V    A      ( H A S K Ö Y )

1970 ve 1971 yıllarında (Sosyalizm dönemi) Hasköy ovasından geçerken bu verimli topraklardaki köylerin T.K.Z.S. (Emek Ziraat Kooperatif  Birliği) lerinden öyle hareket vardı ki, gece bile traktörler tarla sürüyor, biçer döverler gece gündüz demeden çalışıyor, seralar (oranjeriya) kilometrelerce uzuyordu, şimdi ise emek kooperatif binaları yıkılmak üzere, çoğunda baykuşlar ötüyor, o makineler hep çürümüş. Hasköy çevresinde fabrikaların biri uzun yıllardan beri çalışmazmış.

Şehirde Akpınar ve Makedonya mahallesini aramaya başladık, rast gelene soruyoruz. Bulgar sandığımız kişiler meğer Türkmüş. İtalyan Marko Polo  niçin Baltık’tan Çin duvarına kadar Türkçe konuşarak gittim, diyor. Sonra Balkan ulusları Türkçe, Balkanlıların Esperantosu (ortak dili) dur derler. Gideceğimiz Hasan Dede’nin evini kolay bulduk. Bizi coşku ile karşıladılar. Evin önü mavi, pembe sümbül, zelam, tuğşay çiçekleri ile tam bir Rumeli çiçek bahçesi. 3. Kata çıkıyoruz, Ayhan bey niçin geldiğimizi anlattı, zaman kazanmak için Otman Baba ve Hızır Baba Türbelerini akşam ziyaret edip dedelerle konuşalım dedik. Evden aşağı inerken en alt katta Hasan Dede’nin cem yaptığı yeri gördük, içerisi çok düzenli, hele bir karıştan uzun yapağılı postlara oturarak resim çektik.

Oradan çıkınca güney virajlı tepeleri aşarak OTMAN BABA TEKKESİ’ne vardık, tekkede kimse yokmuş, fakat bizimle gelen Hasan Dede kapının anahtarının yerini bilirmiş, açarak içeri girdik. Burası Bulgaristan’da göreceğimiz tekkelerin en düzgün ve en bakımlısı. Duvardaki resimler daha çok İran’da gelmiş, Otman Baba’nın kabrinin sol tarafına oturarak dua ettik. Türbenin çevresinde kurban tığlayacak, pişirecek yerler, fırınlar var. Bulgaristan’da işlek tekkelerin hepsinde kurban etinin pişirilmesi için kamyonlarca yakacak odun getirilmiş. Bu tekke Haziran 1923’te Çiftçi Partisi iktidardan zorla indirilince çiftçi partililer ve yandaşları olan İşçi partililer için hapishane olarak yıllarca kullanılmıştır. Oradan dönerken bir dere kenarında Otman Baba’ya ilişkin bazı nişan taşı ve su kuyusuna baktık resim aldık. (3)

 

H  I  Z  I  R     B  A  B  A   -  TEKKE KARALAR KÖYÜ

Koçaşlı köyünü geçerek güneye döndük, bu yol Kırcaali’ye gidiyor. Tepeye çıktıktan sonra aşağıda batıda bir çok köy ve bir gölet görünüyor. Bu köylerden Alan Mahalle Alevi köyü olup Hakkı Saygı’nın eşinin köyü imiş. Aydoğmuş Yoğurtçu köylerini geçerek Zakir Abdi Fakibli Abdi amcanın evine gittik, kendisinden köyün babasını çağırmasını, sohbet etmek istediğimizi söyledik bu arada köy içinde bulunan Hızır Baba Türbesine gittik. Türbenin yakınında iki katlı gelen konukların kalacağı bina var kilitli olduğu için içeri giremedik. Kaza dahilinde ve Hasköy’le Harmanlı arasında bir çok köyler Türk isimleriyle söylenmekteydiler, bunların başlıcaları: Saruhanlı, Habibçe, Yenicelili, Uzunca-ova, Sorgunlu, Alemdar, Akpınar, Mahmutlu, Temirezli, Tuğralı (Duralı), Elmalı, Salihli, Salihler, Seymen-Tırnavası, Tekke köyü gibi köylerdir.

Kaza dahilindeki köylerden, Meriç’in sağ kıyısında ve eski İstanbul-Belgrad (Via Militaris) yolu üzerinde bulunduğu bazı kalıntılardan anlaşılan yol üzerinde hala Tekke köyü adı ile anılan köy, bir şeyh ile müridlerinin kurduğu dini bir toplaşım yeri olarak tarihi ün kazanmıştır.

Sakar-dağ geçitlerinden aşarak Çırpan ve Filibe istikametinde Merij’in sağ sahiline yakın tepeleri takibeden bu yol civarında eski tarih kayıtlarına nazaran Romalılar’ın Constantia kasabasının bulunduğu kalıntılardan anlaşılmaktadır. Bu köyün yakınında da Koyunlu ve Düdükçülü eski Türk köyleri bulunmaktadır.

Vaktiyle, imareti, bağ ve bahçeleri, misafirhaneleri ve dervişan daireleriyle bir mamure halinde iken 1293 savaşı arifesinde oğullarının iş birliğiyle son mütevelli İbrahim ağanın öldürülmesi üzerine tekke, köyle birlikte sönüp gitmiş ve tarih aşina dostum Marko Sakarski ile birlikte ziyaretimiz sırasında köyü ancak yirmi beş kadar haneli bir Bulgar köyü olarak bulmuş, türbeyi de sandukası kaldırılıp köyün kilisesi haline getirilmiş metruk bir inziva yeri halinde bulmuştuk (*).

Türbenin kapısı üzerindeki mermer kitabede:

“Lailahe İll’Allah Muhammedürresul-ullah”

“Merhum Hızır Baba tabe hennüke. Besi fi sene seb’a ve erbain ve tis’a mie.”

Yazılı bulunduğuna göre bu zatın 947 yılında vefat etmiş bulunduğu anlaşılmaktadır. Hicri 947 tarihi 1540 Miladi yıla tekabül etmekte olup Kanuni Sultan Süleyman devrine rastlamaktadır. (Bundan 560 yıl önce)

Türbenin duvarlarına, muhtelif tarihlerde gelen ziyaretçiler tariafından hatıraların yazılmış ve tarihlerin atılmış olduğu görülüyordu. Bunların arasında oldukça kültürlü bir zatın yazmış olduğu şu manzumeyi naklediyorum:

“Harem-i pakidür harim-i Hüda”

“Merkadi hakidür hummaya deva”

“Fakr-ı fahri hadisile fahr etmiş”

“ihtiyar eylemiş libas-ı aba”

“Evliya-yı –zi-keramet –i dehrin”

“Kutbudur Hazret-i Hızır baba”

“Gülşen köyü sebzezar-ı hurrem”

“Filmisil bağ-ı İremdir güya”

“Dar-ül Hadis katibi, Ahmet lutf et”

“Cürmünü afv idüp dizarın ata”

“Dediler bu ca-yı veli’ye ehl-i ziyeret tarih”

“Beyt-ül-mamure bedared yuha”

                                                           (12) 55

732 Nolu vakıf paşa ili defterinin 167 nosunda hızır Baba hakkında şu kayıt mevcuttur:

“Karye-i zaviyye-i Hızır Baba veledi Timurtaş Bey”

                                                                                                         

 

  • Köyün yaşlı Bulgarlarından dinlediğimiz rivayete göre, türbe, üzerine haç konularak kilise haline getirilmiş olmasına rağmen köy halkı türbeye giremiyor ve bir köy odasında dini ayin yapıyorlarmış. Sebebini sorduğumuz zaman, buna tekkenin son mütevellisi İbrahim Ağa’yı ve ikinci karısının kucağında bulunan 5 yaşındaki Ayşe adlı kızını alıp gözleri önünde öldürmeleri üzerine kadının: “Ya Rabbi, sen bu köye evlad yüzü gösterme” diye bedduasının sebep olduğu ve o günden bu güne köyün çocukları yaşamamakta olduğu söylenmişti. Ziyaretimiz sırasında, köyün 25 hanesinde 25 tane çocuk bulunmuyordu. Köy halkı türbeye girdiği zaman kendilerini bir titreme alıyor ve evliyanın kendilerini çarptığı korkusuyla dışarı fırlıyorlarmış. Yakınlarında Koyunlu (Ovçarovo) Düdüklü (Svirkovo) gibi 300-400 haneli köylerinde bulunduğu bu köyün durumu bize cidden garip görünmüştü. (4) Eve döndüğümüzde Hasan Ferhat Baba’nın geldiğini ve sofra hazırladıklarını gördük. Ferhat Baba 8 yıldır baba olduğunu söyledi. Zakir Abdi Rakipli Abdi 91 yaşında, saz yüzyıllıkmış ondan düvazlar nefesler dinledik. Oradan çıktığımızda hava kararmıştı, geldiğimiz yoldan Hasköy’deki Hasan babanın evine geldik Ahmet Ali Osman Hamza baba bizi bekliyormuş. Gece geç vakte kadar sohbet edildi, Ayhan Aydın babalarla söyleşi yaptı.

 

30 Mart 2000 – Kuzey Bulgaristan’a Yolculuk

Sabah erken Haskova’dan çıktık Kuzeye Koca Balkan’a doğru yürüyoruz. 16 km. yürüdükten sonra Sosyalizm döneminin ağır sanayii merkezi Dimitrograd’a geldik, çevresi yüksek bacalı fabrikalarla çevrili, fakat çalışanlar belli belirsiz diğerleri susmuş, çoğunda kapı pencere kalmamış, leylekler çatılarına yuva yapmış. Eski Zağra’ya doğru düz ama ne düz bir ovada bazısı da harabe halinde kilise olan Bulgar köylerinden geçiyoruz. 1878’e kadar bu köyler Türk köyüydü, ahalisi zorla Türkiye’ye göç ettirildi. Batıda sisler içinde ÇİRPAN kasabası görünüyor, burası 1877’de Tuna Bölgesi Başkumandanı Mehmet Ali Paşa’nın doğduğu yer. Dedelerimiz “Bu paşa Moskofu Tuna’dan beri yakaya geçirmez” diye ona çok güvenirlermiş, oysa o Moskof Tuna’yı geçip Plevne’den Osman paşa ile savaşırken Şumnu’da pehlivan güreşleri düzenlermiş.

44 km. yürüdükten sonra Stara Zagora (eski Zağra – Zağra-i Atik) ya geldik, 1877’de Türk Rus savaşında Süleyman Paşa 1 Aralık burada Rusları püskürtmüş bu yüzden kasaba savaştan çok zarar görmüş.

Doğuya saptık solumuzda Karaca dağ yüksekliği Eski zağra ile Yeni zağra arası 30 km. imiş. Derken Hakkı Saygı Kademli Baba’yı ziyaret edelim, deyince şehide girmeden anayolu bırakıp güneye döndük. Yeni Zağrada Bektaşi Abdullah dede zaviyesi varmış. Yol boyunca gördüğümüz Türk Bulgar kimi gördüysek Tekkeyi soruyoruz. Bulgarlar “Tekketo, tekketo..” diye bir yönü gösterirken, Türkler: “Şu yancağıza giderseniz, Babanın evi tepeciktedir...” diyorlar. Biz tam gaz Mlyakarovo (Yoğutçular) köyüne kadar 24 km. gitmişiz, yanlış geldiğimizi söylediler, geri döndük, oradan bizi güney doğuya Padarevo’ya yönlendirdiler, orada da bir ileri bir geri dolaştıktan sonra güneydeki bir dağ tepesinde tekkenin kubbesini gördük, ona doğru bozuk yoldan 2 km. gittikten sonra demir kapılı bir binada görevlilerle karşılaştık, bize çok iyi davrandılar, tekkenin yolunu gösterdiler.

 

KADEMLİ BABA TEKKESİ

Yeni Zağra’ya 1 saat uzaklıkta Adatepe tepesine yarım saatte çıkılır. Tepesinde Kademli Baba Sultan Zaviyesinin yeri vardır. Bu Kademli Baba Hoca Ahmet Yesevi izni ile Ruma gelmiştir, fagfur toprağından (Çin) kazak kavmi kölelerinden arifi Billah bir kimseymiş. Hacı Bektaşi Veli ile cihaz-ı fakrı kabul ederek bu yüksek dağda barınıp dua seccadesinde oturup yedi sene onlardan nice bin canlar izin aldı. Sonunda ahret ülkesine yol bulup bir yüksek cihanı seyreden tepe üzerinde azizi gömmüşlerdir. Çelebi Sultan Mehmet Hz. Azizin ölüm haberini işitince Edirne’den ılgar ile adam gönderip üzerine nurlu bir kubbe yaptırmıştır. Ayrıca astahe bir imaret, kiler, mescit, meydan yaptırıp yedi pare köy vakfedilmiştir. Adak getirip ziyaret edilir, baba çobanlık edermiş kavalı baş ucunda asılıdır.

Evliya Çelebi konuşmasını sürdürüyor: Kıdemli Sultan Baba tekkesi menziline geldik Bektaşidir. Baş ucunda güzel yazılar Kur’an-ı kerimler var, dört tarafından şamdanlar çırağ-ı damlar var. Aziz çoban iken kaval çaldığından baş ucunda iki kamış kavalı ve papuçları asılıdır. Recep 1078 (Aralık 1667) ve (5) eskiden kimse buralara yaklaşmazmış hemen tutuklayıp cezalandırılırmış. Gösterdikleri yol tarla yolu, tekkenin bulunduğu tepenin adı Ada tepe de o kadar dik ki, dağcı olmak gerek, uzaktan fotoğraf çekildi, dağ yamacında o kadar çok çiğdem açmış, tekkede yanan mumlar gibi parlıyor. Oradan geri döndük fakat 2 saatimiz boşuna geçti. Yeni Zağra ile Sliven (İslimne) arası 39 km. yollar çok tenha Karaca dağ geride kaldı şimdi solumuzda Koca Balkan (Stara Planina) bizimle yarış ediyor. Slivene yakın ünlü Cin kaplıcaları var, sahipsiz kalmış, binalarının kapı ve pencereleri kalmamış.

 

SLİVEN

Osmanlı döneminde burada Dobri Çorbacıya kurdurulan dokuma fabrikasında yeniçerilerin giydiği kışlık şayak, yazlık kumaşlar burada dokunurmuş, hala çalışan bir fabrika. Osmanlı padişahlarından 4. Mehmet (Avcı), buraya av köşkü yaptırmış zaman zaman buraya gelip avlanırmış, Osmanlı belgelerinde Fatih ve 2. Bayezid’in de buraya ava geldikleri yazılıdır. 1866 yılında burada Rüştiye okulu açılmıştır. Sliven’der doğuya Sungurlara 39 km. bozuk bir yol var, oradan Balkan’ı Varbitsa geçidi ile aşacağız.

Buraya, Svilengrad’dan sağa sapıp Kavaklı (Topolovgrad) Kızıl ağaç (Elhovo) Yambol yolu ile geleydik Mürsel Baba, Elmalı Baba, Mümin Baba, Hamza Baba tekkelerini ziyaret edecektir.

 

VARBİTSA GEÇİDİ

Koca Balkan’ın doğusunda Kazan-Varbitsa Dağı’nın 880 m. Yüksekliğinden geçerek Varbitsa kasabasına ulaşılmaktadır, yolu çok bozuk, kilometrelerce balta girmemiş ormanında yürüyoruz, yalnız iki taşıtla karşılaştık dağın su ayrımına geldiğimizde 1878’de Berlin Kongresi’nde burada bizim Şarki  Rumeli Eyaleti sınır karakolları vardı. Bu eyaleti Bulgarlar 6 Eylül 1885’de Kuzeyle birleştirirken o zamanki devlet adamlarımız ne yapacağına karar verememeleri yanında birkaç gün sonra Bulgarlar, Alman başkanı Bimark’a “orasını işgal edelim mi?” diye sorduklarında: “şimdiye kadar niçin durdunuz, artık zamanı geçti” diye yanıtlamış. Bunları bildiğimiz için yüreğimize acı çöktü.

Varbitsa’ya varınca gökyüzünü görebildik. Varbitsa ağaç eşya işleyen tesislerle dolu, bu kasabanın yerinde ortaçağda Gerilgrad diye bir yerleşim yeri varmış, bundan dolayı bunun çevresine GERLOVA denmektedir. 1830’da buraya Kırım Sultanlarından Giraya saray yapılmış, 1948 yılı bu bölgeyi gezerken bu kasabaya da uğradım, bu saray kasabanın yüksek bir yerinde, çevresinde ağaç yoktur, şimdi çam ağaçları arasında görünmüyor.

Benim oraya geldiğim sıra Sosyalizm uygulamaya, topraklar devletleştirilmeye başlandı. Kasaba da asker arkadaşım (Mehmet Ali Giray Bulgar meclisinde millet vekilliği yapmış 1914’de Atatürk Sofya’da ataşe iken sık sık Şakir Zümre ile görüşmüş) çok zor durumda, çiftliğini devletleştiriyorlar” dedi idi. Sol tarafımızda Bulgarların ikinci Başkenti Preslav (eski-İstanbolluk) kasabası var, doğru kuzey yolu bırakmayaydık bu kasabadan geçecektik. Burası 9. Y. Y. sonlarında Bulgar Çarlığının bilim merkezi olmuş, Kiril ve Metodinin öğrencilerinden Naum burada okul açarak bir çok papaz yetiştirmiş, yazar Çermorizete Hrabır burada okumuştur.

Varbitsadan çıkınca doğuya giden yolu tuttuk. Bu yol üzerinde büyük büyük ahalisi Türk olan köylerden geçtik. Bunlardan Akdere (Peleraka) Gerlova’nın bilim merkezi idi. Burada çok eskiden medrese olup buradan bir çok bilim adamı yetişmiştir; Nüvvap öğretmenlerinden; Kara İsmail (Tarih öğretmenimiz), aşık Mehmet (Matematik, cebir, hendese, müsellasat, ruhiyat öğretmeni aynı zamanda beş yıl sınıf öğretmenimdi), Osman Seyfullah (edebiyat öğretmeni) burada ders-i amm Şeyh Yusuf Ziyaeddin Ezheri (Nüvvap’ta Arapça, Arap edebiyatı, ahlak dersi öğretmenimiz, bir ara müdürlük yaparken Nüvvaba kız öğrenci kabul edilmesi için başvurdğumda aramız açıldı, bana en ağır hareketler etti, Bulgaristan rejim değişip sosyalizm uygulanmaya başlayınca okula kız öğrenci yazdırmaya gittiğimde bana evladım ben eskiden beri sosyalistim dedi. Kurtuluş savaşında  Bolu’da müftü imiş, Tırnovalı 150’liklerden Osman Nuri Kuvvayi Milliye’ye karşı bazı olumsuz davranışları olduğundan Kurtuluş Savaşından sonra oradan bu Akdere köyüne gelmiş, burada biraz müderrislik yaptıktan sonra Şumnu da Nüvvap medresesi açılınca buraya çağırılmış, Şumnu da Darülmuallim açılınca orada da fıkıh dersi vermiş, kendisine ŞEYH EFENDİ deniyordu ve Balkanlarda en mütebahhir  (bilgisi deniz gibi geniş ve engin olan) olduğunu söylerlerdi. 1950’de Türkiye’ye zorunlu göç ettirildi, bir haksızlığa karşı çıktığımda Eskişehir’den Düzce’ye öğretmen olarak nakil edildiğimde Düzce köylerinde vaiz olarak görevlendirilmiş, Selamlar köyüne geldiğinde kendimi tanıttım, eski itibarı kalmamış, yelkenleri aşağı indirmiş, birkaç saat Muhtar Halil’in odasında sohbet ettik. (5)

Sözü çok uzattım, 35 km. gittikten sonra Riş (Çalıkavak) köyüne geldik, burası Osmanlılar zamanında İstanbul Karnabat Çalıkavak menzil, ordu yoluydu.

Kuzeye döndük Veselinova (Bayram dere) köyüne gelince yine anılarım canlandı: 1939 yılı Temmuz ayı sonlarında Türkiye’ye kaçarken bir akşam düvencilerin yanında kaldım, dere boyunda öyle üşüdüm ki, ana ve babamdan ayrıldığıma pişman olmuştum.

ŞUMNU (Şumen) KASABASI

Şumnulu Ali’nin: Hızır erişti gülşene irdi baharı Şumnu’nun, büyük bayramdır gecesi gündüzü Şumnu’nun dediği.  Şumnu’ya geldik. 5 Mayıs 1837’de buraya Padişah 2. Mahmut’ta gelmişti. Şumnu’nun İlçov bayırı göründü. Şehrin merkezine Tombul Cami yanına indik, cami karşısında Nüvvap okulumuz, Ayhan Bey’le okula gittik, hiç değişmemiş yine aynı adla aynı ders müfredatı uygulanırmış. İki öğretmen bizi saygıyla karşıladılar, bana okuduğum dershaneleri gezdirirken Ayhan bey resim çekti. Hele duvarda Türk bayrağı, altında İstiklal Marşı olan pano yanında çok duygulandım. Okuduğumuz yıllarda Türkiye lafı, yeni yazı kullanamazdık, Türkiye’den gelen gazete, dergi, kitap okumak yasaktı. Bulgarca öğretmenimiz A. Kartalov (güvenlik görevlii Rodna Zaştitatvatan savunma) sürekli olarak okulda, Kemalist arıyordu.

Şumnu’dan çıkarken bol miktarda benzin aldık artık rahat gideriz (Türkiye’de olduğu gibi bol akaryakıt istasyonu yoktur) derken 2 km. gider gitmez arabanın ön lastiği patladı, şimdi ne yapacağız Hakkı Saygı soyundu alet edevatını aldı tekerleği ökecek, ha bire uğraşırlar sökemezler, saat ilerliyor, yanımızdan yaşlı bir Bulgar geçiyor, onlara şöyle bir baktı, baktı kendi kendine pogreşna rabota (yanlış iş) diye mırıldandı ve onlara yaklaşarak cıvataları ters çevirdiklerini aksi yöne çevrilmesini söyledi , bu defa sıkılan somunlar bir türlü kıpırdamaz. Bereket Ayhan  Bey  Zaloğlu Rüstem Pehlivan gibi güçlü eline şöyle bir aldı, taksi sıtma nöbetine tutulmuş gibi sarsıldı, inad eden cıvata sökülüverdi. Bu yüzyılda böyle teknik işlerin yanı bunların hakkından gelmek lazım. Kuzeye doğru Musa  Baba türbesini aramaya gidiyoruz. Sağımızda Madara Kanaralığı burada Orhan Kitabeleri gibi ilk Bulgar Hanlığının anıtı “Madara   Süvarisi“  resim ve yazıları var.  Biraz   ilerledikten sonra solumuzda  1945 yılında  9  ay  askerlik yapkığım Malka Mera (Küçük Mera) askeri çiftlik göründü, 65 yıl geçmiş aradan-yarım yüzyıldan fazla...

Kaspiçan Demiryolu İstasyonu kenarından geçerek Novepazar (Yeni Pazar) içerisine girdik, yeni pazardan 18. Y. Y. sonlarında burasının ayanı olan Gavur İmam ünlü Yılıkoğlu Şatıoğlu Koca Ali, Hacı Manav, Meçik vb. 200’den fazla eşkıya ile şu arkamızda kalan Kaspiçan’da toplanarak orduya karşı savaşırken Şumnu A’yanı Çavuş zade, el Hac İsmail Ağa ile Hezargrad A’anı Hacı Ömer Zade toplarla gelerek eşkıya ile 48 saat çarpıştılar, yüzlercesi öldürüldü, kalanı da ya tutuklandı, ya da yaralı olarak kaçtılar. Yüzlerce eşkiyanın kesik başı İstanbul’da Topkapı Sarayı’na yollandı.

Akşamüzeri kapı önünde oturan yaşlılara tekkeyi soruyoruz, bir yol tarif ediyorlar, ona giriyoruz, rastladığımıza doğru gidip gitmediğimizi sorunca “Siz yanlış gidiyorsunuz, o saptığınız dört yol ağzında sağa gidecektiniz..”  diyor. Geri dönüyoruz, ve yine yanlış yola girmiştik.

 

AKKADINLAR (Dulovo) KARALAR KÖYÜ

Kızılburun’lu Mustafa (Can) Baba, Güneş Şumnu Balkanın’ın arkasına saklanmak üzere, Akkadınlar (Dulovo)’a erken varıp dedeleri toplayalım diye aramaktan vaz geçtik, Civel Sofular, (Çernik) köyünde Mehmet Ali Karakaş’ın evine yerleştik.  Yolculuk beni çok zarlamış, bir köşeye yaslandım.

Ayhan Aydın’la Hakkı Saygı Abdullah Baba’yı ziyarete gittiler, o gün evinde cem varmış onları kabul edip  selamlaşıp  niyazlaşmışlar, birlikte gitmediğime üzüldüm.

Ayhan Bey Abdullah Baba’ya gelmemizin nedenini anlatmış yarın saat 16’da kendisine bağlı civar köy babalarını karalar köyüne toplayacağını söylüyor. Konuk olduğumuz eve geç saatte döndüler, gece yarılarına kadar sohbet ettiler. Karalar köyü, 700 hane, 3000 kişi, Muhtar Ali İbrahim.

Akkadınlar kasabası, 1200 hane, 5000 nüfus, tümü Alevi- Bektaşidir.

NOT: Buraları 1940 yılına kadar Romanya’nındı 30’lu yıllar içerisinde karalar köyünde Haydar baba babalık yapmış kızıl burunlu öğretmen Mustafa (Can) baba onun bir nefesine: Karalar’da geze geze Denizler’de kalan babam...

Redifli bir nazire yazmıştı Haydar baba bunu çok beğenmişti, denizlerden karalara geldikçe Mustafa babayı görüşmeye çağırırdı, onunla iki defa ben de gittim, sohbetlerini dinledim.

Şah kulu Sultana medet diye: Daima sana güvendim, Merdivenli de iken kendim, Şah kulu Sultan efendim, medet himmet kerem eyle! Diye yalvarıyordu.

31 MART 2000 CUMA

Sabah çok erken yola çıktık bu gün arabayı Hakkı Saygı’nın yeğeni kullanacak o yolları ve tekkelerin bulunduğu yerleri de bilirmiş arabada şoför Süleyman, Hakkı Saygı, Ayhan Aydın, Hasköylü Hasan Dede, ben...

Önce Silistre’ye doğru 10 km. gittikten sonra Mejden (sınır yenimahalle) köyünden doğuya döndük. 1946/47 yılı Kızılburun (Ruyno)’da eşimle öğretmenken ilkokul öğretmeni Mustafa (can) baba ile birkaç defa bu köye maaş almaya gelirdik. Kış günü Kızılburun’a geç kaldığımız zaman karalarda Esat Hoca’da kalırdık. Yol çok bakımlı iki yanında çeşitli meyve ağaçları yetiştirilmiş. Tervel (Kurtpınar) kasabası kenarından geçiyoruz, biraz sonra koçmar köyüne vardık, bu köy 1915’te 1. Dünya Savaşında Romanya süvarisi ormandan çıkarak Bulgar askerine saldırarak Bulgarlara çok zaiyat neden olmuştu. Kara pelit köyünden geçiyoruz Romenlerin kara pelit ensesinde Isım dede köprüsünde diye acıklı bir olayın geçtiği yerdir.

Yukarıda Karapelit Köyü’nden sonra Dobruca’nın Silistre’den sonra en büyük şehri Dobriç (1944’ten 1989’a kadar Tolbuhin, Türkler Hacıoğlu Pazarcık diyordu) Bu şehir 15. Y.Y.’da Musa Çelebi emirlerinden Hacıoğlu adında biri tarafından kurulmuştur, ahalisinin çoğu kazan tatarları olup şair Mehmet Niyazi burada tatarca olarak emel mecmusanı çıkardı, bunda hep Kırımı dile getirirdi.

Orada bardır kart anaylar, kart babaylar, biz gedelim Kırım’a...

Bizge Kırım bır çakrım bolsa da,

Küb vakıtlar bir haber alamadık.

Hasretlikten gözlerge yaşt olsa da

Yeşil curtka doğru col tabalmadık

Çatır tav’dan güneş nurı saçılgan

Millet curtda bayram yasab eglengen.

Türk Yurdu 29-3 Mehmet Niyazi

Diyordu 1931 yılı vefat etti, Kırım’lılar her yıl onun mezarı başında ölüm yıl dönümünde toplanıp onu anarlar.

SARI SALTIK (Kaligra Baba) BALÇIK

Karadeniz kenarında Balçık Kasabası varoşuna geldik. Kasabanın merkezine inmek için dik yokuşlu Deve Bağırtan Bayırı’ndan aşağı inmek lazım. Denizin üzerinde sis var, doğuda Kaligra Sultan burnu hayal meyal seçiliyor, oraya gitsek mi, gitmesek mi?, biraz düşündük, gideceğimiz çok yer olduğu için Akyazılı Sultan Tekkesine gitmeye karar verdik.

Balçık’a 1945, 1948, 1970 ve 1971’de geldim, 1948 yılı Yunus Abdal Rüstiye öğrencilerimi geziye (Exkurziyon) getirdiğimde bu varoş yakınında olan uçak alanına uçak görmeye çıkmıştık, nizamiyede ki sorumluya amacımızı söyledik, o telefonla içeriye “kapıya Türkler geldi” diye haber etmiş, bir manga asker koşarak gelip bizi sardılar bizde şaşırdık yanıldıklarını anladılar, fakat biz Bulgaristan’da Türk olduğunu bilmiyor musunuz savaş biteli çok oldu, sonra buraya Türkiye askeri gelir mi” diye çıkıştıkça bir kapitan (yüzbaşı) rütbeli subay gelin öğrencileri gezdirelim dediyse de oradan deniz boyundaki Romanya Kralı 1. Karol’un eşi Elizabet sarayına indik. Güneye Varna yoluna saptık. Ben Babaeski’den geçerken Sarı Saltık’ı hatırlayarak Kaligre Sultan’daki Sarı Saltık Makamı’na el salladım.

1. Dünya Savaşı’nın türküsü; Balçık iskelesi Hafız aman, çıktığım zaman İncekum’da Hafız aman, koptu bir duman...

AKYAZILI    SULTAN     TEKKESİ

Balçıklı Muhiddin Abdal: Bize ser – leşker olmaya – Şah-ı Kerem Ali gerek Mürşittir rehber olmaya – Adem Akyazılı gerek. Diyor

Balçık Batova arası 16 km. Yol çok bakımlı araba yağ gibi kayıyor. 5 km. gittikten sonra 1945 yılı 20 Nisan’da  ilkten bizi sağımızda bulunan Stefan Karaca Askeri Çiftliğine topladılar. Burada su ve temizlik olmadığından (bite sarıldık) birkaç arkadaş orasının komutanına çıkarak bizi Şumnu Kabaüyük askeri çiftliğine yollamasını diledik, bizi hemen istediğimiz yere yolladı. Buradayken birkaç arkadaş yakınımızdaki Akyazılı Sultan Tekkesi’ne gider ziyaret ederdik, o sıra tekke biraz derli topluydu. 1971’de ziyaret ettiğimde birçok yeri yıkılmıştı. Şimdi gördüğümüzde daha da acıklı duruma düştüğünü gördük. Meydan evinin çatısı sökülmüş, türbenin üzerindeki kurşun levhaların bazısı yere düşmeye başlamış. Bekçisini bulup türbeyi açtırdık içerisi de dışarısı gibi bakımsız. Bunun nedeni yakınlarında Türklerin olmaması (1935-1936 yılları  mubadil göçmen olarak Türkiye’ye göçtüler, çevredeki köy ve kasaba ahalisi Gagavuz, Hırıstiyan Türk’tür.) Tarih bu binaların Bektaşiliğe meyyal padişah 2. Bayazıt tarafından yaptırıldığını yazar, o hesaba göre bu binaların yaşı 500’dür. Şimdiki halde esaslı bir onarım görse mimar değilim ama yine yüzlerce yıl ayakta durabilirler. Çevresi taş duvarlarla çevrilmiş aşağıda yol boyunda oldukça yüksek şadırvanı var, göz kararı binaların bulunduğu arsa 15-20 dekardır. Şadırvanın altında çeşmesi var, bakımsız olduğuna çevresini pelin otları sarmış. (7) Hava biraz serin kazaklarımızı giydik, Varna’ya doğru gidiyoruz. 5 km. önümüzde deniz boyunda Kranevo var. Burada eskiden kal’a yıkıntılara muzaffer oluyor. İsa’nın ışığı her yanı aydınlatıyor keşişin gücüyle KRANEVO denen yer cennete dönüşüyor yazılıymış. 1971’de buradan geçtiğimde burasının çıplaklar kampı olduğunu görmüştüm. Buraya Avrupa’nın her yanından insanlar gelip kalırken Türk ve Bulgarlar yaklaştırılmıyordu. Akyazılı Baba Tekkesi ile Varna arası 25 km.’de mağalar içerisine de Alaca Manastır var arşiv belgeleri keşişlerle Akyazılı dervişlerinin birbirine konuk olarak gidip geldiklerini yazar.

Buraya uğrayıp birkaç dakika önemli yerlerini görebilirdik. Varna’ya yaklaştığımızda ünlü Altın Kumlar (Zlatni Pyasatsi) plajları var, buraya, 1971’de Yunus Abdal Köyü belediye başkanı köyün yaşlılarına Şumnu, Varna, Balçık gezisi düzenledi, konuk olarak beni de bu topluluğa kattılar. Bazı tarihi yerleri, tekkeleri, camileri gördükten sonra bu plaja geldik, burası orta Avrupa’dan gelen turistlerle doluydu, belediye Başkanı Hüseyin Kaçev yaşlılara (ben o zaman 51 yaşında): “Deniz suyu romatizmaya iyi gelir deyince yaşlılar içdon, çakşır, başlarında tülü kalpak, denizdeki turistler arasına girdiler. Bunları gören yabancılar hemen dışarı çıkarak fotoğraf makinelerini aldılar, bunların çeşit çeşit durumda fotoğrafı “ aldılar. Bundan biz birkaç kişi utandık , onlara” bon çakışır neyse bu ağustos ayında bu kalpakları bari giymeyin “ dedik, Bulgarlar  da: “Siz Türkleri anlayamıyoruz, başlarından fesleri zorla çıkarttık, kalpak giydirdik, şimdi de kalpakları yaz kış başlarından çıkarmıyorlar böyle inat millet görmedik” diyorlardı. Varna eski görkemliğini kaybetmiş, hele sosyal meskenlerin sıvaları dökülmüş, sokaktaki insanların yüzü gülmüyor. Birkaç yerde “gece gündüz her saat taşınır, taşınmaz mal gösterme karşılığında kredi verilir” yazılı levhalar var. 1853’te Kırım Savaşı’nda Varna İngiliz, Fransız askeri üssü oldu. Varna’nın kenarında bir saatten ziyade durarak arabaya yedek lastik aldık. Buradan batıya doğru yeni Pazar’a gideceğiz, bu şehirlerin arası 68 km.’dir, biraz yürüdükten sonra 10 Kasım 1444 yılı Varna Savaşı’nın olduğu yere geldik.

Bu savaşta Osmanlı ordusunun karşısında kalabalık bir haçlı ordusu vardı, çarpışırken Karacabey şehit olduğu çok geçmeden haçlılardan Vladislav öldürülünce düşmanın morali bozularak kaçmaya başladılar, birçoğu Varna Gölü’nde ve bataklıkta boğuldular. 15 km. ileri de su değirmenleri ile ünlü Devne kaynakları (saniyede 3670) yanından geçtik. Buradaki su değirmenlerine tahıl üğütmeye aşağı yukarı 100 km. öküz ve manda arabalarıyle gelerek haftalarca üğütma sırası bekmermişler hatta açık gözlük yapıp araya girenler olursa kanlı kavgalar bile olurmuş . Yaşlırdan dinlerdik,  bu değirmenlerin birinde açıkgözlere karşı Yunus Abdallıların haklı davalarını bir savunmaları olmuş , güya o değirmenin kapısı üzerine: “Sakın ha, Yunus Abdallılara karşı gelmeyin ... “ yazısı varmış. Bu değirmenlerden dönenlerde “Onda çok havadis vardır“ diye , köylümüz gece gündüz  onu konuşturur dinlerlermiş. Bir zamanlar Nazım Hikmet`in şiir yazdığı Dikilitaşlar yanından geçiyoruz.

Nazım:

Düştük Varna’dan, bre dilber aman, Sofya yoluna,

Yol boyu ceviz.

Kokusu kına, kokusu yeşil.

Yol ceviz değil, bre dilber aman, biz cevizdeyiz.

Yolda rastladık ölen kayalar mezarlığına.

Yüce mezarlık.

Taşlar dağılmış cesettir, yatar.

Taşlar dikilmiş durur ayakta.

.............................................. 6 Haziran 1957 (9)

 

şoföre “dur burada bu taşları görelim, resim çekelim” dedim, gece kalırız diye durmadık, yürüdük... Sağımızda Vezir Kozluca Köyü var. Biraz ileri de solumuzda Provadi kasabası Taşhisar Kal’asının yıkıntıları görünüyor, ona yakın Yediler Ziyaret-gahı Bektaşi tekkeleri varmış, Vezir Nazif Paşa tarafından yıktırılmış, şimdi ahali Yeniçeri Piri Efendi Tekkesini ziyaret edermiş, oraya uğrayamadık. Yeni Pazar içinden batıya 30 Nisanda saptığımız yolun soluna yürüdük Bulgar Hanlığının 1. Başkenti Pliska (Ahi Baba – Aaboba, 680 yılı başkent yapılmış 811’de burası Bizans İmparatoru Nikifor tarafından yıkılıp yakılınca başkent Preslav olmuştur) ya varmadan kuzeye döndük, yine sağa sola sapıp yarım saat kadar dolaştıktan sonra köylülerin yol göstermesiyle tekke yolunu bulabildik. Söğütlü, Doruklu (ahalisi Türk) köylerini geçtikten sonra Kozluca Tekke köyünün 1 km. kuzey batısında MUSA BABA TEKKESİ’ni bir ormanın yamacında bulabildik.

Tekkenin önünde Dipsiz göl denen bir göl var, tekkeye bozuk taş merdivenlerle çıkılıyor. Türbenin bakıcısı orada koyun güden Gacal lakaplı çoban Ahmet anahtarı verdi.

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 494-508