Kosova ve Arnavutluk'ta Tekke Gezileri, 2015

KOSOVA VE ARNAVUTLUK’TA

Dergâh ve Tekkeler Ekseninde Bir Gezi (17 - 27 Ekim 2015)

Ayhan Aydın

Sevgili Dostlar;

20 günlük uzun ve yorucu bir dizi etkinlik ve gezi programı sonrası bugün İstanbul’a döndüm.

08 -10 Ekim 2015 tarihleri arasında Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi’nin düzenlediği; “2. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Hoşgörü ve Barış Sempozyumu”na konuşmacı olarak katıldım.

10-12 Ekim 2015 tarihleri arasında Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’nin misafiri olarak Hacı Bektaş’a gittim. Orada bir takım ziyaretlerim ve yaşayan kadın halk ozanımız Mah Turna’yla söyleşim vardı.

12-16 Ekim 2015 tarihleri arasında ise Balkanlar’da erenlerin izinde bir gezi ve bir sempozyuma katıldım.

14-16 Ekim 2015 tarihleri arasında BAL-TAM (Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi) ve Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri; “Balkanlarda Bektaşilik ve Bektaşi Edebiyatı Sempozyumu”nda, Balkanlar’da gerçekleştirdiğim 15 yıllık gezilerimin notlarını bir bildiri halinde dinleyenlerle paylaştım.

Sempozyum sonrası; 5 gün Kosova’da, 5 gün ise Arnavutluk’ta Alevililik- Bektaşilik araştırma gezisinden sonra, epeyce yorgun, ama bol malzeme ve bilgiyle Türkiye’ye döndüm.

Son etkinliklerde bana yardımcı olan çok sevgili dostum, son dönemin en genç ve üretken, ciddi çalışmalara imza atan akademisyenlerinden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal’a, Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği Başkanı Sayın Mustafa Özcivan ve çok değerli eşine, Kosova Prizren’de beni ağırlayan Nafiz Rekasatı’ya, Şair- Gazeteci Zeynel Bektaç’a, Gjakova’da Rahmetli Ali Naki Horasani’nin ev halkına özellikle oğlu Hasan Ali’ye; Arnavutluk Tiran’da Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nden Dedebaba Edmond Brahimaj (Baba Mondi)’ye ve onun yardımcısı pozisyonundan olan Hisen Süleymani’ye içten teşekkürlerimi sunarım.

Sevgili dostlar;

25 yıldır, öğrenciliğimden beri, Alevilik Bektaşilik araştırmalarının içindeyim. Yirmi yıla yakın bir süre konuyla ilgili yaptığım çalışmalarımı, çalıştığım Cem Vakfı da dâhil olmak üzere, herhangi bir kurumun ciddi desteği olmadan, kendi özgüvenimden ve mücadeleci kişiliğimden, kendi kendime verdiğim görev ve belirlediğim hedefler doğrultusundaki faaliyetlerimden, yılmadan yürüdüğüm aşk dolu Alevi Bektaşi Yolu’nun öğretilerinden aldığım ilhamla, dostlarımın, kendini bu yola adamış insanların desteğiyle sürdürdüm.

Benim gerçekleştirmek istediğim en büyük hedeflerimden birisi; “Sözlü Kültür Ürünlerinin Yazılı Hale Getirilmesi – Sözlü’den Yazılıya Geleneği Yaşatanlar – 1000 Yazılı Söyleşi” projesidir; Alevi- Bektaşi toplumunun önder simalarıyla sözlü tarih çalışması ekseninde bilgilerin derlenmesi çalışması yani.

Ayrıca; tüm dünyadaki Alevi Bektaşi yerleşim yerleri, tekke, türbe, dergâh, ocak mekânlarının gözlemlenmesi, dernek ve vakıflarla ilgili bilgilerin derlenmesi, bunların kayıt altına alınması çalışmaları…

Bunlar başlı başına Erenleri Yolu’nda büyük projelerdir. Bugüne kadar bunların sağlıklı yürümesi için hiçbir kişi ve kurum bana ciddi bir destek vermemiştir. Ne sırtımı dayadığım devlet kurumları, ne sivil toplum kuruluşları, ne ciddi sponsor kurumları ne de iş adamları vardı.

Tüm bu çalışmalar gerçekten yoktan var etme gibi insanüstü gayretlerim, iyi niyetli kimi dostların, kurum ve kuruluşların şu veya bu şekilde, anlamı büyük, “imece” usulü yaptıkları mütevazı katkılarla gerçekleşmektedir.

Bana kapılarını sonuna kadar açan, yediren, içiren, barındıran, kendi imkânlarıyla gezdiren Anadolu ve Balkanlar'ın ve oralardan Avrupa'ya gitmiş can insanların katkılarıyla bu çalışmalar sonuca ulaştı... Onların yaptıklarının maddi bakımdan bir karşılığı olamaz. Çünkü onlar olmazsa bu çalışmalar da olmazdı. Onların tümüne minnettarım. Onların tümüne minnettarım. Bizler de; gerçekten eski dedelerin, babaların, devişlerin, âşıkların yolundan giderek, onların yaşadıkları sorunların benzerlerini yaşarak, gittiğimiz her evi kendi evimiz belledik. Her birisini, anamız, babamız, bacımız, kardeşimiz olarak gördük; sevdik, sevildik, bugüne öyle geldik… Hakk bu güzelliklerden bizleri ayırmasın, ölene kadar daim eylesin…

 

Kosova’da Geziler Başlıyor…

14-16 Ekim 2015 tarihleri arasında BAL-TAM (Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi) ve Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri; “Balkanlarda Bektaşilik ve Bektaşi Edebiyatı Sempozyumu”nda, zaman yaratıp söyleşi ve geziler yapmaya başlıyorum.

Sempozyum’a katılan Gülağ Öz ve eşi Sevgi Öz’le birlikte Prof. Dr. Nimetullah Hafız’ı evinde ziyaret ediyoruz. Kendisiyle daha önce Ankara’da söyleşi yaptığım Hafız’la uzun uzun sohbet ediyoruz, kendi elleriyle hazırladığı kahveyi bize ikram ediyor. Binlerce kitaplık kütüphanesini geziyoruz. Bol bol fotoğraf çekiyorum. Elinde Osmanlıca birçok yazmanın da olduğunu gördüğüm Hafız’la hoş bir zaman geçiriyoruz.

Yine bir başka akşam bazı dostlarımla Kadiri Rezzaki Tekkesi’ni ziyaret ediyoruz.  (Şeyh Seyyid Ali Baba Dergâhı (XV. Y.Y. – 1783)) Muharrem ayı nedeniyle “biz yastayız” diyen buradaki canların yürüttükleri zikir ayinine katıldık. Sonrasında yaklaşık bir saat sohbet ettim. Şeyh İlyas Tamnik bizi büyük bir sevgi ve muhabbetle karşıladı, ağırladı. Burada Necdet Kurt dostumuz nefesler söylüyor.

Konferansta Milli Eğitim Bakanlığı’ndan Müfettiş Veli Akdal ile sohbet etme şansına ulaşıyorum. Konuya çok duyarlı bir değerimiz olduğunu anlıyorum.

Konferansta Afrim Topçu ile tanışıyorum. Kendisi Prizren Yüksek Tarih Hocasıymış ve aynı zamanda rehbermiş.  Daha sonra Raif Virmiça’dan da öğrendiğim gibi, İpek kentinde Sarı Saltuk’un bir türbesinin varlığından bahsediyor. Türbeye bakanların soy isimlerinin Sipahiu olduğunu, (Saniye Sipaiu) bunun da Sipahilerden geldiğini söylüyor. Yine ondan aldığım bilgiye göre; İpek içinde Hamam Camii’nin yanında Şeyh Kamber’in 1956’ya kadar tekkede zikir etmiş. Onun çalışmalarını Kominist rejim yasaklamış. Semahanesini okul ve ilkyardım (Kızılay) binası yapmışlar. Şimdi türbe kalmamış. İnsanlar yine de orayı ziyaret ediyorlarmış. 21 Mart’ta Sultan- Nevruz’da orayı ziyaret eden insanlar varmış.

Konferansta tanıştığım öğretmen ve araştırmacı kimliği olan Cemal Bako ise bana Kosova’da üç tane Sarı Saltuk makamı olduğunu söylüyor.

Ondan duyduğuma göre;

  • Jakova İpek arasında yol üstünde İpek’e 15. Km. kalarak yol üstünde bir türbe varmış.
  • İpek içinde  geçmişi yüz yıl önceye giden bir rüya motifi de içinde olan bir başka türbe varmış. Buna göre bir kişi (kadın olabilir) oturduğu evin altında Sarı Saltuk’un bir türbesinin olduğunu rüyasında görmüş. Ora ziyaret makamı olmuş.
  • Gora Bölgesi’nde de bir türbe varmış.

 

Yine Prizren’de yaşayan İlyas Laouşa isimli bir kişinin Bektaşilik’le ilgili bilgiler sahip olduğunu öğreniyorum. Ama çevredeki bazı insanlara sorsak da onu tanıyana rastlayamıyoruz.

Osman Baymak isimli bir yazarın Kosova’daki tekkelerle ilgili Bay Yayınları’ndan çıkan bir kitabı varmış. Sonra tanışacağım Raif Vırmiça’nın da bu konunun uzmanı olduğunu öğreniyorum onun da yayınlanmış bir çok kitabı varmış.

Konferansta Ferhat Aşık Ferki’yle tanıştım. Öğretmen olan Aşık Ferki, yörede ünlü şair Aşık Ferki’nin torunuymuş. Dedesinin kitapları varmış. XX. Y. Y. İlk yarısında yaşayan Aşık Ferki, bilinen bir aşıkmış.

Yine Nafiz Rekasati ise Prizren’de yaşayan son Bektaşi Babasının Ömer Vechi Baba olduğunu, burada birden çok Bektaşi tekkesinin bulunduğunu söylüyor.

KOSOVA

Prizren

Sempozyuma katılanlar Bulgaristan’a doğru yol alırken, ben onlardan ayrıldım. Yine Hacı Bektaş’taki gibi ikinci kez ana guruptan ayrılmış oldum.  Yine ellerimde büyük valizlerle dostları uğurladım bu guruptan şehirde kalan tek kişi ben oldum.

 

Nafiz Rekasati ve Tekkelerin Gezilmesi

Bu sefer yine yalnız değilim. Bendeki bu şeytan tüyü mü, daha doğrusu derviş hali mi desem yalnız kalmam mümkün değil. İki gün boyunca benimle candan ilgilen kendisi mühendis olan ama daha çok inanç kimliğiyle anılan, anılmak isteyen Prizren’in renkli ve hoş simalarından Nafiz Rekasati beni yalnız bırakmıyor. Beni evinde ağırlamak istediğini söylüyor. Ne ala… Körün istediği bir göz Hakk vermiş iki göz… Sanılıyor ki, Ayhan’ın bir eli yağda bir eli balda gezip duruyor… Para çok az, onu iyi kullanmak lazım… Her gezide normalden iki üç kat gelen telefon paralarına yetmiyor  gezi için toplanan paralar… Neyse ne gam, elde çantalar yürüye yürüye Nafiz Bey’in dedelerinden kalan Osmanlı Konağı’na doğru yol alıyoruz. Şu işe bak Osmanlı Konağı’nda kalmak da varmış kaderde… Hem de Balkanlar’da… Böyle bir şans her zaman ele geçmez. Eşyalarımızı eve koyar koymaz o da benim gibi yürüme, gezme hastası olan çok değerli inanç insanı Nafiz Rekasati’yle yine Prizren’i geziyoruz. Yahu bendeki bu ne sevda? Gece gündüz gezmek ne güzel. Ben bu Balkan Gezilerinde kilo veremezsem de on kilometrelerce yol yürüdüm bu da benim en büyük karım oldu.

Prizren’in içinden akan dere boyunca yol aldık. Aman yarabbi bu ne güzellikler böyle, her taraf ağaç, çiçek… Her taraftan kuş sesleri geliyor. İnsanlar yürüyüş yapıyorlar, parklarda sohbet ediyorlar. Biz de yol boyu sohbet ediyoruz. Ben ise durmadan fotoğraf çekiyorum. Dere boyunda da bir türbe var. Dere kenarından kale görülüyor. Onun sırtlarından kentin görünüşü ve de güneşin batışı öyle güzel ki gerçekten kelimelerle anlatılmaz. Kendisiyle kent merkezini gezmiş, kaleye çıkmıştık. Kenti görmenin en iyi yolu zaten gerçekten iyi korunmuş, uzun, bir tarafı şehri görürken arkası Şar Dağları’nı ve ormanları gören öbür yönü de insanı derinliklere sevk eden manzaralarla dolu…

Kente bakınca Prizren’in ne kadar büyük, ne kadar tarihi eserlerle dolu bir muhteşem yerleşim yeri olduğunu görürüz. Onlarca camii, köprüler, tarihi evler, türbeler, kiliseler, hamamlar… Böyle bir manzarayı her yerde görmek mümkün değil! Yüz yıl olmuş Türk yönetiminden çıkmış burası ama halen Türk kimliğiyle yaşayan narin, nadide bir gelinlik kız güzelliğinde, portakal, limon kokusu doğallığında, bülbül sesleriyle dolan bağları bahçeleri hatırlatıyor buralar. Ne ilginç ki, Nafiz Bey’in konuşmaları bunların gerçek hem de çok gerçek olduğunu gösteriyor. Gerçekten de Prizren daha yakın zamanlar kadar bağlarla, bahçelerle dolu bir yermiş. Gül bahçeleri sözü ise bir mübalağa değilmiş, kentin girişinde büyük bostanlar, bahçelik, bağlık yerler varmış.

Zaten daha sonra ziyaret edeceğimiz Prizren’in en önemli simalarından Raif Vırmiça’nın kitaplarında Prizren’in tüm kültürel yapısı gözler önüne seriliyor. Örf-Adet, Gelenek-Görenekler kitabında Raif Vırmiça Kosova içinde Prizren’de yaşayan kültürü çok canlı bir şekilde anlatıyor. Yine seyahat esnasında okuduğum diğer kitabında “Kosova’da Fatih Devri Eserleri- Kosova Efsaneleri” isimli eserde de buraların ne kadar büyük bir tarihi-sosyal-kültürel varlığa sahip olduğunu daha iyi anlıyoruz.

Ben zaten çok erken kalktığım için kentin sokaklarını birkaç kez gezmiştim. Şimdi Nafiz Üstat’la daha bilinçli olarak geziyorum. Her bir sokakta, caddede soluk alıp-verdikçe neşeleniyorum. Balkanlar’ın büyüsü bu, sonbaharın kokusu bu…

Nafiz Bey’le konağında bir söyleşi yapıyorum. (Çok sevgili Mustafa Karaçiftçi sayesinde gezi dönüşü bu söyleşiyi Youtube’da yayınlıyoruz.) Kendisi Mevlana aşığı olan ve yüreğinden sevgi fışkıran Nafiz Rekasati tüm insanları sevmenin, bir ibadet olduğunu söylüyor. Alevi Bektaşi inanç ve kültürünü bilen, izleyen o dünyadan farklı olmadığını da söyleyen Rekasati aynı zamanda Galata Mevlevihanesi’nin inanç önderi Hasan Çıkar’ı çok sevdiğini, onunla tanıştığını ama mutlaka tekrar gidip onunla görüşmek istediğini söylüyor. Prizren’deki inanç dünyası buradaki tarikatlar hakkında da bilgi sahibi olan Rekasati, burada hiçbir tarikatın birbirini dışlamadığını, hepsini hak bildiklerini, Prizren’de çok canlı bir tarikat yaşamı olduğunu söylüyor. Şehirde yaşayan bir Bektaşi yok, eskiden bir Bektaşi Tekkesi varmış o yıkıldı, şimdi sadece türbeler var, diyen Nafiz Bey’le şehirdeki bazı tekkeleri ziyaret ediyoruz iki gün boyunca.

 

Kadiri Tekkesi

Gjakova’da daha sonra gidip hanesinde kalacağım Ali Naki Horasa’nin de kurucusu olduğu ve zamanla oradan ayrıldığı ve kentteki en köklü tarihi mekanlardan birisi olan Kadiri Tekkesi’ne gidiyoruz.  Şeyhin burada olmadığını, köylere gittiğini söyleyen oğlu bizimle fazla ilgilenmiyor. Türbe bölümü kapalı olan ve “semahane” bölümü de kilitli tekkenin iç avlusundaki mermerden oyulmuş ve üzerinde desenler olan tarihi çeşmesinden kana kana su içiyoruz. Bu mermer lahit üzerinde ise çiçek, büyük çekiç, “Pence-i Ali aba” şeklinde bir el deseni dikkatimi çekiyor. Tekke içinde bir tahta levha üzerine “Edep Ja (Ya) Hü” yazısını söylemem gerekiyor. Ayrıca kırmızı renkli bir aslan çizimi de duvarda görülüyor. İçeriye giren iki kız çocuğunun Şeyhin torunları olduğunu öğreniyoruz. Ona iletilmek üzere kartvizimi verip selam ve saygılarımı iletmelerini istiyorum.

 

Kadiri Rezzaki Tekkesi – Şeyh İlyas Tamnik

Daha önce de yine bir zikir ayinine katıldığımız; Kadiri Rezzaki Tekkesi’ni ziyaret ediyoruz.  Tekke’nin kapısında Şeyh Seyyid Ali Baba Dergâhı (XV. Y.Y. – 1783), yazıyor.  Burada yine Şeyh İlyas Tamnik bizi büyük bir sevgiyle karşılıyor. Onunla tekke hakkında bir söyleşi yapıyorum. Aslında burada yatan bir başka kutlu kişi, Gözcü Mahmut Efendi, burada “kabri şerifleri” bulanan zatı muhterem, Kosova’nın fethi sırasında yararlılıklar göstermiş ve Gözcü olarak da anılan bir alp erenmiş. Seyyid Ali Baba da yine bir aşk insanı, gönül eri, Hakk dostu kişiymiş.

Eskiden Prizren’de çok fazla mezar, türbe varmış. Burası Erenler diyarıdır, diyen Tamnik, bunların birçoğunun türbesinin zamanla yok olduğunu söylüyor.

Şeyh İlyas Tamnik’den aşağıdaki bilgileri derliyorum.

Tezgir Baba, Dalgın Baba, Cafer Baba, Hasan Baba, Hüseyin Baba, Murat Baba gibi birçok baba burada mevcutmuş. Yapılaşmayla birlikte bazıları yok olmuş, bazıları da evlerin altlarında veya bir kısım insaflı insanın sayesinde evlerin içlerinde kalmış. Şu anda evin bir odasında türbenin olduğu yerler varmış.

Gözcü Mahmut Efendi manevi zuhuratta Şeyh Ali Baba, Pakistan Lahor’dan buraya gelmiş. Çevresinde Lavrostanlı diye bilinirmiş. Pakistan kendilerini ziyarete bir polisin geldiğini de söyleyen Şeyh Tamnik, soyadları olan Şeyh Ali Baba’nın lakabı olarak bilinen Lahorlu ismini onların da kullandıklarını söylüyor. “Lazke” de diyorlarmış.

Gözcü Mahmut Efendi şehit düşmüş. Gözlerinde hastalık bulunanlar onun kuburundan su alıp yüzlerine sürerek şifa arıyorlarmış. O bir manevi komutanmış.

Buralar o zaman Hıristiyan’mış, gece Osmanlı hareket etmiş, Prizren’e gece hareket olmuş, burayı sabah namazında fethedilmiş. Sırplar kilisede toplanmışlar, Osmanlılar gelmesinler diye dua etmişler. Ama Osmanlılar burayı fethetmişler.

Buradaki manevi önderler yani Şehitler her zaman sevgiyle yaşamışlardır.

Burada Mahmut Efendi’den daha çok “Gözcü Baba” lafı yaygındır.

Burada yatan ulu zatlardan olan Şeyh Ali Baba da yine bu yörede Hakk için çalışan bir gönül insanıymış. Buraya Mahmut Efendi gibi yine hizmet için gelmiş. Para yok, pul yok, yokluk içinde bir haldeymiş. Burada o zaman Osmanlı zamanı Paşa devri tabii, onun derdini buradaki Paşaya iletmişler. O da onu huzuruna çağırmış, “kimsin sen, kim değilsin, ne arıyorsun buralarda?” demiş. O da kendisinin manevi yönlü bir insan olduğunu söylemiş. Burada o zamanlar bataklık varmış. Şeyh Ali Baba gayret ederek, tüm bataklığı kurutmuş, kanalı temizlemiş. Kendisini bu yola adadığını göstermiş.  

Şeyhin anlattıklarından not ettiklerimden, aslında buradik Kadiriliğin bir kolu olan Rezaki tekkesinin kökenlerinin Seyyid İmam Ali Rıza’ya kadar gittiğini anlıyorum. Oğlum Muhammed Ali İstanbul Üniversitesi’nde İlahiyat okudu, o daha detaylı bilgileri size verir diyen Şeyh Tamnik’ten anladığım kadarıyla ilk köklerde Şeyh el haca Muhammed oğlu Şeyh Şahi Nasırettin varmış. Yine onun yolundan (soyundan) giden bir halifebabanın dört oğlu varmış. Onlar da; Hacı Bilal Efendi, Abdüllatif Efendi, Şeyhzade Abdülaziz ve Şeyh Muhammed Ali Baba o silsileyi devam ettiren postnişinlermiş.

Seyyid Ali Baba bir baba oturtmuş. O da Cafer Baba’ymış. Topoyanlı (Arnavutmuş). Onu halife yapmış göndermiş.

Kadirilik, Abdülkadir Geylani Hazretleri tarafından kurulan büyük bir tarikattır diyen Şeyh Tamnik, bunu da Rezaki kolunun olduğunu kendilerinin de bu kola dayandıklarını söylüyor.

Kendi tekkelerinin aslında Horasan Tekkesi olduğunu söyleyen Şeyh Tamnik şunları anlatıyor.

Horasanlı Baba Kadiri Tekkesi’dir. “Krila” denen yerde kurulmuştur. “Kurulayla” denmiş ama bu aslında “Kuruyayla”den gelmeymiş.

İlk gelen Horasanlı baba, Şeyh Hasan imiş. Krula Tekkesi de deniyormuş ilk tekkeye. Bu ilk Kadiri Tekkesiymiş.

 

En eskilerin ifadesiyle buradaki en eski tekkeler:

 

Kutup Şeyh Musa Efendi Tekkesi,

Malkoç Baba Tekkesi,

İşkodralı Şeyh Süleyman Tekkesi,

Acize Baba Tekkesi (Sadi Tekkesiymiş. Bu tekke Kosova’da kurulan ilk tekkeymiş),

Şeyh Osman Baba (Halvati Tekkesi),

Rufai Tekkesi (Kurucusu Hacı Şeyh Musa imiş. (Blenisa (Prizren – Jakova arasında),

 

2 Kadiri Tekkesi varmış.

1. Zincirli Kolu denir. Abdülkadir Geylani’nin Abdülvahap Zincirli kolundan olanlar.

2. Rezzaki Kolu

(Bizlerin dahil olduğu kol). Aldülkadir Geylani’nin oğlu Abdülrazzik Kolu’ndan

 

1. Zincirli Kolu’ndan

Şeyh Bedreddin vardı. Hakk’a yürüdü. 1980’lerde. Şimdi ise Abdülkadir postnişindir şu an.

 

Şeyh Mütettin (Muhittin) vardı.

1. Şeyh Bedreddin

2. Şeyh Hasan

3. Şeyh Mahmut

 

Bedreddin oğlu Abdülkadir

Şeyh Hasan’ın oğlu Ali Naki Horasani

Şeyh Mahmut (İzmir’de)

 

Şeyh Hasan Prizren’de Kuruya’da devam etti. Muharrem ayında rahmetli oldu. Öleceğini bilmiş. Ali Naki Horasani küçük yaşta yetim kalıyor. Şeyh Bedreddin tekkede kalıyor. 18 yıl Ali Naki Horasani Türkiye’ye gidiyor. Ali Naki Horasani Türkiye’den geldi. Sonra amcasıyla bazı mücadeleleri oldu. O da Jakova’ya gitti.

Şeyh Mahmut Jakova’da bir tekke şeyhi. Bu tekke Kadiri tekkesi. Şeyh Şaban Tekkesi var. Orada şeyhlik yaptı. Şeyh Mahmut Komünizm döneminde Türkiye’ye gitti. Ali Naki Horasani amcasıyla anlaştı, oraya yerleşti. Yani Jakova’daki (sizin söylediğiniz) tekkede kaldı.

Ben 25. 08 1948 doğumluyum. Burada hem biyolojik hem de manevi babam Şeyh Hızır vardı. 1990’da vefat etti. Ölümünden bir yıl önce, hilafeti bana verdi. Posta oturdum. Daha doğrusu oturttular. Biz de yola hizmet edenlere “derviş” denir. Burada herkes hizmet ediyor. Bizler de bu yola hizmet ediyoruz.

Burada gelenleri karşılıyoruz. Herkese hizmet ediyoruz. Kapımız herkese açıktır. Bizler muharremi biriliriz, “matemde” oluruz. Sultan Nevruz’u biliriz. 52 Cuma vardır. Bizler her Cuma toplanır zikir yaparız.  40 gün erbain, 30 gün ramazan ve namaz vardır bizde. Gelenler burada namaz kılarlar, ibaret ederler, türbeleri ziyaret ederler. Bizde aslolan hizmettir.

 

Kendilerinin hiçbir ayrımı kabul etmediklerini söyleyen Şeyh İlyas Tamnik Alevilerin kabul ettikleri “72 millete bir bakma” inancının kendilerince de desteklendiğini çünkü kendilerinin de Alevi olduklarını, Alevilikte kendileri de dahil on iki tarikat olduğunu, Bektaşiliğin ise bu tarikatlardan yalnız birisi olduğunu söylüyor. Bizler şu anda matemdeyiz, yastayız, bizler muharrem boyunca yas tutarız, İmam Hüseyin’i anarız diyen Şeyh İlyas Tamnik, insanın insandan ayrılamayacağını, herkesin kardeş olduğunu, kendilerini ise bu tekkeyi yaşatmaya çalıştıklarını söylüyor. Kapılarının herkese açık olduğunu söyleyen Tamnik Türkiye’ye büyük bir sevgi ve muhabbet beslediklerini söylüyor.

Tekke iki bina arasında yeşil renge boyunmış mütezavi bir görünüme sahip bir yapı. İki katlı yapının alt katında 4 mezarın bulunduğu türbe ve ziyaret bölümü var. Üst katı ise ibadetlerin yapıldığı bir yer üç salondan oluşan bu giriş katında Şeyh İlyas ve onun çocuklarıyla sevenlerinin her zaman gülen yüzleri gerçekten sizlere huzur veriyor. Kahve burada da çok revaçta olan bir ikram. Onlar ise en çok sazı yani bizim bağlamayı seviyorlar. Sanatçı Necdet Kurt hocamızı dinlerken her birisinin nasıl etkilendiklerini gözlemleme şansım oldu.

Türbe olan alt katın duvarlarını ise İmam Ali ve On İki İmamların resimleri süslüyor. Her yer tertemiz ışıl ışıl. Gerçek bir muhabbet sohbet yeri burası. Bize çok içten davranın bu can insanlara minnet borcumuz var. (Konuşmalarda zaman zaman “can” denildiğe tanık oldum.)

 

Raif Vırmiça - Melami Tekkesi - Recep Hulusi Efendi Kültür ve Eğitim Vakfı

Kosova hakkında ve dolayısıyla Prizren konusunda da büyük bir bilgi birikimine sahip, hem gazeteci, yazar, araştırmacı kimliğiyle, hem edebiyatçı yanıyla, hem de bir inanç kimliğinin temsilcisi olarak Raif Vırmiça bizleri kabul ediyor.

Giriş kapısında mermer bir levhada da “Melami Tekkesi” yazılı olan tekke aynı zamanda Recep Hulusi Efendi Kültür ve Eğitim Vakfı’nın merkezi. Hem bahçesi, hem de içi tertemiz olan tekkedeki kütüphanede bir kitabıma rastlamak mutluluk verici. İçerideki hoş sohbet insanlar bize candan davranıyorlar.

Raif Vırmiça yayınlanan eserleriyle Türk Kültürüne büyük katkılarda bulunan bir önemli değerimiz. Onlarca kitaba imza atan Vırmiça Kosova’nın maddi manevi anlamda kültür dünyasının derleyicisi durumunda olan bir önemli araştırmacı. Çektiği binlerce fotoğrafla hem derleyici, hem de belgeleyici olarak bu toprakların kültürünü yaşatan gerçek değerlerden olan Raif Vırmiça çok faal bir insan. Sayısız toplantıya katılan, kitaplarının dışında sayısız makale, deneme ve haber yazısı yazan Raif Vırmiça Kosova’nın dolayısıyla Prizren’in en önemli kalemlerinden, en önemli simalarından birisi. Bana hediye ettiği iki kitabı Arnavutluk gezimde okuyup bitirdim. Çok yararlandım. Her ikisi de önemli eserler.

 

  • Kosova’da Fatih Devri Eserleri- Kosova Efsaneleri, 23 Nisan Kosova Türkleri Milli Bayramı Tertipleme Kurulu, Kosova Türk Araştırmacılar Derneği, Kosova, 2009
  • Örf Adet-Gelenek-Görenekler, 23 Nisan Kosova Türkleri Milli Bayramı Tertipleme Kurulu, Prizren, Kosova Türk Araştırmacılar Derneği, Kosova 2015

 

Zeynel Beksaç

Türkiye’de Edirne’den tanıdığım ve çalışmalarını çok önemsediğim Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Engin Beksaç’ın da akrabası olan, Ressam- Yazar- Gazeteci ve ünlü bir Şair olan Zeynel Beksaç’la konferansta tanışmıştık. Ben de her zaman tanışma, gezme, söyleşi yapma aşkı var… Ben hiç durur muyum? Yoğunluğu içinde Zeynel Beksaç’ı Nafiz Rekasati’le birlikte ziyaret ediyoruz. Kendi atölyesinde onca güzel resimleri içinde, yeğeninin desteğiyle bir güzel söyleşi yapıyoruz, kültürden, sanattan, resimden, şiirden yana… Bize hem kendi dünyasını, hem de Kosova’nın kültür dünyasının kapılarını açan Zeynel Beksaç çok uzun yıllardan beri de Güzel Türkçem isimli bir dergiyi var etme gayretini gösteriyor. Aynı zamanda TRT ve diğer kanallar için söyleşiler, haberler de yapan Zeynel Beksaç Prizren’in ve tüm Kosova’ın en önemli kültür öğelerinden birisi olarak, karşımıza çıkıyor.

Neredeyse elli yıllık uzun, çok verimli çalışmaları sonucunda, sayısız ödül de alarak, çalışmalarını sürdüren Beksaç, birçok uluslar arası şiir festivalinene katılan aynı zamanda Türkiye’de de çok sevilen bir isim. Ne güzel ettim de onunla bu buluşmayı ve söyleşiyi yapabildim.

 

GÖNLÜ DAĞ YEŞİLİ GÖK MAVİSİ ÇOCUKLAR

 

Gönlü dağ yeşili gök mavisi

Çocuklar çocuklar

Dün oyuncaklarımı sizlerde gördüm

Evet

Yıllardır çalınan oyuncaklarım

Kucağınızdaydı

Çocuklar çocuklar

 

O yüzler ki bahara kokar

Çocuklar çocuklar

Dün sevincimi sizlerde gördüm

Evet

Yıllardır çalınan sevincim

Gülüşlerinizdeydi

Çocuklar çocuklar

 

(Zeynel Beksaç, Rüyalarım Çiçek Açtı, Toplu Şiirler, (1970-2014), Türkçem Yayınları, 1. Baskı: Priştine, Nisan 2014, Sayfa: 40)

 

Rufai Tekkesi

Kapısındaki yüksek bir levhadan üç dilden bir tanıtım yazısı olan Tekke buradaki tüm tekkeler gibi ışıl ışıl. “Teqja a Rufaive, Tekija Rufaija, Rufai Tekkesi, Rufais Tekke” yazıları var. Tekke kapısında yine “İslam Turukatı Alijje Dervişler Birliği – Prızren” yazısı da dikkami çekiyor. Turukatı Alijje (Ali ye) bu ibareyi Bektaşi babalarından da duyuyorum. Bizleri ise gerçek anlamıyla yüzlerinde nur olan üç genç uğurluyor. Sağ elleri kalplerinin üstünde bizleri selamlıyorlardı. Ben bu güzelliği, bu samimiyeti, tevazuyu, Türkiye’de Alevi kurumlarında görmedim dersem, Alevi kurum başkanları bana gücenmesinler. 

İç avlu yemyeşil bir çiçek bahçesi aynı zamanda bal dök yal, tertemiz. Tekke derseniz toz zerresi yok. Burası Rufai tekkesi her yer bu tarikat özgü giysi, alet, simge ve sembollerle dolu. Ama aynı zamanda burada Bektaşilik’te de olan “nefir, keşkül, teber, çerağ, post” gibi aletlerin de olduğunu görüyorum.

Nafiz Rekasati ile kentin bir başka mahallesinde olan yine güller içinde mis gibi kokan Rufai Tekkesi’ni ziyaret ediyoruz. Burada tekkenin şeyhi  bizi çok iyi karşılıyor. Ama burada ilginç bir şey söylüyor, bunu daha başka yerlerde de duymuştum. Bunu kaydetmem gerekiyor. Sizler diyor hep Bektaşi Bektaşi diyorsunuz. Güzel kardeşim bizler de Aleviyiz. Aslında hepimiz Aleviyiz. Hepimiz Ali yolundayız. On iki tarikatın tümü Alevidir. Bunlar içinde hep Bektaşiliği öne çıkarmak bizce doğru değildir. Çünkü hepsi aynıdır, eşittir. Biz de aynı ibadeti ediyoruz. Matem hepimizde matemdir. İmam Hüseyin’i sevmeyen Müslüman olabilir mi? Diye biraz da bizlere sitem ediyor. Bizlere de aynı ilgiyi gösterin, bizleri de yalnız bırakmayın, bizleri de anın diyen bu şeyhin çok bilinçli bilgili bir insan olduğu anlaşılıyor. Aynı zamanda Arnavutluk’tan gelen misafiri de kartını vererek, her zaman bizim de kapımız açıktır, buyurun gelin diyor. Bu arada Tekkeye gelen gençler içerideki Rufai Tekkesi’nin bu tarikata ait bazı eşyalarını soruyorlar. Şeyh de matemde meydanda ibadet edilmediğini, her şeyin kısıtlandığını, matemin tüm Müslümanların tutmaları gereken gerçek yas ayı olduğunu onlara da anlatıyor.

Geçen geldiğimizde de bir başka Rufai Tekkesi’nde ve diğer tüm tekkelerde bu yaklaşımı görmüştür. Kosova’daki tekkelerde büyük bir İmam Ali, On İki İmamlar ve özellikle Hz. Hüseyin sevgisi olduğunu çok net bir şekilde gördük. Tüm tarikatlar “matem” i çok iyi biliyorlar. Bir yas ayı olarak muharrem ayı boyunca birçok şeyde kısıtlamaya gidiyorlar. Onlar da eğlencenin, yemek içmenin, yasak olduğunu söylüyorlar. Abartmadan şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, Türkiye’de bazı tarikat mensuplarının duyarsızlıklarına rağmen Balkanlar’da en azından Kosova’daki tüm tarikat mensupları tekkelerde muharrem boyunca “matemdeler”.

 

Şair Suzi Çelebi Türbesi

Burada benimle ilgilenen bir can insan da Cemal Bako oldu. Kendisi aynı zamanda araştırmacı olan, gönül insanı Cemal Bako da burayı çok iyi bilen bir dostumuz. Bu şehrin en ünlü simalarından olan Şair Suzi Çelebi’nin türbesini de onunla geziyoruz. Edebiyatta etki bırakmış Şair Suzi’nin türbenin bulunduğu yer ise bakımsızlık içinde. Isırgan otları ve mantarların büyüdüğü tarihi bir taş köprü yakınlarında bir camiinin bitişiğinde türbeyi ziyaret edip, ozanlar aşkına dualarda bulunuyorum.

Yol boyu çevreden taze zate getirilmiş  ve hemen yol kenarında satılan meyve ve sebzelerin  göz alıcı canlı renkleri, bu kentin de berraklığını gösteriyor.

 

Ümmi Sinan Tekkesi (Bir Tekke Harabesi)

Ben de gezmek bir tutku. Hiçbir özelliği olmayan yollarda, sokaklarda gezmek, gezmek, gezmek… Bir yerde durmaktansa gezmek… Kapalı bir yerde durmadan gezmek… Kapalı alanlardan neden bu kadar sıkılıyorum da, sokaklarda yaşam buluyorum ben? Bunun da mutlaka ciddi nedenleri olmalı. Yine bu sefer yalnız başına daldım sokaklara. Hep caddeler, ana yollar değil, ara sokaklara da girmek gerekir, oralarda kaybolmak da gerekir diye düşünürüm hep. Yine böyle bir sokağa saptım. Ne bir yazı, ne bir tabela… Ama bir önemli tekkenin kalıntısı olduğu anlaşılan bir alana gidiyorum.  Gecekondu şeklindeki bir bina içinde üç türbe yeşil bezler altında. Ama bahçesinde ise yine büyük, sembollü, Osmanlıca elbette yazılı mezar taşlarıyla bir garip tekke kalıntısı var yanı başımda. Kimbilir hangi tekke, hangi şeyhlerin, dervişlerin türbeleri, mezarları diye merak ede ede ziyaret ediyorum. Burası bir Bektaşi Tekkesi değil, çünkü bir Bektaşi mezar taşı yok. Ama ne gam, hepsi aynı yola çıkıyor, gerçeği bilenler için. Kimisi dağılmış, kimisi demir korunaklarla ayakta kalmayı başarmış mezar taşlarına ve buradaki hüzne bakarak yoluma devam ediyorum.

Araştırmalarım sonucundu burasının çok önemli tarikatlardan Ümmi Sinan Tarikatı’na ait Ümmi Sinan Tekkesi olduğunu öğreniyorum.  Sonrasında internetten araştırınca “Prizren Ümmi Sinan Tekkesi Hicri 981” yazılı bir siteden burada yıkık bir şekilde bulunan Malkoçoğlu Baba’nın Türbesinin de bulunduğunu öğreniyorum. Aynı internet sitesinde ise tekkeyle ilgili şöyle bir bilgi veriliyor:  “ŞAİR ŞEYH ALİ, Hicri 981 Miladi 1573–74 yılında inşaatı tamamlanmış olan Gazi Mehmed Paşa camiinin giriş kapısı üzerinde duran 40x40 cm boyutunda mermere işlenmiş iki sütunda sekiz dizeli kitabenin şairidir. Şairin 1573–74 yıllarında yaşadığı ve kentin o dönemde en büyük en güzel camisi olan Gazi Mehmed Paşa camiine düşürdüğü bu tarihin kitabe olması zamanın ünlü şairlerinden olduğunun bir kanıtıdır. Prizren’de Sinani tarikatına mensup, Ümmi Sinan’dan ( Bursalı Mehmed Tahir Efendiye göre doğum yeri Prizren’dir ve 958-1551 de İstanbul’da vefat etmiştir) icazet almış ve Terzi Memi mahallesinde, Sarayboğazında tekke kurmuş bir Şeyh Ali vardır ki bugün de mezarı tekke haziresinde mevcuttur. Şeyh Ali’nin şair olduğu, keramet sahibi olduğu bilinmektedir. Onun kurduğu Sinani tekkesi, duasının kabul olmasıyla meleklerin bir gecede kazdıkları su kuyusu-pınar da Malkoç Baba, Çulli Dede ve Horoz Baba ‘nın yattığı türbe yanında bugün de mevcuttur ve ahali genellikle doğum yapamayan kadınların şifa bulması için suyundan içmektedirler.” https://www.facebook.com/UmmiSinanTekkesiHicri981/

 

Ara sokaklar gerçekten de çok canlı: fırıncısı, aşçısı, terzisi, hepsi işinin başında, yaşam hep devam edip gidiyor… Hasta olmayan, işte iyi kötü yaşayıp gidiyor diyorum kendi kendime…

 

Bir Bektaşi Tekkesi’nden Kalanlar…

Bir zamanlar bu şehirde Bektaşiler de yaşıyormuş. Bir zamanlar bu şehirde Bektaşi babaları, dervişleri de meydanlar açıp, “Hakk- Muhammet – Ali” gülbenkleriyle bu yolu burada sürdürüyorlarmış. Gerçi Raif Virmiça’ya soruları yönelttim yazılı olarak ama yanıt alamadım. Kitaplarında da rastlayamadım, buradaki Bektaşi varlığı biraz ihmal edilmiş gibi. Nihayetinde Şair Suzi Çelebi’nin türbesine yakın bir yerde kentin içinde dere kenarında türbeden geriye kalanları görme şansımız oldu. Arkasında virane büyük bir ahşap yapının da bulunduğu bu alanda gerçi “Bektaşi yapısı” denilen ve duvarları yeşil boyalı bina sağlam bir şekilde ayakta duruyor. Ama ne yazık ki, kapısı kilitli. Kimin baktığını da öğrenemedik. Yalnız dışarıda “teberük” alınacak bir yer var. Kafamda olan soru bu şimdi, Prizren’deki Bektaşiler ne oldu? Bir daha sefer bunun üzerinde daha çok duracağım.

 

Ünlü Sanatçı Aluş Nuş’u Ziyaret…

Tabii her ülkenin, her yörenin ünlüleri vardır. Aluş Nuş ismini çok duyduğumu söyleyemem ama o da benim eksikliğim. Ali Naki Horasani’nin sevgili eşinin de onu çok sevip dinlediğini,  değil sadece Kosova’da birçok ülkede de tanındığını bilmiyordum. Şimdi ise onu Nafiz Rekasati’yle birlikte ziyaret etmek bizim için mutluluk olacak.

“Sanatkârlar el öpmez, sanatkârların eli öpülür! (Atatürk) “ üst yazısı altında, yine dört dilde “Balkan Türk Müziği Derneği- Prizren / Kosova” yazılı tabelanın olduğu mütevazı daireye giriyoruz.

Derneğin giriş kapısının üstündeki afiste ise “Balkan Türk Müziği Derneğinde Yeniden Müzik Dersleri Başlıyor – ALUS NUŞ Yönetiminde, Nota (Solfej) dersleri, Türk müziği sazlarını çalma dersleri, Repertuar dersleri, Makam dersleri, Usul dersleri, Güzel ses çıkarma ve diksiyon dersleri yapılacaktır” deniliyor. İçerde türlü sazlar ve resimler var. Özellikle Türk büyüklerinin resimleri dikkat çekiyor. Ayrıca çerçeveli bir resimde ise Balkan Türk Müziğinin Piri: İsmail Dede Efendi (1778-1846) var.

İçeride çocuklara keman dersi veren Aluş Nuş bizleri büyük bir sevgi ve sevecenlikle karşılıyor. 

 

Nafiz Rekasati bir can insan olarak beni çok güzel ağırladı. Kenti gezdirdi, bu şehri tanımama vesile oldu. Sağ olsun,  var olsun. Onun iyiliğini ömür boyu unutamam…

 

Gjakova’ya (Jakova) Gidiş…

Terminalden beni uğurlayan Nafiz Rekasati’yi hüzünlü bir şekilde geride bırakırken, eski bir otobüsle daha önceden konuştuğum ve beni karşılayacağını söyleyen bu alanda efsane isimlerden Ali Naki Horasani Sultan’ın ailesine, evine, tekkesine doğru Horasani’nin oğlu Hasan Ali’yi düşünerek yola koyuluyorum. Hasan Ali beni terminalde karşılıyor. Tekke’ye uğradıktan hal hatır sorduktan sonra bu can delikanlı kentin yüksek bir yerinde beni yemeğe götürüyor.

Ne de çok seviyordum Ali Naki Horasani’yi… Hani sağlığında Jakova’daki Tekkeyi ziyaret edip onu yaşadığı mekânda görmek bir güzel mutluluk anıydı. Onun coşkulu konuşması halen kulaklarımda. Cem Vakfı’nın düzenlediği ve Hüseyin Karakuş’un organize ettiği bir gezide de onun aynı zamanda ailesiyle yaşadığı bir mekân olan Kadiri Tekkesi’nde o gece kalsaydık kim bilir bizlere daha neler neler anlatacaktı. Her zaman için beni kucaklarını açmış bir şekilde bekleyen Ali Naki Horasani’den daha derleyeceğim çok şey vardı. İstanbul’da birçok kez söyleşi yaptığım, Cem Radyo’da, Cem Tv.’de programlarıma da çıkardığım bu can insanla kendi mekânında da birkaç gün kalmayı çok isterdim. Bunu gerçekleştiremedim ne de cenazesine katılabildim. Bu kadar bu kültürün içinde olduğum halde Reşat Bardi Dedebaba’nın cenaze merasimine de gidememiştim. Hep yeisler, hep hayıflanmalar, hep engeller…

Onunla şöyle şehrin sokaklarında gezip, gelip evde o hoş sohbetini dinlemek… Ne güzel olurdu. Ama onun hatıraları, anıları, varlığı her yerde.

İki sene önce Abidin Harman Baba’yla buraya gelmiş, bu kentin havasını solumuş, Ali Naki Horasani’yi ruhumuzda hissetmiştik.

İki yıl sonra yine aynı aşkla beni karşılayan bu güzel insanlara ulaşmak, Okyanusun ortasında bir ada bulmuş gibi, onlarla Türkçe konuşmak büyük şansımız. Evet, burası çok güzel ama bizde Arnavutça yok. O yüzden burada Türk bulmak, Türkçe konuşan bu canlarla can olmak tam bir ayrıcalık.

Hasan Ali’yle hasret gideriyoruz. O da babasının bizlere büyük sevginin mirasını taşıyan birisi olarak bana ev sahipliği yapıyor. Sıkıntılarına rağmen, sağlık sorunlarına rağmen benimle birkaç yere kendi kullandığı arabayla gidiyor. Bu çok büyük bir özveri. Onun da iyiliğini ömür boyu unutamam. Ona minnettarım.

Herhangi bir yerden destek almadan, çok düşük bir bütçeyle mucizeler yaratarak bu yolda ilerlemeye çalışıyorum. Ama Hasan Ali bu gezilerin kendisi için de çok iyi ve önemli olduğunu söylüyor. Çok iyi bir ikili oluyoruz.  Sarı Saltuk Sultan gibi, bir yol içinde ilerleyip bir güzel kısa gezi yapmaya karar veriyoruz.

 

Hasan Ali Horasani’yle Geziler…

 

İpek (Pec) – Köşk Köyü (Sarı Saltuk Türbesi

 

Ben yol delisiyim. Hem yoluma bağlıyım, hem de yollardayım. Herhalde işinden dolayı binlerce km. giden Tır ve kamyon şoförleriyle de söyleşiler yapmalıyım. Bakalım bakalım onlar işlerinden dolayı ve zorunlu olarak bu işi yaparlarken, ben de bir gün onlara katılsam, örneğin ABD’yi, Sibirya’yı, Avusturalya’yı baştan başa kat’etsem nasıl olur? Ben sıkılmayacağıma inanıyorum. Onların hangi duygular içinde olduklarını merak ediyorum.

Ne kadar gidersem gideyim yollar bana mutluluk veriyor. Bir de ucunda gerçekten keşifler, yeni şehirler, insanlar, tekkeler, türbeler olunca buna ne denir.

Sayısız insana sora sora, gide gide, Pec yani bizim İpek’te bulamadığımız Sarı Saltuk türbesini bulmak benzersiz bir mutluluk kaynağı oluyor. Çünkü hem çok zorlandık, hem de burada Sarı Saltuk’u bulduk. Gerisi ne gam.

Türbe İpek kentinde Köşk Köyü’nde. İpek Priştine Yolu üstünde. İpek çıkışında Priştini’ye girişte sağdan 1. Köy. Türbe yol kenarında.  Gidecekler için yine de yazayım iki alış – veriş merkezi var onlara bakılarak bulunabilir: Dovilli Corporation ve Proton’a çok yakın. Bulması çok zor çünkü türbe tümüyle bir küçük tek oda gecekondu kulübe şeklinde yoldan görülmeyen içte kalan bir yapı. Kiremitli, beyaz boyalı, kapısı yeşil önünde tek bir mezar olan yapı. Bina kilitli ama içinde yeşil örtülü türbe görülüyor. Kapısındaki mezarda ise siyah mermer üzerine yazılı  “Muharrem” ismi okunuyor. Türbenin önünde bir ağaç var. Halen bir mumun yanmaya devam ettiği ve bir örülü ip parçasının da bulunduğu türbe bahçeli üç katlı büyük bir binanın önünde.

 

İpek (Pec)

Kent çok tarihi bir yapı özelliği gösteriyor. İstanbul isimli bir restoranda “Karadeniz pidesi” yiyoruz. Büyük bir mezarlığı olan kentte taş binalar dikkatimi çekiyor. Bir zamanlar Türklerin yoğun yaşadığı şimdilerde nüfusları çok azalsa da varlığı bilinen Türklerin de izlerinin bulunduğu  kentte çarşıyı, camiyi, geziyoruz. Uzaktan bir başka yol boyunca uzanan büyük ağaçlara gözüm takılıyor. Bir başka zaman burada da daha fazla kalmam gerekiyor diyorum.

Bulazade Hasan Paşa Camii gerçekten önemli bir tarihi eser. Kapısının üstünde Osmanlıca kitabesi sağlam olarak duran ve üzerine kabartmalı iki ay yıldız bulunan taş ve mermerden kapısı geçmişin ihtişamını bize hatırlatıyor.  Bahçesi tertemiz olan camiinin avlusunda çok iyi korunmuş tarihi mezar taşları geçmişin büyük yadigarları olarak gelenleri karşılıyor. Caminin  kapısında Sefer Sene 1278 yazılı.  Caminin yakınında ise bir hamam var.  Bir mermer levhada, “ The Haxnı Beut Hamam – Hamamı I Haxhı Beut” yazılı.

 

Şeyh Osman Tekkesi

Balkanlar’da aynen Anadolu’da olduğu gibi sayısız tekke farklı tarikat mensuplarınca bazen ortaklaşa kullanılmış, bazen de postnişinler, babalar, şeyhler değiştikçe tekkenin de kimliği değişmiş; bazen Kadiri, bazen Rufai, bazen Bektaşi tekkesi olarak karşımıza çıkan bir yapı oluşmuş. Bu çok yadırganın bir şey değil aslında. Çünkü aynı tarikat içinde bile zaman zaman tekkenin kullanımı konusunda ciddi anlaşmazlıklar çıkabilmiş. Bu hep yaşanan bir olgu.

Bektaşi tekkelerinin başına gelenler ise çok kaba olacak ama “pişmiş tavuğun başına” gelmemiş şeylerdir. Belki de Balkanlar’daki birçok tekke Bektaşi mezar taşı olsun/ olmasın zamanında Bektaşi Tekkesiydi. Zamanla onlara el konuldu, yıkıldıktan sonra onarılıp başkaları tarafından sahiplenildi, Bektaşiler gidince, yasaklı olunca başkaları tarafından işgal edildi, el konuldu. Bektaşiler bu konuda birçok büyük trajediyi yaşarlarken onların inanç ve ibadet- kültür mekânları da aynı akıbeti yaşadı. Ama ne mutlu ki, halen Balkanlar’da her türlü gayrete rağmen Dinbaz gericilik tekkeleri, camileri, dini yapıları ele geçiremedi. Buradaki insanlar büyük bir hoşgörüyle birbirlerini kabul edip, kucaklayabiliyorlar. Yani Bektaşiler her türlü kara propagandaya rağmen hala saygıyla anılan insanlar. Bektaşilik de bir tarikat olarak saygı duyulan bir dini yapı olarak belleklerdeki yerini koruyabiliyor. Onların da tekkeleri, inançları, gelenekleri, babaları, dervişleri oldukları kabul ediliyor.

Daha önce Prizren’de Rehber/Öğretmen Afrim Topçu’dan da bilgi aldığımız Şeyh Osman Tekkesi’ne varıyoruz. Sayın Topçu burada bir zaman yaşayan Şeyh Kamber’in Bektaşi olduğunu 1956 sonuna kadar tekkede zikir çektiğini anlatmıştı.

İpek ‘in içinde büyük mezarlığın hemen kenarında, yenilenmiş bir tekke bu tekke. Türbe veya üzeri kapalı hazire denilecek mezarlığın olduğu 2 ayrı bina var. 1. Bölümde 5 mezar var. Ama burada 6 kişi yatıyormuş. (Bir mezarda iki kişi varmış). 2.  Bölümde 5 mezar var. 3. Binada Meydan, Semazane, ilk giriş odası var.  Burası tertemiz, ışıl ışıl. Aynı zamanda duvarlarda burada hizmet görmüş veya burayla ilgili bazı şeyhlerin resimleri var. En önemli emanetlerden birisi bir şamdan iken üç adet şeyh başlığı dikkatimi çekiyor. Bunlar en az elli altmış yıllık.

Bizleri büyük bir sevecenlikle karşılayan ve Arnavutça konuşan Şeyh Sabidin’in kendi konuşmasında “cem” lafını duydum. “meydan, semazane” konuşmasında geçiyor. Bizleri çok içten karşılayan, güler yüzlü Şeyh Sabidin (Abidin) Süka’dan, Hasan Ali canımın çevirisiyle aldığım bilgiler şu şekildeydi.

 

Şeyh Sabidin

28. 01. 1967 doğumlu. Doğma büyüme İpek’li. Babası tekkenin son şeyhi Şeyh (Şadiye söyleniyor) Abidin 07. 02. 2002’de Hakk’a yürümüş. Kendileri ve Tekke Kadiriliğin Zincirli Kolu’na mensupmuş. Annesi Türkçe biliyormuş, altı ay önce Hakk’a yürümüş.

Bu tekke; 1904’de Türkiye’den gelen Hacı Şeyh Osman Çardaklı isimli birisi tarafından kurulmuş. Kendisinin fotoğrafı yokmuş. 1929 veya 1932 tarihinde ölmüş.

2. Şeyh ise Hacı Şeyh Kaber imiş. (Yukarıda ismini zikrettiğimiz baba.) 12 Nisan 1971’de Hakk’a yürümüş.

3.  Şeyh Sabidin’in kendi babası Şeyh Abidin.

4. Kendisi ise şeyhliği kabul etmiş. Ama kendisi tam şeyh ilan edilmemiş. Kendisinin de bağlı olduğu Prizren’deki Tekke tarafından atanacakmış.

Buraya yakın bir türbe daha varmış. Bunlar 2 uzun dervişmişler. Bunlar da Ceylani Vilayeti’nden gelmişler. Abdülkadir Geylani’nin doğum yeri Bağdat yakınlarından buraya gelmişler.

Şeyh Sabidin konuşmasını şöyle sürdürüyor: Tekke de bizler zikir yapıyoruz. Zikirleri cumaları yapıyoruz. Buradaki insanlarımızın çoğu yurt dışına gittiği için burada sayımız azaldı.

Bizim “muhipler – aşıklar” ibadetlerine devam ediyorlar. Bizler namazı da, ramazanı da, muharremi de biliriz.

İlk önce aşık olacaksın, muhip olacaksın, sonra derviş olacaksın. Şeyhin oğluna Şeyhzade, deniliyor. Sevgili okurlar bunlar Şeyh Sabidin’in kendi konuşmaları.

Burada ana giriş kapısının hemen yanında Şeyh Osman’ın kabri var. Ama aynı kabir içinde yine başka bir yerden getirilen Şeyh Selim’in kabri yan yana birlikte konulmuş. İki mezarda bir baş konulmuş.

2. sıradaki mezarda Şeyh Kamber yatıyormuş. 3.’de Baba Luş (Şeyh Osman’ın kardeşiymiş) yatıyor. Arkasında Derviş Yazuka (Bu da Şeyh Osman zamanında zikir yaparken ölmüş, buraya konulmuş) yatıyor. 5. ‘de Şeyh Kamber’in oğlu Enver yatıyormuş.

2. Oda’da, bölümde, Pencere kenarında büyük boy mezarlıkta Şeyh “Zeynel Abidin” yatıyor (Şeyh Kamber’in oğlu). Diğer yerde ise Şeyh Osman’ın çocukları yatıyormuş. “Evlad-ı Osman”lar yatıyormuş.

Ayrıca bu kentte Süleyman Tekkesi, Halveti Tekkesi, Rufai Tekkesi de varmış. Buradaki Mevleviler ise Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’ye göç etmişler.

Şeyh Kamber (Şeyh Osman) Tekkesi, Ruga, Remzi Hasani, No: 43, İpek’de bulunuyor. P.K. 30.000

 

Aynı akşam bizler Jakova’ya dönmek istiyoruz. Acele etsek de akşama kalıyoruz. Hem gelirken, hem giderken benim gözüm hep yollarda. Türbe, mezarlık gibi şeylere bakıyorum.

Dönüşte ise yine yol kenarında yeni bir binanın içindeki bir türbeyi ziyaret ediyoruz. Türbenin hemen yakınında ise bir su kuyusu dikkatimi çekiyor. Tüm Balkanlar bir türbe cenneti adeta, her yerde onarılmış, tamir edilmiş, çevresi demir çitlerle çevrilmiş sayısız türbeye rastlamanız olası.

 

Bir Başka Sarı Saltuk Makamı

Yine sora sora köyleri geçiyoruz. Yöreden bir kişinin yardımıyla Sarı Saltuk’un bir makamına daha ulaşıyoruz. Jakova’ya 15. Uzakta bir makam. Prilep Köyü’nde bir dere kenarında. Savaşta yıkılmış. Köyün mezarlığına yakın, mezarlığın karşı tarafında. İçinde türbe olmayan, tahminen 1 metre kadar taşla örülmüş,  içi boş, türbeyle ilgili herhangi bir emarenin olmadığı çerağ yakılan bir yer var.

 

Gjakova’da Geziler

Birkaç gün kaldığım Jakova’da kendi evim olarak gördüğüm Horasani ailesinin yaşadığı tekkede kendi evimdeymiş gibi çok rahat ediyorum. Kenti baştanbaşa geziyorum.

2013’de buraya yaptığım gezinin notlarında Gjakova ile ilgili izlenimlerimi paylaşmaya çalışmıştım.

Bu sefer Hasan Ali’nin de bulunduğu gezilerde kenti hayli gezdim. Hatta kenti yalnız başıma da gezdim, yaşadım. Burası gerçekten de Anadolu’daki geleneksel haliyle yaşayan, modern binaların kuşatmasını hala yaşamayan bir kasaba güzelliğinde kent. Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi burası her tarafı çöplerle dolu bir yer değil. Şimdilerde Avrupa kentleriyle yarışma gayretinde yol alan Türkiye’deki kentler gibi değil elbette ama yine de hadi diyelim ki, Türkiye’dekilere yakın bir çevre temizliğine yakınlar. Bir kere sokaklar var… Sokaklar da mütevazı evler, camiler, köprüler, taş binalar, aman aman çok önem verilmese de tarihi yapılar… Ben gezme delisiyim, araya araya ne bulacaksın? Deseler ne yanıt verebilirim ki? Deresini, dere kenarlarını, ağaçlarını, tüm camilerini, türbelerini, varsa kentin tüm dini yapılarını, eski tarihi yerleri gezme hastalığım olduğu için burada da adım adım, sanki kırk yıldır burada yaşamışım gibi, sokak sokak Gjakova’yı yani Jakova yazılsa da telafuzuyla Yakova’yı… Okunsa araştırılsa eminim ki tüm dünya kentleri gibi, elbette özellikle Avrupa’da olduğu gibi, tüm Balkanlar’da da bir tarihi varlığı çıkar bu kentin. Ama görüyorum ki yine Türkiye burada da kendisini hissettiriyor. TİKA’nın tamir ettiği yine tarihi bir yapıya denk gelmek sürpriz değil. Birçok tarikatın tekkesi ise tertemiz bahçeleriyle her gelen misafiri içtenlikle ağırlamak cömertliğinde. Bahçeleri, avluları, varsa türbe ve mezarlıkları çok mu çok temiz yani çok bakımlı. Tipik ne demekse şimdi açıklayabilecek bir bilgim yok ama cumbasıyla, ahşap ağırlıklı, kiremitli çatılarıyla tüm Anadolu’da çok yaygın olan “konak” şeklinde birçok binayla karşılaşıyorum. Bunlardan birisi “Hani Haraçise” isimli iç avlusu çok mu çok geniş bir bina. Bir restoran olarak hizmet veren bu görülmeye değer yapının içinde yakılmak için büyük büyük kesilmiş tomruk şeklinde ağaçlar, yine ağaç direklerlerden sarkmış soğan sarımsak, biber halkaları, büyük büyük kabaklar… Çok şirin bir bina. Ara sokaklardan geçip alış – veriş yapılan sokaklara dalıyorum… Berberler, özellikle çocuk kıyafeti satan dükkanlar… Derken merkezi bir yerde taştan uzun kare şeklinde uzayıp giden saat kulesi. En güzeli ise bu saat kulesinin temel taşlarının üzerindeki taşa oyulmuş bir şekilde yer alan Ay Yıldız. Hemen yanındaki taşta ise, evreninin iç içe geçmişliğini simgelediğini tahmin ettiğim bir yuvarlak kabarta daha. Yapımı süren yeni binalar, oteller, yeşili korunmuş küçük parklar, dere üzerinde küçük köprüler… Böyle gezerken “ TEQJA e Shejh Zejnelabedinit (Baba Tebdil) Shejh Eminet – TARIRATI – SA’ADI” yazılı bir binaya denk geliyorum. Elbette Sadi Tekkesi burası. İç avluya girdiğiniz anda, özenle temizlenmiş bir yerle karşılaşıyorsunuz. Türbe pervazları yeşille boyanmış. On İki mum konulan ve on iki ince çubuk demirle yapılmış uzunca bir Şamdan şeklinde bir aletin yanında taştan bir hoca kavuğu var. Şadırvandaki çeşmelerin başı ise arslandan yapılmış. İçeriye girebilsem de, ortalıkta kimse yok ve tapılar kilitli. Ama çiçekler ve ortalığın ışıl ışıl olması benim dikkatimi çekiyor. Ben bir kapı hastası olarak kentteki kapılara bakıyorum elbette ki, onları fotoğraflıyorum. Yeni binaların, eski binaların, yıkılmış binaların kapılarını çekiyorum. Kapının hem yapılar da, hem de yaşamda çok önemli olduğuna inanıyorum. Burada gördüğüm, büyük ahşap kapıların bir zamanlar buranın temel karakteriksel bir özelliği olduğu, eski binaların hemen tümünün bir bahçesi ve onu sokaktan ayıran büyük bir duvarın ve onun da ortasında büyük geniş ahşap kapıların olduğu şeklinde oluyor. Bu da Anadolu’da gördüğüm bir husustu. Yine Osmanlı’dan kaldığına inandığım okul ve kışla şeklinde bir büyük bina, çok eski bir camii, yine bu sefer çok büyük boy yine kapının olduğu tarihi bir yapı görüyorum. Şimdi düşününce Tetova’da da, bu tip binaların, duvarların ve kapıların ne kadar yaygın olduğunu hatırlıyorum. “Nori Market” önüne bakıyorum: kasalarda marul ve diğer yeşillikler, göbekli lahana, farklı türden kapaklar, soğan, gazeteler… “Tourist Information” yazılı bir küçük dükkan şeklindeki binanın önünde üç bisiklet ve ahap arastadan sallanan bir büyük saat var… Sigara içmekten bıyıkları sararmış, elinde bastonu, köstekli saati, naylon ayakkabılarıyla eli açık bir “derviş baba” şeklinde bir Arnavutla karşılaşıyorum. Mermerden yapılmış üzerinde çeşitli motiflerin bulunduğu mezar taşlarıyla ve daha eski mazarlarla dolu bahçesi yeşillikler içinde büyük bir camiye giden az sayıda Arnavut’u bekleyen dilenciler üç beş kuruş alma umudunda kapıda namazın sonunu bekliyorlar. Bu caminin yanında bir binanın girip kapısının yanındaki duvarda ise ilginç bir tabela dikkatimi çekiyor. “ Bashkesıa Islame e Kosoves Keshıllı Bashkesıse İslame – Gjakove”, “This Buıldıng ıs Reconstructed By Saud Joint Relief Commıtteee For Kosova”

Çarşıdaki gezimi sürdürüyorum. Bir terzi beni dükkânına davet ediyor, çay ikram ediyor. Duvarda ise büyük boy bir resim var. Bunun kendisi olduğunu söylüyor. Resimde kovboy kılığında genç bir delikanlı var… Yanındaki resimlerle tezat oluştursa da ne gam! Gönül bu. Demek ki küçükken böyle bir özlemin çocukluğunu yaşamış yaşlı Arnavut terzi. O resmin yanında ise çeşitli şeyhlerin resimleri var. Terzini dükkânında Vefa Cemal Karahoda’nın yazdığı bir kitap var. “NJe Mıstori E Smkurter e Tete Teqeve Dhe Tarikateve (1455-2003). Bu kitapta tekke ve camilerin resimleri var. Terzi amaca bana kitaptan türbeleri ve tekkeleri gösteriyor. Bana candan davranan bu güzel insanı bırakıp yine sokaklara dalıyorum.

Hasan Ali ile birlikte, Aziz Lila Sokağında ziyaret ettiğimiz bir tekke de ise, Prizren’deki tekkelerdeki ilgiyi görüyorum. Demek ki sözlerim boş değil, burada yobaz dinbazlık girmese hala tekkelerin güzellikleri mevcut. Bizleri karşılayan şeyhin oğlu bizlere candan davranıyor. Bu tekkede de yine hemen tüm tekkelerde gördüğüm ve birçok insanın şaşıracağı şeyleri görüyorum: şamdan, haydari yeleği, Zülfikar, “Baba Rexhebi - Mıstıcızma Islame The Bektashızma, Nehcül Belaga, Yunus Emre, Hadıkaı Suada, Divani Ali…”  kitapları. Bunlara bakan yahu birası Bektaşi Tekkesiymiş diyebilir. Ama değil. Bunun yanında çok büyük samimiyet ve sadelik var; hala “lüküs lamba”, ahşap bir küçük masa üstünde “küllük”, çok mütevazı bir küçük ocaklıkta kahve fincanları, sohbet odası… Ama her yerde olduğu gibi çok mu çok temiz bir ortam. Temizlik ana unsur gibi. Bir de çiçekler, bahçe kültürü. Bunlara çok mu çok seviniyorum.

Her şey gözümde canlanıyor. Buradaki tekkede de, diğerlerinde olduğu gibi ibadetten yani namazdan sonra, zikir, sohbet – muhabbet, yarenleşme temel inanç ve kültür yapısı. Her şeyden önce bir samimiyet görüyorum.

Buraları gördükten sonra tek ama tek dileğim, yobazlığın, insanları birbirlerine düşüren fanatikliğin bu tekkelere girmemesi.

 

Jakova Bektaşi Tekkesi ve Mümin Lama Baba

Bir gün daha önce de ziyaret ettiğim Bektaşi Tekkesi’ni ve buranın görevli babası Mümin Lama’yı makında ziyaret ediyoruz. Bir önceki gelişimizde (2013) yine Ali Naki Horasa’nin damadı bizi gezdirmişti. Şimdi de yine Ali Naki Horasani’nin oğlu Hasan Ali bize mihmandarlık yapıyor. Bizi her zamanki gibi candan karşılayan Mümin Lama Baba’yla bir söyleşi yapıyorum.  Dergahı daha ayrıntılarıyla fotoğraflıyorum.

Tekkenin sağlam yapılmış beyaz badanayla boyanmış yaklaşık iki metrelik dış duvarı, ahşap büyük kapısının yanında bir levhada, kabartmalı yeşil renkli iki köşeli Bektaşi Simgesi altında “Komuniteti Bektashıan Gjyshata E Kosoves GJakove” yazısı var. Kosova Yakova Bektaşiler Merkezi’ne niyaz ederek giriyoruz. İç avlu yeşillik, kasımpatı, aslanağzı gibi çiçekler  ve selvi ağaçlarının da olduğu bir küçük bahçe. İki katlı tekkenin ilk giriş holü duvarlarda resimler, heykeller  (Baba Qazım Bakalli ( 03. 01. 1880- 15. 02. 1981) ile Sami Frasheri ve Abdyl Frasheri),  bir tarihi çalar saat,  tüm duvarlarda İmam Ali, İmam Hüseyin, Hacı Bektaş, Pir Balım Sultan ve özellikle Bektaşi babalarının resimleriyle birlikte, büyük boy çiçekler ve temizliğiyle sizi karşılıyor.  Mutfak ise ışıl ışıl ve duvarlarında duvar halıları var: deve kervanı,  Kerbela,  yine Kerbela’yı simgeleyen bir mücedale resmi,  Hacı Bektaş, Hz. Ali, Geyikler,

Alt katta “Baballaret Qe Sherbyer Ne Teqene e GJakoves – 1790/1994” yazılı bir büyük levhada yazının altında burada hizmet yürütmüş babaların resimleri mevcut. Daha alttaki çerçeveli resimlerde ise Sırp baskınıyla tekkenin yıkılması/ yakılması ve onarımıyla bugünkü haline gelmesi anlatılıyor.

Tavanda büyük bir avizeli lamba salonun ortasına doğru sarkıyor. Alttaki tüm odalar ana hole açılıyor. Mihmanların kabul edildiği salon, mutfak, misafir odası bu katta. Merdivenlerle çıkılan ve çepeçevre trabzanlarla çevrili alt kata geniş boşluğuyla katılan üst katta, kütüphane, yatakhane, meydanevi, balkona açılan kapısıyla aynı zamanda “Dhome Per Mysafıre” diyerek tüm misafirleri bekleyen bir yapı özelliğini gösteriyor.

Üst katta aynı zamanda emekli öğretmen olan Mümin Lama’nın ve Bektaşiliğin de bir özelliği olmak üzere çok temiz ve titiz bir şekilde düzenlenmiş odaları gezmek bir büyük zevk. Mümin Lama’nın çalışma odasında çok güzel haritalar göze çarpıyor. Zengin bir kitaplığı da olan bu bölümün karşısında ise “ her zaman Türkiye’deki can dostları bekleriz” dedikleri misafirhane mevcut.

Üzeri kapalı hazirenin (yani burada hizmet etmiş inanç önderi baba ve dervişlerin bulunduğu mezarlığın) giriş kapısının üst tarafında her iki yönde on iki köşeli teslim taşı simgesi ve altında helezon şeklinde simge ile yine tam ortada bu sefer oyulmuş değil kahverenginde yerleştirilmiş yine teslim taşı onun üstünde ise Osmanlıca veya Arapça /Farsça bir Kitabe bulunuyor., daha atta yani ortada bel hizasında daha büyük boyutta oyulmuş her iki yanda yine teslim taşları var. 

İçeride 7 adet yeşil örtüyle örtülmüş mezar bulunuyor.

Hz. Ali’nin resimleri, bir köşede mumların konulduğu mermerden bir sehpa, “Bütün hataların kaynağı, dünya sevgisi, Bütün fitnelerin kaynağı da, zekat ve öşrü vermemektir” şeklinde  yazılıp camla kaplanmış bir yazı var. Qerbelaja yazılı Kerbela’yı simgeleyen cam içinde bir resim,  bir Kabe Resmi,

Teker teker başlarında fotoğrafları asılı olan bu Tekke’de yazan büyük zatlar ise şu şekildedir:

Bu yörenin belki son dönemde yaşamış en ünlü babası Baba Qazımı (Kazım), Baba Hamza,  Haxhı Adem Baba Plaku,  Haxhı Adem Vexh-Hı Baba,  Baba Hafız, Baba Shemsı, Baba Aydurrahman.

Bu baba erenlerin resimleri tekke binası içinde de irili ufaklı bir şekilde her köşede mevcut.

 

Kadiri Tekkesi

Ali Naki Horasani’nin şeyhliğini yaptığı tekkede şimdi ailesi kalıyor. Hasan Ali somut olarak şeyhlik yapmasa da aslında genel beklenti onun da bu işlere el atması.

En son 2013 yılında Cem Vakfı tarafından organize edilen bir Balkan turunda büyük zahmetlerle bulduğumuz ve gece yarısı olduğu halde ulaştığımız bu tekkede kalmamız için Ali Naki Horasani ne kadar da ısrar etmişti. Ben sizi rahat ettiririm, yediririm, içiririm, burada mahrum olmazsınız, otel de var gelin gitmeyin bu gece yarısı o yollara, Üsküp’e daha çok yol var, sohbet edelim dese de, rahatına düşkün sözde Balkanlar’daki Tekkeleri gezmek için yola çıkanlar içindeki bazı “huylular” burada kalmak istemedikleri için erken ayrılmıştık tekkeden.

Tüm bunları hatırladım elbette ki buraya girince. İki katlı ince tuğladan yapılmış bu büyük binanın giriş kapısından sonra iç avlu ve diğer binalara geçen bir başka kapı daha var. İlk girişten sonra solda şimdi salon olarak kullanılan bir kabul salonu var. Sağda ise muhabbetlerin de yapıldığı, Ali Naki Horasani’nin bizleri kabul ettiği geniş salon yer alıyor. Her iki salonda da duvarlar resimlerle, her taraf kitap ve tesbihlerle dolu. Bir kere hem Balkanları hem de Ali Naki Horasani’yi resmeden bir görüntü var burada. Aslında hani Mevlana’nın dediği gibi: “ Gel ne olursan ol gel, umutsuzluk kapısı değil bu kapı, nasılsan öyle gel” dediği gibi bir yer burası. Alevi Sünni, Şii, Hıristiyan, Mecusi… hangi inançtan, dinden olursan ol, burada kabul ediliyorsun. Zaten kendisi bir Kadiri Şeyhi olsa da, biz kendisini bir Alevi Dedesi, Bir Bektaşi Önderi olarak kabul etmemizin altında Ali Naki Horasani’nin Balkanların havasını çok iyi yansıtan birleştirici, kucaklayıcı kimliği etkili olmuştu. İşte her tarafta onun anıları ve bu hoşgörünün izleri var.

Ali Naki Horasani’nin ailesi ve izlenimlerimi 2013’deki yazımda yazmıştım. İşte bu gelişimde de durum tümüyle aynı. Burada aynı candanlıkla, sıcaklıkla karşılanıp aileden birisi olarak ağırlandım.

Duvarlardaki resimlerde neler yok ki! Ali Naki Horasani’nin ziyaretlerinden resimler ve buraya gelen konukların resimleri, Ahmet Davutoğlu da var, Ali Kılıç da. Duvarda Veysel Karani’nin tablosu da var, Sivas kıyımında yitirdiklerimizin resimleri de. Ama aynı zamanda Osmanlı turası da var. On İki İmamlar, Hz. Ali, Kerbela resimleri artık onlar tüm tekkelerde görebildiğimiz resimler. Postlar var, çerağlar yani şamdanlıklar var. Her taraf tertemiz.

Bir okul binasının yanında olan tekke ana yol kenarında. İç avluda yeşile boyanmış işlevini kaybetmiş bir şadırvan var. İç avluda aile bireylerinin de kaldığı, bazı mutfak işlerinin yapıldığı muslukların da olduğu, çok geniş bir salona açılan kapı ve yine dışarıda şimdilerde Hasan Ali’nin kaldığı odaya da giden ağaç trabzanlarla üst kattaki odalara açılan bir merdiven var.

Yine iç avludan ulaşılan yolla, üç mezarın olduğu bir bağımsız bir binaya da açılıyor. İçeride ziyaret ettiğim mezarların ortasındaki Ali Naki Horasani’ye ait. Ağaç tomrukları ve dışarıda bina köşesinde siyah mermeri üzerinde resmi ve “Rexep Hallbahı “1871-1947” yazılı bir mezar da mevcut.

Oldukça geniş bir mekân burası.

 

ARNAVUTLUK

Tiran’a Varış…

Nihayetinde beni Hasan Ali bir otobüsle Arnavutluk Tiran’a uğurladı. İçimde her zaman olduğu gibi garip duygular… Bir yanda hüzün, bir yanda merak, bir yanda sevinç. Eski mi eski bir otobüsle uzun saatler süren yolculukta neler neler görmedim ki! Ama en çok dağlık, vadilik arazinin yaban güzelliği beni etkiledi. Gerçekten de dünyanın her coğrafyası gibi Balkanlar’da adım adım gezilse insanı hayretlere düşürecek farklılıkta bir tabiata sahip.

Sonuçta nihayet Tiran’a varıyorum. Yalnız yalvarmama rağmen şoförün, bayan yolcuları tuvalet ihtiyacı için indirirken, beni indirmemesine, beni sancıdan kıvrandırmasına asla asla anlam veremiyorum. O da yaşadığım sıkıntıları yaşayasın, demekten başka bir şey elimden gelmiyor. Balkanlar burası, insanın başına gerçekten çok tuhaf şeyler gelebilir. Tabiatı benzersiz olan bu coğrafyada insanlar da yeryüzünün toplamında karşılaşılabilecek insanlar kadar farklı karakterdedirler diye düşünüyorum.

Nihayet artık tahammülün en son sınırında da son durak olarak durulan bir kafeteryada inip de Türkiye’dekileri her zaman aratan tuvalete kavuşmak, çölde suya kavuşmak gibi geliyor. Neyse ki beni engelleyen bir şey yok. Dışarıda hafif bir yağmur yağıyor, ben ise mutlulukla kahvemi içiyorum, sabahın köründe tıklım tıklım olan ve gençlerle dolup taşan “kafede”…

 

Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi

Arnavutluk’taki merkezimiz olan ana binaya kendimi atıyorum. Çantalar bana tonlarca kilo gibi geliyor. Bir türlü kiloları atamadığım gibi, bu yükleri de atamıyorum. Bir gün bu yük taşıma çilesi azalabilecek miyim acaba, diye kendi kendime çok soruyorum. Kafayı değiştirmede çok muhafazakâr olduğum için bu yedek yedek diye gereğinden fazla kıyafetleri azaltmasam daha çok çile çekeceğim, diyorum. Neymiş efendim? Terliyorum, yıkamak zor olur, sık seyahat ediyorum, ne yapayım yedek yedek çamaşırları yanıma alıyorum! İyi de sen bunun tedbirini al, yol ve yöntemini bul, bu valizleri yarıya indir Ayhan Aydın! Yoksa bu halinde her zaman bir yerlere gidemezsin de, diyorum kendi kendime.

Batı Balkanlar’ın Balım Sultan Erkanı sürdüren, Babagan Bektaşi Kolu’nun buradaki inanç önderi Edmond Brahimaj’a yani Baba Mondi’ye niyazımızı yapıyoruz.

Derviş adayı Hüseyin’e zaten daha önce haber vermiştim geleceğimi. Burada da ben huzur buluyorum. Yola hizmet etmiş, dedebabaların türbeye dönüşen kabirde de olsalar varlıkları beni mutlu ediyor. Bakıyorum da bahçe gerçekten de bir dergâhın sahip olacağı büyüklükte bir bahçe. Bu kadar zeytin ağacının bulunması bile başlı başına bir şans. Yeni binalar yanında eski ve yıkılacağı söylenen iki binadan birisi bir nevi konaklama evi. Ama gerçekten de burada kalmak da zor. Ben burada kaldığım zamanlar da ya çok üşüdüm, ya da sıcaktan yatamadım. Banyo tuvalet bölümleri bir felaket. Mutfak bölümü hizmet veriyor. Hüseyin Can da burada kalıyor. Bir odayı kendince düzenlemiş durumda. Dergâh içinde dergi ve kitapların yayına hazırlandığı bir küçük bina daha var.

Benim tüm amacım Arnavutluk’taki farklı yörelerde bulunan türbeleri ziyaret edebilmek. Ama bütçem çok sınırlı. Bir araba ayarlayıp bir hafta boyunca gezip buraları görsem ne güzel olur! Ama ancak iki günlük bir gezi yapabileceğimiz anlaşılıyor. Hüseyin Can bir genç şoför ayarlıyor. Yöreyi bilen, iyi araba kullanan bu genç arkadaşla yollara düşüyoruz. Ben ise öyle mutluyum ki! Çocuklar gibi şenim. Yahu gerçekten bu ne aşk, bu ne sevgi!

Ama neşelenmemek elde mi? Yeryüzünde görmediğim yeni yerler göreceğim. Ama bu geziyi daha da güzel kılan. Balkanlar’daki Bektaşi yerleşimlerini, en azından inanç merkezlerini gezebilme şansına ulaşmamdır. Arnavutluk sadece Tiran’dan ibaret değil. Dediğim gibi diğer “Tekkeleri” de görmek isterdim ama bu gezide görebildiğim yerler aşağıdaki gibidir. İzlenimlerimi değerli okurlarımla paylaşıyorum. Ama abartıyor demeyin, Arnavutluk beni de çok şaşırttı! Burası ne güzel, ne yaman, ne keşfedilmeyi bekleyen “yedi harikayı” kendinde barındıran bir ülkeymiş böyle. Dağlar var, nerdeyse bin yıllık ağaçların olduğu ormanlar var, dereler var, vadiler var, ovalar var, deniz kıyısı martı çığlığında benzersiz, ben doyamadığım gittim bu coğrafyaya…

Arnavutluk ise bir inciymiş de ben bilmiyormuşum.

Bu sefer Tiran’ı bir başka açıdan göreceğim şekilde bir başka yoldan kentten çıkıyoruz. Burada çok daha net görüyorum ki, Tiran tarlalar, bahçeler, bağlar içinde kalan bir şirin kent. Hemen yanında inekler, koyunlar, kuzular otluyor.

Haydi, hayırlısı deyip koyuluyoruz yola… Bende bir bir merak, bin bir heyecan!

 

Bu Gezide Arnavutluk’ta bizzat ziyaret ettiğim Türbe-Tekkeler:

 

KUZUM BABA TEKKESİ, VLORA

 

Vlora’ya doğru yolda çevreyi su içer gibi içime çekiyorum. İrili ufaklı binalar, düzenli yollar, kafeler, restoranlar… Genç kaptan çok mu çok usta şoförlükte.

Yolda çok bakımlı Skender Baba Türbesini ziyaret ediyoruz.

Aynen Tiran’daki Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’ndeki gibi bir kale kapısına benzer şekilde yapılmış ana kapıdan girilen geniş bahçeli Kuzum Baba Tekkesi bir Ege kendini andıran şirin mi şirin, çok güzel ve temiz Vlora kentinde, bir tepenin üzerinde yer alıyor. Tekke ve Kuzum Baba Türbesi aynı alan içinde birbirinden ayrı avlularda yer alıyor. Kuzum Baba Tekkesi’nin giriş kapısında “Krjegjyshata Boterebe Bektashıane – Selia E Gjyshates Bektashıane – Kuzum Baba Sulltanı / Vlore” yazısı var.

Büyük demir kapı açık… Beton içine kırık taş parçaları konularak yapılmış düzgün yoldan ilerliyoruz Tekkeye doğru. Sarı ve yeşil renge boyanmış dikdörtgen şeklinde iki katlı büyük bir tekkeyle karşılaşıyorum.

Yaşı hayli ilerlemiş, gül yüzlü, gülen yüzlü dünyalar tatlısı Sami Derviş bizi karşılıyor. Tertemiz Bektaşi kıyafetleri içinde çok mu çok şirin, masum yüzlü bir can derviş Sami Derviş. Kendisinden çok sınırlı bilgeler alabiliyorum. Çünkü burada bir otorite söz konusu. İnanç bazında ve Bektaşilik’le ilgili, diğer konularla ilgili inanç önderi olarak Baba Mondi’nin konuşma yetkisi var. Buradaki diğer babalar ve dervişler bu konularda konuşmuyorlar.

Yine de kısa kısa sorulardan, fazla gelen gidenin olmadığını, buraya dünyanın her yerinden insanı beklediklerini, gelenlere kapılarının açık olduğunu, kucaklarının açık olduğunu, insanları ağarlamaya çalıştıklarını anlıyorum. Ama tekke de normalde de fazla insan olmuyormuş.

Gerçekten Arnavutluk’taki tüm tekkeler bal dök yala şeklinde normal üstü bir temizliğe sahip. Her birisinde Hz. Ali’nin, On İki İmamların, bir önceki inanç önderi Reşat Bardi Dedebaba’nın ve diğer babaların resimleri süslüyor duvarları.

Burada iç avlu geniş yine koltuklar, kanepeler…

Yeşil boyalı bir konik şeklinde tam da türbe denilen bir bina içinde mermerden mezarı olan Kuzum Baba yatıyor. Bizler ziyaretimizi yaptıktan sonra bir Arnavut çift türbeyi ziyarete geliyorlar. Durup onları izliyorum. Arnavutluk olsun, Makedonya olsun, Kosova olsun buradaki tüm Bektaşilerin istisnasız tümünün, ne kadar inançlı, niyazlarını yaparak çok büyük bir saygıyla türbeleri ziyaret ettiklerini burada da gözlemliyorum. Hem kapıya, hem eşiğe niyaz edilerek türbeye giriliyor. Hem de insanların tümünün çok temiz giyindiklerine şahit oluyorum. Belki de günlük giysilerinden ziyaret türbelere, tekkelere, inanç merkezlerine daha da özenerek geldiklerini çok net söyleyebilirim.

Çam ve diğer ağaçlarla, çiçeklerle çevrili Kuzum Baba’nın çok mütevazi türbesinin içinde de çiçekler var…  Türbe bahçesinde ise yine ağaçlar arasında, mermer levhaya resminin de işlendiği “Dervish Barjam Çerçızaj (Ahmetaj) 1934-1995” mezarını fotoğraflıyorum.

Türbenin yakınlarında gözle görülür şekilde mumların yakılması için demirden mumluklar yapılmış.

Bir tepe üstündeki Tekke ve Türbenin yanından kente bakıyorum. Büyük büyük apartmanlar, sokaklar, denize doğru uzayıp giden şirin mi şirin bir kent… Bu kenti gezsem neler, neler görürdüm diyorum ama zaman olmadığı için erkenden ayrılıp yine kenarındaki her yeşillikte kuzuların otladığı yollara koyuluyoruz…

 

Aman Allah’ım Bu Ne Güzellik!

 

İnanın sevgili dostlar, değerli okurlarım abartmıyorum. Arnavutluk meğerse ne keşfedilmeyi bekleyen cennetlik bir yermiş böyle. Kıyı boyunca gittikçe aklım başımdan gidiyor, burayı var ya, bir kez daha aynı güzergahtan geçmeden ölürsem gözlerim açık gider… Bu ne el değmemiş doğal güzel beldeler böyle, burası nasıl inişli çıkışlı, tepelik, dağlık, dinazorlar çağından kalan ormanlık, pırıl pırıl parlayan sahilleriyle, başı dumanlı dağlarıyla ne keşfedilmemiş doğa harikası yerlermiş böyle.

Saranda’ya varıncaya kadar ve vardıktan sonra gittiğim yol benim için mucizevi bir terapi gibi geldi doğrusu. Allah’ım beni burayı tekrar gezdireceğin kullarından eyle!

Kıyıya yakın devasa kara parçası! Meğerse bulardaki en büyük adayı görüyormuşum:  Korfu’yu. Korfu’da da Sarı Saltık makamının olduğunu Hüseyin Süleymani’den öğreniyorum.

 

 

SARANDA HACI DEDE REŞAT BARDİ TEKKESİ

(MÜCERRET SADIK BABA’NIN BABA OLDUĞU TEKKE)

 

İyon Denizi kıyısında, olağanüstü güzel bir kentte bir Bektaşi Tekkesi burası.

Bir zaman idaresinden sorumlu olduğu Rahmetli Hacı Reşat Bardi’nin ismiyle anılan tekke.  Mücerret Sadık Baba’nın inanç önderi olduğu tekke tüm tekkeler gibi tertemiz.

Ama burayı biraz detaylı anlatmam lazım. Burası biraz da sıra dışı bir tekkeye benziyor.

Gerçekten de abartısız bir turizm bölgesindeyiz. Denizi ve güneşin denizdeki parıltılarını tarif etmek mümkün değil, bir deniz kenti Saranda. Kent merkezini gezmeye zaman yok ki!

Kentin dışında, biraz da zor ulaşılan bir yerde, üç tarafı denizle çevrili, bir tepenin başında bembeyaz kocaman bir tekke: Saranda Bektaşi Tekkesi. Tekkenin çevresi apaçık. Tekkeden bağımsız yine bir giriş kapısı arkasından bin bir çiçeğin olduğu çok büyük bir bahçe. Ana tekke binası dışında bir türbe.

Tekkenin babası Sadık Baba şu anda burada yok. Görevli bir inanç önderi de yok. Ama bahçeye bakan bir görevli kadın ve delikanlı bir kız var.

İçeri giriyoruz ki, ne görelim; her taraf bu sefer gerçekten temizlikten parıl parıl parlıyor. Her şey yepyeni, temizden de öte. Cam, mermer, ahşap her şey parlıyor. İlk girişte çok geniş bir avlu, büyük merdivenlerle çıkılan üst kat, tiyatro salonlarındaki gibi derinlemesine birinci katı gören bir şekilde yapılmış.

Kubbeli tavanda On İki İmamların hem isimleri, hem çok renkli resimleri çiçek süsleme sanatıyla örülmüş bir şekilde sizlere bakıyor.

Tabanda renkli mermerlerin üzerinde tam ortada camdan, camekânlı bir büyük masa var. Burada Bektaşilikle ilgili tarihi kitaplar sergileniyor.

Bu sergileme aynı zamanda beni çok şaşırtan ve sevindiren bir başka odanın da kapısını aralıyor. Evet, burada yıllardır özlemini çektiğim bir şeyi görüyorum. Binanın kapasitesi kapsamında burada Bektaşilik’le ilgili bir küçük müze var!

Geniş bir salonda daha önceki baba sultanlara ait tespihler, Bektaşi kıyafetleri, tekkeyle ilgili malzemeler, kitaplar, çerağlıklar, taslar diğer eşyalar sergileniyor. Camekânlarla korunmuş, Arnavutça açıklamaları olan işte bildiğiniz bir müze. Burada diğer kitaplar yanında “Dy Trandafilat e Buker Ngjarjet Deshpruse Te Qerbelas, 1994 isimli bir kitabın kapağı, el yazması bazı Kuran’lar, yine el yazması “Hatıka, Dalip Frasheri 1848, Ne Gjuhen Osmane Te Shqıperuar isimli bir kitap da var.

Demek ki bunlar oluyormuş. Koskoca Türkiye’de gerçi ulu pir Hünkâr Hacı Bektaş Veli Dergâhı devlet eliyle zorla müze yapılmış durum da ama Alevi Bektaşi toplumu hala bu olgunluğa ulaşamadı. Aleviler Bektaşiler adına kurulan derneklerin yönetim kafaları bu düzeye gelemediler. Günlük koşuşturmalar, heyula, pilav-et-cenaze-geleni/gideni ağırlama yarışından Alevilik Bektaşilik konusunda ciddi işleri yapmaya hala sıra gelemedi. Otuz yıl geçti ama olsun, bu toplum nasıl olsa çok sorgulayıcıdır, bilinçlidir, çok mu çok okur, fikir üretir (!), sıra onlara da bir gün gelir.

 

Tekkenin duvarlarında; Hz. Ali’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, On İki İmamların, Hz. Hüseyin’in, Kerbela Olayının, Reşat Bardi’nin, Sadık Baba’nın, Baba Bilal Beqiraj – Saranda, (Ak Sakallı) Baba Sherifi, (Ak Sakallı) Ruhı Selim Baba gibi önderlerin de resimleri var.  

Ama içeride ikinci kata çıkışta büyük mermer merdivenlerin başında üç dört metre uzunluğunda Sadık Baba’nın çerçeveli resmi çok dikkat çekiyor. Altında yine çerçeve içinde kırmızı zemin üzerine “W. Haxhı Baba Sadık Ibrokodheli” yazısı var.

Bir uzun isim listesini gördüm. Bunun ise Sadık Baba’nın “nefes evlatları” olduğunu anladım. Ama bu yola giren değil, sanırım mücerret olan Sadık Baba’nın kucağına verilen onun hayır duasını alan çocukların isimleriymiş, belki de onun duasıyla dünyaya gelen çocukların isim listesi.

Tekke odalarında tarihi sandıklar gördüm. Gezilerim de tüm Arnavutluk’ta sandığın, küplerin bol kullanıldığını anladım. Duvarlarda ve masalar üstünde el işlemelerinin çokluğu da dikkatimi çekti. El yapımı bir sandalye, tavandaki resimlerde “Elif Taxh”, “Horasani Taxh”, “Et-Hemi Taxh”ların yani taçların resimleri gördüm. Perdeler bile yepyeni, büyük pencerelerden ve balkondan kilometrelerce uzaklığı görüyorsunuz.

Diğer tüm odalar da aynı özen, temizlik mevcut. Hele bir kabul salonu var, gerçekten de insan biraz da abartılı değil mi?, diye de düşünmeden edemiyor. Sanki mübarekler yabancı büyükelçi ağırlayacaklar her an.

Her taraf biblolarla dolu, sertifikalar, tablolar… Her taraf tarihi ve modern eşyalarla dolu.

Burada insan birkaç gün kalmak istiyor. Ama bu sefer zaman gerçekten de hiç yok. Çünkü kısıtlı bütçeyle iki günlüğüne tutulabilen bir araç bekliyor kapıda. Erkenden buradan ayrılmak zorunda kalıyoruz.

 

Gjirokastra’ya Doğru…

Gjirakastra’ya varmak için gerçekten olağanüstü yerlerden geçtik. Burası aslında Arnavut tarihinin de kalbi sayılan mekânlardan birisiymiş. Çok eski bir yerleşim yeri olması yanında, farklı kültürlere de ev sahipliği yapıyormuş. Burasıyla ilgili anlatılan efsaneler varmış. İç içe geçmiş, üst üste binmiş bir kültürel katman olarak anladım burayı. Zorlu bir coğrafyaya da benziyor. Kışların zor geçtiği anlaşılıyor.

 

ZALL TEKKESİ - GJİROKASTRA

Bu tekkede Sadık Baba hizmet yürütüyor. Burası Arnavutların kadim yerleşim yerlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Derin ve büyük bir vadi içinde yer alıyor. Daha önce hizmet yürütmüş birçok babanın kabirleri var.

Akşam olduğu için detayları görmek ve fotoğraflamak amacıyla acele ediyoruz.  Yine çok büyük, çok sistemli yapılmış, (kale kapısını andıran) çok ama çok düzgün kesilmiş taşlardan yapılmış kapıdan içeri giriyoruz. Yukarıya doğru eğilimli iki yanı yine yeni ekilmiş zeytin ağaçlarıyla bezeli taştan yoldan ilerliyoruz. İlk girişten sonra bir geniş park alanı olarak düşünülmüş, büyük bir bahçeye geliyoruz. Buralarda alışık olduğum bir görüntü bir jip var kapıda. İki daha eski görünen dört ovale yakın yine çok ama çok düzgün kesme taşlardan yapılmış binanın ortasındaki kapıdan niyaz ederek iç avluya doğru adım atıyoruz. Altı merdivenden geçip yeşil ve üzerinde mermerden on iki dilimli büyük teslim taşlı kapıyı da geçiyoruz.  Burada coğrafyanın da verdiği etkiyle olsa gerektir, yerel mimariye özgü bir nevi köşke benzer son derece sağlam ve güzel bir binayla karşılaşıyoruz. İşte burası tekke. Yanındaki diğer binalar ise türbe veya başka amaçlarla kullanılan yapılar. Bu zengin çiçek ve ağaçlıklı bahçede en çok dikkatimi çeken liman, mandalina, hurma, zeytin, selvi ağaçlarının yoğunluğu. Sarmaşıklar taştan yapılmış duvarları kaplamış durumda. Bahçenin ortasında bir metre boyunca taştan çıkıntısı olan bir kuyu var.

Bina çok kalın, sağlam iyi bir işçilikle yapılmış taş bir bina. Çok eski olmasa da burada tarihi bazı sütunların, tavana paralel uzanan ağaç tonuzlarının olduğunu görüyorum. İçerisi tüm Bektaşi binalarında olduğu gibi her zaman tertemiz. Büyük salonda büyük bir şömine var. Bu bir ocak işlevi görüyor. Şöminin bulunduğu duvarın bir tarafında İmam Ali’nin, diğer tarafta ise Hz. Hüseyin’in resimleri, orta da ise bir Bektaşi babasının kabartmalı bir sülieti var. Her iki tarafta kanepiler, tertemiz perdelerin üzerinde ise yine Bektaşi babalarının resimleri odayı dolduruyor.  Halen yaşayan babalardan ve buradaki tekkedenin de babası olan, ziyaretimizde bulamadığımız Saranda’daki Reşat Bardi Dedebaba Tekkesi’nin babası Mücerret Sadık Baba’nın büyük boy resmi, Baba Muharrem Mahtutaj, Aksakallı Baba Sherıfı, Salih Niyazi Dede,  Post bıyıklı olarak resmedilmiş Baba Aliu, Reşat Bardi Dedebaba, Baba Hodo Hatıka, Ferdi Recep (Rexheb) Baba, Dervish Hyseni, Baba Haxhıu, Baba JHımi  gibi baba erenlerin resimleri duvarları süslüyor.  Yine bir başka salonda bu sefer çok büyük boyda “Kryegjysheri Boteror i Bektashinjve Haxhi Dede Reshat Bardhi” yazısıyla Reşat Bardi Dedebaba’nın resmi, Hz. Hüseyin’in büyük boy resmi var.

Salonun ortasında tahtadan yer masasında ise On iki köşeli teslim taşı motifi içinde, Bektaşi Tacının üst tarafında “Sofra E Ehlibeyjtıt” yazılı. Yine duvarda Kerbela’yı simgeleyen bir resim var. Tekkenin çevresinde geniş bir çayırlık uzanıyor.

Yukarıdan bir balkondan bakınca burada çoğu şeyin taştan yapıldığını görüyorum. Tepesinde Bektaşi simgesinin altında adım adım kiremit yerine yine taşlar binaların çatısını oluşturuyor.

Sıradağların üzerinden ay yükseliyor. Burası kışları herhalde çok soğuk oluyordur ama Akdeniz bitkileri ne arıyor burada diyorum, kendi kendime. Türbelerin yanında ise ağızları demir kapaklarla kapatılmış mum için yine taştan yapılmış mumluklar var.

Akşam saati olmasına rağmen tekkeyi ve türbeleri ziyaret eden insanlara rastlıyorum. Hepsinde bir masumluk ve bir sadelik var. Yine ağır ağır merdivenlerden inen bir cifti gözlemliyorum. Hareketleri de, davranışları da öyle yavaş ve güzel ki, demek ki, inanç bu şekilde yaşatılıyor buralarda da diyorum.

İçimden türbelerin resimlerini fazla çekmek gelmiyor.

Akşam vakti babaannemin dediği, “darı vakti” ortalık sessizliğe bürünürken, ziyaretlerimizi yapıp çok karanlığa kalmadan diğer tekkeye doğru yola koyuluyoruz. 

 

SHTAF TEKKESİ- GJİROKASTRA

Daha önce Tiran’da bir etkinlikte gördüğüm ve çok alçak gönüllü bir insan olarak belliğimde yer eden, aynı zamanda mücerret olan İskender Baba burada hizmet yürütüyor. Biz buraya çok geç saatte varabiliyoruz. Ortalık karardıktan sonra yani. Bizi genç muhipleriyle çok mu çok güzel bir şekilde ağırlayan baba sultanın işi çok mu çok zor. Öyle büyük, öyle büyük bir yeni tekkenin yapının altına girmiş ki, bunu yapmayı başarmak bu coğrafyada, bu şartlarda belki de mucize gibi bir şey. Çünkü metre karesini bilemiyorum ama gez gez bitmeyen bir inşaat var. Yani devasa bir yapı.

Şimdi burada da şunu anlıyorum. Bir baba sultan kendisine ait bir tekke yapacağı zaman aslında tüm sorumluluğu ve yükü de omuzlamış oluyor. Yani baba ne yapacak yapacak o binayı bitirecek! Tüm mihmanların yardım etmeleri bir şey ifade etmiyor. Büyük bütçeli bir şey bu. Yönetimlerden, artık kim olursa olsun herkesten alınacak yardımlarla ancak yapılabilir, tabii ki kaç yıl sürer tam kestirmek de zor. Hakk İskender Baba’ya yardım eylesin, demekten başka bir şey aklımıza gelmiyor.

Daha sonra internette gezinince aslında büyük bir fırsatı kaçırdığımı anlıyorum ama yapacak bir şey yok. Gerçekten burası görülmeye değer bir turistlik bir bölgeymiş ama gezemedim.

 

(Hüüüü Dost. Nasılsın? Cirokastra’ya gitmişsin resimleri gürdüm. Belki senin araştırmalarına en ufak bir katkıda bulunmak şahsıma şereftir. Gjirokastra Türkçe’de eski yazılarda Argiro kastro diye geçer. Sadece bunu istedim aktarma. Selam ile hüüüü can dost. Hysein Nanovqe)

 

Tiran

Gezi içinde, tümüyle bağımsız olarak, tam bir günümü ayırarak Tiran kent merkezini yalnız başına gezdim. Bir gezsin ne arar; meydan ve meydanlar, ağaçlar, parklar, insanlar, müzeler, binalar…

Tiran’ın merkezi hem çok bakımlı, hem çok temiz, hem de içinde birçok şey barındıran bir kent. Bir kere çok hızla kentleşen, modern binaların her taraftan adeta fışkırdığı yenilenen bir kent. İskender Bey Meydanı, İskender Bey’in büyük heykelinin içinde bulunduğu çok geniş bir alanı kapsıyor. Çok uzun, çok geniş tam anlamıyla bir bulvarla üniversite binasına bağlanan yolun her iki tarafı ağaçlarla kaplı. Ana yolun her bir kenarında ara sokaklarda da çok mu çok canlı bir yaşam akıp gidiyor. Hemen kentin yanı başındaki dağlardan gelen sular doğal dereler oluşturup, kent içinden akıyor. Halk pazarı diyeceğimiz pazarda envai çeşit meyve, sebze yiyecek, canlı ördek ve tavuklar bile var. Lokantalarda sorun yok, yolda yürümede, parklar sorun yok… Sen yeter ki gezmek, bu güzelliği içine çekmek, yaşamak iste. İşaret diliyle bir kez lokantada, bir kez de bakkaldan bir şeyler alıp yedim. Pazardan da meyve aldım. Tiran hem ucuz, hem temiz, hem de çok mu çok güzel bir şehir. Gençler cıvıl cıvıl. Çocuklar, yaşlılar, kadınlar, erkekler hepsi kente ait bir dokunun parçaları.

Ayrıca küçük bir gölet, çok mu çok güzel ağaçlar, banklarda oturan, gazete kitap okuyan, yürüyüş yapan insanlar…

Bir de sokak başlarında, parklarda satranç ve diğer oyunları oynayan yaşlı insanlara rastlamak sürpriz değil.

Arkeoloji Müzesi’ni gezdim. Olağanüstü eserler var. Arnavutluk tarihinin tam bir kesiti burada, elbette Balkan tarihinin de bir kesitini görmek isteyenler Üniversite binasının yakınlarındaki bu müzeyi gezmeliler. Bir başka gezimde de Askeri Müzeyi gezmiştim. Orada Arnavut ulusunu inşasını belirgin kılmak için oluşturulmuş bir milli kimlik müzesi vardı.

Bu günü birlik gezi tüm dertlerimi, sorunlarımı gidermemi, çok mu çok rahatlamamı, ufkumu genişletmemi sağladı. Akşamsa yine Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’ndeki makamıma doğru yol aldım.

Tiran Balkanlar’da mutlaka çokça zaman ayrılıp gezilmesi gereken harika bir kent bence.

 

Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi

Bu merkez tümüyle apayrı bir yazının konusudur. Burayı çok iyi betimlemek, tanımlamak ve tanıtmak gerekir.

Hem tarihini, hem anlamını ama aynı zamanda buradaki işleyişi, binaları, insanları anlatmak da bir görevdir. Ama bu da gerçekten detaylı bir yazının konusudur. Nihayetinde bu merkez belki de tüm Batı Arnavutluk’taki Bektaşilerin ana merkezi konumundaki bir mekânı ifade etmektedir.

 

 

(Bu gezinin gerçekleşmesine olanak sağlayan Çok sevgili Adem Dağıdır’a ve Veli Akkol Dedemizin oğlu Hasan Akkol’a şükranlarım vardır. (Toplam katkı: 2100 TL.’sıdır.)