AKDENİZ BÖLGESİ (2002 GEZİSİ) KAHRAMANMARAŞ

AKDENİZ BÖLGESİ

(2002 GEZİSİ)

 

KAHRAMANMARAŞ

 

SARHOŞ

 

Karlı dağlar kara bulut içinde

Yaylası hüzünlü yöresi bir hoş

Sevdalı yolcular umut içinde

Hayalin düğünü yöresi bir hoş

 

Han sarhoş hancı sarhoş

Yolda yabancı sarhoş

El çek tabip kalbimden

İçimdeki sancı sarhoş

 

Bahar gelmiş Nurhak dağı otlanmış

Bizim elde bayram günü kutlanmış

Obalar dağılır dağılmış dostlar yadlanmış

Eyvah ayrılığın yaresi bir hoş

 

Mahzuni yıldızım aylar içinde

Bağlanmışım zülfü yaylar içinde

Yüzemez yunuslar çaylar içinde

Deniz vurgununun yaresi bir hoş

 

Aşık Mahzuni Şerif

 

DÜNYA ULUSLARINA ÇAĞRI

 

Yirmini yüzyılın insanlarıyız

Dünya sulh içinde bayram olmalı

Atom tahriplerin kaldırmalıyız

Laiklik dünyaya sultan olmalı

 

Demokrasi insan öldür demiyor

Açılan gülleri soldur demiyor

Hür bağımsızlığı kaldır demiyor

Herkes hür bağımsız bir can olmalı

 

Dünya sulh içinde yaz olmalıyız

El ele çalışıp hız almalıyız

İnsan haklarını hak bilmeliyiz

İnsan insanlığa hayran olmalı

 

Âşık Kul Hasan’ım sinemi yaktım

Halkın derdi ile eridim aktım

Dört kitap okudum Kuran’a baktım

Sağlar hastalara derman olmalı

 

Maraşlı Aşık Kul Hasan (Hasan Gören)

 

DAĞLAR

 

Yaman yerden bağladınız yolumu

Onun için size kırgınım dağlar

Dosta varıp diyemedim halimi

Onun için size kırgınım dağlar

 

Beni çok yordunuz yorgunum dağlar

Dargınım sizlere dargınım dağlar

 

Sizin başınızda kış var bora var

Benim yüreğimde dert var yara var

Ne asmaya mecal ne bir çare var

Onun için size kırgınım dağlar

 

Beni çok yordunuz yorgunum dağlar

Dargınım sizlere dargınım dağlar

 

Neyleyim misafir alamayan dağı

Başındaki duman mazlumun ahı

Sizinle barışmaz gönlümün şahı

Onun için size kırgınım dağlar

 

Beni çok yordunuz yorgunum dağlar

Dargınım sizlere dargınım dağlar

 

Hüdai’yim kara bahtım gülmedi

Kör talihim kıymetimi bilmedi

Hiçbiriniz bana arka olmadı

Onun için size kırgınım dağlar

 

Beni çok yordunuz yorgunum dağlar

Dargınım sizlere dargınım dağlar

 

Sabri Orak (Hüdai)

 

Pazarcık, Narlı Beldesi, Akdemir Köyü, Elif Ana Türbesi

Yolda yine pamuk tarlaları, tertemiz, yemyeşil bir doğa... Bir pamuk tarlasının yanında eğlenip, pamuk toplayan insanlarla söyleşiyorum. Çok düşük bir ücrete çalıştıklarını söyleyen, kadınlar bana dert yanıyorlar. Aynı şekilde çok küçük yaşta çocukların büyük çuvallarla pamuk toplarken nasırlaşan elleri yüreğimi burkuyor.

Niyazi Arslan mutlaka oraya gidip, o türbeyi ziyaret etmeliyiz, dediği Elif Ana Türbesi’ne gerçekten de iyiki gelmişiz. Köyün dışında, yüksekçe bir tepenin üstünde olan türbenin olduğu alana yaklaştıkça bir sevinç kaplıyor içimi. Burası sadece bir türbe değil; çam ağaçlarıyla, çiçeklerle, cemeviyle neredeyse bu ıssız tepelerde bir Şahkulu Dergahı oluşturulmuş.

İyilikseverliğiyle, Hakk’a yakınlığıyla, insanlar tarafından çok sevilip kutsanan Elif Ana’yı gerek sağlığında, gerekse vefatından sonra türbesini ziyaret eden binlerce insan ona çok bağlanmışlar. Nihayetinde bizim ziyaretimiz sırasında da adak kurbanı kesmek için buraya gelen onlarca insan yemekleri yiyip, çaylarını içiyorlar. Canlarla sohbet ediyoruz. Çevreyi gezip, türbeyi ziyaret ediyoruz. Burada aynı zamanda hayli büyük bir cemevi de var. Canlar gelip burada cem yapıyorlarmış.

Elif Ana’nın oğlu Mehmet Ocak bize öyle büyük bir sevgi gösteriyor ki, bizi asla bırakmak istemiyor. Derken canlar Mihmanlar Cemevi’nde toplanıyorlar. Ve sazlar, ve sazlara vurulan eller, yanık sesler, deyişler burada da yüreğimize işliyor. Niyazi Arslan’ı da, burada daha iyi tanıyorum. Kendinden geçip sazın tellerine, inançlı yüreğinin derinliklerinden gelen sesleri yansıtan Aslan milleti coşturdukça, coşturuyor. Sazlar sözlere, semahlara karışıyor.

Kuşların cıvıltıları arasında istemeden de olsa bu güzel türbeden ayrılıyoruz.

 

Narlı Beldesi

Oldukça şirin bir belde olan Narlı’da çok zorlanmadan cem kültür evini buluyoruz. Derken dostlarla temasa geçip daha önce haber verdiğimiz dedeleri ve yola gönül vermiş değerli canları da davet ediyoruz. Uzun bir sohbette birlikte oluyoruz.

 

Asaf Koçdağ

Aleviliğe ilgisi ve araştırmalarıyla bölgenin aydın simalarından olan Asaf Koçdağ bizim geleceğimizi duyduğu için bizi bir hayli süre beklemiş. Kendisiyle çok yararlı bir söyleşi yapıyorum. Rahmetli Baki Öz de, oralara gidersen mutlaka Asaf Bey’i bul, o sana yardımcı olur, demişti. Söyleşiden önce Baki Öz’ü rahmet ve saygıyla anıyoruz. Sinemilli Aşireti’nden olan Koçdağ Ziraat Mühendisi. 1943’de Pazarcık’ta doğan Koçdağ’la Aleviliğin yaşadığı sosyal ve inançsal sorunlar üzerinde duruyoruz. Alevilikteki dedelik kurumunun önemine değinen Koçdağ, bu önemli alanda bir reform gerektiğini, çağa ve günümüz koşullarına göre, dedelik kurumunun yeniden yapılandırılması gerektiğini söylüyor. Koçdağ bu işin de ancak devletin katkısıyla olabileceğini, yoksa Alevi kurumlarının tek başlarına bu ağır yükün altından kalkamayacaklarını belirtiyor. Aslında dedeler din adam değildir, hoca değillerdir, imam değillerdir, Ehlibeyt aşkıyla hizmet yürüten, bugüne kadar çok çileler çekmiş insanlardır diyen Koçdağ gerçek bir dedenin tasavvufu iyi bilen, sorun çözen bir toplum öncüsü olduğunu anlatıyor.

Bölgedeki en büyük aşiretin Sinemilliler olduğunu belirten Koçdağ bu konudaki bilgilerini de bize aktarıyor.

 

Mahmut Kanmış

1948 Pazarcık doğumlu olan Mahmut Kanmış da çok değerli bu yola gönül vermiş, hizmet eden bir dostumuz. Kendisi eczacı olan Kanmış Gaziantep’te oturuyormuş. 1992 yılında Hacı Bektaş Derneği’ni kurduklarını beş sene başkanlığını yaptığını söyleyen Kanmış da değişen toplumsal değerlerden, dedelerin topluma daha hizmet vermeleri için belli bir eğitim almasından ve Alevi Bektaşi kurumlarının bilimsel çalışmalara önem verip sık sık halkı bilgilendirmek için konferanslar vermeleri gerektiğinden bahsediyor.

 

Mustafa Enhas Dede

1935 Pazarcık Maksutuşağı Köyü’nde doğan Dede babasının, taliplerinin ısrarıyla Çınarlı Köyü’ne 1945’de yerleştiklerini söylüyor. Ocak olarak Sinemil geçiyor, diyen dede bizler İmam Bakır evlatlarıyız, diyor. Kendisinde bir secere olduğunu bunu okutamadıklarını söyleyen dede, Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nden birilerinin bu belgeyle ilgilendiklerini, söyledi. Taliplerin mürşit kapısı İmam Caferlilerdir, bizim mürşidimiz ise İmam Rıza Ocağı’dır, bizim pirlerimiz de İmam Cafer ocağıdır, onlarsa Arguvan Germişi Köyü’ndendir diyen dede; dedesi Mustafa Enhas’ın öldüğü yıl olan 1914’te babası Hüseyin Dede’nin doğduğunu söylüyor. Malatya, Muş, Kayseri’de talipleri olduğunu söyleyen dede, 1950’de posta oturduğunu, gücü yettiğince bu yola tüm hayatı boyunca hizmet etmeye çalıştığını belirtiyor.

Elazığ Sün Köyü’nde Seyyid Abdullah Dede, Erzincan Karabel Köyü’nde Küçük İsmail Dede vardı, ben birçok dedeyi tanıyıp, sohbet ettim, bu yolda asıl olan doğruluktur, yol ve dar’ın temeli doğruluktan geçer diyen Mustafa Enhas Alevilikte musahipliğin önemine değiniyor.

Aleviliğin devlet’in okullarında anlatılmasının çok yararlı olacağını söyleyen dede, bizler de devlette yer almalıyız, diyor.

Can dostlarla sohbetimizden sonra, çeşitli işleri halletmek üzere Adıyaman Gölbaşı’na tekrar dönüyoruz.

Tabii gezi güzel de, bir de devam eden bir cemevi inşaatı var. Niyazi Arslan’ın aklı fikri inşaatta. Ne oldu, ne ihtiyaçları var, inşaat nasıl gidiyor?... türünden haklı merakları var. Bazı işleri hallettikten sonra yolculuğumuza devam ediyoruz. Ama ilk önce yarım kalan bir işimizi tamamlamamız gerekiyor. Daha önce gittiğimiz halde bulamadığımız Beşkoz Köyü’nden Cuma Pektaş Dede’ye nihayetinde ulaşıyoruz, bir söyleşi için Besni Beşkoz köyüne ikinci kez hareket ediyoruz.

 

20 Ekim 2002, Beşkoz, Cuma Pektaş, Dede/Muhtar, (54)

İnsan hayatı tam yaşarsa hayat bir romandır, eğer hayatını tam yaşayamazsa insan hayatı küçük bir su birikintisi gibi dağılıp gider, diyen Cuma Pektaş; çok büyük zorluklarla bugünlere geldiklerini, hayatın tüm yükünü sırtladıklarını söylüyor. Bizler büyük imtihanlar verdik, çileler çektik, ama biz yine de bu sazdan, bu sohbetten kopmadık, diyen Pektaş, ama yine de o eski günleri, eski cemleri, dedeleri özlediklerini belirtiyor.

 

Feyzullah Doğancı, Talip, (71)

Cemlerde gözcülük/saka hizmetlerini yapan inançlı, bilgili Feyzullah Doğancı da aynı şekilde yaşamın güçlüklerinden bahsediyor. Bizler inançlı insanlar olarak yolumuzu bırakmadık, yaşattık ve yaşatmaya da devam edeceğiz ama inanın çok çileler çektik diyen Doğancı’nın da dertleri çok gibi görünüyor. Dolanmadığım, karnımı doyurmak için çalmadığım kapı kalmadı; yurtdışında Fransa/Paris, Almanya, Yunanistan... birçok ülkede çalıştım diyen Doğancı, çileli hayat öyküsünü anlattı dertli dertli...

Anadolu burası bir dokun bin ah işit. Tüm gezi boyunca aynen benim gibi hayatından memnun olan insan pek görmedim doğrusu...

Eski cemler çok iyiydi, bizler çıralarla cemler yapardık, Cemal Dede vardı, uzun sakallı (Muhtarın babası) saz çalardı, cemi hiç bırakmadı, kendi üzümünü taliplere yedirirdi, dede bir şey alan değil veren kişidir, diyen Doğancı; her akşam toplanıp kitap okurduk, bizler perşembe akşamı cem yaptığımız için buna “Cuma namazı” derdik, şeklinde konuşuyor.

 

Eyüp İn, Talip, (60)

Eyüp İn de hayatın çilesini fazlasıyla çekmiş bir canımız. İş kurdum, işletemedim, battı; diğer konularda başarısız oldum, çok sıkıntılar çektim... Nihayetinde arıcılık yapıyorum şimdi, inşallah bu sefer başarılı oluruz ama ona da belli olmuyor, diyor.

Sohbetin başında yoğurtlu, ballı, börekli bir yemek yedikten, sohbetimizi yaptıktan sonra bu sefer baldan daha tatlı olan sazların sesleriyle coşuyoruz. Canların şiirleri, sözleri, sazları beni her zamanki gibi mest ediyor.

İşlerinin çok yoğun olmasına rağmen, ısrarım üzerine, yola bağlı Niyazi Arslan Adana seyahati için de benimle birlikte gelmeyi kabul ediyor, elbette buna çok seviniyorum ama ilk önce uğramamız gereken bir önemli köy daha var. Gölbaşı’na hayli uzak olan ve yol boyu türlü çeşmelerden su içerek vardığımız yine çok güzel olan Başpınar görülmeye değer bir köy.

 

21 Ekim 2002, Başpınar Köyü, Mehmet Başpınar (1937)

Aslında köklerinin Erzurum Aşkale olduğunu söyleyen Mehmet Başpınar; bizler burada doğup, burada büyüdük, diyor. İzmir gezisi esnasında söyleşi yaptığımız Ali Canpolat’la musahipli olduklarını söyleyen Başpınar; pirin oturup cemi yürüttüğünü, mürşitin ise ağır cezaları vermeye yetkili kişi olduğunu söylüyor. Dedelerin mürşit ocağı Zeynel Abidin Ocağı’dır, diyen Başpınar Dede, rehberin de bir ocakzade olması gerektiğini vurguluyor. Hüseyin Doğan Dedeler’in ve Muharrem Naci Orhanlar’ın önemli olduklarını söyleyen Başpınar, Sultan Sinemil Aşiret ve Ocağı’nın nüfusça ve etki bakımından bölgedeki önemine değiniyor.

Sultan Sinemil’in üç oğlunun olduğunu, bunların; Haydar, Nadar, Kalender isimlerini taşıdıklarını; Nadar’a bağlı olan Nadaroğulları’nın Erzincan’da, Kalender’lerin Elbistan’da, Haydar’a bağlı olanların Şiraşan Ocağı olduğunu bundan ayrılan bir kolun da Dervişçif olduğunu onların ise Malatya’nın Doğanşehir’inde ikamet ettiklerini söylüyor. Esas dedeler dergah sahibidir, bize ait silsilenamemiz vardır, bizlerin Ordu Fatsa’da, Sivas, Erzurum, Kars illerinde taliplerimiz var diyen Başpınar; Sultan Sinemilli’nin Türbesi’nin Elazığ, Keban yakınlarında Birivan Köyü’nde olduğunu söylüyor.

Mehmet Başpınar Dede inançla ilgili görüşlerini de şöyle aktardı: Alevilik inanç kapısıdır. Kültür inanca bağlıdır. Bizde kadın/erkek, yaşlı/genç fark etmez, herkes bizde eşittir. Musahiplik önemlidir. Zengin fakirle musahip olabilir ama bence tahsilli insan tahsilliyle musahip olmalıdır. Cemlerde rehber bir kişiyi, meseleyi pire iletir. Sıradan, kısır cemlerde ilahi çalınmaz. Benim duyduğuma göre 12 hizmet sahipleri eskiden soydan geliyormuş. Bizler Hızır Orucunu bir hafta tutarız. Onu da Şubatın ortasında tutarız. Muharremi on beş gün tutarız, kurban keseriz sonunda.

Ben Elbistan bölgesine giderim, Narlı’ya giderim. Elbistan’ın Zerdekeş, Ağçaşar, Karaçar, Bakış Belde, Nergüle, Alçiçek köyleri talip köylerimizdir.

Sevgili dedemizle söyleşi yaparken, evin kedisi onun yanına oturdu. Dede kediyi çok seviyordu anlaşılan, kedi de Dede’nin yanından ayrılmadı.

 

Mazlum Başpınar (57)

Mehmet Dede’nin kardeşi emekli öğretmen Mazlum Başpınar’ın da bu arada görüşlerini alıyoruz. Doğruluk ve dürüstlüğüyle Aleviliğin bir hukuk mektebi olduğunu, kötülük yapanların cemlere alınmadığını söyleyen Mazlum Başpınar; dedeler konusunda eğitimin önemine değiniyor. Dedelerin ve Alevilerin devlette temsil edilmesi gerektiğine inandığını söyleyen Mazlum Başpınar, Diyanet’te de temsil edilebiliriz ama bizi eğitim kurtarır, diyor. Bir yüksekokul kurulabilir, bir İmam Cafer kürsüsü üniversitelerde kurulabilir, diyen Başpınar Aleviliğin artık bilimsel bir şekilde araştırılması, dedelere de bir okul açılması gerektiğini söyledi.

Bu arada Pazarcık Maksutuşağı Köyü’nde cem yürütmese de İmam Cafer Ocağı’ndan İsmail Bakır Dede’nin varlığından haberdar oluyoruz.

Aynı akşam karanlıkta yine Gölbaşı’na dönüyoruz. Sabahsa Adana’ya doğru yol alıyoruz.

 

Ek; Seyyid Bakır Dede

Gezi esnasında uğrayamadığımız ama geziden sonra İstanbul’da beni ziyaret eden Pazarcık Maksutuşağı’ndan Seyyid İsmail Bakır’ın oğlu Seyyid Bakır (Seydo/Sağır) Dede’yle 13 Ocak 2003 tarihinde yaptığım söyleşide aldığım notları sizlere aktarıyorum:

Ben İmam Cafer Ocağı’ndanım. Bizim esas memleketimiz Malatya Arguvan, Ermişli Köyü’dür. Bizler 1946 yılında Sinemilli Aşireti’nin isteği üzerine Maksutuşağı’na gelip yerleşmişiz ve burada kalmışız. Ermişli Köyü’nde İmam Cafer Düşekleri vardır. 1954’lü yıllarda evlendim. Eşim de Sinemil Ocağı dedelerinden Ali Çallo Dede’nin kızı Sultan Ana’dır. Bizler Sinemil dedelerinin piri, Sinemil Aşireti’nin mürşitleriyiz, Sinemil Aşireti bize bağlıdır. Bizler çok uzun zaman önce İstanbul’a geldik, yerleştik, çalıştık, yer yurt sahibi olduk. Aksaray’a gelip yerleşmiştik. Birçok işte çalıştık. Ama bizler hiçbir zaman dedeliği bırakmadık. Aksaray’ın o eski, ahşap evleri, eski sokakları, komşulukları çok güzeldi. Bizler İstanbul’a ilk gelip yerleşenlerdeniz. Ben cem erkan süren bir insan değildim ama dedeliğin onurunu taşıdım, bu kuruma layık olmak için edep içinde yaşadım. Hala bizi çok sever, sayarlar.

Aslında oldukça bilgili olan Dedenin özellikle İstanbul’un bundan 50/60 yıl öncesiyle ilgili anıları ve gözlemleri çok ilginçti.

 

 

ADANA

 

Yetiş imdadıma yetiş carıma

Derdine düşmüşüm derman isterim

Yanıyor yüreğim aşkın narına

Derdine düşmüşüm derman isterim

 

Ben sana sarıldım umudum oldun

Senin aşkın ile yandım kavruldum

Hep seni aradım, hep seni sordum

Derdine düşmüşüm derman isterim

 

Ben sana bağlandım dönmem yolundan

İster beni etseler de dilimden

Düşmüş isem gel tut kaldır elimden

Derdine düşmüşüm derman isterim

 

Sana niyazım var Şahların Şahı

Seninle doludur gönül dergâhım

Dinle bu feryadım dinle bu ahım

Derdine düşmüşüm derman isterim

 

Nice çaresize yetişen sensin

Virane gönlümde ötüşen sensin

Gönüllerde goncasın güllüşah sensin

Derdine düşmüşüm derman isterim

 

Eridi şu cismim aşkın zarından

Geçmişim yolunda canım serimden

DOĞANCAN’ım sitem etmem halimden

Derdine düşmüşüm derman isterim

 

Doğan Türkdoğan

 

22 Ekim 2002

 

Uzun bir yolculuktan sonra Türkiye’nin en büyük kentlerinden birisi olan Adana’ya varıyoruz. Hemen zaman kaybetmeden daha önce arayarak geleceğimizi haber verdiğim Hüseyin Yalçın Dede’yi ve Hacı Bektaşi Veli Kültür Derneği’ni arıyoruz. Burada da büyük kentlerde olduğu gibi trafik bir sorun... Derken dostlar meclisine dahil oluyoruz. Hacı Bektaşi Veli Kültür Derneği’nde tüm derneklerde olduğu gibi çok büyük bir sevgi ve aşkla karşılanıyoruz. Oradaki canlarla sohbet ediyoruz. Bu arada dostlar diğer dede ve ozanlara ulaşıp bize yardımcı oluyorlar. Hüseyin Yalçın Dede’yi ise telefonla arayınca, bu çok sevdiğim ve çok önem verdiğim bilgi yüklü araştırmacı/yazar, örgütçü büyük insan samimiyetime sığınarak telefonda beni haşlıyor; “... bak hele bak, bunları da sen mi getirdin, saatler boyunca beni işgal ettiler... üst üste nedir bu evladım?... ” diyor. Kast ettiği şeyi daha sonra öğreniyorum; meğerse Ayfer Karakaya ve Amerikalı eşi de Adana’daymışlar... Uzun zamandan beri secereler üzerine çalışan değerli araştırmacı Ayfer Karakaya da secereler üzerindeki bir incelemesi için buraya gelmiş. Dededen oldukça bilgi almış, saatler boyunca söyleşi yapmış. Siz orada beni bekleyin, geleceğim diyor, dede.

Biz bu arada oraya gelen dede ve ozanlarla söyleşi yapıyoruz. Çekimler akşama kadar sürüyor ama her şey bununla da sınırlı değil. Çünkü gezinin nihayetinde en uzun günlerinden birisini o gün yaşayacaktım. Söyleşi ve bilgi toplama maratonu gece yarısından sonra da devam edecekti bugün.

 

Bertal Yıldırım (72), Kureyşan Ocağı

Aslen Tunceli Nazımiye Dallıbahçe Köyü’nden olan Bertal Yıldırım, 40 yıldır Adana’da yaşıyormuş. Hacı Kureyş Mahmudi Hayrani’nin oğludur, diyen Yıldırım; onun da 7 oğlunun olduğunu söylüyor. Dede kendisine göre Hacı Kureyş’in iki önemli oğlunun olduğunu onların da Derviş Mevali ve Derviş Mahmut olduğunu; Derviş Mahmut’un evlatlarının da Aliyanlar, Galiyanlar, Hüseyniler, Gülenler olduğunu; Mevali’nin bir oğlu olduğunu onlara da Derviş Divaneler dendiğini söyleyen dede Düzgün Baba’nın da Zel ve Hasger (Haskar) isimlerinde iki kızının olduğunu söylüyor. Kendisinin Derviş Mahmut’un Hüseyin kolundan geldiğini söyleyen Dede Tunceli’de ve Doğu’da aşiret sisteminin ağırlığından bahsediyor.

1938 yılında “menfi” olduklarını, Kütahya’nın Altınova, Altıntaş, Aslanapa’ya gittiklerini 1947 yılındaki bir afla tekrar geri döndüklerini söyleyen Yıldırım, dedemin babasının ismi Seyyid Hasan, dedemin ismi Seyyid Mahmut, babamın isim ise Bertal, diyor.

Gerçek Alevi Ehlibeyt’in yolundan giden kişidir, diyen Yıldırım; dedeliğin ise bilgi ve dürüstlüğüyle anılan dedeler tarafından yürütülebileceğini söyledi. Dedeler Babalarla ilgili bir birliğin kurulmasına, dedelik kurumunun devlet bünyesi içinde yer almasına destek vereceğini söyleyen Yıldırım, ister Diyanet’te yer alsın, ister Kültür Bakanlığı’nda dedeleri ilk önce halka sormak lazım, halk hangi dededen razıysa o dedeyi Dedeler heyetine seçmek gerekiyor, diyor.

 

Abuzer Yılmaz (Ozan Dederi)

53 yaşında olan halk ozanımız Yılmaz, Adıyaman Termen (Aydınoluk) denmiş uzun yıllar önce Adana’ya gelip yerleşmiş. Daha önce de Cem Vakfı Anadolu İnanç Önderleri Toplantılarına katılmış, şiirleri ve sazı güçlü aydın bir halk ozanı.

İlk önce curayı tanıdığını, çok küçük yaşlardan beri saza, söze ilgi duyduğunu söyleyen Abuzer Yılmaz; babasını 4 yaşında kaybetmiş. Hayatın tüm zorluklarını yaşayarak büyüdüm, diyen Abuzer Yılmaz; hür türlü işte de çalıştım çobanlık, işçilik, çaycılık da yaptım. Bizler önceleri köy odalarında çalardık, zamanla kendimizi geliştirdik, şiir yazmaya da başladım, 150/200 civarında eserim vardır, diyen Yılmaz İsmail Daimi’yle tanışmasının kendi üzerinde etkisinden bahsettikten sonra Yunus Emre, Pir Sultan, Hatayi’nin şiirlerini çok önemsediğini, günümüzde de Aşık Veysel ve Aşık Mahzuni Şerif’i çok sevdiğini söyledi.

Gerçek halk ozanı halkının ücretsiz avukatıdır diyen Abuzer Yılmaz, Aşık Haydar Aslan’ın kendisi üzerinde derin etkisinin olduğunu, ozanın hür bir ortamda görüşlerini dilediği gibi ortaya koyabileceği bir ortamda gelişebileceğini de belirtti.

 

Cafer Gemecik, (65), Kureyşan

Konuya oldukça duyarlı bir insan olan Cafer Gemecik, Erzincan Refahiye Gemecik Köyü’ndenmiş. Babasının isminin Kureyş Hasan Dede olduğunu söyleyen Cafer Gemecik, Kureyşan Kur’un oğlunun Şah Haydar olduğunu, kendilerinin Hacı Kureyş’e bağlılıktan dolayı övündüklerini, Göksun Kömürsuyu’nda Kur’an eğitimi alarak, Kur’an öğrendiğini anlattı.

Köylerinin dağıldığını her bir insanın bir köşeye gittiğini söyleyen Cafer Gemecik, Peyik’in dedelerin vekili olarak iş gördüklerini, peyiklerin köyü gezerek insanları ibadete çağıran insanlar olduklarını, kendilerinde görgünün musahiplik cemi yani dar-ı didar olduğunu söylüyor.

 

Ali Yeşiltepe, Rehber, (65), (Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Adana Şube Bşk. Yrd.)

Aynı zamanda cemlerde rehberlik görevini de yapan Yeşiltepe oldukça inançlı ve konuya ilgili bir canımız. Bizler İzol Aşireti’nin rehberleriyiz, bizler 400 yıldır rehberlik yapıyoruz, rehberlik sanıldığından daha ağır bir görevdir diyen Yeşiltepe, şimdilerde yaşanan yozlaşmalara bakılmaması gerektiğini, Aleviliğin çok yüce bir inanç olduğunu belirtti.

Tunceli, Mazgirt, Muhundu, Kardere (Sülüntaş) Köyü’nden olan Yeşiltepe, Hz. Ali’nin yüzyıllar önce İslam’ın ve Aleviliğin temel değerlerini ortaya koyduğunu, bunlara uyulması halinde birçok sorunun çözülebileceğini söyledi.

 

Doğan Doğancan

Değerli ozanımızı daha önce tanımış ve çok sevmiştim. Kendisiyle söyleşi de yaptığım, yazılı olarak kendisine verdiğim sorulara çok ayrıntılı yanıtlar veren, yola içten bağlı aynı zamanda aşıklık/zakirlik de yapan halk ozanı Doğan Doğancan’la bir sonraki gün söyleşi yapmayı planlıyoruz.

 

Hasan Kömürcü (51)

Aslen Adıyaman Merkez Çamyurdu Köyü’nden olan aynı zamanda dernek saymanı Hasan Kömürcü de bu yola içten inanmış ve bağlanmış bir canımız.

Sevgili okurlar diyeceksiniz ki, ilk kez gördüğün insanlar hakkında hemen yorumlarda bulunup, onları çeşitli sıfatlarla nitelendirip, övüyorsun.

Can dostlar; insan güzelliğine inanan, insandan umudunu ölene kadar kesmeyecek olan ben garip Ayhan Aydın aslında insanlardan çok çekmiş birisiyim. Ama yaşımız gereği her ne kadar çok tecrübemiz olmasa da insanın kıytırığını, samimi ve dürüst olmayanını da algılayabiliyorum.

Yukarda sıraladığım, aşağıda anlatmaya devam edeceğim gezip, gördüğüm bu yerlerdeki bu insanların dedelerin, babaların, anaların, ozanların, yöneticilerin, diğer insanların çoğunu gerçekten ilk kez görüp tanıyorum. Ama bende bir göz, ben de bir kalp var. Belki özel yaşamlarında biraz farklı bir kimlikleri vardır, tüm bu canların. Ama sevgili okurlar; ben ona inanıyorum ki, kişiler çok kısa bir sürede de tüm kimliklerini ortaya koymasalar bile, kendileriyle ilgili temel ipuçlarını da bize verirler aslında. Biz biraz dikkatli bakarsak bunu kolaylıkla görebiliriz. Ne yalan söyleyeyim, tüm gezim boyunca ben hep iyi gördüm, iyi işittim; eksikliği kendimde aradım. Ama bir şeyi daha söyleyeyim ki, çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun büyüğü büyük şehirlerde; başta ta İstanbul’da.

Bir vesileyle daha önce de söylemiştim; Bizans’ın, Konstantinopolis’in saraylarında çevrilen entrikalar, güzel Anadolu’mda, güzel Trakya’mda, güzel Bulgaristan’ımda yok, çok şükür!... En azından bu duygu beni rahatlatıyor.

Neyse konu geniş, biz anlatmaya tekrar dönelim.

Sohbetimiz, söyleşimiz böyle sürüp giderken ozanlar sazların tellerine vuruyorlar, bu arada çekimlerim aralıksız devam ediyor... Bu arada telefonla daha önce geleceğimizi haber verdiğimiz sevgili değerli yazar abimiz Ömer Uluçay bize sürpriz yaparak derneğe geliyor. Bu arada Hüseyin Yalçın, Ayfer Karakaya ve sevimli Amerikalı eşi derneğe geliyorlar. Saatler tabii ilerliyor. Hüseyin Yalçın’ın bir gün sonra mutlaka şehir dışında olması zorunluluğu, Ömer Uluçay’ın kardeşinin düğünü için şehir dışına çıkmak zorunda olması planlarımızı da değiştiriyor. İlk önce Ömer Uluçay’la söyleşelim, sonra Hüseyin Dede’ye gidelim, önerim kabul görmüyor. Çok sevdiğim Hüseyin Yalçın bana takılarak kaç gün önce kendisini aradığımı, ilk önce o yüzden kendi evine gitmemizi istiyor. Onu kıramayarak Hüseyin Dede’nin evine yöneliyoruz. Bu arada saatler epey ilerliyor. O zaman Ömer Uluçay da bizimle gelsin, bari sizin evinizde onunla da söyleşi yapayım, önerimi onaylıyorlar. Böylece hep birlikte Dede’nin evine ilerliyoruz.

Yolculuk için hazırlık yapacak olan Ömer Uluçay Hocamıza önceliği vererek onunla çok detaylı bir söyleşi yapıyorum.

 

Ömer Uluçay

Alevilikle ilgili yapmış olduğu çalışmalarla tanınan ve bugüne kadar birçok eseri yayınlanan Ömer Uluçay’ın mesleği doktorluk. 1943 Adıyaman doğumlu olan Ömer Uluçay Aleviliği sağlıklı bir şekilde yorumlayıp eserler verebilmiş, değerli bir yazarımız. Aleviliğin birçok farklı alanında eserler hazırlayan Ömer Uluçay bu çalışmalarını aralıksız devam ettirme kararlılığında olduğunu söylüyor. Söyleşimiz boyunca samimi görüş ve düşüncelerini benimle paylaşan Uluçay, Alevi İnanç ve Kültürünün nasıl bir zenginliğe sahip olduğunu gördükten sonra, bu alandaki çalışmalara ağırlık verdiğini, Aleviliğin Anadolu’nun ve İslam’ın özgün bir yorumu olduğunu söylüyor. Şairlerin, ozanların, dedelerin, babaların, cemlerin bu inançtaki yerinin çok önemli olduğunu söyleyen Uluçay, önemli olanın Alevilerle Sünniler arasında diyalog köprüleri kurmak olduğunu, bunun için çalışmanın bir aydın sorumluluğu, yurttaşlık sorumluluğu olduğunu söylüyor. Alevilerin kendileri arasındaki problemlerinde farkında olan Uluçay, bunların halledilmesinin ülke birliğine de katkı sağlayacağını, asıl olanın birlik beraberlik, dayanışma, kaynaşma olduğunu belirtiyor.

Değerli hocamızla saatler süren uzun içerikli, zengin bir söyleşi yapıyorum. Bunlar benim için önemli arşiv belgeleri oluyor. Tüm bu söyleşileri değerlendirmek isteği benim de çalışma azmimi kamçılıyor açıkçası.

 

Hüseyin Yalçın, (Derviş Cemal), (1942)

Saatler gece yarısını gösterdikten sonra sevgili dedemizin çalışma odasında kendisiyle üç saat süren çok önemli bir söyleşi yapıyorum.

Sadece ocakzadelik, dedelik kimliğiyle değil aynı zamanda, Alevi/Bektaşi örgütlülüğünde de aktif bir rol oynayan ve araştırmaları, görüş, düşünce ve çalışmalarıyla dedeler arasında ayrıcalıklı bir yere sahip olan Hüseyin Yalçın hocamızın, dedemizin güzel bir çalışma odası ve iyi bir kütüphanesi var.

Tuncelili olan dedemiz 1938 Dersim olaylarından sonraki sürgünlük döneminde Afyon Bayramgazi’ye göçen bir ailenin çocuğu olarak doğuyor.

Türlü zorluklarla geçen ömründe kilometre taşlarından birisi de Akçadağ Köy Enstitüsü’ne kaydolan olan Hüseyin Yalçın, eğitim ordumuzun bir büyük emekçisi olarak toplam 30 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra, 15 Ocak 1992’de, emekli olmuş.

Pir, mürşit, rehber kendi içimizdendir, diyen Hüseyin Yalçın; ikrar kapıları önemlidir, işte bu kapılar gerçek Aleviliğe açılır, ulu olan yoldur, yolu sürmek, o yolda menzil almak gerekir, diyor. Kişinin rehberi yoksa pir huzuruna çıkamayacağını, pirin yolun temsilcisi olduğunu, mürşidin baş olduğunu ve mürşidin ocakzade olması gerektiğini söyleyen Yalçın; Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin 36 bin çerağ uyardığını, hizmet görmeden hiç kimsenin menzil alamayacağını, pir ve mürşitlik makamlarını atlayarak bir yere varılamayacağını belirtiyor.

Şıh Hasanlılar Derviş Cemal’e bağlıdır, diyen Hüseyin Yalçın; Seyyid Cemal Sultan’ın Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin birinci dervişi olduğunu açıklıyor.

Günümüzde yaşanan sorunların birlik, beraberlik duyguları içinde ama bir sonuca varmak için ciddi toplantılarla aşılabileceğini söyleyen Hüseyin Yalçın; binlerce dede ve babanın bir araya gelerek sorunları çözemeyeceğini her ocağın kendi içinde, yetki vereceği temsilcilerinin bir araya gelip uzun uzun tartışmalardan ve benliğini yenerek meydanda ocakzadeliğine yakışır bir hal takınıp sorunların halledilebileceğini, Alevi örgütlerinin tümünün de benliklerini bir tarafa atamadığını, örgütlerin toplumun önünü açamadığından dert yanıyor.

Dedelerin Diyanet İşleri Başkanlığı’nda temsil edilmesi olayına karşı olduğunu söyleyen Hüseyin Yalçın, Alevilerin ve dedelerin henüz bu birlikteliğe hazır olmadıklarını, her şeyden önce tüm ocakzadelerin her birinin ayrı ayrı ocaklar bazında toplanıp, bir birlikteliğe gidip kendi temsilcilerini seçip, iç hiyerarşiyi kurmaları gerektiğini özellikle belirtti. Artık 21. Yüzyıla yanıt verecek nitelikte dedelere ihtiyaç olduğunu söyleyen Yalçın, ne tek başına ibadetin, ne de kültür ve felsefenin halka bir şeyler vermek için yeterli olacağını bu konudaki çalışmaların ise çok yetersiz olduğu için her kafadan bir ses çıktığını, dedeler arasındaki birlikteliğin kurulabilmesini biraz zaman alacağından yakındı. Gençlersiz olmaz diyen Yalçın, en büyük sorunun zaten geçmiş kuşağın bilgi ve tecrübelerinin yaşayan ve yaşatılan Aleviliğin geleceğe aktarılmaması tehlikesi olduğunun altını çizerek bu konuda yazarlara da büyük görevler düştüğünü söyledi.

Cemiyle, sohbetiyle, bilgisiyle, görgüsüyle, insanlığıyla örnek bir dedemiz olan Hüseyin Yalçın’la üç saatten fazla süren çok içerikli bir söyleşi yaptıktan sonra müsaade isteyip, halk ozanı Doğan Türkdoğan’ın evine doğru hareket ediyoruz.

 

23 Ekim 2002, Doğan Türkdoğan

Sabah yine her zaman olduğu gibi erkenden kalkıp, günün planını yapıyorum. Konuşmalarımız sonucu işlerinin yoğunluğu nedeniyle o ana kadar bu bölgedeki gezilerden bana en büyük yardımı dokunan Niyazi Arslan’ı Gölbaşı’na uğurlayıp, birkaç gün de değerli ozanımız Doğan Türkdoğan’ın himmetiyle yolculuğu nihayetlendiriyorum.

Doğan Türkdoğan, (Ozan Doğancan) sadece bir halk ozanı değil; o aynı zamanda bir aşık/zakir. Cemlerde yoğun hizmetleri olan Türkdoğan’ın daha önce yayınlanmış kitabı yanında, kimi konularda araştırma ve incelemeleri de var. Cem Dergisi’nde de yazılarını değerlendirdiğimiz Doğancan da gerçekten candan yürekten bir dostumuz iki gün bizi evinde misafir eden ozanımız ve eşi Aleviliği kurallarıyla yaşayan can dost insanlar. Nihayetinde sazını saatler boyunca dinlesek de doyamadığımız bu can dostumuzu sevgiyle yad ediyorum.

Sabah görüşemediğimiz bazı dedelere ulaşmaya çalışsak da bunda başarılı olamıyoruz. Ama kent merkezine inerek insanları görme, biraz gezme fırsatım doğuyor. Gerçekten de çok büyük bir kent merkezi olan Adana, aynı zamanda güzel de bir şehir. Çarşıları, insanları... oldukça etkileyici.

Bu arada hemen belirtelim ki, Adana Hacı Bektaşi Veli Kültür Derneği birçok etkinlik yaptığı gibi, cemlerin de yapıldığı bir mekan. Ayrıca insanların üzerinde Hacı Bektaş Anma Etkinlikleri sonrasında meydana gelen ve birçok insanımızın Hakk’a yürümesine neden olan büyük kazanın, çok olumsuz etkilerini hala görmek mümkün.

 

 

Herkes niyazını almış eline

Erenler dergâha sefa geldiniz

Hakk’ın Divanına Kırklar Cemi’ne

Erenle dergâha sefa geldiniz

 

Hü erenler deyin, içeri girin

Cümle canlar için, secdeye varın

Darı Mansur olun divana durun

Erenler, dergâha sefa geldiniz

 

Pirin huzuruna eli boş varma

İki gönül ile divana durma

Hakk’ı özünde bil ayrıdan sorma

Erenler, dergâha sefa geldiniz.

 

Sevgidir, saygıdır, bizim yapımız

Cümle insanlara, açık kapımız

Gönül kâbemizdir, insan kıblemiz

Erenler, dergâha sefa geldiniz.

 

Marifet gömlektir, arif olana,

Hakikate varıp, Hakk’ı bulana

Gönül gözü ile, Hakk’ı görene

Erenler, dergâha sefa geldiniz

 

Mürşidim Muhammed, rehberim Ali

Gidişim batıni, erkânım belli

Pirim, Şah Horasan Bektaşi Veli

Erenler, dergâha sefa geldiniz.

 

Bu dergâhta cümle canlar bir olur

Hakikat gömleğin giyen sır olur.

DOĞANCAN semah döner, erkân kurulur

Erenler, dergâha sefa geldiniz.

Doğan Türkdoğan

 

Süleyman İyiöz Baba, (1916)

Sevgili dostumuz Dursun Gümüşoğlu’nun verdiği bilgilerin yardımıyla, bilebildiğimiz kadarıyla şu anda Adana’da yaşayan tek Bektaşi Babası Süleyman İyiöz Baba’yı arayıp buluyoruz. Girit Kandiye doğumlu Baba eşiyle bizi limon ağacı ve çiçeklere gömülmüş evlerinde ağırlıyorlar. İlerlemiş yaşına rağmen oldukça dinç, zihni açık olan Baba yaşamını bize aktarırken geçmiş günlerin özlemiyle, bize açılıyor. Aynı zamanda çok az bildiğimiz kimi bilgileri de bize aktarıyor.

1951 yılında, 63 yaşında vefat eden babası Selim İyiöz’ü yad ederek sözlerine başlayan İyiöz; eskiden çok yoğun bir şekilde Bektaşi babalarıyla içli dışlı olduğunu, ama artık bu insanların da, bu aşkların da fazla kalmadığından dert yanıyor.

Bizi bir zamanlar meydanların açıldığı, evinin üst katındaki meydan evine çıkaran Baba, duvarlardaki fotoğraflarda babaların yaşamlarını bize aktarıyor. Bu arada ricamız üzerine ve kendisi de isteklenerek babalık hırkalarını, taçlarını.. yani Bektaşi babalarının giydiği özel giysilerini sandıktan dualarla çıkarıp, giyiyor. Bu haliyle fotoğrafını çekip kameramla bu halini de görüntüleyip, belgeliyorum. Girit’te Şehit Hasan Ali Baba Dergahı vardı, diyen İyiöz; mübadeleden sonra Girit’ten buraya gelip yerleştiklerini, zamanla buraya alışsalar da yine de Girit’e karşı içlerinde bir özlem kaldığını aktarıyor. 24 Şubat 1924’te Adana’ya yerleştim, diyen Baba; 1952’de nasip alarak yola girdiğini, 1976 yılanda Hasan Balım Baba’dan dervişlik ve babalık aldığını söyledi. Benim tanıdığım Cafer Sadık Bektaş Halife Baba vardı, o çok yetkin bir halifebabaydı diyen İyiöz, onun Sivas kökenli birisi olduğunu ve Arnavultluk’a da gittiğini söylüyor.  (Sevgili Baba’nın Hakk’a yürüdüğünü sonradan öğrendik ışıklar içinde yatsın.)

 

Biz kent merkezini gezerken beni arayan Ergül Şanlı eğer dostum, Adana’daysan mutlaka Yusuf Gül’e de uğra çok değerli bir canımızdır, deyip telefonunu verdi. Biz de arayıp, tarayıp onu bulduk.

 

Yusuf Gül (66), Sadiken Gül (66)

Yola gönül vermenin ötesinde, büyük bir hizmet de vermiş olan bu değerli canların sevgili arkadaşım Veli Gül’ün annesi ve babası olduklarını söyleşinin ilerleyen dakikalarında anlıyorum. Çok uzun yıllar çocukları olmayıp, dua ve hayırlarla, Hacı Bektaş Dergahı’nı ziyaretleriyle çocuk sahibi olan bu canlar tam 37 yıldır istisnasız her sene Hacı Bektaş Dergahı’nda yaklaşık bir ay hiçbir karşılık almaksızın hizmet veriyorlarmış. Feyzullah Ulusoy’dan sonra şimdi Veliyettin Ulusoy’a bağlı olarak çalışan bu canların sevgisine, muhabbetine diyecek yok. Ayrıca günümüzün ünlü ozanlarından Aşık Yusuf Kemter’in de çok uzun yıllar boyu kendilerine misafir geldiğini ve kendi evlerinde kaldığını da öğrendiğimiz bu inançlı insanların yaşadıkları gerçek bir öykü.

 

Ceyhan, Durhasandede Köyü, Durhasandede Türbesi

Nasıl olsa Mersin ziyaretini bir gün ertelemişken yörenin en önemli ziyaret mekanı kabul edilen tarihi önemi çok büyük Ceyhan Durhasandede Köyü’ne doğru Yusuf Gül’ün de katılımıyla hareket ediyoruz. Öyle ya dirilerimiz çok önemli ama dergah ve türbelerimizi de ziyaret etmeliyiz. Oldukça uzun bir yolculuktan sonra köye ve türbeye varıyoruz ki, gün akşam olmak üzere. Güneşin bulutlar arasından kayboluşu, gökyüzünün kızarması ve son ışıkların türbeye düşmesi, akşam serinliğinin vadiye inmesi yaşanması gereken güzel anlar.

Tahtacı Türkmen geleneğinde bu inanç ve kültürün önderleri olan dedelerin en büyük ocak kurucularından birisi olan Durhasandede, tüm Tahtacı Türkmen Aleviler tarafından bilenen ve sevgiyle anılan bir ulu eren.

Yüzyıllar önce yaşamış ama etkisi sevgisi hiç azalmamış. Özellikle Ege’den, Akdeniz Bölgesi’nin diğer illerinden yoğun bir şekilde gelip burayı ziyaret edip, kurban kesen canlar bu türbenin canlı olmasını sağlamışlar. Ayrıntılı bilgilerin konunun uzmanı Veli Asan’da olduğu Durhasandede Türbesi’nin bulunduğu köy de aynı ismi taşıyor. Her ne kadar eski gelenekler, inançlar, yaşatılamasa da, bu ulu kişi yine yüzyıllar boyu kendini ziyarete gelen konuklarını ağırlamaya devam edecek.

 

Süleyman/Gülbahar Derse

Köyde gidip, konuşabileceğimiz dostlarımız olduğunu söyleyen Doğan Türkdoğan ve Yusuf Gül’le Süleyman/Gülbahar Derse’nin evine hareket ediyoruz. Yemyeşil, tertemiz, çiçekler içinde bir bahçeli eve doğru hareket ediyoruz. Doğan Türkdoğan ve Yusuf Gül eve yönelip kapıyı çalınca beni gezi boyunca en fazla duygulandıran anlardan birisini yaşıyorum. Dışarı çıkan Gülbahar Ana ve Süleyman Amca bizleri görünce ağlamaya başlıyorlar. Büyük bir özlemle yanımdaki dostlara sarılan bu canlar bana da aynı sıcaklıkla sarılıyorlar. Duygusal bir insan olduğum için ne olduğunu anlayamadan benim de gözelerimden yaşlar boşanıyor. Sarılıp, öpüşmelerden sonra içeri giriyoruz. Ben sonra sonra anlıyorum bu ağlamanın nedenini. Saf ve gökyüzü gibi aydınlık kalpli bu insanlar meğerse epeydir insan beklerlermiş... Misafiri, dostlukları, arkadaşlıkları çok seven bu can insanlar, bir misafir gelse de konuşup, dertleşsek, diyorlarmış. Hatta Gülbahar Ana rüyasında bile görmüş... Bunlar sahte duygular değil can dostlar... Bunlar gerçek insanlık duyguları, gerçek insanlık değerleri... Kadıncağız bilmiyor ki ne yapsın bize, yemek, çay, meyve... O koşuşturdukça anlatılmaz bir duygular yumağı içinde bambaşka alemlere dalıyorum. Yine eski cemler, eski dedelerin isimleri, anılar, anılar... Sazların sesleri adeta kulağımda çınlıyor. Sonra bakıyorum ki duvarlarda yine İmam Ali, İmam Hüseyin ve dedelerin resimleri. Bu gönülleri yüce insanlarla sohbete doyamıyorum, ısrarla kalmamızı istiyorlar ama bizim Adana’ya tekrar dönmemiz gerekiyor.

Öğrendiğime göre, buraya çok büyük sıklıkla insan gelmiyormuş. Ama inançlı insanlar dedeleriyle en azından aşıklarıyla gelip ibadet edip, kurban kesiyorlarmış. Köyün ilgisinin biraz zayıf olduğundan yakınan Süleyman ve Gülbahar Derse’nin dertleri, buraların insanla dolup, taşması, cemlerin, ibadetlerin yapılması... Onlardan ayrılırken aslında yüreğim sızladı... Anadolu insanımızın garipliğini, yalnızlığını, özlemlerini, sıkıntıları gün geçtikçe daha çok görür oldum. (Süleyman ve Gülbahar Derse’yle gezi sonrasında da telefonla da olsa görüşmelerimiz devam ediyor.)

Adana’ya hayli geç bir vakitte varıyoruz. Ama bu arada Mersin’le temaslarım devam etmişti.

Daha önce Hacı Bektaşi Veli Anma Etkinlikleri’nde karşılaşıp, sohbet ettiğim sazı ve sözleriyle yaşayan değerli İsmail Türker Dede’yi arayarak kendisini ziyaret edeceğimizden haberdar ediyoruz. Onunla bir söyleşi yapmayı planlıyorum. Yine iki kez telefonla eşine ulaştığımız Mithat Güler Dede’nin ise yakın bir akrabasının vefatı dolayısıyla memleketine gittiğini öğreniyorum. Ama bir de büyük Doğan Doğan Dede var, onunla da sohbet etmek çok iyi olacak.

 

Ama sabah ilk önce yine bir dedeye uğrayıp bir söyleşi yapıyorum.

 

24 Ekim 2002, Ali Hıdır Duman, Baba Mansur, (63)

Tunceli, Mazgirt, Muhundu, Şöbek Köyü’nden olan Ali Hıdır Duman ocakzade olsa bile kendisinin bugüne kadar dedelik yapmadığını söylüyor. Dedesinin Abdullah, babasının ise Ali Abbas Dedeler olduğunu söyleyen Duman, kendilerinin Baba Mansur’un çocuğu Seyyid Mahmut’tan geldiklerini söylüyor. Şöbek köyünün 150 haneyken şimdi 20/30 hane kaldığını, köyde Abdülaziz, Düzgünbaba Türbeleri’nin bulunduğunu belirten Ali Hıdır Duman, insanların artık Alevicilik yapmaktan vazgeçmeleri gerektiğini her şeyin sadece inanç boyutuyla da değerlendirilemeyeceğini belirtiyor. Alevi/Sünni birlikteliği zaten çok zor bir şey değil diyen Dede, bizlerin de bazen olayı abarttığımızı, Alevi/Sünni sorununu da biraz Alevilerin körüklediğini, Adana’da bugüne kadar hiçbir Sünni’nin kendisinin Aleviliğine karışmadığını, hayatı biraz da oluruna bırakmak gerektiğini, Türkiye’de Alevilere yönelik bir baskının olmadığını söylüyor. Biz tabii bazı karşı fikirler söylesek de, benim de Alevi/Sünni kardeşliğinden yana olmama rağmen Aleviliğe baskıların olduğunu vb. söylesem de, Ozan Doğancan da aynı şekilde müdahale etse de Ali Hıdır Duman görüşlerinde ısrar ediyor. Alevilik bir kültürdür diyen Ali Hıdır Duman, önemli olan insanın özüdür, şekle bakarak kimseyi yargılamamak gerekir, diyor. Ali Hıdır Duman dedelerin birliğinin ve devlette yer almasının çok zor olduğunu dedeliğe kim layıksa ancak ve ancak o kişilerin dedelerin temsilcisi olmaları gerektiğini, Allah’ın varlığının insanda olduğunu insana değer vermeyen bir görüşü ve dedeyi kabul etmediğini belirtiyor.

 

 

MERSİN

 

YETİŞ ŞAHIM ALİ

 

Gözleriz gözümüz yollarda kaldı,

Yetiş Şahım Ali car günü geldi.

Zalimin zulmünden geçilmez oldu,

Yetiş Şahım Ali car günü geldi.

 

Fermanı eline geçirmiş Mervan,

Yalanla, hileyle sürüyor devran,

Umudumuz sende kaldı ya Şahı Merdan,

Yetiş Şahım Ali car günü geldi.

 

İnsanlık yozlaştı düzen kalmadı,

Ne marhamet ne de vicdan kalmadı,

Ne adalet ne de vicdan kalmadı,

Yetiş Şahım Ali car günü geldi.

 

Gecikmeden Ulu Divan kurulsun,

Mümin olan canlar Hakka şekilsin,

Ol Yezidin tahtı tacı yıkılsın,

Yetiş Şahım Ali car günü geldi.

 

Bir nefeste nice engeller aşan,

Düldülü eğerle zülfikar kuşan,

Esrari der coşup Bendinden Beşan,

Yetiş şahın Ali car günü geldi.

 

Mehmet Şahan

 

Fakat bu arada param tümüyle bitiyor. İstanbul’dan para gelmediği gibi ciddi rahatsızlıklar vb. beni iyice zorluyor.

En az on kez aramama rağmen İsmail Türker’in daha önce konuştuğum telefonundan bir yanıt gelmiyor.

Her ne kadar buradaki Hacı Bektaş Derneği’nin bize yardımcı olacağını düşünsem de gerçekten can dostlar tüm sinir sistemim alt üst oluyor ve derin bir gerilimle boşalma yaşıyorum. Kafam kokain almışlarınki gibi uyuşmuş bir durumda, içim de bir bulandı, geçmişe dönüp Cem Vakfı’nda yapılan uygulamaları, haksızlıkları, kul haklarının gasplarını, boş yere harcanan milyarları, şarlatanların nasıl adam yerine konulup, gerçekten çalışanların nasıl yok edildiklerini, oranın nasıl bir Bizans sarayı olduğunu, hiçbir insani değerin kalmayıp bir dedikodu yuvası, boşta gezen veya işini/gücünü kaybetmişlerin, sahtekarların demir atmış oldukları çamurlu sularıyla bir hastalık rıhtımı olduğunu... düşündükçe midem bulanıyor ve kusmak istiyorum.

Bir günlük daha sabır ya Yaradan diyorum. Mersin’e varınca kafamı uğuldatan bu duygular bir kenarda duruyor. Yeni bir şehri, yeni insanları, bir kenti görmenin heyecanı yine beni sarıyor. Kent merkezini geziyoruz, Doğan Can’la. Sahile varıyoruz, şehit düşen deniz askerleri için yapılan bir anıt, sahile yakın elinde güvencinle özgürlük timsali bir beyaz kadın heykeli... İnsanlar, canlı sokaklar, dershaneler, çocukların kuş sesine benzeyen cıvıltıları çevremizi sarıyor.

 

Doğan Doğan

Doğan ailesinin en büyük temsilcisi olan Doğan Doğan’ı ziyaret ediyoruz. Kendisine yaptığımız nezaket ziyareti tabii. Eşiyle birlikte bize büyük ilgi gösteren Doğan’ı fazla yormadan kısa bir çekim yapıp oradan ayrılıyoruz. Ben İstanbul’a dönmek için bir otobüste yer ayırttırıyorum. Bu arada bir kiliseyi ve Mersin Sanat Müzesi’ni geziyoruz. Doğan Türkdoğan’la vedalaşıyoruz. Gezinin bu bölümünde bana destek veren değerli ozanımıza çok teşekkür ediyorum. Bu arada otobüsün kalkış saatine kadar fazla uzaklaşmadan kentin merkezini bu kez de ben tek başıma, kameramla geziyorum. Kentten görüntüler derliyorum. Belki bir başka zaman, daha iyi olanaklarla gezeceğim bu kentin güzelliği büyülüyor beni. Mersin’i Antalya’ya benzetiyorum. Her ikisi de çok büyük ve sahil ile kent merkezleri oldukça modern olan şehirler.

 

Ve otobüs... ve ver elini Konstantinopolis...

 

Ek Bilgi; (Fethi Erdoğan’dan 17. 7. l998’de alınan bilgiler)

Silifke’de Say Mahallesi Alevi mahallesi.

Mersin içinde Pozcu Mıntıkası’nda Muğdat (Mikdat) Dede Türbesi var. Daha çok Arap Aleviler’in ziyaret ettikleri Türbe’de insanlar kurban kesiyorlar. Belli bir mimari tarzıyla inşa edilmiş.

Arap Alevileri ile iligilenenler: Mehmet Çelikcan, Hasan Altınpınar (Adana’da), Mehmet Tevfik Özezen(Adana’da) Fethi Erdoğan bunları tanıyor.

Mersin içinde 300 bin Alevi nufüsu olduğu söyleniyor.

Mersin’de ayrıca Tahtacılar, Abdallar ve bunların köyleri var.

Tarsus’ta Ashabı Keyf türbesi var.

AYHAN AYDIN, Trakya ve Anadolu’da Erenler Bahçesi (Alevilik/Bektaşilik Araştırma Gezi Notları, 2002/2006), 2. BASKI, CAN YAYINLARI, İSTANBUL, 2008, SAYFA: 481-508

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile