HASAN HÜSEYİN YALVAÇ’A SORULAR…

Şair, Yazar, Yayıncı Bir Güzel İnsan

HASAN HÜSEYİN YALVAÇ’A SORULAR…

 AYHAN AYDIN

Çok değerli üstadım. Bana geçen ay hediye ettiğiniz kitaplarınızı okudum. Her birinden çok etkilendim. Şiirleriniz benim ruhumun da şiirleri, görüş ve düşünceleriniz de benim görüş ve düşüncelerimi yansıtıyor. Kendi yazdığınız şiirler, kitaplar aynı zamanda yine Sone Yayınları’ndan çıkan şiir kitapları, çabalarınız, tüm üretimleriniz edebiyat dünyamızın içinde nasıl bir büyük emektar olduğunuzu da gösteriyor.

Bu bitmez tükenmez kültür dünyası ve ekini içinde o kadar çok ürün çıkar ki insanoğlu hayatı boyunca çok uğraşsa da bunların çok çok az bir kısmına ulaşır, okur, görür…

Belki sadece çok okumakta değil, başka uğraşlarla da insanoğlu çok olaya tanık olur, çok kişi tanır, yaşadığı dünyayı algılar…

Tüm bu yaşam içinde yağan yağmurlar, esen rüzgârlar, yenen simitler ve içilen çaylarla birlikte nice dünyalar kurulur, yıkılır, dağılır gider.  Çocuk büyür adam olur, ama biz ona “adam olamamışsın” deriz.  Bir Türkiye Cumhuriyet kurulur, hala çok eksiği var, derler…

On binlerce kitap yazılır daha neler yazılır neler yazılır, ömrü olan okur derler… 

Bir yayıncı yüzüncü, iki yüzüncü kitabı çıkarır kim bilir daha ne şairler kitaplarını çıkarmak için bana gelecekler, der.  Bir başkası daha ne ilginç tarih konularının dosyasını alıp bana gelecek, der.

Bu dünyada umut tükenmez, sevgi azalmaz, hayat sürüp gider… 

Göllerimiz kurur çöl olur gider… 

Dağlar kadar yerli bildiğimiz sanayi tesislerimiz eloğluna hiç pahasına satılır toz olur gider…

Değerlerimiz, ilkelerimiz, hayatımız pahasına koruduğumuz adına ahlak, namus dediğimiz tüm varlığımız un ufak olur rüzgârın önünde savrulur gider… 

Çocuklar öldürülür,  işçiler sömürülür, bu dayak, bu kahır bize kâr olur gider…

Ama ne güzel ki sizler varsınız… Her zaman söylemişimdir şiir olmasaydı ben öksüz büyümüş olurdum, öksüz kalırdım…

O kadar ki şiiri seviyorum…

 

Çok sevgili Ozanım, Yazarım, Yayıncım…

 

Şair Sözü Yalan Değildir kitabınızda bir şiiriniz var, SARIKAMIŞ’IN TÜRKÜSÜ diye

 

Karlar, ak kanatlı, mavi gözlü karlar yağıyor

            Yağıp yağıp ağlıyor

                        Ağlıyor da gökler kara bağlıyor

                                               Olanda bize oluyor

                                                                       Olup da güllerimiz soluyor

Ağlama Sarıkamış’ım ee ee ee ee

            Uyusun da büyüsün tıpış tıpış yürüsün

                        Karlar yöresini bürüsün

Hu hu hu Allah

Kara tren soluyup da derin derin ah çeker

Ah çeker… vagon çeker… dert çeker…

            Ne çekerse Sarıkamış çeker

Çifte raylarda-borada-kömür çeker

            Hastalıktan çoluk çoluk kırılır yas çeker

                        Kimi de var can, yaş gününe tel çeker

Uyusun da büyüsün neni, tıpış tıpış yürüsün neni

            Karlar da Sarıkamış yöresini bürüsün

                                   Hu hu hu Allah

(H. Hüseyin Yalvaç, ŞAİR SÖZÜ YALAN DEĞİLDİR, Deneme, Sone Yayınları, 2008, İstanbul, 14)

 

 

Bu kitabınızda daha çok edebiyat dünyamızın sorunlarına ilişkin görüşlerinizi dile getiriyorsunuz elbette yurdumuzun yaşadığı sorunlar sarmalında aydınca fikirlerinizi ortaya koyuyorsunuz…

 

Sayın Yalvaç Sarıkamış büyük bir trajedi, felaket öyküsü anlatır bize. Ama bir büyük kahramanlık destanının yazıldığı bir Çanakkale vardır. Bunlarla birlikte bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vardır. Osmanlı’nın sonu ve şu yaşadığımız toprakların tümden işgaline karşı Türk halkının bir başkaldırısı var, bir direnişi var, bir büyük önderin arkasında top yekûn silkelenişi var… Emperyalizme karşı koyuşta dünyaya örnek bir destan var… Ama bugün bakıyoruz ülkeyi satanlar, bu doksan yıllık cumhuriyetin tüm birikimlerini yok sayıyorlar, çünkü kolaydan yok etmek istiyorlar, ne kadar bağırırsalar, gerçekleri o kadar gizleyeceklerini ülkeyi o kadar kolay satacaklarını sanıyorlar.

Şairin sözü yalan olmazsa, bu ülkenin Atatürk, cumhuriyet, birlik, beraberlik, Anadolu kültürü, Türk yurdu, Türk-Kürt-Alevi –Sünni bir vatanın evladı, sözleri de yalan olmaz sanırım…

 

  • Gerçekten nedir cumhuriyet, nedir demokrasi, nedir hak, nedir hukuk, nedir işçi-emekçi hakkı?

 

İnsanın insanca yaşayabileceği bir dünya özlemi hep var ola gelmiştir. Bu özlemin süreç içerisinde ete kemiğe bürünmesi birçok kavramları da yaşamımıza taşımıştır doğal olarak. ‘Kimsesizlerin kimsesi’ olarak tanımladığımız cumhuriyet, bir başka yerde aksine gericiliğin de adı olabiliyor. Aslında demokrasi, hak, hukuk, işçi-emekçi hakkı, dünyanın devinmesine nereden baktığına bağlı olarak tanım kazanıyor aslında. Sözlükteki anlamları genelde, emperyalizmin kuşatması altında başka anlamlara taşınıyor. Elbette bizler, gerçek tanımlarının peşindeyiz ve onun mücadelesini veriyoruz, vermek zorundayız. Örneğin, siyasal denetim halkta ya da halkın seçtiği kişilerde olduğu ve insanların eşitlik paydası üzerinde yaşam sürdüğü demokrasi, şu an ne kadar geçerlidir? Biliyorsun ‘Halk Demokrasisi’ diye de bir şeyler var. Demokrasinin asıl kimliği halkken, niye böyle bir söyleme gerek duyulur? Çünkü pratik, sözlük tanımlarının dışındadır. Burjuva Demokrasisi de var biliyorsun.

Sonuç olarak şunu söylemek gerekir: Yaşamın anlamı sonsuz bir mücadeledir bana göre. Kişilerin ömürleriyle sınırlı olmayan ama sürekli birbirine ulanan bir sonsuzluk yürüyüşü. Yaşamın anlamını bu derinliğe çekersek, hem ‘ben’lerimizden kurtuluruz hem de çoğalmanın, mutlu olmanın anlamını kavramış oluruz. Bu noktada da hak, hukuk, demokrasi, cumhuriyet yerli yerine, sözlüklerdeki anlamına varır oturur. Sorun eşitlikse, önce bunun kafalarımızda kalıcılaşması gerekir düşüncesindeyim.

 

  Sayın Yalvaç, Avrupa Birliği iddia edildiğinin aksine tüm dünyayı kendine benzetmeye çalışan, kendine benzeyeni ödüllendiren, farklı olanı tek tipleştirmek için varını yoğunu ortaya koyan bir sistem. Siz yine bir yazınızda “Edebiyatımız Kahramanlarını Yaratmalı” diyorsunuz… Her ulusun kendi varlığını, tarihini, kültürünü yansıtan büyük yazarları, şairleri vardır. Bu bizim için de böyledir. Batının, “bize, sizi ‘Orhan Pamuk’ temsil ediyor” dayatması karşısında bizim öz değerlerimizin başka şekilde yazılıp anlatıldığını bu dünyaya nasıl anlatabiliriz?

 

Kendi gerçeğini algılamak çok önemlidir. Avrupa Birliği ve genel olarak emperyalizm kendi gerçeğini algıladığı için eylemlerini belli bir plan dahilinde yürütmektedir. Bu yürütme ömrünü uzatabilmek adınadır. Bizler, üzerimize yığılan algılarla belli bir aşağılık kompleksinin içine sokulduğumuzdan, bize dayatılanın bir dayatma olduğunu anlamayarak, süsüne püsüne aldanarak hemen meyillenmekteyiz. Oysa bizim de bir tarihimiz ve buna bağlı olarak birçok alanda birikimimiz var. Bunları değerlendirerek ‘kendimiz’ olmak için çaba harcamak yerine hazırlopçu bir yapılanmayı seçiyoruz. İster sözlü kültür olsun, ister yazılı kültür olsun,  var oluşla birlikte tüm toplumlarda yaşam bulur ve kültür hazinesinde birikir. Siz değerlerinizi dış dünyaya tanıtma için çaba sarf etmezseniz; kendi değerlerinize sahiplenmezseniz, başkalarının sahiplenmesini isteyemezsiniz, zaten bekleyemezsiniz de. Bana göre şiir adına dünya şiirinin doruğunda olan bir ülkeyiz. ama kaç şairimiz dünya çapında tanınıyor? Roman, öykü ve diğer sanat dalları içinde geçerli bu düşüncem. Emperyalizmi her zaman işbirlikçileriyle düşünmek gerekir. Ki emperyalizmin başarısını da işbirlikçilerinin çokluğuyla değerlendirmek çok da yanıltıcı olmaz. Böyle olunca mücadelenin iki boyutunu çok iyi kavramak gerekir. Birincisi, içerdeki işbirlikçilerini bertaraf edecek bir eylem, diğeri de birincisini de barındıran genel bir eylem. Bunun için sanat alanında (diğer alanlardan soyutlamadan) kendi değerlerimize sahip çıkmak ve o değerlerin dünyaya açılması için çaba harcamak düşüncesinin içselleştirilmesi. Bize dayatılan Orhan Pamuk gibi yazarların edebi kimliğini iyi bilmek ve neden dayatıldığını iyi anlamak gerekir. Ki burada çok önemli bir noktada edebiyatın, sanatın siyaset dışı olmadığıdır. Bu nedenle onlara karşı bir siyaseti bizimde sanatsal yapıtlarımızda işlememiz ve o siyasi yapıyı insanlık adına çürütmemiz gerekir diye düşünüyorum.

 

  • Gerçekten sizin en çok sevdiğiniz yazar ve şairlerimiz kimlerdir, niçin bu isimleri önemsiyorsunuz?

 

Elbette sevdiğim birçok şair yazar var. En başta üzerimde emeği olan tüm şair ve yazarları saymam gerekiyor. Nâzım Hikmet’ten Sabahattin Ali’ye; Orhan Kemal’den Rıfat Ilgaz’a; Hasan İzzettin Dinamo’dan Enver Gökçe’ye; Attila İlhan’dan Hasan Hüseyin Korkmazgil’e. Daha yüzlerce ad sayabilirim. Ülkemin ve insanlarımın aydınlanması ve insanca yaşaması için emek veren tüm şair ve yazarlar baş tacımdır. Kitabın, gereksinim sıralamasında en sonlarda yer aldığını düşündüğümüzde bu mücadelenin büyüklüğü daha iyi anlaşılır sanıyorum. Sözünü ettiğim şair ve yazarların öz yaşamlarını okuduğunuzda, çekilen çilelerin boyutunu göreceksiniz.

   

  • Günümüzdeki şair ve yazarların dünyasından bahseder misiniz?  Yüzlercesini tanıyorsunuz, takip ediyorsunuz, onlarla ilgili yazılar yazıyorsunuz… Günümüz gerçek Türk aydınının, edebiyatçısının, şairinin gerçek sorunları nelerdir?

 

Gerçekten edebiyatçılarımızın çoğunu tanıdım, dostluklarını yaşadım. Çok acı olarak baştan şunu söyleyeyim ki, yüzde doksan dokuzu yaşamak adına başka işler yapmak zorunda kalmışlardır. Sorunun ilk başında karnını doyurabilmek duruyor devasa bir şekilde. Düşün ki, bu insanların üretim alanları bambaşka. Okumak zorundalar, gözlem yapmak zorundalar ve tüm bu işlerin gerçeklik kazanabilmesi ise paraya bağlı. Nereden bulacaklar parayı? En azından, yakın örnek olarak kendimden söz edeyim: yaklaşık yirmi bin kitaplık bir kütüphanem var, çünkü yaşamım bu. Evin yok, kiradasın. Nasıl yerleşir bu kitaplar, aradığını nasıl bulabilirsin? Yüzlerce dergi ciltleri (ki ciltlemek bile para) ve binlerce ciltlenmemiş dergi. Evin kirası, doğal giderler… Emekli maaşıyla bunları çözebilir misin? Olanaksız ve bu olanaksızlıklar içerisinde gel de şiir yaz, öykü yaz, deneme yaz. Ama yazıyoruz işte ve bu nedenle içimizde kopan fırtınaları kim anlayabilir ki? Ama tüm bunları da yapmak zorundayız edebiyatçı, aydın olarak. Ki yukarıda sözünü ettiğim şair ve yazarların yaşamı bir eksik bir fazla aynen böyle emin ol.

 

  • Günümüzde yazar ve ozan olarak kimleri çok seviyorsunuz, önemsiyorsunuz?

 

Yukarıda buna benzer bir soru vardı. Orada da belirttiğim gibi, insanın insanca yaşamasından yana olan tüm şair, yazar ve aydınları baş tacı ederim. Kendi ülkemin de, dünyanın da bu yürüyüşte olan herkes dostumdur, sever ve saygı duyarım.

 

  • İşçi Destanı’nda…

 

Aldı işçiler:

 

Ah kardeşler ah!

Dağlarımız yitirdi otunu, çiçeğini,

Yitirdi börtü böceğini.

Haberiniz var mı,?

Neler gitti elimizden?

Nasıl dağıldık,

Dağıtıldık mı yoksa?

Trakya’da otuz,

Antep’te altmış ürün yok olmuş.

Tükeniyor nice hayvan nesli,

yani kardeşler,

çok daha farklı işin aslı.

 

(H. Hüseyin Yalvaç, İşçi Destanı, Sone Yayınları, 2010 İstanbul, 29)

 

İşçiler ve İşçi hakları için çok şey yazıldı, söylendi, söylevler çekildi. Bu konuda bir parti de var. Herkes işçi diyor, işçi hakkı diyor. Bir de işçimizin, köylümüzün kendisiyle canını ortaya koyacak kadar ilgilenenlere karşı duyarsız hatta onların “gominist, dinsizler” olduğu inançlarının da olduğu söyleniyor.

 

  • Değerli yazarım bu meselinin aslı nedir? Biz gerçekten biz aydınlar işçiye, köylüye tam ulaşamadık mı, onlara haklarını anlatamadık mı, onlar için mücadele verdiğimizi söyleyemedik mi? Yoksa gerçekten bizim işçimiz bu işlerle ilgilenmiyorlar mı? Daha iyi bir dünyada, daha iyi yaşam koşullarında yaşamak istemiyorlar mı? Onların gözünde biz işçiler için çaba sarf edenler “gominist, dinsiz” miyiz?

 

Bu tavırlar çoğunlukla yaratılan algıyla ilgili. İnsanlar ne kadar birlikte yaşarlarsa yaşasınlar önce ‘tek’tirler. Yani ‘ben’ dirler. Bu yapı doğal olarak önce kendini kurtarma eğilimini öne çıkarıyor. Durumlarından böylesine şikayetçi olan, sıkıntılar içinde yaşayan insanların, suskunluğu, çekingenliği anlaşılır gibi değil demek olayın üzerinden teğet geçmek demektir. İnsanlığın var oluşundan hemen sonra edindiği mülkiyet ve edinilen mülkiyetin korunması, doğal olarak insanı çıkarcı bir algılamaya açık hale getirmiştir. Büyük mülk sahipleri ve sonrasında burjuva ve onun üst kimliğini oluşturanlar, bu kimliği kullandılar ve yaygınlaştırdılar. İnsanlığın zayıf bıraktırılan tüm noktalarına saldırarak, onların o konularda düşünmelerini engellemiş ve istedikleri algıyı da o insanlar üzerinde yaratmışlardır. Düşün ki dünya üzerinde hiç kurulmamış bir ‘komünist düzeni ve olmamış bir komünist insanı’ öcü diye gösterebilmişlerdir. Bunu da yaşama geçirebilmek ve arkasında saf tutturabilmek için, zayıf bıraktırılan noktalardan, (din, cinsellik v.b. gibi) algı yaratmışlar ve bu algıyı değiştirilemezcesine berkitmişlerdir.

Bu kadar yoğun baskılar ve yaratılan algılar doğal olarak ezilenleri biraz daha kabuğuna çekilmeye zorlamış ve sessiz kalmışlardır. Karşı tarafta ise, aydınlar, yazarlar, sanatçılar bu algı alanının dışında değillerdir. Dışına çıkabilenler ise edinmiş oldukları bilgi birikiminin seviyesini halka aktarmakta yetersiz kaldıklarından o bilgilerin kalıpları içerisinde esir olmuş ve ‘halkın kendilerini anlamadığını’ savuna gelmişlerdir. Oysa hakim sınıflar algı yaratırken bu işi çok rahat kotarmaktadırlar. Sorun halkı tanıyamamanın getirdiği bir anlatamamadır. Oysa yaşamın pratiğine baktığımızda anlatmak istediğimizin anlaşılması için milyonlarca örnek yaşamın, doğanın içindedir.

Burada önemli olan zaman ve mekanı göz ardı etmeden vereceklerini, anlatacaklarını sistemleştirebilme becerisidir. Bu da yaşamın ve olayların tüm boyutlarıyla algılanabilmesinden geçer.

 

Bir şiirinizde “akan zamanın penceresi olmadı hiç, ne de kapımı araladı birileri.” diyorsunuz. (H. Hüseyin Yalvaç, Rüzgâr Sesi Aşk, Sone Yayınları, 2007, İstanbul, ikilikler, s. 20)

 

  • Şöyle bize kendinizi anlatsanız, yaşamınızı, çocukluğunuzu, zorluklarınızı, hayat öykünüzü?

 

19 Kasım 1951 tarihinde babamın memuriyeti nedeniyle Bodrum/Yalıkavak’ta doğmuşum. Yaşamım bir sürgün yaşamı dersem yanlış olmaz. İlkokul buruncu sınıfı ve ikinci sınıfın yarısını Hatay/Kırkhan’da; ikinci sınıfın diğer yarısını İzmir/ Ballıkuyu’da; üçüncü sınıfı Kars’ta, dördüncü sınıfı İzmir/ Bayraklı’da; ilkokul beşi ve ortaokulu Eski Foça’da; lise biri Denizli’de lise iki ve üçü Karadeniz Ereğli’sinde; üniversiteyi de Ege Üniversitesi’nde okudum. Öğretmenlik, muhasebecilik, editörlük filan derken işçilikten 2001’de emekli oldum. Yayımlanmış otuzu aşkın kitabım var. Yaşamım tüm emekçilerin yaşamı gibi sıkıntılarla geçti ve sıkıntılarla sürüyor.

 

  • Yayın dünyasına nasıl girdiniz, benim hayatta yapmaktan en çok zevk duyacağım iş olarak yayıncılığı düşünüyorum. Biliyorum çok çok zor bir iş, ekonomik yönden ise tam bir çetrefil.  Ama yine de şöyle güzel yönlerinden bahsedip benim hevesimi arttırır mısınız? Nasıl güzel bir iştir kitap yayınlamak?

 

1964-65’li yıllardan beri edebiyatla uğraşıyorum. 1995’de kurdum Sone Yayınları’nı. Amacım kendi kitaplarımı yayımlamaktı ama başka arkadaşlarında kitaplarını destekleriyle yayımladım. Sonra bir boşluk dönemi oldu yeniden çalışmam gerekti ve 2004’de tekrar yayıncılığa başladım İstanbul’da. Yaşamımızın anlamı olan kitapların içinde bulunmamız nedeniyle önemli yayıncılık. Ama ticaret anlamında kötü. Para gerekli, reklam gerekli. Bir de kitap yayımlamak insanı şair yazar yapmıyor. Bu durumları arkadaşlara anlatmaya çalışıyorum elimden geldiğince. Yazar olacak, şair olacak insanların kitap yayımlamadan önce kitap okumaları gerekir düşüncesindeyim. En önemlisi de yayıncılık yapan insanın ticaretten anlaması gerekiyor. Çünkü duygusallığa yer yok. Çok sıkıntılarını çektiğim için vurguladım özellikle.

En güzel yanı edebiyatın içinde olmak ve insan tanımak. Öyle şeylerle karşılaşıyor ki insan, şaşırıp kalıyorsun. Sanatın insan tipiyle, karşılaştığın kimi insan tipleri arasında akıl almaz uçurumlara tanık ediyorsun ve moralin bozuluyor. Yine de edebiyatın içinde olmak çok güzel. Ayrıca yayınevi benim çalışma evim olduğu için işime bakıyorum. Yani okuyor ve yazıyorum. Bundan iyisi de can sağlığı değil mi?

 

Çok sevdiğim bir şiirinizde;

 “… düşler kendini eksiltiyor eski bir kentti,

gelişi olmayacak, gidişlerin denklemine esir,

ne bölünüp çarpılacak, ne toplanıp çıkarılacak yaşam,

kapısını açmıyor artık yorgun yüreğindeki aşkın,

tutkun dudağı ilk öpüşmenin hazzıyla kapanıyor,

pencere, kapı, duvarlara gidip geliyor, sessiz,

ara ara yaşanmışlığı anımsıyor,

ömür biter, iyileşir yara, tutku ölmezliktir. diyorsunuz…

 (H. Hüseyin Yalvaç, Rüzgar Sesi Aşk, Sone Yayınları, 2007, İstanbul, rüzgar sesi aşk yoktur, s. 5)

 

  • Sevgili ozanım, aşk nedir, sevgi nedir, tutku nedir, dostluk nedir?

 

Sorduğun sorunun tek yanıtı ‘insan olmaktır’ diyebilirim. Belki felsefe anlamında, yoğunluğa bakarak bir sıralamaya girersek, aşk, dostluk, tutku ve sevgi sıralamasını yapabiliriz. Tüm bu kavramlar yaşamın içinde elbet bir birinden kopuk değil. Ve tümünün ortak paydası sevgi. Yüreğinde sevgi olmayanın aşk gibi, dostluk gibi eylemlerde bulunması olanaksız. Aşkın zamansal ve mekansal kimliği çok kısa bir an’a da karşılık düşebilir. Dostluk, zaman ve mekan olarak daha geniş ve uzundur. Tutku bencilleşir sevgi adına ve katılaşır. Tüm bunları söylerken, insanda karşı cinsler olarak düşünmedim. Bir türküye de aşık olabilir insan bir renge de. Önemli olan karşının, insan içinde yoğunlaşması ve kalıcılaşması. Ayrıca, aşk için, sevgi için, dostluk için bireyin maddi ve manevi konumu da çok önemlidir. Aşkın, sevginin, dostluğun bireydeki karşılığı ve bu karşılığın, karşısındaki yansıması da değerlendirilmelidir. Yani örtüşme alanının kimliği.

 

“TÜRKÜ

yanıp yanıp kül olsam insan aşkına

ağarır mı acep gecenin karası

zindan karanlıklar dönünce şaşkına

sağalır mı acep insanlığın yarası”

(H. Hüseyin Yalvaç, Rüzgar Sesi Aşk, Sone Yayınları, 2007, İstanbul, TÜRKÜ, sayfa: 45)

 

  • Türkü şiirinizdeki gibi bir insan kazanmak, insanlığı kazanmak, insan aşkına kendini bırakmak tüm insanları sevmek nasıl mümkün olabilir? Bunun için çok mu çalışmak gerekir, yoksa bu çok da zor bir şey değil midir?

 

İlk adım bireyin dünyadaki varlık nedenidir. Bu varlık nedenini çözebilirse insan, sevgiden başka çıkış yolu yoktur ve bulamaz da. İnsan, gerçekte dünyadaki aşk halinin somut bir temsilcisidir. Çok mu çalışmak gerekir? Diye bir soru sorulabilinir ama bence çok çalışmak değil salt ‘insan olmayı’ içselleştirmek gerekir.’ Belki çok bilinen söylemiyle ‘içi dışı bir olmak’. İç ve dış birliği kötü de olsa karşısındakini kimlik olarak yanıltmayacağından önemlidir.

Tüm soruları yanıtlamaya çalışırken şunu gözden uzak tutmamak gerekir: insanın yarattığı ama insana yabancı bir sistemin içinde yaşadığımızı. Bu sistemle ve bu sistemin sürmesini isteyenlerle mücadele vermedikçe; ‘ben’den ‘bez’e geçmedikçe hiçbir şeyi çözmek olanaklı değil.

Her bitki toprağında biter ve serpilip gelişir. Bu nedenle de insanlığın toprağını yaratmak zorundayız.

Sevgili kardeşim Ayhan Aydın emeğin için çok çok sağ ol.

 

Söyleşi: Aralık 2015, İstanbul

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile