SONE KİTAPLAR ŞİİRLER (KÜLTÜR SANAT)

KÜÇÜK PRENSE KİTAPLAR...

 Sevgili Küçük Prensim; sen orada, uzayın gizemli boşluğunda gülünü nadanlara koklatmamak ve her türden gelebilecek saldırılara karşın onu korur ve sonsuz karanlıkta  türlü hayallere dalarken; ben de sana bak son zamanlarda hangi şairlerin kitaplarını okudum, bu kitaplardan hangi şiirleri beğendim, onları bir bir anlatayım da evrenin sonsuzluğu içinde seni en iyi anlayıp anlatacak edebiyat türü olan şiir sanatından yararlanmış ol, yüzüne biraz renk gelsin, heyecanın artsın, çevrene daha bir ışıklı, geleceğe daha bir ümitle bak, olur mu?

 

 

AYHAN AYDIN

 

 

SONE KİTAPLARI

 

YILMAZ ÇELİK

 

“ÖNCE AŞK SONRA HİÇBİR ŞEY”

 

İnsanların çoğu aşktan habersiz yaşarlar. Aşk nedir, hiç aşık oldular mı bilmezler. Aşık arayıp, sormazlar. Bulsalarda farkında olmazlar. Ama bilirler ki; üzgündürler, sıkıngandırlar, tatminsizdirler, ruhlarında bir boşluk vardır... Köyde olsun, kasabada olsun, şehirde olsun, çölde olsun, kanyonda olsun, yaylada olsun koca koca bulutlar kararırken, bozarırken, rüzgarlar eserken kendi içlerinde de bir şeylerin kaynaştığını, kıpırdadığını, bir yanlarının oralardan geçikip gitmek istidiğini ama yaşadıkları yerlerde kalmak zorunda olduklarını yine de bir an mutsuzluklarını gidermek için birilerinin yoksunluğunu hissederler.

Dert yanmadır hayat. Arayıp, bulmak istemek bir türlü ne aradığını tam bilememek dolayısıyla hiçbir zaman ne olduğunu tam bilmediği kaybetmiş duygusunda olduğu şeyi ararken ara sıra bulduklarıyla yetinmesi biraz da olsa gülümsemedir hayata dene şey. Bir sıkındı, bir boşluk, bir arayış, sessizden bir haykırıştır şiir hayata karşı.

İnsanlar aşkı arar, aşık olmak ister, ne ve kim olduğunu tam bilemeden hep ararlar, sorarlar, üzülürler, bazen mutlu gülücükler atarlar ama ne arayan aradığını tam bulur, ne de insanlar tümüyle mutlu olurlar...

Yılmaz Çelik; Aşk diyor, sevda diyor, özlem diyor, Varto diyor, Kara Afrikada işkenceyle öldürülen ilk başbakan Lumumba’yı anıyor, büyük şairleri, onların şiirlerini ve kendisini nasıl rahatlattıklarını, ona nasıl yaşam sevinci verdiğini söylüyor şiirlerinde.

Derin bir kuyunun dibinde kalmadan, sürekli kendini, aşkı, hayatı arayan şair; olması gerektiği gibi hep umut veriyor.

Şairin umut verme gibi bir sorunu elbette yoktur. Aşk çoğu zaman acıdır, acıyla gelir, sonu acı biter. Hayat mutluluklar üzerine kurulmaz; kan ve göz yaşı üzerine kurulur hayat çoğunlukla. Ama Yılmaz Çelik kendi şiirini yaratırken, kendi hayatının şiirini yazarken bizlerden de çok şeyler dile getiriyor şiirlerinde.

Baştan sona bir solukta okudum ama bazılarını tekrar tekrar ederek bitirdim kitabı. Derin bir dehlizde, karanlıkta, hayatın tüm girdaplarının içinden yine de aydınlık bir muştudur şiir, aşkı arayan, mutluluğa hasret kalplere... Selam olsun şair Yılmaz Çelik’e...

 

Şair ve Şiirleri

 

Yazar 1959 Varto doğumlu. İktisat fakültesinden terk. Çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik yaptı. İlk şiiri “1984 Genç Şairler Antolojisi”nde yayımlandı. 1988’de Güneş Gazetesi’nde açılan öykü yarışmasında finale kalan bir öyküsü yayımlandı. “Kiralık Ev Aranıyor” adlı tiyatro oyununu yazdı ve sahneye koydu. 8 yıl süren bir cezaevi yaşamı var...

 

Varto

 

Kederli bakışlarıyla şu yaz yağmurunun,

Ilık, ıslak tenine alşamadım varto.

Kaldırımadım ağırlığını gözbebeklerinin

Beni bağışla...

 

Yüreğim tetikte, boşuna beklediğim bir sabahın,

Hüzünlü duruşu, ıskalandğınıda, bulutlu bir akşamında,

Ölümün karanlık yüzünüe tosladım.

 

Ey! Acılarımın biçere kenti...

Bir pezevengin ellerinde sönerken gülüşün, yaşayamam.

Böyülü sözlerimi bıraktığım uçurumlara dönerken sırtımı;

Söylemiştim sana...

 

Yaşatmaz demiştim, bu utancı tacize uğrdamış türkülerimizin

Bir uçurutmaya karşılık örselen çocukluğumun

Firari sevinçlerinden yüzüstü bıraktığım aşklar...

Yanıltmasın seni!..

Aldırdığın yok alaycı ıslıklarına güneşin

Dudakları öpülmüş bir rüzgarın mutlu esintisine

Sunarken sürgün bedenimi,

Seni düşünüyorum Varto...

 

Mor ve yaşlı yüzünün sulak çizgilerinde

Filizlenir gibi

Her yaz orda olacağım.

Üşürken ellerim berrek sularında

Karşımda Alagöz’lü çocuklar...

 

Hey gibi günler. Ateş komutuyla vurulan bir serçenin

Özlemiyle şiirim.

 

Aşk sonra gelir dediğim gün,

Bir sevgilinin yüzüne çıldırdı Fırat,

İhanetiyle irkildim ayak tamının

Yine gelip dayandı Şubat.

 

Dönmeliyim diyorum artık, yüzünün akı için.

Acılı gündeminin yorgunuyum, bu defa.

Kaç kişi kaldık geçmişten bugüne bilmiyorum

Gülerken şen-şakrak türkülerimizi izlemiştin...

 

Eski arkadaşlıkları özlüyorum Varto...

 

Gri yapraklı bir söğüt ağacının altında

Çıkarırken yarının resimlerini ışığa,

Mutluydum.

 

Bir hazan koptu nasılsa!..

Gözyaşlarının iki damlası uçurdu beni.

Kanatlarımı toplamış bekliyordum oysa

Salya sümük bir düşmanı.

 

Ve: yemin etki; o an,

O, hüzünlü duruşunun karşı kıyısında

Dönüceğim dedim Vardo...

 

... Bu böyle kalmayacak!..

 

Bir Damla Kan

 

Unuttun

sana dair söylediğim sözcüklerin

umarsız tılsımını

bir damla kan desen

sana yüreğimi verirdem biliyorsun

buruk sevinçlerimin doğrandığı masallarda

tükenirken akşam

ben seni düşünürdüm

sen ihaneti

ihanet aşkı

kırağı düşen kalbimde sabahlar mısın

artık bilinmez

ürpermeden konuş şimdi benimle

alçalmanın sınırsız düzleminde

yürüt alaycı oklarını kalbime

itleşir

ayaklanır nasılsa acılı denizler

verdiğim çiçekleri düşürme.

 

Gururla

 

Bir çağın içimizde sessizce

devleştiği günleri yaşadık

korkuyla uyandığımız bir denizde

bölüştük güneşi soframızda LUMUMBA

usulca onardık kırılan umudumuzu

kayıplarla buluşan avurtlarımızda

kanayan bir anın gözleri olduk

ödedik canlarımızla bütün borçlarını

yaşadığımız sevinçlerin

gururla.

 

Yaban Armudu

 

Acılarımızın tümden güme gittiği

karanlıkta karşılanıyoruz artık

kardeşlik sabahlarla hatırlar mısın?

masalda bıraktığımız şarkıların

tınısı yok buralarda

gidelim istiyorsan

morarmış yüzüne acıyarak baktığımız

güneşsiz günlerin son çığlığını bekliyorsan

ve istiyorsan

yine vuralım dibine kadehimizin

fark etmez

salon devrimcisiyiz nasılsa

öyle diyorlar

yaban armudu düşmüyor diye

kafamıza.

 

Hiç Bir Yaz

 

Ey! Sevgili Lorca

Neruda

Petöfi

bunca yaz geçti

hiç biri

ama hiç biri

soluğunuz kadar

ısıtmadı beni...

 

(Yılmaz Çelik, “Önce Aşk Sonra Hiçbir Şey”, Şiirler, Sone Yayınları, Ağustos 2005, İstanbul)

 

SÜREYYA GÜVEN

 

TEN NADASI

 

Büyük bir sevinç, heyecan ve mutlulukla okudum ve bir anda bitirdim Ten Nadası’nı.

Kendimi bildim bileli sürekli ama sürekli şiir okurum. Abartmadan söyleyeyim binlerce şiir kitabı okudum. Gerçi bir dostum, şiir bir anda, okunup bitirilen bir şey değil ki, kitap okudum demek olmaz, devamlı devamlı okunan şeydir şiir, demişti. Haklıdır da. Gerçekten on kez, yirmi kez, otuz kez de okunan şiirler ve şiir kitapları vardır.

Süreyya Güven’i ilk kez okuyorum. İyi ki de Sone Yayınlarının Sahibi ve Yayın Yönetmeni H. Hüseyin Yalvaçabim onun kitabını bana vermiş. Ne güzel, diyorum ki; toprağın, köyün, dağların kokusunu alıp da iç dünyamda peşi sıra gittiğim ve çoğu zaman yarım kalan düşlerimin izini nasıl ve kimlerle süreceğim? Kimi zaman boşluğa düşerken, kimi zaman hayat sarhoşuyken, kimi zaman umutsuzken, bazen korkarak söyleyemediklerimi kimler söyleyecek?

Elbette şairler-ozanlar söyleyecek. Beni bana kim anlatabilir, uzayın ötesinde de olsa, milyarlarca insan içinde de olsa kim benim duygularıma tercüman olabilir?

Tabii ki şairler-ozanlar.

Süreyya Güven’in şiirlerini çok ama çok sevdim. Özellikle de; “Ten Nadası”, “dön”, “beşinci mevsim” şiirlerini.  Sonra merak ettim internete girdim. Farklı sitelerden yayınlanmış diğer şiirlerini de okudum. Onları da çok beğendim.

Süreyya Güven’in şiirlerinde, hayat var, yaşam var, büyük üzüntüler içinden geçse de insanoğluna sunalan bir gelecek var, insan olduğunca fışkıran bir bahar olmak özlemi var. Umutsuzluk yok olmaktır, yok olmayı kabul etmektir. Şiir insana umut olur, ışık olur, yoldaş olur, birini beklemek, onu ölümüne özlemek umut değil midir? Aşkın gücü dağları delmez mi, buzları eritmez mi, hastaları iyi etmez mi? Onun şiirlerinde bu tutkuyla sevmek var, insanı, yaşamı, dünyayı. Her şeye rağmen sevmek, umut etmek, tükenmemek. Şiir budur, şairin bir görevi de elindeki en büyük yetenekle bu dünyanın kurulmasına yardımcı olmaktır. Şiir duygu işidir, ama yaşamın öz suyunu taşıyan şair şiirleriyle insanlara umut ta verebilir.

Var olsun Süreyya Güven, böyle hep farklı, heyecanlı, tılsımlı şiirler yazmaya devam etsin.

 

Sonrasında da şairin Sel Düğümleri isimli kitabını da okudum.

 

Şair ve Şiirleri

 

ÖZYAŞAM

 

Süreyya Akçay Güven

Aralık 1970 Erzurum doğumlu. Öğretmenlik yaptığı Bursa’da yaşamını sürdürüyor. (Sanırım şimdi İzmir’de)

Şiirleri; Eliz Edebiyat, Patikalar, Deliler Teknesi ve Temren dergilerinde yayımlandı, yayınlanıyor.

İlk kitabı “Sel Düğümleri” 2009 yılında Sone Yayınlarından çıktı.

 

ten nadası

 

bu bahar

erimez karlar

çatlamaz nehir

taşkın düşlerim

geçen yüzyıldan

 

kırmızı toprağa

saklı çocuklar

açılmayan kundak

çalı dibinde kaybolur

dere boyları kurur

tenimin mahremi büyür

 

göğsünün

senden de saklı

mahmur sokağı

aya tırmanır

 

tanimin nadasına

fidelenirken ışık

toprağın tav kokusu

boynundaki sıcaklık

 

buz keser kadınlık

tebessüm iklime küser

ipini çek-ince güneş

cemreler düşer

söz bekler

 

narına teslim olur

kızarır yüz karası

cana yıldırım düşünce

bozulur ten mayası

 

16 Ocak 2011 /  Bursa

 

dön

 

demek bir süre yoksun

aç susuz

çığ düşer ömrüme

sessizliğinden

 

dağlara saç kıra

kalbime hazan

 

demek bir süre yoksun

kimsem yok

ocaktaki küle sor

kuyladığım gözlerin

ay ışığını kıskandırır

 

koynumda ellerin

taşan aşım sen

 

demek bir süre yoksun

gecem demek

kalbim zemheri açlığında

beynimi kemirecek

 

sayfalarım bozkır

adın şiirime sır

 

demek bir süre yoksun

el günüm

yerin kulağına

“özlemek” desem

 

mevsim med cezir

Bezirgan devir

 

demek bir süre yoksun

zaman kor

gözlerim yarın

bal yoğunluğu vedaların

 

körüğün çiçeğim döktü

oğul vermez kovanım

 

beşinci mevsim

 

seni inkarım büyüttü

beşinci mevsim oluşum ondan

 

seni ben

ıstıranca dağları’ndaki

uçak enkazından gelebilecek

yaşam ümidiyle sevdim

 

dere boylarındaki çayır kuşlarının

yaban ürkekliğiyle,

virane bahçelerin duvarlarına kazıl

yitik sevdaların giziyle sevdim

 

ölümden öte köydeki anaların

yüzlerini sakındıkları yaşmak beziyle

memleket hasretiyle ölen ozanın

yüreğindeki dinmez sızıyla sevdim

 

ülkemin dağlarında salınan ufkun

tipideki ceylan iziyle

“her şeyi tutkuya çeviren gecikmeyim ben”

sözüyle sevdim

 

seni ben

tütünün ağusu gibi ciğerimi yakan

dumanlı gözlerinin közüyle sevdim

 

söyleyemedim

 

seni inkarım büyüttü

bin defa tövbe ettim

beşinci mevsim oluşum ondan...

 

(Ten Nadası, Süreyya Güven, Sone Yayınları, Ocak 2011, İstanbul)

 

35’inde

 

Kan damlardı o sabah gökten 
Kelimelerin biri batar 
Güneş doğarken birisi 

Uçsuz okyanus orta yerinde 
Öteki ucunda her gün doğar 
Bir kuş çığlık çığlık 
Ölür tüysüz anlaşılmadan 
Sindiremeyip titrerken dağlar 
Dağılırken nice buz tabakası 
Boğulurken düşüp ince düşler 
Bir yanda yağmur fırtına ağlar… 
Ötede çelik raflı taş dolap 
Raflarında tahta kuruları çiftleşirken 
Habersiz dim dik,sürgülü camlar… 
Onca yıla,onca yola,onca yaşa 
Yaşanmamışa bir deli selam 
Sarılırken bedenine 
Anlamsız 35 kere yalan. 
Tutuşup özünde sakladıkların 
Koskoca bir yangın duman duman 
Bir avuç külde kaybolurken sen 
Kapanır bir kapı geçmişten gelen 
Savurur külleri haklıyım hırsı 
Sevgi birinin adı,diğeri vefa 
Dostluk birinin adı bir yalan sevda 
Gitsen…giyinip ayrılıklara 
Özgürlük kulağında tatlı bir ıslık. 
Kalsan yetinip kırıntılarla 
Sızlar içindeki çığlık 
Pişmanlık büyür 
Kor olur bir yerlerde vazgeçişlerin 
Büyür 35’ler “senliğin” ölür…

 

 

ERBAY KARA

 

AŞKA KAVGAYA ÖLÜME YÜZ ADSIZ AĞIT

 

Bana bir öğretmen olarak kendini hissettiren Erbay Kara, sanırım Anadolu denen gerçeği birçok şair, yazar ve öğretmen gibi biraz da havayı soluyarak öğrenmiş, özümsemiş. Onun şiirlerinde, kendi deyimiyle “ağıtlarında” candan bir soluk alış veriş var topraktan. O bence toprağın insanı, kitapların dünyasında olsa da, bana bir öğreten olarak kendisini hissettirse de o en çok topraktan besleniyor. Yarılmış, çiğnenmiş, örselenmiş, ihmal edilmiş, savrulmuş bir toprak ve bu topraktan, topraklardan öyküler anlatan bir şair...İnsan topraksız, toprak insansız olabilir mi? Toprağın şekillendirdiği, biçimlendirdiği biz insanlar ayağımızı bastığımızdan andan itibaren onun özünden beslenip, ayaklarımızla onun  suyunu içmiyor muyuz?

Gecenin içinden aydınlık bekleyen insanlar; aşka küskün, aşka hasret... Öyküleri çok olan insanlar, destan anlatırcasına hayatlarını anlatmak istedikleri halde hep lal bırakılmış insanlar var sanki Erbay Kara’nın şiirlerinde. Kapalı, hapis duygular ve insanlar...

Ruhlar aleminden sürülselerde toprağın üzerinde yaşayabilen insanların öykülerini söylüyor, “ağıtları”nı yakıyor, havaya savuruyor, bize sunuyor Erbay Kara... Sağ olsun... Tüm şairler gibi onu da eğilerek selamlıyorum... Var olsunlar... Topraktan, ölümden, lal insanların kilitli dünyalarından ve yaşananlardan bahseden şairler...

 

Şair ve Şiirleri

 

1959 yılında Ardahan’da doğdu. İlk ve Orta Öğrenimlerini Ardahan’da tamamladı. Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilgiler Bölümü’nden mezun oldu. Halen Ardahan İl Kütüphanesi Müdürlüğü görevini sürdüren şairin; “Kayıp Kuşağın Sesleri” ve “Seslerin Sesi” isimli iki şiir kitabı yayımlanmıştır. 2005 yılında Anada’da Aykırı Sanat Dergisi’nin düzenlediği şiir yarışmasında “Aykırı Sanat Dergisi Özel Ödülü”nü almıştır.

 

1.

mayısta gidecekmişsin

en geç haziranın başlarında

buralarda yeşermeden ekinler daha

gidecekmişsin

tarla taşına tarla kuşuna hasret

yalnızlığımda ki sancı

bir ince hastalık gibi

yiyip bitirecek beni

 

2.

kötü bir gece geçirdim iyi değilim

rüyalarım ağladı

 

acı dergahında dağlarım

çığılığıma uçurumlar uyandı

 

başımda bir eski zaman ağrısı

bir kör kuyuya attılar bedenimi

 

yılan çıyan yarası

uzandım ışığa ellerim kanadı

 

20.

işte öldün babacığım

dindi sızıların çile dağların eridi

 

ekmek tütün şeker

artık hepsi birer dün gibi

 

yoksulluğun emanetindir

taşırız göğsümüzü gere gere

 

iki dirhem bir lokma

geçinip gideriz gül gibi

 

26.

ne çok severdi ellerini

incecik ve uzundu parmakları

 

dokunmaya kıyamazdı saçlarına

yüzü on dördünde aydı

 

bir iblis kanına girdi

tepeden tırnağa harami

 

şimdi bir oda numarasıyla

yıkılır başına taş ocakları

 

50.

                                               çünkü o halkının omuz başında

                                               koydu omzunu

                                                                       ATAOL BEHRAMOĞLU

 

günlerdir adımlarımı sayıyorum

adımlarım yorgun yaralı isyankardır

 

dalarken masmavi gökzüyüne

yürüyen üzerime duvarlardır

 

bir selamın gelse diyorum

canıma can katarsın onurum olur duruşum

 

değişmeden suların rengi bir sigara içerim belki

yoktur pişmanlığım tanığım arkadaşlardır

 

(Erbay Kara, Aşka Kavgaya Ölüme Yüz Adsız Ağız, Sone Yayınları, Mayıs 2006, İstanbul)

 

 

H. TUĞRUL ATASOY

 

YENİ YETENLERE

 

Sağlıkçı olan şairin kapak fotoğraflarına bakınca doğayı kareleriyle de ölümsüzleştiren bir doğa sever oluduğunu anlıyoruz.

Evet baharın gelişi nerden bellidir, buna nasıl anlarız? Uyanan, canlanan doğadan ve de en çok, camları açtığımızda kuşlarınneşeyle söylediği bahar şarkılarından herhalde. Gün doğar, gün batar; mevsimler değişir. Sonsuz bir kızıllıkta batan güneşi kışın uzun süre göremeyiz. Doğa canlı, allıdır. Damarlarda, ağaçların dallarına doğru ilerleyen gözeneklerinde hayat vardır. Dünya yaşam üzerine kurulmuştur.

Bahaların gelişi nerden bellidir? Bence baharın gelişi; isterse insanlar zaman zaman “aldandılar, yine erken açtılar, don vuracak üşeyecekler, dökülecekler” deseler de meyve ağaçlarının çiçeklerinden belli olur. Ağaçlar yeşerir, hele çiçek açarsa; kaysılar, zerdaliler, kirazlar...  Onlar kokarsa bahar gelmiş demektir.

Tuğrul Atasoy şiirleriyle baharı evimize her daim getiren şairlerden. Doğa olunca şiirde, baharı uzakta aramak gerekmez. Ama elbette sonu da vardır baharın... Ama sonbahar da çok güzeldir, ilk bahar gibi... Yaşamı, hayatın içindeki gizemleri, büyüyü, solmaz çiçek kokularını, rüzgarı, karı, sararan yaprakları en güzel şairlerden başka kim verebilir ki bizlere? Bir de diyorsunuz ki, ressamlar, fotoğrafcılar... Elbette... Elbette... Onları ve ürünleri de çok severim... Ama onlar şiir kitabı gibi her eve kolayca giremezler ki!

Yalın, içten, büyülü bir şekilde hayatı bize sunan Tuğrul Atasoy’a selamlar...

 

Şair ve Şiirleri

 

Erzincan’ın Refaiye ilçesinde 1967 yılında doğdum. Öğrenim yıllarım Ankara’da geçti. Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndn 1991 yılında mezun oldum. Zorunlu hizmet kurası sonucu tayin olduğum Sivas ilinde çalıştıktan sonra tekrar Ankara’ya dönüp nöroloji ihtisas yaptım. Sonrasında Ankara’da  uzman doktor olarak çalıştım ve 2001 yılı haziran ayında Zongundak Karaelmas Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaya başladım. Evliyim ve bir oğlum var. Okumayı ve elimden geldiğince yazmayı seviyorum. Bu sevginin ürünü olan şiir ve öykülerimin ve ayrıca davranış bilimleri, bilim ve sanat felsefesi üzerine yazdığım denemelerim çeşitli dergilerde yayınlandı.

 

GECE VE YALNIZ

 

Bir tanığım ben

Yıldızların ağır ağır geçişine

Sönüşüne tek tek ışıkların

Yavaşça yataklarından eriyişine

Şehir yorgunu insanların

 

Bir ben varım sanki

Değişmez

Bir ben tanığım

Bir de ben

Gecenin artan hükmüne

Ayın kızıllaşan yüzüne

 

(Varlık – Ustaların Seçtikleri, Nisan 2000, Sayı: 1111)

 

DEĞİRMEN

 

            Mehmet Yılmaz’a

 

Amaçsız yürüyorum günbatımına

Tasalanmadan yol nereye çıkar

Nasılsa taşır insanı menziline

Şu taşlı tozlu küçük yollar

 

Bir yanda toz beyaza dönmüş

O yollara yoldaş bodur çalılar

Alt yanda ekini yeni kalkmış

Hasattan yorgun sarı tarlalar

 

Bir alıcı kuş gölsi düşer yola

Susar tüm ürkek cıvıltılar korkudan

O uçar umarsız rüzgarla kol kola

Altında dağlara uzanan koca orman

 

Sanki karşı yamaç bir adım ötemde

Oynaşır alttan yukarı her tonu yeşilin

Anca görebildiğim ahşap köprü üstünde

Aşağıda pırıl, pırıl akan küçük derenin

 

Çınarların altında çatısı zar zor seçilen

Yıllara meydan okuyan eski değirmen

Anılarımdaki gibi döner hale durmadan

Ve ögütülmüş birçok zaman

Ve bir de güzel insan...

 

(Damar, Mayıs 1997, Sayı: 74)

 

EYLÜL

 

Hüzünle inledi

Kızılçamın dalları

Çınarın yaprakları

Ağladı sarı, sarı

Ve küskün güneşi

Sonbaharın

Soldu bize

 

(Ağır Ol Bay Düzyazı, Mayıs 2001, Sayı: 4)

 

(H. Tuğrul Atasoy, Yeni Yetenlere, Sone Yayınları, Eylül 2009, İstanbul)

 

 

KULDAĞLI

 

KOŞMALAR

 

Türk şiiri bir bütün olarak; Yakutistan’dan Kanada’ya kadar, Skandinavya’dan Avusturalya’ya kadar Türklerin yaşadığı tüm çoğrafyalarda geçmişten bugüne geleneksel örgüsü içinde şiirin tüm alanlarında ürünler vermiş bir edebiyat olmuş ve olmaya devam ediyor.

Halk edebeyitamızın ayrılmaz bir parçası olan halk ozanları ise Türk Dili’nin yaratılmasında öncü olmuş en büyük kahramanlardır. Yunus Emre Türk Dili’nin ve edebiyatının temel kurucularından birisidir. Dedem Korkut anlatıları, Ahmet Yesevi Hikmetleri, Türk Destanları, Pir Sultanlar’dan, Kul Himmetlere, Aşık Veysellerden Aşık Mahsuni Şeriflere kadar kültürümüzü ve dilimizi yaratan ozanlar olmuştur.

Günümüz şiiri ya da Çağdaş Türk Şiiri dediğimiz ve bu çok üretken, verimli ve büyük şiirimiz de halk şiirimizden beslenmiş ve beslenmeye devam etmektedir. Bunu yadsıyanlar, küçümseyenler, fazla önemsemeyenler olabilir. Ama tür olarak da, şekil olarak da bu akımın şiirimizi beslemeye ve etkilemeye devam ettiğini söylemeliyiz.

Ercüment Asaf Yanış (Kuldağlı) da bu geleği sürden ozanlardan birisi. En azından benim Sone Yayınları’ndan çıkan kitaptan öğrendiğim bu.

Başta doğa, insan, aşk, sevda, at, dağlar, ovalar, isyan, ağıt... Birçok konuyu Kuldağlı’nın Koşmalarında görmek mümkün.

Ben en çok kitaptaki; “Koşma”, “Ağıt”, “Kök Destan” şiirlerini beğendim.

 

Şair ve Şiirleri

 

1951 yılında Gaziantep’te doğdu. Orta öğrenimini Gaziantep Lisesi’nde, yüksek öğrenimini ise, İstanbul  Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde “Siyasal Bilimci” olarak tamamladıktan sonra, gazetecilik yaptı; çeşitli kamu ve özel kuruluşlarda çalıştı. Evli ve iki çocuklu olan Yanıç’ın çeşitli dergi ve yayın organlarında yayınlanmış çok sayıda makalesi ile Erguvani (2004/2010),  Temmuz Sözler (2007), İttihatçı Şair Hacı Muhiddinzade Hüseyin Hüsnü Efendi (2007/2010), Ayıntab Meşhedi Yolağı’ndan Tahtacızade Mahmut Nedim Efendi (2010) isimli yayınlanmış yapıtları bulunmakta olup, halen akademik çalışmalarını sürdürmektedir.

 

KOŞMA

 

Mor dağların çemen çicek mezendi

Yaz bahardı kışa döndü neyleyim

Dostun eli can bağında gezindi

Siyah zülfün düşmez belin neyleyim

 

Ateş tutup şu elleri dağladım

Hatır sorup yad ellerde ağladım

Aşk selinde sevem deyip çağladım

Boz bulandı sular seller neyleyim

 

Dağlı kulum sen bu elden gidersen

Yara hasret sıla derdi eylersen

Zaman olur yar gözüne değersen

Ömer yeli esti geçti neyleyim

 

AĞIT

 

Çalmasın neyler göçüm var bugün

Neyin nesi çengi düğün bendedir

Yağmasın kar yağmur benzimiz solgun

Sel olmuş gözyaşı tufan bendedir

 

Dua olan var mı sela okuya

Yok mu göçmez omuz salım taşıya

Yaren dostum hep ellerin sallaya

Duymamışa söylen selam bendedir

 

Toprak bekler beni verilsin talkın

Dostlar dönün burdan işi var halkın

Dağlı kulum artık dinlenmek hakkın

Helaktir Hak sözü Halik bendedir

 

KÖK DESTAN

 

Adem’dendir Nuh’un soyu

Türk’tür adı Yasef oğlu

Macar, Tatar, Bulgar kolu

Tek Tanrı’lı Köktürk benim

 

Büyük Hun’dan Batı Hun’dan

Tuna geçen Ak Hunlu’dan

Avar budun Hazar soydan

Uygur’u da bilen benim

 

Kurt sancaklı Göktürk’ünden

Karahanlı Gazneli’den

Temur oğlu Babür’ünden

Harzemşah’lı Celal benim

 

Karatav’lı Oğuz Yabgu

Çingiz oğlu Altınordu

Selçuklu Osmanoğlu

Nil’de kalan Memluk benim

 

Kırgız, Çiğil, Kalmuk Türkü

Laz, Azeri, Çerkez, Kürdü

Kıyat, Moğol devran döndü

Yetmiş iki ulus benim

 

Kara Han’dır bildim atam

Gökten indi Gökçe anam

Uz’dur özüm Oğuz babam

Ergenekon soyu benim

 

Atı, oku, yayı buldum

Et üleştim çavdar yoldum

Demirdağ’ı tutuşturdum

Esip gezip tozan benim

 

Bozok oldum han oturdum

Üç ok buldum uca kondum

Nice ulus uruk kurdum

Altay’ları aşan benim

 

Çağıl çağıl çağlar sular

Talas ağlar İdil sızlar

Oğuz eli göçer konar

Seyhun boyu çıkan benim

 

(Kuldağlı, Koşmalar, Sone Yayınları, Ocak 2010, İstanbul)

 

 

COŞKUN KARABULUT

 

BENİ ZAMANSIZ BIRAK

 

Ozanın şiirleri hayatın gerçekleri üzerine kurulmuş bir yalın anlatı. İncir çekirdeğinden vefasızlığa, İstanbul’un izlerinden hızla akıp giden ömrün girdaplarına, çiçeğe söylenen türküden yalnızlığa her konu var Coşkun Karabulut’un şiirlerinde.

Bir de ilginç benzetmeler, anaforları yakaladım eserinde: “ağlayan ağaç mıdır yaprak mı bilinmez”,  “Adem aldı Havva’sını ben aldım Aydın Havası’nı”, “bende kanat oyunları sende ayak oyunları”, “ben sana yüz veriyorum sen oluyorsun iki yüz”, “içimiz bir doğumevi dışımız musalla taşı”...

Şiirlerinin bazısı daha tam tamamlanmamış gibi diğer yarısını arayan, kimisi ise eksik bırakmamış hayat dersleriyle dolu olan Coşkun Karabulut’un kitabından en çok; “bilinmez”, bu aşkda bitecek bir gün”, “çünkü ben”, mevsimsiz arzu” şiirlerini sevdim.

 

Şair ve Şiirleri

1956 yılında Sarıkamış'ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Sarıkamış'ta tamamladı. 1980'de Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Mersin ve Adana'da çeşitli Bankalarda çalışan Karabulut, halen Fethiye Ölüdeniz Belediyesinde Sanatevi yöneticiliği yapmaktadır.

İlk şiiri, Mersin'de yayınlanan Senfoni Dergisinde çıktı. Daha sonra Şiir Defteri, İlkyaz, Tını, Aykırı sanat, Söylem, Edebiyat Güncesi gibi dergilerde ve Yeni Adana Gazetesinde şiir ve düzyazıları yayımlandı. Karabulut, şiirlerinde hayata ve olaylara esprili bir bakış açısıyla bakmasını bilmiştir. Duru ve akıcı bir Türkçe'yi başarı ile kullanmıştır. Yazılarında, şiirin temel sorunlarına eğilmiştir.

 

Şiir kitapları:

  • Taramak Gökyüzünü (1993,2.basım 1994, 3. Basım 2004), 
  • Bizim Olan Ne Var Ki (1996, 2. Basım 2004), 
  • Aklımda Sen(2002), 
  • Çizgi (2007), (seçme şiirler)
  • Beni Zamansız Bırak (2007)

(Şairler ve Yazarlar Sözlüğü : Oktay YİVLİ, Günce Yayınları, 4.Basım Ankara/1998)

  • Sözcükler de Ölür (deneme) 2008
  • Beni Zamansız Bırak (Toplu Şiirler) 2008

  "..şiirine gülmece serpiştirmeyi başarıyor Karabulut. Doğa güzelliklerinin ancak insanla bütünleştiğinde varolabileceğini belirttiği 'doğaya' sevimli, sıcak bakışlar gönderip insan varlığının dönüşümünü işliyor."

*****
     Şair tanımladığı kısa öz, çarpıcı yinelemelerden, gereksiz fazlalıklardan arınmış şiirini büyük ölçüde kurmuş.

*****
     Şiirin çekisini şairi bilir. Coşkun Karabulut' da 'şiir ve ben' derken 'her şiirin doğuşu biraz benim ölümümdür' dizelerinde bu sancıyı, çekiyi dile getiriyor. Ve sürdürüyor sözünü; 'bir çiçektir şiir / suyu toprağı benden / benzemez ölü toprağına/ yalvarırım/ koparmayın çiçekleri/ basmayın üstüne ne olur/ canım yanıyor'

Doğayı, yaşamı, bireyi sıcak dizeleriyle kucaklayıp gülmece öğeleriyle sarmalayan Coşkun Karabulut ilk şiir kitabında şiir çilesi içinde bulunduğunu belgeliyor, yeni açılımlara gideceğini muştuluyor.

(Sözümüz Şairlerden Şiirlerden, Vedat Yazıcı, Prospero Yayınları,Ocak 1997)

 

ne kadar çok yıldız varken
gökyüzünde
bir ben kaydım içlerinden
şansa bak!..

 

Bilinmez

 

bir yapraktan süzülen yaş

nedendir

ağlayan

ağaç mıdır yaprak mı

 

yaprak sararınca

yere düşer, savrulur

sararınca, damla çıkmaz yapraktan

nedendir

sararan

ağaç mıdır yaprak mı

bilinmez

yeşil yaprak yaşar ama

ağlar hep

ölür gider sarı yaprak

ağlamaz

ağlayan,

ağaç mıdır yaprak mıdır bilinmez

yeşil yaprak

neden düşmez ağaçtan

mutlu olan hangi renktir

 

bilinmez

 

bu aşk da bitecek bir gün

 

biliyorum bu aşk da bitecek bir gün

bir aşk nasıl biterse öyle

 

bozulacak büyüsü ömrün

aslına dönüşecek her şey

oturacak düzeni dünyanın yerli yerine

sürgünden dönerken bir bir

usta sarraflar

 

ne var ki

bensiz doğacak güneş

rüzgar bensiz esecek

bir başına dönecek dünya

herkes nasıl bilirse öyle

 

yine de

kırklayarak bütün aşkları

kendimi ve dünyayı

senin gül yüzüne dönüştürmek

az şey midir

 

ve dünyanın bulutunu

bir çift göze sığdırıp

bakışlar bırakmak

Yağmur tadında

 

az şey midir sevgili

 

biliyorum bu aşk da bitecek bir gün

ve ben alıp başımı gideceğim

bir şair nasıl giderse öyle

 

 

Vasiyet

 

vasiyetimdir...

 

herşeyi

zamana bırakıyorum

 

Fark

benim sevdiklerim
siir gibi güzelim
seninkiler hikaye

Bizim Olan Ne Var ki

bizim olan ne var ki
bize/ne kalır sonra 

hava ateş su toprak
dönüşürken habire
gelen kimdik dünyaya
doğan kimdik ölen kim
seven kim sevilen kim 

öpmelerden ne kalır 

ne kalır duygulardan
acılardan
sevinçlerden
özlemlerden ne kalır

hüzün dolu bir bakış
ürkek bir tebessümden
varlığın temeli sevgidir deyip
her seferinde yüzü mosmor/ne yazık
vurgun yemiş bir yürekten
sevdalardan ne kalır

bizim olan ne var ki
bize/ne kalır sonra

sarı saçlı bir zamanın kolunda
eylül kapıda karşılar bizi
saç dökülür bel bükülür yüz solar
aynalar bizimle yaşlanır sanki
yıllar çoğaldıkça eksiltir bizi
ne çok da yalnızlık kalır sonrası

istesek istemezsek hüküm böyledir
uçurumlar dayatılır yaşam diye/işte o kalır
neyi çok istediysek neye vurgunsak
hep başka zamanlara sonraya kalır
en güzel yaşamalar yani kursakta kalır

yarım kalan sevdalardan da işte
bir şiir kalır

bizim olan ne var ki
sahi/bize ne kalır

Mevsimsiz Arzu

yeni bir şiire gebeyim
aş/k/eriyorum yine iyi mi

mevsimi değildir diyorum
anlamıyor

illa ki seni istiyor canım

(Coşkun Karabulut, Beni Zamansız Bırak, Toplu Şiirler, Sone Yayınları, Kasım2010, İstanbul)

 

İBRAHİM DEMİRASLAN

 

ÇIĞLIK

 

İbrahim Demiraslan’ın Sone Yayınları’ndan çıkan “Çığlık” kitabını okuyup bitirdim. Aralık 2009’da İstanbul’da yayınlanan Çığlık; 83 şiirin yer aldığı 104 sayfalık bir şiir kitabı. Beni en çok;  “ Yüreğimin Ortasındaki Kenar Mahalleler”, “Gitme”, “Hızır Döngü”, “Çığlık”, “Güle Güle İstanbul” şiirlerini etkiledi, onları beğendim. Şairin şiirlerinin internet ortamında da okuruyla buluştuğunu keşfettim. 

 

İbrahim Demiraslan duygularını yoğun, yalın ve çarpıcı bir şekilde şiire dökerken şiirin; hem nasıl uçsuz bucaksız yaman bir alem olduğunu, en derin ve anlamlı anılarımızın saklı olduğu en kıymetli dehlimiz ve bizi besleyen hayat kaynağı olduğunu, hem de şair denen o büyük muammanın dünyasını aslında bize aktaran yegane nesne olduğunu şiirleriyle bir kez daha bize gösteriyor.

 

Şair ve Şiirleri

 

20.07.1963 Samsun doğumlu. İlk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. 6 yaşından beri bu kentte yaşamaktadır. Şiirlerinde aşk, ayrılık, ölüm ve mistik duygular ile bunların anlam arayışı ön planda olup, bir kısmı “şiirdemeti.com”da “deliibrahim” adıyla yayınlanmış ve yayınlanmaktadır.

 

Şiirlerimin hazırlanışında benden yardımlarını esirgemeyen mahsun duygularıma, çirkef korkularıma ve suskun yalnızlığıma yüreğimdeki “ÇIĞLIK”la teşekkür ederim.

 

 

Yüreğimin Ortasındaki Kenar Mahalleler

 

Çocukluğum

ahşap evlerin bulunduğu mahallelerde geçti,

çamurdan bilyeler yaparak

ve parmaklarımızdaki dolamaya aldırmayarak

yırtık kara lastik

ve yamalı donlarımızla

toprak sokaklarında koşturduğumuz

canımın içi kenar mahalleler...

 

Şimdilerde yıkılmış diyorlar,

yerine

başı bulutlarda evler

iş yerleri yapmışlar

artık kimse kimseyi tanımaz olmuş

eski topraklar gibi

komşuluk da unutulmuş...

 

Yer sofrası kurulur

el de merdane,

“oğlum koş, Fatma teyzenden mayalık yoğurt al”

gürül, gürül yanan soba

üstünde çatlamaya hazır

çizilmiş kestane.

Evin hanımı hemen çayı demler.

Başımız bile ağrısa geçmiş olsuna gelinen

iki yaylı divan

üç sırt minderi

yağmurun ve güneşin girmediği

yıkık dökük evler.

“Osman efendi gel çay demledik”

ve bol sohbetli konu komşu alemleri.
salya sümük çocuk sesleri arasında

ve üç ayaklı sacda

nar gibi kızarmış bazlama buğusu

vee çoktandır burnumda tütüyor

anam gibi toprak kokusu...

 

Gitme

 

Gidersen, 
kızıla boyanır gökyüzü 
şimşekler nara atar bulutlarda 
yıldırımlar iner yalnızlığıma 
çiğneyip geçtiğin gölgem gömülür toprağına 
kirişsiz bir yay olur yokluğun 
zehirli okların saplanır göğsüme 
gitme. 

Gidersen, 
bir can gider benden 
çöker içime kıyısı olmayan okyanuslar 
çocukların geleceği ölür avuç içi çizgilerde 
Mezopotamya'mdan soyum gider 
çölleşir humuslu coğrafyam 
öksüz kalmışlarım çoğalır 
kırılır karanlıkta aynalar yüzüme 
gitme. 

Gidersen, 
sahipsiz, pusatsız kalırım 
alır hedefine beni gavur niyetli bakışlar 
payıma bir kurşun düşer 
sendeler yığılırım 
kan, revan içinde 
vurur, saplanır özüme 
gitme...

 

Hızır Döngü

 

İçinden dışına çıktı usulca adam 
küflenmiş renklerin yorgunluğuyla 
alıp kendini kendi içinden 
yelken açmalıydı yeni sulara, 
yelken açmalıydı tüyü bitmemiş sevdalara. 

Siyahtan da geceydi yalnızlık 
oysa zaman gün beyazındaydı 
fakat ışığını saklıyordu aydınlık, 
aldırmadı görmezliğine 
aldırmadı mavilerin yetmezliğine 
sahipsiz yarınlara sığınmak varken 
o takıldı gitmelerin peşine. 

Uçurum kenarındaydı yaşam 
çoğalıyordu çığlıkları yeniden doğarak 
oysa ödemişti bedelini gecenin 
hem de nakit olarak. 
Uzaklarda hüzünlü bir şarkı çalıyordu 
siyah, beyaz fotoğrafların pembeli kadını 
kendi gülüşüne ağlıyordu, 
sokaklar uyanırken kuytu köşelerinden 
kendine soyundu yorgun adam 
mavilerini düşledi 
yürek sızısını 
öbür yarısını özledi, 
pişmanlık duydu kendini terketmişliğine 
bırakıp içinde gitmişliğine 
koşup kendine sarılmak istedi 
okşamak gülüşünü, 
öpmek dudaklarından dönüşünü. 

Koşar asırlarca döndü geriye 
bıraktığı yerde kendi içini buldu 
fakat dışında kendi yoktu...

 

Çığlık

 

Yalnızlık dört yanımda dört duvar 
derinliğine çekmiş deniz beni 
uzaklaşırım kendime doğru 
yılandan çıplak. 
Enlemsiz, boylamsız gezerim ülkesiz atlaslarda 
bir soru ararım yasak düşlerimde 
tüm cevaplara. 

Uzun kervanlar yürür güneşte ağır ağır 
bütün geçmişi şimdiye damıtarak 
gecelerim güneşi uyandırmaz 
naftalin kokulu zamanlarda. 
Karanlığından kuşlar çalar bir tren 
kanadı kırık melekler düşer gözbebeklerimden 
ve birden bir yıldız kayar 
vurur parıltısı kırlangıç yumurtasının sarısına 
gözyaşlarım yosun tutmaz be usta. 

Uzayan gölgelere uzanırım 
üstümde yırtık bir mavi 
ölü kuşlar satılır çiçek pazarlarında 
üşürüm nar çiçeklerinin ürpertisiyle 
güvercin uykularından uyanır Afrika menekşeleri 
susar ağıtları yaralı kuşlar 
yılan dişli dikenler kanatır güllerimi, 
cesetler soğuk olur derler ya 
ben haala sıcağım 
bedenim cehennem ateşi 
dokunsan ellerinin derisi soyulur 
kulaklarımda yetim çakal sesleri 
kabuklarını çatırdatarak 
yüreğimin asıldığı darağacı kurur 
bir çığlık ki sorma usta 
kutuplardan duyulur...

 

 

GÜLE GÜLE İSTANBUL


Güle güle
haziran, temmuz, kış ayları baharlar
apartmanlar, gecekondular, plazalar
Bağcılar, Yedikule, Kadıköy, Zeytinburnu
Sultanahmet, Galata, Sarayburnu
gülgüle...

Güle güle
tiner koklayan çocuklar
kaldırımlara uzanmış dilenciler
şarapçılar, kapkaççılar
hırsızlar, yankesiciler, gaspçılar
umut tacirleri, silah kaçakçıları
köprü altı çocukları
temiz aile çocukları
orospu çocukları
kanserliler, veremliler, felçliler
bakireler, dullar, fahişeler
güle, güle...

Güle güle
anamın bebek kokusu
türkü kokusu, ekmek kokusu
kadife donlu patlıcanlar
göbekli yeşil salatalar
at kestanesi, arı kuşları, ortancalar
sütümü bölüştüğüm minik kedi
gülgüle...

Güle güle
bitmiş sevdalarım, düşen aklarım
sanal dostlarım, ıtır günahlarım
kumsallara yazdığım aşklarım
Zeynep, Mehtap, Feride. Aslı
hicaz faslı, dayak faslı, rakı faslı
gülgüle...

gülgüle
yüreğini bölüşen dostlarım
Stavro amca, Eleni teyze
sevdası çalınmış yalnızlığım
şiirlere sardığım çıplaklığım
yokluğunun ayak sesleri
iç çekişmeler
yüzüne sürgün olduğum kadın
dalgakıranlara zincirlenmiş Marmara
adresimi bıraktığım şehir
buruk bir acıdır damağımda tadın
gidin artık
gidin,
beni öksüz bırakın...

 

(İbrahim Demiraslan, Çığlık, Sone Yayınları, Aralık 2009, İstanbul)

 

TAYLAN KORYÜREK

 

Rüzgarın Teninde Keman Sesleri

 

Bir büyülü sandığı açar gibi açarım tüm şiir kitaplarını. O sandıktan bir bulut çıkar, girerim içine sormadan, sorgulamadan. Bulutlar üzerinden bakarım dünyaya. Derken çocukluk günleri belirir, soluk ama canlı. Hüzünler boşalır gözlerimden eski günleri gördükçe. Sonra bir kuşun kanadında yolculuk yapmaya devam ederim sonsuz bir güven ve mutluluk içinde. Tatlı bir rüya, uyanmak istemediğim ancak gençlerin ilk alın terlemelerinde, dudak üstü tuzlanmalarında yaşadıkları türden bir mutlulukla kalkarım yerimden. Her şiir kitabını elime alışımda bu tadı ararım. Ama hüzünlenmek, düşünmek, dalıp gitmek de isterim  tabii ki.

Böyle duygularla açtım Rüzgarın Teninde Keman Sesleri kitabını.  Çok şükür bir kez daha yanılmamışım, şiir beni yanıltmadı, bir şair daha beni yanıltmadı diye dua ettim ne yalan söyleyeyim. Şiir tadında şiirler, bir de üstelik şiir tadında resimler çıkmaz mı karşıma.

Evet gerçekten de bulutlar, hayaller, umutlar, sevgiler, özlemler, geçmişten geleceğe akan giden hayatlar içinde çok gerçekci gözlemler, duygu yoğunluğu, aşk iksiri...Hep hissettiğiniz keman sesleri... Ah o keman sesleri!

Kimseye kapanmayan ev kapıları...Eflatuna işlenen yalnızlığın çiçekleri... Güneşin kutsal bahçesinde büyüyen bulutlar... Martı kanadında çığlık olan çocukluk günleri... Aç ve açıkta kalınan yıllar ve yoksulluk duygusu...Şimdilerde sokaklarda koklayamadığımız; leylak, iğde, ıhlamur, manolya kokuları... İşte tümü Taylan Koryürek’in kitabında var...

Bir büyülü sandığın kapısını açtım; türlü hayaller içinde, mis gibi çiçekler kokladım. Ne mutlu bana bir kitap ve bir şair yine yanıltmadı beni, yine kendimi buldum bir kitapta.

 

Şair ve Şiirleri

 

29.10. 1947 Çengelköy İstanbul doğumludur. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Seramik Ana Sanat Dalı Heykel Bölümünden birincilikle mezun olmuştur.

Yurtiçi ve yurtdışında seramik ve resim içerikli 10 kişisel sergisi olup, sayısız gurup ve karma sergiye katılmış ödüllü bir sanatçıdır.

Prof. Dr. Ateş Arcasoy danışmanılığında “İnsan Dekor ve Seremağin Varoluşu” üzerine araştırma tezi vardır.

İlk şiir kitabı “Dönüşüm” 1985 yılında Ayda Bir Yayınları’ndan çıkmış olup, “Seramik Şiirleri” 2010 yılında Romence’ye çevrilmiştir.

Günümüz Romen şairlerinden Nicolae Baciut’un şiirlerini, ülkemizde yaşamakta olan Romen resim sanatçısı Dalila ile Türçe’ye çevirmiştir. Kitap basım aşamasındadır.

Rüzgarın Teninde Keman Sesleri, üniversiteler, dernekler ve çeşitli kuruluşlarda seramik eğitmenliği yapmış, sergi ve sanat festivalleri organize etmiş olan Taylan Koryürek’in ikinci şiir kitabıdır.

 

Kimlik


Sağlamdır evimin kapısı

kapanmaz kimseye,

gezinir odalarda sırlı bulutlarınız
ne kederler solurum, 
sevinçler sürerim yazdan öte 
örterim üzerine özenle gökyüzünü,

gülümser aynasında yaşlı gövdem 
tekliğini yoğurup duran sevgiyle 
bir gül açılır dalında kendi kınından 
kalbimi acıtır bilinen hüznüyle,

beklesemde camlarda görünmeyen, 
dönünce ben rüzgârlarla göklere 
sıcak yatağımın kenarında, bir nefeslik 
ney üfleyecek tedirgin misafir...

Zamandır evimin kapısı 
kapanmaz kimseye...

 

Rengarenk

 

Geniş bahçelerin güneşli düşlerinde kavuniçi

işledim yalnızlığın çiçeklerini eflatun,

leylakların kokularıyla morlar

eğilirken gövdeleri salkım salkım;

 

ne zaman kırılıp incecik aksa

dallarım yeşil yeşil,

delere su yürür ya baharda mavi mavi

siz şiirlerime yürüdünüz siyah-beyaz.

 

Kralın Şöleni

 

Güneşin kutsal bahçelerinde

büyütürüm bulutlarımı,

bereketli sularda sizin için

kıldığım yaşam,

ekmeğini yiyecek, suyunu içeceksin(+)

kök salsın

duyulmamış sözcükleriniz,

 

misafirimsiniz bugün,

yoruldunuz,

uykunuz gelmiş olmalı

gidersiniz,

kısadır yoluculuklar hepsi bir soluk,

evinizde olursunuz yarın

uğurlar sizi sarmaşıklar.

 

(+) Hitit Yazısında çözümlenen ilk cümle.

 

Ürkek Uçurtma

 

Martı kanadında çığlıktır çocukluk,

ürkek uçurtma, düğümlü ip,

soyarken boyar parmaklarını ceviz

karadut olgunlaşırken dalında;

 

küpesiz kirazdır küçücük sevinçler

gözbebekleri siyah erik,

yaşadığı çevrenin rengine uyar

pul kanatlı kelebekler incecik.

 

Meydan Saatlerine Dair Bir Öykü

 

Umudun meydan saatleriydik,

örülürken lambalarda ilmik ilmik çareler

yenilir düşlerin sabahı,

açlılırdı her Pazartesi

güllerin harmanına kapılır;

 

1937 senesi, Çengelköy İlk Mektebi

Gözlerde ışıldayan sevincin telaşı;

 

ölümden dönüp filizlenen

bu fakir illerin çocukları

kara bezden dikilen önlükler,

tahta çantalarda

sarı yapraklı saman defter;

 

sarılıp sarmalanır bütün yoksunluklar

bir deri bir kemik bilinir sızısı

açılan yaraların, acı yağmurlar altında

tüterken şiir mavi güneşle

ebemkuşağında zafer izleri,

 

kim çözebilirdi kim, denklemini hürreyetin

yediveren bilinci dogmatik değil,

bakışları şimşekten yoğun şihir,

Büyük Umutların Meydan Saati

çarpan kalbiyiz, Mustafa Kemal’in.

 

(Taylan Koryürek, Rüzgarın Teninde Keman Sesleri, Sone Yayınları, Haziran 2011, İstanbul)

 

 

NİLÜFER ALTUNKAYA

 

ŞİİR VE KIZ

 

Şiir harmanında savrulmak de demektir? Duygular denizinde yorulmak nedir bilmeden devamlı devamlı yüzmek, bir kıyıya çıkma isteği olmadan yüzmek, yüzmek, yüzmek. Şiir denilen bu büyük büyünün içinden inciler, yakutlar bulup getirmek... Her biri bir yumruk büyüklüğünde elmasların değerinde olan, her dizesi bizi alıp savuran, savurdukca kimi zaman acımasızca, kimi zaman şefkatli bir elle diyardan diyara ulaşmanın benzersiz şaşkınlığının değerinde bir serüven değerinde olan şiirler, dizeler... Benzetmeler olmasa, giyiniksiz sözcükler yığını olsa şiir, duygu tadını verir mi bize? Elbette verebilir. Ama imge fırtınasından geçen, sizi hem düşündüren, hem ağlatan, hem altadan söz yığınları, söz ustalığı olmasa şiir olabilir mi? Duygu, aşk yağmurunda;  huzursuzluk, apansızlık, gitme isteği, bıkkınlık, mutsuzluk, merak, azla yetinmeme, huzurun kaçması ama tüm bunlarla birlikte biraz dinginlik, bir yerlere bağlı kalma, güneşin batışını aynı yerde birçok kez izleme isteği, dönen yeldeğirmenlerinin hasatında altın başaklar derlemek istemek, çoluk çocuk sahibi olmak, alışkanlığın basit ama zevk veren yeknesaklığı, huzur ve güven isteği... Bunlar da istenir bazen... Belki de birbirine tam zıt gibi duran duygularla çevriliriz insan olarak.  Ondan ona; ondan ona geçen ruh hallerimizdir bizi yorgun argın bırakan. Belki de bazılarımızın alın yazısı çoktan yazılmıştır, biz ne düşünürsek düşünelim, ne yaparsak yapalım; içimizdeki kaderimiz bizi sürükler bir bilinmeze ve sonu belli olan sonumuza. Herkes kendi hayatını yaşar. Bazen de yaşamak zorunda bırakılır. Çünkü belki içimizde birden çok hayat saklıdır. Kim bilir? Yani şairlerden başka bunu kim bilir?

Nilüfer Altunkaya’nın “Şiir ve Kız” kitabını bir solukta okudum. Aynı şiirleri birçok kez okudum. Yetinmedim, internetten ulaştım diğer şiirlerine. Ne güzel bir insan şu Hasan Hüseyin Yalvaç... Bana iyi bir seçki yapmış, vermiş. Sağ olsun. Bir şairle, iyi bir şairle karşı karşıya olduğumu anladım kitabı ve diğer şiirlerini okuyunca Nilüfer Altunkaya’nın. Beni şaşırttı. Şaşırmamam mı gerekiyordu? Çünkü o bir şairdi. Mutlaka bana şiir sunacaktı. Ama hayır! İyi ki şaşırttı, her şairim diyen şair mi?, her şiir kitabı şiir kitabı mı? O şiirleriyle beni şaşırttı, beni şiir denizinde yüzdürdü, aldı başka başka kıtalara, evrenlere götürdü. Büyük bir zevk ve marakla okuduğum şiirleriyle usta bir şair olduğunu gösterdi. Hayallerle, gerçekler; ayağımızı bastığımız toprakla, bulutların, kuşların yurdu olan gökyüzü; yakınlaşmakla, uzaklaşmak isteği buluştu onun şiirleriyle. Okuyunca mutlu oldum.

Aşağıda şiirlerinden aldığım örnekler onun şiir gücünü ve şiir dünyasının derinliğini gösteriyor zaten...

Var olasın Nilüfer Aktunkaya, hep sen şiirlerinle bizim dünyamıza farklı bir ışık vermeye devam et.

 

İmgeler dünyasında:

 

eylüldeyiz
içimden kuşlar göçüyo
zamansız nehirsiz alfabesiz
herkes yitirmiş içindeki düşü (eylüldeyiz şiiri)

 

güne yan yana duran iki gecekondu biziz
ben pembe boyalı tek katlıyım
sen koyu sarı ve iki katlısın
eskimişim pencerelerim yorgun bakıyor
sense merak ve aşkla dolusun (sınır ihlali)

 

ne ellerim ellerindir
ne sessizliğimi duyarsın ne düşlerimi
sen gülümserken oysa tüm yeryüzünü duyarım
yüreğimin dibinde (sınır ihlali)

 

 

incecik dururdum kalabalığında
nerden bileceksin
sen tözden kalkıp ıssızlığa yürürdün (geniş zamanın hikayesi)

 

saçları dağınık bir çocuktu aşk
gökler yedi kat yazgılı bulut huzursuz
ve hevesliydi ellerimiz
her tene sorgulayan kendini (karnaval)

 

karanlığın yağmura dolanırken 
aktığı hiçlikten geldim
ve artık gidiyorum
sen, yarasından tamamlanmış kurşun asker
bilirsin
gelmenin ve gitmenin bin bir türlü yolu vardır (kurşun asker ve balerin)

 

ellerimin çürük yosun kokusu
saçlarımdaki vazgeçmiş lodos
ıssız yaşamların kumsallarıdır
ve kayalara çarpa çarpa doğduğum
denizden ahiretimdir aşk (korza)

 

yakamozla beslediğin göl kıyısıyım
eli ayağı tutmayan umut
boşluğunda bilincini arayan
aşk ertesi sızlayan yüreğimle
bu şehri kurdum sana eskidi bile
yollardan adımını sakınıyorum (yakamoz)

 

bu benim esaretim anne
kaç kez vuruldu kanatlarım
göğün buz mavisiyle doluyken
bu benim ihanetim anne
adamlığı sorgulanmaz yerlerden
kaç kez söküldük bilsen (göçer kız)

 

ellerimin öfkesini bırak, beni bırakma
hırçın bir yağmur gibi tara saçlarını toprağın
tenimde izini bırak, beni bırakma (bunca)

 

ağlasam yoksun

evler nasıl delirdi
kendini suya attı köprüler
ağaçlardan neler duydum bilsen
nasıl da yandı bitti kül oldu
beni özlemediğin şehirler (gece bitkileri)

 

erken uyanan ağaçların ıslığında
gelincik saçlı bir kız gençliğim 
soğuk uçurum kıyısı ve künyesiz sesler
uzak yılların yankısı anlar yok aramızda
bir solukta tükenip yeniden çiçeklenen
amansız sevdalara yazgılı seyirler (vurgun sevinci)

 

dokunduğumda su oluyorsun
öptüğümde yolculuk
bu acıya düştüm eyvah
yakamda suç gölgemde yangın
güneş batarken iklim iklim tutuşuyorsun (yolculuk)

 

 

Nilüfer ALTUNKAYA

 

1975’te doğdu. İlkokul dördüncü sınıfa kadar Kütahya’nın Tunçbilek ilçesinde öğrenim gördü. Babasının ölümü nedeniyle annesinin ailesinin yanına, İzmir’e göç etti ve öğrenimini İzmir’de tamamladı. Dokuz Eylül Üniversitesi Fizik Öğretmenliği’nden 1999 yılında mezun oldu. Aynı yıl Tokat’ın Turhal ilçesine bağlı bir köy okuluna atandı. Üç yıla yakın burada görev yaptıktan sonra Eskişehir’e yerleşti. Halen Eskişehir’de fizik öğretmenliği yapmaktadır. Evli ve iki çocuk annesidir.

 

İlk yayımlanan şiiri ortaokul yıllarında yerel bir madenci dergisinde madenciler hakkında yazılmış bir şiirdi. Daha sonra İzmir’de Hasan Hüseyin Yalvaç’ın çıkardığı kısa ömürlü bir dergi olan Minerva’da “Mavi Deli” adlı öyküsü yayımlandı. Beşparmak, Damar, Yazın, Kıyı, Aydınca gibi dergilerde yer aldı. 2004 yılında, Sone Yayınları’ndan Sokak Düşleri adlı öykü kitabını çıkaran Altunkaya, 2007 yılında, Hasan Hüseyin Yalvaç’ın desteğiyle yine Sone Yayınları’ndan Şiir ve Kız adlı şiir kitabını yayımladı. Bu dönemden sonraki süreçte Akatalpa, Kurşunkalem, Sözcükler (bir şiir), Berfin Bahar, Eliz, Dize, Kurgu, Varlık (bir şiir), Yeniyazı, Hece Öykü gibi oldukça geniş bir dergi yelpazesinde şiir, öykü ve yazıları yer aldı. 2011 yılında Komşu-­‐Yasakmeyve Yayınları’ndan Sanki Sonsuz adlı şiir kitabım çıktı. 98-­99 yıllarında dergilerin düzenlediği çeşitli yarışmalarda ve İzmir’de düzenlenen Nektar Bar, Şiir Kafe gibi mekânlardaki yarışmalarda ödüller aldı. 2009 Cemal Süreya Şiir Ödülleri Yarışması'nda özendirme ödülüne layık bulundu.

 

Yapıtları:

  • Sokak Düşleri (öykü, Sone, 2004)
  • Şiir ve Kız (şiir, Sone, 2007)
  • Sanki Sonsuz (şiir, Komşu-­Yasakmeyve, 2011)

 

ŞİİRLERİ

 

gitme

iyi yürekli çilekeş sevdiğim
Filistin bakışlım acılı ülkem
açlıkla soylu iklimim siyahım

ellerim ellerim kaldı tenine sürgün
gözlerim gözlerim eyvahıdır sevdanın
grileşmiş devrim bekleyen kuytum

gitme ben kasımda ölürüm
yağmursuz sarı bir gün
okşar kapını yeryüzüm

bir zaman koyduk kristal
bir yaşam bizden sonraya
bir masal umudun kıyısına

iyi yürekli yalansız sevdiğim
soluğuna çiçeklenen bahar olaydım
yazgına tomurcuklu dallar açaydım

gitme bu cinnet çağı bu deli figan
barışçıl şiirlerini bile üşütür
yokluğum gencecik canına kıyar

bir çekimsiz düş çoğaltma senden
bir eksik çığlık sahipsiz günah
bu çocuğu tanrısız bırakıp gitme

Aşka Rapsodi

eski bir bahar duruyordu pencerenin kıyısında
sesine çağırdın yaralı
geldi
kayıp kimliğin bedenin eksik
güneş kahredici bir leke yoktun aynada
aynada oda çıplak dumandın renklerde darmadağın

az sonra kucaklaştın kendinle
yitirmişken aldığın bir mektup gibi
çay bahçesi serinliğinde okundukça silinen
ölü seslerin çınladığı telefon
sorgularda kelepçelendiğin o umut gibi
kapını çalacaktım

bir meyve bulmuştuk oynarken çocukluğumuzla
kimse görmeden koparılmış dalından kimse tatmadan unutulmuş
sanki yalnız biz vardık masalında yeryüzünün
uyandırıp öfkeyle sarsmak içindik insanlığı
ağlıyordu saçlarında gizil elveda ağlıyordum cezbeye tutulmuş gibi
bir sır saklıyorduk delice bilmediğimiz
başka yer başka zaman içine daldığımız bugünden iz taşımayan

nasıl yaşarım artık kim bilir ayağıma dolanan bu eller
çırpındıkça saplandığım kaldırımlar
kendimi acımadan savurduğum boşluktan
nasıl uyanırım parçalanmadan

okşuyorum sesini kayganlığı yosun tutmuş su gibi
içinde balıklar cilveleşiyor pulları gümüş
ellerin kuşkulu yanılgıda düşlerin
zaman yalınayak koşan bir ezgi insan o ezgide bir tını
sen tüm bunlarsın gibi ölüyor dudaklarım ardından

yorgun sevdasında vadilerin aktı nehirler kurudu sonra
küçüldü şu yaşlı memeleriyle acımızı pençeleyen toprak
devrildi pişkin uçurumlardan yaşamın yankısı
ezildi avuçlarında yüreğim atışıydı yalnızlık
artık inanmayan gözleri çatladı yalnızlığımda eşkalinin
bir zaman kıştı epeyce suskun
sözcükleri birbirine dikecektim yüzüme baksan

kapını çalacaktım çamurlu yollarında gençliğimin unutup bir yanını
bir yanını gazete sayfalarında buzdan bir heykelin gözyaşlarında bir yanını
hem yağmur hem deniz ıslatırken gerçeğe bağlandığımız halatı
o deniz fenerinin çığlığında unutup bir yanımı
baharın gözyaşlarıyla şiirler yazacaktım

oda. odada bir masa. masada her kitap ayrı bir yaprak insanlık ağacından
aynı an bu yıllar öncesiyle. kısa bir an kirpiklerinin değmesi kadar birbirine
ölüyor duvardaki resimler perdeler dökülüyor. kanıyor kapılara girişin
kitapta mutlak sevda. iki kesik baş gibi kadınla erkek
gözleri var bakışı yok. bedeni var duygusu yok
aşkı vur. bir kent yanıyor aldanışında utancıyla geçmişinin
arada bir elini uzatıyor kadın. ince uzun iri kemikli ölmüş de yaşamış gibi
alnına yüzyıllarla kutsanmış sıcaklığı değiyor

eski bir bahar durmuyordu pencerede diyorsun
göremedim ışıktan yalnızlıktan yasaktı belki ondan
çocuktum kasımda ölmüştü babam paçaları karanlıktı
ayaklarım saplanıyor çamura belki ondan
eskiyor yüreğim iki hasret arasında
oysa çağırdın. geldim. gelmedim
gelmedim. oysa çağırdın. çağırmadın.

aldırma suçsuz olmamıza şiirle asacaklar bizi

 

yolculuk

dokunduğumda su oluyorsun
öptüğümde yolculuk
bu acıya düştüm eyvah
yakamda suç gölgemde yangın
güneş batarken iklim iklim tutuşuyorsun

sınırlar ötesi bedenin gayrısı yok
et kemiğin kan yüreğin
can cana yoldaş umut ekmeğe
şarap tadına karışınca yağmur kokusu
sokaklarında uyuduğum şehir gözlerin

biten sözdür kapanmış kapı
kurşun yağan gece ölümsüz kar
bedelini ödediğin yalnızlık
bize sır bize korku
elsiz ayaksız gidişin

seyreyle halimizi nicedir kayıp
yürüdüğüm yollar kördüğüm
vardığım adres yitik
hangi bir hasreti kucaklayıp git
dağların göğsünde uyut

 

F TİPİ

HÜCREM ÇİÇEK AÇTI BAHARA
KUŞ OLDUM DALLARINDA
YANGINA KIYI BEDENİMLE
YOL OLDUM UÇURUMA
SERDİM İNSANLIĞIMI
KOŞULSUZ ÖZGÜRLÜĞE
SU OLDUM SONSUZLUĞA
ÖLÜM DEĞİL BUNUN ADI
DAMLA DAMLA SIZAN
KAN OLDUM YALNIZLIĞA

OCAK 2007

 

(Nilüfer Altunkaya, Şiir ve Kız, Şiir, Sone Yayınları, Eylül 2007, İstanbul)

 

 

FESİH VURAL

 

ASKIYA ALINAN SÖZCÜKLER

 

Son zamanlarda beni en çok etkileyen şiirler oldu Fesih Vural’ın şiirleri. Böyle yangın, böyle özlem ve ayrılık hasretiyle yazılmış şiirler okumamıştım son zamanlarda. Böyle derin ve duyguyla örülmüş hasret şiirleri, sevda şiirleri, özlem şiirleriyle karşılaşınca çok mutlu oldum. İnsan eğer sürekli arayış halindeyse mutlu oluyor farklı bir tat bulunca. Her şeyde bence böyledir; edebiyatta da, şiirde de elbette bu böyledir...

Dağlardaki insanlar tüm yalınlığıyla geliyor bu şiirlerle; tüm çıplaklığıyla saf çocukluk anıları, dağların insan duygularıyla yoğrulmuş saf kokulu çiçekleri, zaman sarmalında olgunlaşan çileli yaşamlar, saf duygular, özlü bir anlatımla hayat buluyor... Fesih Vural iyi ki yazmış, sevdasını, özlemini, aşkını... Tüm özüyle, güzelliğiyle... var olsun, sağ olsun, yazmaya devam etsin...

 

...“beni boş verin! Ben, sesine darbe yapılan sözcüklerin lal edilmiş yüreğinde buldum, “Ben’i...”

“Dağlarda çiçekler, Kan ile sulanırken, Renkleri o yüzden sararmıştır. Acı gelir kokuları... ondandır. ...”

“    tamaraya gideceğim belki de. ben çocuk; kumral saçlı, mavi gülüşlüydüm. sevda kokardı dudaklarım öperlerdi koşu ablalar.”...

“... Kor bakışlım... Gözlerinde köyümün, Toprak damlı, Kerpiç mimarili evinde geçirdiğim, Huzurlu uykularımın tadı var.”...

...” Yar... Gidişine bir ben ağlarım şimdi. Bir de; Sana açılamayan utangaç arzular.”

...”Sensizlik ektim bu diyarda, Bir ben, Bir sen kalmıştık, Yanıtsız iki soru gibi, Öylesine derinden.”...

... “beni bırakıp şimdi burada, acılar ektin bedenime, şimdi geceye öfke doluyum,  anlamsız kurşunlar sıkıyorum”...


Fesih VURAL

 

1970 yılında, Van Muradiye ilçesi Dürükkaş Köyü’nde dünyaya geldi. İlkokulu köyünde, ortaokul liseyi Alpaslan Öğretmen lisesinde bitirdi. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Eğitim Yüksek Okulu Sınıf öğretmenliği Bölümünü bitirdi. Halen sınıf Öğretmeni olarak görev yapmaktadır. Duygularını şiirle ifade etmeye lise yıllarında başladı. Şiirleri ( Bir Nisan gazetesi, Yeşil Erciş, Anayurt Gazetesi, Yeni Kütahya gazetesi, Yeni Ufuk Dergisi, gibi ) yazılı basında yer aldı. Şair, şiiri müziğin büyülü sesi ile birleştirerek şiirin kitlelerce sevilmesine katkı sunmayı amaç edinmiştir. Kendi şiirlerini seslendirdiği bir de şiir albümü bulunmaktadır. Ayrıca katıldığı birçok şiir dinletilerinde gönüllü bir şiir emekçisi olmaya çaba göstermektedir. Halen yurdumuzun cennet köşelerinden Van ‘da öğretmenlik ve sanat hayatını birlikte yürütmektedir.


YAYIMLANMIŞESERLERİ


1.SOLAN GÜLÜMÜN MATEMİ VAR ŞİİR ANTOLOJİSİ -2007 /Kendi yayını.

 

2.BEFLÜ/YOKLUĞUNU SEVDA EYLEDİM KENDİME ŞİİR ALBÜMÜ/SİLVANA MÜZİK YAPIM –İST/2008) 


3.BEFLÜ isimli şiirine klip çekilmiş olup müzik ve şiir severlerin beğenisine sunulmuştur.

 

4.TÜRK ŞAİRLERİ ANTOLOJİSİ 4.CİLD- gündüz yayınevi/İST- şiirleri yer aldı 


5. ŞİİR KİTABI (ASKIYA ALINAN SÖZCÜKLER) Sone yayınları 2008/İst

 

Şiirleri

 

Askıya alınan sözcükler 

beni sormayın! 
Ben, 
nedensizlerin gölgesinde yitirdim. 

“Ben’i”… 

sonra da 
gecenin zulmünden muzdarip yıldızların 
zamansız intiharlarında buldum, 

“Ben’i”… 

beni boş verin! 
Ben, 
sesine darbe yapılan sözcüklerin 
lal edilmiş yüreğinde buldum, 

“Ben’i”... 

Ve 
ardında verdiğimiz molada 
askıya alınan sözcüklerin 
bedenlerindeki yaralarda buldum, 

“Ben’i”… 

beni aramayın! 
Ben, 
bedeni yakılmış 
Varlığında 
bizi biz eden 
yokluğunda 
bizi bizden eden sözcüklerin ruhunda buldum, 

“Ben’i”… 

 

Solan Gülümün Matemi Var

 

Dağlarda çiçekler, 
Su yerine kan ile sulanırlar; 
Renkleri o yüzden sararmıştır. 
Acı gelmiştir kokuları hep ondan. 
...... 
Yağmur yağar, 
Beklemediğin bir anda, 
Bir damla suya hasret dağ çiçekleri, 
Baş kaldırırlar; 
Bu baş kaldırış, 
Sabır üzerine, özlem üzerine, sevgi üzerinedir. 
..... 
Kara bulutların ardından, 
Yeniden belirir güneş. 
Üşümüş olmalı dağ çiçekleri; 
Güneşe sevgi gösterisinde bulunurlar. 
.... 
Bir koku kaplar, 
Zirvedeki yamaçlara. 
Bu toprak kokusudur. 
Kalleş bir ses hüzün estirir, 
Gülümün yamaçlarına. 
Bülbülün figanı dağlamıştır kayaları. 
Solan gülümün matemi var, 
Tüm aşinalığıyla... 
.... 
Her şey aynı telden çalar, 
Yıllara inat. 
Anladığım tek şey var. 
Dünden bugüne. 
Bu diyarlarda kan kokusu, 
Karışmıştır toprak kokusuna. 
.... 
Gün yeniden, 
Yeniliğe yenik düşmüştür. 
Lakin, 
Güneş hala üzerimizde 
Dün gibi yakın. 
Ve kucağımız hala onu beklemekte. 

 

1993, Karlıova, Bingöl

 

Ben Çocuk

 

bir düş,

o düşte bana bir gülüş.

bir ova,

açılıyor kollarımda.

İçinde deli taylar,

nasılda özgürce koşarlar.

bir deniz,

gözlerin kadar sahi.

şimdi içinde sessizce akıyor Bendimahi.

bir gökyüzü,

 

kanadında turnalar.

hasretlikler kokuyor, okudukları şarkılar.

ben, annem ve babam

ellerim babamın sıcaklığında

bir tepe evimizin önünde

bir el sallasam,

 

            tamaraya gideceğim belki de.

ben çocuk;

kumral saçlı, mavi gülüşlüydüm.

sevda kokardı dudaklarım

öperdi komşu ablalar.

her defasında silerdim öpücüklerini

sevdalarıma karışmasın sevdaları.

aşk kokardım,

sevda yüklü turnalara el sallarken

annemin kanatlarında

mışıl mışıl uykularımda

annem ve babam kokuyorum hala.

Şimdi ben, Van.

bütün renkler sarıya buyurgan

bir pepuk kuşu uğraşı başımda

ben çocuğum ana

al götür beni o sımsıcak kanatlarına

ve ben hep çocuk kalayım orada.

 

Ocak 2007, Van

 

Kor Bakışlım

 

Gözlerinde memleketim 
Tarifsiz dünyam 
Acıyı ızdırabı kapsayan denklemim 
Dağlarımın, ovamın yalnızlığı var. 

Kor bakışlım… 
Gözlerinde çocukluğum 
Donsuz dolaştığım anların 
Yalın ayakla bastığım dikenlerin 
Hala izleri var. 

Kor bakışlım… 
Gözlerinde köyümün 
Toprak damlı 
Kerpiç mimarili 
Evde geçirdiğim 
Huzurlu uykuların tadı var. 

Kor bakışlım, hor bakışlım, 
Gözlerinde; 
Babana kızıp gittiğin anlardaki 
Arkan da ananın hıçkırıklarıyla 
Dökülen gözyaşlarının hala ıslaklığı var. 

Kor bakışlım, can bakışlım 
Gözlerinde 
Kendini dağlara teslim ettiğin 
O geceki… 
Zifiri karanlığın hala titrekliği var. 

Kor bakışlım 
Ay bakışlım 
Can bakışlım 
Dağdaki kaya gibi sert 
Sırtındaki bıçak gibi keskin 
Bardaktaki su gibi pak 
Sofradaki otlu peynirin 
Lavaş ekmeğiyle buluştuğu gibisin. 

Kor bakışlım 
Ay bakışlım 
Kara gözlüm 
Biricik körpem 
Eğilmeyen başını eğmeyesin 
Yere bakmayan bakışını 
Sakın ha değişmeyesin 
Dosta düşmana karşı 
Doğruluktan ödün vermeyesin. 

(2000 Muradiye/Van)

 

Sen yokken baba

 

I

sen yokken baba

yıldızlarımızı çaldılar, ay ışığı fırsat bilerek.

akşamımıza kör kurşunlra sıktılar, geceye aydınlık adına.

karanfil kokan o bahar desenli caddelerimize,

sensizliği sürdüler kaldırım taşlarına gizlice.

şimdi korku sinmiş bedenine,

elimden tutup dolaştırdığın o caddeleri

her köşesinde aç köpekler karşılıyor beni.

yüzlerindeki öfkeden anılıyorum ki

çöplükleri paylaşamıyorlar belli

sen yokken baba

yalnızlığın yüreğinde bir sert kaya gibi...

her dokunuşumda, o cilalı parmaklarım acıyor.

şimdi seni, dokunduğum o boş caddeler anlatıyor.

bırakıp gittiğin o şehir...

yalnızlığına bir çizik daha atıyor.

 

II

sen yokken baba

odamdaki sert bakışına bile göz diktiler.

siyah beyaz resmindeki güşüne bile,

gri tonlar eklendiler lacivert gökyüzü altında.

oyunlarımızı bile aldılar elimizden.

çelik çomağımızı bile...

sonra da birileri, tahtamızı çizdi kara tebeşirle.

birileri de defterimize anlamsız resimler çizdi,

teneffüs aralarında.

seninle çizdiğimiz gülü karaya boyadılar...

sen olmayınca baba.

 

III

sen yokken baba

uçurtmamamıza bile vurdular.

hava sahalarını ihlal ediyomuş diye.

enkazını incelemeye aldılar şimdi,

kara kutusunu buluncaya dek...

sahi var mıydı baba?

ve sen yokken baba... biliyor musun?

kaç kişi yıldızları kovdu gecemizden.

ve kaç kişi inatçı rüzgarları konuk etti sevdamızıa.

kaç kişi bulutları saldı güneşimize sesesizce.

ve kaç kişi iştahla yediğimiz soğanı kıskandı,

ekmeğeimezi aldı elimizden habersizce.

kaç kişi... kaç kişi... biliyor musun baba?

 

IV.

ve şimdi, sensizliğinde seni değil.

asıl baba demeyi unutmuşum.

ve aslında sen yokken baba,

ben de yok muşum ya!

 

Bu şiir hece ölçüsüyle şarkı olarak beslenerek “BEFLÜ/ Yokluğunu Sevda Eyledim Kendime” adlı şiir albümümde icra edilmiştir.

 

Sevmelerim sevebilme ihtimalinde

 

Kaç sabahım oldu sensizliğinde

Sokak lambalarını tek tek tanıdım

Yolunu beklerken,

Volta attığım boş caddelerde

Ela gözlerimin yenilgisini senle tanıdım

Hem de serseri bir uykunun korsan gösterisiyle

//

Dağlarımın, yalnızlığımın sensiz çiçeği

Sensizlik bitişim oldu bak!

Açmıyor güllerim artık, sensizkin

Şimdi sensiz ve kimsesizim

Sana aşina sana vurgun caddelerde

Mahşeri kalabalığın orta yerinde yalnızım

//

Oysaki sevmelerim sevebilme ihtimalinde

İki gözyaşı kadar

Sana vurgun

Sana masum

Sana baygın

Sana bitik

Dökülür ansızın senin kadar yitik...

Yüreğim şimdi deli taylar gibi

Koşar upuzun bilmediği çayırlarda

Aşina olmayan bu garip diyarlarda

Ve saçlarını en acımasız yellere savurdum

Tel tel çözüldüler şimdi bu acımasız rüzgarlarda yokluğunda

23.11.2006/Van

 

Firari Duygularımıza Ağladım

 

firari duygularımıza ağladım dün yine

seni tam da unutmuşken

yine yokluğun nüks etti bende

bıraktım ela gözlerimi özgürce

ağlarsa ağlasın...

___________ acımadım işte.

en şiddelisinden gözyaşlarım

sarsıyor bedenimi

___________şimşekler çakıyor

geçtiğimiz tüm güzergahlarda.

sen gittin gideli

bülbüller matemimi tutmakta

gecenin zifiri karanlığında

pepuk kuşunun yırtan çığlığı

gitmez oldu yanı başımda

gözyaşlarıym dökülüverir

geceye inat

yüreğimde en derin

___________ yolculuğunda

Tek şahidim yalnızlığımla

/

Unutmak mümkün mü seni

yine nüks etti yalnızlığın işte

yumruğumu sıksam da

__________ en şiddetlisinde

faydasız be...

şimdi sen

Ansızın anlarımın yari

Günahım, haram düşüm

Gecemin ortağı

Ela gözlüm, ksor bakışlım

__________vebalim,

Doyamadığım anlarımın hayali

Dağlarımın ela gözlü kartalı

Söyle şimdi... söyle...

ben olsam gidermiydim böyle.

bilirsin sen

sensizken mahpusum

firari duygularına esir düştüm

___________ dağlarımın yalnızlığında

seni arıyor ela gözlerim.

ve şimdi ilk günümüzü hatırladım

çocukça akılmıza uyup gittiğimiz

firari olduğumuz mekanlarda

hatırladım bir an işte

radyoda iki firarinin haberini dinlerken

nasıl da nam yapmıştık

karşılıklı tütün sararken

nasılda gülüşmüştük

içimize çekerken dumarları.

Oysaki o gün...

hayatın bize ihanetini anlamıştık aslında

pusu kuran yanı başımızdaki

o yarım vicdanlı dostlarımızı

şimdi bir ben varım burada

bir de kanınla bezenmiş

o sevdiğim boğazlı kazağınla.

gözlerimde geçmekte yine hayalin

terleyen bıyıkların

tel tel uzamış sakalın

hala gözlerimde

altın sarısı saçların

o heybetli yürüşüyün

en dramatik filmin

finail gibi bende hala

ve sen aşka çeyrek kala

__________saati durdurdun

neden gittin öyle

beni bırakıp şimdi burada

acılar ektin bedenime

şimdi geceye öfke doluyum

anlamsız kurşunlar sıkıyorum

__________her gece ardından

karşı koymalardayım yine

__________kendi kendime

yokluğunda bir bilsen

zemheri soğuklar ektin yüreğime

fırtınalarının eseri etti beni.

O sana tutuklu yüreğimle

bir şahinin inişleri gibi

hızla düşmekteyim yokluğunda şimdi.

sahipsiz iki mezar gibi

adımızı yazacaklar karşı yamaçlara

__________ve yasımıza

Pepuk kuşunun en acı çığlığıyla

davet yapılacak leş kargalarına.

21. 09. 2006 / Van

 

Yüreğimin Haziranın da Yar

Yar yar… 
Yine yokluğun nüks etti bende. 
İçime ektiğin o sensizliğin, 
Üşüten gözyaşları var. 

Yar yar… 
Elimi uzattım sen yokken, 
Tek tesellim o resimlerine. 
Gözyaşlarımla sildim, 
Bana verdiğin göz nuru mendilinle. 

Yar yar… 
Gidişine bir ben ağlarım. 
Birde, 
Sana açılamayan utangaç arzular. 

Yar yar 
Nasılda yüreğimin Haziran’ına, 
Zemheri soğuklar ektin. 
Acımadan yağdırdın yüreğime, 
Lapa lapa Haziranımda kar. 
20.07.2006/ Van

sensizlik ektim

Sensizlik ektim bu diyarda 
Bir ben 
Bir sen kalmıştık 
Yanıtsız soru gibi 
Öylesine derinden 

Sensizlik ekip 
Öylesine ayrılmıştık 
Hâsılatı çoğalarak 
Kavuşmanın zamanı 
Kafdağı kadar uzak 
Şimdi mirasın bende 
Göz bebeğimde yaş bırakarak 

Dönüp baksan arada sırada 
Sen yokken sensizlik ektim 
Geçtiğin tüm güzergâhlara 
Şimdi Sensizliğin gölgesi var 
Senden bana kalan yadigâr 

19.07.2006 / Bendimahi/ Van

(Fesih Vural, Askıya Alınan Sözcükler, Sone Yayınları,  Şiir, Haziran 2008, İstanbul)

Feride

Evimizin kıbleye bakan yönünde 
Taştan bir ev vardı bahçenin içinde 
Güneş’i tam karşına aldığı bir yerde 
Balkonda selvi boyuyla görünürdü anide 
Üzerinde gül fistanı, elinde danteliyle 
Otururdu güneşin ona baktığı yerde 
Atardı, hiç çekinmeden bacak bacak üstüne 
Adeta güneşe meydan okurdu bu köhne evde 
İlk görüşte âşık olmuştum öylesine 
Hele bir gözleri vardı 
O gözleri doyurmazdı bu belde 
Adeta rakip olmuştu âlemlerin şemsine 
Bir saçları vardı, sazlık ada gibi 
Rüzgâr estikçe; 
Bir o yana bir bu yana düşerdi. 
Bazı günlerde ansızın, toplardı saçlarını 
Beni deli edercesine, 
Perçemi çekerdi kara gözlerine 
Bazen de kapatır kapıları, 
Kapanırdı o köhne köşküne. 
Perdeleri çeker şemse küskün, 
Saatlerce dışarıda beklememe hiç acımazdı; 
Yalvarmamı bekler, gururumu denerdi. 
Başımı koyardım taş duvar ensesine, 
Kapatırdım gözlerimi. 
Gündüzümde gelmez der, 
Karanlığımda hayal ederdim. 
O anda dalmışım; 
Taş duvar mahallindeki, 
Köhne köşkün tatlı uykusuna. 
Tüm rüyalar benim olmuştur. 
En tatlısından. 
Bana kucak açmış Feride’m 
Gel ela gözlü çocuk, gel 
Gözlerini yakından göreyim. 
Gözlerinin yorgunluğunda hapset beni 
Tut ellerimden gidelim bu ellerden 
Bu gece felaketimiz olacak 
Üzülmeni istemem bebeğim 
Bir at bir silah uğruna 
Ak gelinlik abasında 
Karalar giydirecekler 
Senin üzülmeni istemem ela gözlüm 
Sen daha çok toysun. 
Bana baktığın anlarına üzülürüm 
Terlemiş bıyıklarını tara be bebek 
Tez elden… 
Al, al götür beni uzaklara 
İnan sana yük olmam 
Rehberin ben olurum 
Koş de koşayım 
Uç de uçayım 
Dere bucak saklanayım 
Zifiri karanlığın simsiyah teninde 
Göz bebeğimde seni saklayayım

 

1999, Van

 

CAZİM GÜRBÜZ

 

TÜRK’E BAŞTAN BAŞLAMAK

 

Anadolu böyledir işte... O kadar sıradağ, o kadar ova, o kadar plato, o kadar akarsu, o kadar köy, o kadar kasaba, o kadar uygarlık... Nice destanlar yazılmış, nice savaşlar, nice aşklar yaşanmış bu topraklarda. Eee... Bir de Türkler var elbette, biz Türkler hani. En az bin yıl önce gelmişiz bu kutsal ve bereketli topraklara. Boy boylamışız, toy toylamışız... Dağlı olmuşuz çok koyun, kuzu gütmüşüz; Türkmen, Bayat, Çepni, Tahtacı, Amuca, Beydili... Her ne ararsan var... Dünyanın en zengin ailesi olmuşuz. Yüzyıllar boyu ilmik ilmik örmüşüz bu toprakları. Elbette tarım... Toprağı işlemişiz bir güzel... Her ne kadar Türkler adam olmazdı; Rum’dan, Ermeni’den, Yahudi’den sanatı, ticareti öğrenmesiydi de demişlerse de,  “Türk’e küfretmek” sanat olmuşsa da, kendine alim diyen de, bey ve paşa diyen de hep Türk’ü kötülemişse de; bu yurdun tüm dertlerini Türkler çekip bir kez bile ah! Dememişler. Sofralardan kovulmuşsalar da, çephelerde en ön safta arslan gibi yurdunu korumuşsalar  da, yine ekende, biçende bu ülkede Türkler olmuştur. Bu tarihi kimse tersinden yazamaz. Yazmaya gücü yetmez.

İşte böyle bir ülkede gerçek yurtsever, insanın özünden kavrayan, yurduna canını verecek kadar bağlı aydınlar, edebiyatçılar, ozanlar da vardır, her zaman da olacaktırlar.

Cazim Gürbüz, “Türk’e baştan başlamak” şiir kitabında; Anadolumuzu, Anadolu insanın tarihten bugüne çektiği çileleri, yaşam kavgasını, espirisini, dayanma güçünü, milli davalarını, milli duygularını yazıyor. Dizelerinde duygu var, aşk var, merak var, araştırma var, hareket var.

Cazim Gürbüz’in şiirlerinde yurt sevgisi, vatan sevgisi, aşkı var. Buram buram dağların kokusu, havası var. Binlerce yıllık serüveniyle Türklerin Anadolu’ya getirmiş oldukları miraslara sahip çıkan aydın bir söz ustası olan Cazim Gürbüz Irak’taki Türkmen soydaşlarımızı da unutmuyor, onları bizlere hatırlatıyor. Bizden ayrı düşmüş soydaşlarımızın yaralarını saralım, diyor.

 

 

ŞAİR VE ŞİİRLERİ

 

"1948 yılında Bayburt'ta doğdu. Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirdi. Ziraat Bankası'nda memurluk, Tekel ve Türk Standartları Enstitüsü'nde başmüdürlük ve bölge müdürlüğü görevlerinde bulundu. Erzurum Meslek Yüksek Okulu'nda iki yıl banka muhasebesi ve ticari hesap dersleri verdi.

Bu görevlerin ardından, bir süre özel sektörde çalıştıktan sonra, uzun yıllar serbest muhasebeci mali müşavir olarak hayatını sürdürdü.

2000-2001 yıllarında Toprak Mahsulleri Ofisi genel müdürlüğü yönetim kurulu üyeliği yaptı. 2001 yılında, girdiği mesleki sınavı kazanarak yeminli mali müşavir oldu. Evli ve iki çocuk babası olan Câzim Gürbüz, Kocaeli-İzmit'te oturuyor ve yeminli mali müşavir olarak ekmeğini kazanıyor. 
Şiir Defteri Yayınları arasından çıkan ve 1990 ile 1993 yıllarında birinci ve ikinci baskıları yapılan; "Ateşkes Çağrısı" ile 1993 yılında yine aynı yayınevince yayımlanan "saman o yana, buğday bu yana" ve 2007 yılında yayımlanan "türke'e baştan başlamak" adlı üç şiir kitabı var.

Şiir Defteri Dergisi'nin 1992 yılında açtığı yarışmada, dergi okurlarının oylarıyla, "ikinci ürün" adlı şiiri, ikincilik ödülü aldı.

1992 yılında Azerbaycan Yazarlar Birliği'nin davetlisi olarak Azerbaycan'a gitti.

Şiir dışında; öykü yazıyor, 2007 yılında Some Yayınları'nca yayımlanan "nikolay'ın av köşkü" adlı bir öykü kitabı bulunuyor. Gürbüz'ün diğer eserleri şöyle: "Edebiyatlaşan Vergiler" (araştırma-inceleme), "Hazar Üstüne Yazılanlar" (edebi derleme). Şiir, öykü ve yazıları; Şiir Defteri, İlkyaz, Edebiyat Güncesi, Kardaş Edebiyatlar , Türkiye Günlüğü, Gölge, Beşparmak, Güneysu, Tarla, Yeni Ufuk, Nisan Bulutu, Yeni Adana, Hazer (Azerbaycan), Kirpi(Azerbaycan), Yol (Azerbaycan), Şafak (Batı Trakya), Bay (Yugoslavya) ve Yurt (Irak) adlı dergi ve gazetelerde yayımlandı. 
Câzim Gürbüz, gazeteciliğin haberden köşe yazısına,röportaja dek, birçok dalında ürünler verdi. Türk Haberler Ajansı, Güneş ve Ortadoğu gazetelerinde muhabirlik yaptı. Ortadoğu Gazetesi'nde "azerbaycan'a şiir seferi" ve "çoruh çağlar ninni söyler" adlı gezi notları yayımlandı. Bu gazetede (Ortadoğu) köşe yazarlığı da yapan Gürbüz, 1998-2003 yılları arasında aralıksız olarak Büyük Kurultay Gazetesi'nde haftalık kültür-sanat yazıları yazdı.

Aralık 2003'den bu yana, haftalık yazılarına Yeniçağ Gazetesi'nde devam ediyor.

Mesleki konularda (vergi-muhasebe), çeşitli yayın organlarında yayımlanmış çok sayıda makalesi bulunmaktadır."

 

Çıldırda Bir Göl

 

Çıldırda bir göl 
Dağların koynunda uykulu güzel. 
Cemreler açar 
buz yorganını 
güneşe mavi 
buluta yeşil bakar. 

Çıldır'da bir göl 
içinde dağların bahar gözyaşı. 
Dört yanından dert akar 
dökemez döküleni kimseciklere 
bir köpüklük canı var 
kaldırır 
kayalara vurur kendini. 

Çıldır'da bir göl 
Denizin dağ şubesi. 
Balığı buz altında 
koyları koyaklarda 
kartal locaları var 
yalçın kayalıklarda. 

Çıldır'da bir göl 
Haritaya baktım yürek biçimi. 
Vardım da nabzını elime aldım 
gödüm ki çarpıyor 
can can! .. diye 
Kars serhaddinde.

 

Gariplik

 

Gökle bulut özdeşse 
Yağmur sicim sicim 
Güneşsin önünde buzlu cam varsa 
Ve ben garip düştüğüm o kentte 
Otel soruyorsam 
Bavul elimde 
Garip gelirim insanlara 
Garip gelir insanlar. 
Kimsesiz odalarda 
Uyku atlı ben yaya 
Yatamam kalırım konforlu çilehane 
Elime doğunca gün 
Biter kovalamaca. 
Bildıklerim sevdiklerime doğru 
Yola çıkarım 
Çıkarım gariplikten.Saman

 

Irak'taki Yakınlar 

 

Sözü şirin, özü acı bir hoyrat 
Yükselir Irak'taki yakınlarımdan. 
Bir murat istenir, muratta feryat 
Kerkük, Musul, Erbil, can içre cânân 
Canımın içinde hoyrat yarası. 

Hoyrat yarasının alındığı gün, 
Zulümler başıboştu 
Ve o zulümlere inat 
Gün gibi aşikar, gün gibi Türkçe 
Tarih düşürmekteydi derin sözlü bir hoyrat 
Mesajı apaydın, dimdik, erkekçe. 

Kaç efendi eskitti onlar? 
Onlar Telafer'in sabıkalısı. 
Onlarda dinmeyen kuyruk acısı. 
Ayakucumuzda beslenen yılandır onlar 
Tarihler dolusu utanç 
Sınırlarımızda kirli yığıntı 
Merhametten maraz, içimizde sığıntı. 
Çanak yalar, kuyruk sallar, sözlerinden dönerler. 

'O yar gözün 
Kim gördü o yar gözün 
Aslan gücünden düşse 
Karınca oyar gözün' 

Neylersiniz kol bilekten değil omuzdan kırık 
Çözümler tutuklu çözümsüzlükte 
Ezgilerinizle yürekler buruk 
Ve sözü şirin, özü acı 
Tütün gibi bir hoyrat 
Derdimizin sızım sızım ilacı. 

'Derde Kerem 
Mevlamdır derde Kerem 
Çekmişem gam çiftini 
Sürdükçe derd ekerem'

 

İçim 

 

İçtenli içimin aradabiri 
İçten pazarlığın iç güveysiyim. 
Çıfıtın içimde bin güvesi var 
Görkemli ağacın kof gövdesiyim. 

Sığmaz içim içime 
Gönül diye umman var. 
İçime balyoz gibi 
Vicdanın sesi çarpar. 

İçimden okudum volkana eş sırları 
İçime attım güçsüzlüğümü 
İçimden geçirdim kaçan yılları. 

İçim var ya...Bu içim... 
Anlamadım ne biçim? 
Hem kavgalısı, hem gövdesi, hem çatısı 
Duvarlarında kerpicim...

 

İzlerinin Üstüne 

 

İzini sürmekten yorgun düşmedim 
Günler yağdı izlerinin üstüne. 

Yarın belki umut, belki seraptır 
Dünler yağdı izlerinin üstüne. 

Birler hanesine dudak bükmüştün 
Onlar yağdı izlerinin üstüne. 

Özlem resmedilen kara buluttan 
Binler yağdı izlerinin üstüne. 

Desinler tutkusu yedi bitirdi 
Kinler yağdı izlerinin üstüne. 

Bir an çağrışımsın, bir an ayrılık 
Anlar yağdı izlerinin üstüne. 

Çölde yollar hem çok, hem de hiç yoktur 
Yönler yağdı izlerinin üstüne.

 

 

Kalem 

 

Kılıcı görünce ezildi kalem, 
Şairin elinde çözüldü kalem, 
Alın yazısında icat olmuştu, 
İdamda kırıldı, üzüldü kalem.

 

 

Koreli Cabbar 

 

Aslında bizim buralı Cabbar 
Demişler: haydi ileri Cabbar! 
Harbetmiş Kore'de 
Koreli Cabbar. 

Esanslar sıkar fıs fıs da fıs fıs 
Ekmek parasına hokusla pokus 
Gazilik madalyası 
esans şırıngası 
geçim derdinin kralı Cabbar. 

Yardım ettirdim diye fak-fuk-fonundan 
'Mamafih, binaenaleyh, hakeza ve zira...' 
Ardı ardına lugat paralar. 
Candan, gönülden, içten 
dualar eder bana 
Koreli Cabbar. 

Geniş günü olmayacak 
sığmayacak bir yere yorgun gölgesi. 
Hep sıkacak... 
Paraya sıkışacak. 
Bir gün gelecek 
'Esanscılık da öldü' diyecekler 
Öleli Cabbar.

 

Sarıkamış'ta Kar 

 

Sarıkamış'ta kar 
İlkin çamlara konar. 
Gelin eder dağları 
Sarıkamış'ta kar. 

Sarıkamış'ta kar 
Buz olur damlardan sarkar. 
Uyar hınzır tipiye 
Dört nala kalkar 
Sarıkamış'ta kar. 

Sarıkamış'ta kar 
Puslu, beyaz bir derya 
Yollara düşer atlı kızaklar. 
Geçit vermez yolcuya dondurur boğar 
Sarıkamış'ta kar... 
Kar... Kar... Kar...

 

Tezek Destanı 

 

Bizim yöreleri hep o ısıtır 
Yayılır da basmalığa basılır. 
Güz gelince böbürlenir kasılır 
Kışın sobaların asıdır tezek. 

Artık serbest rekabete de girdi 
Bu yıl fiyatları rekorlar kırdı 
Kömüre oduna bir tur bindirdi 
Liberal sistemin faslıdır tezek. 

Biyogaz dediler, tezler yazdılar 
İyi gübre olduğunu sezdiler 
Tezeğin keyfini böyle bozdular 
Yine de yakıtın aslıdır tezek. 

Koyununki makbul, adı da kerme 
Tozları fışkıdır sakın hor görme 
Destan yazdık diye kızıp köpürme 
Bizim soğukların yasıdır tezek.

 

(Cazim Gürbüz, türk’e baştan başlamak, Şiir, Sone Yayınları, Mayıs 2007, İstanbul)

 

BİR ŞAİR, BİR KİTAP, BİR ŞİİR...

 

MÜŞÜR KAYA CANPOLAT

DÜŞÜNCEDEN İÇERİ

 

KÖRDÜĞÜM

 

Çözülür mü kördüğümü sılanın

Bir ün babaevine geri dönünce

Bıraktığın gibi değilse hiçbir şey yerli yerince.

Ananın sana ayırdığı inek ağızı

Gurbette aklına gelirdi bazı bazı.

Tel dolaplarda bekleyen seni günlerce.

Ayrılan hangi çocuktu taşradan

Dönen kim şimdi çıkıvermiş aradan

Babasını andıran şöyle gülüverince.

Taşra nedir bilinmez ki kopmadan

Bütünleşmek hayal koptuktan sonra

Birinci ders büyük kente varınca.

Anlaşıldı önü ardı bilmece

İster günzüz ister gece

Kördüğüm olan sensin başka yerden girince.

 

(Müşür Kaya Canpolat, Düşünceden İçeri, Şiir, Sone Yayınları, Eylül 2008, İstanbul)

 

CEYLAN KORYÜREK

YANILGILAR

 

YANILGI

 

Mutluluğa dokunduğum an

Çiğnenir göz bebeklerim

Karanlık görüntülerle,

Bir dostun ayak izleri

Dökülür göz yaşlarımda.

 

Şeytan ve Şiir Karşı Yayınları, 1996

 

(Ceylan Koryürek, Yanılgılar, Şiir, Sone Yayınları, Şubat 2010, İstanbul)

 

NİHAT KEMAL ATEŞ

UÇURUMA DÜŞEN ÇIĞLIK

 

YILDIZLAR SINIR KOYMAZ

 

Gözyaşları aynıdır

Ağlayan insanların

Gözyaşları sınır tanımaz

 

Yıldızları ve göğü aynıdır

Ülkelerin

Kimine daha yakın olsa da

Yıldızlar sınır koymaz

 

Birbirinden yüksek olsa da

Dağları

Renkleri benzemeze de

Birbirene denizlerinin

Balıklar hudut tanımaz

 

Sarı, siyah, beyaz, Kızılderili olsa da

Tenleri insanların

Öfkeleri birbirine benzer

İnsanlık evrenseldir

İnsanlığın pasaportu olmaz

 

Gözyaşları

            Yıldızları

                        Renkleri

                                   Öfkeleri

 

Birbirine benzediğinden

İnsanları...

İnsanlık sınır tanımaz

 

30/05/2004 – Sicilya/Teracini

 

(Nihat Kemal Ateş, Uçuruma Düşen Çığlık, Şiir, Sone Yayınları, Ocak 2009, İstanbul)

 

NALAN ÇELİK

YALINAYAK

 

BARIŞ ŞARKISI

 

kırda

renkler kokular sesler

en çok sesler

baharın düşleri

şarkı söyletir borazan çiçeklerine

 

sesler

en çok da sesler

duyulmaz

kentin demir parmaklıklı sitelerinde

takılmış bir iğnenin

ritmi bozuk kalp atışıdır

gramofon çiçeklerinin kapı önü şarkısı

 

sesler

en çok da suskun sesler

bir çocuklar bir de bilgeler

her şeyden sorumlu tutar kendini

bilgeler dağlarda

çöllerde bilgeler

çocuklarsa her yerde

unutulmuş bir barış şarkısı söyler

borazan çiçekleriyle

 

(Nalan Çelik, Yalınayak, Şiir, Sone Yayınları, Mayıs 2010, İstanbul)

 

SABRİ GALİP NAKİPLER

ÇAYI KOY GELİYORUM

 

DUYARSIZLIK

 

Vefanın çeşmesi kurumuş sende,

Vefasızlık dersen oluk oluğa.

 

Benimle konuşman bir dakikacık,

Ellere gelince soluk soluğa.

 

Öyle gür çıktı ki ektiğin ahlar

Hiç gerek kalmadı bele pulluğa.

 

Bir ipek halıydım bedestenlerde,

Benzettin bir eski püskü yolluğa.

 

Bundan dolayı mı yakıştık dersin

Sen efendiliğe ben de kulluğa?

 

Hızır yetişmezmiş darda kalmazsan,

Hızır ol, gel yetiş, çıkar bolluğa.

 

Saatler son hızla kapı gidiyor,

Şurada ne kaldı onbir buçuğa

 

(Sabri Galip Nakipler, Çayı Koy Geliyorum, Sone Yayınları, Mart 2014, İstanbul)

 

 

AYDIN MERİÇ

GALAT KULESİ

 

TAHTA KUKLA

 

Ben bir hokka ağızlı

Ihlamur ağacıdır değneklerim

Bakmayın dilsiz olduğuma

Her gece

Çürük çarık gülümseyişlerle

Kulaklarınızda çınlar sesim

Çünkü ben cansız çocukların hikayesiyim

 

Meraklı gözlerdir benim ilk aşkım

Uslu bir  çocuk ol derlerdi bana

Ama önce kahkalalarla ıslanmalıdır gökyüzü

İşte bu yüzden

Hüzünlü değil

Komiktir aslında yağmurun öyküsü

 

Gösteri biter

Dünyanın en üzgün gülücükleriyle hatırlarım sizi

Ne olur şaşırmayın

Hangi tımarhanede yer kalırdı

Eğer herkes benim kadar çok sevseydi

 

2010

 

(Aydın Meriç, Galata Kulesi, Şiir, Sone Yayınları, Ocak 2011, İstanbul)

 

HAKAN SÜRSAL

SES ÇORBA VE TAZE EKMEK

 

ÇARK İTİRAFI

 

bilirim

yağmur bekler çorak yüreğin

kıvranırsın toprakyoldaş

sırrına ayna tutuğum dehliz gibisin

sana yansıyamam

 

duyarım

kundaklarsın ninnileri

benim marşlarım var

kanatlıyorum şehri kıbleden kuytuya

başı açık erguvan secdesinde bir kuş günahınca

biçtiğin diyara yaslanıyorum

fırınımda yüz kanal insan

gözlerim cellat

güvenme bana

 

görürüm

gecelersin

çatına yıldızlar yapışır

taşlı bir nafakanın çorbası kaynar üç ayak

bebelerin ağlaşır kırsal memelerin çeşme başında

avuçların göğe varır

varır da

duana kök salamam

bayramına uzak düşerim

ağıtım siren -nefesim yara

çığlığına dokunamam

çelik bir davulcuyla yürüyorum toprakyoldaş

ateşin tuzağındayım

meydanım katıksız

boyacılar kin sürüyor yaldızlı nafakaya

bozgundur tohumlar

irkilirsin

ellerinden tutamam

başak sofran açlığa gem vurur

ben kızıl bir şarap içerim

ıssız balıkçıların iç denizinden göçerim

mısralarımla sana

kim bilir

son damlanın izindeyizdir

bir tank geçer içimizden

önce seni çiğner

sancak renklerinden sana kefen biçerim

aklım ermez çift sürmeyi

kitabım ciltli

yolum fabrika

seni doyuramam toprakyoldaş

güvenme bana…

 

NECDET TEZCAN

 

AZ BULUTLU KUŞLAR

 

TEK KALAN HOROZ

 

Ortanın sol gözü soluk benizli

Çok bilmişliğin amansız tükenişi

Yitik Rumeli’den eğik esen rüzgar

Yokuş rampa altyasızı gülmece

 

Çok uzaklardaki koltuğun toz pembesinde

Sarı masal güzlenmiş öykü dik/ince yarına

Marketler lüpletince çerçi bakkalı

Kibar soylu yapmalara marketlenen şebboy

 

Paralı ve kapalı yol kalmayınca sömürüye

Çikita muzuna parsellenen özenti

Örtülü yangınlarda tökezleniş

Güz gizleniş liberal ceplerine

 

Sevgileri ortasından bölen kılıç

Tek kalan horoza teslim bayrağı

 

(Necdet Tezcan, Az Bulutlu Kuşlar, Şiir, Sone Yayları, Mayıs 2011, İstanbul)

 

 

SONE ŞAİRLERİ...

 

  • Yılmaz Çelik, “Önce Aşk Sonra Hiçbir Şey”, Şiirler, Sone Yayınları, Ağustos 2005, İstanbul
  • Erbay Kara, Aşka Kavgaya Ölüme Yüz Adsız Ağız, Sone Yayınları, Mayıs 2006, İstanbul
  • Cazim Gürbüz, türk’e baştan başlamak, Şiir, Sone Yayınları, Mayıs 2007, İstanbul
  • Nilüfer Altunkaya, Şiir ve Kız, Şiir, Sone Yayınları, Eylül 2007, İstanbul
  • Fesih Vural, Askıya Alınan Sözcükler, Sone Yayınları,  Şiir, Haziran 2008, İstanbul
  • Müşür Kaya Canpolat, Düşünceden İçeri, Şiir, Sone Yayınları, Eylül 2008, İstanbul
  • Nihat Kemal Ateş, Uçuruma Düşen Çığlık, Şiir, Sone Yayınları, Ocak 2009, İstanbul
  • H. Tuğrul Atasoy, Yeni Yetenlere, Sone Yayınları, Eylül 2009, İstanbul
  • İbrahim Demiraslan, Çığlık, Sone Yayınları, Aralık 2009, İstanbul
  • Süreyya Güven, Sel Düğümleri, Şiir, Sone Yayınları, 2009, İstanbul
  • Kuldağlı, Koşmalar, Sone Yayınları, Ocak 2010, İstanbul
  • Ceylan Koryürek, Yanılgılar, Şiir, Sone Yayınları, Şubat 2010, İstanbul
  • Hakan Sürsal, Ses Çorba ve Taze Ekmek, Sone Yayınları, Şiir, Mart 2010, İstanbul
  • Nalan Çelik, Yalınayak, Şiir, Sone Yayınları, Mayıs 2010, İstanbul
  • Coşkun Karabulut, Beni Zamansız Bırak, Toplu Şiirler, Sone Yayınları, Kasım 2010, İstanbul
  • Süreyya Güven, Ten Nadası, Sone Yayınları, Ocak 2011, İstanbul
  • Aydın Meriç, Galata Kulesi, Şiir, Sone Yayınları, Ocak 2011, İstanbul
  • Necdet Tezcan, Az Bulutlu Kuşlar, Şiir, Sone Yayları, Mayıs 2011, İstanbul
  • Taylan Koryürek, Rüzgarın Teninde Keman Sesleri, Sone Yayınları, Haziran 2011, İstanbul
  • Sabri Galip Nakipler, Çayı Koy Geliyorum, Sone Yayınları, Mart 2014, İstanbul

 

 

H. Hüseyin Yalvaç Kitapları

 

  • Sevdadan Yana Yaşamak, Şiirler, Özal Matbası, 1987, İstanbul
  • “Amerika Katil Katil”, Politik Şiirler, Sone Yayınları, Mayıs 2004, İstanbul
  • Sevda Ki Hüznü Kalır Bana, Sone Yayınları, Ekim 2004, İstanbul
  • Aşk Rengi Zarflar, Şiir, Sone Yayınları, Kasım 2006, İstanbul
  • Kahrolsun Emperyalizm ve İşbirlikçileri, Şiir, Sone Yayınları, Kasım 2006, İstanbul
  • Rüzgar Sesi Aşk, Şiir, Sone Yayınları, Eylül 2007, İstanbul
  • Şair Sözü Yalan Değil, Deneme, Sone Yayınları, Ağustos 2008, İstanbul
  • İşçi Destanı, Sone Yayınları, Mart 2010, İstanbul
  • Şaka, Deneme, Sone Yayınları, Şubat 2011, İstanbul (Hakan Sürsal’la Birlikte)

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile