İLHAN SELÇUK

İLHAN SELÇUK

GAZETECİ-YAZAR

 CUMHURİYET GAZETESİ YAYIN KURULU BAŞKANI

İlhan Selçuk ismi, sayısız kitabıyla, yüzlerce dergi-gazete yazısıyla Türkiye aydınlanmasında önemli bir yere sahip. Yazılarına baktığımızda insani özü yakalamış, aynı zamanda bilimsel-kültürel-sanatsal içeriği de kendinde eritmiş duyarlı bir anlatışla karşılaşıyoruz.

Alevilik/Bektaşilik konusundaki görüş ve düşünceleriyle, yazılarıyla, kitaplarıyla da aydın kimliğiyle, cumhuriyetçi kimliğiyle olaya yaklaşımını ortaya koyan Sulçuk’la yaptığım aşağıdaki söyleşi sanırım onun bu tarzdaki, konuyla ilgili fikirlerini özetliyor.

 

AYHAN AYDIN

Bu anlatış renkliliğinin sahibi İlhan Selçuk, yaşamı hakkında bizlere neler söyler? Benim yaşamım bir zaman dilimi içinde. Bu zaman dilimi de Türkiye Cumhuriyeti'nin Aydınlanma Devrimi'ne rastlıyor. Toplumsal kesitle de bir subay çocuğu olarak, belirli çevrelerde yetiştim. Anadolu'nun çeşitli okullarında okudum. Böyle çok küçük yaşta bu toprağın gerçekleriyle karşı karşıya gelmek olanağına kavuştum. Hiç kuşkusuz bir subay ailesi bir köylü, bir işçi ailesi değil. Onun da kendine göre ayrıcalıkları vardı. Ama o dönemlerde Türkiye'de sınıfsal ayrımlar çok keskinleşmediği için, toplumun çeşitli kesitleriyle karşı karşıya, kucak-kucağa, iç-içe yaşamak olanaklarına kavuştum. Bu bir zenginlik tabii, insan için. Sonra üniversite hayatım var. Üniversite hayatımdan sonra bir süre avukatlık yaptım. Babıali'de mürekkep kokusunu aldıktan sonra ise buradan ayrılamadım. Avukatlık yazıhanesini bıraktım ve dergicilikle yayın hayatına atıldım. Dergilerde yazılar yazarak işe başladım. Arkasından gazetelerde köşe yazarlığına başladım. 1962 yılından beri de Cumhuriyet'teyim. Cumhuriyet'le kaynaştık, özdeş olduk. Böylece süre geldi. Tabii yayın hayatına girdikten sonra ister istemez doğruları yazan insanlar kendilerini yargıların önünde, savcıların önünde buluyorlar. O süreçten de geçtim. Hala da geçmekteyim. Kısaca özeti bu.

 

Sancılı bir geçmişi var Türkiye'de demokrasinin, laiklik, özgürlük mücadelesinin. Sık sık yargıçlarla karşılaşılıyor.

Siz Atatürk Devrim ve İlkeleri’nin savunucusu bir gazeteci-yazar olarak tanınıyorsunuz. Farklı kesimlerden yöneltilen eleştirilere karşı Atatürkçülüğün "sürekli kendini yenileyen, ileriye dönük, geriye kapalı" bir devrimci yönünün olduğunu, kendi içerisinde sürekli bir devinim içerisinde olan sayısız kültürel, düşünsel ürünü bünyesinde taşıyarak ileriye doğru hareket eden bir sistem olduğunu, yazılarınızda vurguluyorsunuz.

Sizden tekrar alsak Mustafa Kemal'e bakışınızı, Onun tarihsel önemi hakkındaki fikirlerinizi. Mustafa Kemal ismi Türkiye için ne ifade ediyor sizce? Kemalist Devrim çok büyük tarihsel bir olay. Eşi görülmemiş bir olgu. Çünkü Emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş savaşının sürecinde gelişiyor. Çok boyutlu bir hareket. Emperyalizme karşı bir ulusal kurtuluş savaşı dendiği zaman gerçekleştiği yöreye de bakmak gerekiyor. Hıristiyanların ve müslümanların çeşitli din ve mezheplerin, çeşitli dillerin ve etnik gurupların olduğu yerde böyle bir savaşın ortak bir amaçla verilebilmesi başlı başına bir tarihsel olay. Bir destan bu tabii. Şimdi bundan sonrası Aydınlanma Devrimi'ne yönelme sürecine giriyor. İlk kez yine yeryüzünde bir İslam toplumunda bir aydınlanma devrimi gerçekleşiyor.

 

Aydınlanma Devrimi dediniz. Bizlere Aydınlanma ve Aydınlanma Devrimi'nden bahsedebilir misiniz? Bildiğiniz gibi bu 18. yy. 'da Hıristiyanlık'ta yaşanmış bir olaydır. Aydınlanma herkese gerekli. Aydınlanma aynen hukuk gibidir, olmadığı zaman kimse soluk alamaz. Aydınlanma dediğinizde bu sadece bir Fransıza, bir Almana, bir İtalyana, sadece bir Avrupalı'ya, Amerikalı'ya değil; bir Türke, bir Kürde, bir Araba da gerekli olan, lazım olan şeydir. Yani insana gerekiyor aydınlanma. Aydınlanma gerekli. Çünkü Aydınlanma, aklın inançtan bağımsızlaşması, bilimin dinden bağımsızlaşması... Böyle bir süreç tüm dünyada yaşanacak. Daha önce ya da daha sonra mutlaka ama mutlaka tüm dünyada bu yaşanacak. Özellikle Türkiye'nin bunu bir devrimle yaşaması İslam toplumlarına da öncülük etmesi bizim için bir onur. Şimdi biz bu onurun içinde yaşıyoruz ve ona sahip çıkamıyoruz. Böyle bir şey olamaz. Mustafa Kemal bunu 1923 de Cumhuriyet Devleti'ni kurarak gerçekleştirmiş. Biz bunu demokrasiye dönüştürerek, yukardan aşağıya yapılan bir devrimi aşağıdan yukarıya doğru demokrasiyle pekiştirerek 21. yüzyıla girersek insanlığımızı kanıtlamış oluruz. Olay bu.

 

Yüzyılların getirmiş olduğu, dayatmış olduğu bir zorunluluk Aydınlanma... Aydınlanma içerisinde bilimsellik, düşünce özgürlüğü, demokrasi, laiklik kavramlarıyla karşılaşıyoruz. Çok sık duyuyoruz demokrasi, laiklik, düşünce özgürlüğü sözcüklerini. Bunların farklı kesimlerce de sık sık tanımları yapılıyor. Fakat bunlar basit yaklaşımlarla algılanmayacak derinlikte kavramlar herhalde? Yani, laiklik için sadece ne "dinsizlik", yakıştırmasının ne de, "laiklik, din ile devlet işlerinin ayrılmasıdır" açıklamasının gerçekliği yok. Demokrasinin "tüm sorunları çözebilen bir rejim" olduğu da salt "diktatörlüklerin karşıtı olarak seçimle yönetime gelebilme rejimi" olduğu yönündeki tanımlamalar da gerçek boyutlarıyla uyuşmuyor değil mi? Tabii, şimdi bunun felsefi kökenleri var. Demin bir tümceyi dile getirmiştim. "İnsanın kulluktan bireye dönüşmesi". Kulluk ne demek, dediğimiz zaman ki, inanç dünyasının terimidir. Birey nedir dediğiniz de kütüphanelerde de işin felsefesini yapan binlerce kitaplar var. Tabii bu kadar derine girmeden de sıradan insanın algılayacağı, çok kesin, açık, şematik tanımlara da gitmek mümkün. Bir sözcüğün kökenini araştırdığımız zaman binlerce kitap yazabilirsiniz. İnsanlık tarihi böyle. Bizim algılayabildiğimiz kadarıyla, her insanın algılayabildiği kadarıyla şu; herşeyi aklın mahkemesinde yargılamak, bilimin süzgecinden geçirmek. Yani sana birisi gelipte, tepeden inme "arkadaş gerçek budur, gerçeğe giden yol bilim yolu değil, şeriat yoludur" dediğiniz zaman, insan olarak buna karşı tavır almak zorundasın. Her insanın tavır almak zorunda olduğu bir olgunun içinde yaşıyoruz. Öyle düşününcede, "ben insanım, ama ben kul değilim, ben bireyim" demek için de Aydınlanmanın sürecinde geçmek gerekiyor. Şimdi elbette demokrasi çok karmaşık bir olaydır. Binlerce yıllık insanlık tarihinden sonra gele gele 18. yy. 'da çağımızdaki demokrasi anlamına kavuşmuştur. 1789 Fransız Devrimi bunun odak noktasıdır. Ama sokaktaki insan demokrasinin içinde yaşamak istiyor ve demokrasiye temas ediyor. Bu şeye benzer, elbette tıp derin bir bilimdir. Uygulaması vardır, teorisi vardır, ama insanın başı ağrıdığı zaman, insan kalbinden rahatsızlandığı zaman doğrudan doğruya insan hekime gitmek zorundadır. Demokrasiyi yaşayan toplumları biz düşündüğümüz zaman milyonlarca insan var. Ama bir de hayatın içinde bunun algılanması var. Biz daha çok yaşamın içinden çıkararak bazı gerçekleri karşılıklı konuşabilirsek o zaman bir bütünlük sağlayabiliriz. Bütün yeryüzünde de yaşanan bu.

İnsanlar vaktiyle kilisenin ya da camiinin öğreti içinde yaşıyorlarmış. Onların dediği hem siyasal iktidarın dedikleri hem de inancın dedikleri oluyor. Ondan sonra bir noktada Galile çıkıp diyor ki "Yok kilise böyle dese de öyle değil, şöyledir. Dünya Güneş'in etrafında döner, Güneş Dünya'nın etrafında dönmez. Dünya Evren'nin merkezi değildir" dediği anda aklı ve bilimi dile getirerek kiliseye karşı çıkmış oluyor. Elbette insanların vicdanlarına kimse otorite kuramaz. İnsanın kendi benliğini saran inanca birşey diyemeyiz, o ayrı birşey. Ama bizim söylediğimiz bilim, bizim söylediğimiz demokrasi olunca o zaman onu diğerinden ayırarak konuşmak gerekir.

1789 Devrimi'nin getirdiği Aydınlanma ve modernizasyon bütün dünyaya yayılıyor. Her zaman söylediğim gibi icat edilen ampül tüm dünyaya yayılmıştır. Bu da öyledir, tüm dünyaya bu da yayılacaktır. Önüne kimse geçemez. Ne kadar direnirse dirensin bazı yobazlar ve softalar bu böyle yayılacaktır.

 

Peki Aydınlanmanın Türkiye'de yayılması, yansıması nasıl oluyor? Anadolu'da bunun bir toplumsal temeli olmazsa nasıl insan oturupta bir mecliste "Ben cumhuriyet ilan ediyorum" der. Demek ki bunun toplumsal bir temeli var. Bu toplumsal temel de ortada. Bunu görüyoruz. Bir kere Anadolu'da Sünnilik, çöl şeriatçılığından ayrı bir kıvama gelmiş.

III. Selim'den daha öncesine uzanan bazı hareketler var Anadolu'da. Tanzimat var. Bir moderleşme hareketidir bu. Tanzimat'tan sonra toplum tabakaları arasında aslında büyük bir çatışma yaşanmıştır, 20. yy. 'a kadar. İttihat Terakki Dönemi'nde kadın özgürlüğüne yönelik bir takım eylemler yapılıyor. Bu köksüz bir şey değil. Bu işin entellektüel yanı. Onun da gerçekleri var. İşin öbür tarafı Anadolu'nun sadece Sünnilik yanı değil Alevilik yanı zaten laiklik zeminini oluşturabilecek bir yapıya sahip. Alevilik'te insana büyük bir özgürlük tanınmıştır, Aleviler, kadınlara şeriatçılardan çok daha fazla insani davranmışlardır. Alevilik insana dönük bir mezhep. Alevilik mezhep yanında, elbette bir yaşam kültürü. Bektaşiler (ki Alevilerden daha ilerde bir hayat görüşünü dile getiriyor) Mustafa Kemal'e Anadolu toplumu içinde dayanaklar sağlamışlardır. Bütün bunlar harman edilmiş, yeryüzünün en büyük devrimlerinden biri 1923 Devrimi gerçekleştirilmiştir. 1789'dan sonra en önemli devrim, bana sorarsanız. Bütün İslam dünyasını temelden sarsıyor. Bugün dahi milyarlık İslam Dünyası'nda tartışılan devrim. Cezayir'den, Afganistan'a, Pakistan'a... her yerde. Geçen gün bir gazetede bir yazı okudum. Afganistan'da futbol yaşakmış. Neden? Futbolcuların giydikleri şortların kadınları ve erkekleri tahrik etmesi kaygısıyla futbol yasaklanmış. Afganistan'da herkes birbirini öldürüyor. Şeriatçılığın sonu yok. Şimdi buna karşı insanın insan gibi yaşayabilmesi için Aydınlanmadan ve laiklikten geçmesi gerekir.

Türkiye'de Alevilerin değeri bu noktada belirginleşiyor. Aleviler başka birşey aramasınlar. Ancak Aydınlanmanın içerisinde kendi inançlarının değerini bulabilirler. Eğer Aydınlanmayı da es geçecek bir mezhepcilik yönüne girerse Alevilik, kendi kendisine yazık eder insanlar. O zaman bağnazlığın bir başka türüne düşmüş olurlar. Çünkü Aleviliğin ve Bektaşiliğin özünde bağnazlık yoktur. Olmayan birşeyi şimdi 21. yy. 'la doğru var etmek için eğer çaba gösteriyorsa bazı insanlar, onlar yanlış yolda demektirler.

 

Sünniliğin özellikle Aleviliğin, İslamın değişik yorumlarının uygulandığı diğer ülkelerdeki inançlardan çok farklı olduğunu söylediniz. Anadolu

İslamlığı gibi bir kavramla karşı karşıyayız. Siz Anadolu'ya özgü bir İslamiyet yorumu olduğunu savunuyorsunuz. Sünniliğin bir Suudi Arabistan Sünniliği'nden oldukça farklı olduğunu, Aleviliğin ise özgürlükçü düşünceyi yakalayabilmiş bir inanç olduğunu yazılarınızda belirtiyorsunuz. Peki bunun nedenlerini siz nasıl açıklıyorsunuz? Yani bu Anadolu'daki İslamiyet'in, diğer ülkelerden farklı algılanıp uygulanıyor olmasını, farklı bir yapıya sahip olmasının nedenleri neler olabilir? Şimdi bu soru, güzel bir soru. Evrendeki çeşitliliği de aynı zamanda içeriyor. Evren'de çeşitlilik var. Anadolu'nun coğrafyasıyla, çöl coğrafyası ayrı. Bir inanç yayılırken, gerek Hıristiyanlık gerekse Müslümanlık olsun gerekse diğerleri olsun, araziye göre renk ve biçim değiştiriyor. Hıristiyanlık gidiyor Latin Amarika'da bambaşka bir biçime bürünüyor. Bakıyoruz Kuzeye mesala bir Rusya'ya orda da farklı biçimlere bürünüyor. Bir taraftan Ortodoksluk diğer taraftan Katolik ve Protestanlıklar doğuyor. Hatta 19. yy. sonuna doğru bakıyoruz Amerikaya Joseph Smith başkanlığında Mormonlar Mezhebi çıkıyor ortaya. Toplumsal bir yapı olduğu için coğrafyaya ve insana göre birtakım dallara ayrılıyor ve o coğrafyanın renklerini alıyor ve coğrafyaya uyum sağlıyor.

Baktığımızda Endenozya da başka türlüdür Müslümanlık, çöllerde başka türlü. Anadolu'da ise daha başka türlü. Müslümanlık Anadolu'nun eski kültürleriyle uyuşmak zorundadır. İran'a gittiği zaman oranın tarihiyle kültürleriyle uyuşmuş ve Şiilik şeklini almıştır Müslümanlık. Toplum-bilimsel olarak olaya yaklaştığımız zaman bunu açıklamak gayet kolaydır. Niye efendim, portakal naranciye sıcak iklimde yetişiyor da Kuzeyde soğukta yetişmiyor? Değil mi? Olaya arazi boyutuyla bile baktığımızda farklılıkları kavrayabiliyoruz. Bilimsel olarak baktığımız zaman bu çeşitliliğin dünyanın her tarafında olduğunu görüyoruz. Hem insanlarda var, hem coğrafyada var, bitki örtüsünde var, hem de inanç örtüsünde var. Böyle olunca da şaşmamak gerekiyor. Düşünün ki kültürler üst üste istiflenmiş Anadolu'da, binlerce yıldır. Ee bunun da üzerine İslamiyet geliyor. O İslamiyet gelince elbette Anadolu'ya göre de bir renk alıyor. Siyaset ilmi bakımından da Hz. Muhammet'ten sonra çatlaması İslam Dünyası'nın, peşinden gidenlerin ortaya çıkması, bir siyasal iktidar çatışmasının da aynı zamanda özünü taşıyor. Burada çağımızın insani olaya baktığı zaman bunun nedenini görebilir. Şimdi bakıyoruz. Pakistan'daki İslamiyet inancıyla, elbette çöl şeriatı arasında bir yakınlık görebiliyoruz. Ama Endenozya'ya gidip, kadınlara baktığımız zaman başka şeyler görürüz.

Anadolu'da hiç şüphesiz daha önceki kültürlerle harman edilince İslamiyet, orda insan kendini inançlarda daha farklı bulmuş oluyor.

Bence bunda şaşılacak birşey yok. Ama güzel olmuş. Ahmet Yesevi'den Hacı Bektaş'a kadar dalga dalga uzanan inançların herbiri kendine göre birer renk sahibidirler. Bu da güzel bir şey. Fakat bu mezhepleri inançları kanlı bir çatışmaya götüren/götürecek bağnazlık çok kötü birşey. Farklılık güzel. Fakat farklılıkların kanlı bir çatışmaya dönüşmesi çok kötü. Aydınlama bunların hepsini çözüyor işte.

 

Aleviliğin inançsal-kültürel boyutları daha çok sözlü edebiyet ürünleri olarak günümüze kadar gelmiş. Yazılı kaynakları az. Siz de yazılarınızda sık sık bu sözlü ürünlerden örnekler veriyorsunuz. Özellikle Bektaşi Fıkraları'ndan. Alevilerin Bektaşilerin olayları, dünyayı yaşamı algılayışları farklılıkları gösteriyor. Bu sözel ürünlerde de bilgece bir ironi var, ozanların şiirlerinden ve deyişlerinden ise birçok derinliği içeren inançsal­düşünsel birikimlere tanık oluyoruz. Alevilerin-Bektaşilerin sözlü ürünlerine de yansıyan dünyaya farklı algılaşları konusundaki fikirleriniz, Alevi-Bektaşi edebiyat ürünlerinde gördüğünüz zenginlikler nelerdir? Vallahi, Bektaşilik yeryüzünde benim bilebildiğim kadarıyla en özgür inanç sistemi. İnsan aklına ve zekasına yol veren (kırmızı ışık değil yeşil ışık yanıyor her zaman) bir inanç. Tabii işin içine mizah girmesinin ayrı bir zevki var. Anadolu Kültürü sanırım burada dile geliyor. Bugün mizah edebiyatımızın bir kökeni de oraya uzanır. Bektaşi fıkralarından Nasrettin Hoca fıkralarından günümüze, Aziz Nesinlere, Rıfat Ilgazlara bir yansıması oluyor.

Ben 1960'lı yıllardan beri Alevilik-Bektaşilik söz şairleri, önderleri, gibi konularla uğraştığım için unutmadığım bir anımı hemen aktarmak istiyorum. Aşık Ali İzzet'i, Bebek'te bir meyhaneye götürmüştüm. Biraz lükstü meyhane. Aşık Ali İzzet, İstanbul'a gelmiş, konuşuyoruz. Garson ne istediğimizi sordu. Balık istedik. İstanbul Boğazı o zamanlar kirlenmemişti. Marmara'nın güzelim balıkları var.. Aşık Ali İzzet dedi ki, "İstanbul balığı olsun -nasıl İstanbul balığı- dedim" o dedi anlar. Sonra konuşuyoruz işte, o dönem siyasal iktidarıyla mücadele ediyoruz. Espiriler yapıp gülüyoruz. Bektaşi fıkralarından anlatıyoruz birbirimize. Sohbet esnasında dedi ki "Sizin işiniz Ankara'dakileriyle bizim işimiz ise yukardakiyle" -parmağıyla yukarıyı göstererek. İşe bu açıdan baktığımızda Bektaşi kendini yukardakiyle farklı görmüyor ki. Yani bir noktada Enel-Hak'ka kadar giden bir espiri. İnsanın tanrılaşabilmesi, Tanrı'nın insanlaşabilmesi. İkisinin karşılıklı bir sevgi sofrasında buluşması. O bir sevgi sofrasıdır. Öbür mezheplerde ise yukardaki korkutucu bir şeydir. Cehennemi vardır. Sakın günah işlemeyin, örtünün, yataktan ilkönce sağ ayağınızı atın, sakın sol ayağınızı atmayın... şimdi bütün bunlar yasaklar... İnsanların fikirlerini iğdiş eden yasaklar bunlar.

Öbürün de ise sevgi var, özgürlük var. Aslında diğerinde de sevgi ve özgürlük var. Fakat birtakım bağnazlar onu alıp korku düzenine dönüştürmüşlerdir. Halbuki İslamiyet bir korku düzeni değil, olmamalı. Hiçbir din olmamalı. Ama yelpazenin içinde her dinde, bağnazlar vardır, daha hoşgörülü olanlar vardır. Bu Hıristiyanlık’ta da böyledir, Müslümanlık’ta ta böyledir. Ben Müslümanlık coğrafyasında daha güzel çiçekler açan bölgelerin, insanları daha güzel yaşattığını düşünüyorum.

 

Yavuz Sultan Selim'den sonra Osmanlı yönetimine Sünniliğin hakim olması çeşitli öldürmeleri de beraberinde getirdi. Ayaklanmaların bastırılmasında ve asimilasyon için çıkarılan fetva ve fermanlarla, Alevilere Osmanlı yönetimince yoğun baskı uyguladığına tanık oluyoruz.

Mustafa Kemal ve Cumhuriyet'le beraber Aleviler-Bektaşiler önceden olmadıkları kadar kendilerini yeni yönetimde rahat hissettiler. Aleviler hep kendilerini "çağdaş, demokrat, laik bir Türkiye'nin, Mustafa Kemal'in destekleyicileri ve koruyucuları" olarak nitelendirdiler ve nitelendiriyorlar. Siz Alevilerin bu kimliğini nasıl yorumluyorsunuz? Hiç kuşkusuz Aydınlanma, bütünleşmek, insanlaşmak demek. Kulluktan bireye terfi etmek demek. Alevi toplumu, Mustafa Kemal Hareketi'ne hem destek olmuş hem de bir ölçüde o süreç içinde de rahat etmiştir. Çünkü, Osmanlı'da devlet Sünnilik'le özdeşleşmişti. Yavuz Sultan Selim hilafeti getirmişti. Sünnilerin halifesiydi. Demek ki devletin başında Sünnilerin halifesi var. Mustafa Kemal hilafeti yıkmış. Demiş ki "Devlet laiktir ve devlet tüm din ve mezheplere eşit mesafededir". Diyanet Başkanlığı kurulmuş ama, bir zorunluktan kurulmuştur. Devleti laikleştirme yönünde alınmış bir önlem.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması elbette, Osmanlı yönetimince madur bir noktaya dikkat etmek lazım. Bektaşiler ve Aleviler Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal'e destek olmuşlardır. 1923 Cumhuriyetin kuruluşunda da destek olmuşlardır. 1924 yılında ise bütün tekke ve zaviyeler bir kanunla kapatılmıştır. Onlar içinde Bektaşi Tekkeleri de vardı. O zamanlar tabii tekke ve zaviyeler laikliğe karşı bir direniş üstü olmasınlar diye bu tedbirler alındı.

Yüzlerce yıldan beri Sünniliği benimsemiş bir devletin laikleşmesi Alevilerin de kendi mezhepleriyle, Sünniliğin eşitlenmesi demek. Aleviler bunun hemen algıladılar. Laik Cumhuriyet'in en güvenilir destekcileri oldular. Ama zamanında devlet sünnileştikçe, sünni diktasının bir aracı oldukça Aleviler de buna karşı davranmak zorundaydılar. Yani 1923 Devrimi'ne destek olan Aleviler, çok partili rejimde devlet Sünni diktasının bir aracı haline geldikce, ona direnmek zorunda kaldılar. Mustafa Kemal Dönemi'nde zorunlu din dersi yoktu, okullarda. Din dersi cematlara bırakılmıştı. Evde din kültürünü alma oluyordu. Ama 12 Eylül Faşizmiyle birlikte 1982 Anayasası'yla beraber, okullara din dersi konulduğunda bu Sünni din dersi oldu. Buna karşı oraya giden başka dinden başka inançtan, başka mezhepten olan çocuklar adeta kendi inançlarına karşı bir eğitimin orda uygulandığına tanık oldular. Buna karşı da ailelerde bir duruş başladı. Arkasından Alevilerin direnişi görüldü. Ortaya şu çıktı "madem demokrasi olacak, madem özgürlük olacak o zaman biz Alevi Kültürü'nün savunulmasını ve yaşatılmasını istiyoruz. Hiç kimse gelipte, Alevi köyüne camii yapmak için devlet gücünü arkasına alarak zorlama da bulunmasın" Bunu zorladığı zaman devlet din devleti olur. Ama hangi din devleti olur? İslam Dini'nin değil, Sünni Mezhebi'nin devleti olur. Bir din devletini, bir Sünni devletini laik devrim değil, günümüz insanı dahi artık kaldıramaz. Türkiye 1400 yıl geriye gider ve Türkiye Ortaçağ karanlığına sürüklenir.

 

Osmanlı İmparatorluğu'ndan, Türkiye Cumhuriyeti'ne geçişte daha sonra kırdan şehir merkezlerine göçlerde, dünyada ve Türkiye'de başdöndürücü gelişmelerin de yaşamasıyla Alevi ve Bektaşiler'de de bu değişimlere parelel yeni arayışlar, anlayışlar, algılayışlar gelişti. Cemevleri açma, bazı örgütler kurarak kendini ifade edebilme çabaları... Hem inançsal, hem düşünsel hem de kendini temsil edebilme çabası içerisinde olan farklı arayışlar içinde olan Alevi-Bektaşilerin bu kimlik sancılarını nedenleri nelerdir sizce? Yalnız Alevilerde Bektaşiler'de değil, Türkiye'de her kesimde, her toplulukta bir çalkantı var. Geçmişteki yıllar için de Türkiye'de hemen her köyün göç halinde olduğunu görüyoruz. Kimi Almanya'ya gidiyor, kimi Arabistan'a, kimi Fransa'ya, Hollanda'ya gidiyor. Bu göç dalgası kentten kente Türkiye'nin her yerinde yaşanıyor. Her kentin çekirdeğinin dışında "kondu" diye, varoşlarda insanlar getirdikleri gelenekleriyle yaşıyorlar. Tabii bunlar içinde Alevisi var, Kürdü var, Sünnisi var... her türlüsü var. Bu çalkalanma insanlarda hem çağa, hem de yerleşim bölgelerine göre yeni bir takım arayışlar da getiriyor. Ve hem etnik, hem kültürel, hem de hemşerilik bağlantılarına girmek zorunda kalıyor insanlar. Böyle olunca da Aleviler de bu çalkalanan toplumun içinde, çalkalanan bir topluluk olarak görülüyor ki, bu da çok doğal. Onun dışında eskiden Alevi köyleri vardı. Bu Alevi köyleri kendi halinde yaşarlardı. Köy de cemevi yapma diye bir derdi de yoktu. Alevi köyünde camisi de imamı da yok. Fakat kente gelip bakıyor ki kentte camii kendi teşkilatını kurmuş. Sünniler camiilerde Aleviler aleyhinde bir husumetin etkisiyle baskı altına alınıyorlar. Siyasi birtakım partilerin çalışmaları var...

Böyle olunca Aleviler kendilerini koruma ihtiyacı duyuyorlar. Onlar da diyorlar ki "Onlar camilere gidip toplanıyorlar, biz de cemevlerinde toplanıp kendimizi savunmaya bakalım. Yoksa kötü bir noktaya gidiyoruz" Bu bir savunma iç-güdüsünden kaynaklanmaktadır. Alevi nüfus artıyor. Eskiden sokaklarda Alevilere "camiye neden gitmiyorsun" diye soran yoktu. Oğlu okula gidiyordu ama ona dinsel olarak kimse baskı yapmıyordu. Çünkü din dersi yoktu. İster istemez bir baskı direnci de beraberinde doğurdu. Alevilerin kimliğini araması aynen Osmanlı'nın sonlarında Türklerin kendi kimliklerini aramalarına benziyor. Şimdi Kürtler kendi kimliklerini arıyorlar, Aleviler kendi kimliklerini arıyorlar... Ama bunların ötesinde önemli olan insan kimliğine bürünmektir. Bence yeryüzündeki tüm insanlara olduğu gibi Türklere de, Kürtlere de, Lazlara da, Çerkezlere de, Sünnilere de, Alevilere de Aydınlanma gereklidir. Çünkü Aydınlama hepsini beraber kapsar, toplar...

Söyleşi: 1995, Cumhuriyet Gazetesi, Cağaloğlu, İstanbul.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile