PROF. DR. İZZETTİN DOĞAN (HUKUKÇU / CEM VAKFI GENEL BAŞKANI)

AYHAN AYDIN

 

Türkiye’de Cumhuriyet Dönemi de dahil olmak üzere günümüzde Alevilik/Bektaşilik dendiği zaman ismi en çok zikredilen, kamuoyu tarafından en fazla bilinen ve benimsenen bir şahsiyet olmasının ötesinde, Alevi/Bektaşi kurum ve kuruluşları arasında müstesna bir yere sahip olan CEM (Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi) Vakfı’nın da Genel Başkanı olarak ünlenen, İzzettin Doğan’la yaptığım bu söyleşilerin yararlı olacağını umuyorum.

Söyleşilerin İzzettin Doğan’ın Alevilik’le ilgili görüşlerini özellikle Anadolu dışında da, gelişim ve oluşum boyutuyla veren görüşler olması bakımından önemli olduğunu ifade etmek istiyorum.

Birinci Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı’nın gerekçesini açıklarken aynı zamanda dedelik, ocaklar, birincisinden sonra ikinci ve üçüncüsü yapılan Anadolu İnanç Önderleri Toplantılarının ve bu toplantılar sonucunda oluşturulan Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı ile ilgili de görüşlerini bizimle paylaşan İzzettin Doğan, Türkiye’nin dış politikasına ilişkin görüşlerini ve bu çerçevede Alevilik tartışmalarına nasıl baktığını da geniş boyutuyla aktarıyor.

Bu söyleşilerde devletten beklentilerinin ne olduğunun da net bir şekilde yanıtlarını veren  İzzettin Doğan, Alevilikle ilgili problemlerin aşılabilmesi için önerilerini sıralıyor.

 

 

Eğer tarikattan haber sorarsan

Murteza Ali’dir pirimiz bizim

Göre geldiğimiz süre gideriz

Kırklardan ayrılmış sürümüz bizim

 

Biz kamiliz kamile kem bakmayız

Rıza katarından taşra çıkmayız

Cennet cehennem korkusunu çekmeyiz

Bunda sorulmuştur sorumuz bizim

 

Şükür olsun gerçeklere baş koştuk

Çiğimiz kalmadı güzelce piştik

Ne yoldan, ne farzdan, sünnetten düştük

Bine sayılmıştır birimiz bizim

 

Derviş Hatayi der gerçek erenler

Anda pişman olur bunda görenler

Bin kana bir mürvet dedik erenler

Gerçekler eridir darımız bizim

 

 

İzzettin Doğan’la Söyleşiler (I)

 

Aleviliği siz nasıl yorumluyorsunuz ya da Aleviliğin İslamiyet içerisindeki yeri nedir?

 

Batı ülkelerinin, bugünkü büyük ülkelerin, 600 yıl uğraştıkları bir tek devlet vardır: Osmanlı Devleti. Yani Osmanlı Devleti, 600 yıl boyunca bütün bugünkü dünyayı yöneten devletlere sadece kafa tutmakla kalmamış; onlara kendi yasalarını da uygulatmıştır. Kendi yasanızı, bir büyük devlet de olsanız, başkalarına kabul ettirebilmeniz, kültür üstünlüğünüze bağlıdır.

Teknolojik üstünlüğün fazla uzun ömürlü olmadığı görülmüştür. Bunun en basit delili, Sovyetler Birliği’dir.

Bütün tanklarına, toplarına, silah üstünlüğüne rağmen, dünyanın birçok bölgesine, hemen hemen 2-2,5 milyar insana kendi kurallarını zorla da olsa dayatarak uygulamış olmasına rağmen, 70 yıl yaşayabilmiştir ve tuzla buz olmuş, dağılıp gitmiştir.

Bugün yaşadığımız dünyada meydana çıkan sorunların hemen hemen çoğunun altında Sovyetler Birliği’nin çöküşü yatar.

Gerek Yugoslavya’nın parçalanması, gerek Sovyetlerin çökerek yerine 18 tane devletin ortaya çıkmış olması, gerekse dünya dengelerinin değişmesi, Amerika’nın tek süper güç olması ve öyle kalması gibi konuların altında yatan, o muazzam 70 yıl süren Sovyetler Birliği’nin çökmesidir.

Demek ki, onu dışladığınız, geriye doğru filmi çevirdiğiniz zaman, 1920’lere kadar Avrupa tarihinin çizgisini, gelişme yönünü ve kültürel ilişkilerini belirleyen olay, Osmanlı Devleti’dir.

Öyleyse, Osmanlı Devleti 600 yıl yaşadığına göre ve bütün bu ülkelere kendi kurallarını kendi anlayışını götürme becerisini gösterebildiğine göre, bu ülkelerdeki mevcut kültürel yapının çok ötesinde, çok ilerisinde, insana daha çok hitap eden, insanı daha çok mutlu eden kuralları içeren bir kültür dokusuna sahip olduğunu göz önünde bulundurmak gerekiyor.

Öyle bir kültür dokusuna sahip olmasa, bu ülkelerde kendi kurallarını uygulatamazdı.

Bunu biraz daha açacak olursak, şunu görürüz: Bu sözlerin altında ne yatıyor?

Şimdi Osmanlı Devleti’nin küçük bir bölgede, Bilecek, Eskişehir yöresinde oluştuğunu düşünün; ama kısa bir süre içerisinde Balkanlar’a ve Viyana’ya kadar, yani Orta Avrupa’ya kadar gidiyor.

Doğu Akdeniz’e kadar gidiyor.

Bugün gördüğümüz Rodos, Girit, yukarıda Kırım, güneyde yine Kıbrıs, baktığınız zaman Doğu Akdeniz’de ve Balkanlar’dan Orta Avrupa’ya giden ve ayrıca güneyde de hepimizin bildiği Arap Yarımadası dahil üç kıtaya varan büyük bir imparatorluk kuruyor. Ama oralara kendi değer yargılarını götürüyor ve oranın halkları bu değer yargılarını kabul etmekte fazla zorlanmıyorlar.

Bugün, Aleviliğin-Bektaşiliğin Bosna Hersek’te, bütün Yugoslavya’da, hatta Romanya’da yaşamasının nedeni, bu kültür üstünlüğünden kaynaklanıyor.

Bu, kültür dediğiniz nedir?

Bir değer yargıları sistemidir. Değer yargıları sistemi, eğer bu ülkelerde çok daha ileri boyutlarda, bu Türk devleti tarafından oralara götürülmüşse, bunun altında analizini yapıp aramanız gereken şey şudur: Bu kültür değerleri, neye dayanıyordu ve neydi?

Hakikaten Türkler batılı yarı cahillerin aydın geçinerek söyledikleri gibi sadece vuran, kıran böyle barbar bir insanlar topluluğu muydu?

Yoksa aslında batının bugün dahi ulaşamayacağı kadar bir takım insani değerleri, o ülkelerin insanlarına vererek, onları Alevi İslam anlayışına getirebilmiş olmaları mıydı? Bence bu ikincisi doğrudur; yani verecek cevap budur.

Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna baktığınız zaman, Alevi, Bektaşi dede ve babalarının burada çok büyük bir rol oynadıklarını görüyoruz. Ayrıca Alevi dedeleriyle birlikte o işe gönül vermiş büyük kamil taliplerin belirli bir eğitimden geçtikten sonra, özellikle Hacı Bektaş Veli’den sonra, yani çilelerini çeken hamlıklarının piştiği, kemale erdirildikleri ve erdirildikten sonra da görev yapmak üzere batıya doğru sürekli yollanan bu Horasan alp erenleri, dervişleri dediğimiz insanların, o bölgedeki insanlara götürdüğü yeni değerlerdir. Yeni değerler sistemidir. Oraları Alevi Bektaşi yapan ve oraları bir Türk ülkesi haline getiren olay; Alevi İslam değerlerinin oraya Alevi dedelerince, dervişlerince, babalarınca taşınabilmiş olmasıdır.

İnsanı ön plana çıkartan, insanlara zulüm yapılamayacağını, kötülük yapılamayacağını ön gören; Kur’an-ı Kerim’in, seni özümden yarattım, düşüncesine uygun olarak, her insana kutsala yakın bir değer atfeden ve insanlar arasında ayrım yapılmasını reddeden bir İslam anlayışının buralara kadar gitmesinin, oradaki halklara vermiş olduğu mutluluktur, huzurdur ve onların da böylece İslamlaşması olayıdır.

Bunun çok tipik delilleri vardır. Bunun reddedilemeyecek delillerinden bir tanesi, devletin omurgasını oluşturan ordusunun Alevi-Bektaşi olmasıdır.

Yani Osmanlı ordusu, eğer Yeniçeri dediğimiz bütün o fütuhatı yapan, fetihleri yapan, oraları İslamlaştıran ordusu Alevi-Bektaşi ise, efendim bu Osmanlı’nın içinde Alevilerin hiç de rolü yoktur, ya da bunlar da nereden çıktı? Gibi sorular sormak, sadece cehaletle izah edilebilir. Yani tarafgirlik bile hafif kalır, yalnız cehaletle izah edilebilir.

O zaman Türk tarihine baktığınızda, Türklerin kültür tarihine baktığınız zaman, bu kültürün Balkanlar’da insanları nasıl değiştirdiğini, insanlara nasıl yeni değerler getirdiğini gördüğünüz zaman, bir takım şeylerin tarihte olduğunu ister istemez düşünmek zorundasınız.

Çünkü bakıyoruz, bugün dahi Balkanlar’dan Orta Avrupa’ya kadar giden yörelerde hâlâ Kızıldeli Sultan’ın, Sarı Saltukların, Deliormanlar’da gördüğünüz Demir Babaların, Haskova’da Otman Babaların, Yunus Abdalların, Varna’da ya da Dobruca’da gördüğünüz birçok dede ve babanın, Bükreş’te gördüğünüz Gül Babaların, bunların oralarda hâlâ çakılı, reddedilemez Türk İslam mührünün ifadesini bulduklarını söylemek, öyle fazla abartma olmaz.

Türkiye Cumhuriyeti’ni 1956-57’den sonra yönetenler, Türkiye’nin asıl büyük hazinesini oluşturan bu kültür değerlerini ve bu kültür değerlerinin varmış olduğu bölgelerle ilişkilerini, kültürel manada güçlendirmek yerine, Türklerle de fazla da, doğrusunu isterseniz haşır neşir olmayı reddeden ve Türkleri hep ikinci sınıf kavimler olarak kabul eden Arap kültürüne doğru yelken açmayı yeğlemişlerdir.

Türkiye’nin yönetimindeki yanlış burada yatıyor.

Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Padişah Osman, kızını aldığı, yani damadı olduğu Edebali’den, sadece, devleti kur diyorsun; ama baba ben bunu nasıl yöneteceğim, bunun da yolunu göster, dediği zaman, kendisine yazarak verdiği ve bugün bile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin arşivinde bulunan bir devletin hangi ahlaki esaslara bağlı olarak yönetilebileceğinin, geliştirilebileceğinin belgesi sayılan çok değerli bir yönetim anahtarlarını da vermiştir.

Edebali bir Alevi dedesidir.

Aynı şekilde, Osmanlı toplumunun sosyal ve ekonomik yapısını düzenleyen ve 600 yıl, aynı başarıyla yürüten Ahilik dediğimiz teşkilatın kurucusu olan Ahi Evran, Azerbaycan’dan yani Hoy şehrinden gelen, Nesimi’nin şehrinden gelen, bir başka büyük Alevi ulusudur.

Yani bütün bunlara bunların yarattığı, bunların halka öğrettikleri değerlerin üstünde siyasal sistem yükselmiş.

 

Hz. Hüseyin de İslamiyet’in büyük değerleri için mücadele vererek örnek olmuş bir önder?

 

Hz. Hüseyin, eğer Kerbela’da o mukavemeti göstermeseydi, İslam belki de bu değerlerin altını bu kadar çizemeyecekti.

Bence Alevi İslam anlayışını taşıyan Müslümanlar olsun, isterse diğer Sünni kardeşlerimiz ya da diğer Müslüman kardeşlerimiz olsun, Hz. Hüseyin olayına, Kerbela olayına, yalnız böyle dövünülen, ıstırap çektirilen, göz yaşı dökülen bir gün olarak bakmamaları gerekir.

Asıl onun ardında yatan manayı yavaş yavaş artık insanlara vermek gerekiyor.

Hangi değerler için baş kaldırıldığının, hangi değerlerden hayatın daha az değerli olduğunu göstermek, bu değerleri insanlara vermek gerekiyordu.

Hz. Ali’nin çok güzel bir sözü vardır. Evlatlarına, çocuklarına verdiği bir nasihattir.

Bu, bütün insanlığa aslında verdiği nasihattir.

Diyor ki, “Zalime boyun eğmeyin, yalnız haklarınızı kaybetmekle kalmazsınız, haysiyetinizi de kaybedersiniz”!

Burada dikkat edilmesi gereken kelime, haysiyet kelimesidir.

Bazen haysiyeti insanın haklarından da daha önemlidir, bazen değil her zaman. Onun için enteresandır; ama aynı şeyi Atatürk’te de görüyorsunuz. Nutuk’a girerken, ahvali umumiyeyi yani genel manzarayı özetlerken diyor ki, “bütün bu manzaradan çıkan sonuç şuydu; Türk Ulusu gibi haysiyetine düşkün bir ulus”, bakın orada çok önemli Hz. Ali’nin kullandığı aynı kelimeyi kullanıyor. “Haysiyetine düşkün Türk ulusu için yapılacak bir şey vardı: Ya Ölüm Ya İstiklal.”

Onun için bu bağlantıyı görmemek, bu paraleli görmemek çok büyük bir noksanlık olur.

Aleviler niye Mustafa Kemal’i bu kadar seviyor? derken, Hz. Ali ile çok ortak noktalar var da, onun için demek gerekir.

 

Alevilik İslamiyet’e Türk kültürünün ve Türk inançlarının zenginliğini katarak yeni bir boyut getirmişlerdir, diyebilir miyiz?

 

Tabii. Bu, bizde hep gözden kaçmış olan bir olaydır.

Şimdi bazı gerçekleri görmeden, İslam’ı doğru yorumlamak ve Tanrı’nın mesajının içeriğini anlamak kolay değildir.

Tanrı mesajı, Kur’an ayetleriyle geldiğinde, yani onun bir şekli görünen manası var, bir de batıni dediğimiz, ancak bir takım analizlerle hatta bazen analizler de yetmez, bir takım sezgilerle varılabilen manaları vardır.

İşte, bunun en doğru yorumunu, Ehlibeyt yapmıştır, diyoruz ve Ehlibeyt’in yorumlarıdır aslında Maveraünnehir de egemen olan. Ve Türk kavimlerince benimsenen, özümsenen yorumlar, bu yorumlardır; onun için Ehlibeyt’e bağlıdır, Türk kavimleri.

Onun için, burada sazı ve semahı ayırıcı bir nokta olarak görüyorsunuz.

İlginçtir, bizde buna kimse dikkat etmemiştir; bugün bile yeterince de dikkat edildiği kanısında değilim.

Oysa, ben yıllardan beri bunu söylüyorum.

Saz, bir kitle için önemli enstrümandır, bir müzikal araçtır; duyguları, düşünceleri ifade etme, bir iç yaşamı, iç derinliğini adeta tellere dökme olayıdır. Saz, onun için çok önemli.

Türk kavimlerinde müziğin yeri var ve sadece müziğin yeri değil, semahların da çok büyük yeri var.

Müzikle semahı kaynaştırdığı zaman, Tanrı’nın  mesajının insanlara çok daha derin nüfuz edebileceğini, aşının çok daha derin vurabileceğini o günden görmüşler Şah Koca Ahmet Yesevi.

Maveraünnehir’de saz ve semahla, kadın ve erkek bir arada ibadet eder ve bu anlayışlarını da Anadolu’da iyiden iyiye pekiştirmişler, geliştirmişler.

Mevlanalarla, Hacı Bektaşlarla, Yunuslarla, Pir Sultanlarla, daha yüzlerce ozanla, düşünürle, dedeyle, Emrahlarla, Viranilerle, Harabatilerle, Kul Himmetlerle, Âşık Veysellerle buraya kadar getirmişlerdir. Ama yetinmemişler, Balkanlar’da Viyana’ya kadar götürmüşler, Doğu Akdeniz’de Rodos, Kıbrıs, Girit’e kadar götürmüşlerdir.

İslamiyet’in kabul edildiği dönemlerde bir Türk milletinden bahsetmek fazla tarihe uygun düşmez.

Ama ne vardır, Türk kavimleri vardır, kavim halinde yaşıyorlar, öbek öbek yaşıyorlar Maveraünnehir’de. Milletleşme sürecine girmesi, o ayrı bir olay ve İslam’ın bütün bunlar arasında bir çimento rolü görme, birbirine yapıştırma, yaklaştırma rolünü üstlendiğini kabullenmek gerekiyor.

 

Nedir Ocak, kimlerdir dedeler / babalar desek neler söylersiniz?

 

Bizde bugüne kadar bilimsel olarak işlenmemiş olan kavramlar bunlar.

Göç olayı, sadece Türk tarihini değil dünya tarihini de şekillendiren önemli bir olay.

Hatta Mustafa Kemal bir yerde der ki, Türklerin batıya göçü dünya tarihinin çok önemli bir evresini oluşturur, doğrudur. Ama bu evrenin oluşmasını sadece tarih olarak tespit etmek yetmiyor, gözlemlemek yetmiyor; nelerden oluştuğunu da gözlemlemek gerekiyor.

Baktığınız zaman bu göç hareketine, birden bire bir göç olmuş değildir. Üç kişi binmiş ata da, hadi şuraya gidelim, dememişler.

Bir taraftan Moğol istilaları, bir taraftan kuraklık ve kuraklığın şiddetine paralel olarak göç hareketi başlamış ve öbek öbek göç hareketi olmuş.

Bir kavimin arkasına bütün kavimler takılıp da gelmemiş ve her öbek öbek çıkan kavim, yanında manen bağlı olduğu kişilerle birlikte gelmiş.

Asya’daki yaşamda dedenin çok önemli bir yeri var, ya da manevi bir liderin çok önemli bir yeri var.

Bu, kemali ifade ediyor; yani insan-ı kamili ifade ediyor, doğruyu söyleyeni ifade ediyor.

Doğru yol göstereni, toplumda huzuru, barışı koruyan insanı ifade ediyor.

Her hareket, her göç hareketi, bu insanlar da beraberinde getirmiş ve zaten büyük ölçüde de büyük ihtimalle göç hareketine öncülük yapanlar bunlar.

O günkü kavimlerin, artık oralarda Moğollar sebebiyle yaşama şansına sahip olmadıklarını ya da çok büyük riskler altında bulunduklarını; bir taraftan da kuraklık olayının bir bela olduğunu, o belanın elinden kaçmak gerektiğini ve artık başka diyarlara gitmek gerektiğini, ekmeğin başka yerlerde aranmasını, Tanrı’nın bir haberi olarak kabul etmişlerdir, söylemişlerdir, yorumlamışlardır. Ve o şekilde öbek öbek yola çıkmışlardır.

Her kavim, her öbek öbek yola çıkan toplum, kendi manevi önderi ya da önderleriyle birlikte yola çıkmıştır, gelmiştir.

Ve ocak dediğimiz olay da aslında bu.

Kendi dedesiyle, ya da piriyle, mürşidiyle, rehberiyle kimler varsa, o gün kime saygı gösteriyorlarsa, kime biat ediyorlarsa, inanç itibariyle onunla birlikte onun önderliğinde yola çıkıp geliyorlar.

Ocak dediğin zaman, işte bunlar genelde Maveraünnehir’e gelip sığınan ve Arap zulmünden kaçan insanların oluşturduğu, genelde Peygamber sülalesinden geldiğine inanılan, kabul edilen, büyük pirlerin kurdukları, oluşturdukları inanç merkezleri olarak yorumlanmıştır.

Bir kısmını Türkmenistan’dan gidip kendileri getiriyorlar. Ali Asker öyledir, Zeynel Abidin’den tümünü imha ettikleri zaman, kalan küçük bir bebeği gelip götürmüşlerdir, 6-7 aylık bir bebekken.

Orada yetiştirmişler, evlendirmişler, eğitmişler, aynı zamanda da kendi manevi önderleri olarak biat etmişlerdir. Ve onun çocukları, torunları gelişmeye başlamışlardır. Keza başka şekilde Türkmenistan’a gelip sığınan Peygamber sülalesinden insanlar vardır; Oniki İmamlar’dan gelip sığınanlar vardır; yaşayanlar vardır. Onların çocuklarının torunlarının kavimler arasında paylaşılması.

Herkes gidip aynı yerde ikamet etmiyor; çeşitli bölgelere gidiyorlar, çeşitli bölgelerde itibar görüyorlar onlara kucak açılıyor. Ve onlarla birlikte de o dinsel inançların etkisiyle, yine göçte de birlikte geliyorlar.

 

Bizde biliyorsun Hacı Bektaş Veli’nin çok önemli bir yeri vardır.

Ama Hacı Bektaş Veli’den 200-250 sene önce Anadolu’ya gelmiş olan, taa Dersim’e kadar gelip yerleşmiş olan dedeler, babalar vardır.

Hacı Bektaş Veli, çok sonra gelmiştir.

Onlar da onlarla birlikte gelmişlerdir; Dersim dediğin zaman bir çok aşiret, bu aşiretlerle birlikte gelinmiştir.

Baba Mansur Ocağı olsun, oradaki Kureyşan Ocağı olsun, Seyit Sabun Ocağı olsun, Ağucan Ocağı olsun, bir çok ocağın da beraberinde geldiği bilinen büyük gerçeklerdir.

Bu arada tabii belirteyim; Anadolu toprağı çok zengin bir topraktır.

Önemli olan bu toprağın gerçek zenginliklerini, burayı gerçekten de önemli bir inanç merkezi haline getiren ismi bile fazla bilinmeyen büyük değerlerin belgeleri ortaya çıkartılmaktır, maharet buradadır.

Bu konuda maalesef fazla bir şey yapılabildiğini göremiyorum.

Bu konuda yetişmiş iyi araştırmacılara da ihtiyaç vardır.

 

Ocak dediğin zaman, işte her birisi Oniki İmamlar’dan belirli birisiyle bağlantı kurulan insanlar kastediliyor.

Yalnız, tarihin belli bir sürecinde, özellikle Anadolu’nun hızla İslamlaşması, İslam olması olayında ve bilhassa 13. asırda, işte Hacı Bektaş Veli’nin gelmesinden, Abdal Musa’nın gelmesinden, Kızıldeli Sultan’nın, Sarı Saltuk’un ki, bunlar Hacı Bektaş Veli ile aynı dönemde gelmişlerdir, gelmeleriyle başlayan bir süreçten bahsetmek gerekir.

Aynı dönemde, bir kısmı Rumeli’ye devam etmiş; bir kısmı Akdeniz’e gelmiştir, Abdal Musa gibi, Elmalı’ya gidip yerleşmiştirler.

Sarı Saltuk, doğrudan doğruya Balkanlar’a geçenlerdendir.

Ama Hacı Bektaş Veli ile görüşmüştürler.

Bu tür insanlar, adeta bir işbölümü yapıyorlar ve İslam’ı yaymak için daha kurumsal bir biçimde hareket etmek ihtiyacını hissediyorlar. Çünkü, o dönemlerde devlete din hakim değil. İslam ahlakı topluma hakim; ama devlete akıl hakim.

Osmanlı’da taa 16. asıra kadar şeriat hakim değildir, bizde söylenenin tersine, yanlış söyleniyor açık söylüyorum.

1517’dir dinin devlete hakim olması ve daha doğrusu devlette ki her tasarrufun din esaslarına uygun ifa edilmesi ya da çıkartılması.

Bunun için de şeyhülislamdan gerekirse zaman zaman fetva alınması 1517’lerden sonra başlamıştır.

O tarihe kadar, 1500’lü küsürlere kadar devlete aslolan, hakim olan akıldır; ama topluma hakim olan ahlak sistemi, İslami ahlak sistemi ve tasavvufi yaklaşımlardır.

Bu tasavvufi yaklaşım, aslında o günkü Osmanlı Hanedanlığı’nın da işine geliyor. Niye işine gelmiş ve neden kendileri de hep bu tasavvufları korumuşlar, himaye etmişler?

Çünkü bu tasavvuf, her hangi bir şey istemiyor. Bir dede, bir baba gidip bir yere yerleştiği zaman, İslam’ı tanıtmaya çalıştığı, biraz önce konuşmamın başında söylediğim İslami değerleri anlattığı zaman, o yöredeki Hıristiyan unsurlar, çok kolay İslam’ı kabul ediyorlar.

Niye? Çünkü İslam kucaklayıcı, insanlar arasında fark gözetmiyor, ırkçılığı reddediyor; sevgiyi, barışı, birlikteliği, bütünleştirici yaklaşımı getiriyor. Onun için de çabucak İslamlaşıyorlar ve İslam hızla yayılınca, gerçekten dede soylu olanlar ya da Oniki İmamlar’dan geldikleri kabul edilen insanların sayısı yetmiyor, hizmeti ifa etmeye. Hizmeti ifaya yetmeyince, Hacı Bektaş Veli’nin kendisi de Musa Kazım sülalesinden olmasına rağmen, kendisi ve onu izleyenler bu sefer insanları eğiterek, kamil insanlar yetiştirerek halkın hizmetine sunmaya çalışıyorlar.

Yani dede ihtiyacını o şekilde görmeye, boşlukları öyle doldurmaya çalışıyorlar.

Çilehanelerin kurulması, insanların çilehanelerden geçerek kemale eriştirilerek, kemale ulaştığına inandığı zaman da artık sen babalık yapabilirsin deyip, icazet verip, el verip, kendisini, sen git artık falan bölgeye, orada yerleş ve oradaki insanları irşad et, aydınlat, Kur’an’ın manasını anlat, demesi suretiyle dede ihtiyaçları, hızla gelişen İslam düşüncesi, İslam toplulukları karşısında ihtiyacı görmek için, babaların yavaş yavaş yetiştirilip yollandığını görüyoruz.

Ama dedeler göreve devam ediyor.

Ve aradan asırlar geçmeye başlayınca, bu babaların oradaki otoriteleri sebebiyle, onların çocuklarının da artık dede gibi muamele görmeleri sonunda, bir çok dede, soydan gelen yanında aynı zamanda da yoldan gelenin de dede halinde kabul edilerek, dedelerin arttığını görüyoruz.

Bir başka dede sayısının artış sebebi; Osmanlı döneminde yapılan hizmetlere karşılık Osmanlı vakıfların gelirlerinin önemli bir bölümü, bu dedelere ayrılıyor.

Hem bir manevi hizmetin ifası karşılığı, hem de onları ayakta tutma ve devletin bir borcu gibi kabul edilmiş.

Bu konuda hâlâ bir çok ailelerin elinde, Osmanlıların bu şeyleri yaptıklarına göre vakıf gelirlerini verdiklerine dair gerekli ücretler vardır. Osmanlı arşivlerinde de zaten vardır.

Yani devlet gelirinin belirli bir kısmını, bu inanç önderlerine tahsis etmiştir: Mağdur olmaması, kimseye avuç açmaması için.

Fakat bu bir gelir kaynağı haline gelince, belirli bir yerden sonra, siyasi iktidar da önemli bir araç haline gelince inanç, özellikle 1517’den sonra, Safeviler’e karşı Osmanlı Hanedanlığı birden bire ürküyor.

İşte o Yavuz Sultan Selim’le, Şah İsmail arasındaki mücadeleden sonra, hem Türkiye’de toplum Sünnileştirme sürecine sokuluyor; ama bir taraftan da Aleviler üzerindeki etkinlikleri olabilsin diye bazı dedelerde üretiliyor Osmanlı Hanedanlığı tarafından.

Eline hüccet dediğimiz belgeler verilerek, dede nitelikleri tanınarak da dedelerin sayısı bir taraftan da öyle artıyor. Demek ki, bu inançta inanç önderi pozisyonunuda olanlar üç kesimden oluşuyor: bir tanesi belirli soylardan gelenler; diğeri yetiştirilerek baba adı altında ama dedelik hizmetini ifa edenler; üçüncüsü siyasi nedenlerle üretilen dede kesimi var.

Yalnız buna bir dördüncüsün de ilave etmek gerekiyor.

Bu da; baskılar arttıktan sonra, Alevilik Rodos, işte Kıbrıs, Girit’e kadar, Viyana’ya kadar dal budak saldıktan sonra, bir takım insanlar dedeliğin nüfuz alanının ötesinde kalan bu toplumlarda, kendilerine dede unvanıyla adeta bir gelir kapısı ediniyorlar.

Ve bazıları da bazı gözü açıklar da kendilerini, dede diyerek takdim ederek, ellerinde sazlarıyla burada bir takım hizmetler ifa etmeye çalışıyorlar ve onlar da o şekilde dede olarak kabul ediliyor.

Mesela Balkanlar’da bunlardan çok vardır.

Gidilememiştir oraya kadar, denetim altında tutulamamıştır, bütün oradaki babaların Hacı Bektaş Dergahı’ndan yetiştirip yollamaya, hizmetleri görmeye imkân kalmamıştır, orada da o tür yetişme babaların, dedelerin bulunduğunu biliyoruz.

Keza dikme dede denen bir dede kategorisi de daha var; yani bir kişi kamil bir insansa ve o bölgedeki inanç esaslarını uygulama yeteneğine sahipse, dedeler gidip gelemediği için, orada o görevi ona veriyor ve onlara da dikme dede deniyor.

Binaenaleyh, birden bire dedelerin sayısı, böylece yüz yıllar geçtikçe çoğalıyor ve o kadar çoğalıyor ki, artık halktan da ya illallah, amma da çok dede var, deme noktasına geliyor.

Fakat bunların sayısı arttıkça, gerçekte bu işi götürebilen dedeler bu sefer köşelerine çekilmeye başlıyorlar.

O hizmetin yeterince ve gereğince ifa edilmediğini, bir takım çıkarlara alet edildiğini; ama güçleri de olmadığı için, siyasal vs. güçleri de olmadığı için, kurumlaşmayı devlete de monte edemedikleri için adeta kırılıyorlar ve küsüyorlar, kendi köşelerine çekiliyorlar.

 

CEM Vakfı tarafından düzenlenen Birinci Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı’nın yankısı geniş olmuştu.  CEM Vakfı niçin böyle bir toplantıya gerek duydu?

 

Türkiye’de 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu dönemi dahil, 75 yıl da Cumhuriyet dönemini katarsanız, 675 yıl içerisinde böyle bir toplantı yapılmamıştır. (Bu toplantıda senin çok büyük bir emeğin var.)

Daha önce yapılan bir toplantı var.

1916’larda yapılan bir toplantı var.

Mineyik Toplantısı diye bilinen bir toplantı.

Yukarıda anlattık inanç önderleri çok önemliydiler.

Peki güzel; ama kimlerdi bu insanlar ve bu insanların arasında her dede, her baba sıfatını taşıyan da halkı eğitme, halkı irşad edebilme kapasitesine sahip değildi.

Öyleyse bunları evvela toparlayalım, kendi aralarında konuşsunlar Aleviliğin tanımı üzerinde evvela mutabık kalalım, Aleviliğin esasları üzerinde kendi aralarında mutabık kalsınlar ve mutabık kaldıkları ilkeler, İslam anlayışı, Alevilik olarak bir kitap halinde yayınlansın insanlara verilsin.

Alevisi, Sünnisi, Şafisi kim ilgi duyuyorsa yeryüzünde kim bu konuya ilgi duyuyorsa, onlara sunulabilecek bir belge ortaya çıksın.

Ama birinci toplantıda bunun elde edilmesi mümkün değildir, diye düşünüyorduk.

Önce insanlar birbirini tanıyacaklar; çünkü Balkanlar’dan, Azerbaycan’dan gelen insanlar vardı. Kazakistan’dan ilgiyle izlendiğini bildiğim insanlar vardı ve onlar da burada ilgilerini ifade ediyorlardı.

Bütün bunları bildiğimiz için, burada 800’e yakın kendilerine ulaşabildiğimiz; ancak ulaşabildiğimiz insanları burada toplayıp üç gün süresince sizlerin çok önemli katkılarınızla, bütün Vakıfta çalışan insanların özverisiyle hakikaten tarihi bir olay yaşandı.

Ve buraya Sünni kardeşlerimiz de Bakanlarımız da yani devleti yönetme sorumluluğunu yüklenen insanlar da geldiler; zaman zaman katıldılar toplantılara, görüşlerini söylediler.

Ve böylece uygar bir zeminde, fevkalade uygar bir anlayışla, herkes düşüncesini rahatlıkla ifade edebildi. Sen de bu işin notlarını filan tuttun, bir kitap halinde hazırlığını yapıyorsun.

Ortaya bir olay çıktı, ortaya Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan, Anadolu’dan, Asya’dan gelen insanların tümünün Aleviliği hâlâ canlı olarak muhafaza ettiklerini, koruduklarını gördük.

Aleviliğin yeniden yapılandırıp hem Anadolu insanına, Türk insanına, hem dünyadaki her insana sunulabilmesi için, tasavvufun bu versiyonunun, bu yorumunun insanlığın tümünün hizmetine sunulabilmesi için, yapılabilecek olanları burada beraberce tartıştık; birinci toplantıyı böylece yapmış olduk.

Ama şimdi bir çok müracaatlar daha var.

Özellikle Asya ülkelerinden, Kafkaslar’dan, Balkanlar’dan bir çok müracaat oldu sonradan. Bizi niye çağırmadınız, diye serzenişte bulunuyorlar haklı olarak. Ama bizim de haklı olduğumuz taraf vardı. Tanımıyorduk çoğunu ve ulaşabilme şansımız olmadı.

Onun için, bu yıl içerisinde ikinci bir toplantı yapmayı; planlıyoruz. Çünkü, 5-6 aylık bir çalışmayla Kafkaslar, Balkanlar ve Asya ülkelerinin de, oradaki dede babaların da katılabilecekleri bir toplantıyı tespit edeceğiz.

Böylece, çember daha da genişlemiş olacak.

Bu halklar arasındaki manevi ilişkiler, daha da güçlenmiş olacak. Çok daha köklü ve evrensel değerler üzerindeki İslam, yeniden su üstüne çıkarak tüm insanlığa hitap edecek boyutlara bence ulaşacak.

Ve ikinci toplantıdan sonra da bu tartışmalardan kaynaklanan çok önemli yeni ufuklar açılacaktır, yeni yaklaşımlar benimsenecektir.

Belki özü aynı kalmak suretiyle, sazı, semahı hepsinde ortak usul olmak kaydıyla; Kur’an’daki ana hükümler, ahlaki hükümler, özellikle kul hakkının yenilmemesine ilişkin öncelikli, her şeyden önce aklı verdim diyen ayetin önceliği esas almak suretiyle, bu konuda yeni bir yapılanmayla devleti yönetenlere takdim edilecektir. Denilebilecektir ki, şu anda elimizde potansiyel olarak 2500-3000 tane insan var ya da 4 000 insan var.

Bunlara halkın arzu ettiği gibi vatandaşlara din hizmetlerinin gidebilmesi için, siz devleti yönetenler olarak sorumluluklarınızı yerine getiriniz, kadro tahsisini yapınız. Bunu Diyanet İşleri’ni yeniden yapılandırarak yaparsanız, daha iyi olur. Çünkü devletin din hizmetlerinin tek teşkilatı o, teşkilatın demokratik bir yapıya kavuşturularak herkesin yerini alması, yoğunluğu oranında yerini alması asıldır. Ama eğer bunu henüz uygun bulmuyorsanız, diyorsanız ki hayır, bu şimdilik kalsın, size başka bir bakanlık bünyesinden, devletin başka bir organından verelim derlerse, biz ona da hayır demeyeceğiz.

Aslolan bu hizmetlerin görülmesi onu görecek olan insanlara, kamil insanlara, belli bilgi düzeyi süzgeçten geçmiş olan insanlara yerlerinin verilmesidir diyeceğiz. Böylece hakikaten topluma barışı, huzuru getirmek isteyen iyi niyetli yöneticilere de Vakıf olarak yardımcı olmuş olacağız.

 

Hocam, Alevi ve Bektaşi, Mevlevi toplumunun devletten beklentileri nelerdir, temel istekleri nerelerde yoğunlaşıyor?

 

Bu sorduğunuz soru, aynı zamanda Vakfın kuruluş nedenini de oluşturuyor.

Biz bu kadar zahmetlere niye giriyoruz?

Bu kadar yıldan sonra, neden artık devleti yönetenlerle açık açık konuşup sorumluluklarını hatırlatmak gereğini duyduk?

Bu sorunun cevabını bulmak için, yıllardan beri konuştuğumuzu, burada satır başları halinde ifade etmek gerekiyor.

Bir tanesi, bir ülkede yurttaşlar inançları ne olursa olsun Alevi, Sünni, Şafi, Hambeli, Maliki, Hıristiyan, Musevi, Budist ya da Taoist, Brahman her ne olursa olsun, insanları eşit muameleye tabi tutmadığınız sürece, insanlar arasında ayrımcı bir muamele yaptığınız takdirde, o ülkede güçlü bir devlet kuramazsınız.

Eğer devlet kurmuşsanız, o devlet gücünü yavaş yavaş zaaf lehine terk etmeye başlar.

Bu da barışın bozulması demektir, bu hasmane duyguların yeşermesi demektir, insanların birbirlerine karşı olan sevgilerinin, saygılarının azalması demektir.

İşte bunu sağlayabilmek için, biz aslında Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Atatürk’ün kurmuş olduğu devletin gücünden bir şey almak bir yana, gücünü zaafa uğratmış olanlarla mücadele edip, bu ülkede adaletle bir yönetimin kurulmasını, insanlar arasında yasaların uygulanması açısından ayrım yapılmamasını ve tüm yurttaşların yasaların önünde eşit olduğunu emreden bu şekilde davranması gerektiğini söyleyen anayasanın 10. maddesinin yürürlüğe konmasını sağlamaya çalıştık.

Ve bunu sağlamaya çalıştığımız gün de bu ülkede insanlar birbirini daha çok sevecek, daha çok sayacak birbirlerinin kusurlarını daha çok hoşgörüyle görebilecek ve birbirlerinin güzelliklerinden karşılıklı olarak daha çok istifade edebileceklerdir.

Bunun manası şudur, eğer siz din hizmetlerinin yapılmasını devlete bir borç olarak yüklüyorsanız ve bunu da anayasanıza koyuyorsanız, ki bizim anayasamız böyledir, bu din hizmetlerinin görülmesi için Diyanet İşleri Teşkilatı diye bir teşkilatın mevcudiyeti, anayasada yer alıyor. Öyleyse din hizmetleri, adından anlaşılacağı gibi anonim bir olaydır.

Sünni’yi Alevi’ye ya da yalnız filan inanç sahibine götürülecek bir hizmet diye tanımlamıyor anayasa, din hizmetleri teşkilatı diyor.

Din hizmetleri teşkilatı dediğine göre, dine inanan herkese, inancı olan herkese devletin bu hizmeti götürebilmesi lazım, tarafsız ve eşit şartlar içerisinde bu kısmını hukukçu olarak söylüyorum.

Hukukun gereği bir hukuk profesörü olarak diyorum ki, anayasanın 10. maddesi, vatandaşları arasında ayrım yapılamayacağını öngördüğüne göre, sen din hizmetlerini vatandaşlara götürürken bu 10. maddenin esaslarına uygun olarak götürmek zorundasın; yani ayrım yapmaksızın eşit götüreceksin.

İnancın bir özelliği var, din hizmetlerini götürürken herkes dini nasıl anlıyorsa, dini kanaati neyse vatandaşın kanaatine göre o hizmeti götüreceksin.

Sen kendi keyfinle, kendi yorumladığın gibi götüremezsin. Diyemezsin, kardeşim sen ille de bir kiliseye git, sen ille de bir camiye git, ille de bir cemevine git, ki ben sana hizmet vereyim, ki hizmet edesin, diyemezsin.

Vatandaş, nerede o hizmetinin ifa edilmesini istiyorsa, sen orada ayrımsız ve eşit şartlarla götürmek zorundasın. Böyle olduğu takdirde yapacağın nedir? Bu hizmetleri, Diyanet İşleri Teşkilatı diye bir teşkilat kurduğuna göre, o teşkilatın yapısında evvela sadece Sünni İslam’a mensup olanları alamazsın.

O zaman, inanç sahiplerinin yüzdesi neyse, o yüzde oranında o din işleri teşkilatının götürecek olan, yürütecek olan teşkilatta yer verilsin.

Aleviler, nüfusun 1/3’nü mü oluşturuyor, din hizmetlerinin götürecek teşkilatın 1/3’nü Alevilere bırakırsın. Çünkü, onlar götürecek bu hizmeti. Alevilerin inançlarının ne olduğunu onlar bilecekler, onlar ona uygun olarak götüreceklerdir.

Binaenaleyh, hizmetin götürülmesinde adaleti istiyoruz, eşitliği istiyoruz.

İkincisi, Aleviliğin kitaplarda okutulmasını istiyoruz.

Eğer din hizmetleri daha doğrusu din dersleri, mecburi ders olarak anayasanın öngördüğü şekilde kalacaksa, kalacaksa diyorum; çünkü eğer kaldıracaksan, ki bence kaldırılması gerekir, yani din dersleri mecburi olarak okutulamaz. Okutulmaması gerekir, bir laik düzende; ama diyelimki okutuyorsunuz; çoğunluk öyle istiyor, hiçbir itirazımız yok; ama o zaman herkesin inancının okutulması lazım. Çünkü, demokrasi, haklarda eşitliği ifade eder.

Yoksa çoğunluk azınlığın birbirinden farklı, çoğunluk azınlık olmasına göre hakları değişmez. Haklar, çoğunluğun da azınlığın da aynı haklara sahip olduğu rejimin ismine, demokrasi derler. Eğer birisi çoğunluk içindeyse, ondan dolayı fazla hakkı varsa, o demokrasi değildir. O istibdat rejimi, terör rejimidir ve bugün Türkiye’de maalesef farkına varılmadan mevcut olan sistem demokratik bir sistemi ifade etmiyor, yalnız bir kesime hizmet ifa eden bir devlet teşkilatı halinde görünüyor, Diyanet İşleri Teşkilatı.

Atatürk cumhuriyetine böyle bir hata, böyle bir kusur yakıştırılamaz.

Devleti yönetenlerin, artık daha ciddi olmaları ve bu aymazlıktan da sıyrılmaları gerekiyor.

Bu ülkede, inanç sahiplerine inançları doğrultusunda hizmet verecek bir örgütlenmeye gitmeleri, inançlarını eğer insanlar kitaplarda okumak istiyorlarsa ve devlet de bunu benimsiyorsa, herkesin inancına kitaplarda onların anladığı şekilde, doğrultuda yer vermelidir.

Binaenaleyh, okul kitaplarına Alevilikte konmalıdır ve okutulmalıdır.

Üçüncüsü, devletin haiz olduğu televizyon kanallarında, halkın parasıyla yapılan bir televizyondur bu, yani TRT dediğiniz zaman, Türkiye Radyo Televizyon kurumu, devletin genel bütçesinden ayrılan paralarla oluşturulmuş olan bir kurumdur.

Binaenaleyh, orada herkesin Alevi’nin, Sünni’nin bu ülkedeki her yurttaşın parası vardır, televizyon kanallarında, yalnız Sünni İslam’ın anlatılmasıyla iktifa edilemez, Alevilere de kendi inançlarını ifade imkanı verilmeli, verilmeli ki Alevi Sünni’yi, Sünni Alevi’yi tanısın ya da herkes birbirini tanısın. Hıristiyan’lara, Musevi’lere de vermek lazım, saat ayırmak lazım onlar da anlasınlar inançlarını.

Türkiye özgür bir ülkedir, Atatürk’ün cumhuriyeti demokrat bir ülkedir.

Sadece tek Sünni İslamın anlatılmasına yer vermek, büyük bir haksızlıktır. Ve Türkiye Cumhuriyeti böyle bir yanlışı sırtında böyle bir kamburu taşımamalıdır, eğer taşırsa da zaten görüyoruz ki, yabancı ülkelerden çok önemli eleştiriler geliyor, bu eleştirileri Türk halkı hak etmiyor. Onu yönetmeye talip olanlar da akılların başlarına devşirmeliler, Türk halkının en azından düzeyini yansıtmalıdırlar, onun daha altına düşmemelidirler. Demokrat olmayan çoğunluğa dayalı ya da oy kaygısıyla adaleti göz ardı edebilecek kapasitesiz, beceriksiz yönetici rolünde ve görünümünde olmamalıdırlar.

Bir başka isteği Vakfımızın, özellikle tarihi gelişim içerisinde Alevi İslam inancının tanıtılmasını sağlamakta, devlet eğer vakıflar aracılığıyla ya da başka kurumlar aracılığıyla bir takım yardımlarda bulunuyorsa Alevi kuruluşlarına da Alevi İslam inancının tanıtılmasını hedef almış olmak şartıyla, bazı yardımların sağlanması cihetine gidilmelidir.

Ben geçen sene sayın Başbakan ve Başbakan yardımcıları, Cumhurbaşkanımız Hacı Bektaş’a geldikleri zaman kendilerinden bir ricam daha olmuştu, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak bu talebi yaptım.

Sadece Alevi kimliğimle değil, hiç kimseyi temsilen de konuşmadım CEM Vakfı adına konuştum.

Şunu arzu ettim, Hacı Bektaş ilçesi imar planları tümüyle yeniden gözden geçirilmeli ve Hacı Bektaş ilçesi yalnız Anadolu’daki Alevilerin, Bektaşilerin değil Kafkaslar’da, Balkanlar’da, Asya Cumhuriyetlerinde yaşayan ve sayıları yüz milyona yaklaşan insanın gelip ziyaret edebileceği, bir ilçenin nasıl olması gerekiyorsa, o hüviyete büründüğü bir merkez haline dönüştürülmeli, o konudaki imar değişiklikleri yürürlüğe koyulmalıdır, diye düşünüyoruz.

Bizim vakıf olarak, hemen hemen özetlenebilecek şekildeki taleplerimiz bunlardır.

 

Söyleşi: Cem Radyo, 28 Nisan 1999

 

 

İzzettin Doğan’la Söyleşiler (II)

 

Geçtiğimiz ay, 8/9 Kasım tarihleri arasında CEM Vakfı öncülüğünde ve sizlerin başkanlığında yapılan III. Anadolu İnanç Önderleri Toplantısının sonuçları merak ediliyor.

Bu toplantı sonucunda Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı kurulmuştu.

Bu toplantının sonuçları nelerdir, bu kurum nasıl oluşmuştur, nasıl bir kurumdur?

 

Nasıl bir ihtiyaç vardı ki, nasıl bir ihtiyaç ortaya çıktı ki, bizler de sadece Türkiye’nin değil tüm dünyanın ilgiyle izlediği böylesine bir oluşumu gerçekleştirme zorunluluğunu hissettik?

 

Alevilik, Alevi İslam anlayışı dediğiniz zaman ki, bu anlayış hem Aleviliği, hem Bektaşilik hem Mevleviliği, hem de Nusayriliği önemli ölçüde barındıran ve Alevi kelimesinin altında bu 4 ayrı kavramın da aynı manaya geldiğini ve bunu uygulayan insanları da Alevi kimliği ile tanımladıkları için bu kelimeyi kullanıyorum genellikle. Yüzyıllarca devre dışı bırakılmaya çalışılan ya da sanki devrede değilmiş muamelesine tabii tutulan bir olay, son 20 yılda Türkiye’nin önemli ölçüde gündemine oturur oldu.

Yani dendi ki birden bire; Türkiye’de Alevi yoğunluğu 25 milyonun üzerindedir.

Böyle bir nüfus yoğunluğu var ise, neden bu insanlar bilinmezdi, neden ortaya çıkmazlardı, bunların İslam anlayışları nedir, İslam’ı nasıl algılıyorlar?

Cemler yaptıkları söyleniyor...

Cemlerinde hangi usuller uygulanıyor, cemler ne şekilde icra ediliyor?

Saz çalınıyor,  kadın/erkek bir arada... Bu nasıl oluyor?

Bugüne kadar birçok iftiralara maruz bırakılan bir tablo idi bu.

Oysa büyük şehirlere göç ile birlikte, özellikle sosyal yaşamın, ekonomik yaşamın insanların köy hayatından yavaş yavaş kasabalara oralardan da büyük şehirlere doğru; bazen iş bulmak amacıyla, bazen güvenlik nedeniyle, bazen daha mutlu olabileceklerini zannettikleri bir ortamı buluruz diye, milyonlarca insanın yeni yerleşim bölgelerine doğru gelmesi ve cemlerini, inançlarını oralarda yürütmeye başlamaları; herkesin gözü önünde birdenbire yüzyıllardır yapılmış olan iftiraların da güneşteki kar gibi erimeye başlamasına neden oldu.

Hani bu mum söndüydü, hani kadın/erkek bir araya gelir mum söndürüp türlü ahlak dışı işler yaparlardı?

Akıl almaz iftiralarla koca bir kitle töhmet altında bırakılmıştı.

Oysa hep birlikte bakıyoruz ki; Sünni’si, Şafii’si, Hambeli’si başka İslam yorumlarını taşıyan yurttaşlarımızın, kardeşlerimizin kendilerinin de katıldıkları ve gördükleri manzara tamamen farklı idi.

Onlara söylenenin tam tersine, burada çok yüksek bir ahlaki düzenin kurulduğunu, çok yüksek bir ahlaki düzenin mevcut bulunduğunu, insanların kadın/erkek arasında ayrım yapmadan, ibadet için oralara geldiklerini görüldü.

Tanrı’nın huzuruna kadın ve erkek kimliklerinden, niteliklerinden arınmış olarak, ete kemiğe bürünmüş Adem olarak oraya geldiklerini ve müzik eşliğinde, saz eşliğinde, insanların Tanrı’ya Kuran’dan ayetleri müzik eşliğinde, saz eşliğinde okuyarak o Kuran’ın mecazi manadaki manasını kendi gönüllerine kazımış olarak oralarda huşu içerisinde dinlerken büyük bir cezbeye kapılarak, semahlarını döndüklerini ve Tanrı ile ilişkilerindeki pür, temiz, saf hali ile ibadetlerini herkesi imrendirecek şekilde yaptıklarına tanık oldular.

Bu tanıklıktan sonradır ki, Türkiye’de özellikle Sünni kardeşlerimiz de, aydın kesimin de Alevi yurttaşlara yapılmış olan iftiraların tamamen bir iftiradan ibaret olduğunu, hiçbir aslı astarı olmadığını ve asıl İslam’ın bu uygulamada, yani Kuran’ın getirmek istediği yüksek ahlak düzeninin bu uygulama ile çok daha sağlıklı bir biçimde elde edilebileceğinin farkına vardılar.

Farkına vardılar ama bu farkına varmak yetmiyordu.

Yani bunun bugünkü dünya koşulları  içerisinde ekonominin zor koşulları içerisinde yaşamaya devam etmesi için yapılanmaya devam etmesi gerekiyor, devletin himayesine kavuşması gerekiyordu.

Neden devletin himayesine kavuşması gerekiyordu?

Çünkü devlet, yurttaşların din hizmetlerinin görülmesini bir kamu hizmeti olarak kabul etmişti ve anayasasına koymuştu. Yani yurttaşlara dini hizmeti devlet götürüyordu.

Bunun için de bir teşkilat kurulmuştu, Diyanet İşleri Teşkilatı diye bir teşkilatı kurmuştu.

Ama gelin görün ki bu teşkilat yalnız Arap İslam anlayışını, yalnız Emeviler’in İslam diye başka insanlara takdim ettikleri bir anlayışla Türkiye’yi farklı yerlere sürüklemeye başladı.

Maalesef Türkiye’de de kabul etmek gerekir ki, özellikle 1965/70’den sonraki dünya konjönktörünün gelişmesine paralel olarak burada da farklı uygulamaların geliştirildiğine tanık olundu.

Ama Aleviliğe hiç dokunulmadan.

Aleviliğin İslam anlayışının da yurttaşlara demokratik bir toplumda olması gerektiği gibi takdim edilmeden, Aleviliğin kendi İslam anlayışını yurttaşların tümüne, Alevi, Sünni, Şafi, Hambeli, Hıristiyan, Musevi dünyanın tümüne, biz de İslam’ı böyle anlıyoruz, deme fırsatı, eşit şartlar içinde, hiçbir zaman verilmedi.

İşte bunların da ortadan kaldırılması ve anayasanın amir hükümleri yani buyruk kuralları, yurttaşlar yasalar önünde eşittir, farklı muamele yapılamaz, ilkesinden hareketle adımlar atıldı. Bu ilke aynı zamanda laik cumhuriyetin de üzerine oturtulduğu temel ilkedir.

Buna uygun bir biçimde Alevi yurttaşların da yasaların himayesine sığınmak ve yasal himayeye artık kavuşma haklarının olduğu, o bilince kavuşmaları gerektiği bir hukukçu olarak hem bizim tarafımızdan, hem Sünni kardeşlerimizin, herkesin saygı duyduğu, sevgi beslediği Sünni ulemanın da aynı istikametteki yaklaşımlarından sonra Aleviliğin üzerindeki kül üflenmeye başladı.

O külün altından taze bir kor çıktı ortaya; bütün güzellikleri içeren, bütün kötülüklere karşı, insan nefsinin hakimiyetine dayalı ve Kuran’ı Kerim’in vermek istediği o güzel ahlaklı insanın yetişebileceği mümbit bir ortamın Alevilikte bulunduğu kamuoyu tarafından görülmeye başlandı.

 

Dedeler/Babalar

 

Başlandı ama, bunu kim getirmişti buraya kadar?

 

Böylesine bir anlayış hem de bugünkü zor ekonomik koşullarda, herkesin ekmek peşinde olduğu, hatta ülkemizde maalesef zaman zaman devleti yönetenlerin yanlış politikaları sebebiyle paranın en büyük değer olarak topluma enjekte edilmeye çalışıldığı bir dönemde bu değerler hala nasıl yaşatılıyordu?

Parayı bul da nasıl bulursan bul, hangi pahaya olursa olsun, hangi bedeli öderseniz ödeyin ama yeter ki parayı bulun... gibi asıl gerçek değerleri, manevi değerleri insanı insan yapan, insanı güzelleştiren hem iç güzelliği, hem de dışa yansıyan güzellikleri yaratabilecek olan asli değerleri... iyiyi, doğruyu, güzeli sevmeyi, güzel davranmayı, kötülüklerden kaçınmayı, gönlünde kine ve nefrete yer vermemeyi, cebir ve şiddete hiçbir zaman müracaat ederek başkasını kırmamayı esas alan bir anlayış, bir değerler sisteminin yerine, parayı bul da nasıl bulursan bul... gibi bir mantığın ülkede siyasetçiler tarafından hakim kılındığı dönemler dahil...

Tüm bunlara rağmen böylesine yüce bir yaklaşımı yaşatabilenler kimlerdi?

Herhalde bazı insanlar vardı ki, bunu hala hayır,  direnin en büyük değer hala para değildir, hatta para hiçbir şeydir, asıl değer emektir, asıl değer dayanışmadır, asıl değer alın teridir, asıl değer kendi ürettiğini hiçbir karşılık beklemeden başkası ile paylaşmaktır, hatta mümkünse başkasını mutlu etmek için üretmektir...

Gibi bugünkü çağdaş toplumun çok önemli değerlerini savunan, getiren bazı insanlar vardı.

Bu insanların bulunup ortaya çıkartılması gerekiyordu.

İşte aslında bu İslami anlayışı, bu İslami algılanışı bin küsur yıldır Anadolu’da yaşatan, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Orta Asya’da yaşatan insanların dedeler, babalar olduğu görüldü.

Ve bütün zahmetlere katlanarak, bütün işkencelere katlanarak, bütün zulümlere katlanarak ve tüm kötülüklerin karşılığında bile bunlara mukabele olarak hiçbir şekilde zulüm, kin ve nefret telkin etmeyen; “Yaratılmışı hoş gördük, Yaratandan ötürü” diyen, bir yaklaşımla, barışı da bugüne kadar koruyarak getiren insanların; Alevi, Bektaşi, Nusayri, Mevlevi baba ve dedeleri olduğu ortaya çıktı.

 

Ama bu gerçeğin ortaya çıkması da yetmezdi.

Bunu halka anlatmak, eğer bilmiyorlarsa devleti yönetenlere anlatmak ve onunla da yetinmemek, onlara bir hukuki statü kazandırıp, artık çektikleri zahmetlerin yeter olduğunun, artık bu zahmetlerin sona ermesi gerektiğinin, artık bugüne kadar bu direnmelerinin karşılığında ödedikleri bedellerin sona ermesi gerektiğinin herkese artık anlatmak gerekiyordu.

 

CEM Vakfı Üçüncü Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı

 

Bu açıdan da CEM Vakfı önderliğinde ve bütün diğer Alevi kuruluşlarında, gerçekten Alevilikle uğraşan, Alevilerin sırtından siyaset yapanlar değil de, Alevi İslam anlayışının o temiz yanı ile uğraşmak isteyen tüm kuruluşların da katkıları ve desteğiyle İstanbul’da, dünyanın her tarafından davet edilen 1750’ye yaklaşan baba ve dedelerle birlikte, Üçüncü Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı, yapılmış oldu.

Bu toplantı çok başarılı bir toplantı oldu ve Türkiye’nin bir numaralı gündemi haline döndü. Senin yine diğerlerinde olduğu gibi bu toplantıda da çok büyük emeklerin oldu. Koordinatör olarak yüzlerce insanı bir araya getirdin.

Bütün televizyonlar, bütün gazetelerde, bütün radyolarda olay tartışılmaya başlandı.

Arkadan bombalama olayları, Musevi Sinagoglarının bombalanması, arkasından İngiliz Başkonsolosluğu’nun bombalanması olayları, birden  bire gündemi terör ve anarşiye doğru yönlendirdi.

İster istemez kamuoyu da oraya doğru yönlendi ve bu olay iki numaralı gündem haline dönüştü ama gündemde kalmakta devam ediyor.

Neden? Bu Türkiye’nin sorunu.

Türkiye’yi yönetenler çok basit, çözülebilecek olan soruya bir devlet adamı yaklaşımı ile yaklaştıkları şunu görürler, bu ülkenin 20/25 milyon mümtaz yurttaşı en masum haktan yararlanamıyorlar.

Bu devleti yönetenler için çok büyük bir ayıptır, büyük bir zaaftır.

O kadar büyük bir zaaftır ki, dünya bu sefer ne yapıyorsunuz, ayıptır bu yaptığınız, kendi yurttaşlarınız arasında nasıl böyle bir ayrım yaparsınız? deyip, Avrupa Birliği’nin İlerleme Raporu’na ki, bugün AB. üyesi olan 15 devlettir, yarın 24 devlete, 26 devlete, hatta 13 devleti de katarsanız, 28 devlete çıkan bir uluslararası toplum onun duygularını ifade eden bir İlerleme Raporunda Türk Hükümetine bu işi halledin, ayıptır, denmek isteniyor.

Aslında hükümetin yapmakta sürekli ayak sürttüğü bir olayda biz devleti yönetenlere yardımcı da olmuş oluyoruz.

Biz devleti yönetenlerin, yani bugünkü siyasi iktidarı icra eden hükümetin bu kadar insanın bir araya getirecek, bu kadar kişiyi bir araya getirecek kapasiteye sahip olup olmadığını bilmiyoruz.

Ama daha ilginci öyle bir merak içinde olmadıklarını görüyoruz.

Öyle mi? Öyle.

Diyanet İşleri Teşkilatı a’dan z’ye, yeniden yapılandırıldığı zaman tüm inanç gruplarını bünyesinde barındıracak demokratik yapıya sahip, kimsenin diğerinden üstünlük iddiasında bulunmadığı, eşit bir ilişkinin bulunduğu, gruplar arasında eşit ilişkinin sağlandığı bir yapıyı kavuşturulması için biz hükümete yardımcı olmuş oluyoruz.

Bu insanları biz bir araya getirip  Diyanet İşleri Başkanlığı içinde yer alması için çaba harcıyoruz.

Eğer bunu oluşturmaya gerçekten de hazırsanız, Alevi yurttaşların inanç düzeyindeki temsilcileri bugün hazırdır, biz size yardımcı oluyoruz, 1740 küsurunu burada topladık, bunlar 2000/3000’e kadar da çıkabilir ve bunları da takdime hazırız, diyoruz.

Bunları eğer siz kendi bünyenizde söylediğimiz şartlarla yeniden almaya hazırsanız, demokratik bir toplumda olduğu gibi, biz de bu konuda bir yardımcı rolünü başarıyla gerçekleştirmiş oluyoruz, diyoruz.

 

Hocam sizin şartlarınız nelerdir?

 

Bir devleti yönetmek kolay iş değil.

Bugün bir devleti tabi yönetirsiniz, şu yada bu şekilde yönetirsiniz.

Eğer siyasi iktidarı elde etmişseniz yönetirsiniz.

Neron gibi de yönetirsiniz, o da yönetiyordu ama Roma’yı yaktı.

Ya da Hitler gibi yönetirsiniz ama o 70 milyon insanın ölümüne neden oldu.

Mussolini gibi yönetirsiniz ama o da İtalya’nın uzun seneler karanlığa gömülmesine neden oldu.

Devleti yönetirsiniz ama asıl önemli olan devleti doğru yönetmek önemlidir.

Çağdaş değerlere uygun olarak kendi toplumunuzun enerjisini boşa sarf etmeden, lüzumsuz şeylerle uğraştırmadan ve o toplumu kavgaya sürüklemeden, barış içinde toplumu geliştirmek, refahını arttırmak önemlidir.

Önemli olan devleti doğru yönetmektir.

Devlet öyle bir mekanizma ki düğmeye bastınız mı; o düğme çarklarını çevirir, bütün mesele, çarkların doğru dönmesini sağlamaktır.

Bundan şunu kastediyorum; bugün 21. Asır, yani içinde olduğumuz asır, artık demokrasi ve İnsan Hakları çağıdır. Yani bu sadece Birleşmiş Milletler’in kuruluş felsefesinde hakim olan ilke değil, bu asırda çok önemli bir olay oldu, kimse onun dünya gelişmeler üzerinde ne tür etkiler olabileceğini doğru dürüst analiz etmiş değil.

En önemli olaylardan birisi 70 yıllık bir uygulama yani Sovyet modeli dediğimiz, Marksizm/Leninizm dediğimiz ve özellikle de Rusya’da, Çin ve çevresinde yani 2,5 milyar insanın yönetimini, 70 yıl deruhte eden, üstlenen bir siyasal sistem yorumu 1989’da iflas ettiği açıklandı.

Açıklayan kim? Gorbaçov isminde Sovyetler Birliği’nin o günkü devlet başkanı.

70 yıllık Sovyet uygulaması iflasla sonuçlanmıştır, diye tüm halkına ve dünyaya ilan etti.

Bu önemli olay, özgürlükler kavramının Batı dünyasında yorumlandığı gibi yorumlanmak zorunluluğunu ortaya çıkardı.

Çünkü iki nevi özgürlük kavramı vardı, bu özgürlük kavramının bir tanesini Amerika Birleşik Devleti liderinin üstlendiği Batı dünyası yürütüyordu ve buna klasik demokrasiler ya da liberal demokrasiler deniyordu.

Bir diğeri de ise Sovyetler Birliği tarafından yürütülen ve ismine halk demokrasileri denen, sosyalist demokrasiler denen özgürlük ve uygulama akla geliyordu.

Ama bunların ikisinden bir tanesinin iflas ettiği söylenince, yanlış olduğu söylenince geriye diğeri kaldı.

Yani birinci yapılması gereken, bir devleti yönetmekle sorumlu olan yada devleti yönetmeye soyunanların ilk öğrenmeleri gereken konu bu.

Bugün yeryüzünde artık tek değerler sistemine dayalı bir yönetim modelinin ancak yaşama şansını bulabileceğidir.

Nedir o?

Bu da batılıların savunmuş olduğu demokrasi yani halkın kendi seçtiği yöneticiler tarafından kendisini yönetmesi, iki hukuk devleti yani son sözü bir siyasetçinin, iktidarın gücü ne olursa olsun söylemesi değil, tarafsız önceden kurulmuş, bağımsız bir yargı merciinin son sözü söylemesi bir toplumda, üçüncüsü; devletin modelinin temel haklara ve temel özgürlüklere dayandırılması ve onların korunmasına yönelik olmasıdır.

Bundan çıkardığım sonuç şu; Türkiye gibi dünyanın çok stratejik bir coğrafyasında bulunan bir devlet eğer çağdaş niteliğini Mustafa Kemal’in kurduğu istikamette götürmek istiyorsa bu gerçeği nazarı itibarı almak zorundadır. Göz önünde tutmak zorundadır.

Yani demokratik bir Türkiye olmalıdır, temel hak ve özgürlüklere dayanmalıdır, hukuk devletini mutlaka gerçekleştirmelidir ve etkin bir hukuk yönetim sistemini yürürlüğe koyabilmelidir.

Bunun manası nedir?

Alevi İslam inancını paylaşan insanların hakları açısından tartışma götürmeyecek şekilde ve en kısa sürede; Alevi yurttaşların da, kendi İslami inançlarının inandıkları, algıladıkları, uyguladıkları eşit şartlar içinde, eşit imkanlar içinde uygulanmasına olanak sağlamalıdır, Türkiye’yi yönetenler.

Yönetmezse ne olur?

Yani derse ki iktidar;  ben de istediğimi yaparım, istediğim gibi ülkeyi yönetirim.

Bunu derse ne olur?

Bunu söyletmezler. Evvela Türk halkının kendisi söyletmez, ama şunu bilmek lazım; Türk halkının kendisinin bu ekonomik zor koşullar altında fazla da bu işle ilgilenmeyebileceği varsayımına dayanarak bunun etkisiz bir girişim düzeyinde kalacağı düşünülmemelidir.

Çünkü temel haklar ve özgürlükler artık o ülkenin malı değildir sadece, tüm insanlığın malı olarak kabul ediliyor.

Paris Şartı ile kabul edilen yeni dünya düzeninde artık bu özgürlükler devletlerin tekelinde kalmaktan çıktı. Ve bütün uluslararası toplumun ilgilenebileceğinin kabul edildiği ve uluslar arası toplumun ilgisinin gayet doğal olduğu uluslararası toplumun müdahale hakkının bulunduğu bir noktaya doğru geldi.

Onun için bizim yaptığımız bu son  3. Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı’nı yapıp Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’nı kurmamız, iyi niyetli hükümetler için bir kurtuluş vesilesidir. Sarılabilecekleri bir dalı ifade ediyor.

Kime karşı? Başkalarının; “efendim Türkiye’de demokratik haklar yoktur, yurttaşlar arasında ayrımcı muameleler dahi yapılıyor” ki buna, diskimilasyon, deniyor, diyenlere karşı. Diskimilasyon bugün uluslararası toplumda en çok hiddet ve şiddet uyandıran, devletler nezdinde reddedilen olaydır ve başka devletlerin karışmasına vesile olan olaydır.

Bunun önlenmesi için bizim yaptığımız, hükümete sunulan çok büyük bir imkandır aslında.

Bu toplantı bunun önlenmesi için CEM Vakfı’nın bu ülkeye yapmış olduğu büyük bir hizmettir.

Kimlerdir bu inancın temsilcileri, kimlerdir yurttaşlara, yasalara uygun bir biçimde mükellefiyetlerini yerine getirenler, getirecekler?

Biz bunları tanımıyoruz diyebilirsiniz, hükümetler bunu diyebilirler, bilemeyebilirler.

İşte biz öyle bir ihtimale karşı, 1000 küsur yıldır tarihi köklerinden kopmadan, ocaklar sistemi ile bugüne kadar gelen, bugüne kadar bu anlayışı yaşatan ve isimlerine Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Nusayri dediğimiz insanların kendilerinin dini inanç önderlerini topluyoruz.

Biz bunu Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı adı altında bir kuruluş olarak tamamlıyoruz ve bu kuruluşun şimdi devletin bünyesine alınması ama eşit şartlarla ve İslam’ı nasıl algılıyorlarsa aynı şekilde kendi inançlarını icra edecekleri şekilde, eşit  bir hukuki statü içinde ve herhangi bir hiyerarşi alt/üst ilişki olmadan, Sünni kardeşlerimizle, diğer kardeşlerimizle birlikte aynı statülerde devlet bünyesinde yer almasının mücadelesine başladık.

Bunu yerine getirecek olan önemli bir kitleyi biz size takdim ediyoruz, diyoruz hükümete.

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’nın kurulması manası bu size analizini yaptığım uluslar arası gelişmelerin, gelişimi ile ilgili ve vardığı nokta ile ilgili ve Türkiye’deki yankıları ile ilgili bağlantı bu.

Hoca bunu nereden görüyoruz, sizin söylediğiniz neden haklı? diyebilirsiniz.

Bunun en açık delili 2000 tarihinden bu yana, yani 2000/2001/2002/2003 bu tarihlerin tümünde düzenlenmiş olan Avrupa Birliği İlerleme Raporu’nda, Türkiye’ye ilişkin raporlarında, Alevi yurttaşların ihtiyaçlarının giderilmesi konusu ve CEM Vakfı’nın söylediği istikamette yani.

Nedir onlar?

Alevi yurttaşların din hizmetlerine genel bütçeden ayrılan paydan paylarını almaları, kadrolarını almaları gerektiği konusu.

Devlete ait olan radyo ve televizyonlarda yani kitle iletişim araçlarında, Sünni kardeşlerimize yapılmakta olan dini telkinlere Alevi yurttaşların İslam’ı algılama biçiminin de kendi insanlarımıza telkini sağlayacak konuşma saatlerinin ayrılmasını sağlamak.

Böylece Alevi, Sünni, Şafii bu ülkede yaşayan herkesin birbirini çok açık bir şekilde herkesin huzurunda anlayacak biçimde konuşması, tartışması, benimsemesi varsa eleştirilecek yanı bir eleştiriye imkan verilmesi şekilde bir zamanın ayrılması isteği var.

Alevilik ile ilgili bilgilerin ders kitaplarına konması.

Alevi yurttaşlarının çocukları, varsa Sünni kardeşlerimizin ailelerinin eğer çocuklarının Mevlana’yı, Yunus’u, Hacı Bektaş’ın onların İslam anlayışını beğeniyorlarsa aileler onların çocuklarını okullarda, okul kitaplarında bunu öğrenmeleri ve yaşamlarına geçirmek istiyorlarsa, din özgürlüğünün doğal bir sonucu olarak olanağının sağlanması gibi masum istekler yer alıyor.

Güzel cemevlerinin yapılması ve arsa teminin sağlanması. Çünkü devletin elinde çok büyük gayri menkul stok var.

Biz Türkiye’de camilerin istismar edilmesine karşıyız. Cami yapımını konusunda yanlış şeyler yapılıyor. Yani adam tarlasının fiyatını değerlendirmek için tarlanın ortasına bir tane cami yapıyor, üstelik imar planlarına uygun olmayan, arkadan bakıyorsunuz bütün çevredeki gayri menkul fiyatları artmış, sırf fiyatını arttırmak için oraya cami yapıyor, biz bu tür şeylere karşıyız.

Devletin, belediyelerin özellikle imar planları içerisinde göstereceği doğru ve uygun yerlerde Alevi yurttaşların yoğun bulunduğu yerlerde ihtiyacı giderecek kadar ama güzel cemevleri yapılmasını istiyoruz.

Böylece o cemevlerine yalnız Alevi yurttaşlar değil, Sünni kardeşlerimiz, Şafii kardeşlerimiz, Hambeli kardeşlerimiz de gelebilmeli.

Ve bir cemevinde Aleviler İslam’ı nasıl müzik eşliğinde icra ediyorlarsa onu da görebilmeli, bu onların hem hakkı, hem de yöneticilerin görevidir. Yani beraber yaşadığı komşusunun veya arkadaşının, dostunun, acaba inanç bazında, ne yapıyor bunlar?,  diyebilebilme, sorabilme hakkı vardır  Sünni kardeşlerimizin. O hakkın da önünün açılması gerekiyor.

Bizim yaptığımız aslında sadece haklar mücadelesi değil, özgürlük olayıdır ve toplumun tümünü özgürlüğe ulaştırma projesidir bu proje.

Bu açıdan da bugüne kadar varılan noktanın çok önemli olduğunu düşünüyorum.

Bana bir soru sordunuz Ayhan Bey, dediniz ki; Hocam hükümet buna uygun bir cevap vermezse ne düşünüyorsunuz?, dediniz.

Onu biz zaten cevabını kamuoyu önünde vermiştik.

Yani bu bir hukuk mücadelesidir.

Bizim mücadele biçimimizde cebir ve şiddete yer yoktur, kin ve nefrete de yer yoktur.

Bizim İslam anlayışımız budur.

Mevlana’nın dediği gibi “nerede barış varsa biz oradayız, nerede savaş varsa biz orada yokuz”  ve bu doğru bir yaklaşımdır.

Bugünün dünyasında da fevkalade, çağdaş insana değer veren, insanı kavga ile değil de, insanı eğitimle terbiye eden, insanı bilgi ile aydınlatan, insanı eğitimle aydınlatan bir toplum modelinin ancak çağdaş bir model olabileceğine inanıyoruz.

 

Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’nı devlet kendi bünyesine alsın, diyorsunuz; kendi özgün yapısı ile bıraksın diyorsunuz.

Ama diğer Alevi/Bektaşi kurumlarsa bunların olurluğunu çok tartışıyorlar.

Bu konuda neler söyleyeceksiniz?

 

Devlet yönetiminde çok ilerici kafalara ihtiyaç var.

Ne manada ilerici? İdeolojik manada değil.

Yani eğer devletin içindeki bir kurum devletin normal gelişme sürecini engelliyorsa, olumsuz manada etkiliyorsa ve bu kurum devletin içerisinde adeta bir ur gibi, beyindeki bir ur gibi büyüyorsa, yanlış büyümüşse, toplumun önünü, gelişmesini tıkayan bir hale gelmişse ki, Diyanet İşleri Teşkilatı’nın bugünkü hali budur, o zaman ilerici kafa dediğimiz buna çekinmeden neşteri atmalıdır, o reformu yapmalıdır.

Diyanet İşleri Teşkilatı’nı çağdaş yurttaşları birbirine düşürmeyen, yurttaşları birbirine sevdiren, yurttaşları aydınlatan bir yapıya bürünmeli ve tüm yurttaşlarını bağrına basabilecek bir yeniden yapılanmaya gidebilmelidir, ben buna ilerici kafa, derim.

Eğer bunu yerine getirmiyorsa, bundan kaçınıyorsa, aman efendim biz seçimlerde oy kaybederiz, 100 bine yakın cami var şimdi, bu 100 bin camide de birer tane de Diyanet İşleri mensubu var, birer taneden etti mi sana 100 bin kişi... burada günün 24 saati, haftanın 7 günü, ayın 30 günü, senenin 365 günü, bu insanlar burada oraya gelen cemaati  artık kaç kişi ise, onları sürekli yönlendirme, propaganda yapma şansı var mı?, var.

Demokrasilerde de siyasi iktidarı, devleti yönetecek olanları oylarla seçiyorlar mı, seçiyorlar.

Yüz bin Diyanet İşleri Teşkilatı personelinin yanında, 100 bin caminin yanında, sürekli açılmakta olanlarla sayılar artmakta olan, yeni yasal tedbirlerle mümkün olduğunca sayıları arttırılmaya çalışılan İmam Hatip Okulları binlerce, on binlerce Kuran kursuyla belli bir İslam görüşünün adeta propagandasını yapılmaktadır. Bir taraftan da ismine Alevi dediğiniz, Hıristiyan, Musevi dediğiniz, Şafii, Hambeli dediğiniz, Caferi dediğiniz yurttaşlarınızı da devre dışı bırakılmaktadır. İşte bu ülkeyi bölmek demektir, ülkeyi parçalamaya götürmek demektir.

Buna da müsaade etmez Türk halkı. Alevi’si ile Sünni’si ile etmez, bütün diğer güçlü kuruluşları ile müsaade etmezler.

İstenen nedir?

Bizim yapmaya çalıştığımız, doğru yönetmeyi hedef almış olan bir yöneticilere yol göstermektir.

Bugün devlet adamlığına soyunmuş insanlar için doğru şey, bütün yurttaşları kucaklayan bir politika gütmektir ve inandırıcı olmaktır.

İnandırıcı olmadığı takdirde yalancının mumu yatsıya kadar yanıyor daha sonra sönüyor. Bu kural burada da geçerli olur.

Hükümetin mukavemet ettiğini düşünün, ben hükümetin sağduyu ile olaya yaklaşacağına inanmak istiyorum.

Hocam bunlar yapmazlar, ne kadar iyi niyetli olursanız olun yapmazlar, diyorsanız onun da cevabı var: Türkiye bir hukuk devletidir.

O hukuk devletinin imkanlarından yararlanarak bu parti iktidara geldi.

Aynı devletin hukuk imkanları yarın eğer yerine getirilmezse bu masum ve Anayasal istekler, Anayasanın emirleri doğrultusunda yerine getirilmezse, biz nasıl olsa çoğunluğa sahibiz, mecliste istediğimiz kararı alırız, hükümet olarak istediğimiz gibi uygularız, istediğimiz gibi uygulamayız..., derlerse çok yanlış bir uygulamanın içine düşerseniz.

Bizim sade yurttaşlar olarak gücümüz neye yeter?

Bizim hukuk mahkemelerini harekete geçirmeye gücümüz yeter.

Hem de öyle bir yeter ki, binlerce dava ile yürürüz üstlerine... Bir dava, beş dava, elli dava, yüz dava ile değil.

Binlerce davayı yemiş bir hükümet ve özellikle de sonunda Anayasanın gereği olarak bu davaları kaybetmiş bir hükümetin, Türkiye’de hükümet olma şansı ortadan kalkar. Dünyada da onu ciddiye almazlar zaten, mesele oradadır.

Yani siz bana diyeceksiniz ki, hocam davalar kazanılmazsa ola ki bazıları kaybedildi; kaybedildiği zaman burada mesele bitmiyor.

O zaman kendi içine girmeye çalıştığımız Avrupa Birliği dediğimiz hukuk sistemi var. O hukuk sisteminin içinde nihai kararları milli mahkemeler vermiyor, nihai kararların süzgecine tabii olduğu bir başka kuruluş var: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, var.

Ama ben inanıyorum ki bir hukukçu olarak, bu işin içinde hakimler yetiştirmiş, avukatlar yetiştirmiş, savcılar yetiştirmiş, valiler yetiştirmiştir.

Bir hukuk adamı olarak ben size diyorum ki, bu davalar kaybedilecek davalar değildir.

Ve bu davaların hepsini Türk Mahkemeleri sonuçlandıracaktır.

Niye bu kadar açık ve net konuşuyorum, bu kadar iddialı gibi konuşuyorum?

Çünkü Anayasanın emreden hükümleri çok açık  olarak hukukçular yurttaşlar arasında ayrım yapamazlar, deniyor mu?

Peki Alevi yurttaşlara yapılan muamele ayrımcı bir muamele mi? Evet.

Yasalar önünde eşitsiz bir muamele mi yapılan? Evet.

Peki hangi yargıç bana hayır diyecektir, bu açılan dava hukuken yerinde değil diyecektir?  Diyemezler.

Yani mümkün değildir bunların reddedilmesi.

Bu davaların kayıp hanesi kapalıdır.

Onun için akıllı hükümetin yapması gereken daha önceki hükümetlerin yapmaktan kaçındıkları, siyasi nedenlerle kaçındıkları şeyleri yapmaktır.

Sünni oylarını kaybederiz kaygısı ile yapmadıkları reformları bu hükümetin yapma şansı vardır.

O açıdan da daha büyük vebal altındadırlar.

Çünkü diğer başbakanlar ne diyorlardı?

Hocam bu böyle ama biz Sünni oylarını kaybederiz, onun için biraz daha zamana ihtiyacımız var, halkın biraz daha alışması lazım, diyorlardı.

Ama bu hükümet açıkça Sünni bir hükümet durumundadır, görünümündedir.

Niye görünümündedir?

Henüz birinci gününde Sayın Başbakanımız talihsiz bir beyanla hem de yurtdışında uluslararası kamuoyu önünde, cemevini nitelendirmeye kalktı, Alevi yurttaşlarının isteklerini sorularını cemevi ile caminin mukayesesini yaparak vermeye kalktı, bence yanlış bir yaklaşımdı bu.

Çünkü laik bir cumhuriyetin başbakanı ibadethanelerle ilgili ibadethaneler mukayesesine giremez. Yani dini nitelikli, dini açıdan bir takım sonuçlar çıkarılacak olan bir konuda, bir din uzmanı gibi hüküm veremez. Ona dayanarak da tasarruflarını da icra etmeye kalkmamalıdır.

Ben ona rağmen Sayın Erdoğan’ın bu konuda kendisi ile yüz yüze görüşmeden, daha önce sadece bir vesile ile sadece görüştüm ama bunun dışında bir konuydu o, kesin bir şey söylemek istemiyorum.

Bana çok manasız bir sonuç doğuracak davranışlara girmeyecek kadar esnek bir yapıya sahip olmuş izlenimlerini vermiş idi.

Ama şimdi başbakan olunca tavırları tamamen değişti mi, yada kendi içinde bulunduğu çevre böylesine makul ve masum bir hukuku talebe ret cevabı vermeye elverişli mi?

Onu yakında göreceği. Yakında göreceğiz diyorum; çünkü Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’nın kurulduğu kamuoyuna açıklandı. Ama işlemeye başlaması, burada seçilen insanın göreve başlaması tekrardan radyonun aracılığı ile ve tüm  medya aracılığı ile tüm halka duyurulacaktır.

Bu da önümüzdeki 10 gün içerisinde en geç gerçekleşmiş olacaktır.

Bu kuruluş işlevine Yenibosna’da başlayacaktır.

Bu ayın sonuna kadar hükümetten bir randevu isteyeceğiz.

Çünkü kamuoyuna başka bir taahhüdümüz daha var.

Biz onurlu bir davranış içinde olmadığını görürsek hükümetin, ondan sonra devletin, diğer üçüncü yüze bakacağız.

Yani prizmanın üçüncü yüzü vardır.

Egemenlik, üç yüzlü bir prizma olarak tarif edilir hukukta.

Birinci yüzü parlamentodur, ikinci yüzü icra organıdır, üçüncü yüzü yargı organıdır.

Üçü de devlettir.

Eğer parlamento ile icra organı ki, her ikisi de bugün iktidardaki siyasi partinin egemenliğindedir, büyük çoğunluğu vardır partinin, meclise hakim olmak hükümete de aynı şekilde hakimiyeti altına alma manasını taşıyor.

İkisinden de olumlu cevap gelmezse bu sefer prizmanın diğer yüzüne yani yargı organına müracaat edeceğiz. Ve o davaların sonucunda bekleyeceğiz.

 

Sayın hocam, prizmadan bahsettiniz.

Prizmanın üç yüzü var, dediniz. Yargı yolu da görünürse biz bunu da kullanmaktan çekinmeyeceğiz, dediniz.

Farklı kişilerden, gazetecilerden, kamuoyundan, Sünni kesimden, Alevi kurumlarından en azından, ben kısa süre önce Avrupa’daydım, derneklerden, çeşitli gruplardan bazı eleştirile geliyor sizlere.

Bizim radyomuz gerçeklerin konuşulduğu bir radyo.

Siz de bir önder, lider konumundasınız. Bunları da canlı yayında da olsa dile getirmek istiyorum.

Deniliyor ki; CEM Vakfı ve İzzettin Doğan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulusal birliğinin zedelendiği bir yerde olmaz ki. Türkiye hükümetini mahkemeye vermez, deniyor. Onun yorumunu sizden alacağız.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne şikayetten bahsediliyor ama CEM Vakfı, İzzettin Doğan ulusal birliğin zayıflayabileceği nedeniyle  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden söz etse de buraya başvurmaz, deniyor.

 

Biraz da şeytanın avukatlığını yapıp gazeteci olarak ben de size bunları yöneltmek istiyorum.

Gerçekten de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurabilir misiniz?

Bu ulusal birliğe bir gölge düşürür mü?

 

Hiç endişeleri olmasın, hak ve hukuk hiçbir sınır tanımaz. Adalet evrensel bir kavramdır.

Afrika’nın güneyinde de olsa, Latin Amerika’nın kuzeyinde de olsanız, eğer bir hakkın verilmesi söz konusu ise ve dünyanın neresinde olursanız olun, kişinin kendisine tanınmış olan bir hak ise, bu hiçbir siyasal sistem söz konusu olmaksızın o hakkın verilmesini isteyebilmek gerekir.

Bunu isteyebilmek insan olmanın ilk şartıdır.

Bugünkü çağdaş dünyanın anlayışı budur.

Onun için Filistin’deki kişi işgal edilen toprakları için canını ortaya koyabiliyor ve hiç kimse de bunları kınamıyor.

Dikkat edin en çok bugün kan dökülen, aşağı yukarı her gün bir kişinin öldüğü ülkede yoksulluk içinde savaşan bir ülkede bütün bu terör hareketine rağmen, Filistin de yapılan terör hareketine rağmen, Filistin terörünü uluslararası kamu vicdanı mahkum etmiş değildir. Tam tersine neyi mahkum ediyor, orada petrol için, bir takım çıkarlar için oradaki insanların bu ızdırabı çekmesine göz yumanlar eleştiriliyor, gücü ne olursa olsun.

İsrail Başbakanı Sharon’un özellikle yürütmekte olduğu bu sertlik politikası dünyanın hiçbir yerinde destek gören bir hareket değildir.

İsrail Genel Kurmay Başkanı geçen gün bir açıklama yaptı ve Sharon’un politikalarına karşı olduğunu söyledi.

Bu neyi ifade ediyor?

Eğer siz bir hakkınızı insan olarak, kimseye zararı olmayan ama sizin kendi kimliğini, kendi iç dünyanızı geliştirecek, zenginleştirecek olan ve insanoğluna tanındığı kabul edilen evrensel nitelikteki bir hakkınızı savunuyorsanız onu nerede olursanız olun savunmanız ulusal birlik, bilmem filan birlik... gibi kavramların arkasına sığınarak reddedilmiyor, reddedilemiyor.

Bizim yaptığımız ulusal birliğin pekiştirilmesi olayıdır.

Ancak maksatlı, taraflı olanlar, ancak Türkiye’nin önündeki demokratikleşme ve gelişme, çağdaş bir devlet, müreffeh bir devlet olma ülküsünü içine sindiremeyenler böyle bir iddiada bulunabilirler.

Neden?

Çünkü siz eşit haklarla yaşanan bir ülke olmadığınız kanısını verdiğiniz sürece bir kere girmeye çalıştığımız güvenliğimizi ancak orada sağlayabileceğimizi düşündüğümüz bir sistemin içine sizi almıyorlar.

 

Avrupa Birliği, ABD, Türkiye

 

Avrupa Birliği’nden söz ediyorum.

28 devlet bir araya geliyor belki de Ukrayna ve Rusya’yı da ileride alacak olurlarsa, eski Yugoslavya’yı da kattığımız zaman 30, 31, 32 ülkeye kadar varacak bir Avrupa düşünülüyor.

Neden böyle bir Avrupa düşünülüyor?

Çünkü Amerika’nın müthiş gücü karşısında dengeyi oluşturacak şu anda yeryüzünde ikinci bir devlet yok.

Amerika dediğiniz zaman akla gelen nedir?

Bizde çok yanlış düşünülüyor, Amerika denilince tek devlet görülüyor. Neden?Çünkü federatif yapısı var.

Oysa Amerika Birleşik Devletleri denildiği zaman 53 devletten oluşan bir  dev devlet var karşımızda.

Onun için Avrupa’da Almanlar ve Fransızlar birbirinin boğazına, gırtlağına yapışmışken, 2. Dünya Savaşı’nda milyonlarca insanı birbirlerini öldürmüş olanlar dediler ki, bırakalım bu aramızda kavgaları, Avrupa kıtasını eğer bu savaşlardan kurtaramazsak kendi güçlerimizi bir araya getirip birleştiremezsek, Doğuda Sovyetler Birliği, Batıda Amerika bizi sandviç yapacaktır, ezecektir.

Ne yapalım öyle ise?

Güçlerimizi birleştirelim ve yeni bir Federal Avrupa Devleti kuralım, hem Amerika hem de Sovyetler Birliği’nin karşısında büyük bir gücü oluşturarak dünya politikasındaki ağırlığımızı yeniden tesis edelim, dediler.

Bugün o proje gerçekleştirildi önemli ölçüde.

Hala siyasal boyutu eksik bir ölçüdedir AB.’nin. Ama ekonomik boyutta dünyanın bir numaralı gücü halindedir ve Amerika’yı da geçti Avrupa Birliği.

Biliyorsunuz bugün EURO bölgenin parasını ifade ediyor. Dolara karşı paritesi 1.22’ye doğru gitmeye başladı. Yani 1.22 dolar, ancak şimdi 1 EURO ediyor, bir Avrupa parası birimi, ediyor.

Türkiye bu olayı 1963’ten beri gördü ve görenlerden bir tanesi de bu devletin kurucularından İsmet Paşa’dır, yani İsmet İnönü. Neden?Çünkü işte ben devlet adamı bunlara diyorum.

Yani 20 yıl, 30 yıl, 40 yıl sonrasını; dünyanın nereye gideceğini göremeyenler bir devleti doğru yönetemezler, eğer tesadüfen doğru yönlendirmişlerse o halk için büyük bir sevinç kaynağıdır.

Ama bugün Türkiye yalnız başına kendi güvenliğini koruyamaz. Koruyacak durumda da olamaz.

Yani artık hamasi nutuklardan arınmak zorundasınız. Siz İngiltere’den, Fransa’dan, Almanya’dan daha güçlü değilsiniz.

Zaten güçlü olsak milyonlarca insanımız gidip orada ekmek aramaz. Bu konularda çok realist olmak lazım.

Onlar bile Amerika Birleşik Devletleri’nin ve o günkü Sovyetler Birliği’nin karşısında minik bir devletti.

Biz yalnız başımıza güvenliğimizi sağlayamayız, dediler. NATO’yu bunun için kurdular.

Ama bugün NATO Amerikalıların liderliğindeki bir kuruluş, Avrupa Birliği çıkarlarına ters düşüyor.

Ters düştüğü için de Fransa ile Almanya nitekim Irak’a müdahalesini Amerika’nın doğru bulmadı ve Saddam’ın biz nasıl olsa götürürüz, biraz daha baskı yaparsak, bunun için Irak’ın işgaline gerek yok, dediler.

Ve şu anda hala Amerika’nın oradaki faaliyetlerine destek vermiyor.

Neden?Çünkü Avrupa’nın çıkarları ile Amerika Birleşik Devletleri’nin çıkarları çatışmaya başladı

 

Peki Türkiye nerede yer alacak? AB.’nin dışında yer alabilir mi? Kendi çıkarlarını uzun vadede gözetmeden, sıradan politikalar yürütebilir mi?

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ni dolaylı olarak destekleyen Amerika, Türkiye’den çeşitli taleplerde bulunuyor.

Irak ve diğer konularda kendisine yardımcı olsun diye Türkiye’nin Avrupa Birliği destekleniyor, deniyor.

Halbuki Amerika’nın Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini çok da istemediği de söylenenler arasında.

 

Türkiye diyemez ki; ne olursa olsun Avrupa Birliği!

Ama yine de ben yine de ulusal birliğimi korurum ve kendim Türkiye olarak bağımsız yaşarım diyebilir. Ama yaşatmazlar.

Yaşatmazlar, derken kimse gelip ülkenizi istila etmez. Artık öyle bir şey yok.

Bugün Amerika niye artık bu kadar reaksiyon görüyor?

Çünkü yanlış bir politika izledi onun için.

Bugün artık yeryüzünde işgal ederekten bir ülkeyi fethetme olayı bitmiştir, tarihe gömülmüştür.

Artık ekonomik olarak işgal ediyor, ekonomik olarak seni bağlıyor kendisine, seni mecbur ediyor bağlanmaya.

Peki ne yapıyorlar?

Bu tür dev güçler karşısında diğer devletler güçlerini bir araya getiriyorlar birleştiriyorlar: Avrupa Birliği bu düşüncenin neticesidir.

Biz Amerikalılarla, Sovyetlere karşı bir varlık gösteremeyiz.

Öyle ise ne yapalım?

Varlık olmak için güçlerimizi birleştirelim, eşit şartlarla, Türkiye’nin de yapmaya çalıştığı budur.

Eşit şartlarla bir Avrupa Birliği üyesi olmak demek; yarın 28 devlete, 30 devlete yapılacak olan ve yapılacak bir tecavüzün tümüne birden yapılmış sayılacağı bir sistem kuruluyor.

Yani birden bire yanında 28 devletin gücünü görüyorsun, o zaman sana kolay kolay dokunamazlar.

Sana o devletler diyorlar ki; biz eşit şartlar içinde egemenliklerimizin bir kısmı ortak kurumlara devretmek suretiyle, böyle bir şey kuruyoruz.

Ama asıl önemli olan ortak bir takım değerlerin üzerine kuruyoruz, hepimiz kendi yasalarımızdaki ortak değerlerle çatışan unsurları temizliyoruz, diyorlar.

Siz de temizleyin.

Nedir o temizlenecekler?

Temel haklara ve temel özgürlüklere kısıtlama getiren, demokratik sınırları ortadan kaldırın, yasalarınızdan çıkartın.

Siz devletin demokratik bir biçimde mekanizmalarının etkin olacak şekilde, hukuk devletinin üstünlüğünü sağlayacak şekildeki engellemelerini ortadan kaldırın, diyor. Türkiye de kaldıracağız diyor.

AB. ama onunla da  yetinmiyor. Bir de izleme komitesi kuruyor. Seninle de mutabık kalıyor, izleme komitesi de rapor verecek.

Bunların içinde Alevi yurttaşların hakları da var.

İzzettin Doğan yada CEM Vakfı bu işten çekilsin, diyelim ki biz çekildik, Avrupa Birliği diyor ki; İzzettin Doğan, Aleviler demek değil ki!

İzzettin Doğan, CEM Vakfı’nı temsil ediyor, bir de kendisini temsil ediyor, milyonlarca insan arkasında, milyonlarca insan da İzzettin Doğan gibi düşünüyor.

Eğer Sünni kardeşlerimiz, onlar da İzzettin Doğan gibi düşünüyorlarsa, aydın kesim de destek veriyorsa, demek ki onlar da aynı şekilde düşünüyor.

İzzettin Doğan burada sembolik yapı.

Onun çekilmesi meseleyi ortadan kaldırmıyor.

Hükümetler kurnazlık için çaba sarf etmemelidirler.

Ve o beyinsel güçleri boşuna harcamamalıdır. Yazıktır o beyin güçlerine.

Biz bunların isteklerin, haklarını  nasıl önleriz, nasıl böyle bırakırız Alevileri ortada?

Denmemelidir.

Tam tersine devletin tüm yasalarını bu ülkede yaşayan herkese; Alevi, Sünni, Şafii, Hıristiyan... eşit uygulaması gerekmektedir.

Yurttaşlardan birisi yasaya aykırı davranış içinde mi?

Devletin bu yasanın onun boynuna binmesi için yurttaşlarının tümünü eşit muameleye tabii tutması gerekir.

Gerekir ki, tüm yurttaşlar, inançları ne olursa, farklılıkları ne olursa olsun, devletin yasaları önünde saygı ile eğilsinler ve onun önünde gereği gibi önlerini ilikleyip huzur içinde, barış içinde yaşasınlar.

Onun için ben o yapılmış olan eleştirileri ciddi bulmuyorum, samimi de bulmuyorum zaten.

Bizim yapmış olduğumuz olay; Türkiye’nin ulusal birliğinin bütünleşmesine büyük katkı sağlayan barış projesidir.

Cebir ve şiddeti reddeden onun tamamen dışında hukuki yollardan demokratik hakları kullanarak da yapılan en uygar mücadelelerden biridir.

Bu mücadelenin sonunda Alevi, Sünni ayrımı önemli ölçüde ortadan kalkacaktır.

Bunu nereden görüyorsunuz hocam?

Diye sorduğunuz da bana, bunu birçok şeyde görüyorum; Alevi/Sünni evliliklerinin artmasında görüyorum.

İnsanlar birbirini tanıdıkça, birbirini seven iki kişinin bir araya gelmesini önleyen bir faktör olmaktan kalkıyor inançsal farklılıklar.

Tam tersine birbirine daha müsamaha ile, barış içinde yeni yuvaların kurulmasına vesile oluyor. Yaşadığımız dünya öyle bir dünya.

Ayhan Aydın Avrupa’ya gider de, o toplumda ben burada yaşayacağım der, ama bu topluma sırt çevireceğim derse, siz o toplumda sırıtırsınız ve gelişemezsiniz.

Ne ekonomik olarak, ne de kültürel olarak gelişemezsiniz.

Önce toplumu anlayacaksınız. Sonra da kendinizi o topluma tanıtacaksınız ki, toplum sizi kabullensin.

Bana bir gün Alman Büyükelçisi dedi ki; Prof. Doğan, Alevilerin Almanlarla evlenenleri daha çok dedi.

Bu gayet doğal, dedim.

Dedi ki, ama Müslümanlarda bu fazla yok.

Siz Müslümanlığı ne sanıyorsunuz ki, Alevilerin İslam anlayışında insanlar arasında ayrım yapılmasını reddeden bir kavram vardır, dedim.

Kuran’ı Kerim’de böyle ayetler mi var dedi, tabii var ama o yorum meselesidir, dedim.

Tanrı diyor ki, sana; seni kendi özümden yarattım.

Burada ey insanoğlu diyorsa, insanoğlu dediği zaman kadın yada erkek demiyor ki.

Ete kemiğe bürünen herkese insandır.

Ne zenci, ne beyaz ayrımı yapmıyor ki Kuran’ı Kerim.

Sen Kur’an’a uyacaksan insanlar arasındaki o ayrımı da reddetmek zorundasın.

Hepsi Tanrının özünden üretilmiş demektir.

Eğer o özden yaratıldığına inanıyorsan, Kuran’a inanıyorsan o ayetin de gereğine inanacaksın ve davranışlarını da o ayetin gereği hakim olmak zorundasın.

Ben tüm bunları büyükelçiye anlattım.

Dedi ki; biz bunu hiçbir yerde duymadık.

Duymazsınız,  çünkü Aleviliğin İslam anlayışını bilmiyorsunuz da ondan, dedim.

Yunus’u okudunuz mu?

Hayır ama duydum, dedi.

Mevlana’yı okudunuz mu?

Hayır ama duydum, dedi.

Dünyada hakkında en çok kitap yazılan kişi.

Bir Türk aydınına sorun, size batının büyük ustalarından şiirler okuyabilirler, beyitler okurlar... Göte, Emmanuel Kant, Victor Hugo, Mallerme’den, Rembaud’dan anlatırlar. Siz de hayran hayran bakarsınız...

Ama bir de sorun bakalım Mevlana’nın Mesnevisi’nden birkaç tane beyit söyler mi, Aşık Veysel’in kaç tane beytini sana söyleyebilir?

Bizim aydın geçinen insanlarımız maalesef kendi evrensel değerlerini tanımıyor.

Okumamışlar.

Niye?

Sen eğitim sistemine koymamışsın ki okusunlar.

Eğitim sisteminde halen Arap geleneklerini anlatırsan, kendi evrensel değerlerimizi, kendi halkımıza değil sadece, tüm dünyaya tanıtıcı bir faaliyetin başlangıcıdır bu.

Başka ulusların da Türk halkına aynı saygıyı duyması için izlenecek olan yol, CEM Vakfı olarak açtığımız bu yoldur.

Yani Türklerin İslamiyet’i algılayışları sonucunda yaratmış oldukları muazzam felsefe ve o felsefeyi yaratan ve yaşatanların eserlerinin öğretilmesi olayıdır.

 

Hocam önümüzde Kıbrıs meselesi var, o da gündemimiz içinde.

Avrupa Birliği dedik ama Annan Planı ve Kıbrıs’tan da biraz bahsedelim isterim ama başka birçok soru da var sırada.

Batı’da Alevilik çok tartışılıyor. Ayrıca oradaki vatandaşlarımızın da birçok talebi var.

Avrupa’ya özel çalışmalar olacak mı?

 

Bizim açımızdan Avrupa en az Türkiye kadar önemli.

Hangi açıdan önemli?

Orada Avrupalıların yaptığı bir teşhis var, Türklerin bir bölümü var ki fevkalade açık bir insan kesimini oluşturuyor, kadını ile erkeği ile bunları Avrupalılardan ayırt etmek zor diyorlar.

Acaba bu nereden kaynaklanıyor?

Bunun cevabı burada.

Alevi İslam inancını taşıyan, Sünni kardeşlerimizin de bence yeni genç nesli önemli ölçüde aynı değerleri paylaşıyor.

Avrupa’da görüyorum bunu. O açıdan aramızda fark yok, sözlerim onları da kapsıyor.

Alevilerle ilgili kısımda oradaki dedelerin artık bu konularda görev üstlenmeleri gerekiyor.

Bugüne kadar çok zahmetler çektiler, Köln’de Niyazi  Bozdoğan Dede, Celal Bektaş Dede, Hıdır Dede, Garip Yusuf Dede; Hamburg’da, İsmail Aslandoğan Dede, Münih taraflarında Ali Dede, Ahmet Kömürcü Dede, Derviş Tur Dede, Avusturya’da Hasan Sarıkaya Dede, İsviçre’de Ali Dedeoğlu, Hüseyin Enhas Dede, Mehmet Dede, Hüseyin Dede... bunların hepsi, daha isimlerini sayamadığım dedeler çok zahmetler çektiler, direndiler.

Yabancı bir ülkede, hem de çok zor şartlar altında, Aleviliği kendi buldukları çevrede yine cemleri ile, yine sazları ile sözleri ile yaşatmaya çaba gösterdiler...

Ama bu çabalarda destek gelmedi, hiçbir zaman.

Biz gittik zaman zaman, orada bu desteği elimizden geldiği kadar verdik.

Ama şimdi Türk Hükümetinden bu söylediğimiz istekleri alabilirsek, alabileceğimizden eminim, aldıktan sonra da önceliklere sahip bu projenin uygulama alanı içinde olacaktır Avrupa.

Avrupa’da Alevilerin yoğun olarak yaşadığı büyük kentlerde, önemli kentlerde güzel cemevlerinin yapılması gerekmektedir.

Böylece hem oradaki Alevi, Sünni kardeşlerimize o olanağın tanınması sağlanacak; hem de Hıristiyanların yani yaşadığınız yabancı toplumun gelip görmelerini sağlayarak, onların İslam ile ilgili peşin yargılarını ortadan kaldırmak için büyük adım atılmış olacaktır. Ama bu konuda devletin önemli ölçüde desteğine ihtiyaç var.

Bunu daha önceki hükümetler dönemlerinde de konuşmuştuk.

Sayın Mesut Yılmaz’la, hükümeti döneminde iki tane cemevi yapılması konusunda, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Köln, Hamburg veya Berlin’de olmak üzere iki cem evi yapımı konusunda, prensipte mutabık kalmıştık.

Ama sonradan iktidar değişince bu proje gerçekleşemedi.

Yabancı ülkelerde Sünni kardeşlerimize Diyanet İşleri marifetiyle hizmet götürülüyor.

Güzel ama sizin başka yurttaşlarınız da var, Aleviler de var.

Alevi yurttaşı, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşı değil mi?

Evet, yurttaşı.

Bunlara Diyanet İşleri hangi hizmeti götürüyor?

Hiçbir hizmeti.

Böyle farklı muamele olur mu?

Diyanet İşleri Başkanlığı’nı yeniden yapılandıracaksın, bunlara da hizmet götürebilecek biçime sokacaksın, bunun için de Aleviler kendi dedeleri, babaları marifetiyle bu hizmeti götürmelerini sağlayacaksın.

Ama Diyanet İşleri’nin şapkası altında, yahut da bunlara müstakilen kendi inançlarının bir temel hak olarak nasıl diliyorlarsa o şekilde yerine getirmeleri için, CEM Vakfı gibi kuruluşlara, eğer diyorsanız ki, CEM Vakfı’nı fazla gözetmek gibi algılanabilir bu. Evet, o zaman Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı, diye bir kuruluş var, o kuruluşa gerekli desteği verirsiniz.

Türkiye’nin bir kuruluşu olarak Avrupa’daki cemevlerinin yapılması, güzel cemevlerinin yapılması, hizmetlerin orada görülmesi için gerekleri dedelerin orada istihdam edilmesi gerekir.

Çocuklarımıza yeterince ders kitaplarının devlet tarafından sağlanarak Alevi İslam’ın anlayışını yansıtan, din bilgilerinin verilmesini ve bu konudaki öğretmenlerin kadrolarını oraya transit suretiyle ihtiyaçlarının giderilmesi yoluna mutlaka gidilecektir.

Bu olmazsa, Almanya bu ihtiyacı gidermeye kalkarsa, o zaman Türkiye için bu sosyal bir ayıp olur.

Bu hukuki bakımdan da bence hükümetin düşünmesi gereken bir konudur.

Sizin vatandaşınıza bir başkası dininizi öğretmeye kalkıyorsa kendisine göre öğretir,

Sizin bildiğiniz biçimde öğretmez ve kendisine göre biçimlendirmeye kalkar, bunlar yanlış işler.

Hükümet bir de olayı stratejik açıdan değerlendirmeli.

 

Söyleşi: CEM RADYO, 13 ARALIK 2003

 

 

Prof. Dr. İzzettin DOĞAN’ın

CEM Vakfı Anadolu İnanç Önderleri Üçüncü Toplantısı’daki  Konuşması

 

Anadolu 3. İnanç Önderleri toplantısına hoş geldiniz,

Sayın Bakanlar, Milletvekilleri, Belediye Başkanları, Kor Diplomatlar, Temsilcilikler, Ekselansları, Konsolosları, Siyasi Parti Temsilcileri, Sivil Toplum Kuruluşları Temsilcileri, Değerli Basın ve Medya Temsilcileri, Hanımefendiler, Beyefendiler;

 

Sizler de Anadolu’nun her köşesinden, Yesi’den  Budapeşte’ye yayılan geniş coğrafyada bin küsur yılı aşkın süreden beri, bütün baskılara direnerek, eza, cefa çekerek, insanın Tanrı’nın zerresinde oluştuğuna inanarak O’nu her şeyin merkezine oturtarak, O’nu severek Tanrı’ya varılabileceğine, ona eziyet edenlerin, gönül kıranların ne namazlarının, ne oruçlarının  kabul edilmeyeceğine, tüm insanları farklılıklarıyla severek kucaklamanın, Tanrı buyruğu olduğuna; kul hakkını yemenin en büyük günah olduğuna, bilmin ve aklın hayattaki en hakiki mürşit olduğunun Kuran-ı   Kerim’in temel felsefesi  temel inanç ve davranış kurallarının yol göstericisi olduğuna inanan, İslam’ın devlet modeli önermediğini temel ahlak kurallarını içerdiğini ve uyulması gerektiğine, kadının da erkeğin de aynı tanrısal özden oluştuğuna ve eşit haklara sahip bu yoldaki inançlarını saz eşliğinde kadın erkek bir arada, yani ilahi müzikle icra eden Kazakistan’dan, Türkmenistan’dan, Kars’tan Edirne’ye Anadolu’nun her köşesinden gelen sevgili, saygılı, turab (alçak gönüllü), her davranışında başkalarına örnek olan kamil insanlar, dedeler, babalar, sizler de hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.

Sizleri de en içten sevgi ve saygılarla selamlıyorum.

 

Sevgili konuklar,

Eski deyimle bu uzunca (girizgahtan mukaddime, girişten) sonra sizleri neden buraya bu dönemde yorduğumuzu ve toplantının hangi amaçla yapıldığını kısaca izah etmek istiyorum.

Hemen belirteyim ki, Mustafa           Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının Türk halkının tümünü Türkü-Kürtü-Lazı-Çerkezi, Boşnağı- Alevi–Sünni-Şafi-Hambeli-Caferi, Maliki, her kişi ve kesimi yanına, arkasına alarak başarıya ulaştırdığı eşsiz Kurtuluş Savaşı sonrasında Devletin inançlar karşısında tarafsız kalması ve  Devlet işleriyle din işlerinin birbirinden ayrılığı ilkesi üzerine oturttuğu yeni Devlet modeline ölümünden sonra bağlı (sadık) kalınabilseydi, böyle bir toplantıya, yıllardır yaptığımız hak mücadelesine gerek kalmayacaktı.

Çünkü yurttaşlar bu devlet modelinde ırkları, renkleri, cinsleri, siyasi, felsefi ve kanaatleri ne olursa olsun yasalar önünde farklı muameleye tabi tutulmayacaklar, eşit muameleye tabi olacaklardı.

Oysa Türkiye’de 1960’lara kadar bazı aksamalarla devam eden laik yapı özellikle 1965’lerden sonra uluslararası konjöktürün de etkisiyle rayından çıkmaya başlamış ve herkese göre değişen dini referanslara dayalı düzeni Devlet özellikle Alevi İslam İnancını taşıyan yurttaşların hayatı üzerinde önemli olumsuz etkiler doğurmaya başlamıştır.

Düşüncelerimizi biraz daha açık anlatabilmek için bu konu üzerinde müsaadenizle biraz daha durmak istiyorum.

 

Sevgili konuklar,

1965‘lerden  itibaren A.B.D. eski Devlet Başkanlarından Eisenhoover ve Dışişleri Bakanlarından Jon Foster Dulles’un öncülüğünü yaptıkları bir teori uluslararası ilişkilerde uygulamaya konmuş ve o dönemin iki kutuplu dünyasının Doğu Kutbunu temsil eden Sovyetler Birliği’nin demir bir çemberle kuşatılması kararlaştırılmış; ve bu kuşatma NATO-CENTO-ASEAN gibi bir taraftan uluslararası örgütlerle gerçekleştirilmiş, diğer taraftan Sovyetler Birliği’ni kuşatan ülke halklarının Müslüman halklar olduğu gözönünde bulundurularak bu ülkelerde “cihadı” gönül fethi olarak kabul eden cebir ve şiddeti, kin ve nefreti rededen İslami anlayışlardan çok; cihadı Tanrı için, onun aşkına her türlü cebir ve şiddeti meşru kabul eden radikal İslami akımlara destek verilmesi tercih edilmiştir.

Bu teorinin Türkiye’deki uygulanmasının (sonuçları) siyasi kadroların basiretsizliği ve gelişmeleri değerlendirememeleri ve din istismarını kolay oy elde etme yolu olarak fark etmeleri nedeniyle Türkiye’de ihtiyaçtan çok fazla cami inşaatı, on binlerce ehliyetli, ehliyetsiz Kuran kursu, her yıl onbinlerce Diyanet Teşkilatı kadrosu artırımı, Devletin genel bütçesinden yüzlerce trilyon lira tahsisat, gereğinden fazla İmam Hatip Okulu açılmasıyla sonuçlanmıştır.

Bununla da yetinilmeyerek 1982 Anayasası’na din dersleri mecburi dersler olarak konmuştur.

Özellikle 1982 Anayasası’nın uygulamaya konmasından itibaren okutulan din derslerinin uygulamada sadece  Sünni İslam anlayışını yansıtması Türk Sosyal yaşamını vahim gelişmelerin yaşanabileceği tehlikeli bir zeminin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Sünni İslam anlayışı Devlet adına, hem Atatürkçü Laik Cumhuriyet adına okullarda mecburi ders olarak okutulurken, sayıları 25 Milyonu bulan Alevi-Bektaşi-Mevlevi-Nusayri yurttaşların çocukları her türlü inanç bilgi ve hizmetlerinden yoksun bırakılmış ve toplumun Alevi kesimi, yoğun ve kuralsız kentleşmenin bu ihmalle getirdiği sıkıntılarda eklenince  her türlü siyasi ve sosyal akım üstünde at oynatabileceği her türlü etkiye açık, yabancıların büyük ya da küçük güçlerin iştahlarını kabartabilecek uygun bir alan haline gelmiştir.

devleti yönetenlerin bu aymazlıklarının yani yurttaşlar arasında ayırım yaparak, Laik Cumhuriyeti Sünni Cumhuriyete dönüştürme çabalarının sonuçlarının görüldüğü yer Almanya gibi Türk yurttaşlarının sayıca yoğun yaşadıkları yerlerdir.

devlet organlarının doğrudan yada dolaylı olarak yardımlarıyla Sünni kardeşlerimize her türlü destek verilirken; Alevi yurttaşların çocukları aynı devletin çocukları değilmiş gibi hiçbir maddi yada manevi desteğe sahip kılınmamışlardır. Ve Almanya gibi gelişmiş bir sanayi toplumunun acımasız rekabet şartları nedeniyle eğitim sorunları dahil, Almanya’nın merhametine (insafına terk edilmiştir.)

 

İşte bu gerçekler, sorumlu yurttaşlar olarak 1990’da Türkiye’nin de taraf olduğu 15 yıl süren Helsinki süreci sonrasında ahdedilen Paris Şartı’yla  birlikte bizi, (CEM Vakfı kurucularını) Alevi yurttaşların çocuklarının inançlarını öğrenmelerine olanak sağlamak hem de insanlığın, Tasavvufi İslamın engin ve zengin tükenmez hanesinden yoksun bırakılmaması onun getirdiği Kuran-İnsan-Tanrı anlayışının barışa sunabileceği katkıyı insanlığa sunmak için, Alevi İslamı Türkiye’nin ve tüm insanlığın gündemine taşımak istedik CEM Vakfı’nın kurulması yetmezdi.

Bir taraftan barış içinde kimseyi incitmeden Türk Kavimlerinin İslam anlayışını Sünni kardeşlerimizin ve Sünni ulemanın da katkısıyla (Prof.  Niyazi Öktem, Prof. M. Ali Kılıçbay, Prof. Yaşar Nuri Öztürk, Dr. Lütfü Doğan, Prof. Hüseyin Atay, Prof. Ethem  Ruhi Fığlalı, Prof. Ahmet Yaşar Ocak, Prof. İlber Ortaylı, bunlardan sadece bazılarıdır ve huzurlarınızda kendilerine teşekkür ediyorum.) yüzlerce sempozyum, binlerce konferansla tanıtmaya çalıştık. Halk birbirini tanıdıkça birbirini daha çok sevdi, Alevi-Sünni evlilikleri hızla artmaya başladı.

 

Sevgili konuklar,

Bu barışçıl ve insani çabalarımız 1997’de ilk hukuki sonuçlarını vermeye başladı ve 1997’de Cumhuriyet hükümeti Alevi yurttaşları inançlarıyla devlet organlarının dışında bırakılmasının tehlikelerini, defalarca görüşmemizden sonra kabul ettikleri için, Sayın Cumhurbaşkanının yüksek huzurlarında “Bundan böyle Devletin genel bütçesinden din hizmetleri için bir pay ayrılacak olursa bu payın tüm yurttaşlar arasında hakça bölüştürüleceğini, caminin de cemevinin de devlete ait olduğunu, Hacıbektaş İlçesi’nin imar planının Ankara tarafından yeniden ele alınarak sadece Anadolu Alevilerinin değil, tüm Balkan, Kafkas ve Orta Asya ülkelerinin de inanç merkezi olacak şekilde yeniden yapılandırılacağını” medya ve basın aracılığıyla tüm dünyanın önünde vaaddettiler.

Kendilerine o günün Başbakanı ANAP Genel Başkanı Sayın Mesut Yılmaz’a, DSP Genel Başkanı Sayın Bülent Ecevit’e, DTP Genel Başkan Yardımcısı Sayın İsmet Sezgin’e ve daha sonraki hükümette yer alıp aynı desteği sürdüren MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’ye teşekkürlerimi sunuyorum.

Ancak bu sözlerin verilmiş olmasına rağmen devlet bütçesinden Alevi yurttaşlara herhangi bir pay ayrılmadı ve aynı durum bugünlere kadar devam etti.

 

Sevgili konuklar,

Biz istesek de istemesek de dünya dönüyor.

Teknolojik gelişmelerin küçük bir köye dönüştürdüğü, üzerinde binlerce din ve mezhep mensubu 6 milyara yaklaşan insanın üzerinde yaşadığı dünyamızda barışı korumamız ve barış içinde yan yana yaşamanın ilk ve en önemli şartının temel hak ve özgürlükler konusunda ortak değer yargılarının kabul edilerek yürürlüğe konması uluslararası hayatın bir gerçeğidir.

Kendi başına 1,5 Milyar nüfusuyla Çin Halk Cumhuriyeti bile bu gerçeğin dışında değildir.

Ve Temel Hak ve Özgürlükler konusunun artık tüm ulusların ortak “ilgi alanı” olduğu hususunda dünya mutabakata varmıştır.

Bir taraftan  B.M. 1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’yle, daha sonra Medeni ve Siyasi Haklar ve onları  tamamlayan bir dizi uluslararası antlaşmalar ile bu haklar güvenceye alınmaya çalışılırken; diğer taraftan Türkiye’nin  de bir parçasını oluşturduğu Avrupa kıtasında Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlükler Antlaşması ve Avrupa İnsan Hakları Adalet Divanı ve Paris Antlaşması ve izleyen teşkilat ve antlaşmalarla daha yüksek  uluslararası bir güvenceye kavuşturulmuş bulunmaktadır.

Bu itibarla devletleri yönetme sorumluluğunu yüklenenler asgari olarak bu ilk bilgileri edinmek ve toplumlarını bu uluslararası taahhütlere uygun olarak yönetmek zorundadırlar. Aksi taktirde kendileri ile beraber yönettikleri toplumu da sıkıntıya sokarlar. Ve yabancı devletlere de çoğu zaman müdahale vesilesi yaratırlar. CEM Vakfı bu konuda, yani sorunun kendi içimizde halledilmesi için büyük çaba harcamış; ve hem uluslararası hukuktaki gelişmeler, hem de uluslararası siyasi gelişmelerin bu konular da Türkiye’deki muhtemel yansımaları konusunda başbakanlar düzeyinde sürekli bir biçimde sade yurttaşlar kurumu olarak ısrarla uyarılarda bulunmuştur.

Sözlerimizi öyle ya da böyle gerekçelerle önemsemeyen siyasi partiler bugün etkisiz ve yetkisizdirler.

Yüksek huzurlarınızda bu günün tek partili siyasi iktidarına aynı iyi niyetle sesleniyorum.

Bu sorunu çözünüz, çözmezseniz, size müdahale etmek isteyen ya da  Türkiye’ye karşı kendilerini düşen hukuken yapmaktan kaçınmak isteyen devletlere bahane tanımış olursunuz ve bu durum Türkiye’nin çıkarına değildir.

 

Sevgili Konuklar,

Son 35 yılın yöneticilerinin tam hatalarını görmeye başladılar derken demokratik hayatta devre dışı kaldılar.

Yeni siyasi iktidar ise Arap anlayışının dışında İslam anlayışının olamayacağını ifade eden bir tutumu pervasızca açıklamakta bir sakınca görmediler.

Hem de Berlin’de yabancı bir ülkede tüm basın ve medya önünde: Sayın Başbakan Aleviliğin bir kültür olduğunu, cemevlerinin camilerle kıyaslanamayacağını; cemevlerinin ibadethane olamayacağını, İslam’da ibadethanenin yalnızca camiler olacağını ifade eden sözler söyleme cesaretinin gösterebilmiştir.

Bu yaklaşımı çok yadırgadığımızı, ayıpladığımızı yüksek huzurlarınızda belirtmeyi bir görev sayıyorum.

Laik Cumhuriyet’in Sayın Başbakanı kimin inançlarını hangi dini yada kültürel kalıba gireceğine siyasi kimliğini unutup karar veremez.

Laik Cumhuriyet’in Başbakanı olmaktan çok Sünni cemaat çoğunluğunun  temsilcisi din adamı üslubuyla konuşamaz.

Sayın Başbakanın tek özür dileme yolu, Alevi yurttaşlara İslamı nasıl algılayıp uyguluyorsa o şekilde devletin kendilerine hizmet vereceğini söylemesi ve sözlerinin amacını aştığını herkesin huzurunda beyan etmesidir.

Kaldı ki Değerli Konuklar Ak Parti seçim bildirgesinde yani iktidara geldiğinde yapacaklarını halka taahhüt ettiği belgede inanç özgürlüğünü eşit şartlar içinde herkese sağlama taahhüdüne çok önemli bir yer ayırmaktaydı.

Keza, Hükümet programında aynı taahhüdü hem de vurgulayarak yeniledi: Oysa Sayın Başbakanın Almanya konuşması partinin gerçek niyetleri ve Laik Cumhuriyet düşüncesine bağlılığı konusunda çok ciddi şüpheler uyandırmaktadır.

Bu şüpheleri gidermenin tek ve en inanılır yolu Alevi yurttaşlarının 31 Ağustos 2001 yılında altı noktada oy birliğiyle kabul edilen isteklerini benimseyip hayata geçirmesi, yani yeni yasal düzenlemeleri hızla gerçekleştirmesidir.

Böyle bir yaklaşım, takiye vs. gibi eleştirileri ortadan kaldırabileceği gibi, diğer siyasi partilerin küçük hesaplar uğruna çiğnemekten çekinmedikleri ve toplum barışının, ulusal birliğin temel taşı olan Anayasanın 10. maddesine saygılı olunduğunun da bir göstergesini oluşturacaktır.

 

Sevgili konuklar,

Bu toplantının bir diğer amacı da kentleşme hareketi nedeniyle bulundukları kapalı toplum hayatından büyük ölçüde koparak ekonomik nedenlerle daha çok iş, özgürlük ve güvence için büyük şehirlere yerleşen Alevi yurttaşların kendi İslam anlayışlarını çocuklarına taşıyacak kurumların oluşmasını sağlamak, ve her önüne gelenin, Sayın Başbakan dahil Alevi, Sünni, ya da o kılığa bürünmüşlerin kendilerine göre bir Alevilik tanımı yapmalarını önlemektir.

Böylece insanlığın tümünü ayırımsız kucaklayacak cebir, şiddet, kin ve nefreti reddeden bir Kuran yorumuyla insanlığa ışık , umut, barış ve sevgiye teşvik eden bir anlayışın çağın amansız çıkar mücadelelerine karşı yüksek insani ve ahlaki değerlerini ayakta tutacak bir kalenin inşasını sağlamaktır.

Bu kalenin inşasına herkes, evet iyi niyet herkes,  Alevi, Sünni, Şafi, Hambeli, Hrıstiyan, Musevi, Budist, herkes fikri alanda katkı sunabilir destek verebilir.

 

Değerli Konuklar,

İki günlük çalışma sonrasında ortaya çıkacak olan “Kuruluş” tarihi bir borcu da yerine getirmeye çalışacaktır.

Anadolu’ya İslamın Kuran’ın ışığını getiren ve Osmanlı Devleti’ni kuran Tuna Kıyılarına kadar götüren Türk boylarının geldiği yer Maveraünnehir’dir.

Kazakistan’ın Yesi şehrinde metfun Şah Ahmet Yesevi’den aldıkları ışığı Ebül Vefayla, Hacı Bektaş’la, Mevlan’ya, Yunus’la, Kızıldeli Sultan’la, Abdal Musa’yla, Geyikli Baba’yla, Seyit Ali Sultan’la, Sarı Saltuk’la, Balkanlar’a, Doğu Akdeniz’e taşıdılar.

Dini Türkistan’ın ülke 70 yıl Sovyet hegemonyasında yaşadı.

O ışık her türlü dini faaliyeti söndürülmeye çalışıldı.

Bugün aynı ışığı oralara götürerek, Türkiye’nin borcudur.

İşte bu kuruluş  sivil toplum kuruluşu olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin desteğiyle bu borcunun ifa etmeye çalışacak tasavvufu ve Anadolu/Balkan uygulamasının oraya da götürmeye çalışacaktır.

Sanatta,

Edebiyatta,

Şiirde,

Felsefede,

Musikide,

Büyük ustalar yetiştirmiş bu İslami düşüncenin ve uygulamanın, barışa ve sevgiye aç dünyamıza; barışı da sevgiyi de getirmeye büyük katkı sunacağından, uygarlıklar arası   çatışma ihtimalini karşılıklı anlayış ve iş birliğine dönüştüreceğinden hiçbir kuşku duymuyorum.

 

Beni sabırla dinlediğini için tekrar derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

 

* 8 Kasım 2003’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’ndaki Açış Konuşması.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile