MEHMET YAMAN 2

MEHMET YAMAN 2

 

İLAHİYATÇI-ARAŞTIRMACI-YAZAR

 

AYHAN AYDIN

 

Mehmet Yaman, Alevi kökenli bir ilahiyat fakültesi (eski ismiyle İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü) mezunu olan ender araştırmacı ve yazarlarımızdan.

Yıllarca yurdun birçok yerinde Din Kültür ve Ahlak Bilgisi Dersleri okuttu. Birçok kişi tarafından istismar konusu yapılan çok yönlü bir kimliğe sahip.

Yürüttüğü cemler yanında, yurt içi ve yurt dışında verdiği dersler, katıldığı konferanslar, yazdığı kitaplarla da Alevi/Sünni geniş kesimlerin ilgiyle izlediği ve yararlandığı Yaman’la yaptığım söyleşide yazar; yaşamı, çalışmaları, görüş ve düşünceleri yanında kendisine yöneltilen kimi suçlamalara karşı da yanıtlarını aktarıyor.

 

Bize öğrenciliğinizden, öğretmenliğinize uzanan çizgide, "dinsel eğitim" geçmişinizden, size yöneltilen "diyanetçi, devletçi, Sünni dede" eleştirilerinden ve bunların sizdeki etkisinden bahseder misiniz?

 

ÖĞRENCİLİĞİMDEN ÖĞRETMENLİĞİME UZANAN ÇİZGİ

Erzincan'ın, Kemaliye İlçesi'nin, Ocak Köyü'nde 1940 yılında doğdum. İlkokulu köyümde bitirdim. Dört yaşımda iken babam Hayri Dede vefat edince yetim kaldığımdan, köydeki cem törenlerinde post dedesi (mürşid) olan büyük babam Ahmed Dede, beni daima dizinin dibine alır ve ben de görgü cemlerini burada izler, Alevi yol ve erkânımızı öğrenirdim. On yaşlarımda iken taliblerimiz (Efeler Köyü, Akçiçek Köyü, Kaledibi Köyü, Yalnızsöğüt Köyü vb. ) benden saz çalıp deyiş, düvazimam söylememi, cem yapmamı isterlerdi. Bu gül yüzlü, temiz inançlı, edebli, uygar HAK-MUHAMMED-ALİ yolunun yolcuları canlarımızın isteklerini yerine getirir, cem yapardım. Daha o yıllarda (1950'li yıllar) dedelik görevine başlamış bulunuyordum. (Zaten bu yıllardan sonra köyden kente göçen Alevi Halkı, 1995'e geldiğimiz şu sırada, tam 50 yıla yakın zamandan beri gerçek cem törenlerinden mahrum kalmışlardır. Şu günlerde ise yurdun her yerinde cemevleri yapımına hız verilmiş ve Alevi toplumu yeniden cem törenlerini sürdürmeye, gelenek ve törelerini yaşatmaya başlamıştır. )

İlkokulu bitirdikten sonra, köyümde çalışıp, ailemin geçimini sağlamaya ve kış aylarında da taliblerimin köylerine gidip, Alevi öğretisini, cem törenleri ile sürdürmeye devam ediyordum. Eski yazıyı bildiğim için, atalarımdan kalan el yazması cönkleri (deyiş kitaplarını) ve Hüsnüye, Hedika, Battal Gazi, Eba Müslim, Buyruk, Virani Baba, Cabbar Kulu gibi kitapları kolayca okuyup Alevilik konusunda bilgimi artırıyordum.

Bir gün komşumuz Çavdar Hasan Dayı, bana "Mehmet oğlum, artık büyüdün, köyde durmaz İstanbul'a gider çalışır, geçimini sağlarsın!" deyince, "fakat burada taliblerimize kim dedelik yapacak, cemleri kim yürütecek, yolu-erkanı kim sürdürecek!" yollu itirazda bulunmuştum.

Ama kader hükmünü yürütmüş ben kendimi İstanbul'da bulmuştum. İki yıl bir yakınımın yanında çalışırken elime geçen her kitabı okuyor, Lügat-ı Naci gibi sözcüklerden yeni kelimeler öğreniyor, elime geçen parayla sahaflarda kitap alıyor, Alevilik konusunda notlar tutuyordum. Benim okumaya düşkünlüğümü gören yakınlarımdan merhum Abbas Erturan bir gün bana "oğlum, seni bir okula yazdırsam okur musun?" deyince, sevinerek kabul ettim. Oysa Onun amacı, benim Arapça, Farsça, Osmanlıca öğrenmem, köylerimizdeki sandıklar dolusu Alevi kitaplarını okuyabilir hale gelmemdi. Ayrıca şunu da ekledi: "oğlum bir gün gelecek ki köyümüzdeki dedelerimiz, hocalarımız Hakk'a yürüyecek, yolu-erkanı bilenimiz kalmayacak, ayrıca Sünni hocalar gelmek istemediğinden de cenazelerimiz yerde kalacak!"

Böylece beni bir okula yazdırdı. Oysa, burasının İmam-Hatip Okulu olduğunu (İstanbul-Çarşamba'da) gördüm.

 

İMAM-HATİP OKULUNDA KARŞILAŞTIĞIM OLAYLAR

Daha okula başladığım ilk gün, sınıf arkadaşlarımla yeni tanışıyorduk ki, Salih Aktan adlı birisi gelip (Kemaliye'nin Ergü Köyü'nden) bana "Mehmet Yaman, sizin köy Kızılbaş, değil mi?" diye beni soru yağmuruna tuttu. Ne yapmalı, nasıl cevap vermeliydim? Arkadaşım ne demek istiyordu? İlk anda horlanmaktan korktuğum için aklıma o anda şöyle demek geldi: "Bizim köy aşağı ve yukarı mahalleden oluşur. Aşağı mahalle halkı Kızılbaştır. Ben yukarı mahalledenim, benim mahallem Müslümandır!" Arkadaşlarım bu ifademi duyunca

rahatlamışlardı ve inandılar da bu konuşmama. Bu çocuklar suçsuzdu, günahsızdı. Onlara Kızılbaş lakırdısını hocaları ve anna-babaları aşılamışlardı. Kızılbaşları kötü gösterme masalları Emeviler döneminde uydurulmuş. Osmanlılar döneminde daha da süslenmiş, Kızılbaşların dinsiz, kafir olduğu, mum söndü yaptıkları, bunlardan bir tanesini ateşte yakmanın çok sevap olduğu, hatta yetmiş kafiri öldürmekten daha üstün bir cihad olduğu fetvalarla Sünni halkın kafasına nakşedilmişti.

Sünni eğitimi yapılan İmam-Hatip Okulu'nda benden başka Alevi öğrenci yoktu ve ben Alevi olduğumu gizlemek zorundaydım. O yıllarda ülkemizde sadece 2-3 imam­ hatip okulu vardı ve henüz ders kitapları olmadığı için, dersler teksir notlarından okunuyordu. DP. iktidarının kurduğu bu okullarda, Başvekil Adnan Menderes'e karşı aşırı bir sevgi besleniyordu. Zaten okul Adnan Menderes, Tevfik İleri, Fatin Rüştü Zorlu, Namık Gedik ve Hasan Polatkan olmak üzere diğer DP. 'liler tarafından sık sık ziyaret ediliyordu. Derslerde Sünni öğretisi olarak, özellikle Emeviler çok övülüyor, Muaviye "Hazret-i Muaviye Efendimiz" diye saygıyla anılıyordu. Ehl-i Beyt, Oniki İmam, Hz. Hüseyin, Kerbela gibi isimlerden bahis yoktu. Bir gün ben sınıfta "Muaviye'ye hazret denilmez" deyince, tartışma başladı ve arkadaşlarım benden uzak durmaya başladılar, açıkçası benim Alevi olduğumu anlamışlardı. Ortaokul son sınıfta (1958 yılında) sınıfımıza yeni bir öğretmen geldi ve "Esselamün aleyküm evlatlarım! Ben size fizik dersine geliyorum. Fakat bu fizik, resim, müzik... gavûr dersidir. Siz bana dinî sorular sorunuz, güzelce anlatayım... "

Bu girişle derse başlayan kişinin rütbesi Albay, adı: Hüseyin Hilmi Işık, mesleği: Alevi düşmanlığı idi, Sözlerini ve dersini (!) şöyle sürdürdü:

"... Hiçbir kadınla tokalaşmayın, anneniz dahi olsa. Eşinize çarşaf giydirin ve kardeşinizle bile konuşmasına engel olun. Çok şükür ben böyle yapıyorum. Bir de evlatlarım şu konuyu çok dikkat edin: Güzel İstanbulunuzu Aleviler ­Kızılbaşlar kapladı. Yayınevleri açıp, kitaplar yayınlamaya başladılar. Özellikle, Hazret-i Muaviye efendimiz aleyhinde küfür dolu kitaplar yazıyorlar. Bunlara engel olmak için Kur'an, Hadis, Fıkıh, Arapça, Farsça, edebiyat, tarih derslerine çok çalışın. Yirmi-otuz sene sonra bu Kızılbaşları ya yurt içinde boğmalıyız, ya da Sibirya'ya sürmeliyiz... "

Hoca daha başka nasihatlar (!) verecekti ki, Ahmet adlı bir öğrenci hemen parmak kaldırdı, hocadan söz aldı ve beni göstererek, "Hocam, bizim sınıfımızda da o anlattığınız toplumdan Mehmet Yaman var... " deyince, hoca "otur oğlum otur, Aleviler aranıza ajan olarak elbette çocuklarını gönderirler, hiç önemi yoktur... Aleviler 1400 yıldır yerinde sayıyor, bundan sonra da hiçbir şey yapamazlar!"

Ben bu konuşmalardan hayli irkildim ve din yerine kin aşılayan bu ve benzeri hocaların amaçlarının ne olduğunu sonraları daha iyi anladım. Hatta okuldan ayrılmak istedimse de, büyüklerim engel oldu, teoloji eğitimini almamı salık verdiler.

Okulda üç yabancı dil zorunlu idi: Arapça, Farsça, İngilizce. Her üçünü de iyi öğrenmek için ayrıca kurslara yazıldım. İngilizce için İngiliz Kültür Derneği'ne ve ek olarak rahmetli Melahat Okan'ın kurslarına, Farsça için Sultan Ahmet'teki İran İlkokulu (Dehistân-ı İraniyan)'a, Arapça için de Edirne Kapı Mihriman Sultan Camii imamı Abtullah Güzelyazıcı'nın derslerine yıllarca devam ettim. Daha sonra kendim bu üç dil üzerine kurslar yapmaya başladım. İran Şahı Rıza Pehlevi 1961 yılında İstanbul'a geldiğinde kendisine Türk-İran Dostluk Cemiyeti adına İran Konsolosluğu'nda bir konuşma yaptım. O yıllarda Humeyni ismi henüz yeni duyulmaya başlamıştı ve benim konuşma yaptığım gün, İranlı öğrenciler açıkça Şah'a saldırdılar ve Şah zorla canını kurtarabildi ve acele İran'a uçtu. Nedeni de İran'da karışıklık çıkmıştı.

Sünni öğretisi verilen bir okulda okuyordum amma, Alevilik'ten zerre kadar ödün vermiyor, yeri geldiği zaman da kendimi savunuyordum. Arkadaşlarım da bana alışmışlardı. İçlerinde kesinlikle Alevi-Sünni ayrımı yapmayan aydın, hoşgörülü, temiz yürekli, iyi arkadaşlarım çoğunluktaydı. Fakat Emevi zihniyetinin doruğunda olanlar ve Alevi düşmanlığı ile beyinleri yıkanmış olan bazı öğretmen ve öğrenciler beni horluyorlardı. Sünni bir aileden gelmesine

rağmen birçok arkadaşlarım ise beni seviyor, evime geliyor, benimle yemek yiyordu. Hatta bir gün çok sevdiğim arkadaşım Kastamonu'lu Salih Güneş (Fatih Müftüsü, 1995 yılında Hakk'ın rahmetine kavuştu) benim pişirdiğim yemeğe girişince, "Salihciğim, Kızılbaşın kestiği ve pişirdiği yenmez, günahtır!" dediğimde, anlamlıca gülmüş ve yemeğe devam etmişti. Henüz genç yaşta vefat eden sevgili kardeşime Allah'tan rahmet diliyorum.

Arapça, Farsça, İngilizce derslerim pekiyi idi. Yugoslav öğretmenimiz Bekir Sadak Arapça dersinde okuma ve yazma işini bana verirdi. Yine birgün Şerh-ül Emali adlı Arapça itikad kitabını okuyup, Türkçe'ye çevirmemi istedi. Konu, Yezit idi ve kitapta "Yezid'e lânet edilmez -o mü'minlerin halifesidir- ancak ona Rafiziler, Kızılbaşlar lanet okur... " anlamında bir cümle geçince ben, "Hocam, ben bu kitabı okumam, başka arkadaşım okusun" deyip, önümdeki kitabı kapatınca, hoca "Niçin?" diye sordu ve ben "Çünkü ben de Yezid'i sevmiyorum!" dedim. Hoca yanıma yaklaşıp, "Mehmet Yaman, sen nerelisin?" dedi. Ben de "Erzincanlı'yım. " dedim. O zaman hoca, "Ha, sizin o taraflarda çok Kızılbaş vardır. Ama sen bu okulda okuyorsun, Arapçan mükkemmel, din dersleri görüyorsun, Kur'an Tefsiri okuyorsun, söyle bakalım, Kur'anda lanet okumak var mı?" deyince, "Elbette var hocam! Siz beni yanıltamazsınız" deyip Kur'anda geçen "Lanetullahi alel-kavmiz-zalimin... " gibi beş ayet okudum ve "Allah Kur'anda zalimlere, kâfirlere lanet okumayı emrediyor. Yezit'ten daha zalim, daha kafir biri var mı tarihte?" deyince, hoca sustu ve daha üzerime gelmedi.

Yıllar yılları kovaladı, yedi yıllık İmam-Hatip öğrenimini bitirdim ve şimdi sıra dört yıllık Yüksek İslam Enstitüsü'ne gelmişti. Sıkıntılı ve çileli bir yolda olsam da başladığım bu işi bitirmeliydim. Niçin diye sorulursa, yanıt vereyim:

Aleviler'den de ilahiyatçı olmalıydı, Fakat Alevi kalmak şartıyla. Çünkü Aleviliği özümsememiş bir Alevi çocuğu Sünni din okulunda eğitim görünce, kesinlikle beyni yıkanıyor, dönüp Alevi düşmanı kesiliyor biçare, asimile oluyor. Nitekim, birçok örneklerini gördük. Hatta, annesi Alevi diye, yaptığı yemeği yemeyen İmam-Hatip mezunu Alevi çocukları var. Okullarda verilen din eğitiminin amacı, insanları birbirine düşman etmek değilse, peki nedir?

Benim sıkıntılarım bir değil, binlerce idi. Bunlara nasıl ve niçin göğüs gerdiğime ben de hayret etmişimdir. Şöyle ki:

Bu ilahiyat okulunu bitirip, karşılaştırmalı dinler ve mezhepler tarihini öğrenmemi zorlayan Alevi dedelerinin ve yakınlarımın karşısına iki düşman zümre çıkmıştı. Sünniler ve Aleviler.

Sünniler "Sen Alevisin, bizim okulumuzda okuma" derken, Aleviler de "Sen bu okulda okuyorsun, Sünni olursun ha!" diye beni kınıyorlardı. Bunların arasında Alevi dedesi olan kendi yakınlarım da vardı. Dede olmasına rağmen, Alevi toplumunu irşat yolunda hiç bir hizmeti görülmemiş, sadece adı dede olan bu kişilerin söz ve tavırları beni gerçekten üzüyordu. Arapça, Farsça, İngilizce ve Osmanlıca'yı, şeriat ve tarikati, dini kısacası teolojiyi öğrendiğimi, bunun yanısıra cem törenlerinde hizmetlerimi sürdürdüğümü, halkı irşat için koştuğumu gördüklerinden, acaba beni kıskanıyorlar muydu? Bir türlü anlam veremedim bunlara.

Yurt içinde bana yöneltilen haksız ve kasıtlı eleştiriler, yurt dışında da peşimi bırakmadı. Avusturya Vorarlberg Alevi Derneği'nin davetlisi olarak gittiğimde (1994) cem törenleri ve konferanslara katılıyor, halkımıza yararlı olmaya çalışıyordum. Yurda döner dönmez ardımdan gelen haberde duydum ki yol ­erkan kaçkını, bir baltaya sap olamamış bir kişi, tüm Alevi derneklerine şu dedikoduyu yaymış: "Alevi dedesi sandığımız bu Mehmet Yaman, gerici partilerde hizmet veren bir ajandır (!) ayrıca yeşil pasaportu (!) vardır, tehlikelidir, sakın ona inanmayın... " Elbette ki bu kalleşçe yalanlar beni çok üzmüştü. Bu yalancıların amacı kuşkusuz bütünleşmek, güçlenmek üzere olan Alevi toplumunun birleşmesine engel olmaktı.

Aleyhimde konuşan bu birkaç Alevi kişilerin ötesinde, beni tanıyan çoğunluk Alevi zümre, ilahiyatta okuduğuma seviniyorlardı bile. Zira, içten inanıyor ve biliyorlardı ki ben ünlü Alevi Ocağı (Düşkünler Ocağı) olan SEYYİD HIDIR ABDAL SULTAN evlatlarındanım. Ve bilinen bir gerçektir ki, "asıl azmaz, bal kokmaz. " Hamurum Alevi kültürü ile, HAK-MUHAMMED-ALİ cemlerindeki maya ile yoğrulmuş, Hacı Bektaş Pirimin yoluna-yolağına hü demişim, telli Kur'an dediğimiz sazımızla Pir Sultanların deyişlerini terennüm etmişim, beni aslımdan kim ayırabilir ki! İşte bunları dost da düşman da bildiği halde, her nedense, bir kaç insan, konuşmalarında, kitaplarında, yazılarında, medyada beni Sünnilik'le, asimile olmakla, diyanetçi olmakla suçlamışlar, yaylım ateşine tutmuşlar, kamuoyu önünde beni yanlış tanıtmışlardır. Bunlara tavsiyem, önce kendilerinin ne olduğuna baksınlar. Ben, t. v. kanallarına tırmanmadım, arsızlık yapmadım, şöhret peşinde koşmadım, isimsiz olarak, bir çıkar gözetmeden çağrıldığım yüzlerce toplantıda halkıma yararlı konuşmalar yaptım. İrşatlarda bulundum, birçok derneğin kurulmasına ön ayak oldum. Yaptığım bu kutsal hizmetler için vicdanım rahat, kendim mutluyum!

Evet, din dersleri öğretmeni olarak, 30 yıl liselerde görev yaptım. Ama, Sünni olsun Alevi olsun, tüm öğrencilerime gerçekleri anlattım, onları aydınlattım. Onbinlerce öğrencim oldu. Bunlar günümüzde aydın insanlar olarak, İslam'ın gerçeğini bilerek, insana sevgi, saygı ve hoşgörü duyarak; dinin kin değil sevgi, saygı ve dürüstlük olduğuna inanarak bugün yurda yayılmışlar, hizmet vermekteler. Keşke, benim gibi din dersi öğretmenlerinden daha yüzlercesi olsaydı, ne zararı olurdu!

DİYANETÇİ OLDUĞUM SAVI:

Bir Alevi kökenli insan ve aynı zamanda DEDE olduğu halde, nasıl olur da bir Sünni okulunda eğitim görür, Diyanet ile ilgilenir gibi düşüncelerle, beni elbette bilerek-bilmeyerek eleştirenler çok oldu. Ve belki şimdi de olacaktır. Benim özümü, kimliğimi, ve çalışmalarımı içtenlikle, inanarak Aleviliğin kutsal yoluna, kültürüne hizmet verdiğimi, bu uğurda da binbir türlü zorluklara katlanarak ömrümü feda ettiğimi bilmeyen canlarımız, beni yakından tanımadıkları için, aleyhimde konuşup yazmaları, asimile olup "Diyanet'çi, Devletçi, Sünni" olduğumu sanmaları, diyelim ki normal bir olaydır. Ama, şu beni yakından tanıyan, soyumu - sopumu bilen, Aleviliğe hizmet için her yerde, her zaman çalıştığımı gören canlarımızın beni yanlış tanıtmalarına, aleyhimde olmadık sözler çıkardıklarına hayret etmiş, bu davranışlarıyla ne yapmayı amaçladıklarını bir türlü anlamamışımdır.

DEDELİĞİM

"Dede" olduğum ya da olmadığım konusunda yapılan eleştirilere gelince: Gözcü Karaca Ahmed Sultan ve Onun oğlu Hıdır Abdal Sultan soyundan ve dolayısıyla Düşkün Ocağı dedelerinden olduğum, gençliğimden beri cem törenlerinde dedelik hizmetlerini yerine getirdiğim gerçek bir olgudur. İlahiyat okulunda okuduğum için, olgun ve samimi insanlarımız, bir Alevi dedesinin böyle bir okulda eğitim görmesini uygun bulmamalarına rağmen, kimi Alevilerde benim sünnileştiğimi iddia ederek, dede olmadığımı yaymaya çalışmışlardır. Şairin dediği gibi "Varıldıkta yarın rûz-ı cezâ / İkimiz de çıkarız orda yalan. " İnsan-ı kamil dedelerimize canım feda olsun, ama dede olmadığımı söyleyen cahil, fitneci kişilere Şah-ı Merdan efendim insaf nasip eylesin ki bu yol ­erkan düşkünü ve Alevi toplumunu sömüren, Süfyani-siyasi partilerde hizmet almaktan utanmayan dede taslakları bir an önce teşhir edilsin de toplumumuz bu tür edepsizlere aldanıp, yüzyıllarca daha yerinde saymasın. Ortalığı son zamanlarda kaplayan, ne idüğü belirsiz bir sürü çirkin suratlı, yalancı ve tufeyli dede taslakları türemekte, televizyon ekranlarına tırmanıp Alevilik konusunda saçma-sapan konuşmakta ve aydın, demokrat, laik çizgideki Sünni kardeşlerimize de Alevi toplumuna da Aleviliği çok kötü yansıtmaktalar. Bu çakal sürüsünün bizde yarattığı etkilerden çok rahatsız olmaktayız. Bu pislikleri bir an önce temizlemeliyiz.

Türkiye'deki "Alevi-Sünni Meselesi"ne farklı yaklaşan insanlarımızdan birisiniz. Bir Din Bilimci (Teolog) olarak, Türkiye'deki Alevi-Sünni ayrımının dinsel tarihi temellerini nasıl açıklıyorsunuz?

 

Türkiye'deki "Alevi-Sünni Meselesi"nin kökeni, İslamiyet'in doğuşundan sonra yavaş yavaş oluşmaya başlamış, yıllar geçtikçe iki mezhep arasındaki çizgi keskinleşmiş ve yüzyıllar sonra, çok yersiz olmasına karşın, Türkiye'deki Alevi-Sünni Sorunu, çözümlenmesi istenmeyen bir problem gibi ortada kalmıştır. Bu sorunun teşhisi yapılmış, tedavisi yapılmaktadır.

Teşhis şudur: İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in dini yaymaya başladığı günden vefatına kadar geçen sürede, amcasının oğlu ve damadı Hz. Ali'ye gösterdiği yakınlık, sevgi ve güveni kıskanan Emeviler, Peygamber'in kendisine ve Ehl-i Beyti'ne karşı önceleri gizlice, daha sonra açıkça düşman oldular. İslam Tarihi incelendiğinde bu gerçek meydana çıkar. Hz. Peygambere ve Hz. Ali'ye karşı yapılan muhalefeti gözler önüne seren birçok tarihsel olaydan sadece birkaçı şunlar:

1- Hz. Peygamber'in, Hz. Ali'yi kendisine "vezir, vasi, yardımcı ve kardeş" olarak seçtiğini bildirmesini kıskanan, bunu içlerine bir türlü sindiremeyen bir grubun meydana çıkması.

2- Gadir Hum'da Hz. Ali'nin, müminlerin önderi olarak tayini.

3- Hz. Peygamber'in vasiyetini yazmasına engel olunması.

4- Hz. Peygaber'in cenazesi henüz yerde iken, Ömer, Osman, Ebu Bekir ve diğerlerinin halife seçilme yarışına girişmeleri.

5- Deve Olayı.

6- Sıffin Savaşı.

7- Hz. Ali'nin şehit edilmesi.

8- Hz. Hasan'ın şehit edilmesi.

9- Kerbela'da Hz. Hüseyin'in şehit edilmesi.

 

10- Emeviler'in, eski düşmanlıkları nedeniyle, Hz. Peygamber'in İKİ EMANETİ'ne (Kur'an ve Ehl-i Beyt'e) ihanet etmeleri, gerçek müslümanlara akla gelmedik zulüm yapmaları...

Bu ve benzeri birçok olaylar İslam'ın henüz başlangıcında olmuş, Kerbela Olayı'ndan sonra Müslümanlar’a) Yezit taraftarları, b) Haksız yere ve zulümle şehit edilen Hz. Hüseyin taraftarları olarak iki düşman kampa bölünmüşler ve daha sonraki yüzyıllarda Emevi, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlılar döneminde iki grup arasındaki düşmanlık daha da keskinleşerek tarih boyunca gereksiz yere savaşlar yapılmış, nice masum insanın kanı akıtılmıştır. İşte burada görüyoruz ki, Hz. Peygamber'in emanetlerine sahip çıkan zümreye, Emeviler tarafından ALEVİ, RAFIZİ... gibi adlar verilmiş, kendilerini de EHL-İ SÜNNET olarak sunmuşlardır. Araplar'dan sonra da Türkler 9. yüzyılda İslam'la tanışınca, Emeviler'in, özellikle Yezid'in Hz. Hüseyin'e, dolayısıyla İslam'a, Peygamber'in Ehl-i Beyti'ne karşı yaptığı kötülükleri anlamış, Hz. Hüseyin'in mazlum ve haklı olduğunu öğrenmiş ve onun tarafını tutmuştur. Fakat iktidar sürekli olarak Emevi siyasetini yürütenlerin elinde kalmış, bunlar kendilerine Muaviye döneminden başlıyarak SÜNNİ adını takmış, Hz. Ali tarafını tutanlar da Şii, Rafızi, Alevi, Kızılbaş gibi bir sürü adlar verilmiştir.

Emevilerin, Hz. Muhammed'in soyundan gelenleri fırsat buldukça şehit etmelerini, Hz. Ali'ye 80 yıl camilerde küfrettiklerini, Hz. Peygamber'in kurduğu dine ve kutsal emanetlere saygısız davrandıklarını Aleviler üzülerek takip ediyor, fakat zalim iktidarlarla bir türlü başa çıkamıyor, gerçekleri savundukları sürece de horlanıyor, kafirlikle suçlanıyor ve acımasızca toplu kıyıma uğruyorlardı. Emevi siyasetinin zulmünden korkan Aleviler, ibadetlerini (cem törenlerini) bile köy evlerinde (çünkü Aleviler tarih boyu köylerde yaşamak zorunda idiler) gizlice yapıyorlar, yabancılar gelip baskın yapmasın diye cemevinin kapısına gözcüler dikiyorlardı. Bunu sezen Emevi iktidarı sözcüleri, Aleviler aleyhinde, ne İslam'a, ne ahlaka uymayan, edepsizce yalanlar düzüp bunları şeyhülislam fetvaları ile mühürleyip Sünni halka bu yalanları yutturuyorlardı. Hiç bir şeyden haberi olmayan saf Sünni halkı da, "Müftü" efendi ne diyorsa, elbette inanırız. Bakınız, Aleviler dinsizmiş, abdest-gusül bilmezlermiş, mum söndü toplantılarında ahlak dışı ilişkilerde bulunurlarmış... diye inandırıla gelmişler. İşte Alevi-Sünni ayrımının temelleri özet olarak böyle atılmış oldu.

Geçmişten günümüze baktığımız zaman, Alevilik ve Sünnilik inançlarının İslami yorumlamadaki temel farklılıklarını siz nasıl açıklıyorsunuz?

Alevilik ve Sünnilik inançları, İslam'a farklı yorumlar getirmiştir. Zaten, her iki mezhep farklı yorum ve görüş sahibi değil de aynı yorumda birleşselerdi, Alevi- Sünni diye ayrılmazlardı. Önce Alevilik yolunun İslam'ı nasıl algıladıklarını görürsek, Sünnilik'ten olan farklarını daha iyi anlamış oluruz.

Horasan İllerinde iken 10. yüzyılda İslam'ı seçen Aleviler, bu yıllarda Anadolu'ya geldiler. Sünniliğe uymayan bu topluluk, Evet İslam Dini'ni seçmişlerdi, fakat namaz, oruç, haç.... gibi ibadetleri almadılar. Aleviler, ibadet olarak KIRKLAR MECLİSİ'nde icra edilen Cem Töreni'ndeki "Halka=Tevhid İbadeti"ni, "namaz" yerine "niyaz"ı seçtiler. İşte bin yıldır sürülen bu yol ­erkan, günümüzde de aynen devam etmektedir. Sünni, nasıl ki namazı, camisi, Ramazan orucu, haccı olmadan Sünnilik'ten çıkmış olursa; Alevi'nin de yol ve erkanı, kültürü, gelenekleri, Cem törenleri, Dört Kapı Kırk Makamı, Kırksekiz arması, Aşure Orucu, Hızır Orucu, Abdal Musa Töreni, Yol Kardeşliği, sazı, semahı, Hacı Bektaş Veli'si, Yunus Emre'si, Pir Sultan'ı, Veysel'i, elinden alınırsa, ortada Alevilik diye bir şey kalmaz.

Sünni zümre kentlere yerleşmiş, medreselerde Sünni fıkhı okumuş, camilerde ibadet etmiş; Alevi zümre, mezhep ayrılığı ve baskısı yüzünden ancak kırsal kesimlerde barınacak yer bulabilmiş, cem törenlerinde dedelerden Alevilik öğretisi almış, cemevlerinde ibadet etmişlerdir. Sünniler, Kur'an'ın zahiri (dış) anlamını, Aleviler batinî (iç) anlamını uygulamıştır.

Sünni haremlik-selamlık olurken, Alevi kadın-erkek bir arada ibadet etmiştir. Sünni, müzik ve semahı yasaklamış, Alevi müzik ve semahlı ibadet yapmıştır. Sünni ibadet yerine cami, Alevi ise cemevi demiştir. Sünni namaz kılmış, Alevi niyaz eylemiştir. Sünni, namazını duvara karşı yapmış, Alevi cemal cemal'e (yüzyüze) yapmıştır. Sünni hacı olmak için Kabe'ye gitmiş, Alevi ise insan gönlünü Kâbe bilmiş, ziyaret etmiştir. Camiye suçlu-suçsuz herkes girebilir, cemevine suç işlemiş, edep dışı davranmış kimse giremez. Cami, namaz kıldıktan sonra çıkılan yer; cem, herşeyden önce hesap yeri, küslerin barıştırılması, hakkın alınması, suçlunun cezalandırılması yeri oluyor. Cem'den amaç HAK-MUHAMMED-ALİ'ye verilen ikrarda durarak, dirliği, düzenliği sağlamak, adaleti temin etmek, insana saygı ve sevgiyi aşılamak, huzurlu, dürüst, çalışkan bir topluluk oluşturmaktır. Alevilik'te asıl ibadet, asıl abdest ve namaz DOĞRULUK'tur. İnsanda kötü huy bir illettir. İlletli ister Kâbe'ye varsın, ister mescide, ister suyla yıkansın, ister selle, neye yarar? Aleviliğin bu yorumunu Yunus Emre şöyle özetler:

Abdestimiz, namazımız, doğruluktur taâtımız

Aşka bağladık safımız, safımızdan kim ayıra

Gerek Kabe'ye varalım, gerek mescide girelim

Gerek su ile yunalım, çün bile illetimiz

Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığım namaz değil

Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil

Yol odur ki doğru vara, göz odur ki Hakk'ı göre

Er odur alçakta dura, yüceden bakan göz değil

Alevi, Sünni ayrımının Türk Toplumuna verdiği zararlar nelerdir? Sizce Türkiye'de bu meselenin çözümü için neler yapılmalıdır? Kimlere ne gibi görevler düşmektedir?

Türk toplumu, Alevi-Sünni ayrılığından gördüğü zararı hiçbir düşmandan görmemiştir. Nerede, ne zaman, hangi konu konuşulursa konuşulsun, kesinlikle orada bulunan biri zıp diye ortaya fırlar, "Şu Aleviler-Kızılbaşlar varya... " diye bir lakırdı atar halkın içine ve dünya sözlüklerinde ne kadar çirkin sözler varsa sayar, bunları Alevilere mal eder, dinliyenler de bunu sahi sanır, inanırlar ve Alevilere kin, nefret ve düşmanlık duyguları yoğunlaşır insanların. Yazık değil mi, ayıp değil mi ki camide kışlada, okulda, toplantılarda ulu orta bu iftiralara, Allah'tan korkmadan, kuldan utanmadan yüzyıllardır devam ediliyor!

Yüzyıllardır, bir takım edepsiz yobazların Aleviler aleyhinde yazdığı sayısız kitaplar mevcuttur. Sadece bunların adını ve uydurdukları iftiraları bugün derlemeye güçünüz yetse, bunlar onbinlerce cilt yapar ve kitaplıklara sığmaz. Hal böyle olunca, Alevi-Sünni ayrılığı, düşmanlığı nasıl ortadan kaldırılabilir? Buna olanak yoktur. Yalnız, iki tarafın da aydınları el ele verir, yobazlığa ve bölücü yayınlara karşı dururlarsa, belki iki mezhep arasındaki düşmanlık ortadan kalkar; insanlarımız kardeş olduklarını anlarlar, Alevi-Sünni dedikodusuyla vakit öldüreceklerine, herkes kendine düşen ödevi yerine getirir, çalışır, çağdaş uluslar düzeyine geç de olsa ulaşırız.

Sanırım Alevilik-Bektaşilik-Sünnilik konularında araştırmalar yapan Alevi kökenli yazarlar ve dedeler içinde en fazla yabancı dil bilen kişisiniz. Sevgili Yaman, hangi yabancı dilleri biliyorsunuz? Bunları öğrenmeye nasıl yöneldiniz?

Yabancı dil öğrenmeyi çok seviyordum ve İmam-Hatip okulunda üç yabancı dil (Arapça, Farsça, İngilizce) öğrenme zorunluluğunu da fırsat bilerek gece gündüz demeden kendini bu dilleri öğrenmeye adadım. Okulda verilen dil derslerini yeterli görmeyip, Farsça için İran İlkokulu'nda açılan kurslara, İngilizce için İngiliz Kültür Heyeti'nin kurslarına, Arapça için Arapça dersler verilen birçok yerlere devam ettim. Liseyi bitirince bu her üç dilden kurslar açtım, öğrencilerime öğretirken kendim de yabancı dillerimi pekiştiriyordum. Rehberlik kurslarını bitirip, turist gezdirmeye başladım. Böylece, gramerimin iyi olması yanında, pratiğimi de geliştirdim. Liselerde Din Derseleri öğretmeni olduğum halde, okul yöneticileri İngilizce ders vermemi de istediler ve yıllarca İngilizce okuttum. Bakırköy İmam-Hatip Lisesi'nde Arapça, hadis, tefsir dersleri okuttum. Yabancı dil ancak her gün yazılır, okunur, konuşulursa öğrenilebilir. Ben de öyle yaptım ve her üç dilin de gramerini, okuma, yazma ve konuşmasını biliyorum. Osmanlıca da öğrendiğim için, en eski kitapları rahatça okuyabiliyorum. İlk çevirdiğim Osmanlıca kitap da Seyyid Nizamoğlu'nun Divan'ıdır. Fakat, ne yazık ki koskoca bir ömür geldi geçti de, Alevi toplumu benim bu konuda daha çok hizmet vermemi bir türlü düşünmedi, harcandım gittim. Oysa eski yazılı Alevi kitaplarını yeni yazıya kazandırıp, kültürümüze katkıyı çok isterdim. İyi düşünülürse, toplumumuz bu kadar yabancı dil bilen insanı zor yetiştirir.

Alevilik-Bektaşilik-Sünnilik gibi son derece uzmanlık gerektiren; tarihsel, sosyal bir alanda, yabancı dil bilmek temel zorluklardan birisidir. Birçok yabancı dil bilmenizin bu arada iyi derece Osmanlıca bilmenizin araştırmalarınıza katkıları neler olmuştur. ?

En azından Doğu ve Batı dillerinden birer tane (özellikle Arapça ve İnglizce) bilmeyen bir araştırmacının, gerçek bir araştırmacı olamayacağı kuşkusuzdur ve yapacağı çalışmalara da güvenilemez. Zaten, yabancı dil bilmeyenin kendisi de rahatsız olur, aradığı belgeleri bulamaz, gerçeğe erişemez. Bu bakımdan, insanlara gerçekleri öğretmek isteğinde olanların önce yabancı dil öğrenmesi şarttır. Ben üç yabancı dilin yanısıra Osmanlıca'yı da

bilmeseydim, Alevilik-Sünnilik konusunda yazılmış altı yedi yüzyıllık eski kaynaklara erişemez, onları okuyamaz ve büyük bir boşluk içinde kalırdım. Şimdi ise, çok rahat olarak Yunus'u, Kaygusuz'u, Hz. Pir Hünkar'ın Makalatı'nı, Nesimi'yi, Virani'yi, Yemini'yi, Fuzuli'yi okuyabiliyor, günümüz diline aktarabiliyorum ve sanki onlarla görüşüp sohbet ediyorum ve mutlu oluyorum, duygulanıyorum.

Şimdiye kadar günümüz Türkçesine kaç eser kazandırdınız? Bu alanda hali hazırdaki çalışmalarınız nelerdir?

Şimdiye kadar (1970-1995 yılları arasında) yirmibeş yıl içinde, öğretmenliğimin yanısıra maddi sıkıntı ve ağır hayat koşullarımın paralelinde, susuz ve uykusuz kaldım çalışarak şu kitapları yayınlayabildim.

Karaca Ahmet Sultan Hazretleri, Seyyid Nizamoğlu, Alevi-Sünni Kardeşliği, Makalat ve Müslümanlık, Hıdır Abdal Sultan ve Ocak Köyü, Alevilik (İnanç-Edeb­-Erkan), Erdebilli Şeyh Safi ve Buyruğu, Onaltıncı Asırda Rafızilik ve Bektaşilik, Seyyid Ebü'l-Vefa Menakıbı.

Hazırlıkları hemen hemen bitmek üzere olan diğer çalışmalarım da şunlardır:

Hüsnüye (Mısır'dan getirilen asıl nüsha), Virani Buyruğu, İmam Cafer Buyruğu (Eski, asıl nüsha), Şahkulu Sultan'ın Tarihçesi, Karyağdı Baba, Otman Baba Velayetnamesi. Bunların yanısıra, köylerimizden topladığım çok sayıda el yazması cönklerde bulunan çok güzel deyişlerimizi bıkmadan usanmadan yeni yazıya çevirdiğim gibi, her ocaktan dedelerimizin bana getirdikleri şecereleri de yeni yazıya çevirmeye çalışıyor, yaptığım bu hizmetinde toplum açısından yararlı olacağına inanıyorum.

Alevi-Bektaşi inanç kültür ve felsefesiyle ilgili tarihi öneme sahip Osmanlıca veya diğer dillerden çevrilmeyi bekliyen birçok kaynağın olduğunu duyuyoruz. Sizin bildiğiniz çevrilmeyi bekleyen en temel eserler nereldir? Bu konuda bize bilgi verebilir misiniz?

Alevi-Bektaşi inanç, kültür, tarih ve felsefesiyle ilgili tarihi önemi olan Osmanlıcaya da başka dillerden çevrilmeyi bekleyen değerli, temel kaynak yapıtların sayısı belli değildir, yani çok sayıda eser mevcuttur. Dünya ve Türkiye kütüphanelerinde bir taramaya girişilse, hepsinin sadece adını bulmak bile yıllar alır. Alevi-Bektaşi toplumu geç kalmış da olsa, bundan sonraki yıllarda bu eserleri araştırıp bulacak ve de Türkçe'ye kazandıracak erler yetiştirmesi gerekir. Bunun için okul, araştırma enstitüleri açıp, Osmanlıca yabancı dil bilen bir kadro yetiştirmek zorundayız. Eğer bunu yapamazsak, cemevlerinde, vakıflarda, dergahlarda sabahtan akşama kadar fasa fiso lakırdılarla, boş sözlerle vakit öldürürsek, 1400 yıldır neysek, yine aynı kalırız, o canım kültürümüzü, benliğimizi kendi ellerimizle yok etmiş, dosta­düşmana karşı gülünç duruma düşmüş oluruz. Çünkü, inancını, yolunu-erkanını, kültürünü, törenlerini, kişiliğini, kısacası KİMLİĞİNİ yitirmiş, sırf çıkar hesapları (şöhret ve servet) peşine düşmüş, ruhunu şeytana satarak kendini utanç pazarına sürmüş ağalardan (!) ALEVİ toplumunun beklediği hiçbir şey kalmamıştır.

Bence günümüz diline çevrilmeyi bekleyen temel eserlerden bazıları şunlardır:

A- OSMANLICA, ARAPÇA, FARSÇA ESERLER: Cavidan, Miftah-ül-Hayat, Işk-Nâme, Hutbetül-Beyan, Cabbar Kulu, Mir'at-ül-Makasıd, Hamza-Nâme, Battal Gazi, Ebu Müslim, Ruâle-i Nokta, Türab-Nâme, Bektaşi Makalâtı, Bektaşi Sırrı, Tarikat-ı Aliyye-i Bektaşiyye, Hızır Nâme, Vahid Lütfi Salcı'nın tüm eserleri, Müdafaa, Nehç-ül Belâga, Menakıb-ül-Esrar, Behcet-ül-Ahrâr, Otman Baba Velayetnamesi, Büyük Buyruk, Küçük Buyruk, Hüsniye (Bunların asıl nüshaları bulunup çevrilmeli), Fazilet-Name vb.

B- AVRUPA DİLLERİNDEKİ ESERLERİ: Brown'un Bektaşilik konusundaki eserleri, Rose'un "The Dervishes" adlı eseri (Oksford Press, 1927), Hurufilik'le ilgili iki el yazması (Paris Bibliotheque Nationale'da. 1898), Ordens der Bektaschis (Prof. Jacob, 1908), The Bektashi Orders Of Dervishes (J. K. Birge, 1965), Bektaşilik Tedkikleri (F. W. Hasluck, R. Hulusi Osmanlıcaya çevirdi, 1928), Die Tahtadji (V. Luschan, 1891), Les Originer du Bektachisme (Prof. F. Köprülü, Paris-1926), Les Passion de Hallaj (L. Massignon, Paris, 1975)

 

C- ÇEŞİTLİ MAKALELER: Anadolu'da İslamiyet (Prof. F. Köprülü, Darül-fünün Ed. Fak. Mecmuası), Anadolu'da İslamiyet (F. Babinger, Dar-ül-Fünun Ed. Fak. Mec. sene:2, sayı:3, 1338), Anadolu'da Dini Ruhiyat Müşahedeleri (Prof. H. Z. Ülken, Dar-ül-Fünun Ed. Fak. Mec. sene:2 sayı:3, 1338), Kolonizatör Türk Dervişleri (Ö. L. Barkan), Tekke Aleviliği-İçtimai Alevilik (Baha Said, Türk Yurdu Mec. c:4 Sayı:21-23, yıl:1926) ve İstanbul Ün. Ed. ve İlahiyat Fak. Mecmualarında Alevilik-Bektaşilik konusunda, günümüz araştırmacılarının ne yazık ki henüz erişemedikleri yüzlerce değerli makaleler.

 

Hem yazar, hem de dede olan bir araştırmacı olarak Alevi-Bektaşi

inanç kurumlarındaki yozlaşmanın nedenlerini nelere bağlıyorsunuz? Başta dedelik olmak üzere Alevilik-Bektaşilik ile ilgili aksıyan yönler sizce nasıl giderilebilir?

Horozun çok olduğu yerde, erken sabah olur. Şu günlerde toplum içinde o kadar çok sayıda dede, yazar, önder türedi ki, gerçekten kimin ne olduğunu anlamakta halkımız şaşkınlık içinde. Alevi-Bektaşi inancını ve felsefesini kendi ağa keyfine göre, yalan-dolan demeden türlü türlü, ayrı ayrı saçma-sapan yorumlarla yaymakta olanların sürüsü arttı. Bunlar televizyon kanallarına tırmanıyor, kitap ve gazetelerde boy boy resimleriyle bilimsel (!) açıklamalar yapıyor, birinin anlattığı öbürünü tutmuyor, böylece Alevilik ne idüğü belirsiz bir şeymiş gibi bir imaj yaratılıyor, böylece ün ve çıkar peşinde koşan birkaç düzenbaz şarlatanın elinde bu güzelim felsefe oyuncak haline getirilip yavaş yavaş yozlaşmaya doğru götürülüyor. Ama ben şuna inanıyorum ki günü geldiğinde uyanmasını bilen bilinçli, inançlı ve kültürünü ruhunun ta derinliklerinde hisseden Alevi halkı, bu yol-yordam sapkınlarının maskesini yere düşürecek, asıl suratları görünecek ve Alevilik yeniden özüne dönecektir. Bu da, okuma-yazması dahi olmayan ya da akademik kariyeri olsa da Aleviliği ve Alevileri sömürenlerin içimizden temizlenip, yerlerine gerçek bilim adamlarımızın, inançlı, edepli, kültürlü insanlarımızın önderliğimizi üstlenmeleriyle gerçekleşecektir.

 

Söyleşi: 1995, İstanbul

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile