MUSTAFA ULUÇAM

(HÜSEYİN ABDAL OCAĞI – DERİMLİ (KÖRKÜTÜ) KÖYÜ / DİVRİĞİ / SİVAS)

 

(1956 –  27 Aralık 2008)

 

AYHAN AYDIN

 

Mustafa Dede’yi on yıl önce tanımıştım. Kendisiyle çok sohbetim, söyleşim olmuştur. Kendisinin de ifade ettiği gibi bildiğimiz manada dedeliğe yani cem yürüten talip üzerine çıkan tarzdaki inanç önderliğine de, bugün bir çok dede gibi son yirmi yılda, on yılda başlayanlar gibi, “yeni” başlamıştı. Elbetteki o doğduğundan itibaren bir dede evladı olarak, bir ocakzade olarak, sazlara, cemlere aşina birisi olarak çoktandır bu yolun yolcusuydu. İlk söyleşilerimde de çeşitli kerametlerden vs. bahsederdi. Mustafa Dede dedelerin birlikteliğine inanan bir inanç insanıydı. Geçimin, yaşamın zorluklarını yaşamış, gönlünde Pir Sultanların sevgi çağlayanı akan, özü ve gönlü temiz bir inanç önderimiz olarak Mustafa Uluçam aslında çok da köklü geleneğin canlı bir şekilde yaşadığı bir yöreden çıkıp gelmişti. Aşık Ali Metin Dede’yle muhabbetinin olduğunu iyi biliyordum. Sazı ve sözüyle ve hele genç, pırıl pırıl oğlu Ozan’la birlikte nefeslerimizi, çok iyi yorumluyordu.

Birçok Anadolu gezisinde en azından “dede taslaklarının” yanında bir dede kimliği ve kokusu olan değerlerimizden birisi olarak gittiği yerleri “şenlendirirdi”.

Kendisi tevazu sahibi bir insandı. Cem Radyo’da ve Cem Televizyonu’nda çeşitli programlar yaparken kibirlenmeden işini yapması güzeldi.

Ama ben onu daha önceki önemli bir çalışmasından da tanıyordum. Bir kez de kendisini evinde ziyaret etmiştim. Mustafa Dede evlerde insanlara çeşitli eğitimlerin verilmesi gençlere nasihatlerde bulunulması konusunda da yine aynı tevazuuyla çalışmalar içinde yer aldı, elbette yanından ayırmadığı kutsal bağlamasıyla. Onu birçok canın evinde bir şeyler anlatıp, olumlu bazı görüşler ortaya sermesiyle hatırlayanlar olacaktır.

Cem Vakfı’nın naçizane emektarlarından ve hemen hemen de en uzun süre çalışanı olduğum için (bu birliktelik 5 Aralık’ta benim iradem dışında sonlandırıldı) onun, Vakıf içindeki ve kuruşunu gün gün anlatabileceğim Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı’ndaki yapıcı çalışmalarından dolayı da çok iyi takip ettim.

Mustafa Dede kendisini yetiştirip eksikliklerini giderebilen, atalarından aldığı iç duyguyla yüklü ocakzadelik kurumuna layık olmaya çalışan, her zaman biraz da gizemli birisi olarak dolaşan, verilen görevleri yapma gayretinde olan değerli bir dedemizdi.

Ölümüne çok üzüldüm. Birçok söyleşimden deşifre edip zaten burada yayınlamayı planladığım ikisini sizlerle paylaşıyorum.

Sevenlerinin, ailesinin, Alevi Bektaşi camiasının başı sağ olsun, diyorum. Işıklar içinde nefesler, deyişler içinde yıldızlardan bize biraz da, hafif karamsar, hafif alay eder gibi, biraz da gülerek bakan dedemi saygıyla selamlıyorum.

 

 

Efendim her şeyden önce hoş geldiniz. Merhaba diyoruz Mustafa Uluçam dedemize kendisiyle daha önce iki radyo programında beraber olma şansına ulaştım. Umarım o konuşmaları da değerlendiririz. Fakat şimdi yapacağımız söyleşi metnimiz tamamen hazırlıklar içerisinde bulunduğumuz Alevi inanç öncüleri dedeler ne düşünüyor, dedelerin görüş ve düşünceleri kitabında kullanılmak üzere yapılacak bir çalışmadır. O programlarda da söylediğimiz gibi elbette bu inancı bu kültürü sürdüren değerlerimiz dedeler, babalar, aşıklar, ozanlar var. Onların fikirlerini derleyip toparlamak araştırmacıların hizmetine sunmak, gençlerin hizmetine sunmak da önemli bir görev. Ben bu önemli görevi gördüğüm için bu çalışmayı yapıyorum. Umarım halkımıza yararlı bir çalışma çıkacak bu uğraşlarımızın sonucunda.

 

Her şeyden önce tabi bir söyleşi olması manasında sizi tanımakla başlayacağız Mustafa Uluçam dede kimdir, nerede, kaç yılında doğmuştur? Yaşamının kesitlerini   alarak söyleşimize başlayalım efendim? Teşekkür ederim. Ben 1956 Divriği’nin eski ismi Körkütü yeni ismi Derimli Köyü’nde doğmayım. İlkokulu köyde okudum. Daha sonra gurbete geldim. Gurbette uzun bir zaman aralarda falan çalıştık belirli bir mesleğimiz, işimiz yoktu. Sonra triko mesleğine başladım ve burada çalıştım. İki sene kadar burada kaldım. İki sen sonra tekrar memlekete gittim. Memlekete gittiğimde babamı kaybettim. On üç on dört yaşımda babamı kaybettim. Tekrar İstanbul’a döndüm bir daha memlekete dönmedim, gelişim o geliş. Dedelik, altı erkek kardeştik biz. Biri Hakk’a   yürüdü. Beş erkek kardeşiz şu anda ben bu kardeşlerin en küçüğüyüm.

 

Evet  ben o zaman şöyle anket tipide uygulama açısından dedeliğe gelmeden diğer bilgileri alayım sizden. Yani on üç yaşından sonra dönmediniz. Peki daha sonradan duydunuz ya da biliyorsunuzdur, sizin köyünüzün civarında başka Alevi köyleri var mıydı? Vardı. Genel de Alevi köyüydü köyümüzün civarı.

 

Hatırladığınız isimler? Timisi var büyük köylerden. Mustafa Timisi’nin olduğu köy. Tuğut var, Hanzahar var, Bireksit var, Kömek, Kirkidi, Halla, Olukmak, eski isimlerinin kullanıyorum yenilerini ben de pek bilmem ya, bu köyler vardı.

 

Peki dede ocağınız Aleviler, dedeler tabi ki belli ocaklara bağlıdır. Hangi ocağa mensupsunuz? Hüseyin Abdal Ocağı’na bağlıyız.

 

Hüseyin Abdal  ocağına bağlı bir dede olsanız da Alevilikte yeri olan bir pirlik makamı var. Sizin de bir piriniz var. Piriniz hangi ocaktan geliyor? Pirimiz kendi ocağımızdan. İç bünyemizde pirliği kullanırız.

 

Rehber? Rehber de kendi ocağımızdandır.

 

Mürşidiniz? Mürşit te kendi ocağımızdandır.

 

Köyünüzde, bölgenizde bir türbe, yatır, ziyaret yeri var mı? Var tabi. Köyümüzde Arap isminde bir türbe var. Ben geçen sene gittiğimde araştırma yaptım o konuda. Bana anlatılan orada bir Arapın görüldüğü söyleniyor. İşte orada biraz  ahır bölümüne yakın bir yerde o hayvanları rahatsız ettiğini, onu rahatsız ettiğini oranın boşaltılmasını söyleyenler var. Köyün içinde bu var. Biraz üst tarafımızda Gazili diye bir şehitlik var. Rivayet olunur ki tarihçesini pek bilmiyoruz ama bana verilen yanıt Battali Gazi’nin askerleri  rivayet olunur. Bu da işte hasat mevsimi başlamadan önce, ot mevsimlerinde, köylü oraya çıkardı orda bir ziyaretini yapardı, bir kan akıtırdı ve hasat mevsimine başlardı. Gazili var bildiğim o. Bize yakın ziyaretlerimiz bir de Kızıldağ mevkii var. Kızıldağ mevkiinde de bir yatır var. Fakat onun  da  kesin bir şeyi bilinmiyor. Battali Gazi’nin babası Hüseyin Gazi’nin bir kolu, eli burada kalmıştır. Burası bir yatır olmuştur, denir. Kesin tarihçesini bilmiyorum. Fakat son zamanlarda oraları tamamen dağıtmışlar bir takım şeyler aramışlar. Mezarları falan dağıtmışlar. Köyümüzdeki ve çevremizdeki yatırlar bunlar.

 

Peki ailenin en küçüğü olduğunuzu söylemiştiniz. Şu anda medeni durumunuz? Evliyim efendim.

 

Kaç çocuğunuz var? İki çocuğum var. Bir kız, bir erkek.

 

İsimlerini alabilir miyim? Gülçin, Ozan.

 

Peki dede eğitim durumunuz nedir? İlkokul mezunuyum.

 

Eşiniz Alevi mi? Evet. Ama onda biraz Bektaşilik eğilimi var.

 

Şu anda emekli misiniz dede? Hayır, emekli değilim.

 

Bir sosyal güvence var mı?  Sosyal güvencemiz yok. İşte devam ettirdiğimiz esnaflıktan dolayı bağ kurumuz var. Aşağı yukarı on sekiz on dokuz senelik bir mükellefiyetimiz var oraya. Bir emekliliğimiz yok.

 

Hanenizde hala kaç kişi var dede? Şu anda dört kişiyiz. Eşim ben ve iki çocuğum.

 

Okuyorlar mı çocuklar? Okuyorlar.

 

Hangi branşta? Kızım ticaret lisesinde okuyor. Ticaret lisesi ikinci sınıfta. Ozan küçük ilköğretim beşinci sınıfta daha.

 

Peki sizce Türkiye de ne kadar Alevi – Bektaşi vardır, tahminen? Şimdi efendim bunun bir neti yoktur ancak söylemceler yola çıkarak ben de herkes gibi söylüyorum. Ne kadar isabetlidir bilemiyorum. Yirmi, yirmi beş milyon civarı söyleniyor. Ama bunun kati net bir rakamı yok. Aslında ben  bu konuda özellikle emin olmak isterim. Aşağı yukarı emin olmak isterim muallaktayım yani öyle bir söylenti var.

 

Peki küçük yaşta babamı kaybettim, dediniz ama  biraz o pencereyi aralarsak, o eski günlere dönersek neler anlatırsınız. Çocukluk günleriniz de tabi daha çok Alevilik boyutunda yaşadığınız anılar nelerdir? Şimdi bu çok önemli tabi ki. Özellikle teşekkür ederim anlatmak istediğim şeyleri soruyorsunuz ve içimde bunlar aklıma geldikçe bir depreşme oluyor, kaynaşma oluyor. Bu duygular çok güzel duygular. Ben altı erkek kardeşin küçüğüyüm, dedim. Diğer ağabeylerim dedelikle pek ilgili değiller. Her halde ben küçük olduğumdan, babamın yanında fazla kalamadığımdan veya babamı fazla almadığımdan, babamı kaybettikten sonra çok düşünmeye başladım. Düşünürken babamın köyümüzdeki  insanlar, çevre köylerdeki insanlar babamın kerametini söylerlerdi. İşte dedenin kerametini gördük, dedeyi şöyle gördük, bu halde gördük, falan. Tabi ben çocuktum bunu algılayamıyordum fakat babamın ölümünden önce ben bazı şeylere tanık oldum. Babam ölümünden on iki gün önce, Hakk’a yürümeden on iki gün önce Hakk’a yürüyeceğinden bahsetti bana. Onu da algılayamıyordum ve netice de abim vardı köyde, okur yazarlığı yok, kulaklarından da  sakattı anadan doğma kulakları yok. Biraz da asabiydi   kulakları kapalı hava almadığından dolayı asabiydi. Olaylara sinirlendiği zaman babamdan çok korkar, çekinirdi. Bir huzursuzluk yapmaması için zaman zaman kafasını duvara dahi vururdu. Yani karşı tarafa bir taşkınlık olmasın, diye. Sinir sistemleri çok bozuktu. Netice itibariyle babam bana şöyle dedi; yavrum bundan sonra evin idaresini sen eline al, dedi. Abine fazla güvenme, dedi. Çünkü abimle aramızda çok yaş farkı vardı, abim en yukarıda idi ben en aşağıda idim yani o ilk çocuğu idi, ben son çocuğuydum. Yedi, sekiz, on çocuktan sonra. Şimdi bu benim garibime gitti neden abim idareyi almıyor da ben alıyorum, işte ev reisliğini yani? Babam bana anlatmaya çalıştı, dedi ki ağabeyin işte bu konulardan dolayı rahatsızdır, sen daha aklı başındasın ağabey sen idare et. Şimdiye kadar ben idare ettim, derdi. Ve bu on iki gün söyleminden sonra ağabeyimi kasabaya gönderdi. Malumunuz köylerimiz küçük köy yani köyde herhangi bakkal gibi veya bir manifatura gibi şeyler yoktu. Ağabeyimi gönderdi bir cenazeye ne gerekiyorsa kefen olsun, bez olsun,  sabun olsun, bunları aldırıp getirttirdi. Bunları görünce tabi hepten ilgimi çekmeye başladı, babama hepten yaklaşmaya, yakınlık duymaya başladım. Netice itibariyle bir gün dolaşıyorum  böyle köyün içinde falan, kapıda oturuyor babam, sordu dedi ki ne dolaşıyorsun yavrum, dedi. Dedim ki baba affedersin sözüm ona bizim tosun kaybolmuşta onu arıyorum. Öyle deyince kiminmiş o dedi. Kiminmiş o deyince ben kendime geldim. Çünkü ondan önce bana dedi ki: yavrum artık bana gelip şu iş oldu, bu iş olmadı, bu gitti, bu burada kaldı falan deme çünkü benim burayla ilişkimi kestiler, dedi. Beni öbür tarafa götürüp getiriyorlar, dedi. Bu öbür tarafa götürüyorlar, getiriyorların özellikle üstünde durdum. Öbür taraf dediğin yer neresi diye sordum, üstüne basa basa sordum. Annemin, babamın yanına gidip,  geliyorum, dedi. Sıkıştırdım cennete gidip geliyorum, dedi. Oraya götürüyorlar, ben misafirim oğlum artık burada, dedi. Babam son kalan son üç gün dört günde bitti tabi o zaman bitti. Fakat on iki gün sayılı aralarla söylüyor şu kadar günüm kaldı, diye. Bir arpa mevsimiydi, arpa biçme mevsimiydi bizim orda. Abim, yengem, çocuklar gitmişler arpa biçmeye ben de o arpaları taşırım affedersin hayvan getiriyor işte köye getiriyoruz, harmanda düğende sürüyoruz dövüyoruz, çıkarıyoruz işte onu. Netice itibariyle bir sabah tarlaya erken gittim, geldim ki tarladaki ırgatların yemeklerini götürüyüm. Babam dedi ki oğlum kahvaltı götürmene gerek yok çağır buraya gelsinler, dedi. Niye falan dedim? Dedi ki Sorgun’dan abin meyve getirsin. Sorgun diye bir mevkiimiz var orda da  bir kayısı ağacımız vardı. İşlek bir yol kenarıdır, rahmet olsun, dedem orada çeşitli meyveler yetiştirmiş ki etrafını da çevirmemiş herkes yoldan gelen geçen yesin, diye. Oraya; oradaki yoldan geçenler ne kadar sahipse biz de o kadar sahiptik, bizim olmasına rağmen sahiplenmezdik oradan meyvesini getirmezdik. Babam dedi ki; Sorgun’da kayısı olmuş abin gelsin alsın, eve getirsin, dedi. Ben şaşırdım, tepki verdim. Şimdiye kadar böyle bir şey olmamış şimdi niye oldu? Olsun sen git abini çağır gelsin, dedi. Gittim abime söyledim, abim de şaşırdı tepki gösterdi ama babamı çok severdik itaatimiz çok büyüktü. Abim geldi babam çocuklarla beraber oraya gönderdi eşi çocukları hepsini gönderdi topla getir, dedi. Abim söylene söylene gitti. Bir gün babam içeride yatıyor ben de odanın kapısını açtım içeri girdim babam birden irkildi bana baktı sen kimsin dedi, benim baba Mustafa dedim ve babam çok derinden içini çekti kapıyı kapat git, ben yatacağım dedi. Bunlar bana garip geldi tekrar gittim kapıyı açtım baba dedim, ses yok yaklaştım nabzına baktım nabız yok, kalbini dinledim baktım babam Hakk’a yürümüş. Kapı önünde komşuları çağırdım, Niyazi Dede geldi baktı Hakk’a yürümüş, dedi. Beni dışarı çıkaracaklardı ben çıkmadım kendimin bilincindeyim, dedim…

Daha sonra İstanbul’a geldik burada uzun zaman babamı düşündüm, babam öleceği saniyeyi biliyordu, niçin başında kimseyi bırakmadı? Babamı düşünürken kendimi bir yerlerde bulmaya başladım ve aşk-ı muhabbet oluşmaya başladı, birkaç kişiye sordum bana dediler ki; bu tür insanlar Hakk’a yürürken oradan karşılamaya gelirler, onlar rahatsız olmasın diye, kimseyi başında bırakmıyor ve biraz rahatladım ama bu beni bir yerlere kadar getirdi.

 

Amcalarınızdan veya o ocağa mensup başka insanlardan kendi ocağınız hakkında bir şeyler öğrendiniz mi? Babam, amcamlar anlatırlardı babam taliplere anlatırken duyardım. Kendisi özellikle kalkıp dedelik yapmaya gitmezdi, çağırırlarsa giderdi. Derdi ki; Pir Hünkar Hacı Bektaşî Veli’nin dergahı kapandı biz de gittiğimiz zamanda karşı taraf verecek o vermekle bizde almakla mükellefiz çünkü yol budur. Amcam bir tane idi o da yoksulluk nedeni ile okur yazarlığı yoktu. Bu konuda babam aktifti, amcam abdal yani saf ve temiz bir görünüme ve kimliğe sahipti.

 

Nasıl mesela? Yakın köyümüzde Abdal Dede var, Dersim tarafından Abdal Dede’nin talipleri var dedemle beraber Abdal Dede’nin taliplerine dedeliğe gidiyorlar. Talipler yanmış meşe közünü ortaya getiriyorlar. Diyorlar ki, dede, şunun üstüne çık otur, senin kerametini görelim, sana ona göre bağlanalım, inanalım, diyorlar. Dedem Abdal Dede’nin yanında kamber olarak gidiyor, dedem elini sokup onu düzeltiyor yani dedenin oturacağı hale getiriyor. Fakat dedem bunu bilinçli yapıyor, talipler görüyor diyor ki, kamber böyle ise dede nasıldır? Bu rivayet halen söylenir. Dedeme manevi olarak bağlanmışlar. Amcam da dedem gibi, son dönemlerde amcamla babamın kırgınlıkları olmuştu, babam amcamı şekillendirmeye çalışıyordu, kendi evine de sahip değildi. Amcam Ankara’ya geldi, babam anneme diyor ki; ben gidip abimi göreceğim, annem diyor ki, sen gidip görme taraftarı değildin ne oldu? Amcamın yerini, adresini bilmez Ankara’nın bir köşesine gidiyor, etrafına bakıyor ki amcam orada çorap satıyor, sarılıyorlar birbirlerine. On gün sonra amcam Hakk’a yürüdü, birkaç ay içinde de babam da Hakk’a yürüdü.

 

Sizin babanız erkan yürütmese bile dede idi, dedeniz de böyle bir erkan yürütme var mıydı? Çamşık’tan gelen kardeşleri olsun, amca çocukları ile beraber böyle bir erkanın içine girmişler.

 

Hüseyin Abdal hakkında bilgi verir misiniz, ne duydunuz onunla ilgili? Hüseyin Abdal Horasan pirlerinden, gelmiş buraya. Duyuyor ki Hünkar Hacı Bektaşi Veli kısmet dağıtıyor onun dergahına gelip kısmet istiyor. Hünkar Hacı Bektaşi Veli de yanmış bir çam parçası veriyor ona. Bunu götür, yol ağzına dik, oralara bostan ek, orada gelenleri irşat et, bu yeşerirse senin kısmetini vereyim, diyor. O şekilde yapıyor. Sonra rivayete göre bir atlı geliyor, atlıdan rica ediyor gel otur şurada burada bostan ye kavun, karpuz, salatalık ne varsa, diyor. O da yok acilen işim var, diyor gidiyor orada bir anlaşmazlık oluyor 99 tane oldu sende yüz ol kılıcı çekiyor vuruyor, şu emanetimi götüreyim ben bu işten vazgeçeyim geri dönüp ona bakıyor ki yeşermiş, pirim bu yeşerdi diyor, buna bir tahta kılıç veriyor al git irşat et bizi unutma, diyor.

 

Bir dede olarak siz ne söylersiniz, dedeler kimlerdir? Bence dede bir soydan olmakla beraber güneş gibi şefkatli, ısıtıcı olmalı, gece gibi örtücü olmalı, su gibi cömert olmalı. Dede sürekli kendinden ödün vermeli, toprak gibi turap olmalı. Yani iç bünyesinde kendi özünde bir çok kötülükleri bitirmeli, dede kızgın bir pota olmalı yani bir takım aşamadan geçmeli kendi özünü ortaya çıkarmalı. Dedelik sabır işi, insan-ı kamil işi, yani kendini arı duru etmeli.

 

Siz bir ocakzadesiniz ama belli bir zaman bu erkanları yürütmediniz siz dedelik hizmetini yürütmeye ne zaman başladınız? Fazla uzun zaman değil, kitapları okumam, bu işlere girmem, uğraşmam, babamdan aldığım bilgiler... Hacı Bektaşi Veli Allah’ı rüyasında görüyor batın aleminde diyor ki; ya Rabbim sana ulaşmanın yolu nedir? Diyor ki; bana ulaşmanın yolu halkın içinde uzun bir yol kat etmen, yani kendinden halka döneceksin, sonra Allah’a döneceksin. Benim eğer bir şeyler  bulmam gerekiyorsa halkın içinde uzun bir yol kat etmem gerektiğine inanıyorum. Yani benim inancıma göre halka hizmet Hakk’a hizmettir.

 

Sizce dedelik kurumu nasıl, ne zaman doğmuş? Hz. Peygamber’den, Hz. Ali Efendimiz’den bu yana mevcuttur. Zaten kopukluk olmamış, olsaydı evlat-ı resul olmazdı. Bence İslamiyet’in kuruluşu ile başlamış. Dedelik babadan oğula bire bir sözlerle bire bir gelmesi Hz. Ali Efendimiz’den sonra Kerbela olayı, dedelik o zamandan günümüze kadar geldi. Alevilik olduğu sürece, dünya var olduğu sürece, bu kurum bitmez.

 

Kendi ocağınızla ilgili babanızdan, dedenizden her hangi bir belge var mı? Bizim elimizde belge yok. Amcazadelerden Ali Metin Osmanlı arşivinde böyle bir metin çıkardığını söylüyor.

 

Secerenin olması sizin için önemli mi? Dedelik babadan oğula gelmiştir. On İki İmamlar’ın bir çok evladı vardı ama o yolda eğitimini o yolda bilgisi olan o yola uygun olan imam seçildi. Dedenin elinde yüz tane belgesi var ama bu konuma uygun değilse bir anlam teşkil etmez.

 

Dede olabilmenin koşulları nelerdir? Dede güneş gibi şefkatli, gece gibi örtücü, su gibi cömert olmalı. Dede bir öğretici bir toplumu eğitecek.

 

Atama yolu ile seçim olabilir mi mesela dikme dede nedir? Nesilden olması, Hz. Ali’yi incelediğiniz zaman insanlık timsali yani önce insan olmalı sonra İslam olmalı.

 

Musahiplik nedir, Alevilikte ki yeri nedir, sizin musahibiniz var mı? Benim bağlanmadığım musahibim var bu günlerde onu düşünüyorum musahipliğin içine girmek istiyorum. Musahiplikte olgunlaşmanın bir aşaması bir insan kendi nefsini kontrol etmeye çalışırken diğer üç canın da sorumluluğunu üstüne alacak çünkü birbirlerine sorumluluğu var onların yaptığı yanlış sana yansıyor.

 

Cem nedir, on iki hizmet kavramı nedir? Cem toplanma, bir araya gelme, birlikte olma anlamına gelir. Orada Allah’ı zikir etme var. Cemin içinde bugün tekbiri ile, rükuunu ile, secdesi ile namazı görebiliyoruz, bugün Sünni kardeşlerin yaptığı şekille tam anlamıyla uymasa bile içine baktığın zaman bunu görebiliyorsun. Cem ibadet şekli, bir zikir, yalvarış, yakarış şekli. Bununla beraber sosyal yaşam içinde kendi kendini sorgulama makamıdır.

 

Hizmet var, dedik onu biraz anlatır mısınız? Cem halini meydana getiren insanlara verilen bir hizmet sahipleri. Kapıcısı olacak ayakkabıları denetleyecek, gözcüsü olacak toplumu denetleyecek, zakir vardır saz çalar veya dedeye yardımcı olur.

 

Değişik cemler oluyor; görgü cemleri, Abdal Musa cemi gibi, bunların farkı nelerdir? Abdal Musa cemi, lokma cemi gibi bunların adı altında insanlar bir araya gelsinler hizmetlerini yapsınlar, diye söylenmiştir. Bunların içinde görgü cemi farklı, gördüğü kimsenin piri, mürşidi onun yol evladıdır. Özünü Hakk Muhammet  Ali meydanına koymak, dar-ı Mansur olmak, yaptıklarını anlatmak, suçlarını itiraf etmek, cemaatten helallik  almak vardır. Burada döktüğün varsa doldur, ağlattığın varsa güldür, denilir. Yani kendi kendisini öz eleştirisini yapar.

 

Cemlerde rehber var, ne demek rehber? Yolu erkanı çok iyi bilip, taliple dede arasında ilişki kurmak talibi getirip o aşamalara sokmak bilgilendirmekle mükellef kişiye rehber denir.

 

Kur’an’sız cem olabilir mi? Olmaz, cemin içinde bazı şeyler var yani Kur’an’dan alma bazı şeyler, Kandil gibi. Allah diyor ki aydınlık içinde ibadetlerinizi yapın, diyor.

 

Kur’an’ın hangi ayetleri okunuyor? Nur suresi, Tövbe suresi, Tahrim suresi.

 

Türkiye’de tek tip cem yapılabilir mi? Özlemim bu, bence olması gerekir. Cemaatte bu konuda çok sıkıntı çekiyoruz.

 

Alevilikte kul hakkı çok önemli, neden? İnsanlığın gereği, Alevilik dinin özü, insanlığın özü. Allah diyor ki; bana kul hakkı ile gelme diyor. İradeyi insana bırakmış.

 

Erenler evliyalar var. Bunların Alevilikte ki yeri nedir, Anadolu insanına bunlar neler getirmiştir? Alevilikte bunlar çok önemlidir. Bu ulular tüm insanlara çok şeyler getirmişlerdir, kendi özünde örnek olmuş bu insanlar. Hz. Hüseyin’e bakıyorsun Yezit çok güzel bir saltanat vaat ediyor. Ama İmam Hüseyin tarihin en büyük mücadelesini verdi, tüm saltanat vaatlerini eliyle itti. Hüseyin’in yolunu süren erenler, veliler de aynı şekilde insanlık adına işler yaptılar. Menfaate önem vermediler. Onlar bizlere örnek çok güzel bir yol kurdular. Bizler onlara çok şeyler borçluyuz.  İmlam Hüseyin orada yaptığı mücadeleyle insanlık alemine örnek oldu.

 

Farklı tarihlerde Muharrem orucu tutuluyor, farklı tarihlerde Hızır orucu tutuluyor, farklı tarihlerde nevruz var. Farklı yöreler bunu zenginlik olarak kabul edilebilir ama bu tarihler birleştirilemez mi, ortak bir tarih olamaz mı? Şu anda bu aşamada zor görünüyor. Çünkü insanlar, halk kafasında bir şey görmüştür ve yaşayarak gelmiştir, okuyup da kendini yenileyememiş veya kendini çağa göre getirmemiştir. Bundan dolayı kendi büyüklerinden gördüğü ve aldığı bilgilerin doğru olduğu kanaatine vardığından bizim toplumumuz bunu yapamayacak. Ufak ufak bu birlikteliği sağlamak için bazı kurallar koymak lazım ama zamanla bu yapılabilir.

 

Bizi aydınlattığınız için teşekkür ediyorum sağ olun. Ben teşekkür ediyorum.

 

Söyleşi: 04.02.2000, İstanbul

 

MUSTAFA ULUÇAM

 

Aydınlığımız, güzelliğimiz, aşkımız, sevdamız hep Türkiye’den yana, hep Türk insanından yana, hep Anadolu insanından yana.

Sabahın şafağında yola düşerler…

Onlar gazeteciler, onlar yazarlar, onlar aydınlar, onlar bilim adamları, onlar bu toprakları bu topraklar üzerinde yaşayan insanları sevenler…

Onlar vatanını canından çok sevenler, onlar Anadolu aydınlamacıları, onlar bizim aşkımız, onlar bizim sevdamız, onlar bu insanların bu toprakları insanlarının türküsünü söyleyenler…

Onlar bu topraklarda yaşayanlar için canını hiçe sayanlar Uğur Mumcular, Bahriye Üçoklar, Muammer Aksoylar aydınlar selam olsun aydınlara selam olsun yüreği insanlık aşkı ile atanlara selam olsun güzel Türkiye’mize.

Merhaba Sevgili Cem Radyo dinleyicileri ben Ayhan Aydın. Bugünkü Alevilik söyleşileri programımızı Uğur Mumcu’yu anarak başlamak istiyoruz. Uğur Mumcu’yu yine böyle karlı bir günde hain ellerin saldırısı sonucu kaybetmiştik, ama o kahpe saldırıda, o tüm yüreklerimizi parçalayan saldırıda, o saldırıyı düzenleyenler gerçekten de bir şeyi unutmuşlardı, gerçekten unuttuklarını şimdi anlıyorlardır. Hiçbir zaman gerçeklerin üzerine perde çekilemez, hiçbir zaman karanlıklar aydınlıklara hakim olamaz, hiçbir zaman insanların, ülkelerin bu düşünce dünyasını yaratanların sonu gelmez bu insanlar bu fikirler ölmez ölümsüzdür.

Bir Uğur Mumcu ölür bin Uğur Mumcu doğar…

Kitaplar vardır geçmişten geleceğe bu fikri, bu düşünceyi aşılayanlar vardır, bu köklü geleneği sürdürenler vardır. İnsanları, insanlığı kendi canından çok sevenler vardır… Bu ülkede helak olanlar vardır, Anadolu Türk kültürünü yaratanlar vardır… Atatürk devrimlerini yaşatmaya ant içmişler vardır…

O yüzden aydınlıklar karanlıklara mahkum olmayacak, o yüzden su gibi, ekmek gibi temiz, billur değerler yok edilemeyecek, o yüzden çocuklarımızın aydınlık geleceği yok edilemeyecek hepimizin sayesinde bizler bir olursak, bizler kötülüklerin karşısında, çirkinliklerin karşısında olursak hiçbir zaman aydınlık karanlığa mahkum olmayacak.

Aydınlar insanlarının, uluslarının, milletlerinin daha ileri, daha güzel günler görmesi için, daha güzel, demokratik ortamda yaşayabilmesi için canını bile feda etmeyi göz önünde bulundurarak vermiş oldukları çalışmalara çabalara hiçbir sınır tanımadan devam eden insanlar…

Elbette ki aydın sadece günümüzde yok aydın eğer mevcut bulunduğu toplumu daha ileri aşamaya götürmek isteyen insansa, edindiği bilgileri diğer toplum kesimleriyle paylaşmak isteyen insansa, okuduğu ile, duyduğu ile, hayat tecrübesi ile yüklendiği bütün güzellikleri paylaşmak isteyen insansa, yüzyıllar boyunca aydınlar var olmuşlar, düşünürler var olmuşlar bilge insanlar var olmuşlar, yazarlar var olmuşlar, ozanlar var olmuşlar…

Anadolu toprağına doğru gözünüzü çevirdiğinizde de yeryüzünde bütün insanlık aleminin görmüş olduğu aşamaları bizim toplumumuzun da geçirmiş olduğunu görmek şaşırtıcı değil elbette.

Anadolu kutsal ve bereketli bir toprak, bu toprakta sayısız ulus var olmuş fikirlerini, görüşlerini bir birine aktararak bugünlere kadar getirmişler. Çünkü Anadolu’nun on bin yıllık bir geçmişi var, uygarlık tarihi var.

İşte Anadolu’da da Mustafa Kemal’in başlatmış olduğu devrim hareketini, aydınlanma hareketinin öncüleri bu hareketi başlatanlar var olduğunu unutmamak gerekir. Yani toplum koyu bir taasup içinde iken bile yine toplum içerisinde sivrilen kimi değerler, kimi toplum kesitlerinin öncüleri yine o insanlara ışık vermişler, o insanları aydınlatmışlar, o insanlara önder olmuşlar, Anadolu’da bu aydınlanmayı sağlayanların öncüleri var eğer bugünlere gelebiliyorsak birilerinin daha çok çalışması, daha çok çile çekmesi ile olmuştur.

Dedeler, Babalar, Ozanlar, Aşıklar, Bilgeler...

Anadolu halk filozofları, onlar bugünkü yaşamımıza zemin hazırlayan ana damarlar Hacı Bektaşî Veliler, Pir Sultan Abdallar, Yunuslar, Abdal Musalar…

Yüzlerce eren ve evliya bunlar. Fikirleri ile, görüşleri ile çağının aydınları. Yaydıkları düşüncelerle çağını aşarak günümüze kadar gelmişlerse o dönemin aydınları da bunlar yani o dönemde topluma ışık taşıyanda bunlar. İnançları uğrunda asıldı, inançları uğrunda derileri yüzüldü deniliyor ama o dönemdeki hakim fikre ve görüşe karşı geldikleri için daha doğrusu doğruları söyledikleri için aydın kimlikleri ile cezalandırdılar.

Hizbullah yani Allah’ın taraftarı Allah’ın partisi manalarına gelen bir sözcük. Şimdi Tanrı, yaradan, bütün sevgilerin odaklandığı bütün insanların gönüllerinin en ince yerlerinde en güzel duygularını kümelendirdiği bir kavram. Yüzyıllar boyunca ona deyişler söylenmiş, ona ibadetler yapılmış, o çağrılmış ve esirgeyen olarak bilinmiş. Böyle bir kavramı kendilerine bayrak yapıp, isim yapıp, kalkan yapıp, giriştikleri cinayetleri, insan hafızasının almayacağı bu insanlık dışı hareketlere rağmen yine ısrarla o kavramı kullanmakta devam ediyor, yine birileri de o düşünce ve o düşünce ekseninde olan fikirlere belli bir hoş görü ile bakabilme düşüklüğünü yapabiliyorlar.

Milliyetçilik; elbette ki yurdumuz, ülkemiz bir bütün biz burada yaşıyoruz Alevi’si ile Sünni’si ile, Türküyle, Kürdüyle… farklı siyasal görüşte olan insanları ile tabi ki bu toprağı seveceğiz, tabi ki bu topraklar için çalışacağız, tabi ki hainlik yapmayacağız. Çünkü vatana hainlik, millete hainlik kendimize hainliktir. Biz de bu devletin içindeyiz, biz de bu devletin bir ferdiyiz. O yüzden bütün olumsuzluklar hepimizi etkiliyor fakat birileri bu değerleri istismar ederek şovence işler yapıyor can yakıyor, can alıyor, öldürüyor.

Demek ki bazı kavramlar Türkiye’de karıştırılmış birbirine, birileri bazı kavramlara sahip çıkmış ve o kavramları kalkan yaparak altında çok cinayetler işlenmiş altında çok olumsuzluklar yaratmışlar, Uğur Mumcudan daha mı milliyetçi bazı katiller, bunu sormak lazım, değil.

Demek ki yurdunu seven, toprağını seven, insanını seven değerler yaşatılacak.

Bazı kavramlarında altına artık sığınılmasın dini kavramların, dini değerlerin istismarı yapılmasın, insanlık değerinin istismarı yapılmasın kimin daha milliyetçi, kimin daha dindar, kimin daha maneviyatçı, kimin daha insanlara yararlı işler yaptığını kimse bilemez bunun bir kıstası yok.

Biz Anadolu toprağında olan Alevi Bektaşi düsturunda olan bir şeye gideceğiz özümüzü dara çekeceğiz ve kimse hakkında kötü söz söylemeyeceğiz. Bu kavramları da yersiz kullanmayacağız bilinçli kullanacağız bunu herkes için söylüyoruz.

 

Mustafa Uluçam dedemiz ise yine aydın kimliği ile inanca bağlılığı ve inancı yürütmesi ile bize yine değerli bilgiler ve fikirler verecek hoş geldiniz. Hoş bulduk sağ olun.

 

Her halde bu duygulara Mustafa Uluçam dedemiz de katılacaklar? Evet katılmamak mümkün değil. Dünya var oldukça aydınlar var olacaktır, elinde meşaleleri sürekli aydınlığa doğru koşacaklardır. Bazı karanlık güçler bunları engellemeye çalışacaklardır, ama benim kanaatim, güçleri yetmeyecektir. Bu bir bayrak yarışı olacaktır biri bırakıp diğer bir aydın alıp devam edecektir.

 

Kini, kibiri, kötülüğü yüreğimizden atmak lazım elimizi temizlemek yetmiyor değil mi Mustafa Dede, söyleyeceğiniz bir şey var mı? Çok güzel açıkladınız. Ancak sevgi Allah’ın kendisidir. Yani Allah hep sevgiden yanadır. Bu sevgiyi Hz. Peygamber aracılığı ile On İki İmamlar Anadolu’daki seyitler, dedeler günümüze kadar gelmişlerdir. Alevi toplumuna bakıyoruz toplumda yanlışlık, kötülük yoktur, yani hep mazlum olmuş zalim olmamış. Zalimlikte sevgi yoktur, çünkü zalimliği Allah benimsemiyor. Bundan dolayı güzellikler ortaya çıkmıştır.

 

Devletten beklentilerimiz var ama vatandaşların da inançları gereği cemevlerine, bu mekanlara sahip çıkmaları gerekiyor. Çünkü bu mekanların yükselmesi sonucunda Alevi’si ile Sünni’si ile gençlerimiz, çocuklarımız bir takım kavramları daha güzel daha yoğun şekilde duymaya başladılar. Hızır İlyas lafını, nevruz lafını, Muharrem lafını daha çok duymaya başladılar. Çünkü bu mekanlarda Hızır lokmaları dağıtılır, aşureler dağıtılır, cemler yapılır, dedeler, ozanlar, aşıklar, zakirler bir araya gelir… Bu güzellikleri bu mekanlarda daha çok yaşanır hale gelince buralar inancın, kültürün gözeleri haline gelmiş oluyor. Bu nedenlerle bu mekanların bir an önce tam anlamıyla fonksiyonlarını yerine getirebilmelerini sağlamak amacı ile bitirilmesi gerekir.

 

Mustafa Uluçam Dede de cem evleri konusunda bir şeyler söyleyecek çünkü buralar insanların bir araya gelip kaynaştığı sorunlarını gidermek için başvuru mercileri olmuş buralardaki yöneticiler yazarlar, dedeler o insanların sorularını yanıtladıkça bilgi verdikçe tam bir kültür inanç merkezleri konumuna doğru bürünüyorlar sanırım öyle mi? Evet katılıyorum. Alevi toplumu daha önce bilindiği üzere köylerde idi, köylerde de bu etkinlikler yapılıyordu, taliplerin dedeleri geliyordu cemini yapıyordu. Ancak köylerden kente geldiğinde burada bir karmaşa oluştu yani toplanacağı, ibadetini yapacağı, cemini yapacağı, kurbanını keseceği bir yer bulamadı, burada cem evleri ortaya çıktı ve cem evlerinin değeri ortaya çıktı. Cem evlerinin yapılması gerekir ve başında sağ duyulu çağdaş, aydın, bilimli dedeler veya yöneticilerin olması hep birlikte plan, program dahilinde bu toplumu bir yere götürmesi gerekir. Benim kanaatim; cem evini yapıp ortada bırakmak, işlevini yapmamak da bir şey ifade etmiyor. Bunu ileriye doğru götürmek, sosyal faaliyetleri vermek, gençleri bilinçlendirmek, sokaktan ve bazı yerlerden kurtarmak, bunlar çok önemli. Devletten artık  ne kadar şey bekleyebiliriz bugün düşünemiyorum, çünkü geçmişte söz verildi yapılmadı belki oyalama taktiği olabilir, ama biz kendi el birliğimizle birliğimizi kurup gün yüzüne çıkarmak, bu cem evlerini topluma kazandırmak, artık kimselerden bir şeyler beklememek lazım. Gençlerimiz  inanç bilgilerinden yoksun çünkü birliktelikleri yok bunları en kısa zamanda cem evlerinde toplayıp bu bilgileri vermek.

 

Alevi Bektaşi ulularının dillerinden düşürmedikleri kavram Hızır İlyas, Hızır İlyas kavramı edebiyatımıza, inancımıza yerleşmiş, masallara, menakıpnamelere konu olmuş gerçekten zengin bir literatür oluşmuş bu konuda. Çok ciddi eserler ortaya konulmuş İslam Türk inançlarında Hızır yahut Hızır İlyas kültü Ahmet Yaşar Ocağın Türk kültürünü araştırma enstitüsü yayınlarından çıkan çok değerli kitabına malzeme olacak derecede geniş, burada Türk İslam aleminde tüm Türk dünyasında Hızır ve İlyasın nasıl anıldığını çok güzel şekilde söylüyor. Hızır ayağı vardır Hızır’ın uğrayıp geçtiği yerler vardır Hızır makamları vardır bunlara da geniş şekilde yer verilmiş bu kitapta.

 

Zulmet deryasına nur edip gelen

Hızır İlyas şah-ı merdan Ali’dir

Garibin mazlumun halinden bilen

Hızır İlyas şah-ı merdan Ali’dir.

 

Bugüne kadar Aleviler hep dar günlerinde zor günlerinde çağırıp yetişti ise bundan sonra da imdadımıza yetişir inşallah, yardım olsa da olmasa da biz cem evlerimizi yapacağız yılgınlık yok, inancımızı dün nasıl yaşadıksa bugün de yaşamaya devam edeceğiz.

 

Oruç

Allah irade sıfatını yalnız insanlara bahş etmiştir. İrade sadece insanlarda var işte oruç iradenin imtihanıdır. Kiminle kendi kendine hiçbir şeyle uslanmayan nefsin oruç ile ıslahıdır. Çünkü açlık had safhada iken yememek, susuzluk had safhada iken içmemek, iyilik için nefsin dizginlerini çekip iradeyi kullanmaktır, oruç. Yani vücuda aklın hükmüdür, kendi bedenine sözünün geçmesidir, oruç. Allah bir kutsi hadisinde oruç benim içindir onun mükafatını da ben vereceğim, diye buyuruyor. Niçin? Çünkü bütün ibadetlerde riya vardır ama oruçta riya kesinlikle yoktur. Niçin? Allah’la kul arasında olduğu için tamamen kendi rızalığıyla olduğu için, tamamen iradesiyle olduğu için, yeter ki oruç muazzam bedenin şuurlu olarak aşla yapılsın, sevgi ile yapılsın, sevda ile yapılsın. Eğer birilerine görünmek için yapılıyorsa bunun hiçbir anlamı yoktur. İşte Aleviler yalnız aç kalmak değil aynı zamanda acı arayıp onu doyurmanın da adıdır oruç. Gönül kırıyorsa, eli ile yanlış yapıyorsa, ayağı ile yanlışa gidiyor ise günlerce aç kalsa da amaçtan uzaktır, o oruç değildir. Hz. Peygamber efendimiz, bir çok oruç tutan vardır ki bunların alacağı sevap aç ve susuz kalmaktan bir şey değildir diyor. Çünkü oruç beden orucu, oruç gözün orucu, gafletten men olunmaktır, dilin orucu yalandan men olunmaktır, kulağın orucu yasaklanmış şeyleri işitmemektir. Nefsin orucu hırs ve şehvetten kendisini korumasıdır, kalbin orucu bütün nefsane duygulardan arınıp beşeri sevgiden uzaklaşmaktır, ruhun orucu dünya malına tamah etmemek sevgiye kavuşmaktır. Sırrın orucu Hakk’tan gayrısını görmemektir, batında ki oruç kalbe, ruha, sırradır işte orucu bütün bedenle tutmak gerekir.

Bugün Hızır orucu gelir, muharrem orucu gelir, cem evi ön plana çıkar. Çünkü bunu duyabileceği, öğrenebileceği tek makam o makamdır. Ne görsel basında, ne de gazetelerde tek kelime bulamazsınız. Ancak Hızır orucu Alevilerin yüzyıllardır tuttuğu yaşadığı hep dar günlerinde çağırdığı imdadına yetiştiği inandığı bir oruçtur, onun aşkına tutulur. Gemi batmış gemide ki insanlar yetiş Hızır yetiş!  Diye ama birisi var ki hiç bağırmıyor Hz. Hızır yetişiyor hiç bağırmayanı kurtarıyor, diyorlar ki; ya Hızır sürekli bağırıp yetiş diyeni kurtarmıyorsun da, neden hiç ses çıkarmayanı kurtarıyorsun? Deyince, Hızır diyor ki; o yüreğinde her zaman bana yalvarıyor, diğerleri zorda kaldığı için beni çağırıyor, onun için onu kurtardım. İşte Aleviler bunu böyle yapıyor yoksa birgün Hızır orucu geldi, diye onu yaşamak gelmediği zaman unutmak diye bir şey yok sürekli birlikte olmak Allah’ın istediği de bu zaten.

Hızır Hz. Musa zamanında yaşamış onu eğitmekle görevlendirmiş tanrısal bilgiler Allah tarafından verilmiş gizli batın bilgilerle donatılmış insan-ı kamil olmuş, tasavvufta her zaman imdada yetişen yetiştiğine inanılan bir peygamberdir veya bir erendir.

Aleviler de Hızır inancı o kadar kutsi ki her eve geleni Hızır mihman gibi karşılamış evine gelenin bereket getirdiğine inanılmış ona Hızır’a gösterdiği saygıyı misafirine göstermiş dolayısıyla Hızır kültü çok ağır basıyor. Hızır’ın girdiği eve bereket girer, güzellik girer.

 

Kur’an’da Hızır ve Muharremin yeri yokmuş, bazıları öyle diyor. Bu doğru mu, siz ne dersiniz? Bunu üzüntü ile izliyoruz. Ülkede 700 bin tane hadis uydurulmuş. Hz. Muhammet kırk yaşında İslam olduğunu söylüyorlar. 23 yıllık bir dönemde 700 bin tane hadis nasıl söylenmişse benim aklım almıyor bilemiyorum. Hz. Peygamber efendimiz kızı Hz. Fatıma’nın evine gider Hz. Fatıma’nın çok üzgün olduğunu görür; ya Fatıma nedir bu halin? Diye sorar. Ey baba çocuklar rahatsız, ateşler içerisinde yanıyor ne yapmam lazım,  ona şaşırdım, diyor. Oruç tut diyor, üç gün yüce Allah’a şükürler, olsun Hz. Ali ile Hz. Fatıma üç gün oruç tutarlar. Bunu bütün hadis kitapları yazar, oruçlu iken akşama bir sefil gelir kapı vurulur tam oruç bozulmak üzere, açar kapıyı ya Ali ben acım kaç gündür ağzıma bir şey girmedi, diyence bozacakları orucun yemeklerini üç gün boyunca ona verirler. Ve üç gün sonra bütün aşıkların dilinde Hz. Ali’nin şanına insan suresi diye bir deyimle geldiğini söyler orada cömertliğin ne kadar yüce olduğunu, fakire yardım etmenin ne kadar yüce olduğunu ve karşılığında bir teşekkür beklenmeden yapılan bir iyiliğin ne kadar yüce olduğunu söyler. Muhittin Arabi de buyuruyor; insan içindeki cevheri kavrayabilseydi belirli bir itikatin içine sıkışıp kalmazdı,  diyor. Biz de İslam’ı kuru kalıpları belli dünya dini dediğimiz en son din dediğimiz ve bütün alemlere rahmet olarak yaratılmış bir peygamberin getirdiği dini kalıpları içine sokarsak aklı, tasavvufu dışlarsak bugünkü manzara ortaya çıkar. Oysa İslam gelişmeyi emreder, aklı emreder, çağdaşlığı emreder, sevgiyi emreder. Mevlana diyor ki; iki deniz can ve beden denizleridir bu iki denizin kavuştuğu yer insanın varlığıdır. Balık hayattır denize atlaması bedenin hayat bulması canın bedenle görülmesidir. İzlerine basıp geri dönmeleri yaratılışta ki temizliğe fıtrata dönüştürür, bulduğu kul yani Hızır kullardan bir kul, diyor. Bunu Hz. Hızır söylemiyor Kur’anda elkef suresinde yazıyor bunu Mevlana söylüyor.

Hızır’dan sonra bir de Hızır cemi yapılır milletin toplu halde toplu birlik halde Hızır cemi yapılır. Cem evlerinin önemi var böyle günlerde orucu yayınlamaları gerekir iftarını yayınlamaları gerekir ki herkes aynı günde tutabilsin ayrı ayrı tutulursa dağınıklık oluyor.

 

Söyleşi: 29. 01. 2000, Cem Radyo, Dosttan Dosta Programı

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile