İZZETTİN DOĞAN’IN KURUMLAR TOPLANTILARINDA YAPTIĞI KONUŞMALAR

İZZETTİN DOĞAN’IN KURUMLAR TOPLANTILARINDA YAPTIĞI KONUŞMALAR

 

ALEVİ-BEKTAŞİ-MEVLEVİ KURUM VE KURULUŞLARIYLA BİRLİKTE YAPILAN TOPLANTI

 

 

 

Dernek vakıf temsilcileri ve buraya kadar bir tatil sabahı bizi dinlemeye gelme lütfunda bulunmuş olan çok değerli dostlar;

Hepiniz hoş geldiniz; hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum. Bugün sizleri buraya toplamamızın nedeni, Türkiye’de bundan yıllar önce beraber başlatmış olduğumuz ve barış içinde, sevgi içinde toplumun hiçbir kesiti ile herhangi bir en küçük bir itilafa girmeden ama anayasanın bize vermiş olduğu hakların gerçekleşmesi yönünde bugüne kadar aldığımız mesafenin hep beraberce analizini yapmak, karşılıklı olarak fikir alışverişinde bulunmak. Biliyorsunuz Türkiye’de yeni kurulan Cumhuriyetle birlikte, yani bugün 76. yıldönümünü kutlamakta olduğumuz ve temelinde Mustafa Kemal’le birlikte Alevi kesimin kanının, canının bulunduğu yeni devlet yapılanmasından bu yana, on beş yıl hariç, yani Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı dönem hariç, Alevi, Mevlevi, Bektaşi kesim dediğimiz İslam tasavvufunu ve bayrağını Şah Ahmet Yesevi’den alarak göçler yolu ile buraya kadar gelen o anlayışın su üstüne çıkması için ve yasalar önünde, bu anlayışla yaşayan insanlara eşit haklar, eşit imkânlar tanınmadı. Mustafa Kemal Atatürk döneminde kendisinin çevresine baktığınız zaman önemli ölçüde Alevi varlığını görüyorsunuz. Bu, iki manada önemlidir. Bir tanesi bu kesimin Mustafa Kemal’e duyduğu sevgi, hayranlık ve onun bağımsızlık mücadelesine verdiği desteği ifade etmektedir. Bir başka açıdan da bu topluma ne kadar güvendiğinin göstergesini ifade ediyor. Etrafına baktığınız zaman kendisin ne kadar emanet ettiği albay, güvenliğinden sorumlu kıldığı kişi yani muhafız alayı komutanı, kendi hizmetlerini emanet ettiği kişi yani günlük olarak kendisini yedirmesinden, içirmesinden, giydirmesinden doğrudan ilgilenenlerin hep Alevi olması, bu kesime duyduğu büyük güveni de ifade etmektedir. Bu, karşılıklı bir sevgi ve karşılıklı bir güven meselesi haline dönüşmüş. Ama kendisinin getirdiği ilkeler üzerine kurulu yeni devlet modelinde, ne yazıktır ki kendi ölümünden sonra bu kesimin bin yıldan beri uygulamaya devam ettiği inançlarını açıkça uygulamaya devam etmesine imkân tanınmamıştır yahut toplum yok kabul edilerek bütün gelişmeler yok olmuştur. Tek partili dönemde böyle olduğu gibi, Mustafa Kemal’den sonra ama onun hoş görülecek tarafları var. Mustafa Kemal’in ölümünden sonra İsmet Paşa ile birlikte Türkiye’de devam eden aynı tek parti rejimi, İkinci Dünya Savaşı’nın Hitler’in Polonya’yı işgal etmesi ile patlak vermesi ve yeni bir dünyanın doğmasına yol açtı. Sürekli olarak gerek Hitler tarafından gerek diğer bütün devletler tarafından kendi saflarında savaşa ithal edilmeye çalışılmasının getirdiği ağırlık altında ezilen bir Türkiye’de, o günkü devlet yönetimi bu tür konulara da hep yabancı kalmayı yeğledi, hatta en ufak bir biçimde kimsenin kımıldamasına müsaade dahi edilmeyen bir tavır sergilemiştir. O günün koşullarında belki de makul görülebilir. Böyle bir hareketin istismar edilebileceği şu ya da bu şekilde algılanabileceği düşüncesi ile ağır baskılar altında Alevi kesim cemlerini yine de kendi köylerinde kimin odası müsaitse ama bu sefer gözcüler nezaretinde icra etmeye devam etmiştir. 1950’lere geldiğimiz zaman, yani 46 seçimlerinden sonra 50 seçimlerine geldiğimiz zaman -asıl tarafsız demokratik seçimler dediğimiz seçimler 50’de gerçekleşen seçimlerdir- o dönem 57’ye kadar özellikle, Alevi kesim, yeni demokrasiyi daha çok derinleştirme vaadinde bulunan, liberal demokrasiyi bütün durumları ile getirmeyi vaat eden yeni bir partiye, Demokrat Parti’ye doğru eğilim göstermiştir ve 27’ye yakın Alevi kökenli milletvekili bu partide yer almıştır. 1956’dan sonraki yıllarda yaşanan değişmeler, özellikle 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra, bu yeni anayasanın getirdiği liberal ve demokratik görüşler çerçevesinde yeni birtakım siyasi akımlar, özellikle sosyalist akımla hızla, Türkiye’deki gelir dengesizliğini kullanmak, doğudaki ya da kuzeybatıdaki ya da kuzeydoğudaki insanlarla batıda yaşayan insanlar arasındaki gelir dengesizliğinin işlenmesi suretiyle Türkiye’deki siyasi eksen başka bir tarafa doğru kaydı. Kaydı ama bu eksen de iktidar savaşına girenler, memleketi sağ ve sol diye ikiye ayırarak iktidarlarını bu kavramlar üzerinde oturtmaya çalışanlar bir şeyi sürekli olarak ihmal ettiler. Alevi İslam inancı dediğimiz inancın kendi mecrasında akmaya devam etmesini, kurumlaşmasını ve bu yeni toplumun yeniden yapılanmasında kendi yerlerini özgürce belirli şartlar altında almalarına pek müsaade edilmedi. Ve sağdakiler sağcı, soldakiler solcu; ama özellikle Sünni çoğulculuğun üzerlerine iktidarlarını dayadıkları takdirde iktidarlarının daha sağlam olacağına inananlar da bir başka alanı kullanmayı denediler. O konuda başarılı olduklarını söylemek zorundalar, neydi o? İmam hatip okullarının açılışına hız vermek. Bu ülkedeki insanlar dinlerini öğrenmeyecek mi, sloganı altında halkın kulağına hoş gelen ama dinsel duyguların siyasete alet edilmesinin tipik biçimini kullanmak sureti ile 40 yıla yakın bir süredir Türkiye’de Aleviliğe ilgisiz, böylece de tek taraflı inançsal bazda hem kurulları ile hem okulları ile hem yöneticileri o okullardan çıkanların ibadethanelerde yapacaklarını güçlendirmek sureti ile imamların yetiştirilmesi, camilerin yetmiş altı bine yaklaşan sayısı ile adeta bu dini duyguları siyaseten kurumlaştırmak sureti ile nihayet 1980 askeri müdahalesi oradan da 1982 Anayasası ile birlikte adeta anayasal bir çerçeve içine oturtmak sureti ile bugünlere kadar geliyoruz. 1990’lardan sonra başlayan yeni bir hareket, uluslararası konjonktürü de hesaba katarak sizlerin de katkılarıyla yeni bir ışığın Türkiye’de ortaya çıkmasına neden oldu. Helsinki süreci diye bilinen ve dünyayı yöneten 53 büyük devletin katılımıyla 15 yıl süren müzakereden sonra Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla da birlikte Paris şartı diye bilinen uluslararası bir antlaşmaya bir imza attı. Bu antlaşmayı imzalayan ve yürürlüğe koyan ülkelerden bir tanesi de Türkiye Cumhuriyeti’dir yani Mustafa Kemal’in kurduğu ve kendisine yakışan o antlaşmayı imzalamakla çağdaş dünyanın değerlerini paylaştığını ve paylaşmaktan korkmadığını ifade eden Paris şartı antlaşmasını imzaladı Türkiye. Bu antlaşmada, siyasal rejimlerin, antlaşmayı imzalayan devletler tarafından çerçevesi de belirlenmiştir. Bir siyasal iktidar, eğer bu 53 devletten bir tanesinde oluşacaksa bu oluşumun koşulları şunlar olacaktı: Evvela serbest bir seçimle ve genel bir seçimle genel bir oyla iktidarlar tecelli edecek; bu iktidarlar kendi yönetimlerinde hukukun üstünlüğünü hâkim kılacaklardı. Hukukun hâkim kılınmadığı siyasal rejimleri demokratik rejimler diye artık kabul etmeyeceklerdi. Bunlar temel insan haklarına ve özgürlüklerine dayalı olacaklardı. Bu üç ana ilke bu 53 devlet de hangi parti iktidara gelirse gelsin bu biçimdeki yönetimi kabullenmek ve onun esaslarına saygılı olmak zorunda idi, olmazsa ne olurdu? Diğer 52 devletin müdahale etme ve hesap sorma hakkı oluyordu. Aynı değerlere inanan devletlerin birbirlerine karşı vermiş oldukları içeriği siyasi, ama kendisi hukuki olan devletler hukuku açısından çok önemli bir taahhüttür ve bu taahhüdü bugünkü Sayın Cumhurbaşkanımız çok sık kullanmıştır. Kendisinin siyasi haklarda mahrum kılındığı dönemlerde özellikle Paris şartı hükümleri sık sık ve o şartın imzalanmasına giden yolda sürekli olarak kullanmıştır. Türkiye demokrat bir ülkedir, Türkiye insan haklarına ve temel hak ve özgürlüklerine dayalı bir demokrasiyi benimsemek zorundadır. Türkiye’de hiç kimse siyasi haklarından mahrum edilemez demiştir ve bunu söylerken de hep bu Paris şartını öne sürüyor. Paris şartının birçok önemli hükmü, daha sonra 1991-92-93 Moskova, Helsinki, özellikle Viyana bildirilerinde daha da açıklığa kavuşturulmuş, temel hak ve özgürlükler konusunda bu 53 devlette aynı standartların kabul edilmesi, korunması ve eğer standartlara uygun olmayan bir yaklaşım var ise o konuda da o devlete hesap sorulması kabul edilmiştir. Biz bu konuları, kendi mesleğimiz olması itibarıyla yakından izlediğimizden ve Türkiye’de kendi inançlarımız gereği sevgi ve barıştan yana olan bir tutum içinde olduğumuzdan, Mevlana Hazretleri’nin de dediği gibi nerede ki barış vardır biz oradayız nerede ki savaş vardır biz orada yokuz düşüncesini de yansıtmak üzere, Türkiye’nin devlet olarak böyle bir taahhüdün altına imza atmadan, kendi hareketlerimizi düşünce planından eylem planına geçirmek yani o düşüncelerimizi vakıflar, dernekler kurmak sureti ile inançlarımızı özgürce icra ve ifade edebilmek gibi temel hak ve özgürlükler kavramı içerisine giren konuları, böylesine bir uluslararası konjonktürde Türkiye’de daha kolay devleti yönetme sorumluluğunu yüklenenlerin, hele hele kendileri bu antlaşmayı ileri sürdükçe, bu antlaşma hükümlerine daha çok dayandıkça, halka karşı da daha çok taahhüt altına girmiş olacaklarını düşünerek bu hareketi başlattık. Dedik ki, bu ülkede şu ya da bu kesimler değil, onların hepsi bizim kardeşimizdir ama bizler de varız. Yani İslamı kendimize göre yorumlayan, Kuran-ı Kerim ayetlerindeki Tanrısal mesajları bizim kendi geldiğimiz kaynaklar, 1100 - 1200 yıl önce nasıl algılamış iseler ve bunu sadece şu ya da bu biçim içerisine sığdırmak şeklinde değil, ama bir müzik aletinin eşliğinde bir saz eşliğinde ya da Mevlevilikte olduğu gibi bir ney ya da kudüm eşliğinde semahlarını dönerek icra etme imkânını kendi açısından inancın bir biçimi olarak kabul eden büyük bir kitle var ve bu kitlenin isimi Aleviler. Bunların içinde hiçbir ayrım yapmadan Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik bu işin başka tezahür biçimleri olsa bile özü aynı olan, aynı düşünceden, aynı pınardan suyunu içen bir inanç hareketidir ve bu inanç hareketi Asya çıkışıdır. Yorum biçimi Asya çıkışıdır Kuran’a dayansa da, geçen sene burada çok ilginç bir olay oldu. Kazakistan’dan gelen 83 kişilik bir heyeti kültür bakanlığımız bizim konuk etmemizi istedi. Biz de memnuniyetle kabul ettik. İçlerinde Kazakistan’dan gelen bakanlar da vardı. Şah Ahmet Yesevi’nin torunlarından olduğunu söylediler ve o şekilde itibar gören bir genç vardı içlerinde. Kurban Gazi’nin de aynı zamanda torunlarından… Kurban Gazi, Kazak halklarının ve Asya halklarının yetiştirdiği müzisyen, bestekârdır. Onu 175. yıldönümü ile bizim Cumhuriyetimizin 75. yıldönümünün beraber kutlanmasına Cumhuriyet hükümetimiz karar vermiş; onlar 175. yılını kutlayacaklar Kurban Gazi’nin, biz de Cumhuriyetin 75. yılını kutluyoruz. Türkiye’de iki kardeş halk olarak beraber kutlayalım denmiş ve gelen heyetin bizim tarafımızdan ağırlanması istenmiş; çünkü herkes biliyor ki Kazakistan Alevidir. Bu oturduğunuz salonda, burada basın toplantısını beraber yapalım dendi. Bu, hükümetin de arzusu idi; memnuniyetle kabul ettik. Kazakistan ve Türkiye olarak Cem Vakfı basın toplantısını yaparken, Şah Ahmet Yesevi’nin torunu olduğu belirtilen ve o itibarı kendi heyetinde gören zat dedi ki: Hocam yukarıda cem olduğunu duydum, ben basın toplantısına katılmayayım, burada devlet temsilcileri ve sayın bakan var, acaba yukarıdaki ceme katılsam müsaade eder misiniz? Tabii memnuniyetle dedik. Ama bizim oradaki cem nedir, bizim cemi nasıl biliyor, diye hiçbir fikrimiz yok. Bana sonra anlattılar, fevkalade göz yaşartan çok ilginç bir olay: sazı beraberinde getirmiş. Ben keman var sanıyordum. Yukarıda cemi yürüten dedeye niyaz olup oturuyor, sazı ile birlikte semahı ve cemi yönetiyor, sanki bin yıl aradan geçmemiş gibi. Yani biz burada kendi inançlarımızı söylerken hikâye anlatmıyoruz. Tarihi ile sosyolojisi ile etnografyası ile bu inanç bir yerden yüreklenerek göçler yolu ile gelmiştir ve Viyana’ya kadar giden, bu inançtır. Osmanlı’nın ilk kuruluş döneminde bugün 700. yılını kutladığımız, bu yıl ve sönük geçen kutlamaların neden sönük geçtiğini de geçen gün Ahilik kutlanması sebebi ile İstanbul valisi ve belediye başkanını temsil edenlerin huzurlarında yaptığım konuşmada da söyledim. Burada da söylemekte bir sakınca görmüyorum. 700. yılı, Osmanlı’nın bugün sosyolojik olarak vârisleri kabul ettiğimiz bir devletin kutlamasını yaparken çok sönük geçiyor, başka hiçbir ülkede böyle bir şey düşünülemez, görülemez. Tarih tarihtir, iyisi ile doğrusu ile yanlışı ile bir ulusun tarihidir. Neden? Çünkü biraz deşerlerse Osmanlı’yı kuranın, Osmanlı’nın ilk iki yüz yılının yani 13. asırla 16. asır arasındaki yöneticilerin de, kurucuların da, topluma egemen olan İslam ahlakının da Alevilik olduğunu görecekler de onun için. Bu ülkeyi yönetme sorumluluğunu yüklenenler, işi objektif, bilimsel olarak eşerlerse eğer; öyle ise öyle ama sonradan bazı olaylar olmuş, birtakım değişmeler olmuş, onlar da bizim olaylarımızdır, sonraları da bizim olaylarımızdır, tarihte geçmiştir. Bizim bugün savunduğumuz değerler yüzyıllardan beri uygulamaya koyduğumuz ve bu ülkede birincisi Osmanlı’yı kurarken, ikincisi yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken temelini oluşturan insanların kurduğu iki büyük devlet vardır; ikisinde de sizler varsınız, düşünceleriniz var, bu ülkede herkes kadar söz sahibisiniz. İşte arzumuz, bizi buraya kadar aydınlık içinde getiren ve hiçbir zaman bağnazlığa, tutuculuğa yöneltmemiş olan bu inancın Türkiye’de yaşaması, kendi çocuklarımıza bunu aktararak onların da aydın ve uygar insanlar olarak yetiştirmesi. Aynı zamanda iki devlet modelinin ayakta kalması ve varlığını sürdürebilmesi için de olmazsa olmaz şartını gösteriyor ediyor bize göre. Bu düşüncelerle bu hareketi başlatmıştık ve burada bulananların, hepinizin varlığı ile ispatlandığını düşündüğüm bu düşünce, paylaştığınızı kabul ettiğim bir düşünce hareketi, bir inanç hareketi Türkiye’de gün ışığına çıkınca, hızla birçok buzu da beraberinde eritti. Alevilik “mum söndü”cülüktür,  Alevilik anne-bacı tanımazlıktır gibi safsataların, Alevilikle ilgili düşünceler ortaya çıktıkça yanlış olduğu görüldü. Sünni kardeşlerimizle ilişkilerimiz daha sağlıklı hale gelmeye başladı. Bize başka gözlerle bakmaya başladılar ve çoğu da eğer Alevilik bu ise biz belki Sünniyiz nüfus cüzdanlarında, ama kendi yaşantımız, İslam anlayışımız, dünya anlayışımız, varlık ve yokluk anlayışımız Alevidir demeye başladılar. Fikri planda gayet dürüstçe ve herhangi bir heyecana kapılmaksızın evvela halka kendimizi, Aleviliğin ne olduğunu, Bektaşiliğin, Mevleviliğin ne olduğunu hiçbir siyasi amaç gütmeden hiçbir makam mevki gütmeden, tamamen bilimsel anlattığımızda, bu hareketi tamamen kendi çocuklarımıza inançlarımızı verme amacına yönelik olarak götürdüğümüzde, kabul etmek gerekir ki, tüm siyasi partilerden önemli ölçüde destek geldi. Nasıl bir destek geldi? Yapılan tüm toplantılarda her birisinin ya genel başkan düzeyinde yahut bakan düzeyinde yahut siyasi parti temsilcisi düzeyinde toplantılarımıza katıldıklarını gördük. Hepsi de bugüne kadar yapılan yanlışların mutlaka düzeltilmesi gerektiğini ifade ettiler, bunun tersini söyleyen hiç kimse olmadı Türkiye’de. İktidara ortak olan en küçük partiden en büyük partiye kadar bu düşüncelerini ifade ettiler hatta o kadar ki koalisyonun küçük ortağı Demokrat Türkiye Partisi’nin Sayın Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk Beyefendi, bir gün telefonla hocam sizin cemevlerinizin bir tanesinin temelini de biz atalım, dedi. Bu bir siyasetçi ve bir hukukçu siyasetçi için güzel bir yaklaşımdı ama o yaklaşımın altında şu vardı: 25 milyonu bulan bir kitlenin Alevi kitlesinin demokrasilerde tabii ki önemli bir ağırlığı vardı ve her siyasi parti o pastadan bir parça pay almak isterdi. O da gayet doğal yaklaşımdı. Siyasi partiler ancak oyla iktidarlarını oluşturacaklarına göre, oylarını kendi yurttaşlarından alacaklarına göre, bu 25 milyonluk kitlenin herhangi bir siyasi partileri de olmadığına göre, yani Alevi diye bir parti olmadığına göre olanları da halk reddettiğine göre, demek ki bu kitleden pay almak mümkündü. Öyle ise kendileri bu kitleye hitap edebilmek için daha çok insanı kendi içlerine alabilmek için, “Hocam, bir cemevinin temelini biz atalım ve o cemevini biz yaptıralım” dediler. Hükümetin bir ortağı olarak bizim de söyleyecek bir sözümüz vardı ben kendisine onu sordum: Sayın başkan bu bizi çok mutlu eder ama böyle bir cemevinin yapılışı birkaç yüz milyara mal oluyor, bizim kesim genelde varlıklı bir kesim değildir. Temelini atarız sonra üzülür müyüz, diye kendilerini uyardığım zaman, hayır dedi. Onu ben teffül ediyorum, dedi ve biliyorsunuz İkitelli cemevinin temelinin atılışı Sayın Cindoruk’la birlikte o zamanki Anavatan Partisi’nin genel başkan yardımcılığını yüklenen Sayın Ali Talip Özdemir ve diğer siyasi partinin Demokratik Sol Parti’nin, Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul’daki temsilcileri ile birlikte temellerini attık. Bundan maksadım Türkiye’de demokrasinin vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilen siyasi partilerin tümü, sizlerin başlattığı, benimsediğiniz ve kendi bulunduğunuz çevrede etkin olmaya çalıştığınız ve daha çok kurumlaştırmaya çalıştığınız bu hareketi, demokrasinin gereği olarak temel hak ve özgürlükleri bu ülkede yaşayan herkesin hakkı olduğu bilincinin gereği olarak ve ondan da önemlisi adaletin gereği olarak ülkedeki Alevi yurttaşların kendi cemevlerini rahatça yapmalarını ve özgürce inşa etmelerini, orada rahatça İslamı nasıl anlıyorlarsa, algılıyorlarsa, nasıl icra ediyorlarsa semah ile saz ile etsinler şeklindeki bir olumlu yaklaşımın sonuçları olarak biz bundan şunu bekliyorduk: Diyorduk ki, bu ülkede olan olmuş. Mevlana’nın dediği gibi dün olanlar dünde kalmıştır, bugün yeni şeyler söyleyelim. Yani dün yapılan yanlışlıkların, Alevi kesime karşı karalamaların ortadan kaldırılması için hiç kimse, bir tek defa dahi olsa siyaset planında ve üst düzeyde parmağını dahi kıpırdatmamış olsa da onların hepsine diyoruz ki, bu yanlışlar dünde kaldı. Orada kalsın, kalsın ama ortada her gün yaşadığımız bir anayasa vardı. Bu anayasanın, benim hep toplantıma katılanlar bilirler, iki kural kabul eden insanlardan birisiyim. Bir tanesi insanın öbür dünya ile ilişkilerini o dünyaya inananlar için, ama insanın ölümsüzlüğüne inananlar için Tanrı’nın zerresinden oluştuğunu kabul edenler için bir Kuran vardır. Hz. Muhammed’in elçiliğini, tebliğini yüklendiği Kuran. Bir de insanın yaşadığı toplum içinde devlet dediğimiz ve kendi haklarının özgürlüklerinin sınırlarının çizildiği ve bazen sosyal bir mukavele, bazen bir konsensüs; tüm yurttaşların kabul etmiş olduğu kabul edilen bir yazılı ya da İngiltere’deki gibi yazılı olmayan ama teamülen oluşmuş olan kurallardan oluşan anayasa. Bir tanesi öbür dünya ile ilişkilerimizi diğeri de yaşadığımız dünyada içinde bulunduğumuz ve onuru taşıdığımız bağları veren şartları belirliyor. Bu anayasa dediğimiz yüksek kanun, sadece yurttaşları bağlayan hükümler içermiyor, aynı zamanda yurttaşları yönetme iddiasında olan devlet yetkililerinin yetkileri aldıkları zaman, o yetkileri hangi kurallar dahilinde yurttaşlara karşı kullanacağını ifade eden temel kurallardır. Herkesin her yurttaşın cebinde bulunması gereken anayasa, yaşadığımız dünya için eğer vatandaşla devlet dediğimiz kurum arasındaki ilişkilerde aksayan yanlar varsa onların düzeltilebilmesi imkânını veren bir metindir. İşte onun onuncu maddesi, yirmi dördüncü maddesi her ne kadar din ve vicdan özgürlüğünden bahsediyor ve tüm yurttaşların bu özgürlüğünün kamu düzenine ve ahlaka aykırı olmamak şartı ile nihayetsiz olduğunu söylüyorsa da asıl önemli hükmü, bütün hak ve özgürlüklerinde olduğu gibi inanç özgürlüğünde ve o özgürlüğün örgütlenmesinde de adaletin olması gerektiğini ve yurttaşlar arasında farklı muamele olamayacağını ifade eden düşünce, aynen okuyorum: Kanun önünde eşitlik. Herkes din, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep din ve vb. sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar, yani bir keyfi takdiri bir tasavvufa yer yoktur. Onuncu madde, devleti yönetenlere verilen bir buyruktur. Ey Yönetici! Senin sıfatın ne olursa olsun, ister cumhurbaşkanı, ister başbakan, ister bakan, ister genel müdür, ister müsteşar her ne olursan ol, sana emir veriyorum, kanunlar önünde vatandaşlar eşittir. Kanunları uygularken farklı davranamazsın, diyor, bu senin için mecburiyettir. Biz bu hükmü bugüne kadar böylesine açıklığı ile sizlere söylemiyorduk. Okuyorduk, bu ülkede bu düzeye çıkmış olan yöneticiler herhalde bu hükmü bilirler ve herhalde bu hükmün ne demek istediğini anlarlar ve görüşlerimizin aslında yanlış olmadığına tanık olmadık dersek haksızlık etmiş oluruz. Ülkenin cumhurbaşkanı Hacı Bektaş’a gelmeye başladı. Her yıl ülkenin başbakanları gelmeye başladılar ve geldiklerinde de bu hükmün tekrarını, bir başka biçimde herkesin kendine göre bir uslübu var, o uslüp içinde ifade ettiler, özellikle son iki yılda seçimlerden önce ayrıca Hacı Bektaş törenlerinde gerek bugünün başbakanı Bülent Ecevit Bey, gerek ondan önceki Sayın Başbakan Mesut Yılmaz Bey, Sayın Cumhurbaşkanımız ve koalisyonun üçüncü ortağı yani Demokrat Türkiye Partisi temsilen sayın genel başkan yardımcısı benim aziz dostum İsmet Sezgin Bey, Hacı Bektaş’a gelerek bu maddeyi açıkça kendi üsluplarıyla ve bugüne kadarki yanlışların adeta ikrarı niteliğinde olmak sureti ile şöyle söylediler: Bundan böyle din hizmetleri için herhangi bir kaynak ayrılacak olursa genel bütçeden bu kaynak bütün yurttaşlar arasında ayrım yapılmaksızın hakça dağıtılacaktır. Söylenen söz budur. Sabırla hâlâ bekliyoruz. Yapılan konuşmalarda Sayın Başbakan diğer başbakanlara, teşrif ettiğinizde böyle bir söz sarf ettiniz, sizler ciddi insanlarsınız, sözlerinizi televizyonlar aracılığı ile yüz milyonlarca insana yapmış olduğu bir beyanı yürürlüğe hâlâ koymuyorsunuz. Neden? Diyanet İşleri Teşkilatı’na 93 bin kişi tahsis etmişsiniz, kadrolu olarak ülkenin ihtiyaçlarını bu istikamette görmüşüz ona bir diyeceğimiz yok, takdir sizin. Bizim diyeceğimiz ne zamandır seçimden seçimedir, demokrasilerde biz sizin takdirinizle mutabık değil isek size bir daha oy vermeyiz. Ama takdirinize mutabık isek oyumuzu veririz. 93 bin kişi tahsis ediyorsunuz Diyanet İşleri Teşkilatı’na ve bütün bu teşkilat bir amaca hizmet ediyor, İslamın bir yorumuna hizmet ediyor. Hiçbir itirazımız yok ama bizim itirazımız anayasanın onuncu maddesini ihlalinedir yani anayasa suçu işlemenizedir. Cumhurbaşkanı olarak, başbakan olarak, hükümet olarak bu maddeyi uygulamıyorsunuz, yurttaşlar arasında bölücülük yapıyorsunuz. Bir söz verdiniz, o bir lütuf değildi, gecikmiş olan hakkın sizler tarafından teşrif edilen halkın arasındaki sevgiye dayalı ilişkilerin gelişmesini sağlamaya, çok geç kalmış olsa da çok doğru bir yaklaşımdır. Eğer din hizmetleri için genel bütçeden pay ayırıyorsanız bu payın Alevi, Mevlevi, Bektaşi kesimine düşeni de vereceksiniz, bu sizin için bir lütuf değildir bir mecburiyettir. Bizim için de istemek bir haktır. Son yaptığımız konuşmada Kültür Bakanlığı aracılığı ile Alevi yurttaşların ihtiyaçlarını giderilebileceğini söylemişlerdi. Geçen bütçe için 99 yılı için şu ana kadar gelmiş olan para söz konusu değildir. Sadece bütçe komisyonuna verilen bir teklif ile 90 milyar lira Hacı Bektaş Ankara Şubesi Vakfı’na 90 milyarı da Pir Sultan Dernekleri Vakfı’na yapılan bir tahsis var. O tahsisin de verilip verilmediğini bilmiyorum, buna karşılık Diyanet İşleri Başkanlığı’nın aynı dönemde yapılan tahsis 200 küsur trilyon liradır. Türkiye’de neden sosyal barış sağlanamıyor? Türkiye’de oyun oynamak isteyenler var, doğru bir ülkenin kendisinde adil bir yönetim var ise dış mihraklar devlet yaşadığımız dünyada ünlü bir İngiliz filozofunun insan için kullandığı bir söz bu gün hâlâ devlet için geçerlidir. İlk zamanlarda insan insanın kurdu idi diyor. Devlet haline geçtikten sonra insanoğlu teşkilatlanıp devlet devletin kurdu olmaya başlamış, Birleşmiş Milletler nizamına rağmen çok fazla şey değişmiş gibi değildir bu ilke açısından. Yabancı devletlerin sizler açısından bir sürü oyunlar oynamaları, sizleri zayıf düşürmeye çalışmaları sizin rekabet gücünüzü azaltmaya çalışmaları tabii bir olay olarak kabul etmek lazım. Devletlerin çabaları ne olursa olsun, sizin kendi ülkenizde adil bir yönetim var ise o ülke üzerinde oynanan oyunların tümü etkisiz kalmaya mahkûmdur ve o devlet güçlenerek hayatını sürdürür. Türkiye’yi 40 yıldan beri yönetenler bu gerçeğin bilincine varmış değiller. Bilincine varmış olsalar bile siyasi iktidarlarının belki de yeni yaklaşımla sarsılabileceğini herhalde düşünüyorlar ki, bir türlü anayasanın bu hükmünü çiğneme pahasına tavırlarını değiştirmemeye devam ediyor. Ben bugün CEM Vakfı’nın şubeleri birimleri ile değil, sizlerle kendi parçamız kabul ettiğimiz ve hiçbir ayrım gözetmediğimiz için kurduk, ama herkes zaman zaman kendi açısından uygun gördüğü dernek ya da vakıf kurma istikametine doğru gitti. Biz doğru bulmuyorduk. Herkesin bu vakfın çatısı altında yeri var. Bu hepiniz için kurulmuş bir vakıftır ve Alevi Sünni ayrımı yapmadan herkesin İslam tasavvufunu kabul eden herkesin vakfı olarak düşündük, ama olaylar böyle gelişti. Sizi de kendi parçamız olarak düşündüğümüz için, hiçbir fark gözetmediğimiz için, bu konularda bugün yalnız bizim düşüncelerimizi değil, sizlerin de düşüncelerini almak için ben bu açılışı yapmış oldum ve çarşamba gününden itibaren yeni bütçe tasarının müzakeresine başlanacak. Yine bu yıl genel bütçeden din hizmetleri için ayrılacak olan payların tartışması yapılacak. Bu ülkede biz var mıyız, yok muyuz, onun bugün tartışmasını yapacağız ama barış içinde demokratik bir hakkı kullanarak ama eleştiri hakkını da kullanarak ve yasaların çizdiği çerçeve içinde kalmak sureti ile… Bizde kavgaya şiddete, cebire yer yoktur; ama düşünceye alabildiğine yer vardır. Müsaade ederseniz ben kendi konuşmamı noktalıyorum ve dikkatle dinlediğiniz için hepinize en içten sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Buraya kadar hepinize teşrif ettiğiniz için teşekkür ediyorum. Konuyu müzakereye açıyorum bir tanesi bu konu ile ilgili değerlendirmenizi almak, ikincisi bütçe tasarısının konuşulmaya başlanacağı çarşamba gününden sonra Ankara’da yapmayı tasarladığımız, sizlerin katılımı ve Anadolu’daki dostlarımızın kuruluş halindeki dernek ve vakıf olsun onların temsilcilerinin katılacağı büyük toplantı öncesinde İstanbul’un fikrini almak istedik. Vakıf olarak bu nedenle sizleri buraya rica ettik, tekrar teşekkür ediyorum.

 

 

Kurum Temsilcilerinin Yaptığı Konuşmadan Sonraki Konuşma

 

Milyonlarca insanın, daha da öteye çok büyük bir hizmeti aslında ifa ettiğimizin bilincinde olduğunuza inanmak istiyorum. Bunu söylemekteki maksadım şu: Şu konuştuğumuz konular sadece Türk toplumu açısından önemli değil, 70 yıl Sovyet yönetiminde kaldıktan sonra, Sovyetler’in din, Tanrı ve insan anlayışına uygun olarak ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün bu kavramları, yeniden doğuş sürecine girdiği başka ülkedeki insanlara da yardım etmesi sırası artık. Yani Türkmenistan’a, Kazakistan’a, Azerbaycan’a vb. Geçen sene Azerbaycan’a gittiğim zaman gerek Sayın Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, gerek sayın başbakanları, kültür bakanları, hepsi, hocam biz Alevilik nedir bilmiyoruz, çünkü 70 yıllık Sovyet yönetiminde bize bunlar unutturulmaya çalışıldı ama bizim hiç unutmadığımız bir şey var: 70 yıl boyunca biz Seyyid Nesimi’yi, biz Fuzuli’yi, biz Abdal Musa’yı hiç unutmadık. Biz onların çocuklarıyız onun için bizim ruhumuz Alevidir. Bunun manası şu idi; bu ülkelere bugün Cumhuriyet hükümetlerinin yanlış politikalarla 40 yıldan beri sürdükleri dini siyaset alet etme yolu ile iktidarda kalma politikaları bugün Türkiye’yi yavaş yavaş dış politikada da çıkmaza sokmaya başlıyor. Özellikle bu yeni doğan Türk cumhuriyetlerini yanına alarak uluslararası platforma çıkan Türkiye’ye bütün dünya değişik bakmaya, büyük bir dünya devleti büyük bir dünya gücü gibi bakmaya başlarken Türkiye’nin bu ülkelerle olan ilişkilerde büyük sıkıntılar doğuyor. O ülkenin bir büyükelçisinin bana söylediği gibi, Prof. Doğan dedi; biz Türkiye’yi ailemiz gibi kabul ediyoruz. Büyük bir sevinç içindeyim, çünkü bize yol gösterecek tecrübeli bir ailemiz var diye düşünüyorduk. Bağımsızlığa kavuşurken onun için zannettik ki gelecekler, biz maddi vefa nasıl yakalarız, ondan sonra manevi vefayı nasıl yakalarız; sanayimizi, ekonomimizi nasıl geliştiririz, işsizliği nasıl önleriz diye bize önderlik yapacaklarını beklerken bize camilerle ilgili konuştu. Atatürk’ün cumhuriyetinde laik cumhuriyetinde dış politikada bu tür kurumlara böyle mezhepsel bir yaklaşımla gitmekten daha büyük bir yanlış olamaz.

Bu hükümetlerin yapısı belli olduğu için, bu yanlıştan dönmeleri için bu konudaki kanaatlerinizi bu ülkenin başbakanlarına iletip, yanlış gidişte olduklarını söyledik. İktidarda olanlar bizim sözlerimizi ne kadar ciddiye alırlar, bunlar onların bileceği iştir, ama sizler yurttaşlar olarak burada Alevi İslam düşüncesini yeniden ayağa kaldırırken, sadece Türkiye’de kendi çocuklarımız için değil, başka ülkelere de borcumuzu ifa etmenin zamanıdır. Bu olayın yeniden ayağa kalması Kazakistan’da, Türkmenistan’da kendi inancımızın eğitiminde onlara yardımcı olmamız gerekiyor. Kendi ülkemizde biz bunları tartışabiliyorsak, biz bütçeden payımızı nasıl alalım, nasıl yapalım ki bu ülkeyi yönetenleri adalet ve insanlığa davet edebilelim ve herhangi bir kargaşaya gitmeden barış içinde yürürlüğe koyalım. Almanya’yı, Hollanda’yı, Fransa’yı, Avrupa’da bulunan 1 milyona yaklaşan Alevi kesimin çocuklarının sorununa da dokunmuyorum. Artık aileler bu hareketin kendi çocuklarını kurtaracak olduğunun bilincine varmışlar. İsmi hangi dernek olursa olsun ama CEM Vakfı’nın koyduğu ilkelerde de birleşerek kendi isimlerini muhafaza etsinler. Bugüne kadar kazandıklarından tekrar halkına, insanlarına bu eğitimin sağlanmasının yollarını bulmak için kuruldu bu kurum. Bizler Yunus Emre’leri çıkardık, Nesimi’leri çıkardık, Mevlana’ları çıkardık ama CEM Vakfı, Alevi İslam inancında önemli bir ortak kurumdur. Kim görev almak istiyorsa kapımız onlara açıktır. Hepinizde ki ortak düşünce olarak şunu gördüm: Birlikteliği savunuyorsunuz. Bir tek kişi bugün yapılan konuşmalarda birlikte olmanın dışında başka bir şey savunmadı, ama Fethi Erdoğan’ın sorduğu soruyu biz başından beri söylüyoruz. Birliktelik de değil eğer ayrılık varsa birlikten söz edilebilir oysa biz başından beri dedik vakıf herkesin vakfıdır. Maddi ya da manevi olarak kime yardımcı oluyorsak hemen ikinci gün karşımıza çıkıyor. İnsaf edin, eğer çalışmak istiyorsanız amaç, gaye olsun biraz da, İzzettin Doğan dinlensin, sizler görevi devir alın. Bir vakıf var. Niye tek kişi yapsın, arada belki iyi niyet vardır. Bugüne kadar CEM Vakfı devletin genel bütçesinde din hizmetlerine ayrılan paylardan Alevilerin payını öncelikli olarak isteyen kuruluştur, ama bu kuruluşa bu sene tek kuruş verilmemiştir. Tam tersine biz bu parayı istemeyiz, bu devletin parasından bize ne, diyen kuruluştan para almışlardır.

Başbakan’la yaptığımız görüşmede, Hocam, dedi sizinkilerin bazıları Diyanet’te yer almak istemiyor, siz Diyanet’in yeniden yapılanmasını istiyorsunuz ama istemeyenler de var. Bunu nasıl yapacağız? Bir önceki toplantıda Sayın Mesut Yılmaz da demişti, siz bütçeden pay istiyorsunuz ama sizden devletin parasını istemeyenler var, onu nasıl ayıracağız, dedi. Yani şunu söylemek istedi, sizin bu toplumun ana düşüncelerini temsil ettiğinizi nereden bileceğiz? Onun cevabı gayet kolay. Sünni insan dediğimiz zaman 197 parça değildir. Süleymancılarla ya da filan caminin şimdi saymak istemiyorum hiç gereğini görmüyorum yani, yüzlerce parça değilsiniz bunlara nasıl diyorsunuz. Bizim Aleviler içinde aydınlar olabilir, bu zenginliktir, iyi niyettir. Samimi olduğun sürece farklı düşünceler de olabilir. Diyanet İşleri yeniden her şeyi ile yapılansın, diyanetin Türkçe manası din hizmetleridir. Din hizmetleri vatandaşlara eşit şartlarda gidecek denir ve onu da herkesin kendisi götürür. Alevilerin uzmanları Alevilere götürür, Sünni uzmanları Sünnilere götürür. Bir plan bir proje, bir öneri ile gitmezseniz hiçbir hükümet adamı sizi ciddiye almaz ve onlar da bizim kadar bilgili olmadıkları için bizi sıkıştırma imkânı bulamadılar. Çünkü bizim cevaplarımız hazırdı. Bizim isteğimiz barış içinde bu toplumun isteğini sarsmadan halledilmesiydi. İstedik onlar da bu isteğe doğal olarak katılıyorlar. Mesut Yılmaz başbakan iken dedik ki; Diyanet’te yeniden yapılanmada bizim bir kişilik ya da bir masa ile temsil söz konusu değil, bizim ne böyle bir isteğimiz ne de böyle bir niyetimiz var. Bizim isteğimiz, herkes yoğunluğu kadar temsil edilsin. Gayet adil. Eğer senin nüfusun 3/1 ise size Diyanet’te 93 bin kişi kadroda olacak. Ama biz 30 binden vazgeçtik, biz sizin gibi her ilkokul mezununu alıp sen camide halka vaaz ver, halka yön ver… yanlış bir yaklaşımdır. Neden yanlıştır? Çünkü din önemli bir kültür gerektirir, teoloji bilmek gerektirir, felsefe bilmek gerektirir, sosyoloji bilmek gerektirir, tarih bilmeyi gerektirir. Bir tanesi yetmez, birkaçını hazmetmek lazım. Galatasaray Lisesi’nde bir papaz vardı, felsefe dersine gelirdi. 7 dil bilirdi, en kötüsü Türkçe idi. Yahya Kemal’in bütün şiirlerini Fransızca çevirirdi. Yani din adamı eğer böyle değil ise bugünkü çağın gencine zaten cevap veremiyor. Cevap veremediği zaman kendi gücünü yitirmeye başlıyor. Alevi gücünü yitirmediyse bu, şerri değere, insanlığın bana vereceği son noktayı belirtmiş olmasından kaynaklanıyor. Biz Alevi inanç önderlerini toplayalım, ne kadar bulabilirsek çünkü dede çocuğu artık dede olmak istemiyor. O da rahat çalışıp para kazanayım, diyor; keyif yapıp eğleneyim diyor. Halbuki dede olmak demek birçok şeyden kendini men edebilmek demektir, yani kendisini birçok zaaftan arındırabilmek demektir. Kemale erebilen adam dedelik yapabilir ve o adam dededir. Ben dedenin oğluyum diyen dedelik yapamaz. Eline, diline, beline kâmilen sahip olabilecek kapasitede olan dedelik yapar. Çünkü talibin kızı, eşi, herkesin çocuğu kendi çocuğu, kızı gibidir. 700’e yakın dede Alevi, Bektaşi, Mevlevi dedesi, baba ve ozanları topladık geçen sene. Bu sene 2000-2500’e yakın Türk cumhuriyetlerini, Balkanlar’dakini ve Kafkaslar’dakini de dahil edeceğiz. Avrupa’dakiler de dahil olmak üzere biz bunları hazırlayacağız ve hükümete bunları takdim edebileceğimizi söyledik. Sayın Başbakan’a Diyanet yeniden yapılanacak, alt - üst ilişkisi olmadan demokratik bir şekilde herkes kendi alanında devletin şapkası altında. Yapacağınızı zannetmiyoruz ama yaparsanız mutlu oluruz, dedik. Siyaset adamının işi zoru başarmaktır, dedi kendisi. Birkaç ay sonra görüştüğümüzde, Hocam büyük mukavemet var, dedi. Biz zannediyoruz ki Diyanet’e girdiğimiz zaman Diyanet bizi asimile edecek, ama gitmeyelim Diyanet istemiyor bunu. Sayın başbakanların ikisi de söyledi, Alevilerin orada yer almasını kesinlikle istemiyor, eğer çok arzu ediyorsanız Alevilere başka bir yer bulsunlar, o noktaya geldi. Kültür Bakanlığı içinde kadro vereceklerdi; devletin birliği ve bütünlüğü içerisinde Alevi yurttaşların içerisinde devletle entegrasyonu sağlanacak. Emniyet müdürü, müsteşar, vali gibi devletin omurgasını oluşturan mekanizmalarda bir Alevi kolay kolay bulamıyorsunuz. Bu Alevinin sakıncalı kişi gibi görünmesidir. Demokraside bunları siz savunacaksınız. Bunları savunmayacaksanız sizin burada ne işiniz var? Demek ki siz demokrat filan değilsiniz. Daha adil devleti yönetecek bir düzen gelebilir, belki ben bu fikri taşıyanlardan birisiyim. Demokratik mücadeleyi yasal çerçeve içerisinde yapmaya devam edeceğiz, onun için sizlerin fikrini almak, gerekirse Anadolu’dan gelenlerle beraber Ankara’da büyük bir toplantı yapmak, Alevinin Sünninin sesi olarak hükümetin üzerinde bu baskıyı kurmak için sizleri buraya rica ettim. Niye Sünni diyorum? Bütün siyasi partilerin yapılan toplantılarında, bütün gizli konuşmalarda şu mesele ifade: Alevi yurttaşlar haklıdır, biz haksızlık yapıyoruz. Demokrasilerde böyle bir tarihi bir an. Ama bu işi kim önce Meclis’e tasarı olarak sunmuşsa o Sünni oyları kaybediyor, sonrakiler kazanıyor ama ilk getiren kaybediyor. Bunu tüm siyasi gruplar bana söylediler. Küçük siyasi hesaplar bugün ülkenin siyasal, sosyal birliğini, bütünlüğünü perçinleyecek sosyal siyaset değerlerini almaktan kaçınan siyasi partilerdir. Ama inanıyorum ki Aleviler inançlarını yitirmedikleri sürece, bu ülke hep aydınlık olacaktır. Dedelere sorduğumuz sorularla Aleviliğin ortak tanımı çıkmıştır. İnşallah bu kitap yakında çıkacaktır. Kitap şu anda matbaaya verildi ya da verilmek üzere. Vakıf olarak biz bu çalışmalar içindeyiz. Bana bugüne kadar sen Alevilerin liderliğine soyundun, sen Alevilerin temsilini yapıyorsun diyenler, benden sadece reaksiyon almışlardır. Ben haddimi bilirim, ben kimsenin temsilcisi değilim. CEM Vakfı’nın temsilciyim ya da bir hukukçu olarak vekâlet veren kişinin temsilcisi olabilirim. Bana vekâlet vermeyen birisinin temsilcisi nasıl olurum ben. Böyle bir saygısızlığı yapar mıyım, ama şu noktaya gelindi. Her çıkan biz Alevileri temsil ediyoruz diyor. Bizim öyle bir noktamız yok. Biz mütevazı bir şekilde Alevilerin temel sorunlarını hükümetle konuşurken, birtakım temel projelerle, planlarla gidilmelidir ki ciddiye alınsın diyoruz. Eğer bizi ciddiye alıyorlarsa bundan dolayıdır. Biz çözümlerle gidiyoruz. O sorunlarla beraberinde getirdikleri sorunları anlatıyoruz, siyaset bilimcisi gibi ve onlar da haklı buldukları için, evet, bu çözümü nasıl bulacağız diye başlıyorlar kafa yormaya. Aleviliğin tanımı olarak inşallah vakıf olarak bir hizmette bulunacağız ve sonuçlandıracağız. Kazakistan ve Türkmenistan her türlü desteğe hazırlar. Kendileri ile konuştuk, bize öyle dediler. Hükümetin vereceği destekten ümidimiz yok. Türkiye’nin genel çıkarları, üstün demi altın damı tutulacak, onu hep beraber göreceğiz. Kartal’dan Mehmet Bey kardeşim 100 milyarın kalmakta olduğunu söyledi. O paradan CEM Vakfı olarak biz tek kuruş almadık. Vakıftaki yönetim kurulu arkadaşlarımızın ve diğer dostların yaptığı katkılarla burası ortaya çıkmıştır. Devletin burada tek kuruşu yoktur. Sadece Bahçelievler Belediyesi’nin önemli bir katkısı var, arsayı onlar verdi. Belediye başkanı zaman zaman yardımlarda bulundular. Demokrasiyi geliştirme, halkın inançlarına saygılı olma kavramlarını merkezi hükümet değil, yerel hükümetler gerçekleştiriyor. Çünkü onlar vatandaşla yüz yüze, onlar Alevi Sünni ayrımı yapmıyor. İnşallah yakında Maltepe’de yapılmakta olan cemevi, şu anda çok küçük de olsa oranın bugüne kadar yapılmış olan en güzel cemevlerinden birisi olacak. Oradaki belediye başkanı, hasis davranıyorlar, dedi. Ben kendim toplantı yapacağım, dedi; buradaki işadamları Alevi Sünni ayrımı yapmadan toplayacağım ve siz de bulunacaksınız, dedi. Ben parayı toplayacağım, cemevinin yapımı tamamlanacak. Biz o ayrımları yapmıyoruz. Ankara’dan toplanan paraları hangi dernekler ne amaçla, ne yapıyorlar, onu bilemiyorum. Bu işin belli bir planlaması gerekiyor. Geçen sene bir üniversitede bir konuşmam vardı. Konuşmadan sonra rektör evinde bir yemek verdi. Prof. Doğan dedi; bizde yüz hocanın doksanı Alevidir. Ben de kendilerine Aleviliğin ne olduğunu sorduğum zaman, tasavvuftan bahsetti. Bizimkiler tasavvufçudur Alevilik tasavvuftur, niye çünkü düşünen insanlarındır. Ona açıkça söyledim, Alevilik yalnız anne babadan gelen iş değildir, benim annem babam Alevi, ben de Aleviyim. Öyle ise Alevilik bana dinsizliktir, Tanrı’yı reddetmektir böyle istiyorum. Alevi olmak bilge insan işidir, ilim sahibi insanın işidir, Alevi inancına sahip olanın işidir. Bilgi birikimi gerekiyor Tanrı’yı insanda görmektir.

 Vakıf olarak biz dört ana ilke üzerinde durduk ve bunların her konuşmamda da sık sık altını çizerim. İstedim ki başka isimler altında hukuki kimlikler olarak ortaya çıkan dernekler, vakıflar bu dört anafikri savunsunlar. Eğer bunları savunsalardı birliği çok kolay kurardık. Ne dedik Aleviler bütçeden paylarını istiyorlar. Bu Aleviliğin yasalar önünde eşit olması demek, kamu hizmetlerine alınmakta artık sakıncalı insanlar olmaktan çıkması demek, Aleviliğin resmen tanınması demektir. İkinci ana ilke dedik ki, Diyanet’in yeniden yapılanması. Anayasa karşısında din hizmetleri vatandaşlara onuncu maddeye göre eşit şartlarla gider diyorsunuz, ama 93 bin kişi Alevi değil! Bu nasıl adalet anlayışı, bu nasıl eşitlik anlayışı? Biz din hizmetleri derken kendi payımızı almak istiyoruz, Diyanet’in yeniden yapılandırılması demokratik bir yapıya kavuşturup bu ülkedeki tüm gruplar, inançsal temelde kendi yoğunlukları oranında temsil edilsinler ve paylarını alsınlar. Üçüncüsü dedik ki, eğitimde eğer din derslerini kaldırabiliyorsanız ne âlâ, görüyorum ki aşağı yukarı yüzde sekseni bu ülkenin bunların hiçbirisi din dersinin mecburi olmaktan çıkmasını savunmuyor. O zaman Alevilik de din dersi içinde okutulmalı; ya onu da öğreteceksin ya da hiç birisini öğretmeyeceksiniz. Onun öğretilmesinde de bizim onaylayacağımız bir kitabı olmalı. Üç tane prof. Alevilikle ilgili kitap hazırlamış. Üç yıldan önce bitirilebileceği öngörülmüştür, ümit ediyorum ki bu önümüzdeki üç beş ay sonra bu kitap bitmiş olacak. Bu kitabın ismini söylemiyorlar. Üzerlerinde tehdit baskı vs. olmasa bu işten anlayanlar, bilen bir heyetin onayından geçtikten sonra evet biz de yazsaydık böyle yazardık dedikten sonra, Milli Eğitim Bakanlığı okullarda ders kitabı olarak okutulmasını yürürlüğe koyar. Bir başka nokta da televizyon kanallarında Aleviliğin seslendirilişi. Bunu Sayın Başbakan’la konuştum. Devlete ait her şeyde sizin de hakkınız var, çünkü siz bu devletin gelecek sahiplerisiniz, vatandaşlar arasında ayrım yapılamaz, bu kanallarda siz nasıl ramazan boyunca Sünni İslamı tanıtıyorsanız, dini değerleri, ahlaki anlayışı anlatıyorsanız ve biz buna saygı gösteriyorsak, hiçbir itirazımız yoksa muharrem ayı boyunca bir kanalı Alevilere tahsis edin. Yani günün 24 saati demiyorum, onlara nasıl muamele yapıyorsanız biz de 12 İmamları, Hz. Ali’yi, Hüseyin’i, birtakım değerleri orada anlatacağız. Ama buna imkân yok. Geçen konuşmamda Başbakan’a bu konuda fazla çıkar olmadığını söylediğim zaman, ama hocam dedi, eskisine oranla TRT 1’de daha çok Alevi şarkılarının söylendiğine tanık olmuyor muyuz, bu işi yavaş yavaş götüreceğiz, dedi. Ama giderek artacak Alevilik, Bektaşilik diye bir 13 programlık belgesel hazırlıyorlar, bunu da TRT 1’de verecekler; ayrıca 45 dakika sürecek ve CD’ye aktarıyorlar ve İngilizce, Almanca, Fransızcaya çeviriyorlar. Bir iki dile çevirip ve bunu da dünyada satacaklarını söyledi. Bu yapılan çabalar o kadar karşılıksız kalmış değildir, ama bizim istediğimiz kadar değildir. Bütün mesele ufak vermelerle toplumu aldatma yoluna gitmek yerine, açıkça söylemek. Sünni kardeşlerden de muharremi tutacak çok insan olacak, onlar da bizim değer yargılarımızın çoğunu paylaşacaklar, ondan tereddütüm yok. Bin yıllık bir mesafeyi kat edeceksek bir adımı atmalıyız, onun için bu vakıfların adımını atıyoruz. Osmanlı devletinin 700. yıldönümü nasıl sönük bir biçimde kutlandığını yani dostlar alışverişte görsün; bu parlak bir şekilde kutlandığı zaman bunun Alevi olduğu görülecektir, onun için nasıl kapatılıyorsa öyle kutlanıyor. Koca Osmanlı devletinin savaşa çıkarken ya da ordusu harekete geçerken çaldığı marşı dahi içinde hak Muhammet Ali vardır diyor, o kısmını çıkarmaya çabalıyorsunuz. Bunlar gerçekten utanç verici olaylardır ama bunu biz devlete mal etmiyoruz. Devleti yönetenler çoğu zaman küçük insanlar olmuştur. Son 40 yılda, Atatürk döneminde Aleviliği kendisinin teslim ettiği insanlar, küçük mevkide falan tam tersine, Mustafa Kemal gibi bir dehanın 400 yıllık, hem de padişahlık ilerde henüz diri canlı bir biçimde diğer devletlerin desteğini alırken Anadolu’da İstanbul’da sistemi değiştirince, kaç yüz yıldır çiğnenen perişan edilen Alevilere siz buyrun gelip yapın diye bilinir mi? 1923’te Halide Edip Adıvar başkanlığında bir heyetin tek hedefi var: Yeni kurulacak olan bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeni nesillerine hangi kültür değerleri aktarılacaktır? Bunların tespitini yapalım. Bu heyet Asya’dan getirdikleri değerler olduğuna karar veriyor ve bu karar derhal yürürlüğe konuluyor. Alevilik, Bektaşilik kitapları da Atatürk döneminde ortaya çıkıyor. Alevileri bugünkü devleti yönetenler, yönetme sorumluluğunu üstlenenler, artık belli etmiyorlar ama yeterince benimsediklerini gösteremediklerine rağmen uluslararası bir kongreye çıktıkları vakit bayrak olarak taşıdıkları Alevilerdir. Ben kendim tanık oldum. Sayın Cumhurbaşkanımız bizim evrensel kültür değerlerini Batılılardan yüzyıllarca önce bildiğimizi, bizim Yunusumuz olduğunu, Mevlanamız olduğunu, Şah Ahmet Yesevimiz olduğunu, Hacı Bektaşımız olduğunu söyledi. Arkadan kültür bakanı bunlara başkalarını da ekledi Âşık Veysel’e kadar olanları saydı. Bu ülkenin gençliği budur. Güneş balçık sıvanmaz. Atatürk dönemi Aleviliğin baskıdan kurtulduğu bir dönemdir. Laiklik ilkesinin getirilmesi ile birlikte devletin inançlar karşısında tarafsız kabul edilmesi sebebi ile Aleviler üzerindeki baskı ortadan kaldırılabildi. Onun için bu ülkede yaşayan herkes kadar, onlardan daha çok Aleviler Atatürk’e saygı duyarlar. Bütün bunlardan sonra size bir soru sormak istiyorum. Sizlerin de bu konuda çok kısa biçimde düşüncelerinizi almak istiyorum, ama yerlerinizden sizi buraya kadar yormak istemiyorum. Bu toplantı Ankara’da ikinci büyük toplantı haline dönüşecek ve orada bir tek ses olalım, bu dört ya da beş ilke üzerinde mutabık olduğumuzu ifade edelim. Hükümete kendi düşüncemizi bir deklarasyon olarak da sunacağımız bir toplantı yapmayı düşünüyoruz. Bu konuda hayır yapmamalıyız diyen var mı? Organizasyon sorumluluğunu biz üstleneceğiz, sizlere haber verilecek, bu konudaki bütün dernek ve vakıflarla hep beraber olacağız.

 

30 Ekim 1999

CEM Vakfı Genel Merkezi,

Koca Ahmet Yesevi Kültür ve Cemevi Merkezi Yunus Emre Toplantı Salonu

 

 

ALEVİ/BEKTAŞİ/MEVLEVİ KURUM/KURULUŞLARI

ANKARA TOPLANTISI KONUŞMASI

 

 

Sayın başbakan yardımcım, çok değerli bakanlarımız, çok değerli milletvekillerimiz, milyonlarca insanı temsilen burada bulunan siz sivil toplum örgütlerinin çok değerli temsilcileri, çok değerli hanımefendiler, beyefendiler;

 

Hepinizi en içten sevgilerle, saygılarla selamlıyorum; hoş geldiniz diyorum.

 

Sevgili konuklar bugün, Alevisi, Sünnisi, Şafiisi, Hambelisi, Hırıstiyanı, Musevisi ile tüm yurttaşların ödediği vergilerden oluşan 2000 yılı bütçesinden inanç hizmetlerine ayrılacak olan payın nasıl dağıtılması gerektiği konusundaki kanaatlerimizi açıklayarak, varlığını demokratik rejime ve sizlerin oylarına borçlu olan siyasal partilere mesaj vermek ve ışık tutmak için toplandık.

 

Sayıları 25 milyonu aşan bir kitlenin sivil toplum örgütlerinin temsilcileri olmanız, bu toplantı sonunda ortaya çıkacak ortak iradenizin Türk kamuoyuna ve ilgilenen herkese Türkiye demokrasisinin derinliği hakkında ister istemez bir fikir vermesi de kaçınılmazdır.

 

Sevgili konuklar, biz bugün burada bulunanlar, Avrupa’dan ve Türkiye’nin her tarafından gelen temsilciler, din hizmetlerine genel bütçeden ayrılan payların yurttaşlar arasında ayrım gözetilmeksizin hakça dağıtılmasını isterken, yalnız adaleti değil, aynı zamanda temel hak ve özgürlükleri, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü ve her şeyden öteye ulusal birlik ve bütünlüğün pekiştirilmesini de savunuyoruz. Adaleti savunuyoruz; çünkü Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den bu yana, hatta onlardan çok daha önce, yani insanoğlunun site şehir devleti halinde yaşamasından bu yana, en küçük boyuttaki devlette bile adaletin devletin temeli olarak kabul edilmiş olması, adalet olmaksızın tüm insanların bir arada huzur ve barış içinde yaşayamayacağının tespitinden başka bir anlam taşımaz. Bazen akıl ve bilim sahibi büyük siyaset bilimcisi filozofların bazen de Hz. Muhammed, Hz. Ali gibi ilahi sezgileri öncelikli olan kutsal kişilerin aynı noktalarda birleşmiş olmaları tesadüf değildir. Sağlıklı bir toplum adaletle yönetilen toplumdur. Bizim İslam anlayışımıza göre insan Kuran-ı Kerim’de ifade edildiği gibi Tanrı’nın özünden, zerresinden var olmuştur. Öyle ise Tanrısal bir öz içeren insana rengi, dini, dili, ırkı ne olursa olsun adaletle ve hakça yaklaşılmak, muamele edilmek gerekir. Bu düşünce iledir ki Hz. Muhammed’in konuşan Kuran olarak nitelediği Hz. Ali, Mısır valisi Malik Ejderi Mısır’a vali tayin ederken oradaki insanların dörtte üçü dinen kardeştir sana geri kalanı fıtraten yaratılıştan dolayı kardeştir sana. Adaletle ve ayrım yapmadan hükmet, demiştir. Toplum yönetim biliminin bu en basit ama en önemli ilk kuralı olan adaletle yönetilmenin, 1999 yılı sonlarında bile Türkiyemizde inanç hizmetleri açısından hâlâ tartışılır olması, 40 yıldır ülke yönetimine soyunanların yönetme yeteneğinin ve kabiliyetlerinin tayin açısından çok önemli ipuçları vermektedir. Tabii Sayın Sezgin ve burada bulunan çok değerli siyaset adamları bu kuralın istisnasını teşkil etmektedir.

İnsanların böyle bir konuyu 1999’da 1000 yılın en büyük siyasi dehasının yaşadığı Atatürk Türkiyesi’nde tartışmak zorunda bırakılmaları, yönetenler için utanç vericidir. Ancak ne kadar utanç verici olursa olsun bu keyfiyet o konunun bir ülke gerçeği olmasını engelleyememektedir. Onun için de tartışacağız.

 

Sevgili konuklar,

Genel bütçeden din hizmetlerine ayrılan payların yurttaşlar arasında hakça dağıtılmasını istemek, aynı zamanda temel bir haktır. Bugün yeryüzünde hemen hiçbir ülkede tartışılmayan böylesine temel bir hakkın Türkiye’de tartışma konusu olmaya devam etmesinden de derin bir üzüntü duyuyoruz. Bugün dünyanın iktisaden en azgelişmiş devletlerinde ne de Marksist-Leninist sistemin 1989’da çökmesinden bu yana liberal demokratik rejime geçen Doğu Avrupa ülkelerinin hiçbirisinde, Türkiye’deki gibi yurttaşları arasında ayrım gözeten bir uygulama yoktur. Din hizmetlerine ya pay ayrılmamakta ya da ayrılıyor ise hakça bir bölüşmenin yolları da bulunmakta, toplumda adil bir biçimde uygulamaya konmaktadır. Neden? Çünkü hakların yurttaşlar arasında ayrım yaratacak şekilde uygulanması, artık Güney Afrika’da bile tarihe kavuşmuştur. Türkiyemizde hem de Mustafa Kemal’in Türkiyesi’nde din hizmetlerine pay ayırmanın vatandaşların bir kısmı için hak olarak kabul edilmesi, üstelik devlet içinde Diyanet İşleri Teşkilatı’nın çatısı altında yüz yirmi üç bin kişi ile örgütlenerek yüzlerce trilyon lira ile desteklenip uygulanmaya konmasının, buna karşılık sayıları 25 milyonu aşan Alevi, Bektaşi, Mevlevi yurttaşların göz ardı edilmesinin hukuktaki karşılığı, devleti kullanarak bölücülük yapmaktadır. Halkın arasına nifak sokmaktır ve hukuken suçtur, dinen de en büyük günahtır. Biz burada toplananlar temel bir hakkı eşit muameleye tabi tutulmayı isteme hakkını, adaletle yönetilmeyi isteme hakkını güven altına anayasanın 10. maddesine dayanarak isterken aslında yalnız çağdaş demokrasilerin üstüne bina edildiği temel hak ve özgürlükleri savunmakla kalmıyor, aynı zamanda hukukun üstünlüğünü sahipleniyoruz. Anayasamızın 10. maddesi kanun önünde eşitlik diye başlıyor, herkes din, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, mezhep vb. sebeplerle ayrım gözetmeksizin kanun önünde eşittir, diyor. Devlet organları ve idare bakanları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.

 

Görüldüğü gibi burada bir takdir hakkı söz konusu değildir, bu bir mükellefiyettir, anayasanın emridir. Sizlerin de gördüğünüz gibi yurttaşların temel sorunu, siyasal iktidarı icra eden sivil yönetici sınıfın anayasamızın emir edici hükümlerini pervasızca çiğnemeleri, onu kaide almamalarıdır. Anayasa buyruğuna rağmen siyaset adamları sorumluluklarını yerine getirmezler ve anayasanın bu kadar açık emirlerine karşı gelirlerse, işledikleri vahim anayasa suçu karşısında iktidarlara yapılacak müdahalelerin anayasaya aykırı olduğu iddiasını ileri sürme hakkını da kaybederler. Kendileri anayasayı çiğnemekte beyis görmeyenler başkalarının anayasayı çiğnemelerine davetiye çıkardıklarını kabul etmelidirler. Bu siyaset biliminin bir kuralıdır. Hukukun üstünlüğünün sağlanması, önce hukuku uygulamakla görevli olanların hukuka uygun davranmalarını da zorunlu kılar, demokrasilerde herkesten önce yönetici sivil otorite hukuka uygun davranarak yurttaşlara örnek olmak zorundadır. Oysa Türkiye’de tanık olduğunuz manzara tamamen farklıdır. Yurttaşlar arasında ayrım yapmak suiistimallere vs. göz yumarak yasaları çiğneyen yönetici siyasal kadroların kendileridir. Siyasal yönetici sınıf anayasayı ihlalden kaçınmamakta ve halkın gözünün içine baka baka Türkiye’de herkes birinci sınıf vatandaştır tekerlemesi ile vatandaşla alay etme cüretini göstermekte, vatandaşları sınıflara ayırarak tanımlamaktadır. Oysa bu manasız gerçekdışı sözler yerine yasaları vatandaşlar arasında ayrım yapmadan uygulamak yeter, yani bir devlet adamı nasıl yapıyorsa öyle davranmaktır.

 

Bu ülkede vatandaşlar birbirini seviyor. Alevisi, Sünnisi, Türk’ü, Kürt’ü herkes hem de birbirini binlerce yıldır seviyor, kimse bugüne kadar aralarına nifak sokamadı. Hiç kimse başarılı olamadı, bundan sonrada olamayacaktır, kimsenin bunu yapmaya gücü yetemeyecektir.

Ancak devlet yetkilerini kullananların vatandaşlar arasında yasaları uygularken ayrım yaptıkları, barış içinde kardeşçe yaşamalarına, birlikte gönül gönüle yaşamalarını, iktidar hırsları ve oy avcılığı uğruna zorlaştırmaya çalıştıkları bir gerçektir. Bütçe yasaları bu düşünce ve uygulamanın tipik bir örneğidir. Emevi İslam anlayışını ve Arap değerlerini tüm yurttaşlara dayatmaya çalışan bir yaklaşım Türk kavimlerinin örf, âdet, dil ve edebiyatı ile kültürünü ve İslam anlayışını yansıtan Alevi, Bektaşi, Mevlevi yurttaşları görmezlikten gelmek, onları bütçeden pay almaktan yoksun bırakmak, son 40 yıllık hükümetlerin ortak tavrını oluşturmuştur. Bu tavrın ortaya çıkardığı tablo ise hiçbir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. Atatürkçü Cumhuriyet artık korunamamaktır. Son 40 yıllık politikacıların marifeti, yine istisnaları huzurunuzda saygı ile anarak dışında bırakmak istiyorum, Asya kaynaklı İslam anlayışı yerine Arap değerlerini ikameye yönelik kurum, kuruluş ve tedbirlerle Atatürkçü Cumhuriyeti demokratik yoldan yıkma noktasına getirmiştir. Türkiyemizde son yıllarda olup bitenler, kışlaya çıkarılan davetiyelere rağmen sivil siyaset kadrolarına Aleviler gibi büyük bir kitleyi Atatürkçü Cumhuriyette entegre etmeme, Diyanet’in dışında tutma, vergilerini alıp hiçbir pay vermemek gaflet ve dalaletleri ne yazık ki devam etmektedir. Görüldüğü gibi, anayasamızın 10. maddesinin emirlerine uygun olarak bütçeden din hizmetlerine ayrılacak paylardan hissemizi istemek, yalnız adil bir yönetim, hukuk üstünlüğünün gerçekleşmesi, 1990 Paris şartında belirtildiği gibi temel hak ve özgürlüklere dayalı demokratik bir düşüncenin derinlik kazanması için değil, hepsinin ötesinde ülkemizde ulusal birlik ve bütünlüğün pekiştirilmesi içinde bir zorunluluktur.

 

Doğal hakları, eşit yurttaşlık hakları kendisinden esirgenen, kırgın içinden küskün bir kitle üzerinde oyun oynamak isteyen birçok mihrak olacağını bilmek için büyük kehanet sahibi olmaya gerek yoktur. Bu gerçeği, yalnız gözü iktidar hırsı kaplayanlar ve bulundukları yerleri terk etmek istemeyenler göremezler. Oysa Alevi Sünniyi, Sünni Alevi kardeşinin İslam anlayışını tanıdıkça daha çok birbirlerine yaklaşacak ve farklılıkları zenginliğe dönüştürecektir. Her çağdaş devlette olduğu gibi Türkiyemizde de insanlar birbirlerini farklılıkları ile sevecek ve başkalarının tahriplerine itibar etmeyeceklerdir. Devletimizi yönetenlerin kitle psikolojisinin bu en temel kurallarını bilmezlikten gelmelerini anlamakta fevkalade büyük zorluk çektiğimizi söylemek istiyorum.

 

Sevgili konuklar,

Cumhuriyeti bu ülkedeki tüm yurttaşlar inancı ırkı ne olursa olsun hep beraber kurduk, hep beraber yaşatmaya kararlıyız. Atatürk’ün Cumhuriyeti, Arap kültür ve emperyalizmine boyun eğmemelidir. Tarihin seyrini değiştiren bir ulus, tarihte dünyaya 600 yıl kafa tutan bir idari yapıyı oluşturabilmiş ise, bir Mustafa Kemal halkının tümünü arkasına alarak mazlum milletlere bağımsızlık ve özgürlüğün kapısın açmış ise, o halkın, Türk halkının kendi değerleri, yüce değerleri var demektir. Türk toplumuna o değerlerinin yerine iki bin yılına girerken dahi çağdaş uygarlığa, insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi kavramlara henüz kapılarını dahi aralamamış ülkelerin değerlerini dayatmaya çalışmak, yanlıştır ve bu yaklaşımın nedeni, istisnaları saymasak 40 yılın basiretsiz vizyonsuz iktidar ve servetten başka bir şey düşünmeyen sivil siyaset kadrolarının Türkiyemizi yönetmeye ısrarla talip olmalarıdır.

 

Sevgili konuklar,

Dikkat ederseniz bugün günlük siyasetin tartışmasına hiç girmedim, anayasal bir hakkın esirgenmesinin hukuksal ve sosyal boyutlarla izahını, genel siyasal nedenlerini analitik bir biçimde kısaca ifade etmeye çalıştım. Şimdi bu hakkın demokratik kurallar, anayasa ve yasalar çerçevesinde, bu ülkedeki herkesi inancı, ırkı ne olursa olsun yanımıza alarak kimseyi incitmeden nasıl elde edebileceğimizi tartışacağız. Cebir, şiddet, kin ve nefretten arınmış bir tavır ne olabilir ki, devlette kanunları uygularken sürekli ayrım yaparak uygulama ısrarında bulunan politikacıları, yöneticileri uyarabilelim, bunun için nasıl bir tavır takınmamız gerekir ve bu alacağımız tavır nasıl ve ne zaman uygulanabilir? Tasada kıvançta eğer ortak hareket ediyor isek, menfaatlar her şeyde ortak hareket ediyor isek, külfetlerde de ortak hareket ediyorsak verilecek olan haklarda da yine adil davranmak gerekir. Fakat yıllardan beri sayın başbakanların, sayın cumhurbaşkanlarının Hacı Bektaş’a gelerek halkın önünde, hepinizin huzurunda, tüm 65 milyonun huzurunda söz vermelerine rağmen uygulamaya gelince herkes birinci sınıf vatandaştır diyorlar, ama 40 yıldır bu yaklaşımlarla Türkiye’yi getirdiğiniz nokta, süngüsüz korunamayacak bir Türkiye Cumhuriyeti haline dönüştürmüş olmanızdır.

 

Demek ki bu işte bir yanlışınız var. Herkes birinci sınıf vatandaştır demekle vatandaşlar birinci sınıf olmuyor, hakları dağıtırken adil dağıtıyorsanız o zaman vatandaşlar arasında herkesi birinci sınıf düzeyine çıkarmış olursunuz.

Düşüncelerini ifade etmek üzere parti genel başkanlarına sözü vermek istiyorduk ama Sayın Sezgin bir özellik arzu etti. o açıdan fakat başka siyasi partilerin yönetici düzeyde değerli bakanları var, bu itibarla birkaç kelime söylemek arzusunu hissettiler, teşekkür ederim.

14 Kasım 1999

Ankara A. Ü.  Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Farabi Salonu

 

Dünya Ölçeğinde Bir Etkinlik;

630 Alevi Derneğinin İstanbul Toplantısı

 

 

31 Ağustos 2002’de Mecidiyeköy’de meydana gelen bir büyük olay, Türkiye’de hiçbir kimsenin dikkatinden kaçmayacak şekilde yankılanacak bir derleniş, toparlanış hareketine dönüştü. Türkiye ve Avrupa’daki örgütlü yüzlerce kurumun temsilcileri tarihlerinde ilk kez, kendileri adına tarihi adımlar atacak bir komitenin, komisyonun oluşmasının altyapısını oluşturdular. Türkiye’de yüz binlerce üyesi, milyonlarca gönüllüsü bulunan Alevi, Bektaşi, Mevlevi kurum ve kuruluşun ortak iştirakiyle ve CEM Vakfı’nın öncülüğünde, Prof. Dr. İzzettin Doğan başkanlığında bir araya gelen bin beş yüze yakın kuruluş temsilcisi, tarihi kararlara hep birlikte imza attılar.

 

Ali Kılıç’ın başkanlığında teşekkül eden divan oluşumundan sonra, kürsüye davet edilen Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın tarihi konuşmasını pür dikkat dinleyen yüzlerce insan konuşmayı ayakta alkışlarken, Doğan’ın tüm fikirlerini zaten desteklediklerini gösteriyorlardı. Prof. Dr. İzzettin Doğan konuşmasında, Aleviliğin tarihsel süreçte nelerle karşılaşıp günümüze nasıl geldiği konularında bilgi aktardıktan sonra, artık bundan böyle daha kararlı adımlar atarak Alevilerin haklı isteklerini elde etmeleri gerektiğini vurguladı. Doğan, siyasi partilerin, Alevilerin varlığını inkâr edip, sorunlarını çözmeden Türkiye’de tam bir barış ortamı oluşturamayacaklarını, adaletsizlikleri gidermeden kendi takiplerinden kurtulamayacaklarını söyledi. İzzettin Doğan, yaklaşan seçimlerden önce bugüne kadar isteklerini ilettikleri partilerden DSP, DYP, YTP, CHP’den yanıtlar geldiğini, temaslarının da bundan sonra devam edeceğini söyledi.

 

Divan’ın aldığı kararla, basına ve kamuoyuna yönelik olmak üzere, Alevi, Bektaşi, Mevlevi kesiminin siyasi partilerden beklentilerinin neler olacağı yönündeki fikirleri derlemek üzere herkese makul bir süre konuşma hakkı verilmesi oybirliğiyle kararlaştırıldı. Beş saat boyunca onlarca kişi temsil ettikleri vakıf, kurum ve dernekler adına görüş ve düşüncelerini açıkladılar. Divan tüm konuşmaları not etti, kayıtları tutuldu. Nihayetinde gerekli müzakerelerden sonra, komisyon adına istisnasız tüm katılımcıların oybirliğiyle görüşleri özetlemek üzere, Prof. Dr. İzzettin Doğan konuşmasını yapmak üzere kürsüye tekrar geldi.

 

Konuşmasında tüm görüşleri kapsayacak şekilde bir toparlama yapan Prof. Dr. İzzettin Doğan, artık herkesin ortak görüş ve fikirlerini kendileri adına seslendirecek bir Alevi, Bektaşi, Mevlevi Temsilciler Meclisi’nin ve bir İzleme Komitesi’nin oluşturulmasında birleştiklerini belirterek, bu komisyonun oluşup oluşmaması konusundaki görüşleri katılımcıların oylarına sundu. İstisnasız olmak üzere tüm katılımcılar öneriyi kabul ettiler. Böylece Aleviler siyasi partilerin haklı istek ve beklentilerine nasıl tepki verildiğini takip etmek üzere ilk kez bir İzleme Komitesi oluşturdular. Bu komitenin de Divanı oluşturan üyelerden ve İzzettin Doğan başkanlığında, CEM Vakfı sekreterliğinde kurulması önerisi geldi. Bu da istisnasız oybirliğiyle kabul edildi.

 

Prof. Dr. İzzettin Doğan, artık meşhur altı istek diye adlandırılan ve toplantıya katılan tüm katılımcıların ortak isteklerini özetleyen, Alevilerin siyasilerden beklentilerini belirten maddeleri tüm katılımcılara teker teker okuyup, bunları onaylayıp onaylamadıklarını sorarak oylattı. Tüm maddeler oybirliğiyle kabul edildi. Bu maddelerin bir gün sonra yapılacak ve Divan’ın katılacağı basın toplantısıyla kamuoyuna ve siyasilere duyurulması da yine istisnasız oybirliğiyle kabul edildi.

 

Kurum ve kuruluşlar yanında yüzlerce dede ve babanın, araştırmacının da katıldığı toplantıdaki Divan şu isimlerden oluşmuştu: Ali Kılıç (Türk Alman Federasyonu Başkanı), Alişan Hızlı (Avrupa Cem Alevi Cemiyeti Basın Sözcüsü), Naki Horasani Baba (Kosova Bektaşilerini Temsilen), Baki Düzgün (Londra Cemevi Adına), Hasan Sarıkaya (Cem Vakfı Avusturya Sn. Pölten Şube Başkanı) Hamza Güler (Belçika Cem Dergisi Sorumlusu), Mustafa Düzgün (Avrupa Alevi Akademisi Başkanı), Emine Bektaş (Almanya Bochum Alevi Bektaşi Birliği Derneği), Ayten Siliseri (Cem Vakfı Almanya Hannover Şube Başkanı) Sevil Erdinç, Haydar Eroğlu (Erikli Baba Türbesi Kültür Derneği Başkanı), Hasan Hüseyin Erkan (Akkav Başkanı), Hasan Çıkar Dede (Galata Mevlevihanesi Yaşatma Derneği ve Evrensel Mevlana Âşıklar Vakfı Onursal Başkanı), Hıdır Elmas (H. B. V. Derneği Gazi Mahallesi Cemevi Başkanı), Kazım Büklü (Kartal Cemevi Vakfı Adına), Prof. Gazi Aydın CUSİAD (Cumhuriyetçi Sanayici İşadamları Derneği Başkanı) Ali Tören (Antalya Elmalı Tekke Köyü Abdal Musa Derneği Başkanı), Ali Seydi Adıgüzel (Avrupa Alevi Cemiyeti Başkanı), Ahmet Uğurlu Dede (Erzincan Ulalar Cemevi Dedesi), Nevzat Demirtaş (Eskişehir Sücaattin Veli Dergâhı Postnişini)

 

 

 

Konuşma Metni

 

Değerli basın mensupları,

 

Böylesine yağmurlu bir günde zahmet edip buraya kadar geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ediyorum.

 

Dün Türkiye’de, gerek Cumhuriyet tarihinde, gerekse Osmanlı döneminin tarihini de eklerseniz, ilk defa bir olay gerçekleşti. Alevi İslam anlayışını bütün bu yansıdığı yüzyıllar boyunca uygulamış olan, icra etmiş olan ve kendilerine Alevi-Bektaşi-Mevlevi dediğimiz, ama tümünü Alevi kelimesi başlığı altında toparlayabileceğimiz bir anlayışın temsilcileri dün İstanbul’da bir araya gelerek bazı kararlar aldılar. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti anayasasının ısrarla uygulanmaya konmak istenmeyen 10’uncu maddesinin ve yanlış bir biçimde uygulamaya konan 136’ncı maddesinin yeniden düşünülerek yürürlüğe konması ve Türkiye’nin gündemine erken giren seçim olgusunun, sayıları 25 milyonu aşan bir kitle tarafından demokratik bir hakkın kullanılması zımnında ve bu hakkı kullanırken de siyasi partilerin üzerinde mutabık kalınan talepler konusunda bir tavır almaya zorlayan bazı kararlar çıktı.

 

 

Sevgili dostlar,

Bir başka açıdan da, bu toplantıda sizlerin tartışmalarınızla açıklık kazanmasını istediğim bir olay var. Kendi çocuklarınızın, din derslerinde mademki anayasamıza göre din dersleri mecburiyeti konmuştur, binaenaleyh o anayasa hükmü değişinceye kadar, onun gerekleriyle iştigal etmek zorundayız ve zorundasınız. Siz kendi çocuklarınızın din derslerinde Alevi İslam anlayışını mı görmesini istersiniz, yoksa bugün Arap örf ve âdetlerinin daha çok bize İslam dini olarak verilmeye çalışan, bir ekolün yazmış olduğu kitaplardaki bilgilerin öğretilmesini mi istersiniz? Bunun da cevabını bir talep olarak vereceksiniz.

 

Türkiye’nin bugüne kadar ulaştığı 900 yıllık tarihte böylesine bir toplantı, temsilciler düzeyinde ilk defa yapılıyor ve devleti yönetenlere ya da yönetmeye aday olanlara, sizin ortak kararınız olarak iletilecektir. Eğer istiyorsak sadece burada değil Avrupa’da, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin nasıl büyük yanlışlar içinde olduklarının tipik örneğini vermek için, bu Divan’ı da oluşturan çoğu dostlarımızın Avrupa’dan geldiğini görüyorsunuz. Oradaki uygulamaların sonuçlarını sadece sizlere sunmak, devletin nasıl yanlış yönetildiğini ifade etmek, göstermek açısından fevkalade düşündürücü. Almanya’ya gittiğiniz zaman birkaç milyon Türk’ün insanlığın yaşadığı yerde, devleti yönetenler, Sünni kardeşlerimize inanç hizmetlerinin gitmesi için hiçbir şeyden kaçınmamışlardır. Diyanet’i temsilen orada temsilciler bulundurmak, konsolosluk havzalarında, cami yapımına doğrudan ya da dolaylı yardımlarda bulunmak ve hiçbir itirazımız yok, iyi de yapılıyor. Ama ayın karanlık yüzü gibi, Alevi yurttaşlara aynı hizmeti götürmüyor, Almanya’daki Alevi yurttaşlara, bu ülkenin yurttaşlarına sırf Alevi İslama inanıyor ve o şekilde yaşıyor diye, onların çocuklarına hangi hizmeti götürüyorlar? Hiçbir hizmet götürmüyorlar. Böylesine bir sorumluluğu kabullenebilmek için, ancak Türkiye’de yönetici olmak gerekir. Başka hiçbir ülke böyle bir yanlışa düşmez. Siyasetten dahi olsa o ülkede ki yurttaşları için kendi ülkesinden esirgediğini, o ülkelerde esirgemez ve o insanlar üzerinde başka güçlerin oynamasına müsaade etmez. Bizde bu yanlışlar da maalesef yapılmıştır.

 

Sevgili dostlar,

Bunların ötesinde, bu toplantıyı başka bir nedenden dolayı da yaptık. Uluslararası politikayı, bir devletler hukuku hocası olarak, 37-38 yıldan beri günlük olarak izlemek zorundayız. Çünkü devletler hukukunun hammaddesini, altyapısını uluslararası politika ve olaylar oluşturuyor. Büyük devletler ve güçler için, eğer siz bir ülkede 25 milyonu aşan bir kitleye haklarını vermiyorsanız, eğer onlara yokmuş gibi davranıyorsanız ve yasalarda yeri yok ki size yardımcı olabilelim gibi bahanelerin ardına sığınarak kendi yurttaşlarınız arasında ayrım yapıyorsanız, bu onların arayıp da milyonlarca, milyarca dolar harcayıp elde edemeyecekleri bir kışkırtma imkânı ifade eder. O büyük kitle üzerinde gerektiği zaman oynayabilmek, onların için iştah kabartıcı bir durumdur. Bunu dahi anlatmakta zorluk çekmişizdir, bugüne kadar ki siyaset adamları ya da devleti yöneten sivil siyaset kesimi için, şunu mutlulukla söyleyebilirim; askeri kanattan bu konuda, bugüne kadar herhangi bir zorluk görmediğimiz gibi, Sayın Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun Genelkurmay Başkanımızın, bundan bir iki gün önce yapmış olduğu konuşmada, bu düşüncelere adeta atıfta bulunan laik Cumhuriyetin, şartlar ne olursa olsun aynı şekilde korumasına, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin özen göstereceği, düşüncesini, biz büyük bir mutlulukla karşılıyoruz. Bunu çok önemli bir güvence olarak kabul ettiğimizi ifade etmek istiyorum.

 

Sizleri daha çok yormak istemiyorum. Başka nedenleri de var bu toplantının, ama konuştukça, özellikle sizlerin katkısını arzu ettiğimiz için ve sizlere daha çok konuşma imkânı doğabilmesi için de, sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Bunu söylerken şimdiden diyebilirim ki, bu yaptığınız toplantı, varlığınızla onurlandırdığınız bu toplantı, bugünden amaçladığı sonuçlara varmıştır, diyebiliriz. Aslında hukuki birtakım analizlere girip sizi yormak istemiyorum. Anayasanın 10’uncu maddesi var iç hukuk açısından, uluslararası hukuk açısından Avrupa İnsan Hakları Antlaşması’nın 8’inci ve 9’uncu maddeleri var. Bu maddelerin Avrupa İnsan Hakları Divanı tarafından yorumlanmış olan birçok kararı var, hepsi de ebeveyni yani anne babanın kendi çocuklarına, kendi felsefi inançları istikametinde eğitim verilmesini isteme hakkı olduğunu, bu hakkın temel bir hak olduğunu, anayasada da dahi tersinin kararlaştırılamayacağı bir hak olduğunu belirten birçok karar vardır. Ayrıca 1990’da imzalanmış olan ve Türkiye’nin de taraf olduğu Paris Şartı’nda, daha sonra ki Stockholm, Viyana bildirilerinde ve Moskova bildirilerinde, inanç özgürlüğüne ilişkin konuların artık uluslararası toplumun malı olduğunu,  tüm uluslararası toplumun bu konuyla ilgilenir olduğu kabul edilmiştir. Bunların zaman zaman, özellikle Avrupa Birliği İlerleme Raporuna, Türk hükümetine, 2003’ün sonuna kadar yani 2004’ün başına kadar, Alevi yurttaşlarla olan meselelerinizi halledin, şeklinde bir hüküm konması, bizim için ne kadar sevindiriciyse, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak da o nispette üzücüdür. Neden üzücüdür? Çünkü bu hususun sizlere, dikkatlerinize sunduğum bütün konuları, son on yılın tüm başbakanlarıyla konuştum ve yıllardan beri kendilerine, bizim aklımız yok muydu sayın başbakanlar, niye biz kendi meselelerimize çözüm üretemiyoruz da ille de başkalarının bizim üzerimize baskı kurması halinde çözüme gidiyoruz. Hele hele laik bir Cumhuriyet olarak, Mustafa Kemal’in temellerini atmış olduğu ve bugün Türk halkıyla birlikte ordusuyla da korunmakta olan bu siyasal sistemin gereği olarak, neden biz kendimiz çözüm üretmiyoruz da, yarın Avrupalılar önümüze koyacaklardır, o zaman çözüm üretmeye kalkacaksınız, dediğim zaman, haksızlık da etmemek lazım, tüm başbakanlar haklısınız hocam, artık bunu muhakkak başarmamız lazım, bunu muhakkak yapmamız lazım demişlerdir. Ama seçimlerden sonra tekrardan olay uykuya bırakılmıştır

 

Bugüne kadar hepinizin malumu olduğu üzere, Türkiye’de siyasi partiler halkın hafızasının zafiyetine güvenerek her defasında birçok vaatte bulunurlar ve iktidara geldikten sonra genel bir deyişle seçimlerden sonra, verdikleri sözleri de unuturlar. Biz Türkiye’de dünkü toplantıyla bunun da kırılmasını ve halkın hafızasının canlı tutulmasını sağlayacak olan yeni bir mekanizmayı da oluşturduk. Oluşturulan mekanizma ile Alevi-Bektaşi-Mevlevi Temsilciler Meclisi, bundan böyle sadece Türkiye’deki ve Balkanlar’daki insanların temsilcilerinden oluşmayacak, aynı zamanda Kafkaslar ve Orta Asya’nın beş Türk cumhuriyetini de içine alacak şekilde genişletilecek. Ve bunların temsilcilerinden oluşan bir izleme komitesi, Cumhuriyet tarihinde ve demokrasimizin tarihinde ilk defa kurulacak ve her altı ayda bir siyasi partilerin vermiş oldukları vaatleri ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar, gerçekleştirmek için neler yaptıklarını izleyecek bu komite. Bu komite her altı ayda bir toplanarak kamuoyunu aydınlatacak, böylece kamuoyunun hafızasının canlı kalması ve demokratik bir baskı kurularak siyasi partilerin verdikleri vaatleri yerine getirilmesini sağlamaya çalışacaklardır. Altı noktada özetlenebilecek olan ve her bir isteği teker teker, ayrı ayrı oylamaya koyup oybirliğiyle aldığımız kararları sizlere ifade edeceğim.

 

İstekler üzerinde mutabık kaldık. Hemen belirteyim ki, bu toplantı bugüne kadar bu alanda Türkiye’de yapılan en görkemli, kapsamlı ve içerikli toplantıydı diyebiliriz. 600’ün üzerinde sivil toplum kuruluşu temsilcileri, 1300 küsur insanla birlikte dün toplandığımız mahalde biraz sonra sunacağım kararlarda katılımcılar oybirliğini sağladılar.

 

1. Madde: Alevi-Bektaşi-Mevlevi yurttaşların anayasamızın 10’uncu maddesine uygun olarak, din hizmetlerine genel bütçeden ayrılan payın en az üçte birini alması. Bugün bildiğiniz gibi Diyanet İşleri Teşkilatı olarak bilinen ve devletin din hizmetlerini yöneten teşkilatına, bütçeden her yıl asgari 600 trilyon lira gibi neredeyse 10 bakanlığın toplam bütçesinden fazla bir bütçe tahsis edilmektedir. Bundan ne Alevi yurttaşlar, ne de Sünni İslamın dışındaki herhangi bir inanç kurumu herhangi bir pay almaktadır. Böylesine büyük bir haksızlığın ortadan kaldırılması, dünkü toplantıda varılan kararın birinci maddesini oluşturuyor.

 

2. Madde: Anayasamızın 136’ncı maddesine uygun olarak Diyanet İşleri Başkanlığı’nın A’dan Z’ye yeniden yapılandırılarak hizmete sokulması benimsendi. Bu teşkilatın Türkiye’de Atatürkçü Cumhuriyetin kökleşmesi üzerinde, aslında menfi, olumsuz bir etkisi olduğunu hepimiz biliyoruz. Bunun kaldırılması, doğrusunu isterseniz bizi üzmez. Ama bugünkü koşullarda, sayısı 100 bine yaklaşan caminin, Diyanet’in ortadan kaldırılması halinde birdenbire bir propaganda merkezi haline gelmesi, 24 saat propaganda yapılan yer haline dönüşmesi ihtimalinden dolayı biz, Diyanet’in kalmasını ama demokratik bir yapıya kavuşturularak A’dan Z’ye tümüyle değiştirilmesi ve bu teşkilatın tüm inanç gruplarını temsil eden, aralarında alt-üst ilişkisi, hiyerarşi ilişkisi olmaksızın, özerk bir biçimde devletin denetimi altında kendi insanlarına, inançlı insanlarına hizmet veren bir teşkilat haline dönüştürülmesini istiyoruz.

 

3. Madde: Alevi İslam anlayışının ders kitaplarına konması. Bugün bildiğiniz gibi anayasamıza göre, 82 Anayasası’na göre, din dersleri eğitiminin zorunlu hale getirilmesi olgusunun uygulamadaki biçimi, sadece din dersleri adı altında Sünni İslam anlayışı, -o da Arap versiyonunun- Arap anlayışının okullarda okutulmasıdır. Akla gelen şu olur: Acaba Sünni İslam anlayışının Arap versiyonundan başka bir versiyonu da mı var? Yani Türk versiyonu ya da Suudi versiyonu, ya da Afgan versiyonu da mı var? Evet vardır. Açıkça söylemek gerekiyor. Örneğini vermek gerekiyorsa Afganistan Sünnidir ve Afganistan Sünniliğinin yarattığı olay gördüğünüz gibi Taliban hareketidir. Ama Türkiye’deki Sünni İslamın böyle bir şeyi yaratmadığını, en azından bugüne kadar yaratmadığını gördük. Sünni İslam tanımı altında farklı uygulamalar, farklı algılamalar vardır. İşte biz Alevi İslam anlayışının da, sadece ders kitaplarında okutulan Sünni İslamın değil, ama Alevi İslam anlayışının ve diğer inanç gruplarının kendi anlayışlarını ders kitaplarına konmasını ve çocuklarımızın daha küçükken doğru bilgilerle donatılmalarını istiyoruz. Bunun için de Alevi İslam inancını da yani Yunus’un, Hacı Bektaşi Veli’nin, Mevlana’nın, Pir Sultan’ın, Âşık Veysel’in artık din dersi kitaplarında, o dini algılayan insanların modelleri olarak okutulmasını istiyoruz.

 

4. Madde: Devlete ait televizyon ve radyo kanallarında, bütün inanç gruplarının kendi inançlarını ifade için, belirli bir zaman dilimine sahip olmalarını istiyoruz. Biliyorsunuz devlete ait her şey halka aittir. Bugünkü çağdaş devlette, devlet ve halk ikiliği yoktur. Siyaset biliminin tanımları ile bugünkü devlet, halkın siyasetten teşkilatlanmış biçimi olarak tanınıyor. Peki, böyle bir ikilik olmamasına rağmen, neden o zaman devletin televizyonlarında, radyolarında İslam adı altında yalnız Sünni İslam anlatılıp ya da onun algılama biçimi tüm topluma İslam diye takdim edilir. İslamın farklı yorumları çok açık bir biçimde ve demokratik bir toplumun gereklerini yerine getirecek şekilde ve bütünleşmeye çalıştığımız Avrupa’nın standartlarına uygun bir düzeye çıkarılması gerekir. Türkiye Radyo Televizyon Kurumu da aynı şekilde, aynı sorumlulukla Alevi İslam anlayışına bu yönü vermeli. Sadece Alevi İslam anlayışını değil, başka inançlara mensup yurttaşlarımız da var. Ülkemizde başka dinlere mensup yurttaşlarımız da var. Biz inançlarımızı sade yurttaşlar olarak öğrenmek istiyoruz, aynı ülkede yaşayan insanlar birbirimizi inançları ile tanımak istiyoruz ve inançları ile farklılıkları ile sevmek istiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti olarak yarın Avrupa Birliği’ne tam üye olunduğu zaman, 500 küsur milyonluk bir alanda o alanın bir parçası olacağız. Orada yüzlerce mezhep, onlarca din, yüzlerce uygulama var. Türkiye’nin şartları ayrıdır, Türkiye bu uygulamanın dışında kalır, diyebilmek evvela gerçekçi olmaz. Kaldı ki girmeye çalıştığımız, girmek istediğimiz kulübün kuralları ile çelişir. Orada nasıl Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları varsa inançlarını özgürce icra edebiliyorlarsa, başka dinden, başka inançta olan insanlar da kendi inançlarını icra edebiliyorlarsa, bizim de aynı şeyleri yapmamız lazım. Özellikle iletişime ilişkin kurumlarda.

 

5. Madde: Cemevlerinin yapımına devletçe arsa ve para desteğinin sağlanmasıdır. Yapılacak olan cemevleri, sadece Alevi yurttaşların ihtiyaçlarını görmeye yönelik olmamalı. Oraya, isteyen her Sünni kardeşimiz, her Şafii, ya da Hambeli kardeşimiz, yada Musevi, Hıristiyan kardeşimiz gelebilmeli, ceme girebilmeli ve izleyebilmelidir. Bu olanağın sağlanması hem devletin, hem toplumun şeffaflık içerisinde yapılanların gözetilmesine de olanak sağlaması açısından bir zorunluluktur. Ama bunun için güzel cemevlerinin yapılabilmesi, onun içinde para ve arsa desteğine ihtiyaç var ve bunun devlet tarafından sağlanmasını istiyoruz.

 

  1. Madde: Türk kavimlerinin müzik olarak ve kültür olarak bugüne kadar en önemli taşıyıcı unsurlarından bir tanesi sazdır. Türkiye inanılmaz bir çelişkiyi yıllardır yaşıyor. Okullarında müzik dersinde, keman, mandolin, piyano, org gibi müzik aletlerinin hepsi tavsiye edilmiştir, bir tek enstrüman hariç: O da sazdır. Saz tavsiye edilmemiştir. Türk kültürünü, Türk edebiyatını, Türk musikisini yüzyıllardır Orta Asya’dan Tuna boylarına kadar taşıyan bu aleti, hiç kimsenin inanamayacağı bir biçimde bugüne kadar okullara müzik aleti olarak tavsiye edilmediğini üzülerek gördüm. Gerçi Sayın Başbakan Bülent Ecevit son görüşmelerimizde bu meselenin halledeceğini söylemişlerdi. Bunun, gerekiyorsa bir yasayla, gerekiyorsa kanun hükmünde bir kararname ile halledilmesini ve halka duyurmasını talep ediyoruz.

 

 

 

Prof. Dr. İzzettin DOĞAN’ın,

 

Alevi Kurum Temsilcileri Toplantısı’ndaki Konuşması

 

(Bostancı Gösteri Merkezi, 28 EKİM 2007)

 

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Sayın Başkan Vekili, sayın bakanlarımız, sayın milletvekillerimiz, çok değerli hanımefendiler, çok değerli beyefendiler, Türkiye’nin ve Avrupa’nın her tarafından gelen, Balkanlar’ın 7 ülkesinden buraya kadar bugün teşrif etmiş olanlar, sevgili dede-babalar, sivil toplum kuruluşlarının çok değerli başkanları, basının değerli mensupları;

 

Hepinizi bu çok önemli günde çağrımızı kabul buyurarak teşrif ettiğiniz için en içten sevgiyle, saygıyla selamlıyor, huzurlarınızda eğiliyorum, hoş geldiniz diyorum.

 

Aslında sizleri çok daha güzel bir atmosfer içerisinde karşılamak ve ağırlamak isterdik.

Ancak Türkiye’nin etrafını saran kara bulutları, özellikle laik Cumhuriyetimizi yavaş yavaş,  her ne manayı ifade ediyorsa ılımlı İslam cumhuriyetlerine dönüştürme gayretleri ve bu gayretlerin arkasında bulunanların yaratmış oldukları atmosferler ve bu atmosferin içerisinde kaybolup giden şehit evlatlarımız, bizim bugünü çok daha keyifli bir biçimde idrak etmemizi engelledi. Laik Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin her taraftan kuşatıldığı ve onun yerine kurulmak istenen Ilımlı İslam cumhuriyetine ek olarak üniter devlet yapısının da yavaş yavaş değiştirilerek federal bir yapıya doğru gitmenin gölgesinde yapıyoruz bugün bu toplantıyı.

Aslında bu toplantı Sayın Başbakanımızın bundan kısa bir süre önce yapmış olduğu davete icabet toplantısıdır. Kendileri ısmarladıkları anayasanın halktan önemli ölçüde tepki görmesi üzerine, bunu bizim anayasamız diye görmeyin, bu tüm halkın anayasası olacak, onun için toplumun tüm kesimlerine danışılarak, onların da onayı alınarak nihai şekil verilecektir, dedi. Bu ülkenin 3/1 nüfusunu oluşturan pekiyi Alevi kesimi böyle bir anayasa için ne düşünüyor; orada hangi hükümlerin yer alması gerektiğini, orada inançlarını bundan böyle güvence altına alacak olan hangi hükümlerin yer alması gerektiğini düşünüyor; işte bunu tartışmak üzere bugün sizleri buraya davet ettim. Ne yazık ki bir taraftan liberal demokrasinin açık bir biçimde bir araç olarak kullanıldığı, bir taraftan ABD’nin 9-11 Eylül saldırılarını vesile kabul ederek yürürlüğe koymak istediği BOP, bir taraftan hemen tümü totaliter yahut şer’i kurallarla yöneltilen ve Türkiye’nin modern (çağdaş) laik yapısını kendileri için bir tehdit olarak algılayan İslam ülkelerinin, laik Cumhuriyetimizi çökertmek için bunu vaat eden iktidara doğrudan ya da dolaylı olarak destek vermesi; öte yandan AB’nin İnsan Hakları ve Avrupa Birliği standartları adı altında Türkiye’ye uyguladığı çifte standartlar sayesinde bugünkü durumun daha da ağırlaşacağını öngördüğümüz için, sayısı 25 milyon üstündeki Alevi yurttaşları temsil eden STK’leriyle inanç önderlerini ve Türk toplumunun inançları ne olursa olsun, laik Cumhuriyetten yana olduklarına inandığımız STK’lerinin başkan ve başkan yardımcılarını, içimizden birileri olarak toplantıya katılmaya ve yeni anayasa taslağını ve onun ışığında Alevi yurttaşlardan esirgenen inanç özgürlüğünün ve anayasanın 10. maddesinde öngörülen eşit muameleyi tartışmaya davet ettim sizleri. Kırmadınız lütfedip geldiniz. Her birinize ayrı ayrı şahsım adına bu toplantıya destek veren dostlarım adına bir kez daha sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

 

Sevgili Konuklar,

Bu toplantıyı düzenlememin bir nedeni laik Cumhuriyete olan sarsılmaz bağlılığımızı özellikle devlet işleriyle (kamu yönetimi) dini yaşamın birbirinden ayrılmasını teyit etmek ise diğeri de Aleviliğin İslam anlayışı olmaksızın ne laik bir Cumhuriyeti kurmak ve korumak ne de İslam ile Hıristiyanlığın çatışmasını önlemeye imkân olmadığının altını çizmektir

 

Müsamahanıza sığınarak bu iki konuyu biraz açmak istiyorum.

Birinci konu yani Aleviliğin İslam anlayışı olmadan bir İslam ülkesinde laik bir cumhuriyetin kurulmasının ve kollanmasının mümkün olmadığı düşüncesinin izah etmek aslında zor değildir. Gerçekten de 58 İslam ülkesi içinde yalnız ve yalnız Türkiye, Mustafa Kemal ve arkadaşları tarafından laik (demokratik) cumhuriyet olarak kurulmak ve yaşamak başarısını gösterebilmiştir. Bunun sırrını Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuranların bilinçli iradeleri kadar, Anadolu halkının da Alevisi Sünnisiyle, Şah Ahmet Yeseviyi, Ebu’l Vefa’yı, Hacı Bektaşi Veli’yi, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi, yüzlerce, binlerce eren ve evliyayı bağrından çıkaracak inanç ve düşünce yapısına sahip olması ve kendine özgü hasletleridir. Onların İslam anlayışıyla, yani Kuran’da ifade edildiği üzere hepimizin, Tanrı’nın bir zerresinden oluştuğumuz inancı, Tanrı’ya insanı severek varılabileceği, kul hakkını yemenin Tanrı’nın bile affedemeyeceği bir günahı oluşturduğu ve yaşarken Tanrı’nın rızasından çok, insanın rızasının alınması gerektiği, kadın erkek arasında özde bir fark olmadığı, sadece fonksiyonlarının ayrı olduğu ve bu düşüncelerin de müzik eşliğinde kadın erkek bir arada icra edilmiş olmasında aramak gerekir. Bu öğelerin tümü, Tanrı- insan birlikteliği, müzik eşliğinde pir huzurunda belirli bir disiplin içinde Tanrı huzuruna çıkan insanı içerdiği Tanrı’dan dolayı ve Kuran ayetine uygun olarak onu severek ve incitmemeye çalışarak, üç günlük dünyada barış içinde ve karşılıklı sevgiyle yaşayarak hayatı sürdürmek hedefi, modern seküler demokrasilerin dahi henüz varmayı başaramadıkları hedefleri oluşturmaktadır. Oysa “Türk İslamı” bunu kendi şartları içinde başarmış ve önce 1300’lerde dünyanın en büyük, en güçlü imparatorluklarından birisini yani Osmanlı İmparatorluğunu daha sonra da yedi düvele karşı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kurabilmiştir.

 

Biraz daha laik Cumhuriyetin üzerine bina edildiği değerler üzerinde durmak gerekiyor diye düşünüyorum. Alevilikle ilgili kitapların, 1517 yani Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferi dönüşü, Memluklardan getirmiş olduğu hilafeti asıl alırsanız ve o tarihten itibaren daha doğrusu Osmanlı Devleti’nin dininin, mezhebinin Hanefi olduğu tarihten 385 yıl sonra, ilk defa 1920-30 arasında yani Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ve tasavvufun üzerindeki külün savrulması, Batı değerlerinin benimsenmesi ve devrimler, bir toplumsal tabanı olmadıkça tutması mümkün olmayan devrimlerdir. Çünkü yaşadığımız çağda yaşayanlar için bile belki de önemli bir deneyim kazanmış olma şansıdır. Mao Zedong’un yapmış olduğu, yıllarca dünyanın her yerinde hayranlıkla izlenen Kültür Devrimi dahi bütün cebir ve şiddet yöntemlerine rağmen oturtulamamış, Çin toplumuna kabul ettirilememiştir. Görüyoruz ki kısa bir süre içerisinde tarihin zaman dilimlerini hesaba katarsanız o devrim dahi bütün o güçlü görünüme rağmen arkasında en şedit, kabul edemeyeceğimiz cebir ve şiddet yöntemleri olmasına rağmen tutmamıştır. Eğer Atatürk Devrimleri bu ülkede tuttuysa ve bugün hangi inanca mensup olursa olsun o inançların birbirine saygı içinde yaşaması, demokratik bir çerçeve içinde, noksanları olsa bile eğer mümkün olmuşsa burada işte Türk İslamı dediğimiz, başka bir ifade ile Alevi İslam anlayışı dediğimiz anlayışın Anadolu halkına hâkim olmasının çok büyük bir rolü vardır.

 

İkinci konuya gelince, yani Hıristiyanlıkla İslamiyetin çatışmasının önlenmesi konusuna gelince: Aleviliğin Kuran’ı böylesine barışçı, insancıl ve adaleti gerçekleştirecek, sevgi ve saygıyı pekiştirecek şekildeki yorumunun kök salması, her an stresini yaşadığımız İslam-Hıristiyan çatışmasının -biliyorsunuz bugünkü çağdaş ismi ile buna Medeniyetler Çatışması deniyor, Batı ile yani Hıristiyan Batı ile İslam ülkelerinin çatışması manasını ifade ediyor- önlenmesinin, en azından halklar düzeyinde, halkların birbirlerine karşı peşin yargılardan kurtulması, tanışması ve uzun vade de olsa savaşmamasının, giderek sevişmesinin de anahtarını teşkil etmektedir.

Anadolu ve Balkanlar’ı Müslümanlaştıran, Hıristiyanlığı savaş ve kavgayla değil, daha üstün değerlerle ve barış içinde dönüştüren olay, Türklerin bu hümanist İslam anlayışıdır. Onun içindir ki bugün huzurlarınızda hiçbir himayeye sahip olmamalarına rağmen Balkanlar’dan dedeler, babalar huzurlarınıza kadar gelebilmekte ve İslamın Alevi yorumunun o ülkelerde yaşamaya devam ettiğini, bütün baskılara rağmen direnerek huzurlarınızda gösterebilmektedirler. Bugün Batı’da birçok entelektüelin, (düşünürün) İslamiyeti kabul etmesinin nedeni de budur. Birleşmiş Milletler’in dünyanın en büyük, tarihin öngördüğü en büyük örgütünün bugün 193 devlet üyesidir. 1995 yılını, “Yunus Emre ve Hacı Bektaş İçin Hoşgörü Yılı” Mevlana’nın 800. doğum yılını da dünyada “Sevgi Yılı” ilan etti ise bunun nedeni, bu büyük İslam düşünürlerinin sadece İslam için değil, tüm dünyada yaşayan halklar için barışı öngörmesi, tüm insanlığı aynı etten, aynı kemikten yaratıldığına, Âşık Veysel’in deyişiyle aynı vardan var olduğumuza dair düşüncelerinin yayılmasıyla savaşların önlenebileceğine inanmış olmalarıdır. Mevlana’nın 800. doğum yılını da bütün dünyada bugün Birleşmiş Milletler’in himayesinde kutlayabilmekteyiz. Diğer taraftan Arap halklarının benimsedikleri Kuran yorumu ve bu yoruma egemen olan “cihat” kavramı nedeniyle, İslamın yayılması ve tanıtılmasında İslama daha da çatışmacı bir içerik kazandırmakta, haklı haksız, maksatlı maksatsız Hıristiyanlığın açık ya da örtülü hedefi haline gelmele kalmayıp çoğu zaman da Batı dünyasının, özellikle enerji kaynakları ve yeraltı zenginlikleri için haksız yere güç üstünlüklerine dayanarak İslam ülkelerine saldırdıklarında, kendi kamuoylarına ve aydınlarına bu haksızlığı yutturmak için Hıristiyanlığın meşru müdafaa halinde olduğunu söyleyebilmelerine ve Sünni İslamın “cihat” kavramını, kamuoylarını ikna nedeni olarak kullanabilmektedirler.

 

Oysa Türk mutasavvıflarının “cihat” kavramına yükledikleri anlam farklıdır. Barışçıdır. Özeldir. Cihat, Tanrı aşkına baş kesmek değildir. Tanrı aşkına gönül fethetmektedir. Sevmektir, sevilmektir, İslam dininin hedefi de amacı da, her dinde de olması gerektiği gibi budur. 

Buna karşılık Arap halklarının Kuran anlayışı, İslamı yayma anlayışının başında gelen “cihat, kavramının içerdiği mana itibarıyla uzlaşması kolay olmayan çatışmacı bir kavramı ifade etmektedir.

 

Neden bütün bunları anlatıyorum? Alevilik olmaksızın Müslüman bir ülkede olsa olsa demokrasi değil; demokrasi görüntüsü içinde çoğunluğun azınlığa tahakkümünü hedefleyen Sünni-Şeri bir devlet düzeni oluşabilir. Demokrasi adına ılımlı İslam devletini kurmak isteyenlerinin vaat ettikleri devlet düzeni -Alevilere ve Aleviliğe karşı tutumlarını göz önünde bulundurursanız- öyle bir düzen olsa gerek. Alevi yurttaşlar kamu hizmetlerine alınmamakta, mevcutlar istifaya zorlanmakta, tüm yurttaşlardan toplanan vergiler sadece Sünni inancın eğitim ve icrasına tahsis edilmektedir. Cemevlerini ibadet yeri olarak saymamakta…(…..)

 

Görüyorum ki alkışlarınız bu toplantıda yapılacak anayasa için konuşmalarının çerçevesini de belirliyor. Alevi inanç önderlerine bir tek kuruş dahi tahsis edilmemekte, Devlet radyo ve televizyonlarında Aleviliğe yer verilmemekte, Türk değerleri yerine Arap değerleri benimsenip mecburi din derslerinde küçücük beyinleri yıkamaktan çekinilmemektedir. Hem de anayasamızın yurttaşların yasalar önünde eşit olduğunu öngören emredici açık hükümlerine rağmen.

 

Diğer taraftan 1924 yılında laik Cumhuriyetin güvencesini oluşturmak üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, zaman içinde özellikle Türkiye’nin çoğulcu demokrasiye geçmesinden sonra oy hesaplarıyla ve Sünni çoğunluğu elde tutmak isteyen siyasi partilerin tutumlarıyla, laik Cumhuriyeti kemiren giderek yok etmeye çalışan bir kurum haline dönüşmüş, kamuoyunun tanıdığı en fanatik laik Cumhuriyet karşıtları bu kurumundan yetişmiştir. Laik Cumhuriyetin kuruluş aşamasında laisizmin, din devlet ayırımının en önemli güvencelerinden birisi olarak kurulan Diyanet İşleri Teşkilatı, çoğulcu demokrasiye geçişle birlikte, Aleviler ve diğer inanç grupları yer almadığı için amacından saptırılmış veya dini siyasete alet eden siyasi partilerin ocağına odun taşıyan ya da başkanları ve elemanları siyasi partilerin kuruculuğuna, yöneticiliğine soyunan bir kuruluş haline gelmiştir.

 

Belki inanmayacaksınız ama bugün Milli Eğitim’e yön veren Diyanet İşleri Teşkilatı başkanları ve yöneticileridir. Böylesine kadrolarla yürütülecek bir Milli Eğitim politikasının Türk demokrasisini ve laik Cumhuriyeti götüreceği yer bellidir. Uluslararası konjonktürü de göz önünde bulundurursanız Batı himayesinde totaliter şer-i bir devlet düzenine gidilmekte olduğunu kolayca teşhis edersiniz. İşte bundan dolayıdır ki, Türklerin İslam anlayışını yansıtan Alevilik, anayasal güvenceye kavuşmalı, önce laik devletin sonra da demokrasinin insan haklarına dayalı eşitlikçi ve özgürlükçü yapısı güçlendirilmelidir. Yeni bir anayasanın hazırlanmakta olduğu bu dönemde sizlerin bir araya gelmeniz ve bu konulara kâmil katkılarınızla ışık tutmanız ülkeyi yönetenler için eğer iyi değerlendirirlerse büyük bir şanstır. Sizlerin buraya toplanmanız Türkiye’nin her tarafından, Balkanlar’dan, Orta Asya cumhuriyetlerinden, Kafkaslar’dan, Azerbaycan’dan ve Avrupa’dan özellikle Almanya’dan, Fransa’dan, İngiltere’den buraya kadar çekinmeden gelmeniz ve burada kendi düşüncelerinizi yeni yapılmakta olan anayasanın sadece bir tek kesimin değil ama tüm Türk halkının anayasası olmasına çok büyük katkı sunacaktır. Devlet adamı geçinenler böylesine bir toplantının önemini bilmeli ve sizlerin yapacağınız katkılardan çok önemli sonuçlar çıkarmalı ve anayasa nihai şeklini alırken burada bugün yapacağınız eleştiriler ve katkılar göz önünde bulundurularak anayasanın sadece bu ülkenin belirli bir kesimin anayasası olmadığını Alevisi, Sünnisi, Şafisi, Hıristiyanı, Musevisi,  bu ülkede yaşayan herkesin hatta yaşamayıp da bu ülkeden geçenlerin de anayasası haline gelebilmelidir. Bir pazar gününü ayırıp binlerce kilometre mesafeyi kat edip buraya kadar geldiniz, bana hayatımın en büyük hediyesini verdiniz. Hepinizi seviyorum, hepinize sevgilerimi sunuyorum.

 

28 Ekim 2007

Bostancı Gösteri Merkezi, Bostancı, İstanbul

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile