İZZETTİN DOĞAN'LA BİRİNCİ SÖYLEŞİ AYHAN AYDIN

Ayhan Aydın

Prof. Dr. İzzettin Doğan’la Aleviliğin Geçmişten Günümüze Genel Sorunları, Devlet Aleviler İlişkisi, Cem Vakfı’nı Kapsayan Söyleşi[1]

Değerli hocam, öncelikle sizin yaşam hikayenizi yine sizden dinlemek istiyoruz. Çocukluğunuz, eğitiminiz, çalışmalarınız, oldukça önemli ve bir çok kişi tarafından merak ediliyor. Ayrıntılı şekilde bunlardan bahsedebilir misiniz?

1940 Malatya Kırlangıç köyü, doğumluyum. 5-6 yaşına kadar Kırlangıç köyünde kalmışım. Annem (Baba Mansur Ocağı’ndan Seyyid Süleyman Efendi’nin kızı) Elif Ana’nın Hakk’a yürümesinden sonra, Baba Mansur Ocağı’nın bulunduğu Muhundu da bir yılımı geçirdim. Özellikle anneannemin anneme çok düşkün olması ve onu çok erken bir yaşta kaybetmiş olmasının kendisinde uyandırdığı büyük üzüntü, tesirden dolayı; çocuklarından birisinin teselli için kendisine verilmesini babamdan istemiş; babam da beni bir sene Muhundu’ya Tunceli’ye yolladı. Çok küçük yaşta da olsam orada geçirdiğim bir yıl, yaşamım üzerinde derin izler bıraktı. Elif Ana’nın oğlu olmam hasebiyle ve Elif Ana’ya gösterilen büyük sevgiden dolayı, bana da büyük bir ilgi gösterildi. İnançları gereği de beni yerde gezdirmediler desem yeridir. Omuzlarda da olsam, benden büyük bir insanmışım gibi davranmamın beklendiğini hissediyordum. Malatya’ya köye tekrar geldim. Üçüncü sınıfa kaar köyde okudum. 4. ve 5. sınıfı Malatya’da Gazi Okulu’nda okudum. Rahmetli Turgut Özal’ın annesi Hafize Hanım, Fatma Hanım, Recai Kutan’ın babası İsmail Hoca’nın öğretmenlerimiz olduğu çok imtiyazlı bir dönemdir, bu dönem. Öğretmenlerimiz gerçekten çok değerli hocalardı. Bir kere hepsi çağdaş, modern insanlardı. İsmail Hoca, Atatürk’ü iliklerine kadar savunan ve bize baş öğretmen olarak, Atatürk’ü anlatan bir öğretmendi. Biz o telkinlerle büyüdük Malatya’da. İsmet Paşa’nın Malatyalı oluşu, Atatürk Devrimleri’nin çok rahat yaşandığı bir şehre dönüştürmüştü Malatya’yı. Aleviliğimizden dolayı bu devrimler bizlere bir şey getirmiyordu, sadece adeta bunlarla meşrulaştırılmış bir ortamda yaşama şansını bulmuş oluyorduk. Ama çok güzel bir zenginlikti. Alevi-Sünni ayrımı olmadan, insanların bu işi bir zenginlik olarak kabul edip, birbirlerine takılma vesilesi kabul ettikleri, birbirine sarmaş dolaş oldukları bir ortamda, büyüdüm. Kendi ailemiz içinde zaten o ortam yüzyıllardır vardı. Hiçbir ıstırap, hiçbir zulüm, hiçbir baskı, o aile ortamında huzur bulmalarına, bu dünyanın geçici olduğuna inanmalarına engel olamıyordu. Öyle olunca da buradaki ıstırapların geçici olduğuna inanıyorlardı ve o ortam içerisinde insanlar mutlu bir yüze sahiptiler. Sürekli gülen, ıstırıplara mukavemet edebilecek olan, bütün bu zahmetlerin, ıstırapların sonunda muhakkak güneşin doğacağını, güzelliklerin geleceğini, Tanrı’nın insanı sınadığını, sınava aldığına ilişkin bir büyük kavrama, felsefeye sahiptirler. Genelde de bizim eve Hatay’dan Edirne’ye kadar gelen, büyük dedeler, kendi bölgelerinin büyük bilginleri olarak kabul edilen insanlardı. Ozanlar gelirdi. Mesela Aşık Veysel her sene mutlaka gelir, gelmezse haber yollar, ben sene hastayım, Doğan Dedem gelemiyorum, gelip mutlaka niyaz olacağım, muhakkak geleceğim derdi. Uzaktan gelenler, daha uzun süre kalırdı. 10-15 günden aşağı kalan olmazdı. Aylarca gelip kalan olurdu. Bütün o dönemlerde de insanlar, İslamı, İslamdan gördükleri yaşamı; Tanrı–insan ilişkilerini, varlığın nedenini; insan davranışlarında kemale gitmenin yollarınıusullerini, tartışırdı. Öyle bir ortam içerisinde bilginin, bilimin ne olduğunu en yüksek değerin bilim olduğunu, insanların mutlaka ona varmaya çalışması gerektiğini herkesin çocuklarını mümkün olduğunca ona yöneltmesi gerektiği düşünmeleri tartışılıyordu. Öyle olunca da tabi biz de gele gele hoca olduk.

Yani, kişiliğinizin, düşünce yapınızın, hayatınıza yön veren ilkelerin oluşmasında çocukluğunuzun, ailenizin, çevrenizin derin etkileri var. Sevgili Doğan, niyaza gelenlerin, niyaza gelen dedelerin, ozanların, aşıkların, zakirlerin çok saygı gösterdiği bir ocağa mensupsunuz, ocakzadesiniz, dede soyundan geliyorsunuz. Binlerce insanın sevgi ve saygıda kusur etmedikleri hala önemi Anadolu Alevi toplumunda mevcut olan ocağınız hakkında bize bilgi verebilir misiniz? Halk menakıbnamelerle, şiirlerle de olsa o sevgiyi öyle bir yaşatıyor ki, yüzyıllara uzanıyor bu sevginin temeli. Peki sizin ocağa niye bu kadar ilgi vardı/var? İnsanlar ne diyerek, oraya geliyordu?

Şimdi zannediyorum Ayhan’cığım onun kaynağı tarih. Hz. Hüseyin’in çocuklarından Zeynel Abidin’in en küçük çocuğu Ali Asker’den geliyor, bizimkiler. Tarih ve eldeki belgeler, öyle söylüyor. Bu aileye mensup olanlar çok ıstırap çekmişler, kendi menfatleri için, kendi rahatlarını biraz daha arttırmanın çabası içinde olmamışlar. Bütün yaşamlarını halka hasretmişler, tahsis etmişler. Sadece bilgi itibariyle ellerindeki bilgiyi halka aktarmak, insanlara ışık vermek göreviyle kendilerini mücehhez kabul etmemiş ailem, aynı zamanda yaşamını da halka adamış. Bunun manası, o ev, halka 24 saat açık olan bir yer. Halkın evi olmuş, bizim evimiz. Halkla böyle bir diyalog kurulmuş. Bu, binlerce yıl sürmüş. Kur’an’ı Kerim’in ayetlerinin manasını, anlamını, zaman içerisinde saza dökerek, sazla terennüm edildiği bir ocak olmakla yetinmemiş; aynı zamanda orada insanların gelerek tartışarak, dede dediğiniz kesiminden de gelerek tartışarak, oradan birşeyler öğrendikleri yahut oraya bir şey kattıkları bir bilgi üretim merkezi olmuş adeta. Bilimin merkezi olmuş. Oradaki bilimin manası biraz değişik tabii. Orada Yunus’un bilim tanımı hep yer almıştır: “İlim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir / ya sen kendin bilmezsen / ya bu nasıl okumaktır” şeklindeki bir bilim anlayışı vardır. Bu, insanın kendini tanımasıdır. Kendini tanımaya yönelten yolların, yöntemlerin keşfidir. Hz. Ali’den gelen din ve bilim anlayışı, bu olmuştur. Yaşamını bu bilime adamış insan, kemale nasıl erişebilir? İnsanın kendisini tanıması, nasıl sağlanabilir? Ve kendisini tanıyarak insanın, Tanrı’yı tanıyabileceğine inandığı için; Tanrı’ya yönelişi, insanı tanıyarak sağlamaya çalışmışlar. Tabii kendinizi hedef olarak görünce de üretiminiz hep o istikamette olmuş. Zaten halkın 1000 yılı aşkındır süren sevgisinin altında da o yatıyor. Maddeye yönelik olmayışı. Maddeye yönelik olmayınca, menfaat çatışmaları da olmuyor. Siz hep veren taraf oluyorsunuz. Vermekte mutluluğu bulmak. Bence işin sırrı orada. Almakta değil de vermekte bulmak!

Babanızdan bahsedelim biraz da. Neydi, ona yönelik büyük sevgi; onun farklı yorumlara, istismarlara neden olan hayatı? Siyasal yaşamı gerçekte nasıldı?

Siyasetteki çapraşıklığı da aydınlatacak bir soru soruyorsun. Doğan Dede’ye ben genelde babam olarak bakmadım. Çok öğretici birisiydi. Davranışlarından çok şeyler öğrenebilirdiniz. Bir otoritenin nasıl sevgiye dayalı olarak tesis edildiğinin örneğini oluşturur. Hiç kimseyi kırmayan, incitmeyen, herkesin kendisine çok büyük saygı duyduğu, bir insandı. Karakterinin güzelliğinin yanında fiziken de güzel bir insandı. Herkesin hakikaten, görmek için çaba sarfettiği bir insandı. Bu doğuştan gelen bir şey. Tanrı’dan gelen bir şey. Bazı insanlar fiziken de doğarken güzel doğuyor. Ama o, fiziğini hep insanlara verdi. İstismarla insanlardan hiçbir şey almadı. Sadece derinlemesine düşünmesini bilen bir insandı. İnsanlar arasında Kur’an’ın emrettiği gibi, (Kur’an elinden düşmezdi) yaşayan birisiydi. İnanan birisiydi, Tanrı’ya içten inanan bir insandı. Tanrı’nın gücüne; bağışlama, yaratma gücüne; Rahman olduğuna inanan birisiydi. O yüzden, babamı hiçbir şey sarsamazdı. Yani bu inanç içinde olduğundan, en büyük tehlikelere (en büyük tehlike ne olabilir, insanı bu dünyadan göçertecek olan şeydir) bile gülümseyerek bakan bir manevi güce sahipti. Çünkü, ölüme inanmazdı. Tanrı’yla insanın bütünleştiğine inanırdı. Onun zerresinden oluştuğuna inanırdı. Öyle olunca da sizi kimse korkutamaz; siyaset korkutamaz. Onları da gülümseyerek karşılıyorsunuz. Niyet önemli. İyi bir düşünce olduktan sonra, o niyet çok tatsız, çok yanlış kalıplar içinde ifade edilmiş olsa bile, yine de hoşgörüyle karşılayan birisiydi. Müthiş sevgi dolu bir insandı. Zannediyorum, halkla ilişkilerinde, halkın kendisini özel bir yere koymasının nedeni, o bütün erişilmez görünen kimliğinin yanında kendisinin her zaman halkın içinde olduğu gerçeğidir. Bütün yaşamını sevgi ve insana saygı üzerine kurunca, karşısındaki insanın kendi aleminde bunu görmesi kaçınılmaz olur. Babamı, Aleviler kadar Sünniler de severdi. Malatya’da bizim ev şehrin kenarında, çarşıya uzak bir yerdeydi. Üç beş km.’lik bir boyu vardı o çarşının, her türlü alış-verişin yapıldığı bir yerdi o çarşı. O gittiği zaman, “Doğan Dede geliyor” deniliyordu. Millet kapının önüne çıkardı, Doğan Dede bizi selamlasın veya buyursun bir çayımızı, kahvemizi içsin diye. Her birinin teker teker ellerini sıkar, sevgisini gösterirdi. Genellikle yaşlanınca insanlar kenara itilirler ya, o yüzden babam daha çok yaşlı insanlara büyük hürmet gösterir, onlarla ilgilenirdi. Bir de gençlere çok ilgi gösterirdi. Sıcakkanlı hata yapma olasılığı olan insanlara, çok yakınlık gösterirdi. Gider onların kahvesini içerdi. Davranışlarıyla, nasihatlarıyla belki de onların olgunlaşmasını istiyordu. Doğan Dede, herkesin dedesiydi, bizim babamızdı sadece fizyolojik olarak. Alevisiyle-Sünnisiyle herkesin babasıydı. Hayatında bir gün, bir kez aklından din ayrımının geçtiğini, ifade ettiğini duymadım, kendisiyle beraber oldumuz dönemde. Tüm halka karşı müthiş bir sevgisi vardı. Kimin ne sorunu olursa olsun, Doğan Dede’ye gidebilirdi. 600 haneye yakın Ermeni kesim vardı. Onlar da Doğan Dede’yi kendi büyükleri olarak görürlerdi. Sünni kesim, kendilerini Kürt olarak kabul eden aşiretler vardı. Mesela Drejan; Drejan’ın yarısı Alevi, yarısı Sünniydi. Bunlar, Doğan Dede’ye hediyeler getirirdi. Onu alıp götürür, mutlaka gidip bir gece orada kalmasını sağlarlardı. Doğan Dede, halkın dedesiydi. Hiçbir ayrım yapmadı, Alevisi, Sünnisi, Şafiisi, Ermenisi, Hanbelisi herkesin dedesiydi. Ete kemiğe bürünen herkesin dedesiydi, Doğan Dede. Zannediyorum, herkesin sevgisinin temelinde bu var. Çünkü, Hz. Ali’nin vasiyeti var. Onun Kur’an’ı yorumlamasının farkı var. Bizim aile, Hz. Ali’ye ve onun yorumlarına çok önem veren bir aileydi. Büyük ölçüde o yorumları örnek alıyordu. Hz. Ali’nin, Malik Ejder’e yazdığı mektubunda; halka karşı davranışın açık mesajları vardır: “Halkın bir kısmı dinen kardeştir sana, diğer kısmı hilkaten (Tanrı’dan) dolayı kardeştir sana.” diyor. Yani herkes kardeştir sana, diyor. Dili, rengi ne olursa olsun eşit, adil davran diyor. Bu bizim ailede de bir düsturdur. Herkese, ırkı, dili, dini, mezhebi, inancı ne olursa olsun, aynı sevgiyle, aynı sıcaklıkla bakarız; bunu Kur’an’ın emri olarak yorumlarız. Bunu, her davranışımızda Kur’an böyle söylüyor diye değil de onun içimizde bir parça olmasından dolayı yaparız. İnsanlar arasında ayrım yapmayız. Bu otomatik olarak böyle. Bu aileye mensup olanlar, bunu yapmak zorundadır.

Doğan Dede’nin toplum üzerindeki etkisini siyasetçiler nasıl değerlendirdiler?

Tabii bu yapı, insanların ona bu yakın ilgisi, siyasetçiler tarafından, özellikle demokrasi öncesinde, bir tehdit olarak algılanabilir. Neden? Güçlü bir insan. Halkın sevdiği, güçlü bir insan. Mevcut sisteme karşı bir reaksiyon gösterirse, halk bunun peşinde gider, kaygısıyla sürekli denetim altındadır, Doğan Dede. Atatürk hariç. O dönemde, kendisi sürekli Çankaya’ya davet ediliyor. Atatürk’ün ona sürekli komplimanları var. Doğan Dede buraya gelsin, ona ihtiyacım var, diye sürekli ona haber gönderiyor; ama her seferinde o dönem Malatya milletvekilleri engel olmaya çalışıyorlar. Sebep, “Doğan Dede acaba oraya giderse bizim ayağımız kayar mı?”, endişesi. Onun için de diyorlar ki, “aman Doğan Dede gitme, Atatürk çok sevdiği insanları çağırtıp öldürtüyor”. Doğan Dede, o yüzden kendi köyünde kalmıştır. Her seferinde Atatürk’e de dualar yollayıp, “teşekkür ederim Paşam, Allah sizi devlete ve millete bağışlasın; ama ben burada rahatım, sağolun” deyip, gitmiyor. Demokrasiye geçiş sürecinde, halkın ona büyük ilgisi, bu sefer siyasal partiler tarafından kullanılmak isteniyor. Doğan Dede’yi yanına çekme arayışı başlıyor. Önce, İsmet Paşa istiyor kendi yanında olmasını. Babam, siyasete sıcak bakan birisi değildi. “Rahman ve şeytan yan yana olmaz”, diyordu. Siyaset, biraz da şeytanlık yapma sanatıdır ve bu biraz da zorunludur; çünkü insanları yönetmek için, beyaz yalanlar söylemek bile gerekebilir; ama üç-beş günlük dünyada kendimi uygun görmüyorum, beyaz da olsa, siyahta olsa ben hiçbir zaman yalan söyleyemem, demiştir. O yüzden, siyasetten hep uzak kalmak istemiştir. Ama o gücü görünce, İsmet Paşa’nın baskıları başlamıştır. Elindeki arazinin alınacağı, istimlak edileceği tehditleri yapılmıştır. Çok perişan edeceği söylenmiştir; ama ona rağmen, Doğan Dede siyasete girmek istememiştir. 1950’de kendi isteği dışında ısrarlara dayanamayarak, CHP listesinde yer alıyor. Meclise gittikten sonra, köylülerin jandarma dipçiğini yaşadıkları bir dönemdir, CHP’nin o dönemi. Menderes tarafından da Alevilere gerekli haklarının verileceği, yanlışlıkların giderileceği tahaadünün yapılması üzerine, İsmet İnönü’ye, Paşam ben sizin partinizden ayrılıyorum, diyerek Demokrat Parti’ye geçmiştir. DP’ye geçişinin nedeni, partinin Alevilere verdiği sözlerdir. O yüzden, 1954’de Aleviler büyük ölçüde, DP’ye destek olmuşlardır. 27 civarında Alevi milletvekili oluyor, DP’nin içinde. 1957’e kadar, Alevilere sorulan, “isteğiniz nedir”in cevabı olarak okul, su, elektrik, yol mümkün olduğunca yapılıyor. Daha doğrusu, Doğan Dede yaptırmaya çalışıyor; ama o dönemde de CHP’lilerle de Doğan Dede’nin arası sıcak. Doğan Dede, kendi yapısının uzantısı olan bir siyaset kimliğine bürünebiliyor. Yani onlar arasında da bir ayrım yapmıyor. CHP ve DP arasında bir köprüdür, Doğan Dede. Çünkü Doğan Dede, hep aynı Doğan Dede’dir. 1957’ye gelindiğinde, DP’nin siyasal tavizlerle, oy almak için ilk verdiği tavizler başlıyor, dinci kesime. Bunun üzerine tavır alıyor. Menderes’e bir mektup yazıyor. O mektup, l960 İhtilali’nde bir albay tarafından kendisine okunuyor. İhtilal Dönemi’nde bizim evdeki seceremiz de Genelkurmay Başkanlığı’nca alınıyor. Daha sonra, yine resmi bir yazı ve itinayla hazırlanmış ciltler içinde, Sivas’ta Doğan Dede’ye veriliyor. Doğan Dede, siyasi hayatına l964’den itibaren devam etmiyor zaten. Kendi halkının içine çekiliyor. İç çekişmeler, sağ-sol kavgaları vb. Doğan Dede daha sonra İstanbul’a göçüyor. 1983 yılında da Hakk’a yürüyor. Bu arada, tabii Doğan Dede’yi yıpratmak, istiyorlar spekülasyonlar yapıyorlar. CHP’den niye ayrıldı, niye DP’ye geçti, ikrarından döndü, diyenler oluyor. Onu zayıflatmak istiyorlar, siyasi rakipleri. Halk, buna itibar etmiyor. O, tüm seçimlerde kendi gücüyle oy alıyordu. Propaganda yapmıyordu. Propagandaya kapalıydı. Başkası için Fizan’a gidebilirdi. Kendisi için bir köye gidip, bana oy verin, diyemezdi, demezdi. O, bir inanç önderiydi. İnancın gereklerini her şeyin üstünde gördüğü için, bir anlık heves, siyasi mevki için, kendi inançlarından ödün vermemiştir.

Dediniz ki, öyle bir ortamda doğup büyüdüm ki hoca oldum. Böyle bir süreç yaşadım. Orayı biraz daha açalım. Okullu, üniversiteli yıllarınız ve uluslararası hukuk alanındaki uzmanlığınıza gelen bir yol var. Bunlardan bahsedelim.

Aile ortamında bilime verilen değer, çok fazlaydı. Hz. Ali’nin tüm soyuna ve bizlere gelen çizgide her zaman bilime değer verilmesi gerektiği söylendiği için, bundan soyutlanmamız mümkün değildi. Ben de hakları savunan, koruyan bir bilimin mensubu olmayı, her zaman arzu ettim. Galatasaray Lisesi’ne sınavla girdim, ayıptır söylemesi l960’da okulu birincilikle bitirdim. Bitirince hiç tereddüt etmeden hukuk fakültesini tercih ettim. Oraya da sınavla girdim. Hayatımda hiçbir yere sınavsız girmedim. Nereye girdimse, o sene sınav açılmıştır. İlk kez, ben başvurduğumda Galatasaray’da sınav açılmıştır. Hukuka girdiğim sene de ilk kez, üniversite sınavı konulmuştur. Bilmiyorum, kazanmasaydım hangi mesleği seçerdim, çünkü sadece hukuku tercih etmiştim. Ama kazandım. Fakülteyi bitirmeden hocalarımın hemen hemen hepsinden, kendilerinin yanında asistan olmam için teklif almıştım. Medeni hukuku, idare hukuku, Anayasa hukuku derslerindeki durumumdan dolayı, tüm hocalarım asistanlık teklif ettiler bana. Bitirdiğim zaman da devletler hukuku hocalarım, beni istediler. Daha ziyade idare hukukunu seviyordum; ama beni tercihime bırakmadılar. Sıddık Sami’nin ısrarlı ricasına rağmen, onu da sonradan ikna ederek, senin yabancı dilin var mutlaka bizimle çalışmalısın, diyerek, beni devletler hukuku bölümüne aldılar. Böylece akademik çalışma ortamında kendimi buldum. Paraya, pula karşı da bir zaafım yok. Üniversitede geçimimi çeviriler yaparak kazanıyordum. Aileden gelen çok az bir imkan vardı. 1960 İhtilali’nde babam Sivas’taydı. Ailemin imkanları pek yoktu. Babamın büyük bir ünü vardı; ama maddi bir gücü yoktu. Üç-beş keçisi, koyunu vardı. Doğan Dede, maddi manada zengin bir insan değildi. Manevi zenginliği çok büyük bir insandı. Ama hiçbir zaman bunu sorun yapmadık. En güzel şey, yaşamın zaten kendisidir. O serveti de bilgiyle donatmaya çalıştık. O inançla yetiştiğim için, yokluğu hiçbir zaman hissetmedim. Herhangi birisi, nasıl geçimini sağlamak zorunda ise, ben de aynı zamanda kendi geçimimi kendi olanaklarımla sağlıyordum. O dönemde Galatasaray Yönetim Kurulu’ndaydım. Hepsi, zengin varlıklı kimselerdi; onların içinde kendimi yine çok zengin birisi gibi hissederdim. Bilgi, düşünce, inanç bana bunu veriyordu. İstanbul Üniversitesi Devletler Hukuku Anabilim Dalı’nda karar kılmış oldum. Doktora çalışmalarımı orada yaptım.

Yurt dışında da öğrenim için bulunmuş muydunuz ?

Birleşmiş Milletler’den bir burs almıştım. Daha sonra, bir sınavla Fransız hükümetinin bir bursundan yararlandım. Kısmen Cenevre’de, Fransa Nanci’de, doktora çalışmalarımı tamamladım; ama tezimi burada savundum. Kaçtı gitti, oralara, orada kolay bir konuyu işledi de doktora sahibi oldu, dedirtmemek için, o günün en zor konularından birisi olan bir çalışmayı yaptım. Devletin ortadan kalkması ya da bir parçasını kaybetmesi, yeni bir devletin kurulması durumunda o devletin uluslararası andlaşmalardan dolayı mevcut durumu ne olur? Hangi hakları alır, hangileri gider? Bunları işleyen, bu sorulara yanıt arayan, bir doktora çalışmasıydı. O dönemde Afrika’da yeni yeni devletler doğmaya başlamıştı. Halkların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri ilkesinden dolayı, yeni yeni oluşumlar vardı, tüm dünyada. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yüze yakın yeni devlet kurulmuştu. Batı’nın sömürgelerini teker teker bırakmak zorunda kalması; dünyada yeni yeni ekonomik, siyasal dengelerin oluşmasını zorluyordu. ABD, Avrupa ülkelerini safdışı ederek, boşalan bölgelerde bağlantı kurup, ekonomik canlanmayı kendisine doğru çevirmeye çalışıyordu. Tüm bu yeni devletlerin sorunlarına ilişkin epey çalıştım. O doktora çalışmam, başarıyla savunulan bir tez oldu. Savunduğum istikamette sonra BM’de bir çalışma yaptı. O konuda vardığım sonuçların tümü benimsendi. Ve Türkiye, bu konuda yapılan uluslararası konferansa katılınca devletlerin aralarında anlaşacakları hukuk kurallarını tespit için, o zamanki hükümet beni, heyet başkanı olarak görevlendirdi ve o andlaşmanın müzakerelerin ben yürüttüm, Türk hükümeti adına.

Yine o dönemin hassas konularından birisi olan, Türkiye AET arasındaki ilişkileri ve Türkiye ile AET’nin bütünleşmesini ele alan doçentlik çalışmamı yaptım. O da başarılı bir çalışmadır. Halen üniversitelerde okutulan bir ders kitabı niteliğindedir. Arkadan l980’e geldiğimizde göz gözü görmüyordu. Sağ-sol çatışması, her gün ölen insanlar ve sonra da askeri müdahale. 1980’den 1983’e üç yıl içinde yeni anayasa hazırlandı. Anayasa kabul edildikten sonra, yeniden demokrasiye dönüş süreci başladı. O süreçte de Ankara’ya davet edildim ve yeni kurulucak bir partiye kurucu olmam istendi. Ben de gençliğimi yaşadığımı varsayarak, düşüncelerimi kamuoyuna sunma zamanımın geldiğini düşündüm ve beni davet edenlere tamam kurucu olmayı kabul ederim; ama Kürt sorunu ve Alevi sorununu çözmek, kurulucak olan siyasi partinin programında yer almalı ve sosyal barış için çözüm getirmelisiniz, getiremezseniz Türkiye uluslararası konjonktüre bakıldığında zor günlere gidebilir, demiştim. Onlar da yaklaşımlarımı benimsediler. Peki, dediler. Yoğunlukları oranında Alevilerin hem parti teşkilatında, hem meclisde yer almalarını istemiştim. Kabul ettiler. Ben de üniversiteden istifa ettim, kurucu olmayı kabul ettim. Ama birkaç ay iyi gitmesine rağmen, verilen sözlerde, o zamanki genel başkanın verilen sözlerde durmasına rağmen, birkaç ay sonra, partiyi ilkelerinden saptırdılar ve partiyi sağa kayan bir parti haline dönüştürmeye kalktılar. Oysa bizim anlaşmamızda, merkezde bir parti olacaktı. Sağ ve sol çatışması Türkiye’yi 1980’e getirdiğine göre, askerlerin kuracağı bir partinin tarafsız olması gerekirdi; hem sağa hem sola karşı, yani birbirlerini vuranlara karşı, tavır alabilmesi için merkezde olması gerekirdi. Ne sağda, ne solda olması gerekiyordu. Bu düşüncelerde de mutabık kalmıştık. Ama birkaç ay sonra Paşa’nın etrafını saran dördüncü sınıf politikacılar, böyle olmaz, bizim sağda olduğumuzu açıkça söylememiz gerekir, gibi laflarla, Paşa’yı anlaştığımız ilkelerden kopardılar. Koparınca da anlaşmaya sadık kalmadıklarını beyan ederek, partiyi sağa yatırdıklarını söyleyip, bir basın toplantısıyla da Cumhuriyet’in sorularına verdiğim yanıtla da partinin sağa yatırıldığını, merkezden kaydırıldığını ve bana verilen sözlerin yerine getirilmediğini söyleyerek, partiden istifa ettim. Daha sonra tekrar Galatasaray Lisesi’nden gelen bir istekle, yeni kurulan Galatasaray Üniversitesi’nde çalışmalarıma devam ettim. Hem devletler hukukunu veriyorum, hem Uluslararası İlişkiler Bölümü’nün başındayım, hem Avrupa Araştırma Merkezi’nin Direktörü’yüm, hem de Galatasaray Üniversitesi’nin kurduğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin yönetim kurulu üyesiyim.

Sayın Doğan, profesörlükteki konularınız neydi?

Yazdığım birçok yazı, birçok makalem var. Genelde bunlar inanç bazında olmadığı için, uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler, uluslararası politikalara ilişkin olduğu için daha çok o konularla ilgilenenlerin bilgisi dahilinde olan çalışmalardır. Zaten onların tümü değerlendirilerek size profesörlük ünvanı veriliyor. O değerlendirmelerle de beni profesör olmaya ehil buldular; ama çok daha önce l983’te profesör olabilirdim. YÖK’ün getirmiş olduğu bir sistemden dolayı YÖK’ün profesörü olmak istemedim. Çok karşı koydum. Üniversitenin özerk yapısına darbe vurulmuştu. Ona karşı tavır almıştım. Emre Kongar ve bazı diğer arkadaşlarla, birbirimizden habersiz; ama aynı doğrultuda, bu statüye karşı koyduk. Kendimi kamuoyuna angaje ettim. Bu düzen sürdüğü sürece, profersörlüğü kabul etmiyorum, dedim. Profesörlüğü red eden ender kişilerden birisi oldum; ama Galatasaray Üniversitesi açıldığında YÖK sisteminin dışında olduğu için, profesörlüğü kabul ettim. Fransız Hükümeti’yle Türk Hükümeti’nin uluslararası andlaşmayla kurdukları bir devlet üniversitesiydi ve YÖK sisteminin dışındaydı. Bu nedenle, ben de kendimle tutarlı olmak için orada profesör olmayı kabul ettim. Ama YÖK’ün bugünkü tutumundan memnunum.

Uluslararası hukuk alanında uzmansınız, devletlerin varlıklarını hukuksal açıdan ele alan birisiniz. Ayrıca sizi, kendi özel ilginizden kaynaklanan bir yönünüzle de devletleri kültürel, sanatsal, eğitsel yani sosyal yanlarıyla da ele alıp; genel bir değerlendirme yapan kişi olarak görüyoruz. Hukuk normlarına uyan, kanun devleti değil, hukuk devleti, hukuki taamüllerinin devlet sistemine hakim olduğu yapıların yanında; devletin diğer özelliklerini de araştıran, inceleyen, gözeten onları da kıyas kabul eden, bir bilim adamı olduğunuz için size şu soruları yönelteceğim. Bu genel çerçeve içerisinde acaba desek ki, Türkiye, yaşadığımız bu ülke, milletlerarası, devletlerarası alanda nasıl bir konumda. Batı var, Amerika var, diğer ülkeler var. Hukuki yapı, kültürel yapı, genel strateji açısından neredeyiz? En genel sorunlarımız neler, diğer ülkelerle kıyasladığımız zaman? Kıyaslamaya çalıştığımız zaman ilişkilerimiz nasıl? Olması gerektiği ölçü ve boyutlarda mı? Sorunlar bizden mi, bulunduğumuz coğrafyadan mı kaynaklanıyor? Kısaca, Türkiye’de mevcut devlet yapısı bildiğimiz, çağdaş, modern ve gelişmiş ülkelerin modelini oluşturan devlet yapılarıyla nasıl bir benzerlik, nasıl bir farklılık arzediyor. Bunun nedenleri nelerdir?

Bu, çok önemli bir soru. 1961 Anayasası, aslında fevkalede çağdaş; II. Dünya Savaşı sonrası yapılan anayasaların, bence en ilerici olanı -ilericiden kasıt bizim topluma en uygun olanı, en modern olanıdır-; en çağdaş toplumların ihtiyaçlarını, gereksinmelerini karşılamaya yetecek bir anayasaydı. Ama anayasalar yetmiyor. Anayasayı uygulayabilmek, anayasanın kendisinden çok daha önemli. Bizde 1961 Anayasasının getirmiş olduğu özgürlükler, devlet modeli yapısı, yani kuvvetler ayrılığının kabul edilmesi, yasama yürütme erkinin farklı organlara verilmesi ama aynı zamanda da aralarında da bir koordinasyonun, ahengin uyumun sağlanması, bugünkü modern devletin temelini oluşturur. Bu üçgen üzerine oturur, modern devlet. Toplumun nasıl yönetileceğini, halkın temsilcilerinin bulunduğu meclisi belirler; çünkü halktan gelmişlerdir, halkın ihtiyaçların bilirler, halkın en iyi şekilde ihtiyaçlarını nasıl giderebileceğini, yasa dedeğimiz tasarruflarla yaparlar. Bu yapılan tasarrufları yürürlüğe koyacak olan yine meclisin içinden çıkan bir yürütme organı vardır, buna hükümet deriz. Hükümetin bu yasaları uygularken çıkacak olan ihtilafları çözen tarafsız, bağımsız bir yargı organı vardır. Bu üçgen, bu piramit, l961 Anayasası ile getirmiştir, demokrasiye geçildikten sonra. Demokratik bir toplumun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir Anayasadır; ama bu Anayasayı çalıştıranlar, yani hükümet edenler, o hükümetleri seçen meclisler, meclisleri oluşturan seçim kanunlarında önemli yanlışlar yapıldı. Devleti yürütme, yönetme sorumluluğunu üstlenenler, ki bunlar genellikle hükümetlerdir, hükümetlerin bu konuda önemli yanlışlar yaptıklarını gördük. Özgürlüklerin suistimaline seyirci kaldılar. Devleti devlet yapan hemen hemen tüm organları yürürken, “yollar yürümekle aşınmaz” gibi sözlerle devletin bir otorite merkezi olduğunu unutturan başbakanlar. Ayrıca, Anayasanın emrettiği istikametteki servet farklılıklarının giderilerek daha huzurlu, daha dayanışma içinde, insan haklarına dayalı bir toplum modelini gerçekleştirme becerisini gösteremediler. Siyasi iktidarda kalmayı, ana hedef olarak seçtiler. Bunu ana hedef alıp, diğerlerini mübah sayınca, Türkiye’de 1980’e kadar yaşadığımız kaosu yaşar hale geldik. 1980’den sonra bu kaousu tekrar nasıl bir daha yaşayamayıza verilen cevap, 1982 Anayasası oldu. 1982 Anayasasında, verilen cevaplar da yanlış verildi. Çünkü, reaksiyon anayasasıydı. Bu konuda yapılan bütün ikazlara rağmen, bir reaksiyon olmamak gerektiği ikazlarının yapılıyor olmasına rağmen, l982 Anayasası bugünkü haliyle hazırlandı ve halk tarafından büyük bir çoğunlukla onaylandı. Çünkü bu kadar anarşik olaylardan sonra, insanların hafızası tazeydi. O günkü disipsizlinliği ya da toplumsal kaosu disiplin altına almak için getirilen bir anayasaya, insanlar okumadan evet dediler. Dediler demesine ama kaos geçtikten sonra, toplumun normal fonksiyonunu en iyi şekilde nasıl icra etmesi gerekiyorsa, onu esas almak lazımdı, anayasayı hazırlarken. Hazırlayıcılar bunu düşünmediler, dediler ki, 1961 Anayasasından sonraki o özgürlük olayı neyi getirmiştir? Sendikal hareketi, öğrenci hareketlerini, yani bunlardır toplumu derinden sarsan hareketler, fikir hareketleriydi. Öyleyse ne yapacaksın? Fikir hareketlerini, sendikal hareketleri, öğrenci hareketlerini, üniversiteyi kısıtlayacaksın ve böylece zannedildi ki huzurlu bir toplum doğacaktır. Oysa, teşhis yanlıştı. Çünkü, üniversiteyi, sendikayı, sendika liderlerini sokmadığın zaman siyasete; öğrencilerin örgütlenme özgürlüğünü kaldırdığın zaman, demokratik bir topulumun ana unsurlarını ortadan kaldırıyorsun. Nitekim demokratik olmayan bir toplum modeli ortaya çıkmaya başladı. Bu sefer l961 Anayasasını yürütemiyen başarısız politikacılar, aynı şekilde bu Anayasanın uygulanması için siyasi iktidarı kullanır hale geldiler ve kullanırken de yine başarısız olarak kullanmaya başladılar. O kadar başarısız olarak kullanıyorlar ki, bugün de başarısızlıkları devam etmektedir. Düşünün 1983’de mutabık kaldığımız Alevi ve Kürt sorununa çözüm bulma önerilerim, ancak bugün yeni yeni tartışmaya açılır hale geliyor, aradan 16 yıl geçtikten sonra. Yani bugün siyaset yapanlar 1982’dekilerin 16 yıl gerisinden gidiyorlar. Türkiye’de Alevi sorunu, Alevi sorunu olarak doğar mı? Mümkün mü; 20-25 milyon insan sorunu, sorun olarak kalır mı? Hangi iktidar ona yabancı olarak kalabilir; Ama yabancı kalmışlardır. Bugün Alevilik bir sorun değilse, Alevilerin kendi felsefi inançları yaklaşımlarının, barışçıl sevgiye dayalı olmasından kaynaklandığı için bir sorun haline dönüşmüyor. İktidarı elinde bulunduranların, yani devleti yönetenlerin, yabancı güçlerin Aleviler üzerinde oynamasını engellemek için, soruna tez elden çözüm bulması gerektiğini hissetmesi gerekir. Oysa hissetmiyor, bugünkü siyasetçi. Bundan dolayı, genel olarak devlet modelleriyle karşılaştırdığınız zaman, Türkiye’nin mevcut modeli, bütün noksanlıklarına rağmen demokratik bir devlet modelidir. Atatürkçü cumhuriyetin korunmasını esas alan bir devlettir. Bazı bugünkü kıyaslamalara genel konjonktüre, gelişmelere baktığımız zaman; Sovyetler’in çökmesine, Marksizmin artık tarihsel deneyimlerinde başarısız olduklarının teşhirinden sonra, belki mevcut olan islahatın mutlaka yapılması gerekir, zor da değildir; külfet de getirmez; toplumsal açıdan da bir sakınca getireceği kanısında değilim. Bütün sorun, iktidarı kullananın niyetinde ve becerisindedir. Türkiye’de sorun, siyasi kadrolardadır. Siyasi kadroların zaafiyetinden kaynaklanıyor. Yoksa bugünkü Anayasayla bile, huzurlu bir toplum yaratma olanağı vardır. Yok olan, siyasi kadrolardır. Kamil, bilgi dolu, dürüst, haysiyetli siyasi kadroların yeterince bulunmamasından kaynaklanıyor.

Onlar mı engelliyor? Eğitimin daha içerikli olması, insanların daha bilinçli olmalarının sağlanmasını veya diğer dünya uluslarıyla daha fazla yakınlaşıp kültürel alış/verişe girmeyi, kendi içimizdeki sorunları en aza indirerek, çağdaş bir toplum düzeyine ulaşmayı bilinçsiz, bilgisiz, dürüst olmayan politikacılar engelliyor?

Siyasetçiler, toplumun önünde olmalı ki topluma yol göstersin. Halbuki şimdi toplumun çok gerisindeler. Türkiye’de işi gücü olmayan ya da siyaseti rant aracı olarak kabul eden, sandalye çoğunluğu var. Oysa ki, siyasetçiler, toplumu yöneten, toplumda en büyük sorumluluğu alması gereken kişilerdir. İnsanlığın varlığından bugüne kadar en önemli şey nedir, derseniz, toplumu yönetmektir, derim. Toplumu yönlendirmek, çok önemlidir. Peygamberler de o yüzden gelmişlerdir. İsa da onun için gelmiştir, Musa da Hz. Muhammed de. Getirdikleri değerlerle toplumu yönlendirmiş, yönetmişlerdir. Bu ise, bizde en sıradan iş kabul edilmektedir. Türkiye’nin sorunu oradadır.

Türkiye-AB ilişkileri, hep gel/gitli bir seyir izliyor. Deminki söylediklerizden sonra, bu konuda bir yorum yürütebiliriz herhalde. Buradaki sorunların bir kısmı da yine bizden, bizdeki beceriksiz siyasetçilerden kaynaklandı sanırım. Türkiye’nin, hedeflerinden birisi de Batı’yla bütünleşmek, AB’ne, Avrupa milletler ailesine katılmak. Fakat büyük sorunlarla karşı karşıya kalıyoruz. Bizden kaynaklanan sorunlar olduğu gibi, Avrupa devletlerinin de yanlı tutumları olabiliyor. Bunun yanında AB’nin Türkiye’ye yönelttikleri bazı eleştirileri var. Diyorlar ki, sizde hala işkence var; düşünce özgürlüğü kısıtlanıyor; insanlararası ayrım yapılıyor; ekonomik, kültürel, eğitsel olarak insanınızın kendisini geliştirmesine olanak vermiyorsunuz, bu özveriyi bir türlü gerçekleştirmiyorsunuz; bize umut vermiyorsunuz? Bu konuda neler söyleyeceksiniz? Türkiye’nin AB’ne girmesinin olanakları ve olanaksızlıkları, sorunların temel nedenleri nelerdir; bir Türkiye-AB ilişkileri uzmanı olarak fikirlerinizi almak isteriz, bu konudaki.

Şimdi, Türkiye-Avrupa ilişkilerindeki temel sorun, l989 olayıdır. Ne demek bu? Şu demek: l989 yılına kadar Türkiye, Avrupa için vazgeçilmez bir ülkedir. O olmadan, Avrupa güvenliği sağlanamaz. Onun için de Türkiye’deki koşulların namüsait olmasına rağmen, Avrupa Ortak Pazarı’na dahil edilmesi ve Avrupa’nın siyasi sürecine yani federasyona doğru gitme sürecine, bir üye olarak kabul edilmesi, yanına yedeğine alınması, bir siyasi zaruret olarak kabul edilmiştir ve bu istikamette devam etmiştir, Avrupa ile ilişkilerimiz. O kadar ki, Ankara Antlaşması imzalandığı zaman, l963’te Türkiye’ye bir yardımın yapılması, 5 yıl hatta Türkiye isterse 10 yıla kadar uzayabilecek bir yardım, bu on yıl içinde Türkiye’ye öyle yardım yapalım ki, Türk ekonomisi 22 senede Avrupa ekonomisiyle bütünleşebilir hale gelsin, bu karşılıksız bir yardım olacaktı. Türkiye, Avrupa için son derece önemli, biraz da Amerika’nın etkisiyle oluşmuş bir aşamaydı. Olaylar Türkiye’yi yönetenler tarafından iyi değerlendirilmedi. Avrupa hukuku iyi bilinmediği için, mekanizmaların nasıl işlediğine ilişkin uzmanlar yetersiz ve bilinçsiz olduğu için 1977’lerde Türkiye müracaat edip rahatlıkla girebilecek noktadayken, tam üye olarak ve eğer girseydi, Türkiye’nin 70-80 milyar dolar karşılıksız yardım alması imkanı varken (20 yılda), Türkiye bundan yoksun kılınmıştır, Yunanistan girmiştir. Yunanistan’ın girmesiyle bugüne kadar aldığı yardım 30 milyar doların üzerindedir. Yunanistan’ın nüfusu ise 7-8 milyon civarındadır. Bugün Yunanistan’da kişi başına düşen milli gelir 12 bin dolar civarındadır, asgari olarak. Türkiye girmemiştir. Türkiye’nin bundan zararlı çıkacağı, büyük şirketlerle yutturulmuştur, devleti yönetenlere. Bir tereddüt dönemi geçirilmiştir. Arkasından sağ-sol çatışması, böyle önemli sorunlara duyarlı olmaya vakit bulamayan hükümetleri Türkiye’de iş başına getirmiştir, sağ veya sol hiç fark etmemiştir. 1987’lerde uyanmaya başladığımızda ise, dünya konjonktürü değişmiştir. 1989’da Gorbaçov, Rusya’nın iflas ettiğini söylemiştir. İflas ettiğini söylediğinde, Avrupa için asıl tehdit kabul edilen komünizm çöktüğünde, Türkiye’ye ihtiyacımız var mı yok mu; bu kadar zahmete girmeye değer mi? diye Avrupa ülkeleri sormaya başladılar. Türkiye’nin vazgeçilebilir bir ülke olabileceği mesajı verilmeye başlanmıştır. Türkiye yine nüfus alanımızda bulunsun; ama tam üye filan olmasın, yoksa Türkiye’ye o kadar yardımı nereden yapacağız? denmiştir. Hatta nasıl yapalım değil de, niye yapalım denmiştir. Yunanistan’a yaptığımız yardımı, buraya da yapmamız lazım, yani senede 6-7 milyar dolar yardım aktarmamız lazım, bunu niye aktaralım fonlardan, denmiştir. Türkiye’nin bugün Avrupa’yla ilişkilerinin bu noktaya gelmesinin nedeni budur. Türkiye, şimdi yeni yeni uyanmaya başlamıştır. Yaptığı hatasının farkına varmıştır, fakat bu sefer de Avrupa’nın direnciyle karşı karşıyadır. Bence Avrupalıların bu konuda yanlış bir değerlendirmesi var. Türkiye’nin öneminin Sovyetlerdeki gelişmelerden sonra azaldığı tezi, son derece yanlıştır. Avrupa-Türkiye ilişkilerinde Avrupa Türkiye’yi dışlayamaz. Türkiye’siz bir Avrupa’nın yaşama şansı vardır; ama Avrupa’nın güvenliğini sağlama şansı yoktur. Çünkü, Avrupa’nın tüm enerji kaynakları, hammaddesi ve sanayisinin bağlı olduğu maddeler, geçiş alanları, petrol yataklarına yakınlığı itibariyle Türkiye, çok önemli bir ülke olmuştur. Yeni doğan Türki Cumhuriyetleri’nin Türkiye’ye getirebildiği büyük katkılar, potansiyel, konjonktürel katkı; Avrupa’nın ancak Türkiye üzerinden bu ülkelere gidebilme şansının daha fazla olması, yeniden Türkiye’yi Avrupalılar için vazgeçilmez bir ortak haline getirmeye başladı. Ama bu teşhisi iyi yapmak lazım. Bu teşhisi iyi yaptığımızda Avrupa’nın Türkiye’yle pazarlık şansı yoktur. Bütün sorun, Türkiye’nin kendisini iyi yönetmesi, iç huzurunu, sosyal sorunlarını çözmesi, iç barışı korumasıdır. Ekonomiyi demiyorum. Ekonomi, nasılsa kendi dinamiğini bulmuştur, yürüyecektir. Uluslararası konjonktüre uygun olarak Türkiye, bugün önü açık, müthiş olanaklara sahip bir devlettir. Bunun bir şartı var, iç barış; bunun koruması, muhafazası, bu da zor değildir.

Bunun olanakları üzerinde duralım biraz da?

Türkiye diğer ülkelerle mukayese edildiğinde, hangi noktadadır diye, bunu biraz önce sordun. Devlet yapısı olarak sordun bunu. Anayasal imkanlar, bazı noksanlar olsa da yeterlidir. Ancak, yetersiz olan, yasaların vatandaşlara eşit ve tarafsız uygulanmamasıdır. Devlet mekanizmasının mutlaka yapılandırılması gerekir. Modern devletin Türkiye’de bulunmayan yönü budur. Türkiye’de yasalar vatandaşlara adil, eşit, tarafsız uygulanmıyor. Fark gözetiliyor. Türkiye’yi yönetenlerin en büyük günahı burada. Onun için de hepsi anayasa suçu işler durumdadırlar. Çünkü, Türkiye’de bugün Anayasa’nın 10. maddesi gayet açıktır. Anayasayla bir sorunu yok Türk halkının, sorunu siyasetçilerle. Anayasanın 10. maddesi gayet açık bir şekilde, vatandaşların hiçbir dil, din, ırk, mezhep, felsefi düşünce, kanaat nedeniyle farklı muameleye tabii tutulamıyacağını söylüyor. O hüküm var, fakat uygulanmıyor. Düşünün ki l998’lerde bile, hala neden Alevilere hakları verilmiyor, diye soru soruyoruz. Vatandaşlardan, hepsinden vergiyi topluyorsunuz, fakat vergiyi harcarken ayrım yaparak harcıyorsunuz. İnançlar bazında, yalnızca Sünni kesimin inançları için paralar harcıyorsunuz. Buraya baktığınız zaman, hemen sırıtıveriyor.

Yasaların eşit uygulanmadığı toplumsal kesimlerden en büyüğü, Aleviler-Bektaşilerdir. Devlet karşısında Aleviler ve Bektaşilerin konumları, uğradıkları haksızlıklara söyleşinin ilerleyen bölümlerinde değineceğiz. Fakat herşeyden önce bir sosyalbilimci olarak Alevilik-Bektaşilik hakkındaki genel fikirlerinizi almak istiyoruz. Nedir, Alevilik-Bektaşilik; ne zaman, nerede, nasıl doğmuştur, gelişmiştir?

Bir tanım yapmak gerekiyorsa, Kur’an’ı Kerim’in Maveraünnehir’deki Türk kavimlerince, uygulanan, yorumlanan oradan da göçler yoluyla, yol boyunca gördüğü güzellikleri de içerisine katarak, Anadolu’da serpilen, gerçek kimliğini bulan ve Viyana’ya kadar sıçrayan İslam anlayışının ismidir. Bilimsel bir gerçek olarak, Kur’an’ı Kerim vahiy yoluyla Hz. Peygamber’e geldiği zaman, Hz. Muhammed’in ilk kişi olarak bu işe itila kesbetmesi eski deyimle yani Tanrı’nın birliğine, bütünlüğüne ve Kur’an’a itila kesbetmesi sebebiyle; arkadan bu birin ikiye çıkmasıyla, yani Hz. Ali’nin İslamiyeti kabul etmesiyle daha sonra da gelişmesi tarihi bakımdan belki bir olayı ifade eder; ama İslamın değişik hükümlerle değişik kavimlerde Hz. Muhammed’in özellikle ölmesinden sonra farklı bir biçimde yorumlanması kaçınılmazdı. Neden? Çünkü, Kur’an’ı Kerim, Tanrı mesajı olarak kabul edilir. Tanrı’nın kendi sesidir, Kur’an’ı Kerim’in ayetleri. Ama bu sesi, bu söylenen mesajı, cümleyi herkes kendi aklınca, kendi kapasitesince algılar. Bunu algılarken de akıl bir şeyi algılarken de o akla algılama biçimini ve kapasitesini veren, içinde yaşadığı toplumun koşullarıdır. O kişinin örfleri, o kişinin teamülleri, o kişinin yapısı ve bu yapının algılamadaki rolünü inkar etmek, gözardı etmek mümkün değildir. Mümkün olamadığı için de Arap kavimlerinin kendi içlerinde dahi Kur’an’ı farklı yorumlamaları ne kadar olağansa, o coğrafyadan uzaklaştıkça yani Kur’an’ı indiği bölgenin dışına çıkıldıkça Maveraünnehir’e geldikçe, İran’a çıktıkça Anadolu’ya geldikçe farklı yorumlara tabi olması da kaçınılmazdı ve de böyle olmuştur. Özellikle yüzyılı aşan bir süre geçtikten sonra Maveraünnehir’deki kavimlerin Kur’an’ı Kerim’i kabul etmeleri, İslam olmayı kabul etmeleri, yine bu Tanrı mesajını az önce söylediğim temel veriden hareketle; yani her insanın algılama kapasitesini oluşturan beyinsel yapısını oluşturan, onun yorum kapasitesini oluşturan, örfü âdeti geleneği, teamülü çerçevesinde Kur’an’ı Kerim’i algılaması kaçınılmazdı ve öyle de oldu. O tarihte Maveraünnehir’de saz vardı, bugün de var. Semah vardı, bugün de var. O semahlarla, sazlarla Kur’an’ı Kerim’i aynı cemaate intikal ettirmeleri gayet doğaldır. Daha doğru algılamaları ve yorumları da doğaldı. Çünkü Hz. Muhammed’in peygamber olmasına rağmen, Arap Yarımadası’nda bulunduğu coğrafya ve halk içerisinde Kur’an mesajlarını verirken, o halkın kendi örflerinden eski deyimle tecerrüt etmesi, yani örfünden sıyrılarak, Tanrı mesajını Tanrı’nın istediği şekilde algılaması şansları çok daha zayıftır. Çünkü örf, ilk günlerde çok daha güçlüdür. Mesajın örfün üstüne çıkarak yeni alışkanlıklar getirmesi, son derece zordur. Örnek olarak kadını verebiliriz. Kadın, bir hiç olarak kabul edilirken bir meta bile kabul edilmezken, orta malı sayılırken, hayır tek eşli evlilik olmalı ya da kadın erkekle aynı yerde, aynı değerde olur dediği zaman, İslamiyetin orada yaşama şansı olamazdı. Ancak halkın içine sindirebileceği, kabul edilebileceği bir noktaya kadarki yaklaşımı algılamayı kullanabilir ki, böyle de olmuştur. Arap kavimlerinin 4 tane kadına indirgemiş olması evliliği, o günün şartlarında büyük bir ihtilaldir. Hz. Muhammed, ihtilalcidir, her peygamber gibi yeni şeyler getiriyor temel esaslar getiriyor. Kadın, bir meta bile değildir. Bir bez parçasının bile bir değeri vardır; ama kadının yoktur. Çünkü, istendiğinde kolayca boşanılıp sokağa bırakılabiliyor. Kadının, hiçbir değeri yoktur. Eşyadan veya kendince önemli bir şeyden vazgeçmiyor; ama kadından vazgeçebiliyor. Böyle bir ortamda Hz. Peygamber’in 4 kadınla evliliği sınır olarak koyması ve kadına bir statü kazandırması, büyük bir ihtilaldir. İhtilaldir; ama Kur’an’ın asıl mesajı o mudur kadınla ilgili olarak? Yoksa Maveraünnehir’deki insanların, yani yüzlerce kilometre Arap Yarımadası’nda uzaklaştıktan sonra, yeni kavramlarla yaşayan başka bir toplum modeline sahip olan bir toplumda Kur’an mesajı daha mı doğru algılanıyor? Bence, ikincisi doğrudur. Daha doğru algılanıyor. Çünkü ne demek istiyor, Tanrı bu mesajında dendiğinde, onun o mesajı daha doğru yorumlama şansı daha fazladır. Bu da kavimlerin kendi yapılarından kaynaklanıyor. Çünkü kadın, orada bir hatundur. Hakan vardır; ama yanında hatun da vardır. Öyle, paçavra gibi değildir. Kadınla ilgili Kur’an’daki hükmün oradaki yorumuyla, Arabistan’daki kadın yorumu birbirinden farklıdır. İşte, Alevilik burada vardır. Hz. Ali’nin yorumu, Hz. Muhammed soyunun Kur’an yorumu, daha doğrudur. O kadar doğrudur ki, o sülaleden kimseyi yaşatmamaya gayret etmiş siyasi iktidar sahipleri; çünkü işlerine gelmemiş, Kur’an’ın mesajını doğru anlamak. Onun için de çok büyük çoğunluğunu öldürmüşler. Kaçabilenler, Maveraünnehir’e, yahut Kuzey Afrika’ya başka ülkelere sığınmışlar. Maveraünnehir’de yaşama şansını bulmuşlar, Hz. Muhammed’in soyundan gelenler. Arabistan’da kalmadığını söylersek, mübalağa etmiş olmayız. Çünkü siyasi iktidarların işine gelmemiştir. Onlar, doğru bildiklerinden ve Kur’an’dan ayrılmamaya kararlı ve bu uğurda hayatlarını vermeye hazır oldukları için, hepsi de öldürülmüştür. Kaçabilenler Maveraünnehir’e gelebilenlerdir. İşte dedeler dediğimiz olay da buradan kaynaklanıyor. Yani Maveraünnehir’e gelip, orada Türkler, Türk kavimleri arasında yaşama şansı bulan İmam Zeynel Abidin’in oğlu Ali Asker, Kerbela’da tek sağ kurtulandır. Bebeği gelip götürenler, Türkmenlerdir. Türkmenistan’dan gelenlerdir. Orada büyütüyorlar. Hz. Muhammed soyu orada yaşamaya devam ediyor. Göç hareketiyle birlikte de “dede” ismiyle de kendi Türk kavimleriyle beraber göç edip gelenler de o insanlardır. Sayıları fazla değildir. Yani bu, Aleviliğin doğuşu; Hz. Peygamber, Hz. Ali’nin Kur’an’ı yorumlayışlarının Türk kavimlerince kabul ediliş, uygulama biçimidir. Arap Yarımadası’ndan Kur’an yorumundan farklılığı buradandır.

Alevilik ve Bektaşilikte Türk ulusunun kültür, örf ve âdetlerinde olduğu gibi, ilişkiye girdiği diğer ulusların inançları, diğer dinlerin de etkisini görüyoruz,. Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin ve onların soylarının İslamı, Kur’an’ı yorumlarının önce Maveraünnehir, daha sonra ise on bin yıllık uygarlıklar beşiği Anadolu’da tüm bu birikimlerin harmanlanması sonucunda, Alevilik-Bektaşiliğin oluştuğunu söylüyoruz. Fakat yine de önemli bir noktayı altını çizerek belirtmek istiyorum, ki milliyetçi bir yorum olarak algılanmamalı, Alevilik-Bektaşilik, özde Türk kültürünün oluşturduğu bir inanç ve kültür. Öyle mi?

Ama tabii doğru yorumlamış. Öyle bir hale gelmiş ki, Türk kültürü, Kur’an’la meczedilerek kendine has bir yoruma gelmiş. Birbirinden ayrılması güç hale gelmiş. Niye, doğru yorumu yapmıştır diyorum; çünkü İslamda Asya’dan, son din olduğu için, bütün insanlığa yollanan bir mesaj var: Tanrı’nın mesajı. Yani yalnız, Arab’a, Türk’e, Laz’a, Çerkez’e değil, tüm insanlara mesaj var. Onun için Rabbünalemin’dir, Kur’an’daki ismi Tanrı’nın. Yani Rabbünmüslümin değildir. Yani Müslümanların Tanrı’sı dememiştir. Tanrı, herkesin Tanrı’sıdır. Kur’an’la yolladığı mesaj insanlığın tümünedir. Binaenaleyh Kur’an’ı yorumlarken de insanlığın tümünü kucaklıyacak şekilde yorumluyacağız. Eğer mahalli ya da yöresel bir yoruma sizi itiyorsa, biliniz ki o yorum yanlıştır. O, Kur’an’ın doğru yorumu değildir. Yanlış yorumudur. Niye? Çünkü Kur’an’ın ortaya çıkış nedeniyle çelişir. Kur’an, son Tanrı mesajıdır. Hz. Muhammed son peygamberdir. Başka peygamber gelmiyecek, başka Kur’an olmayacağına, Adem’e yollandığına göre, herkesin Kur’an’ıdır bu. Herkesi kucaklayacak şekilde yapılmayan yorumların tümü, yanlıştır. Türklerin, Türk kavimlerinin özellliği, bunu keşfetmiş olmalarıdır. Bu da neyi zorunlu kılıyor? Her şeyden önce aklı verdim diyor, Kur’an’da Tanrı. Akılla bu yola varacaksın, diyor. Bütün bu birleştiriciliği ne sağlayacaktır, sevgi ve insanın Tanrı’nın zerresinden oluşu. Herkese Tanrı varsa, kimsenin kimseye karşı bir üstünlüğü yoktur. Fiziksel, fizyolojik üstünlüğü yok. Şu beyaz ırktandır, şu sarı ırktandır, şu kara ırktandır, şu Kızılderilidir; ayrımları yok. Herkes O’nun kuludur, O’nun zerresinden oluşmuştur, O’nun halifesidir. İnsandır O’nun halifesi. “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm”, Kur’an’ın özü budur. Koca bir kitabın böylesine nefis bir biçimde özetlendiği bir başka beyit her halde yeryüzünde olamaz. Yani Kur’an’ı Yunus gözüyle bakarsan, doğru yorumlarsın. O görüş de Şah Ahmet Yesevi’nin, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’nin yorumlamalarından gelmiştir. Onun için Asya kavimlerinde o yırtıcı vahşi, barbar zannedilenler aslında en uygar, en hümanist, en insancıl, insanları en fazla kucaklayanlardır. Alevilik, işte buradan geliyor. Yani özünü insan sevgisinde bulan, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğini, Tanrı’nın zerresinden oluştuğuna inanan, onun içinde insanın ölümsüzlüğüne inanan, inanç biçimine Alevilik denir.

Hıristiyanlığın; Anadolu’da İlkçağ ve daha sonraki devirlerin; Yahudiliğin; Ermeni, Mezopotamya’nın yerli halklarının da Alevilik-Bektaşilik üzerindeki etkilerinden söz ediliyor. Sizce dedeleri, ataları, ozanları, Alevi-Bektaşi kültür ve inancının yaratıcılarını ne şekilde etkilemiştir, diğer inanç ve kültürler? Mesela Hıristiyanlıkta görülen kimi inanç motiflerinin, Aleviliğe-Bektaşiliğe etki ettiği yönünde fikirler var. Hıristiyan azizleri, ulularına sevgi ve hürmet, Anadolu’da Türk töresinde bulunan atalar kültüyle birleşiyor, evliyalar, erenler kültünü besliyor. Anadolu’nun bir dağında ölen bir Hıristiyan aziz, zamanla oluyor bir Türk Alevi evliyası. Bu menakıbnamelere yansıyor, Alevi kültürüne giriyor. Alevi-Bektaşi edebiyatında, inancında, kültüründe, bu gibi unsurların derin etkisi olduğu belirtiliyor, kimi bilim adamlarınca. Ceminin, semahının, ölü gömmesinin, evlenmesinin, ritüellerinin oluşmasında, bunların derin etkisinin olduğu söyleniyor. Sizce bu unsurlar, ne derece Alevilik-Bektaşilik içinde belirleyici unsurlardır? Bu, hep tartışılan bir konu olmuştur/olmaktadır. Farklı açılardan olaya bakanların temel tartışma ekseni bu. Açıkça ismini koyalım; Yaşar Nuri Öztürk Alevilik ve Bektaşilik içinde şu kadar gram İslam dışı Türk kültürünün izi, bu kadar gram Hıristiyanlığın etkisi vardır yaklaşımına kesin karşı çıkarken; konunun en büyük uzmanlarından Ahmet Yaşar Ocak ise diyor ki, işin gerçek boyutu o ki tasavvufun ötesinde diğer inançların, kültürlerin, dinlerin belirgin yansımaları vardır; Alevilik-Bektaşilikte. Sizin bu konudaki fikirlerinizi almak isterim; tasavvufun dışında, Alevilik-Bektaşiliğin inanç, kültür, felsefi temelinin oluşmasında, diğer kültür ve inançların etkileri nelerdir?

Çok belirleyici etkisi yoktur. Belirleyici kelimesinin altını çiziyorum, yoksa etkisi yoktur demiyorum; o etkisi olduğunu savunanlardan birisi de benim. Ahmet Yaşar Ocak’tan önce de bunu savunanlardan birisi bendim. Niye, çünkü iki kişiyle başlamış bu; Hz. Muhammed ve sonra Hz. Ali’dir. Yani insanlar bir şeyi kabul ederken, kendilerini de yapılarını da beraber taşırlar, bu da gayet tabiidir. Anadolu’ya Türkler geldiği zaman; yani o söylediğimiz tasavvufi İslam geldiği zaman, Anadolu Hıristiyandı; ama Hıristayanlara bir katliam yapılmamıştır. Ne oldu peki bu insanlar, nereye gittiler? Hıristiyanlığın en yoğun yaşandığı yerlerden birisidir Kapadokya, yeryüzünde. Ürgüp, Göreme, Nevşehir... yer altı şehirleri bile inşa edilmiş. Kaymaklı, Derin Kuyu, Zivene Vadisi.. peki buradaki Hıristiyanlar ne oldu? Müslümanlaştılar. İslam oldular. Niye? Çünkü İslamın değerleri daha yüce kaldı, Hıristiyanlığın karşısında. Çok daha sevecen, kucaklayıcı, farklılıkları zenginlik olarak kabul eden bir yorum var. Kur’an’ı, Kur’an ayetlerini, farklılıkları Tanrı’nın zenginliği olarak, Tanrı’nın ürettiği, Tanrı’nın gücünü yansıtan zenginlik olarak kabul eden bir yorum var. Tanrı’ya inanıyorsan, o farklılıkları yaratan da Tanrı. Tanrı’yı da izah ettiğin zaman birçok şeyi izah ediyorsun. Şimdi böylesine bir Tanrı anlayışı, Hıristiyanlığın çok ötesine geçmiştir. Hıristiyanlıkdaki sektler kalmıştır. İslam evrenseldir. Kucaklayabilmiştir herkesi. Tabii ancak tasavvufçular gibi yorumlarsan. Bütün insanları kucaklayabilirsin. Bir de o dönemi unutmamak lazım. XIII., XIV., XV., XVI., asırlar Hıristiyanların “cehalet dönemidir”. Siyasal yapı olarak söylüyorum bunu. Feodalizmin alabildiğine yaşadığı bir dönemdir, Hıristiyanlar için. İspanya’da, İtalya’daki engizisyon mahkemelerinde nelerin geçtiğini, artık bugün çocuklar dahi biliyor. İnsanların kazıklara çakıldığı; voyvodalar, derebeyler tarafından toprağa hakim olanın, onun üzerindekilere de hakim olduğu bir dönemden sözediyoruz. Hıristanlığın, bırakınız şefkati, Hz. İsa’nın yaymaya çalıştığı insanı kucaklamayı, insanın kazığa çakıldığı, insanın hiçbir özgürlüğünün bulunmadığı, karanlık bir dönemden çağdan bahsediyoruz, Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık için. Böyle bir dönemde tasavvufi bir hareket; insanlar arasında bir ayrım yapılamaz, insanlar kardeştir, diyor ve bunu da uyguluyor. Onun için Hıristiyan İslama dönmüştür. Bu değerler, evrensellik karşısında Hıristiyan, Hıristiyan kalmaktansa, Voyvodanın uşağı dahi olamıyacak durumda olmaktansa, öbürüyle eşit statüde bir insan olmayı kabul ediyor. Bu yaklaşım, Osmanlı’nın Trakya’daki, Rumeli’deki fütühatında, hiçbir engelle karşılaşmadan, bütün o bölgenin İslam olmasını sağlıyor. Ama kimin aracılığıyla, Horasan’dan gelen erenler dediğimiz babalar, dedeler, atalar sayesinde. Osmanlı akıncısı gelmeden önce, o günün dedesi, dervişleri, babaları, halkı İslam adına aydınlatmışlar ve halk Osmanlı’yı bekler hale gelmiş. İslamiyeti kabul edecek; ama siyasi de bir himaye bekliyor. Kendi voyvodasının kendisini kazığa çakmaması için. Onun için bir zorlukla karşılaşmıyor. Hızlı bir şekilde Rumeli’yi İslamlaştırıyor. Peki İslamlaştırırken ne oluyor, o İslam olan Hıristiyan, Yorgo, Radoviç, Taki? Müslüman Yorgo, Radoviç, Taki oluyor. O Yorgo, Taki vs. tabii ki kendi yapısındaki özellikleri taşıyor, Müslüman oluyor; ama kendi içindeki birtakım değerleri de İslama taşıyor. Zaten İslamın değerlerine yatkın olduğu için Müslümanlığı kabul ediyor. O, İslama birşeyler getiyor; kendi geleneklerini, örfünü getiriyor. Bunun en tipik örneğini, Rumeli semahlarında görüyoruz. Bakıyorsun, Anadolu’daki semahlarla Rumeli’ndeki semahlar farklı. Ama nedir orada çalınan, yine sazdır. Orada da Pir Sultan söyleniyor, Şah Hatai’den, Hz. Muhammed’den, Hz. Ali’den sözediliyor. Yani genel değerler, spürütüel değerler aynı, yöresel değerler, değer yargıları ona taşınmış durumda. Bu sosyolojik olgunun gerçekliğini somut olarak görebiliyoruz.

Bu arada Bektaşilik var. Alevilik ve Bektaşilik arasındaki farklar var. Balkanlarda Bektaşilik, daha fazla yayılıp gelişiyor?

Şimdi, Alevilik–Bektaşilik. Bu Bektaşilik de nereden çıktı? Şimdi kimse demiyor ki, Hacı Bektaş İmam Musayı Kazım evlatlarından. Bir Alevi dedesi. Bir Alevi dedesinin, bu olay hızla geliştikçe, Balkanlara, Doğu Akdeniz’e sıçradıkça; bu kadar büyük bir alanda bu kadar büyük bir kitleyi bir kurallar koymazsa, bir takım şekil kuralları koymazsa, yönetme imkanı kalmaz gerçeğinden hareketle, bu kuralları Balım Sultan tarafından Bektaşilikle ilgili kurallar koymuş olmasını, izah etmek yerine “Bektaşilik farklıdır” deniyor. Bektaşilikle Alevilik farklı değildir. İkisi de aynıdır. Sadece olay genişledikçe, daha müeseseleşmesi açısandan getirmiş olduğu bazı kurallardan ibarettir Bektaşilik. Özünde Alevilik var.

Ama bir tekke yapısında olması, kendine has belirgin bazı ritüellerinin olması durumu var. Ayrıca, Bektaşi tekkelerinin devlet olanaklarından yararlandığı söyleniyor, Alevilerden farklı olarak. Hatta Alevilikten ayrılarak bilinçli bir şekilde farklılaştırıldığı iddiaları var Bektaşilik için?

Hayır! Yanlış bunlar. O tamamen siyasi yaklaşımdır. Alevi-Bektaşi ayrımını yapıp, gücü bölmeye yöneliktir. Özünde hiçbir fark yoktur. Hacı Bektaş Veli’nin kendisinin de gidip elini öptüğü dedeler vardır.

Bektaşilik geniş manasıyla, Hacı Bektaş’tan sonra onun müridleri Abdal Musa, Kaygusuz Abdal gibi dedelerin, babaların çabaları sonucunda oluşup gelişiyor ve yayılıyor. Hacı Bektaş Veli’nin de bir dede olduğunu söylüyorsunuz. Onun da elini öptüğü dedelerin varlığından bahsediyorsunuz. Alevilik ve Bektaşilik içinde çok önemli iki kurum var. Ocaklar ve buna bağlı olarak dedeler, babalar. İnanç bazında Aleviliğin varlığını bugünlere kadar getirebilmesini temelde belli ocaklara bağlı dedeler, babalar yukardaki açıklamalarla atalar, eren, evliyalar sağlamışlar. Anadolu Aleviliğinin temel kurumu olan dedelerden ve ocaklardan bahsedelim biraz da. Orta Asya’dan, Maveraünnehir’den Anadolu’ya halkıyla, obasıyla, sazıyla, çadırlarıyla beraber gelen dedeler, babalar, ozanlar, aşıklar, atalar, ulular var. Dede Korkut’un ululuğu, dedeliği, onun elini öpüp, niyaz dilemek, hayır duasını almak, sevgisi-saygısı var. Şaman atalardan, Dede Korkut’a ve Pir Sultan’a, Hacı Bektaş’a, Abdal Musa’ya uzanan bir ulu yol var. Nedir ocaklar, kimlerdir dedeler, Anadolu Aleviliğindeki yerleri ve konumları nerededir?

Önemi çok büyük. Bunlar inanç önderleri, inanç liderleri. Kur’an’ın belki de günün şartlarına göre yorumunu sağlayan müesese, dedelik kurumudur. Bir bölgeden bir bölgeye göçtüğü zaman, Kur’an’ı yine Kur’an olarak okuyup, algılarken bölgenin koşullarında yine kendi geleneklerini ve törelerini getiriyor; o yeni geldiği yöreye de uyum sağlıyor. Yani o uyumu inançsal bazda sağlayan, o yorumları yapan, yine dedelik kurumu oluyor. Bunu şöyle ifade etmek mümkün: Diyelim ki, bir Seyyid Ali Sultan’ın bulunduğu bölgede, o da bir dede, bizim Deli Sultan’ın bulunduğu bölgede, o da bir dede, ya da Bulgaristan’da birçok yörede bulanan, doğrudan doğruya Horasan çıkışlı insanlar sadece Anadolu’da kalmayıp, Balkanlara açılan insanlar... bunlar misyoner olarak çıkıyorlar, başka yerleri irşat için yola çıkıyorlar. Gidenlerin oralardaki uygulamalarına bakmak lazım. Özünde bir farklılığın olmaması lazım. Ama semahlarında, müziğindeki farklılıklar ise uyumu sağlayan unsurdur. O da oranın şeklini alması olayıdır. Kalay gibi, kalay dökülünce kabın şeklini alır; ama kalay aynı kalaydır, kabın şeklini almıştır. Öz, getirdiği Kur’ansal özdür; ama oradaki ortam, uygulamalar, o bölgenin kendi uygulamalarıdır. Dede, bu açıdan, Kur’an gönlünde, kafasında taşıyan; ama geldiği yere aklıyla uygulayan kişidir. Bunlar topluluklardan kopmadıkları için, biraz önce sen de belirttin, Anadolu’ya göç olayı yüzyıllar boyu sürüyor; ama öbek öbek gruplardan oluşuyor. Her göç hareketini başlatan oba ya da diyelim ki aşiret, kendi dedesiyle, bağlı olduğu ocakla beraber gelmiş. Her aşiret, her kavim, belli bir ocağa bağlanmış. Bu ocağa bağlanmakta da müthiş bir özgürlüğü görüyoruz. Neden şu talip şu ocağa bağlı, şu aşiretler şu ocağa bağlı; o aşireti yöneten kişinin kendi isteğinden kaynaklanıyor. Biz filan ocağa bağlıyız, deniyor. Bunun kökenlerini araştırmak lazım. Fakat bunun kökenleri Anadolu’da değildir. Kökenlerini Asya’da aramak lazımdır. Neden filanca aşiretler, Ağuçen Ocağı’na bağlıdır. Neden bazıları Baba Mansur Ocağı’na, Seyyid Sabunlara... bağlıdır? Bunun cevaplarını buradaki araştırmalarda bulamazsınız. Çünkü burada değil ki bulasınız. Gelenleri biliyor herkes, Türkiye’de gidersin Baba Mansur’un nereden geldiğini sorar, bulursun; ama nereden geldiğini bulursun. Yoksa kaynağını bulmuş, kaynağına inmiş sayılmazsın. Çünkü, kaynağı nerede? Horasan’dadır. Ağuçen Ocağı’nın geldiği yer Horasan’dır. Oradan bulacaksın. Bunlar yaşanan gerçeklerdir. Oğlu bilmiyorsa, talibi biliyor. Böylece ocakların kaynağının Asya, Maveraünnehir olduğunu görüyoruz. Hacı Bektaş Veli’nin soyundan gelen insanlar var. Ulusoylar var. Sorduğunuz zaman biliyorlar, Nişabur’dan geldiklerini. Ellerinde belgeleri var. Belki ellerindeki kaynaklar Anadolu’da, Osmanlı’nın kuruluşundan sonra yazılmıştır, XIII. asırdaki kaynaklardır. XIII. asırda da bazı beyanlar var. Verilen secerelerdeki “filan kişinin, filan çocuğundan doğan filan” gibi “padişahın isteğiyle takdim edilir....” gibi sayısız saygın ifadeler de kullanılarak. XIII. asırdan sonraki 600–700 yıllık tarihini ve belgelerini yakalamak mümkün. 700 yıldan öncekileri de bulmak mümkün. Bazı köklü büyük dede ailelerinde; yoksa devletin arşivlerinde vardır. Onun için sürekli XIII.-XVI. yüzyıl arasındaki yani Yavuz Sultan Selim’den önceki dönemin arşivleri ortaya çıkarılmalıdır diyoruz. Gerçek görülecektir orada, toplum da rahatlıyacaktır. Nakübülün Eşraf defterlerinin dışında asıl ailerinin kendi ellerinde bulunan belgeler var. Padişahlarca verilen belgeler, yollanan hediyeler var. O hediyelere iliştirilen bir tip mektuplar var. Onları çıkardığımız zaman gerçek ortaya iyice çıkacaktır. Ocaklar ve dedeler bir kere gidip 12 İmamlara dayanıyor. Bir de başka tip ocaklar var. Mesela halk hekimliğiyle ilgili ocaklar var. Filan ocakta şu iyileştirilir, şu ocakta, sara hastaları gider, birkaç gün kalır, belki bir gece kalır iyi olur, hiçbir şeyi kalmaz inancı vardır. Elbetteki o, ocağın kutsiyetinden mi, insanın inancından mı, ayrı bir konudur. Ama halkın inandığı bu tip ocaklar da var. Dede ocakları ayrıdır. Dede ocağı olup da aynı fonksiyonu ifa edenler de etmeyenler de var. Mesela, bir Turabi Ocağı vardır, dede ocağı değildir. Ama Turabi Ocağı çok saygı duyulan bir ocaktır. Yüzyıllara dayanan bir geçmişi vardır. Yani ocak olayı, dedeler açısından çok sayıda olmayan ve çoğu bir imama gidip dayanan, Hz. Muhammed, Hz. Ali soyuna dayanan bir tarihsel dokuyu ifade ediyor. Göçlerle birlikte herkes belirli bölgenin, belirli bir grubun irşadını üzerine aldığı için, göç hareketiyle birlikte daha evvel geliyorlar. Nişabur’dan gelen yani; Hacı Bektaş Veli Musayı Kazım Ocağı’na bağlı olanların; Doğan Dede ailesinin Anadolu’ya gelmesinden 200-250 sene sonra geldiği biliniyor. Yani 1070’lerde Anadolu’da Aleviler var. Alevi dedeleri var. Misyonerlik görevi, Hacı Bektaş Veli’yle başlamamıştır. Hacı Bektaş Veli Anadolu’da oluşmuş bir yapıya gelip neşvü nema bulmuş bir yapıya, katılanlardandır. Ama güçlü bilgisi, derin ufku, kendi sahip olduğu kerametleriyle halk üzerinde büyük güç sağlıyor. O, bir velidir. O dönemde çok fazla dede yoktur. Ne oluyor? Çok önemli ölçüde İslam yayılınca Osmanlı’yla birlikte, İslamın gittiği yerlerde İslamı anlatacak halkı irşat edecek insanı bulamıyoruz. O zaman da bu tür ocaklar, işte o zaman, o bilgilerle dolu insanları yetiştiren adeta merkezler, dergahlar oluyorlar. O dergahlarda yetişenler, belirli bir kemale eriştikten sonra; bu halkı irşad edebilir, teşhisini aldıktan sonra yollanıyor. Orada dedelik görevini yapıyor. Dedelik bir fonksiyon, dede de halkı aydınlatmayı, İslamla, ahlakla, yaşamın ahlak kuralları içerisinde cereyan etmesiyle ilgili bilgileri veren ve onun denetimini yapan kişi. İşte o fonksiyonu ifa etmek üzere dedelerin ocaklarında yetiştilen insanlar, ihtiyaçları görmek üzere yollandıktan sonra, gittikleri bölgede, uzun yıllar kaldıktan sonra, hele hele üç-beş nesil geçtikten sonra dede gibi kabul ediliyor. Bu görevi yerine getirdiği için, çoluğuyla-çocuğuyla dede sıfatını ona da veriyorlar. Kaynak olarak dede değil, bir dede sülalesinden gelmiyor; ama bilgi bakımından bir dede sülalesinden su içtiği, orada yetiştiği, asırlarca orada o fonksiyonu yerine getirdiği için dede olarak kabul ediliyor. Bu nedenle, dedelerin sayıları çoğalıyor. Bir başka çoğalma biçimi, dikme dediğimiz, şekil. Birisini yolluyor, diyor ki, git sen şuraya orayı irşad etmeye memursun. Ona da dikme deniyor. Dedenin yolladığı, bilgi sahibi, ehliyet sahibi, kemal sahibi insana, dedelik fonksiyonunu yapmak üzere gönderilen kişiye dikme dede deniyor. Halk bunlara büyük bir itibar gösterdiği; aç-susuz bırakmadığı; hakkullah denilen bir yardımı kendilerine verdiği için, zaman içerisinde siyasi iktidarla çatışıp siyasi iktidarlar bunlar üzerine gelince, müessesenin kendisi ortada rant getiren bir kuruma dönüşüyor. Ortalıkta gezen, hakkullah peşinde koşan, bilgisi filan olmayan; ama bu fonksiyonu yerine getiren insanlar da kendilerine dede demeye başlıyorlar. Devletin himayesinde mahrum kalınca, özellikle, XVI. asırdan sonra yozlaşmaya başlıyor müessese. Aradan yüzyıllar geçmesine rağmen, müesese ayakta kalmış. Gerçek dedeler var olmuş. Yıkamamışlar bu kurumu. Yozlaşmış ama yıkamamışlar. Gerçek dedelere halk yine çok bağlı. Doğan Dede onlardan bir tanesidir. Dedeler hiçbir zaman gerçek manada varlık nedenlerinin, yapılarını korudukları müddetçe yıkılmamışlardır. Dedelik kurumu üzerinde çok duruyorum. Tabii bu kadar çok peygamber soyundan olan dede yok. Dede sayısı azdır, dedelik yapan çoktur. Bunun da nedeni İslamın hızlı yayılmasıdır. Viyana’ya kadar gitmesi ve buralara mecburen insanlar yetiştirip, yollanması; o insanların orada yüzyıllarca aileleriyle birlikte, soydan soya geçen adeta yeni bir dede sınıfının doğmasına neden olmuştur. Piyasada gördüğünüz dedelerin çoğu, yüzde yetmişi sekseni, bu tür fonksiyonları ifa eden kamil insanlardan oluşan dedelerdir. Tabii o kemali varsa. Ama dede asıl dede sayısı görünenin yüzde on, yüzde onbeş civarındadır.

Dedelik kurumundaki değişmelere yine döneceğiz, fakat Osmanlı Devleti’nin kuruluşu var. Safeviler var. Alevilikle ilgili olarak tarihsel bir süreç de var. Osmanlı’nın kuruluşunda varlığını gördüğümüz Alevi-Bektaşilerin, Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail Hatayi’nin dönemlerinde çeşitli baskılara maruz kaldıklarını görüyoruz. Bu konulardaki görüşlerinizi de almak isteriz. Osmanlı’nın kuruluşu, gelişimi, Yavuz Sultan Selim ve Osmanlı Alevi-Bektaşi ilişkileri, tarihsel gelişimi hakkında neler söylersiniz?

Selçuklular XII. asrın sonlarına doğru büyük bir zaaf geçiriyor ve dağılmaya yüz tutuyor. O arada Bizans, aynı şekilde önemli bir zaafiyet içinde. Bizans’ın özellikle merkezinden uzaklaştıkça yeni yeni tekfurlar doğuyor. İstanbul’un, merkezin lafını dinlenmediği; başkaldıran, herkesin kendi istikametinde yürüdüğü, otoritenin gittikçe zayıfladığı bir Bizans var. O dönemde Asya çıkışlı, Maveraünnühir çıkışlı göç hareketi var. İlk geldikleri yerlerden birisi de Eskişehir. Önemli ölçüde de Çepnilerden oluşan bir Türk grubu. Ayrıca Kayı Boylarından. Birkaç farklı boydan kurulu insanların gelip yerleştiği yer Orta Anadolu’dur. Yavaş yavaş bunlar otoritesiz bir zeminde yaşadıklarını hissetmeye başlıyorlar. Bir tarafta Bizans var; ama çöküş içerisinde. Bir tarafta Selçuklular var; ama Selçuklular çöküş içerisinde. Vergi toplama gibi iktidar dediğimiz unsuru yansıtan tasarrufları yapamaz hale geldiklerini görüyor ve orada bir düşünce oluşmaya başlıyor. Biz de kendi devletimizi kuralım düşüncesi, özellikle Edebali’nin teşvikiyle belirginleşiyor. Kızını bildiğimiz gibi Otman Bey’e veriyor (Osman değildir, Otman’dır). Devletin nasıl yönetileceğine ilişkin kendisine fikir sorulması üzerine de Edebali bunu yazılı halde Otman Bey’e veriyor. Edebali’nin I. Osmanlı Padişahı damadı Otman’a yazmış olduğu, devletin nasıl yönetileceğine ilişkin öğütnamesi mevcuttur. Orada devletin yönetim esaslarının belirlendiğini görüyoruz, bir inanç önderi tarafından. Ama kendisi siyasetin içine girmiyor, sadece nasıl olması gerektiğine ilişkin fikirlerini yazıyor. Keza aynı dönemde, Hacı Bektaşı Veli de kurulucak olan Osmanlı ordusunun piri olarak kabul ediliyor. Aynı şekilde, yeni toplum düzenin hangi esaslara göre oluşması gereğine ilişkin teorik fikirleri üreten (bunlar çok önemli o yüzden anlatıyorum), o dönemlerde Azerbeycan’dan Hoy Şehri’nden, Ahi Evran geliyor. Ahi Evran da sosyal ve ekonomik düzenin nasıl olması gerektiği, toplumun nasıl bir dayanışma içerisine girebileceğinin kurallarını koyuyor. Ve böylece Osmanlı İmparatorluğu kökünde Kur’an yorumunu, Maveraünnehir’deki Kur’an yorumunu, Alevi yorumunu benimseyerek, çok güçlü bir devlet yapısıyla ortaya çıkıyor. Ve hızlı bir şekilde gelişmeye başlıyor ve önünde duramıyorlar. Kısa bir sürede, Rumeli fetihleri, Bizans’ın yavaş yavaş küçültülmesi ve nihayet l453’e gelindiğinde de Bizans’ın çökertilmesi ve yeni bir çağın açılmasına kadar gidiyor. Ama bütün bunlara hakim olan ve egemen olan, o göçebe kavimlerin Kur’an anlayışının devlet anlayışına değil, toplum anlayışına, toplumun yaşamına hakim olmasıdır. Devlet yönetimde yine akıl esastır. Akıl ve bilim esastır. Akıl ve bilim hakim olduğu için, koca Bizans surlarını Macar mühendislerini getirterek yaptırılan toplarla yıkan zihniyet hakimdir, devlete. Bunlar hep bilime verilen önemi gösteriyor. Bilimden ayrılmamanın neticeleridir bunlar. “Bilimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır” diyor, Hacı Bektaşı Veli. Bu zihniyetin hakimiyetidir, bunlar. Bu devlet adamının takdiri. Ama toplum düzenine hakim olan İslami düzendir. İslam ahlakıdır daha doğrusu.

Edabali, Hacı Bektaş, Ahi Evran... var. Toplumsal olarak sosyal yönden önemli olan Ahilik kurumu gelişip kökleşiyor, bu dönemde?

Ahilik örgütlenmiş İslam ahlakı olarak beliriyor. Paylaşma içinde, dayanışma içinde enteresandır o dönemdeki kişiye verilen önemli görevlerden bir tanesi, üretmektir. Kişi üretecektir. Üretecektir, ama niçin? Bugün kapitalist sistemde olduğu gibi daha çok zengin olmak için mi? Hayır. Paylaşmak için. Başkalarıyla paylaşmak için. Neden? Ahlakın gereği o olduğu için. Yani üretim, kaliteli ve israfsız yapılacak, birçok insanın yararına sunulacak. Bir derici, üreteceği mal için kullanacağı deriden mümkün olduğunca az fire verecektir. Verilen her fire israftır. Yaptığın iş kaliteli olacak, uzun ömürlü olacak. Ama neyle sınırlı olacak, bu üretim ahlaka uygun olacak. Ahlaka uygun olacak ne demek? Başkasının zararına bir üretim yapmayacaksın. Artı paylaşacaksın. Sen kazandın, müşteri geldi sana, senin malın da çok kaliteli, bir, iki, üç, beş... çok sattın, yanındaki dükkanınki de kaliteli; ama gösterişi yok. Ha, ikinci satıştan sonra, ben yeterince sattım, bugün rızkımı çıkardım, benim komşum daha siftah yapmadı, git ondan al; malına kefilim, deyip komşuna yollamak. İşte ahlaka uygun satış da bu. Yani getirilen düzen, hem ekonomik dayanışma modeli, hem ahlaki model. Belli bir ahlak kurallarına dayanıyor. Kaynağında da yine tasavvufi yaklaşım var “her şey insan için”. Bu dünya geçicidir. İyi üret, kaliteli üret, israfsız üret; ama ahlaklı üret. Yani hep bana rabbana demiyor. Sadece kendisini değil, bir başkasını da diğer insanları da toplumu da düşünmek. Getirdiği ana felsefe ana esas odur. Böylesine bir toplum düzeni, Musevisini, Hıristiyanını da katıyor işin içine. Ayrım yapmadan katıyor. XVI. asra gelindiğinde böyle oluyor ve hiç kimse karşısında duramıyor. Bütün diğer devletleri topladığın zaman bile, Osmanlı kadar yapamıyor. Sosyal ve ahlaki temele dayandığı için, devlet çok sistemli. XVI. asırda olay değişiyor. Bu yapı öyle bir yapı ki, İspanya’da engizisyona tabii tutulan Museviye bile, dokunma, diyor; gemilerimi yolluyorum, Musevileri bana yolla ben kendi himayeme alırım... 1492’de II. Beyazıt, Şah İsmail’e hayran bir padişahtır, gemileri yollayıp Musevileri getirtiyor. Burada barış içinde yaşatıyor. Bu böylesine bir İslam anlayışı, böylesine bir Kur’an anlayışı. Ve bu Maveraünnehir anlayışı. Araplara baktığımızda, Beni İsrail kabilesiyle sürekli çatışma halinde. Yalnız bugün değil, o gün de çatışma halinde. Daha öncede söylediğim gibi, Tanrı mesajı Arabistan’dan uzaklaştıkça, Kur’an’ın asıl mesajı ne, ne demek istiyor Tanrı burada? deyince, daha doğru cevap verilebiliyor.

Safevi Devleti’nin kurulmasından sonra, XVI. asırda yeni boyutlar getiriyor. Şah İsmail’le II. Beyazıt arasında yakın dostluklar var. Bu dostluk, II. Beyazıt’ın oğlu Yavuz Sultan’ı endişeye sevk ediyor. Babasının Şah İsmail’le ilişkisinin ve ona bağlılığının Safevi Devleti’nin zaman içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun iltihak etmesine kadar gidebileceği hükmünü veriyor. Bunun önlenmesi için de babasını tahtan indiriyor. Şah İsmail’le savaşıyor. Safeviler üzerine yürüyor. Bildiğiniz gibi, iki yıl sonra da Mısır üzerine yürüyor ve Memluklulardan hilafeti alıyor. İkibinden fazla Arap ulemasını Mısır’dan alıp, İstanbul’a getiriyor. O günkü bütün dergahlara, tekkelere, camiilere, yani İslami esasları uygulayan bütün kurumlara, medreselere, Arap ulemasını yerleştirmek koşuluyla, Arap anlayışlı İslamın ülkede egemen olmasını sağlamaya çalışıyor. Anadolu halkı, yani Türkler Alevi olduğu için, bu Aleviliğin Osmanlı Hanedanlığı üzerindeki nüfuzunu engellemek, Safevilerin yeniden canlanması veya Alevilerin herhangi bir şekilde Osmanlı içerisinde bir egemenlik ve nüfus sahibi olmasını engellemek için, devlete egemen olan yeni bir din anlayışı, yeni bir İslam anlaşının kurulmasının zorunlu olduğuna hükmediyor; o yüzden de l5l7’de ilk defa Osmanlı tarihinde, açıkça “Osmanlı Devleti’nin dini Sünniliktir” diye beyanda bulunuyor. Resmen Sünni eğitim böylece başlıyor. Bu esaslara göre, yeniden bir tedrise, eğitime başlıyor. Bu tedrisle birlikte, bir taraftan o günün koşullarında, bir taraftan kılıç zoruyla, bir taraftan medrese yoluyla Arap İslam anlayışının Osmanlı’ya egemen kılınmasına çalışılıyor. Sivas’a kadar binlerce insanın öldürüldüğünü tarihi kaynaklar belirtiyor. Ya Sünni olursunuz, ya kelleyi verirsiniz denmiş. Kelleyi vermeyenler ya Sünni olmuş ya da dağlara kaçmışlar. Yeni bir sosyal yapı oluşmaya başlıyor. 1517’de başlayan Yavuz’un yolu, Anadolu halkının Alevi olmasından dolayı ürken, bir tutucu saltanat yoludur. İlme ve akla değer vermeyen bir yaklaşımdır. Zaman içerisinde, Osmanlı’yı çöküşe götüren yol, bu yoldur. O çöküşün altında, Osmanlı toplumuna, Arap İslam anlayışını hakim kılma çabaları vardır.

Osmanlı yönetimiyle Aleviler arasında ilişkilerde, 15l7’den Cumhuriyet’e kadar belirgin farklılaşmalar yaşandı mı?

Cumhuriyet’e kadar genel anlayış budur.

Özellikle Yavuz Sultan Selim’den sonra Alevilerin-Bektaşilerin, üzerindeki baskının etkisiyle, inançlarını serbestçe yapamadıklarını, yaşamlarını rahatça sürdüremediklerini görüyoruz. Devlet yönetiminde hukuk sistemindeki bu köklü sert değişimin toplumsal yankıları ne oldu? Bazı tarihçiler, Alevilere karşı toplu bir kırımın, yoketme hareketinin yaşanmadığını belirtiyorlar. Fakat en azından insan topluluklarını en büyük gereksinmelerinden birisi olan inaçlarını yerine getiremiyorlar Aleviler-Bektaşiler. Bunların sonuçları ne oldu?

Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’e ilişkin bir varsayımdan hareketle bazı girişimlerde bulunuyor. Yukarda söylediğim, Sofu Beyazıt olarak adlandırılan babasının hareketlerinden varsayımlar üretiyordu. Böyle bir varsayımla babasını tahtan indirerek Şah İsmail’i tahtan indiriyor. Şah İsmail, öyle bize gösterildiği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun ele geçirmeye çalışan bir savaşçı değil. O bir filozof, şair insan. Fikri planda hareket halinde olan bir insan. Tasavvufi olarak düşünceleri Balkanlara kadar bile yayılmış, o dönemde, dahi bir insan. Müridleri Onun fikirlerini, şiirlerini Balkanlara kadar taşımışlardır. O yüzden, bugün dahi Balkan semahlarında Şah Hatayi’nin düvazimamları, deyişleri, şiirleri okunur. Bu entelektüel gücünden çekiniyor, Yavuz Sultan Selim. Bir gün bunun siyasal bir boyuta bürünebileceğinden kaygı duyuyor. Halk onun felsefi yanından çok etkilenmiş durumda, Anadolu’da.

O nedenle de bunun ortadan kaldırılması gerektiğine inanıyor ve babasını tahtan devirdikten sonra da Çaldıran’da zaten güçlü olmayan, bir orduyla karşılaşıyor ve onu mağlup ediyor.

İleride yeni bir tehdit unsuru olmaması düşüncesiyle, halkın inancı değiştirmeye çalışıyor. Şeyhülislama çıkarttığı fetvalarla ya Sünni olursunuz, ya başınız gider; Hıristiyanlara da ya Müslüman olursunuz ( ki onun da manası aynıdır, ya Sünni olursunuz) yahut başınız gider gibi fetvalar var. Zembilli Ali Efendi’nin, tarihe geçen bir davranışı vardır: Yavuz Sultan Selim Mısır dönüşü, Zembilli Ali Efendi’den tüm Alevilerin Sünni; tüm Hıristiyanların da Müslüman olmalarına ilişkin bir fetva hazırlamasını istediğinde onun verdiği cevap ilginçtir. Demiştir ki, “ben emirlerimi senden değil, Kur’an’dan alırım, ben şeyhülislamım”, Kur’an’ın Bakara Suresi’nde “dinde zorlama yoktur”, hükmünü hatırlatarak, “ben sana böyle zorlamayı ifade eden fetva veremem” diyor. Bunu deyince yerinden ediliyor. Onun yerine gelenlerden aldığı fetvalarla; Anadolu’da Alevinin, Bektaşinin Rafizi olduğunu, bunların ise ana bacı tanımadıklarını, ayinlerinde mum söndürdüklerini vb. iftiralar dolu şeyhülislam fetvalarına padişah fermanlarını iliştirerek Anadolu’daki tüm vilayetlere yolluyor. Bununla da yetinmiyorlar, Alevileri, Baktaşileri sapık olarak yorumlayan görüşlerin yanında bir de cebir ve şiddet kullanıyor. Bir tarafta Sünniliği zorunlu kılıyor, bir ellerinde de kılıç kullanıyor. Ya bunu kabul edersin ya da kelleni uçururum diyor. O dönemde büyük bir katliam yaşandığı bir vakıa. Ama şöyle bir katliam yaşanıyor; Sünni olmayı kabul edenler kurtuluyor, diğerleri de dağlara, orman içlerine doğru kaçıyorlar. Bunun hala tipik örneklerini görebiliyoruz. Mesela Ankara’nın çok yakınlarında olmasına rağmen, (40 km. kadar uzaktadır) Karaşar Aşireti diye büyük bir aşiret vardır. Bu orman içerisindedir. Yani dışarıdan bakıldığında binlerce insanın yaşadığı bir bölge olduğu görülmez bile. Ancak orman içinde yaşama şanslarını bulmuşlar ya da dağ, tepe başlarında, eteklerinde görürüz, Alevi köylerini. Osmanlı Hanedanı’nın (tüm Osmanlıları kullanmak doğru değil) bu zulmü neticesinde Aleviler Sünnileşmişler ya da dağlara ormanlara kaçmışlardır. Buralardan kalan gelenekler, hala devam etmektedir. Mesela Malatya’da bir aşiret, Atma Aşireti vardır. Yukarı Atma ve Aşağı Atma diye iki ayrı aşiret vardır. Drejan Aşireti vardır. Drejan’ın yarısı Alevi, yarısı Sünnidir. Atma’nın yarısı Alevi, yarısı Sünnidir. Sünni olanlar, Aleviyken Sünnileşenlerdir. Bunlar, genelde göçebe aşiretlerdir. Osmanlı Hanedanı’nın zulmünden dolayı, işte bir kısmı, daha huzurlu yaşamak için, özellikle ovalarda yaşayanlar, merkezi otoriteye daha yakın olanlar Sünnileşmişlerdir. Sünniliği kabul etmişlerdir. Köklerinin Alevi olduğunu bilirler. Çünkü aşiretin diğer yarısı Alevidir. Bunlar reddedilemiyecek tarihsel, sosyolojik olgulardır. Bu tabii böyle devam etmiş. Aleviler ve Alevilik üzerindeki baskı, şiddete dayanarak devam etmiş. O günün devlet modelini göz önünden uzak tutmamak lazım. Yani Kur’an’ı Kerim’in insanı incitmeyin, insana kötülük etmeyin, Tanrı’yı insanda görür, Hakk insanda tecelli etmiştir gibi sözlerine Osmanlı Hanedanı fazla itibar etmemiştir. İşine gelmemiştir. Buna uygun davrandığı zaman, iktidarının sınırlanacağını görmüş, 4 Halife zamanında nasıl sürekli kaynaşma olmuşsa, çıkar gurupları tarafından ve Kur’an’ın doğru yorumlanması işlerine gelmediği için, özellikle Hz. Ali’nin öldürülmesinden sonra; nasıl İslamdaki seçimle gelen cumhurbaşkanı yerine babadan oğula intikal eden hanedanlık kurulmuş ise, hanedanlıkların kurulmasıyla birlikte İslamın doğru yorumu nasıl tamamen saptırılmışsa, iktidara payanda oluşturabilecek bir İslam yorumu uygulanmışsa, Osmanlı’da da öyle olmuştur. Yavuz’un yaptığı budur. İslamı mümkün olduğunca kendi hanedanının iktidarını korumaya imkan verecek şekildeki yorumunu sağlamaya çalışmıştır. Burada da Arap-Sünni anlayışının çok daha elverişli olduğu görülmüştür. Çünkü, Alevi-İslam anlayışında, bu tür şeyi yapma olanağı daha azdır, zayıftır. Tanrı’yı insanda görüyorsanız, insanı incitmemek gerekiyorsa, kırıp dökmemeniz gerekiyorsa, daha mahir formüller bulmanız lazım. İktidarınızı daha adil ve daha insanca inşa etmek zorundasınız. Böyle bir zorunlulukta, hükümdar ki o zaman tek güç kaynağı güç odağı olmuş oluyor, kendi iktidarını sınırlandırmaya hiçbir hükümdar ve yönetim sıcak bakmaz. Muaviye döneminden kalan ve uydurulan özellikle Abbasi dönemindeki Kur’an yorumlarının, mümkün olduğunca iktidara destek verecek şekilde, hanedanlığı ayakta tutacak şekildeki, yorumlarının Osmanlı Hanedanlığı’nda Yavuz Sultan Selim’le birlikte ondan sonraki dönemlerde kabul edilmeye başlandığını görüyoruz. Bunun kabulu ise tasavvufun, Aleviliğin reddi, İslam tasavvufunun mümkün olduğunca reddi niteliğindeki icraata dönüşmüştür. Bunun sonunda da tabii Aleviler büyük ıstırap çekmişlerdir. Ama tasavvuf öyle bir olay ki, öldürmeyle filan korkutamıyorsun, yokedemiyorsun. Niye yok edemiyorsun, çünkü ölmek Tanrı’yla bütünleşme olayıdır. Fazla da korkutucu değildir, ölmek öldürülmek. Ölüm sona erme olayı değildir insanoğlu için. Ölüm Tanrı’yla bütünleşme olayıdır. O zaman da fikrimi savunurum, ölürsem de Tanrı’yla bütünleşebilirim, denmiştir. Onun için bütün baskılara rağmen Alevilik, kendi şartlarında hayatını sürdürmüştür. Dağ başlarında, orman içlerinde de. Bütün o güzellikleriyle beraber sürdürmüştür. Çünkü özü o. O özü korumak için kaçmış. Mekanın şöyle veya böyle olması o özü değiştirememiş. O yüzden Karaşar’a orman içine de gitsen, Malatya’da dağ başına da gitsen her iki aşiretin insan anlayışı, insan sevgisi insana duyarlılıkları, misafirperverlikleri, insana kucak açmaları aynıdır.

Yöresel bazı farklılıklara rağmen, tasavvufun getirmiş olduğu bazı temel nitelikler kesinlikle değişmiyor ve bunlar da Aleviliğin olmazsa olmaz özellikleri oluyor. Semah figürlerindeki, doğum-ölüm ayinlerindeki, giyim-kuşamdaki çeşitli farklılıklar ise renklilik, diyorsunuz?

Evet. O renklilik, sosyolojik her şey insanî ve bilimsel. Yani kendi müziğini adam dışarı atamaz ki. Rumeli türküsü, hangi ağızla, hangi ritmle söyleniyorsa, hangi ahenkle söyleniyorsa, o inancı kabul ettiği zaman, o inancına onu yansıtacaktır. Karşıdaki insan. İnsan, aldığını verecektir. Aldığı özü, kendisine ait özelliklerle verecektir, geri iade edecektir. Rumeli, Aydın, Malatya, Erzincan, Samsun, Ordu, Giresun, Muğla’daki farklılıklar, Orta Anadolu farklılıklar yöresel zenginliklerdir. Oradaki kültürün inançla kaynaşması olayıdır.

Osmanlıda halk katında medresenin ve benzer kurumların etkisindeki Sünnilerin Alevilere karşı olan tutum ve davranışlarının yanında; kırsalda, Anadolu’da bu etkilerden uzak Sünnilerin Alevilerle ilişkileri nasıldı?

Fevkalade iyi olmuştur. Zaten işin ilginç yanı odur. Anadolu’da kırsal kesimde Sünniliği kabul eden insanlarla Aleviler arasında, hiçbir zaman bir çatışma olmamıştır. Ayrışma da olmamıştır. Birisi Sünni, diğeri Alevi olmuş; ama hepsi sevgiyle birbirine sarmaş dolaş olmuşlar, hepsi birbirine kucak açmışlar. Çünkü o Sünniler, Aleviyken Sünni olduğunu biliyorlar. Aradan yüzyıllar geçince, belki o bilinçi kayboluyor; ama o gelenek devam ediyor. Bilinç, geleneğe dönüşüyor.

İstanbul’da hanedanlığın merkezinde de öyle büyük değişikler olmamıştır, baskılar olmuştur sadece. Niye ordusu Alevi-Bektaşi? Olay şudur, hanedanlığın iktidar sorunudur. Hanedanlık kendisini tehlikede kabul ettiği için, baskı yöntemlerine gitmiş ve devletin işleyiş biçimini, Sünniliğe dayandırmaya çalışmış, Sünnilik devletin resmi mezhebidir, diye ilan etmiştir. Bu itibarla baktığınız zaman, İstanbul’da Alevi-Sünni ayrımı ve baskısı yok. Zaten zaman içerisinde de saray halktan soyutlanıyor. Hanedanlığı sadece ayakta tutmaya çalışan bir yapı ortaya çıkıyor. Ve hanedanlık, halktan önemli ölçüde kopuyor. Onun içinde, sarayın içerisinde, etrafında; daha çok Türklerin dışındaki ırklardan olanlar yer almaya başlıyor. Kendi emniyetini, Türkmenlerin, Türklerin dışındaki insanlarla, ırklarla, renklerle götürmeye çalışıyor. Çünkü onlar, çok daha kolay dayanışma içine girebilir; çok küçük bir azınlık oldukları için, onlar bir risk oluşturmuyorlar, hanedanlık için. Hanedanlık o yüzden hemen hemen önemli tüm yüksek mevkilere, Türkmenlerden hemen hemen hiç kimseyi getirmiyor. Yani yüz üzerinden üç veya beş kişi filandır. Kimdir? Mesela sadrazamlar, iktidarı icra edecek olanlar, daha çok Sırp’tır, Çerkez’dir, Karadağlı’dır, Boşnak’tır, Arnavut’tur; ama Türkmen değildir. Türkmenlerden soyutlanmaya çalışmıştır, mümkün olduğunca Yavuz Sultan Selim’den sonra Osmanlı Sarayı. Sebebi de kendilerince, hanedanlık için (devlet için değil) akıllıca bir yönetimdi. Büyük halk çoğunluğunu oluşturan Türkmenler, devre dışı bırakılıyor. Neden? Çünkü, kendi yaşamlarına, kendi inançlarına aykırı bir yönetim modeli var. Bu yönetim modelinde, baskı, şiddet, cebir her türlü ihanet, çoluk cocuğu öldürmek, kendi kardeşini öldürmek, iktidar için bunların tümü var. Halbuki Türkmen yaşamında, bu anlayış yoktur. Halkın kendi yaklaşımında, iktidar için bu tür melanetlere yer yoktur.

Bakıyoruz ki, çırılçıplak bir gerçek var, en tarafsız bilim adamları da bunu kabul ediyorlar: Aşık Paşayı Veli’nin, Pir Sultan’ın, Yunus’un tümden söylersek büyük Türk ozanları olarak tarihe geçecek Alevi-Bektaşi ozanları; Türk dilini ve kültürünü yüzyıllar boyu yaşatmış insanlar. Nasrettin Hoca’nın hocasının, bir Alevi-Bektaşi ulusu olan Seyyid Mahmudi Hayrani olduğu söyleniyor. Bektaşi fıkraları var, halk hicvinin en ince boyutuyla görüldüğü, halk gerçeğini, ruhunu yansıtan eserler... Şiirler, türküler, menakıbnameler, masallar, semahlar, saz... Her türlü baskılara rağmen, kırık sazıyla yaşatmışlar, belli bir yere getirmişler. Hatta Osmanlının son dönemi içindeki bazı yenilikçi hareketler içerisinde de Bektaşileri görmüyor muyuz?

Tabii. Onları görüyoruz, ister istemez. Çünkü Bektaşiliği-Aleviliği devre dışı bırakamamış, sarayın dışında bırakmış; ama onlar halk içerisinde etkin olmaya devam etmişlerdir.

Tarihin en acı olaylarından birisi Alevilerin-Bektaşilerin uğradıkları baskılar ve haksızlıklardır. Ama gücü sebebiyle, fikri gücü sebebiyle hiçbir zaman söndürülememiş, şimdi de yeniden dünyayı yeniden fethetmeye başlıyor. Çünkü, Birleşmiş Millet Şartı’na baktığınız zaman, varmaya çalıştığı, kurmaya çalıştığı model, tasavvufun eteklerine dahi henüz ulaşamamıştır.

Osmanlıdan Cumhuriyet’e geçiş nasıl oldu ve bu geçiş Türkiye topralarında nasıl gerçekleşti/gerçekleşebildi? Hilafetin hakim olduğu bu topraklarda Cumhuriyet’e ulusal devlete giden yol nasıl oluştu?

Olay Osmanlı Hanedanlığı’nın kendi hanedanlığını koruyabilmek için, koruyabilme stratejisi üzerine kurulduğu için, halktan kopuk olduğu için; Mustafa Kemal bu gerçeği iyi saptamıştır ve doğrudan doğruya halkla gidip kaynaşmıştır. Mücadelesini saraya karşı, Osmanlı Hanedanlığı’na karşı, Türk halkına, Anadolu halkına dayandırıyor. Anadolu halkının, yapı olarak Mustafa Kemal’e açık bir yapısı var. O yüzden padişahın halife sıfatıyla, padişah sıfatıyla yapmış olduğu bütün kötülemeler, propagandalar halkın nazarında değer bulmuyor. Halkı çok iyi bildiği için, doğrudan doğruya halka iniyor Mustafa Kemal. Zaten halk, Osmanlı Hanedanlığı’ndan bıkmış. Sefil, perişan. Savaştan savaşa sokulmuş, milyonlarca insanını cephelerde bırakmış, böylesine bir hanedanlığı Türkmenleri özellikle devre dışı bırakarak, Türkleri devre dışı bırakarak sürdürmeye çalıştığını en iyi şekilde tespit eden Mustafa Kemal’dir. Onun için, Türk unsurunu gelir gelmez; yeni devleti kurar kurmaz, önemli bir biçimde yeniden ön plana çıkarıyor. Ulus devleti ancak böyle kurabilirdi. Fakat gözardı edilmemesi gereken ondaki Türk kavramının altında yatan, kendisini Anadolu’da Türk hisseden, yani değerleriyle Türk hisseden insanlar topluluğu olarak bakmasıdır. Bu ülkede Osmanlı Hanedanlığı’na karşı olan herkesi aynı cephede birleştiriyor ve yeni devleti bu şekilde kuruyor. İlginçtir, sadece yabancı işgaline karşı direnmiyor Mustafa Kemal ve arkadaşları aynı zamanda Osmanlı Hanedanı’na karşı da direniyor ve ikisini beraber yeniyor. Kime dayanarak? Anadolu halkına dayanarak. Yani o itilen, kakılan halka dayanarak yapıyor . Onun için de halk, ona her türlü desteğini veriyor. Kırşehir’de Hacı Bektaş’ın çocuklarından olduğu kabul edilen, en azından manevi çocukları Cemalettin Efendi’nin desteğini alıyor. Anadolu’daki dede ocaklarının desteğini alıyor. Birçok aşiret reisinin desteğini alıyor, o günkü yapı içerisinde. Hanedanlığın ittiği ne varsa, hepsi Mustafa Kemal’in arkasında toplanıyor ve Sünni-Arap anlayışın getirdiği modele, hanedanlık modeline karşı halkın tümü bu sefer Sünnisiyle, Alevisiyle beraber oluyor. Çünkü, şeklen bir Arap Sünniliği yok Anadolu’da, Türkiye’de. Ne var, Anadolu’da, Sünnileşmiş Aleviler var. Zorla, baskıyla, cebirle; Yavuz Sultan Selim’in devamı olan dönemde yapılan kıyımlarla, kullanılan cebir ve şiddetle Sünnileştirilen Alevi kesim. Ve onlar da biliyorlar onu. Bilinçli olmasa bile, gelenek ve töreler, aynı kökten, aynı kültür kaynağından, gelen insanları birbirinden hiçbir zaman uzaklaştırmamıştır. Hepsi kenetleniyorlar Mustafa Kemal’in arkasında. Ortak paydayı buluyorlar. Ortak değerlere doğru gidiyorlar. Onun için Anadolu Sünniliği de yumuşaktır. Arap Sünniliği değildir. Bir Suudi Arabistan, bir Sudan, bir Kuzey Afrika Sünnisi değildir, Anadolu Sünnisi. Fevkalede yumuşaktır.

Yıllar öncesinin Cem Dergisi’nin bir kapağını hatırlıyorum. Bir Atatürk resmi vardı kapakta ve diyordu ki, “Alevi Düşüncesinde Bir Başka Ali: Atatürk”. Atatürk, Aleviler için bir Ali midir? Nedir, Atatürk ve Aleviler arasındaki ilişki, Alevilerin Atatürk’e bakışı?

Doğrudur. Bizim için, Aleviler, Alevi-İslam anlayısını kabul edenler açısından Atatürk büyük bir kurtarıcıdır. İslamın, gerçek İslamın yeniden doğuşudur. Emevi ve Abbasi değerlerine bulaşmış ve onlarla kaplanmış İslam anlayışı yerine, pırıl pırıl tasavvufu yavaş yavaş ön plana çıkaracak olan; İslamı saf haliyle insanlara siyasal iktadardan arınmış olarak, Kur’an’ın kendi asıl mesajına uygun yorumuna paralel bir yaklaşımı getiren Mustafa Kemal’e Ali gibi bakmışlar, onu Ali gibi algılamışlardır. Çünkü, o da siyasi iktidar hırsını hiçbir zaman edinmemiştir. Siyaseti de anladığımız manadaki pejoratif manadaki siyaseti, Kur’an ahlakını, Kur’an’ın getirmek istediği mesajları hiçbir zaman üstünde yer vermemiştir. Muaviye’ye Hz. Ali her zaman mağlup olmuştur. Onun desiselerini, hilelerini bilmesine rağmen, devleti bu tür desiselerle toplumu yönetme sanatı olarak kabul etmemiştir, Hz. Ali. Hz. Ali devlet hayatında da Kur’an mesajlarının egemen olmasını istemiştir. Nedir o? Halk tarafından seçilmesi, emanetin ehline verilmesi, devletin halk için varolması ve devlet hizmetinde çalışanların tümüyle halk için çalışmaları; hele rüşvet, suistimal, kayırma gibi olaylara hiçbir şartla yer verilmemesi, Hz. Ali’nin yönetim düsturlarından birisidir. İnsanlar arasında ayrım yapmadan, yasaları ayrımsız uygulamanın ilk örneğini, açık ve net bir biçimde gösteren Hz. Ali’dir. Bu manada Aleviler Atatürk’ü, Hz. Ali’in don değiştirmiş şekli olarak kabul ederler. Niye? Çünkü, İslamın önünü açan odur. Mustafa Kemal’in başlattığı bağımsızlık hareketini başarıya ulaştıran hareket, aynı zamanda İslamın yeniden dirilişi manasına geliyor; ama bu diriliş, tasavvufi manada bir diriliştir. Tasavvufi İslam değerlerinin yeniden topluma hakim kılınmasını esas alan bir diriliştir. Nitekim, ilk zamanlarından itibaren Atatürk döneminde Alevilikle, Bektaşilikle, tasavvufla ilgili kitaplar ilk kez, hem de bilimsel manada yayınlanmaya başlanmıştır.

Mustafa Kemal’in gerçekleştirmiş olduğu ilkeler, devrimler; bize yön çizebilecek birçok fırsatları getirdi, gösterdi. Bazı bilim adamları diyor ki, bu hareketin bir ölçüde hedefine ulaşamamasının nedeni, zaaf haline getirilmesi, Anadolu içlerine yeterince bu hareketin anlatılamamasından kaynaklandı. Mustafa Kemal’in getirdiği ve getirmeye çalıştığı şeyler, Anadolu insanına tam anlatılamadı ya da anlatılması engellendi mi?

Orada doğru bir yaklaşım vardır, doğrudur. Çünkü, böylesini köklü radikal çözümler getirmeyi hedef alan Mustafa Kemal’in bu yeni toplum modelinde kültürü en ön plana çıkarmaması, yani birtakım manevi değerleri ön plana çıkarıp toplumun değerlerini sarsmaması, toplumu yeni değerler üzerine bina etmemiş olmasını düşünmemesi mümkün değil. Mustafa Kemal’in bu yeni ihtilalin başarısı için, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü olabilmesi için, birtakım değerleri de topluma sunması ve o değerler üzerine toplumu oturtması gerekirdi. Mustafa Kemal, bunu yapmıştır. Ne yapmıştır? Türk Dil Kurumu’nu, Türk Tarih Kurumu’nu kurmuştur. Bunun aracılığıyla Prof. Dr. Fuat Köprülü ve ekibi aracılığıyla, Prof. Dr. Ahmet Ağaoğlu da yanında olmak üzere (Azeri bir bilim adamı) Azerbeycan’dan birçok bilim adamıyla, yeni devletin kuruluşunun temeline, tasavvufi değerleri koymak istemişlerdir. Bu yüzden de “Tarihte İlk Mutasavvıflar, Alevilik Bektaşiliğin İçyüzü, Alevilik-Bektaşilik Nedir?” gibi kitapların hızla yazılmasına, o konudaki çalışmaların ilerletilmesine çalışılmıştır. Mustafa Kemal biliyor ki, Türk kültürünün özü, tasavvuftur. Tasavvuf, evrensel değerleri içermektedir. Bu evrensel değerlerle, uluslararası toplumun şerefli bir üyesi olacaktır. Bu evrensel değerleri sadece yakalarken, yeni devleti yeni evrensel değerler üzerine oturtmuş olmakla kalmayacaktır, aynı zamanda o değerlerin kaynağını oluşturan Asya ülkeleriyle de. İşte, o kültürel köprülerin temelerini atmıştır. Çünkü, en azından kültüre bulaşmış herkes biliyordu ki, tasavvufun kaynağı Hz. Muhammed, Hz. Ali, Koca Ahmet Yesevi Asya kaynaklıdır. Asya’dan gelen Alperenler, Horasan erenleri, o İslam anlayışını Viyana’ya kadar götürenler onlardı, Araplar değil. Onun için de Osmanlı Hanedanlığı’nın yok etmeye çalıştığı, baskıyla elimine etmeye çalıştığı bu kültürü, yeniden gün ışığına çıkarıp topluma sunmak, Atatürk’ün ana hedeflerinden birisiydi; ama bunu halkı yavaş yavaş alıştırarak yapmak istiyordu. Bilimsel verilere dayanarak ikna etmek istiyordu. Fakat bu tür şeyler, zaman isteyen şeylerdir. Mustafa Kemal’in de ömrü yetmedi buna. 1938’de öldükten sonra, Fuat Köprülü de çalışmalarına özellikle l945’den sonra bir siyaset adamı olarak devam etti. Bilimsel araştırmaları bıraktı. Fuat Köprülü ekolü devam edebilmiş olsaydı, siyasete bulaşmadan devam edebilmiş olsaydı, Türkiye’ye çok büyük hizmetler yapmış olacaktı. O zaman halka daha çok şeyi, daha fazla anlatmak, vermek imkanı olacaktı. Atatürk’ün bu konudaki düşüncelerini halka yeterince anlatamamış olması teşhisi, doğrudur. Bizim de görüşümüz odur. Mustafa Kemal’in en önemli özelliklerinden birisi de kültür ihtilalini gerçekleştirmiş olmasıdır. Mao, mesela teşebbüs etmiştir; ama başarılı olamamıştır. Arap kaynaklarından Batı kaynaklarına doğru dönmeye başlamıştır, bilgi kaynakları. Yeni yetişen neslin de bu kaynaklardan beslenerek, çağdaş uygarlığı daha kolay yakalayacağını düşünmüştür ki, tamamen haklıdır ve haklı olduğu ortaya çıkmıştır.

Fakat burada farklı bir dönem de var. Cumhuriyet’te de bir geriye dönüş dönemi var. Bazı devrimlerin sekteye uğraması da var. Niçin, bu sekte vurmalar yaşandı Türkiye’de? Yaşanmasını kolaylaştıran unsurlar belki vardı; ama bu geri gidişi azaltan faktörler yok muydu veya çok az mı yayılmıştı?

Tabii bu çok yönlü bir soru. Cevabının da çok yönlü olması gerekir. Atatürk’ün yeni devlet toplum modelini, arkasına halkı alarak, beraberce gerçekleştirmeye çalıştığı devrimleri; başka hiçbir yerde görülmeyecek süratle, kararlılıkla ve sağlamlıkla gerçekleştirebilmiş olmasının nedeni, halkta esasen varolan; özellikle Alevi-İslam anlayışı ve onu benimseyen Alevisiyle Sünnisiyle kesimin, Anadolu’daki büyük varlığı bir kere bu konudaki işini kolaylaştırmıştır. Kolaylaştırmıştır; ama hayatının kısa olması, vefat etmesi, Hasan Ali Yücel’lerin yeterince destek bulamamış olması, bütün çabalarına rağmen. Toplumdaki dinamizmin çağdaş araçlarla birlikte ayağa kaldırmaya çalışılması arasında Köy Enstitüleri vardır. Belki kendinden sonra kurulmuştur; ama Çiftciyi Topraklandırma Kanunu gibi 1935’te çıkarılan ve bugün dahi aşılamamış olan yasalarla toplumdaki dengesizlikleri gidermeye çalışan ve toprağın daha verimli ve adil bir biçimde kullanılmasını, herkesin toprak sahibi olmasını öngüren ve böylece toplumdaki dinamizmin tümünü harekete geçirmeye çalışan bir modelden, Mustafa Kemal’in ölümünden sonra, önemli ölçüde sapmalar oldu. Bir kere İsmet Paşa, bir Atatürk değildi. İyi bir icracıydı, kendisine verilen talimatları uygulamaya koyma yeteneği çok üstün bir insandı, İsmet Paşa. Lozan, İsmet Paşa’nın eseri değil, Mustafa Kemal’in eseridir. Mustafa Kemal’in verdiği direktifler istikametinde, İsmet Paşa’nın çok iyi bir icracı olarak başarıya götürme özelliğinin olması olayıdır. İsmet Paşa, iyi bir uygulayıcı; ama hiçbir zaman teori üreten, hiçbir zaman yeni oluşumlar üretip, onları yürürlüğe koyabilecek kapasitesi olan Atatürk düzeyinde birisi değildir. İkinci Dünya Savaşı koşullarının ortaya çıkmış olması, Türkiye’nin üzerinde büyük baskılarla II. Dünya Savaşı’na sokulmaya çalışılması ve Türkiye’nin de buna direnmesi de burada önemlidir. Bu psikoloji içinde, devlet de Atatürk’ün bıraktığı yerden aynı süratle ve aynı ilkeler ışığında devamına şartların fazla elvermemesiyle bir duraklama dönemine giriyor. Ama l945’den sonra bir başka olay oluyor. II. Dünya Savaşı’nın faşist devletler aleyhine bitmesi, liberal demokrasinin kazanması. Liberal demokrasilerle yönetilen ülkelerin Türkiye üzerindeki etkileri, bir an önce çoğulcu demokrasiye geçmesi istikameti yönündeki baskıları yoğunlaşırken; diğer yandan Sovyet Rusya’nın Türkiye üzerindeki büyük baskıları, Doğu’da Kars, Ardıhan, Erzurum’u istemesi, Stalin’in İstanbul Boğazı’nda üst kurulmasını ve bu üstlerin Ruslar tarafından da yönetilmesini istemesi, o dönemde Doğu Avrupa’yı Sovyet Rusya’nın işgal etmesi, Türkiye’yi de işgal edebileceği kaygısını yaratıyor ve Türkiye’nin hızlı bir biçimde, savaşın galibi olan liberal demokrasiyi savunan devletlere doğru yönelmesini zorunlu kılıyor. Türkiye, hızla Sovyet Rusya’ya karşı, Amerika’nın nükleer şemsiyesi altına girmeye çalışıyor. Bir taraftan Amerikan yardımı kabul edilirken, bir yandan da Amerika iyiden iyiye Türkiye’yi, Batı dünyasının bir parçası haline getirip Sovyetler’i güneyden kuşatabilmek için, bir zincirin halkası gibi kullanıyor. Bu zincirin ilk büyük ayağı NATO. Batılıların Amerika’ya direnememesi sonucu, l952’de Türkiye NATO’ya giriyor. Güney’den kuşatılan zincir böylece Avrupa’yla birlikte Türkiye’nin Doğu sınırında sona eriyor. Amerika onunla yetinmiyor SENTO’yu kuruyor. SENTO’yla birlikte İran ve Pakistan’da dahil oluyor ve böylece Sovyetler’i kuşatıyor; ama onunla da yetinmiyor, Güney Doğu Asya Paktı’nı kuruyor ve oradan da Filipin, Barneo, Saravak üzerinden Japonya’yı da içine alan Marksizmi komünizmi kuşatan bir güvenlik zinciri kurmaya çalışıyor. Onun için de Türkiye, önemli bir halka oluşturuyor bu güvenlik sisteminde. Bu nedenlerle, çoğulcu demokrasiye girmesi, geçmesi şartıyla, Türkiye’yi kendi içine alacağını söylüyor. Türkiye de bunu kendi çıkarlarına uygun görüyor. 1946’da Sovyet Rusya’nın Türkiye üzerindeki taleplerinin artmasının ertesi yılı Şemsettin Günaltay’a, o zamanın başbakanına bir seçim kanunu hazırlattırılıyor ve ilk seçimler, göstermelik seçimler yapılıyor. Bu göstermelik seçimler, Batı’yı tatmin etmiyor ve l950’da daha tarafsız, asıl seçimler yapılıyor ve iktidar el değiştiriyor. Çoğulcu demokrasiye geçişle birlikte Sünni kesim de daha ağırlıklı olduğundan, dini duygular üzerinde oynamak oy getirdiğinden, l957 yıllardan itibaren Demokrat Parti (DP), önemli ölçüde tavizler vermeye başlıyor. Ezanının Arapçalaştırılması veya Arapça okunması bir yana, asıl olay l957’de Saidi Nursi’ye verilen, tavizlerdir. Onunla başlıyor tavizler. Ondan sonra da bugünkü Cumhurbaşkanı’nın başkanlığını yaptığı Adalet Partisi (AP), l960 askeri yönetiminden sonra kurulan AP, hızlı bir biçimde dini siyasette kullanıyor ve İmam Hatip Okullarının sayısını hızla arttırıyor. Bir taraftan da camilerin yapımına süratle ve artırarak devam ediliyor, cami yapımında yarışamayanlar geride kalıyor. Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modeli, siyasi iktidarın icrası açısından eksen değiştirmeye başlıyor. Laik cumhuriyet, önce dindar bir cumhuriyete, daha sonra da Sünni bir cumhuriyete dönüşüyor. Diyanet İşleri Teşkilatı’nın personel sayısı hızla arttırılıyor. Cami yaptırılıyor, imam lazım, imam için İmam Hatip Okulu lazım; İmam Hatip Okulu yapınca, bu sefer mezun olana, iş bulmak yani cami gerek... gibi birbirini besleyen iki kaynak marifetiyle, siyasal iktidar, önemli ölçüde dinsel platforma doğru kayıyor. Dini duygular üzerine inşa edilen bir siyasal yaşama doğru, Türkiye hızla gidiyor, AP’nin o zamanki başbakanının yürüttüğü politikaların etkisiyle. Nihayet, Türkiye l980’lere geliyor. Zaman zaman siyasal söylemde dinci-dinsiz lafları olsa da 60-80 arasında daha çok “sol-sağ” modası çıkıyor ve daha çok moda üzerine bina ediliyor. Ama biliniyor ki, sağ dendiği zaman dinsel duyguları istismar eden kesim; sol dendiği zaman Atatürk’ün bıraktığı modeli getirdiği modeli savunmaya çalışan bir siyasal grup. Bu arada Aleviler kaynıyor. Alevi hiç yok.

Sağ-sol kavramları ve kavramların içeriğinin ne anlama geldiğinin bile tam olarak bilinmemesine rağmen, kısır çekişmelerin yanında; halkın derin sorunları, devletin, milletin sorunları devam ediyor. Tüm beklentilere rağmen maalesef yapay gündemlerin boyunduruğunda kan kaybı, zaman kaybı ve insan kaybı ... hem devletin kan kaybı, hem de insanının kan kaybı devam ediyor. Biz bu yaratılan yapay toplumsal kutuplaşmaların dışında, halkı nasıl görüyoruz? Halk derken, bütün bu zorlamaların dışında kalan sıradan vatandaşların bu arada tabii Alevilerin durumu neydi bu dönemde?

Aleviler sadece oy verme rolünü üstleniyorlar, hiçbir insiyatifleri yok Alevilerin. Birlik Partisi (BP) diye bir parti kuruluyor. O parti, önce iyi bir çıkış yapıyor. Fakat, lider kadrosu zayıf olduğu için, kısa bir süre sonra tökezliyor ve olay tamamen saptırılıyor. Alevilik eşittir Marksizm gibi, söylemleri söyleyen, siyaset cambazları çıkıyor. Ona da Alevilerden kimse inanmadığı için bir milletvekiline düşüyor. Onu da namus belası seçiyorlar, ayıp olmasın diye ve olay sönüp gidiyor. Çünkü, Aleviliğin kendi felsefi temellerine dayanmıyor. Aleviliği su üstüne çıkarmaya, o ilkeleri, değerleri su üstüne çıkartıp halka malolan değerleri yaşatmayı hedeflemiyor. Sorun orada Atatürk’ün getirmeyi düşündüğü modelin özünde kültür vardır. Temeli kültürdür. Bu, Türk kültürüdür ve tasavvuftur. Yani evrensel değerlerdir. O evrensel değerlerden önemli ölçüde kopma oluyor. Bu kopuşun bir nedeni uluslararası konjonktür nedeniyledir. İkincisi yine de uluslararası konjonktürle ilgili kentleşme olgusudur. O güne kadar, merkezi baskı sebebiyle dağ başlarına dağ eteklerine çekilen Aleviler, kendi yaşamlarını kurmuşlardır. Kendi akıl, sağduyu, Kur’an’dan ne anladıklarına ilişkin değerleriyle mutlu bir yaşam kurmuşlardır, sürdürüyorlardır. Yoksuldu birçoğu belki; ama kendi değerlerini bildikleri ve savundukları için de mutsuz değillerdi. Uluslararası konjonktüre parelel olarak Türkiye’nin serbest pazar ekonomisine girmesi, liberal demokrasiyi kabul etmesi demektir. Alt yapısı eğer serbest pazar ekonomisi demekse liberal demokrasi, kapitalist ekonominin entegre edilmesi olayı, Türkiye’de sanayileşme olayıydı. Yol olayıydı. Dağlardan ovalara daha kolay inilmesi, kasabalara inilmesi demekti. İş bulma imkanlarının sağlanması demekti. Sanayileşme olayına girişten sonra, 1960’lı yıllardan itibaren köyler, kasabalar vb. boşalarak şehre inilmeye başlanmıştır. Bulunulan yerin, ihtiyaçlara cevap verememesi, çocukların ekmeklerini karşılayamaz olmaları ve o günkü hükümet edenlerin devleti yönetenlerin, yatırımların maliyetlerinin daha düşük olacağı düşüncesiyle, büyük şehir etraflarındaki bir sanayileşmeyi teşvik etmeleri ve buralarda önemli ölçüde bir göçün oluşmasına da neden oldu. Kurulan fabrikalara işçi bulmak gerekiyordu, gelişmeye işçi nereden getirilebilirdi Doğu Anadolu’dan, Anadolu’dan... Oralardan gelen insanlar, bugünkü gördüğümüz gecekondu bölgelerini oluşturdular. Bunların da önemli kesimini, Aleviler oluşturdu. Çünkü Aleviler, hızla büyük şehirlere doğru akmaya başladı. Büyük şehirlere geldiklerinde, devletin hiçbir himayesinin olmadığını, hiçbir yönde bir faaliyet olmadığı için, geleneklerin onları dağ başlarında beraber bir arada tutması büyük şehirlere gelince bu yönlendirmenin olmaması ve biraz da baskıların ortadan kalkması sebebiyle, kendilerini o güne kadar getiren kurumların yavaş yavaş çökmekte olduğunu ve yetersiz kalamaya başladığını görüyoruz. Ne dedelik kurumu, ne musahiblik, ne pirlik, rehberlik gibi kurumlar, büyük şehirlerde işliyebilme olanağını bulamadılar. Herkes ekmek peşinde koştu. Dede, kendi fonksiyonunu ifa edemez oldu. Köylerdeki senede iki teneke buğdayın yettiği dede, şehre gelen talibiyle ilişki kuramaz hale geldi. Talibi de yoksul, ekmek peşinde. Dede de yoksul, ekmek peşinde. Orada öyle bir ihtiyacı yoktu. Bir parça kuru ekmek, kuru soğan ona yetiyordu; ama çoluk çocuğunun cehalete doğru gittiğini, şuna buna muhtaç hale geleceğini gördü. Talipler şehre doğru gittikçe, dede kendi fonksiyonunu ifa edemez oldu. O da ekmek peşinde koşunca, bu sefer yazılı kitapları okumaya vakit bulamadı. Kendisini de yetiştirmez ve yavaş yavaş kendi kültürünü yeterince öğrenemez, izleyemez hale geldi. Bugünkü şehirlerde yaşanan bunalım odur. Alevi kesiminin de o açıdan hiçbir yönlendirmeye, düzenlemeye hiçbir kuruma sahip olmamasının; kendisini her türlü rüzgara açık bir toplum haline getirmesinin altında bu gerçek yatıyor. Yani bu ekonomik gerçek yatıyor. Kentleşme. Kentleşme artı devleti yönetenlerin sadece Sünni kesimi örgütlemesi camilerle, İmam Hatip Okullarıyla, Diyanet İşleri Teşkilatıyla. Devleti yönetenlerin, vatandaşları arasında bölücülük yaparak, Sünni kesimi örgütlemeleri ve Alevi kesimin ilgisiz kalmaları, Alevileri başıboş bir toplum haline dönüştürmüştür. Bunun bir devlet hayatı için gösterebileceği tehditleri bile algılayamayacak kadar ölçeksiz kişiler, bu ülkeyi, maalesef yıllarca yönetmek gibi bir şansızlıkla karşı karşıya bırakmışlardır. Bugün, Türkiye’nin sorunlarının hemen hemen altında yatan, bu basit gerçektir.

Aleviler ve devlet ilişkisi çok tartışıldı ve tartışılmaya da devam ediyor. Alevilerin doğal istek ve beklentilerinin devlet kurumlarınca veya devleti yöneten iktidar sahiplerince görülmediği, görmezden gelindiği. Onların haklı taleplerine bir türlü yanıt verilemediği bunun da söylenen o ki, bilinçli bir politikaymış gibi yapıldığı.. Bunun Aleviler arasında geniş bir şekilde olumsuz fikir oluşturduğu yönünde görüşler var. Siyaset, siyasal partilerle Aleviler arasındaki ilişkiler, hep tartışıldı. Aleviliğin tümüyle politikadan soyutlanması gerektiği yönünde yaklaşımlar var. Fakat siyasal partilerin her zaman Alevilerin, daha doğrusu oylarının peşinde oldukları gerçeği de var. Bu konudaki fikirlerinizi almak istiyoruz.

Tabii, Alevilerin devletle ilişkisi, Osmanlı Hanedanı’nın çöküşünden sonra, yani Mustafa Kemal ve arkadaşlarının cumhuriyeti kurmalarıyla birlikte, daha doğrusu kurmadan önce de Mustafa Kemal’e verdikleri büyük destek ile yeni devletin yapısına da yansımıştır. Özellikle Atatürk şunu görmüştü; yeni kurulacak devlet modelinde Alevilere, onların önde gelenlerine, bundan sonra devletin şekli cumhuriyet olacaktır, demesi başlı başına sadece Alevilere verilen desteğin bir karşılığı değil; aynı zamanda Atatürk’ün samimi olarak çağdaş modern bir devlet kurabilmek ve çağdaş değerleri, çağdaş uygarlığı yakalamak onun ötesine varabilmek için Alevi-İslam düşüncesinin Türkiye’de yeniden ayağa kaldırılması ve halka bunun tanıtılması inancından da kaynaklanıyor. Cumhuriyetin kurulmasından hemen sonra, yeni devleti, yeni toplum modelini belirlerken çok önemli, tarihte eşi görülmemiş reformlara girişti. Bunlardan birisi toplumun bilgi kaynaklarını geliştirmek. İki kaynağa doğru yönlendirdi, bilgi kaynaklarını. Bir tanesi Batı. Batı’yı böylesine üstün bir teknolojiye, refaha götüren sebep XVIII. asırdaki Aydınlanma Dönemi olduğunu ve bu dönemi yaratan tüm eserlerin klasikler dahil Türkçe’ye çevrilmesini sağlamaya yöneldi. O istikamette bilgi kaynaklarına doğru yöneltti. İkincisi de Alevilik ve Bektaşiliğin yeniden keşfi manasını taşıyacak olan çalışmalar. Alevilik-Bektaşilik, tasavvuf nedir; tarihte ilk mutasavvıflar kimlerdir gibi konuların araştırılmasına çok büyük öncelikler verdi. Bu amaçla da Türk Dil Tarih Kurumu’nu kurdurttu. Bu konuda seferber etti. Bunu daha kolay sağlayabilmek, halka geniş bir biçimde ulaştırabilmek için de biliyoruz ki, o güne kadar Arap alfabesi kullanılan bir ülkede, onu değiştirerek, onun yerine Latin alfabesini getirdi. Daha kolay öğrenilebilen, okuma yazmayı çok hızlı bir biçimde toplumun önemli bir bölümüne doğru yaymayı hedefleyen bir eğitim politikası güttü. Bunun manası şuydu; halkın alfabesi değişiyordu. Halkın daha kolay öğrenebileceği bir zeminde kendisini bulabilecekti. Bilgi kaynağı, sadece Arapça kaynaklar olmayacaktı. Latin harfleriyle Batı’daki klasiklere bu ülke halkının, çocukların, yeni yetişen neslin ya da okumak isteyenlerin ulaşabilecekleri... ikincisi de kendi evrensel değerlerimizi ifade eden Alevi-Bektaşiliğin yeniden topluma sunulmasıyla birlikte, asıl evrensel değerlere bu halk yabancı olmadığı için, Sünni kitle de bu düşünceye yabancı olmadığı için, Türkiye’de hızlı bir biçimde kültür değişimi sağlanmış olacaktı. Böylece, yeni devlette toplum içerisinde çok önemli bir tabana hızlı bir biçimde dayanma imkanı bulacaktı ve devrimleri de bu şekilde sosyal olarak korunma büyük kitleler tarafından benimsendiği için, riske girmeme sonucuyla karşı karşıya gelecekti. Sağlam bir temele oturacaktı. Mustafa Kemal’in Alevilere verdiği önem buradaydı. Alevilerle yeni devlet arasındaki ilişkiler bakımından Atatürk dönemini ayırmak gerekiyor. Çünkü, Atatürk dönemi, yeni devlet temellerinin atıldığı bir dönemdi. Yeni devlet modelinin halka anlatıldığı ve halkın çok kolay benimsendiği bir dönemdir. Halk, onun devleti dayandırmayı düşündürdüğü inançlar istikametinde yaşıyordu. Yaşayabiliyordu. Onun olmazsa olmaz koşulu ise laisizmdi. Yani devletin inançlar karşısında tarafsız kalması ve dinin kendi asıl zeminine oturması halinde, toplumun daha sağlıklı, barış içinde yaşayan bir toplum haline dönüşeceğini görüyordu. İnananın inancı ne olursa olsun, ona samimiyetle saygı göstermek; ama onun dışında din adamlarının dinin ticari aracı olarak kullanılmalarına karşı çıkıyordu ve bunu sağlamak üzere de laisizm, laiklik dediğimiz olayı, devletin temeline koyduktan sonra, bu konuda vatandaşın aydınlatılması açısından da Diyanet İşleri Teşkilatı’nın kurulmasını sağlamıştı. Diyanet İşleri Teşkilatı’nın görevi, daha önce de söylediğim gibi, din istismarının engellenmesi ve aynı zamanda da din eğitiminin ehil olanlar tarafından yapılması ve halka özellikle camiilerde, dini müeseselerde vaaz veren kişilerin, bu işi iyi bilerek güvenmelerini sağlanmasını ve bunu sağlamak üzere de Kur’an’ın mealen tefsirini yapmaktı. O güne kadar Türkçe bir metin yoktu kimsenin elinde, bilen bilmeyen hacı hoca geçinen herkes, Kur’an adına bir sürü doğru yanlış laflar ediyorlardı. Bundan kurtarmak gerekiyordu halkı. Gerçek aydın din adamlarına bırakmak gerekiyordu, bu tür olayları ve halkın kendi dini inançlarını doğrudan doğruya birinci kaynaktan okuyup öğrenmesini daha sağlıklı buluyordu. Bu amaçla da Elmalı Hamdi’ye Kur’an tercümesini yaptırdı. Bununla da devlet-Alevi ilişkisi Atatürk döneminde çok sağlıklı bir temele oturdu. Aleviler bu dönemde, kendi inançlarını, artık Alevilikle ilgili yazılan kitapları okuma imkanını bulabildiler. Aleviler üzerindeki baskılar kalktı. Alevi olduğu için kimse bir işkenceye zulme tabii tutulmadı. O dönem, Türkiye Cumhuriyeti temellerinin sağlıklı bir biçimde, laiklik ilkesine uygun olarak ileride liberal bir demokrasiyi gerçekleştirecek şekilde, herkesin özgürce inancını icra ettiği; ama inançlarını siyasete alet edemedikleri bir dönemi yaşamış oldu toplum. Bunun için sıkı kurallar gerekiyordu. Biraz da halkın tarihten gelen kötü alışkanlıklarını devam ettirmemeleri için, kuralların çok ciddi, müsamasız uygulanması gerekiyordu. Onun için, gerekli yasaları çıkardı. Hatta Şeyh Sait İsyanı nedeniyle, 1925 şeriat devleti kurma özlemi taşıyanlara, bunun öncülüğünü yapanlara ve bu yolda gidecek olanlara mesaj olmak üzere de İstiklal Mahkemeleri kurduruldu; devrimlerin yozlaştırılmadan hiçbir taviz verilmeden yoluna devam etmesine imkan sağlandı. Bu yozlaştırmama içinde tabii ki vatandaşlar arasında ayrım yapmamak da vardı. Alevisi Sünnisi herkes, bu kurallara tabii olarak yaşayacaklardı ve o konuda da herhangi bir müsamaha göstermemiştir. Yani Alevilerin bütün desteğine, kendi yanında bulunmuş olmalarına rağmen, bu konuda herhangi bir imtiyaz, herhangi bir müsamaha tanımamıştır. Kural kuraldır. Kanun kanundur. Herkes kanuna uyacaktır; Alevisi de Sünni de Şafisi de Hıristiyanı da Musevisi de. Devleti böylesine hukuk temelleri üzerine; ama uygulanan, etkin bir hukuk düzeni içerisinde yükseltmeye ve yerine oturtmaya çalıştı. O dönemde Alevilerle devlet arasında hiçbir sorun yoktu. Tam tersine Aleviler, özgürce inançlarını, ibadetlerini yapma imkanı bulmuşlardır. Korkusuzca, Osmanlı’dan kalan birtakım korkular olsa bile, Atatürk döneminde, bilgisi dahilinde, çevresindekiler dahilinde Alevilere getirilmiş bir yasak yoktur. Cumhuriyet’in daha ileriki dönemlerinde, olayın biraz değiştiğini görüyoruz. Çoğulcu demokrasiye geçtikten sonra, 1957’den sonra, devlet-Alevi ilişkilerinde bir soğuma başlıyor. Devlet ve devleti yönetenlerle Aleviler arasında bir soğukluk başlıyor. 1950 ve l954 seçimlerde DP’ye destek veren Aleviler, l957’den itibaren desteklerini çekmeye başlıyorlar. Bunun sebebi, Saidi Nursi hareketine o zamanın cumhurbaşkanı ve başbakanının yani Bayar ve Menderes’in vermiş olduğu tavizlerdir. O günkü tavizlere aslında Aleviler karşı olmamıştı; ama esas karşı oldukları, bu tavizlerin başkalarını da getirmesini önleme, demokrasi adına verilen bu tavizlerin ilerde büyüyerek devam edeceği düşüncesi. O zaman da Atatürkçü devlet modelinin tehdit altında kalacağıdır. Uyarılarını yapmışlardır açıkça. O uyarılardan sonra, uyarılarının fazla itibar edilmemesi sonucu, DP’den soğuyarak ayrılmaya başlamışlardır. 1960 askeri müdahalesinden sonra, Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) doğru bir tamayül içine girmişlerdir ve Aleviliğin sosyal demokrasiyi, kendiliğinden içermesi sebebiyle, sosyal demokrasinin savunduğu kurumların ve değerlerin, Alevilerin yüzyıllardır savunması, hatta onun çok ötesinde kimi değerleri zaten bünyesinde taşıması sonucunda, aradaki parelellikler, benzerlikler Alevilerin, Alevi oylarının CHP’ye doğru yönelmesi sonucunu doğurmuştur. Çünkü ortanın solu, sosyal demokrasi vb. Kavramlar, l965’den itibaren Türkiye’nin siyasal yaşamına girmeye başlamıştır. O günkü merkez sağ iktidarlarında Alevilere karşı adeta tavır alacak gibi, yorumlanacak tutumlar, Alevileri iyiden iyiye soğutmuştur. Soğutmuştur, ama gerek CHP’nin yalnız başına, gerek koalisyonla iktidarda olduğu dönemde de Alevilere herhangi bir desteğin verilmediğini, Alevilerin inançlarını, kültürlerini icra etmelerini imkan verecek devletin tarafsız davrandığını belirtecek hiçbir tasarrufta bulunmadıklarını görüyoruz. Ne sağ partilerin, ne sol partilerin, Alevilik söz konusu olunca hiçbir şey vermedikleri görüldü. Alevilere karşı devlet, adeta yabancı; Aleviler de devlete yabancı, bir konuma geldi. Atatürk döneminde entegrasyon olayı, toplumun birbirini, ayrım yapmaksızın kucaklaması, entegre olması l965’lerde sonra yavaş yavaş desentegrasyon dediğimiz olaya doğru dönüştü. Alevilerin kırılması, devlete kırılması devlet karşısında kendilerini yabancılaşmış hissetmeleri olayı, Alevi bilincinin yavaş yavaş çok az da olsa belli kesimde uyanmaya başlamasına neden olmuştur. Sol hareket ya da sağ hareket Alevileri hiçbir zaman, onların kendi kimlikleriyle, Alevilikleriyle içlerine almalarına vesile olamadı. 1980 ihtilalinden sonra bir duraklama dönemine daha giriliyor; ama askerlerin bütün yanlış tasarruflarına rağmen, o dönemde, özellikle o dönemin kurmay heyetinin, (çünkü askerlerin tümünü söylemek yanlıştır), fevkalade yanlış hareketlere duçar oldukları görülüyor. Ama bütün yanlışlıklarına rağmen, Alevileri önemli bir hedef gibi görmek hatasına düşmediler. Alevilerle kaynaşma, birbirleriyle bütünleşme yollarını bulmak istediler; ama bu sefer doğrusunu söylemek gerekirse, o günkü dünya konjonktürünün değerlerini algılamada kapasitelerinin fevkalede zayıf olduğunu görüyoruz. Dünyanın nasıl geliştiğini göremedikleri için, tam tersine bir değerlendirmeyi benimseyerek, Anayasasa’ya l982 Anayasası’na din derslerinin zorunlu olduğu ilkesini de koydular. Böylece Sünniliği, çünkü din dersi adına okullara koydukları Sünnilikti, Sünni İslamı herkesin öğrenmesini savunan bir tavır içine girdiler adeta. İmam Hatip Okulları da bu açıdan, Kur’an Kursları da o küçük kurmay heyetinin döneminde meşrutiyet kazandı. Bu olaylar hızlandıkça, Alevilerin devleti yönetenlere karşı olan saygısı azaldı. Kendilerini yabancı hissetmeye başladılar. Bu tehlike yüzündendir ki, l990’larda, bizim başlattığımız hareket, yeniden bir toplumun entegrasyonu sürecidir. Topulumun yeniden birbirini tanıyarak kuçaklaşması, Atatürk döneminin ihyası olayıdır. Alevisiyle Sünnisiyle yanlışlardan arınmış olarak, ikisinin de İslamın özgün yorumları olarak, birbirine saygıyla bakmaları gereken bir dönemin oluşmasına yeniden katkıda bulanmaya çalıştım. 1990’a kadar dünya konjonktüründeki gelişmelerin Aleviler ve devlet ilişkilerinde çok önemli bir payı var. Bugüne kadar Rusya’da ve çevresinde kurulmuş olan Marksist yani komünist Sovyet modeli, Alevilerin de Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yönetenler açısından, adeta bunlar Alevi, eşittir solcu, Alevi eşittir komünisttir noktasına götürdüğü içindir ki, genellikle Türkiye’nin l960-1990 arasındaki güvenlik sistemi, Alevilerin solculuğu ya da komünistliği üzerine kurulmuştu. O yüzden de Alevi, sürekli Türkiye’yi yönetenler acısından sakıncalı bir piyade gözüyle görülmüştür. Bütün kitleyi aynı kefeye koyup, üstelik yanlış değerlendirerek, bu şekilde görmek, Atatürkçülüğü komünizm olarak görmek, yahut eşyanın tabiatına aykırı olarak, solculuk olarak sadece kabul etmek, fevkalede yanlıştı.

Alevi kökenli Marksistler, solcular; değişik siyasal ideolojik düşünceleri paylaşanlar var. Sünni kökenli insanlar arasında da belki Aleviler kadar, belki de daha fazla yine Marksistler, solcular var. Marksist örgütlerin başında olanlar veya bu konuda yazı yazanlar arasında, Sünni kökenliler daha fazlaydı-fazla; ama bu hiç görülmüyor. Bu tabii gayet doğal bir şey. Fakat hep bu konuda da Aleviler suçlandı. Böyle bir gerçek var. Neden bu dikkate alınmıyordu-alınmıyor?

Evet, daha fazla; ama kitle, özellikle Alevi kesim, aydın kesim olarak daha sosyal demokrat değerlere ilkelere ve kendi yoksulluklarının da mantiki sonucu olarak sosyal demokrasiyi benimseyen büyük kitle olarak görülüyordu. Kendilerine sol etiketini yapıştıran partiler Alevilerden oy alıyorlardı büyük ölçüde. O açıdan baktılar. Yani demediler ki, bu partilerin yöneticileri de Sünni kökenli, beyin takımı Sünni kökenli. Çünkü Alevileri, daha çok oy vermeye mahkum bir günah keçisi gibi görüyorlardı. İyi de bunları yönlendirenler kimlerdi? Sünni kökenli kardeşlerimiz. Beyin takımı değil de Aleviler sakıncalıdır dediler. Onun için de kamu hizmetlerine almamışlar. Alevi genç, Alevi aday çevresinde seçilme şansı olmayan aday haline dönüşüyordu. Bunlar çok önemli kırgınlıklar getirdi, toplum içerisinde, devleti yönetenlere karşı. Alevi gençleri reaksiyonlara iten, yönelten, devleti yönetenlerin bu yaklaşımıydı. Onları anlayıp onları kucaklamak yerine, devletin asıl tabanını oluşturacak bir statüyü onlara vermek yerine, onları hapishaneye konması, tecrit edilmesi gereken kitle olarak algıladılar.

Devleti yönetenlerin izlediği bu talihsiz politika acı sonuçlar da doğurdu. Sayısız acı sancılar gerçekten de yaşandı. Alevi gençlerin, o devrimci hareketlerde bulunmalarının, Marksist hareketlerde bulunmalarının nedenleri, belki geniş şekilde araştırılabilir, değerlendirilebilir; ama Anadolu’da bir gerçek var ki, daha çok Alevi anaları ağladı, ağlatıldı. Dövülenler, sövülenler, ağlayanlar, türlü çileler çekenler, daha çok Aleviler oldu?

Doğru. Aleviler oldu; ama burada Alevilere asıl yabancılaşan, devlet yöneticileri idi. Atatürkçü devleti tamamen gözardı ederek, onun ilkelerini bir tarafa iterek, Marksist hareketi dini hareketle, dine taviz vererek irticayı teşvik ederek, söndürebileceklerini ya da çember içine alabileceklerini zannetme yanılgısını gösterenlerdedir asıl büyük suç; büyük günah, bu düşünceye saplananlardadır. Toplumda sosyal dengesizlikleri giderecek, toplumu birbirine sevdirecek kanalları açmak, bilgileri yaymak yerine, Aleviler öcü gibi gösterildi. Ne yazık ki o yöneticiler l960-90 senesi arasında yani 30 yıldır devletin başındaydılar ve kan kusturmuşlardır, o toplumun tümüne. Çünkü, Alevisi rahatsızdı da Sünnisi rahat mıydı? Yok. Toplumun bir kesiminde rahatsızlık varsa, aynı rahatsızlık toplumun diğer kesimine de sıçrar. Çok sancılı günler yaşadı Türk toplumu, bu açıdan; devleti yönetenlerin bilgisizlikleri ve basiretsizlikleri yüzünden. Üzülerek görüyoruz ki, bunlar devam ediyor, günümüzde de. Türkiye’nin sorunlarının altında, yine aynı zayıf kadrolar yatıyor; ama biraz önceki noktaya gelmek istiyorum; l990’da uluslararası konjonktürdeki bir önemli değişiklik, herkesin gözünü açmaya yetti. Bu, 1989’da Gorbaçov’un Rusya’daki sistemin iflas ettiğini açıklaması, Paris Şartı’nın imzalanmasıydı. Sovyet sisteminin çöküşü, komünizmi bir tehlike olmaktan çıkarınca evvela solda önemli ölçüde bir uyanış başladı. Görüldü ki, o güne kadar, o uğurda hayatlarını feda ettikleri ideoloji, tam tersine yeryüzünde yetmiş yılda on milyonlarca insanın ölümüne neden olmuş. Sadece Stalin döneminde 44 milyon insanın öldürüldüğü, çürütüldüğü, sürüldüğü, perişan edildiği biliniyor. Yani insan cesedi üzerinde inşa edilmeye çalışılan bir sistemin, insanlığa bir mutluluk getiremiyeceğini göstermiştir. Bu uyanma olayı, topluma dalga dalga yayılmıştır. Aleviler de bu konuda kendilerine gereken payı çıkarmışlardır; ama payı çıkarmayanlar, yine devleti yönetenler olmuştur. Neden? Çünkü, bizim bütün uyarılarımıza rağmen, l990’da başlattığımız o Alevi inancının yasaların teminatı altına alınması, yasalar karşısında güvencelerin verilmesi ve Türkiye’de adil bir düzenin kurulması, yasalar önünde vatandaşların eşit muameleye tabii kılınması çağrılarımızın maalasef gerektiği kadar yankı bulmadığını gördük. Devleti yönetenler, bize hak vermekle birlikte, onu değiştirecek yapısal reformları yürürlüğe koyma cesaretini ve becerisini gösterememiştir. Hala da ayak diretiyorlar; ama olumlu gelişmeler de olmuştur. Yani kabul etmek lazım ki, o hareket amacına şu manada ulaşmıştır; Aleviliğin, Bektaşiliğin, Mevleviliğin İslamın Türkler tarafından, özellikle Türk kavimleri tarafından yorumu olduğunu, artık herkes kabul etmiştir. Sünniliğin Arap yorumunu yansıttığı, artık açıkça kabul edilmelidir.

Ama bu fikre çok karşı çıkan var. Sünniliğin Arap-İslam anlayışını yansıtmadığını, onun Türk inanç ve kültürüne göre yorumlanması gerektiği söylenmektedir?

Doğrudur. Sünni anne babadan gelmiş, olmak manasında alıyorum. Yoksa Sünnilerin yüzde sekseni Aleviler gibi yaşar. Aleviler gibi İslamı anlar. Hepsi Alevi ozanlarını kendi ozanları olarak kabul ederler, sayarlar severler, Yunus’u, Mevlana’yı severler.

Onlarla aynı türküleri söylüyorlar. Eskiden kimi Sünni tarikatlarda, tekkelerde Pir Sultan’ın şiirlerinin okunduğu söyleniyor?

Olabililir. Çünkü onların verdikleri mesaj, evrenseldir. Büyük ihtimalle Hıristiyanlarda da vardır . Pir Sultan ismiyle olmasa bile Alevi inancının yansıttığı değerleri büyük ihtimalle Hıristiyan, Musevi ayinlerinde de yaşamında, inancında da terennüm edilmiştir, buna şaşmamak lazım.

Günümüzde devletin Alevilere karşı olan tutumundaki değişime geleceğiz; ama çok uzak geçmişi olmayan Sivas katliamı ve Gazi olayları var. Bu olaylar hakkındaki fikirleriniz nelerdir?

Bunlar, bence büyük şanssızlıklardır. Özellikle Sivas’taki bir şeriat provasıydı. Ama orada Aziz Nesin kullanıldı. Aziz Nesin’i oraya götürenler de onların o amaçlarına hizmet etmiş oldular. Yani amaç, şeriatçı kesimin kendisini yeterince güçlü kabul ettiği zaman bir ayaklanmaya gidebileceğiydi. Bunun provalarını Sivas’ta yaptılar diyebiliriz. Bunun zeminini ve zamanını hazırlayanlar ise, o Pir Sultan etkinliğini tertip edenlerdi; bilerek veya bilmeyerek. Safiyane bir biçimde, bu olaya alet oldular. Onlara, bu deneyimlerini yapma fırsatını vermiş oldular. Bu işin bir yanı. Bir de madalyonun diğer yüzü var. Madalyonun öbür tarafı, diğeriyle zaten bağlantılı. Devlet, özellikle l960’larda sonra çok kötü ve yanlış yönetildi. Vatandaşlar arasında yasaları uygularken, yanlış uygulamalara gidildi. Tarihte çok az insanın o tür hatalarla devlet adamı olarak malül olduğu gerçektir. Yani vatandaşları arasında “sen sağcısın, sen solcusun, kimse bana sağcı suç işliyor dedirtemez, sağcı silah kullanmaz” diyen başbakanları gördü bu ülke maalesef. Halbuki başbakan, herkesin başbakanıdır. Cumhuriyetin başbakanıdır. Bakan, cumhuriyetin bakanıdır, vatandaşların siyasal, felsefi, dini, inançları kanatleri ne olursa olsun, kanunların uygulanmasında farklı muameleye gidilemez. Gidildiği andan itibaren, devletin birliğini çökertirsiniz. Türkiye’de olan budur, l960’tan sonra. Vatandaşlar, yasalar önünde farklı muameleye tabii tutulmuşlardır, Türkiye’de. Alevi-Sünni olmadan önce, sağcı-solcu diye ayrımlar yapılmıştır. Kendilerine sağ diyen iktidarlar, varsa solculara bu yasaları farklı uygulamışlardır. Ya da tersi olmuştur. Devlet sağ ve sol arasında bölünmüştür, l960 ile l990 arasında. Bu yaklaşım, aynen kendisini Sivas olaylarına geldiğinde de göstermeye başlamıştır. Devlet, böyle bir uygulamaya girince çökmeye başlamıştır. Devletin yasaları yürüyemez hale gelmiştir. Yürüyemez hale gelince de bu anarşik ortamdan en çok istifade eden, İslamcı kesim olmuştur. Yani siyasi İslamı savunanlar olmuştur. Demişlerdir ki, görüyorsunuz, bu Atatürkçü devlet düzeni, barışı sağlıyamıyor; adeleti getiremiyor, bunu getirse getirse İslami bir düzen getirebilir. Özellikle l980’den sonra, devleti, Kenan Evren ve kurmay heyetinin uyguladığı, aslında Amerikalıların özellikle tahrik ve teşvik ettiği “yeşil kuşak projesini” bunlara uygulatmak suretiyle, din yoluyla Marksizmi, özellikle solu etkisiz hale getiririz teorisi, devletin iyiden iyiye çökmesine neden olmuştur. Bir taraftan, demokratik güçler zaafa uğrarken, bir taraftan da dinci güçler güçlenmeye başlamıştır. Niye? Çünkü, devletin politikası haline gelmiştir, dine destek vermek. Binlerce Kur’an Kursu açmak, İmam Hatip Okullarının sayısını arttırmak, dini duyguların artması için ne mümkünse yapılması için çaba harcamak, her sene bütçeden trilyonlarca lira para vermek vs. devletin politikası haline dönüşmüştür. Böyle olunca da tabii Sivas’ta olmasa başka yerde patlak verecekti. Sivas, 37 insanın bu çağda herkesin gözü önünde yakılmasının getirdiği derin infial sebebiyle, bir özellik arzetmiştir; insanların akıllarını başlarına devşirmesine vesile olmuştur. Ordunun özellikle dinamik kesiminin, yahu ne oluyoruz demek ki, bu politika yanlış biz irticaya destek veriyoruz, demek suretiyle uyanmasına neden olmuştur. Yoksa, doğal sonuçtur, Sivas. Sivas olmasa, Malatya’da olurdu; Malatya olmazdı, Çorum’da olurdu. Çorum olmaz, Amasya’da olurdu. Gazi Mahallesi’nde, Ümraniye’de olmaz, bir başka semtte olurdu. Yani bu politikanın sonucunda, İslamcı kesimin kendi güçlerini görmek için, bir denemeye girişeceklerini beklemek lazımdı. Ancak bunu doğrudan doğruya kendileri mi organize ediyorlar, yoksa başka uluslararası güçler, o komplo teorilerine uygun olarak, onlar mı uzaktan kumandayla bu işi yapıyorlardı, tabii bu bizim bilgilerimizin dışında; ama analizlerin içinde bunları sıralamamak mümkün değil. Yani devleti yönetenlerin yanlış politikalarıdır hep, Türkiye’yi bu hale getiren. Atatürkçü devleti çökme noktasına getiren olay budur.

Daha önce de Maraş ve Çorum olayları var?

Alevileri niye hedef seçtiler? Çünkü Aleviler, Atatürkçü modelin payandalarını oluşturuyorlardı. Tabii tabanını oluşturuyorlar. Bu tabanı da iyiden iyiye korkutur, ürkütür, etkisiz hale getirirsek, geride bir ordu kalıyordu, diye düşündüler. Çünkü Sünni taban, zaten herhangi bir reaksiyon göstermiyordu. Orduyu da Harp Okullarına İmam Hatip Okulu mezunlarını alabilirseniz, zaman içinde bu kaleyi de fethetmiş olursunuz ve Sünni çoğunluğa dayanarak ve Sünniliği esas alarak, yeniden bir Sünni devlet modelini Türkiye’de kurmak imkanını doğar, diye hesaplar yapılmıştır.

Zaten Sivas kıyımında “cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak” sloganı atılmıştı?

Çok güzel bir örnek verdin. Doğrudur, kafa bu kafadır; amaç bu amaçtır.

CHP, DP, AP ve Birlik Partileri ve bunların Alevilikle ilgileri konularına değinmeye çalıştık. Yine günümüzde de tüm siyasal partilerin Aleviler üzerinde çeşitli hesaplarının olduğunu, hatta çeşitli raporlar hazırlattıklarını, kimi özel çalışmalar içerisine girdiklerini, çeşitli senaryoları uygulamaya geçirdiklerini biliyoruz. Önemli bir oy potansiyeli olmalarının dışında, farklı konumları olmasından dolayı, her zaman çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Sormak istediğim, siz bunları nasıl değerlendiriyorsunuz? Aleviler var, siyasi partiler var. Bu partilerin, onlara hiçbir zaman gerçekleştirmedikleri vaatleri; Alevilerin de doğal olarak beklentileri var. Fakat ne politikacılar vaatlerinde samimiler, ne de Aleviler beklentilerini bugüne kadar bulabildiler.

Alevilerin Alevi bilincine ulaşmaları, çok uzak bir tarih değildir. 1990’da bizim başlattığımız hareket, biraz Alevilerin kendi inançlarının bilincine varmalarını sağlamıştır. Niye? Çünkü Türkiye sağ ve sol çatışması içine öylesine dalmıştı ki, Alevilik ya da başka türlü inançlar gözardı edilmişti tümüyle. Alevilik, neredeyse tümüyle bir ideolojik düşünceyle eş anlamlı kullanılır hale gelmişti. Alevi, kendi inancını icra edemiyecek haldeydi. Fazla da dikkat sarfetmiyecek haldeydi. Çünkü, devletin himayesinden yoksun, devlet tek taraflı olarak sadece Sünni İslamı koruyor, sadece Sünni İslamla ilgili olarak ocağa kömür atıyor, habire onu geliştirip, onu palazlandırmakla meşgul. Bir taraftan Alevilik iktisaden daha kötü şartlar içerisinde; Aleviye karşı devleti yönetenlerin tutumu bu olunca ve sol harekette Türkiye’de güçlü olunca ve Sünni lider kadroyla devam edince, Alevilerin uyandırılmaması onların da işine geliyor. Onlar da mümkün olduğunca, Alevilikten bahsedilmemesini soldan bahsedilmesini, sol kavramlardan bahsedilmesini istiyorlar. Alevilik, yavaş yavaş kentleşme olayıyla beraber, bir taraftar köylerinden, kasabalarından kopup büyük şehirlere doğru Aleviler göç etmeye başlıyorlar. Oralarda hayat şartlarının ağırlığı, bu ekonomik sebepler dolayısıyla yalnız ekmek peşinde koşmaları, (doğal olarak yaşamlarını sürdürebilmek için) Alevileri Aleviliklerini düşünmekten alıkoyuyor, yani inançlarını. Fakat, tabii Alevi şunun farkına varıyor; bu inançları yitirirse, kazandığı ekmek neye yarar? Çoluk çocuğunu, eğer inanç itibariyle, inançları itibariyle eğitemiyorsa, ona o inançları veremiyorsa, o çocuk için yaptığı bütün zahmetler, acaba çocuğa yetecek mi? O çocuk, toplum içinde kaybolup gidecek ya da yeni koşullarla kimliksiz ya da hatta inançsız kalacak. İnançsız olmanın getirdiği bütün risklerle karşı karşıya bulunan bir çocuğa babalık ya da annelik yapmanın ne kadar zor olduğunu anlayabilmek lazım. Alevilerin bu yoksulluk, kentleşme, dünyadaki siyasal konjonktür, Batı-Doğu arasındaki çatışmalarının bütün dünyada görülmesi, sağ-sol yani Marksist ve kapitalist sistemlerin çatışması, ister istemez Alevilerin Aleviliklerini, kimlikliklerini ön plana çıkarmama, geri planda tutmaya hatta unutmaya itiyor. Bu nedenle de siyasal partiler, lider kadrolarının daha çok Sünni olmasından, gerçek laik düşüncede olmamalarından dolayı, çünkü gerçekten laik düşüncede olsalardı, laikliğin gereği olarak bütün inançlara eşit mesafede olmaları gerekeceğinden Alevilere de eşit haklar vermeleri gerekirdi, Alevilerin oy verdiği partiler de parmaklarını hiç oynatmıyorlar. Taa ki, biz Alevi inancının, kültürünün, Atatürkçü demokratik, çağdaş modelin tabii temelini oluşturduğunu ve bu temelin boşaltılmaması gerektiğini, yani Alevi inancının çağdaşlığın da çok ötesinde, insanlığın varabileceği son nokta olduğunu, toplumun Alevi olarak değil de insan olarak bu değerlerden yoksun bırakılması, bu yorumun bu İslami yorumun, bu inancın tanıtılmamasının çok büyük, fahiş bir hata olduğunu söylememizin insanlar üzerindeki etkisinden sonra ki, hem Sünni kesim, hem lider kadroları, hem de Aleviler uyanmaya başladılar. Aleviler, kendi inançlarına sahip çıkmaya başladılar. Dernekleşmeler vakıflaşmalar aracılığıyla bu ihtiyaçlarını gidermeye çalıştılar. Yavaş yavaş bizim başlattığımız hareketten cesaret alarak, paneller, sempozyumlar, söyleşiler düzenlenmeye başlandı. Alevilik konuşulmaya, adeta yeniden keşfedilmeye başlandı. Bütün bunlar, l990’dan bu yana 7-8 yıl içinde katedilen büyük mesafelerdir. Bu arada Sünni kesim de uyandı. Dediler ki, Alevilik, bizim de inandığımız, düşündüğümüz yaşam biçimi olarak seçtiğimiz değerleri içeriyor. Onların Aleviliğe bakış açıları değişti. Aleviliğin, onların kafasında artık mum söndü, ana bacı tanımayan insanların yaşamı şeklinde tanımlanmaktan çıkıp, tasavvufla eş anlamda olduğu görüldü. Tabii bu da siyasal partiler üzerinde, tersine bir olumlu baskı yapmaya başladı. Bugün sadece Alevi oylarını alan partiler değil, diğer partilerin de Alevilere bakışlarının değişmesinin nedeni budur. Aleviliğe sıcak bakıyor görünmeleri ya da onlara yaptıkları haksızlıkların giderileceğini söylemelerinin altında yatan neden, büyük Alevi kitlesinin keşfedilmiş olmasıdır, bizim hareketimizle. Biz her televizyon konuşmalarımızda 20-25 milyon insandan bahsedince, insanlar uyanmaya başladılar. Allah, Allah, bu kadar insan var mıymış, bu kadar büyük bir kitle mi varmış ki! Denmeye başlandı. Böyle büyük bir kitleden de herkes payını almaya çalıştı, özellikle siyasal partiler. Öyle olunca da Alevilere karşı olay yumuşadı. Çünkü kimse Alevileri karşısına alma cesaretini göstermek istemedi. Samimiyetle ya da gayri samimi olarak; ama siyaseten karşısına almak istemedi. Mümkünse de oylarını almak istediler. Bu durum, Türkiye’de Alevilere karşı siyasal hoşgörünün gelişmesini sağladı. Artık Alevilere de devlet yardımlarının kapısının açılması gerektiği düşüncesinin yeşermesine vesile olundu. Bu konudaki taleplerimiz, artık ciddiye alınmaya başlandı. Siyaseten oylarını almak için dahi Alevilere yardım etmek düşüncesi, hükümetlerin günlük hayatına girer oldu. Her toplantıda, her önemli konuşmada ülkenin başbakanları Alevilerin bütçeden paylarını alacaklarını söylemeye başladılar. Alevilere haksızlık yapıldığını söylemeye başladılar. Hacı Bektaş’a gelip, orada Kırşehir’de yüzbinlerce insanın bulunduğu kalabalıklarda cemevinin de caminin de Türk halkının malı olduğunu, cemevini de hukuki statü bakımdan cami statüsüne getirmeye başladılar. Bunların hepsi olumlu gelişmeler. Yani toplumda hem barışı, hem sevgiyi, hem dostuğu geliştirerek; toplumun çeşitli kesimleri arasındaki birliği, bütünlüğü gerçekleştiren önemli gelişmeler diyebiliriz.

Burada şimdi CEM Vakfı konusuna da gireceğim.. Fakat, çeşitli eleştirilerin ötesinde bir gerçek var ki, kurulduğu günden bu yana, gerçekten de büyük bir ilgiyle izlenen, gerek Türk toplumsal yaşamında gerekse de Alevi-Bektaşi kesiminde, dünyasında büyük hizmetler gerçekleştiren ve gerçekleştirmeye de devam eden, büyük bir yere gelen CEM Vakfı var. CEM Vafkı nasıl ve niçin kuruldu, bugüne kadar neler yapmaya çalıştı, neler yaptı. Bugünden sonra neler yapmayı hedefliyor?

CEM Vakfı, az önce söylediğim düşüncenin bir devamı olarak, kuruldu. Yani, CEM Vakfı’nı isteseydim çok daha önce de kurabilirdim; ama hiç kimsenin incinmesini istemediğim, hukuken hiçbir tereddüt doğmasını istemediğim için, uluslararası konjonktürü ve Türkiye’deki konjonktürün, siyasal konjonktürün, uygun hale geldiğini düşündüğüm zaman kurmayı uygun buldum, arkadaşlarla birlikte. Kuruluş nedeni tamamen siyasetin dışında kalarak, Alevi-İslam anlayışının Türk toplumuna giderek insanlığın tümüne malolmasını sağlayacak bir örgütlenmenin içine girmesi zorunluluğundandır. Çünkü, düşünceleri ifade etmek yetmiyor; onu kitlelere günlük, saatlik ulaştırabilmek için, örgütlenmeye de ihtiyaç var. Alevi kesimin radyosu yok, televizyonu yok, gazetesi yok. Yani bir kitle iletişim aracı yok. Bizim de öyle bir araca sahip olacak gücümüz yoktu. Biz de onun için kendi insan gücünü kullanarak, insanlar arası iletişimin en kolay yolu dernek ve vakıf olduğu için, böyle bir yola gittik. Yasal imkanlar sebebiyle vakfı tercih ettik. CEM Vakfı’nı bilimsel araştırmalar yapmak, insanlar arasında sevgiyi, hoşgörüyü geliştirmek ve bunu kurumsallaştırmak için kurduk ve yola çıktık. O konuda halkın gösterdiği ilgiye bakarsak, başarılı olduğumuzu söylemek mümkün. Gerek toplum içinde Aleviliğin tanınması, Sünni kesimin, kardeşlerimizin özellikle ilgi gösterip Aleviliği benimsemeleri, devleti yönetenlerin Alevilere bakış açılarının değiştirilmesi, yeniden hemen hemen tüm siyasi parti liderlerinin Alevilerin, Bektaşilerin, Mevlevilerin toplumun temel taşları olarak, Atatürkçü modelin tabii doğal tabanı olarak kabul edilmesi noktasına vardı, CEM Vakfı’nın faaliyetleri gerçekten. CEM Vakfı muhatap olarak alındı, hem devleti yönetenler tarafından, hem yabancı ülkeler tarafından. Hemen hemen tüm yabancı ülkelerin büyükelçileri vakfı ziyaret ettiler. Vakıf hakkında bilgi aldılar, çok yoğun ilgi gösterdiler. Devletle biz, gelen bu kültür elçileri arasında da bir köprü işlevini üstlenmeye başladık. Hemen hemen tüm uluslararası toplantılarda, Türkiye’de demokrasi ya da siyaset ve inançlar sözkonusu olduğunda, CEM Vakfı muhakkak birinci davetli olarak protokol listesinde yer almıştır, almaktadır. Bunlar da CEM Vakfı’nın artık kendisini hem Türk toplumunda hem de dünyaya kabul ettirdiğini; Alevilik, inanç özgürlüğü konusunda muhatap alındığını gösteriyor. Yani hiçbir vakıf sanmıyorum bu kadar kısa sürede hiç kimseyi kırıp dökmeden, incitmeden, o çok önemli, insanları birbirine tanıtmak ve sevdirmek görevini başarıyla yerine getirmiş olsun.

Bizim ana hedeflerimizden bir tanesi de yasal değişiklikleri sağlamaktı. Alevileri ve Aleviliği yasaların güvencesi altına almaktı, inançların içrasında. Cemevlerinin camiyle aynı statüye sahip olduklarını söylemek, hukuki açıdan varılmış olan tarihi bir olaydır. Osmanlı dönemi dahil, 1400 seneden beri ilk defa cemevine hukuki nitelik kazandırdık. Bugün cemevleri, devletin himayesi altındadır, camiler gibi. Devletin koruması altındadır. Daha gidecek uzun mesafe var, tabii. Üç beş kuruş devlet yardımı yapılmıştır. Ama bunlar, yapılması gerekenin yanında devede kulak misalidir. Fakat önemli olan yapılmaya başlanmış olmasıdır. Geçen sene l997 yılı bütçesinde Alevilik kelimesi kullanılarak yer almış olması, 425 milyar lira ayrılmış olması, paranın miktarından çok ifade ettiği anlam bakımından çok değerlidir. Bu sene de yine verilen sözler yerine getirilirse, daha önemli boyutlarda yardımın gelmesini bekliyoruz; ama Türkiye’de büyük bir kargaşa yaşandığı için, toz duman arasında ne olup ne olmayacağını görmek de kolay olmuyor. Ama umutluyuz. En azından devleti yönetenler de en küçüğünden en büyüğüne kitle iletişim araçlarından da yardım alarak, artık Alevilik üzerindeki sır perdesi, kaldırılmıştır. Alevilik “mum söndüdür, ana bacı tanımamaktır” diyenler yıkılmışlardır. Bu düşünce yıkılmıştır. Pırıl pırıl altından İslam tasavvufu çıkmıştır.

Bunun tam sağlanabilmesi için de herhalde eğitim çok önemli. Yine devlet en önemli kurum burada da. İnsan düşüncesinin ilk yeşerdiği kurum okul. Fakat buralarda da ciddi adımların atılmadığını görüyoruz. Para önemli; ama eğitim ve eğitim sistemi, okullar daha önemli değil mi? İnsanlar okullarda ve devletin diğer kurumlarında tarafsız, önyargısız, bilimsel olarak bilgi sahibi olsalar bu konudaki önyargılar ve sorunlar daha da azalacak, toplumsal kaynaşma daha da artacak sanırım?

CEM Vakfı olarak çok önemli taleplerimiz oldu. Başından beri bugüne kadar ısrarla zikzak çizmeden, o taleplerde ısrarcı olduk. Neydi bunlar? Bir, devlet katında, devletin yasaları önünde, Aleviliğin diğer inançlarla aynı değeri taşıması, ifade edilmesi. Yasa önünde eşit muameleye tabii tutulması. İkincisi, bunun doğal sonucu olarak milli eğitimde halen din dersleri veriliyorsa, bu derslerde Aleviliğin de ders kitaplarına konması. Üçünçüsü, televizyonlarda Aleviliğin de anlatılması. Alevilere de devlet kanallarında konuşma hakkının tanınması. Özellikle okullarda verilecek olan derslerin, İslam tasavvufunu bilenlerce, Alevi ya da Sünni kardeşlerimizce verilmesi olayı, bizim ana hedeflerimizi oluşturuyor. Bu hedefler üzerinde hala çalışıyoruz. Bu konuda birtakım noktalara gelinmiştir. Bugün, Gazi Üniversitesi bünyesinde, Türk Kültürü ve Hacı Bektaşı Veli Araştırma Merkezi kurulmuştur. Bu kuruluşa önemsiz de olsa bazı tahsisler vererek, buranın bilimsel araştırmalara doğru yönelmesi sağlanmaktadır. Yani üniversiteler de belki ilerideki günlerde Aleviliğin İslam anlayışını tartışan, öğreten bölümler de kurulacaktır. İlahiyat Fakültelerinde veya onların dışında üniversitelerin bünyelerinde. Tasavvuf bilimleri enstütileri bölümleri kurulacaktır, bu konular tartışılıyor. Biz de kendi açımızdan bir enstitü kurmaya gayret ediyoruz. Ama onu kurmak yeterli değil, bilimsel araştırmaları yapacak personelin de bulunması lazım. Özellikle bu Türk kültürünü ifade ettiği için, İslamiyetle ilgili olduğu için çok geniş bir mekanda araştırmalar yapmayı gerektiyor. Bu, hem eleman hem de maddi sorunları beraberinde getiriyor. Balkanlarda, Kafkaslar’da Doğu Akdeniz’de, Girit’de, Rodos’ta, Kuzey Afrika’da Aleviliğin nasıl anlaşıldığını gösterecek araştırmalar yapmak gerekir. Bunlar hep bir enstitünin işi. O yüzden CEM Vakfı’nın hedefleri çok büyük. Kutsal hedefler. İnsanlığı mutluluğa, iç huzura kavuşturacak, insanları birbirleri arasındaki ilişkilerde hoşgörüye götürecek olacak İslami anlayışıyla da bu inançtadır. Bu inancın, nerelerde kök saldığını, hangi sorunlarla karşılaştığını araştırıp, insanlığın bilgisine sunmak, bu enstitünün görevi olacak. Bu kolay olmuyor, çeşitli açılardan. Hedef büyük olduğu için enerjimizden hiçbir şey kaybetmeden, o istikamette çalışmalarımızı sürdüreceğiz. Bu konuda devletten destek istiyoruz. Devlet gerekli yardımın yapılacağı söyledi. Ama şu ana kadar öyle herhangi bir şey de görmedik.

Alevilik-Bektaşilik konusunda çeşitli dernek ve vakıflarların varlığıyla karşı karşıyayız. Bunların faaliyetleri arasında, bu arada CEM Vakfı’yla da farklılıklar var. Bu dernek ve vakıfların Aleviliğe getirdikleri veya ondan götürdükleri neler olmuştur, sizce?

Diğer Alevi örgütleri, bizim ektiğimiz tohumları biçip, kendi küçük ambarlarına koymaya çalışmışlardır. Biz istiyorduk ki, bu ekin büyüsün, sürekli büyüsün. Merkezden yönetildiği zaman, onların ambarlarına gireceklerin de verimi artacaktır. Hepsi bölük pörçük, kendi bulundukları yerde dükalıklar kurmaya kalkmışlardır. Hareketin rasyonel bir biçimde, sosyal bir güç haline, fikir gücü haline dönüşmesini adeta engellemişlerdir, diyebilirim. Maalesef varlıkları Alevi hareketinin önünde bir engel gibi sonuç doğurmuştur. Ama bir faydası olmuştur; halkın kendi inançlarına hiç korkmadan, çekinmeden sahip çıkması açısından da olumlu bir rol oynamışlardır. Hangisi daha iyiydi? Bugün kitle iletişim araçlarının dünyadaki konjonktürü, demokratikleşme, insan hakları kavramlarını aldığınız zaman; merkezi yönetimle olayın hem hızlı hem disiplinli hem daha içerikli hem dejenere edilmeden; siyasete şuraya buraya alet edilmeden götürülmesi daha kolay olacaktır. Bir de bunu engellemeye çalışıyorlar. Devlet bizi muhatap alıp yardım etmek istediğinde, bahane olarak ya da samimi olarak bunu ileri sürüyor. Yani, birçok dernek var, fikirleriniz arasında farklılıklar var, hanginize yardımı verelim?, gibi soruyla karşı karşıya kalıyoruz. Eğer, birlik bütünlük olsaydı bu soruyla karşılaşmayacaktık. Devleti yönetenlerin bize soracağı çok az şey olacaktı.

İnsanların farklı siyasal, politik eğilimlerinin olması gayet doğal. Hele Türkiye coğrafyası ölçeğinde, Alevilikte de dahil kimi farklı fikirsel yönelimlerin olması sosyolojik açıdan çok olağan. Aleviliğe baktığımda inançsal, kültürel eğilimleri arasında en azından genel geçer olanlar içinde paralellikler yoğun. Elbetteki farklı yörelerde, farklı ocaklar çerçevesinde, bazı yorum farklılıklarının olması doğal. Elbette Tahtacılar, Yörükler, Çepniler var. Evlenme, ölüm ritüellerinde; Alevilerle Bektaşiler; Alevi dedeleriyle Bektaşi babaları hatta bunların kendi içlerinde de farklılıklar olduğu birer gerçektir. Fakat bu tamamen sosyolojik, antropolojik gerçeklerin dışında yaşanan bir başka gerçek daha var. Adeta bu vakıf ve derneklerin sayısının artmasından sonra, farklı Alevi-Bektaşi tanımları ortaya çıktı. Biraz da farklı Alevilikler, Bektaşilikler yaratıldı gibi. Siz ne dersiniz, bu konuda?

Doğru. Ben de aynen katılıyorum. Buralarda kişiselleştirme var, şahsi çıkara alet etme var. Alevi vakfı veya derneği olarak kurulduğu için de Alevilikle ilgili birkaç kelime söyleme ihtiyacını hissediyorlar. Yeterli bilgi dağarcığı olmayınca da saçmalıyorlar ya da Alevilikle ilgili olmayan şeyler söylüyorlar. Tabii bazısı da bilerek yapıyor bunu. Kimin kurdurduğu da belli değil bunların bazılarını. Önemli olan kendi açılarından, birtakım güç odakları için, Aleviler bu inancı, kültürü aynı şekilde yeknesak bir biçimde algılamamalılar, bunları birbirine düşürmek, birbirinden ayırmak, farklı farklı ifade etmek lazım ki, o bulanıklık devam etsin diye. Ama ecelin korkuya faydası yok. CEM Vakfı olarak bizim yaymaya çalıştığımız, getirmeye çalıştığımız şeyler hedefine ulaşacaktır ve zaman içinde. Eğer bu konuda; Alevilerin birliği bütünlüğü konusunda, devleti yönetenler fikir birliğine varırlarsa, o zaman kolay olacaktır. Merkezi bir sistemle yetiştirilen dedeler aracılığıyla, sistemli çalışmalardan sonra, bu yeknesak yorum, halka verilecek ve bu derneklerin hepsi tabelalarını söküp atmak zorunda kalacaklardır ya da halkın ilgisizliği sebebiyle göçüp gideceklerdir. Bu, bir süreç yalnızca.

Dedeler, babalar, ozanlar, aşıklar... Alevi-Bektaşi atalarının inanç, yaşam, örf, âdet, gelenek ve göreneklerini yüzyıllar boyu yaşatmış insanlar. Kırık sazlarıyla, türlü çileler çekerek; kurtla kuzuyu bir araya getirme hoşgörüsünde Türk kültür ve inancını koruyup yüzyılların ötesinden günümüze getirmiş bu insanlara, ne yazık ki, bugüne kadar gereken ilgi gösterilmemiş, hatta bunlar horlanmış, dışlanmışlardır. Fakat önemli bir tarihi olayla, bu değeri insanlarımız yeniden hatırlandı hem de benzersiz bir toplantıyla. (Koordinatörlüğünü benim yaptığım), 16-19 Ekim l998 tarihleri arasında gerçekleştirilen ve Anadolu Alevi toplumu üzerinde derin etkileri olan/olacak “Anadolu İnanç Önderleri Birinci Toplantısı” sizin büyük gayretiniz, isteminizle, bu konuya özel önem vermeniz ve hassasiyetinizle gerçekleştirildi. Yüzlerce insan Anadolu’dan, Avrupa’dan kopup geldi. Üç gün süren toplantıda oturumlarda fikirlerini açıkladılar, görüşlerini dile getirdiler. Bunların ötesinde kaynaştılar, ilk defa birbirlerini gören yüzlerce dede, baba, ozan birbirlerinin adres ve telefonlarını aldılar, daha sonra görüşmek için. Toplantının amacı neydi, toplantı amacına ulaştı mı? Sonuçları ne oldu ne olacak?

Bu, tabii Alevi hareketinin ayağa kalkması, Türklerin asıl İslam anlayışını yansıtan ve Anadolu’da yüzyıllarca insanları beraberce barış içinde farklılıklarıyla ve birbirine saygı duydurtarak yaşatan bu inancın, yaşam biçimine dönüşmüş bu inancın, ayağa kaldırılması dedesiz olamazdı. Evvela biz, fikri planda Türkiye’de Aleviliğin, Bektaşiliğin, Mevleviliğin ne olduğunu, büyük halk kitlelerine televizyon aracılığıyla, basın aracılığıyla yüzlerce panel, söyleşi vb. etkinlikle halka anlatırken, onun özünü anlatmayı hedef almıştık ve halktaki bu yanlış yönlendirmeyi Osmanlı Hanedanlığı’nın XVI. yüzyıldan sonra halkta ve Osmanlı topraklarındaki yarattığı yanlış Alevilik imajını, evvela düzeltmeye çalıştık ama ondan sonra da bunun yeniden ayakları üzerinde dikilerek yürüyebilmesi, ışığını saçmaya devam edebilmesi için, İslamın yüce değerlerini sadece Anadolu’ya değil, dünyanın her tarafına XIII. – XVI. yüzyılda olduğu gibi yayabilmesi için, bunun öncülüğünü yapan insanların da yeniden ayaklarının üstünde durmalarını sağlamak gerekiyordu. Evvela, bunlar kimlerdi, ilk önce onları ortaya çıkarmak gerekiyordu; sonradan da onlar içerisinde bu işi ehliyetle yürütebilecek olanlardan oluşacak bir heyeti kurmak ve böylece devlete Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sunarak, onlara yasal bir statü kazandırmak ve bu statünün hayata geçmesini sağlayarak kurumsallaşmasını gerçekleştirmek gerekiyordu. İnanç Önderleri Toplantısı, bu amaçla yapılmıştır. Bu ikinci kademe. Birinci kademe, Aleviliğin İslam tasavvufunun Türk halkına ve dünyaya tanıtılması, ikincisi bunu yaratan üreten beyinlerin, yaşatan insanların topluma tanıtılmasıydı. Üçüncü safhasıysa bunun devletle tanıştırılması, kaynaştırılması, bütünleştirilmesi entegrasyonu olacaktır. O amaçla, bu insanları davet ettik, ocaklar bazında. Önemli bir kısmına ulaşabildiğimizi zannediyorum; ama esas bundan sonraki toplantı, daha büyük olacak; çünkü, hala insanlar içinde kaygılar korkular, endişeler var. Vakfın mali yetersizliği sebebiyle, bazı insanları belki masraflarını karşılayarak gönderememek, onların ise, yeterli gücü olmadığı için gelememişlerdir. Bundan sonraki asıl büyük toplantıda, bin küsur yıldır bu İslam inancının mumunu, ışığını yakan ve buraya kadar söndürmeden getiren insanların yeniden topluma takdim edilmesi sürecini mutlaka gerçekleştireceğiz. Bu konuda, bizim cumhuriyet hükümetine yaptığımız bir öneri de var. Olumlu karşılandı; ama, şu anda biraz süreye daha ihtiyaç olduğu söylendi bize. Bizim önerimiz, hiç olmazsa bin ya da iki bin kadronun Alevi kesime verilmesi, devletin bu kadroyu tanıması ve bu kadrolarda yetkin ve ehil kişilerin istihdam edilerek, Alevi-İslam yorumunun kendi insanlarımıza ya da onu almak isteyen insanlara takdimini yapacak, onun eğitimini öğretimini yapacak olan insanların devlet kadrolarında yer alarak, yoluna devam etmesini sağlamaktır.

Bu, çok önemli bir başlangıçtı; ama bazı bir takım somut sonuçların çıkarılması hedeflenen bir başlangıçtı. Bunun izleyicisi gözcüsü CEM Vakfı olacak, sanırım?

Ciddi konuları da zaten hep CEM Vakfı getiriyor. Bu inancın yeniden yapılanmasının, yeniden topluma ve uluslararası topluma sunulması, evrensel uygarlığa sunulması, CEM Vakfı’nın üstlendiği, kendisine amaç edindiği bir görev oldu. Onun için de o görevini devam ettiriyor. Dikkat ederseniz, diğer kuruluşlar CEM Vakfı’nın ektikleri üzerinde birşeyler biçmeye çalışan bir hüviyete bürünüyorlar. Kimse ciddi bir yapılanmaya, yeniden ayağa kalkmaya katkı sunmak gayreti içinde değil de CEM Vakfı’nın uyandırmış olduğu bu atmosferden acaba biz nasıl yararlanırız ya da biz de bir iki türkü söylüyelim düşüncesi içerisindeler.

Anadolu İnanç Önderleri Birinci Toplantısı’nın aslında çok geniş yankısı oldu. Benim burada çıkardığım bir sonuç daha var: Dedelere ilk defa böyle ciddi şekilde sahip çıkılmasının vermiş olduğu şevkle, onların kendilerine olan güvenleri çok arttı. Birşeyler yapabilme istek, özlem, beklentileri meydana çıktı. Zaten oturumların bazılarında da çok net olarak; dedelik okulu açılsın, bize farklı olanaklar tanınsın, dedeler eğitilsin, ikinci, üçüncü toplantı yapılsın, her şehirde yapılsın, kitaplar çıksın şeklinde somut isteklerle karşılaştık. Bu istekler bizzat dedelerin, babaların, ozanların kendinden geldi. Bir oturum da halk ozanlarına ayrılmıştı. Çünkü, Alevi inancında saz, söz çok önemli birbirinden ayrılmaz bütünlükler. Dedelerle, babalarla birlikte, ozanların, aşıkların, zakirlerin bu geleneğin yaşatılıp günümüze getirilmesinde, çok önemli katkıları olmuştur. Onların tasavvuf konularını işleyen şiirleri toplum inancı üzerinde derin etkiye sahip olmuştur. Bu toplantıda dile getirilen bir sorun da vardı; dendi ki zaman içerisinde dedelerle ozanlar arasındaki bağlantı zayıfladı, zayıflatıldı. Bunun yeniden tamiri gerekir. Bilgi aktarımı, yakınlaşma dedelerle, halk ozanları aşıklar arasında da yakınlaşma lazım ve hatta bu toplantıya katılan tüm halk ozanları kendileri için bir toplantı tertip edilmesini istediler.

Tabii bu iyi olur; ama şunu görmek lazım; halk ozanları, yörenin kendi koşullarının ürettiği insan tipidir. İkincisi de Cem ayinleri sebebiyle ortaya çıkan insan tipidir. Genelde dede, aynı zamanda saz çalan bir insandır da. Zaman içerisinde, dedenin yorgun olması, dedenin yaşlılığı sebebiyle, yanında birisini taşıdığını görüyoruz. Yani kamber dediğimiz, hem dedenin hizmetini gören hem de dedeyle birlikte bazı fonksiyonları ifa eden; zakir dediğimiz dedenin yanında sazı çalan (genelde yüz dedenin doksanı saz çalar) kişidir. Zakir, dedenin yorulmasını engelleyen, hem fonksiyonunu daha iyi yürütmesine yardımcı olan kişidir. Dede bazı konularda konuşurken veya o konularla ilgili açıklamalarda bulunurken, saz çalma işinin bir başkasınca yapılması gerekir, bunu yapan zakirdir. Her halukarda cemin özünde saz vardır. Müzik ve sazdır, Aleviliği diğer İslami yorumlardar ayıran. Alevilik müziği sokmuştur, müziğin insan ruhuna giden yol olduğunun bilinciyle, aynen suyun bir yere ulaşmasını sağlamak için açılan küçük kanallar gibi, müzikle o kanallar açılmıştır. O şekilde sözlerle sitem ve mesajlar iletilmiştir, böylesine orijinal İslam anlayışı, o yüzden bu insana çok daha derinlemesine nüfuz etmiştir. Onun için, insanlığın büyük bir karanlık içinde olduğu dönemde, müthiş bir ışık saçarak yoluna devam etmiştir. Hıristiyanlar kendi gönüllü istekleriyle Müslüman olmuşlardır, milyonlarcası, o tarihlerde. İşte bu yoldan gidilerek yapıldığı için; sevgi, dostluk, birlik bütünlük, Tanrı’nın insanda tecelli ettiği fikrinin insana aşılanması, insanda inanılmaz bir değişimi, gelişimi beraberinde getirmiştir. Osmanlı’nın kısa sürede üç kıtaya yayılmasının altında yatan, bu fikirdir aslında. Bu, basit bir hareket değildir. İslamın son din olarak getirdiği değerlerin iyi anlatılabilmesi ve kendisinden öncekilerden üstün olmasını sağlayan da bu yaklaşımdır. Üstünlük de orada görülüyor. Eğer bir hareketin kendi içinde insana hitap eden, onu ikna eden, onun kendi iradesiyle o noktaya gelmesini sağlayacak bir öz yok ise, bu özü içermiyorsa, böyle bir fikir hareketi, onun yaşama ve gelişme şansı olmaz. Sonra büyüklük iddiasında olması da mümkün değildir. İslamı, İslam yapan, büyüten; İslami o yüce değerler karşısında, kendinden öncekilerin eriyip gitmesini İslamlaşmasını sağlayan bu yaklaşımdır. Alevice yaklaşımdır İslama. İslamı, Aleviliğin anladığı gibi anlamaktır. Onun da altında en önemli faktör, sazdır, müziktir. Onun da ifade ediliş, aktarış biçimidir. O tarihler için bulunan bu yöntem ya da uygulanan bu yöntem, kendiliğinden ortaya çıkan belki de ilahi bir nitelik taşıyordu, denebilir. Çünkü Asya halkları, o dönemde saz çalıyordu. O sazla İslamı alıp Kur’an ayetlerini terennüm edince, işin şekli değişmiş, çok hızlı büyümeye başlamış, insanlar adeta mest olur hale gelmişler, semahların da oraya kadar gitmesi; çok önemli bir rol oynamış ve kolaylaştırmış insanın kendisini bulmasını. Öyle bir gelişmeye duçar olmuş ve Viyana’ya kadar gidebilmiş. Arap anlayışından sonradır ki, yani insanı sadece namaza ve anlamadığın bir dile ibadete mahkum etmek, İslamın durgunlaşmasını, kalıplaşmasını, doğmalaşmasını sağlayan en önemli faktördür. Ve onun gelişmesiyle birlikte, insanın gelişmesi durmuştur, kilitlenmiştir. Ondan sonraki gelişmeler cebir ve şiddete dayanmış, dayanmak zorunda kalmıştır. Öbürü, gönül rızasına dayanmıştır. Bunu tipik örneği, Anadolu’nun İslamlaştırılmasıdır. İslamlaştırma hareketi de Horasan erenlerinin eseridir. Dedeler dediğimiz, bugün dudak büktüğümüz, beğenmediğimiz, küçümsediğimiz o filozof insanların özverili, kendi yaşamlarında yaşattıkları güzelliklerinin eseridir. Onun için, dedelerin yeniden keşfedilmesi, kendilerinin bile artık adeta uzaklaştıkları bu müesesenin yeniden diriltilmesi, ayaklarının üstüne oturtulması gerekiyordu, o açıdan fevkalede önem arzediyordu. Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı’nda Bektaşi, Mevlevi, Alevi dedelerinin, babalarının tümünün toplanmasının bu açıdan inanç, kültür tarihinin, siyasetin dışında asıl halkları kucaklaştıran, bütünleştiren; bu psikolojik alt yapıyı bütünlüğü yaratan alt yapının oluşmasını sağlayan insanların, yeniden bir araya getirilmesi, bu hareketin sürekliliği açısından ve tarihin ayakları üzerinde durması açısından, büyük önemi vardır. Cumhuriyet için de bunun büyük önemi vardır. Türkiye’yi yönetenler, yeni yeni Aleviliğin farkına varıyorlar. İşin acı tarafı budur. Bugünün başbakanları Aleviliği tanımıyorlar, bilmiyorlar; tanıdıkça sevdiler. Onları tanıdıkça bunun neresi yanlış, ne var ki bunda dediler. Göğsünüzü gere gere Aleviyim, deyin dediler. Bu ülkenin 35 yıldır siyasal yaşamını yönlendiren, sayın Cumhurbaşkanı bile yeni yeni olayın farkına varmaya başlamıştır. Son zamanlarda söylemeye başlamıştır; “bunun kime ne kötülüğü var ki!, saz çalan, semah dönen insanların kime ne kötülüğü var ki!” demek suretiyle, yani halka bunun kötü yanlış bir şey olmadığını, “onlar da kendi inançlarını icra etsin” demeye getirme lüzumunu hissetmiştir.

Bazıları, kelimelere farklı anlamlar vererek, yeni bir şey yaptıklarını sanıyorlar. Bir inancın kültürel boyutları da olur, zaten inanç kültürün içindedir. Bir inancın, felsefi temelleri de olabilir, hümanist yanı da olur, olabilir aynen Alevilik gibi. Alevilik konusunda yazı, kitap yazan gerek farklı meslek gruplarına mensup yazarlar, gerek tarihçiler, gerek ilahiyatçılar, gerek Marksistler, gerek diğer görüşlere sahip insanlar, kendilerince kimi Alevilik tarifleri yapıyorlar. Siz buna şiddetle karşı çıkıyorsunuz, olan değil de görmek istedikleri, kendi kafalarında oluşturdukları Alevilik tanımlarını yapıyorlar, diyorsunuz. Üniversitelerdeki araştırmaların yetersizliği, ciddi kurum ve kuruluşlarının yetersizliği, bu konuda bilimsel araştırmalar yapılamamasının en önemli nedenleri arasında. Sizce bu konudaki sorunların nedenleri nelerdir?

Türkiye’de ve dünyada Marksist hareketi yönlendirenler, yaymak isteyenler, Türkiye açısından özellikle Alevileri stratejik alan olarak seçmişlerdir. Devletin ilgisiz kalması sebebiyle, öyle adeta başı boş kalmış, kentleşme, ekonomik sorunlar vd. nedenlerden dolayı, baskının kalkmasından dolayı, Alevilerin artık dağ başlarından kasabalara oralardan da büyük şehirlere göç etmelerinin getirdiği sorunlar nedeniyle kurumları zayıflayan, bir dağınıklık içerisinde olmalarından yararlanılarak, bu başı boş kitleyi acaba içerdiği o hümanist değerleri, Marksizmle idantifiye edebilir miyiz, aynileştirebilir miyiz, yani onları kandırıp, Alevilik zaten Marksizm demektir ya da Marksizm Alevilik demektir, gibi bir yaklaşımla, bu sahipsiz kitleye, biz sahiplik yapabilir miyiz, sahip çıkabilir miyiz, stratejisini yürürlüğe koymak istemişlerdir. Önemli ölçüde de başarılı olmuşlardır; ama kabul etmek gerekir ki devletin, devleti yönetenlerin bu bilgisizlikleri, cehalet düzeyine varan bilgisizlikleri, kendi halkına karşı yabancılaşması, önemli ölçüde Marksist düşüncenin özellikle Alevilerin genç kesiminde etkili olması sonucunu doğurmuştur. En azından, onları özellikle l970’lerden sonra, aşırı sol hareketlerin içerisinde militan gibi kullanma noktasına götürebilmiştir. Gençlerin, önemli ölçüde devlet hayatından dışlanmasına ya da devlet güçleri tarafından cezalandırılarak hapislere yollanmasına neden olmuştur. Yani bu, Aleviliğin geçirdiği şanssız bir dönemdir. Maalesef l970-1990 arasındaki yirmi yıl, Alevi gençliğinin büyük zahmet çektiği dönemler olmuştur. Bunun da kaynağında, devleti yönetme sorumluluğunu yüklenenlerin, halkına yabancı olmaları ve Sünni anlayıştan kurtulamamaları yatmaktadır. Daha da önemlisi yöneticilerin Sünnilikten çok, beceriksizliklerinden ve kalitelerinin Türkiye Cumhuriyeti gibi, Atatürk’ün kurduğu modern, çağdaş devleti yönetebilmelerinden, yürütebilmeleri yeteneğinden yoksun olmalarından kaynaklanmıştır. Alevilere el atan bu ateist kesim, Aleviler üzerinde oynarken; Marksizmle uyum içinde olabilecek bir yorumu, Aleviliğe monte etmeye çalışmışlardır. Aleviliği öğrenmek, onun gerçek değerlerini sunmak yerine kendi kafalarındaki Marksist sistemi nasıl yorumlarlarsa, Alevilik budur diyebilirler, (ki Alevilikle hiçbir ilgisi olmayan) bir yaklaşımı Alevilere kabul ettirmeye kalkışmışlardır. Bunlar içinde hala toplum içinde püskül sallıyarak gezenler de vardır. Bugün bile cehaletlerinin farkına varmamışlardır. Çünkü, yalancı, konuşmasının sonunda söylediğinin doğru olduğuna inanarak bitirir. Bir adam, bir konuda yalan söylerse, o konuda söylediği yalana, kendisi de inanır. Bir köyün başında yalan konuşmuş birisi, köyün diğer ucuna kadar yayılmış olan o yalana yalanı söyleyen de inanmış. Marksistler de öyle yola çıkmışlardır, sonunda Aleviliğin kendi söyledkileri gibi olduğuna kendileri de inanmaya başlamışlardır. Çünkü, biri diğerinin söylediğini almıştır. Böylece, yedinci-sekizinci yazışta aynı yorum, birincisine döndüğünde, kendi söylediği yalanın doğru olduğunu sanmıştır. Aleviliği de böyle yapmışlar. Yani Marksizmi budayarak sunduktan, Alevilik budur dedikten sonra ve bir iki yazar bunu tekrarladıktan sonra, hakikaten Aleviliğin bu olduğuna inanır hale gelmişlerdir. Biz, bu olayı başlatmamış olsaydık, bu cehaleti yüzlerine vurmamış olsaydık, Aleviler için büyük bir tehlike oluşacaktı. Alevilerin inançsız kalması, Marksizmin özünü teşkil eden ateizmin kucağına düşmesi imkanı doğacak ki, bizim bütün çabamız bütün hareketimiz, Alevilerin ateizme gitmesini önlemekti. Herşeyi Tanrı’da gören bir inancın Tanrı’yı reddeden bir inanç gibi gösterilmesinin altında yatan cehaleti, bizim mutlaka bu halka söylememiz gerekirdi, CEM Vakfı olarak bizim biraz yaptığımız bu oldu.

Marksistlerden bahsettiğiniz; ama aynı şekilde, diğer kesimlerin de Aleviler üzerinde yoğun baskıları, sindirme hareketleri var. İlahiyatcıların önemli bir kısmı, muhafazakar kesim, Aleviler üzerindeki önyargılarından kurtulabilmiş değiller. Kimisi de yüze dost görünüp yine bölücü, yıkıcı çalışmalarını sürdürmektedirler.

Onlar arasında fark yok. Aslında Marksist kelimesini belki de doğru kullanmadım. Marksistler bu işe başladılar; ama yeşil marksistler bu işlere aynen onlarla birlikte, yani İslam adı altında, o el iştirakiye dediğimiz, Arap sosyalizmini savunan görüş, ki bu ülkede siyasal yaşamda ismini koymadan yürütülen ve bugün birinci parti parti haline gelen görüşün sahipleridir, Arap Sünniliğini bu sefer başka açıdan yorumlayarak Aleviliği reddedip, Alevilik sapıklıktır, dayanışma filan içinde olmak lazım; ama namaz kılmak lazım, sürekli camiye gitmek lazım, camiden çıkmamak lazım gibi bir başka yorumla Aleviliğin karşısına dikildiler, yani o manada katı Arap Sünniliğini savunanlarla Marksizmi savunanlar, bir noktada birleştiler. O birleştikleri nokta, çelişkili gibi olsa bile, Aleviliğin yanlış, sapık bir ideoloji olduğu noktasında birbirlerine mutabık kaldılar. Her ikisi de Aleviliğin ya ortadan kaldırılması ya da kendilerinin söyledikleri, takdim ettikleri gibi yorumlanması halinde makbul olabileceğini söylediler. Ama her ikisi de Aleviliği denatüre ediyorlar, yani kendi özünden uzaklaştırmayı hedef alıyor. Birisi, Tanrı adına öbürü tanrısızlık adına. Aralarındaki fark bu.

Fakat bunların dışında bir başka boyutu daha var olayın. Piyasada çok amatör (belki bazısı iyi niyetle) yazarların, araştırmacıların, gazetecilerin, tıp doktorlarının, avukatların kaleme alma cesareti gösterdikleri sayısız kitap var. Bir kısmı veya ilk dönemlerde bu tip eserler belki mazur görülebilirdi; fakat bariz tarih hataları gibi kesin bilgi yanlışları olan eserler, canı sıkılıp kalemi eline alanların yazdıkları veya dergahlarda, örgütlerde hiçbir inancı ve iyi niyeti olmadan tamamen ticari hesaplarla, siyasi hesaplarla kimi zaman insanları da kırıp dökerek sinsice iki suratlı çirkin tüccar bozmalarının yazdıkları kitaplar, ne kadar yararlı bu topluma?

Çok doğru. Zarar tam cahilden gelmiyor, yarım cahillerden geliyor, yarı okumuştan geliyor. Tam cahilin sözü de fazla itibar görmüyor. Yani bir Marksistin Aleviliği eleştirisi ile koyu bir Arap Sünnisinin eleştirileri, aslında Alevileri fazla yaralamıyor. O kadar gerçek dışı ki, insan biraz aklını kullanınca yapılan eleştirilerin haksız olduğunu görüyor. Ne Marksist, ne Arap Sünni görüşlü, ne çok okumuş, ne az okumuş ortadaki yarı cahiller asıl onlarınki tehlikeli oluyor. Alevilik adına, Alevilik diye öyle şeyler sunuyor ki sana şaşıp kalıyorsun. Allah Allah böyle bir yorum hiç aklıma gelmemişti diye şaşıp kalıyorsun. Bu biraz şuna benziyor; Türkiye bir zamanlar öyle dehalar tarafından yönetildi ki, hakikaten insanlar yönetenlerin çok zeki ve çok kurnaz olduğu kanısına vardı. Çünkü, bakkal kafasıyla Türkiye yönetildi. Bir devleti bakkal kafasıyla yönettiğiniz zaman, hakikaten çok muhteşem şeyler çıkıyor. Çünkü insan o düzeyde o tip şeyler akıl edemiyor, aklına getiremiyor. Türkiye’nin kuzeyden Irak’a girip, Musul ve Kerkük petrollerini alması gerektiğini bunun için yeşil ışık yakıldığı gibi safiyane, uluslararası ilişkilerle uğraşanlar açısından deli saçması diyebileceğimiz ya da bir bakkalın yapabileceği yanlışlar diye görüyorsun; ama sade vatandaş açısından baktığın zaman, bu dahiyane bir fikir gibi gelir sana. Bu gerçekten hakkımızdır, der vatandaş. Çünkü çevreyi bilmiyor, uluslararası ilişkileri bilmiyor, o politikayı bilmiyor falan. Yeşil ışık yakılabileceğini sanabilecek kadar saf. Bu dönemleri nasıl Türkiye yaşadıysa, Alevilikle ilgili eleştirilerde de öyle şeyler sunuldu ki Alevilere, ancak zır cahillerin sunabileceği tekliflerle, önerilerle, yaklaşımlarla Aleviliği anlamaya çalışanlar ya da Aleviliği anladığını zannederek sunmaya çalışanlar. Tabii bu hareket, halkta çok büyük yankı bulunca, başlattığımız olay Alevisiyle Sünnisiyle halkın tamamı tarafından kucaklanır hale dönüşünce, bu konuda piyasa da aç olduğu için; üç beş kelime yazma cüretini gösterebilen ya da yazmak isteyenler epeyce kitap sattılar, paralar kazanmaya başladılar. Bu para getiren bir olay haline dönüşünce, her eline kalemi alan sarıldı. O yüzden halk arasında çok güzel bir deyim vardır, it iziyle kurt izi birbirine karıştı diye, hangisi it, hangisi kurt bunu ayırt etmek fevkalede zor hale geldi. Aleviliğin ne olup olmadığını öğrenmek, zor bir duruma geldi. Onun için, Alevilikle ilgili ciddi bir kitabın yazılmasına büyük ölçüde ihtiyaç vardır. Bunu da bu işi bilenlerin halkın sevgi saygı duyabileceği, aklına fikrine güven duyabileceği bir veya birkaç kişinin bir heyetin yazması ve halka vermesi gerekiyor. Sırf para kazanmak için, yalan-yanlış yazan kitapların piyasadan yok olması gerekiyor. O açıdan da Vakfın yapacağı çok önemli işlerden bir tanesi de budur.

Batı’daki üniversitelerin, kamu veya özel enstitülerin ürettikleriyle; sayısı fazla olmamakla beraber Türkiye’de üniversitelerin ürettikleri ürünler arasında ciddi farklar var. Bilimsel kitaplar, dergiler vb. açısından; ama buna rağmen Türkiye’de bir üniversite, akademisyenler gerçeği var. Fakat Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Ahilik gibi Türkiye’nin siyasal, inançsal, kültürel konularıyla ilgili yeterince araştırmanın yapılmaması; dar bir çerçevenin dışına çıkılamayıp, güncel veya tarihi sorunlarla ilgili araştırmaların da yetersizliği, herhalde bir boşluk yaratıyor?

Çok doğru bir noktaya parmak basıyorsun. Aslında üniversitelerin bu işlevi yüklenmeleri gerekiyor. Yani bizim yaptığımız şeyleri, üniversitelerin yapması ve halkı aydınlatmaları gerekiyordu. Nihayet bilim insan içindir, herşey insan içindir, insan için olması lazım. Bilim, bilim için yapılmaz. Yapılan herşeyin, insanın mutluluğuna katkıda bulunması gerekir. Ve o mutluluğun da başında insanın aydınlanması gelir. Gerçeğe ilişkin bilgilerin doğru olması gerekir. Onda da üniversitelerin önemli bir rol üstlenmeleri gerekir. Özellikle sosyal bilimler alanında çalışanların. Fakat buralarda çok kaliteli öğretim üyesi yetiştirebilme şansımız olmuyor. Devletin ücret politikası sebebiyle, çok iyi elemanlar üniversitlerde asistan olabilecek elemanlar üniversitelere gitmiyor. Üniversitelerde, çok değerli hocalar olmakla beraber, bunlarla mukayese etmenize imkan olmayan çok büyük sayıda ehliyetsiz insanlar var. Bu tür ciddi konulara, ciddi emek sarfetmek gerekir; yani kendilerini bilime vakfeden bilim adamı, Türkiye’de fevkalede azdır. Az olduğu için de bu tür konular, şunun bunun elinde kalıyor. Oysa ben şahsen yeniden bilim hayatına girecek olsam, sosyal bilimlere girerim. Bu tür konulara girerim. İnsan hayatını çok zenginleştiren müthiş bir olay. Dünyayı dolu dolu yaşama şansını, başka bir gözle görme şansını veren bir olay. Ama maalesef şu anda hukukçu olarak devam ediyorum. Bunu da kendimi aydınlatan, zenginleştiren bir olay olarak görüyorum ve içine girdikçe de insanın nasıl mutluluğa ulaştığını da görüyorum.

Hocam, bir soruna daha gireceğim. Türk-Kürt Aleviliği sorunu var. Kürtler Alevi olamaz, görüşü var; Aleviliğin Türk kültürüyle ilgisi yoktur, görüşü var. Siz ne diyeceksiniz bu konuda?

Bir kere, çok yanlış konuyor olay ortaya. Olaya ideolojik bir boyut kazandırmak istendiği için, böyle bir ayrıma gidiliyor. Aleviliğin kendisi, ırkçılığı reddeden bir anlayıştır. Alevinin Kürdü, Lazı, Çerkezi olabilir; ama Alevilik bunlara önem vermez. Çünkü Kürt, Laz, Çerkez insanlar kendilerin ırk olarak hangi ırka mensup oldukları iddiasında olurlarsa olsunlar, Alevi olabilirler. Alevilik, ırk olayını niye reddediyor; çünkü Tanrı’nın insanda tecelli ettiğini kabul ettiği için, hepsi aynı derecede eşdeğerdedir. Kürd’ün de Türk’ün de birbirine üstünlüğü yoktur. Üstün kılan, insanın kendisinin içerdiği değerlerdir. İnsanın Tanrı’ya yaklaşabilme oranıdır, insanı insan yapan, insanı başkalarından daha iyi insan yapan. Yarış orada insanlar arası değerlerin yarışmasıdır. Irkçılığın insanlara verdiği en ufak; ama en ufak bir yarar yoktur. Türk, Laz, Kürt ya da Çerkez olmak bir meziyet değildir, bir yaratılıştır. Bu yaratılış da Tanrı’nın yaratışı değil, insanın kendisinin taktığı bir isimdir. Tanrı, Kur’an’ı Kerim’de belirtmiştir, beyazın siyaha, siyahın beyaza bir üstünlüğü yoktur, diyor. Bundan maksat, insanların eşit olduğudur. Bunu Yunus Emre çok güzel söylüyor: “Yetmiş iki millete aynı gözle bakmayan / Halka müderris olsa aslında asidir.” Kime asidir? Tanrı’ya. Tanrı’nın eşit olarak yarattığını sen derecelendiremezsin. Ben şu üstün ırktanım, şu alçak ırktandır, denemez. Onun için bu yapılan ayrım fevkalade yapay bir ayrımdır. Alevi için Türk, Kürt yoktur. Alevi için, insan olmak vardır.

Alevilik-Bektaşiliğin günümüzdeki sorunlarından da bahsettik bir cem kurumunun, dedelik kurumunun önemine ve yaşanan sorunlara değindik. Günümüzde yaşadığımız başka sorunlar var, mesela bir musahiblik var. Çok önemli bir kurum Türk toplumu için; dayanışma, kardeşlik, yardımlaşma gibi şeyleri getiriyor, öneriyor. Bir Ahilik var mesela. Alevilikte, Bektaşilikte, Mevlevilikte ortak değerler var. Bunların yeniden günümüzde canlandırılması veya günümüz şartlarına göre yeniden şekillendirilmesi, bizlere neler kazandırabilir? Alevi değerlerinin başka Sünni kökenli insanlarımıza, dünya insanlarına, insanlığa getireceği, vereceği şeyler nelerdir, günümüzde?

Bütün insanlık dayanışma içinde olduğu zaman, yeryüzünde savaşlar ortadan kalkar. Eğer Afrikalı’nın yaşadığı sorunu, kendi sorunun gibi yaşarsan, ona ilgi gösterirsen, oradaki sorunun çözümüne katkıda bulunur kolaylaştırırsın. Bunun manası şudur; eğer her insanın bir kardeşi olabilse; Tanrısal olarak, doğumdan dolayı kardeş olmayan, ama düşüncesi fikriyatı paylaştığı değerler itibariyle herkes bir kardeş yapabilse, kardeş tutabilse yani musahib olabilse; yeryüzündeki kargaşalığı yüzde elliye indirirsin. Çünkü paylaşmaktır, herşeyi çözümü. İnsanı yalnızlıktan kurtarır. Bugünkü dünyada daha doğrusu böyle devam ederse, 25-30 yıl sonraki insan, yalnız insandır, tek insandır. Dünya, yalnızlığın doğurduğu sorunlarla boğuşan insan türüne doğru gidiyor. Sovyet modelinin çökmesinden sonra, kapitalist sistemin tümüyle hakimiyeti kuruluyor. Bu sistemde de insan, sürekli kendisi için çalışan, kazanmak zorunda kalan, kâr etmek zorunda kalan bir sistemin unsuru haline dönüşüyor. Böyle olunca da insan tümüyle sadece kendi menfaatini korumak zorunda olan bir varlık oluyor. Kendi menfaati, çıkarı herşeyin üstünde olan bir insan tipini yaratıyor Kapitalist sistem maalesef. Bunu önleyecek olan, insanı mutsuzluktan kurtaracak olan olay, bir insanın kendi değerlerini paylaşacak, herşeyine katlanacak, herşeyini paylaşacak ikinci bir insanı yaşamı boyunca edinebilmesidir. Bu açıdan Aleviliğin musahiblik sistemi, fevkalede değerlidir ve tüm insanlığa sunulabilecek bir şeydir. Eğer bunu bilinçli bir şekilde, inanç boyutuyla insanlara sunabilip inandırabilirse, bu tabii çok daha harika bir şey olur. Akıl yoluyla inandırmak yerine; yani kapitalizmin katedeceği evreler sonucunda doğacak mutsuz insan tipini elimine etmek için bu tip bir müeseseyi kurmak yerine, bunun inançsal olarak böyle olduğunu Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den başladığını, bir örnek oluşturduğunu, insanın mutluluğunun buradan geçtiğine insanları inandırabilirsek, akıl yoluyla olmaktan çok, inandırırarak başarabilirsek, çok daha güzel bir sonuç elde etmiş oluruz. Akıl, başka bir unsuru daha zorunlu kılabilir, şart koşabilir. Ama inanç da o şart yoktur. İnanmışsan sorun yoktur. İstekle bunu yapıyorsun. Eğer akılla, inancı birlikte götürebilirsen, bu ise daha da mükemmel olur. İnancın kör olan yanını, aklın ışığıyla aydınlatabilirsin. O açıdan Aleviliğin en önemli kurumlarından birisi olan musahibliğin yeniden yeşertilmesi lazım. Bunun için de musahiblik müesesesinin anlatılması lazım. Bugüne kadarki uygulamaların sonuçları üzerine bir araştırma yapılabilir. Bilimsel bir kalıba dökülüp, bunun tanıtılması lazım, insanlığa.

Dinler, inançlar, kültürler arası diyalog platformları oluşturuluyor. Tüm yeryüzünde bu konuda ciddi çalışmalar yapılıyor. Aleviliğin bu diyalogta oynadığı ve oynayacağı roller neler olabilir?

Alevilik, bu diyaloğa ilk gün varmıştır. Tüm insanlığın ulaşacağı en son noktaya Alevilik varmıştır. Hep Aşık Veysel’in saz olayını anlatırım. Saz aşıkları saz çalarken, sazın tamburu üzerinde değil de sapı üzerinde ellerini gezdirir; ama Aşık Veysel, fazla götürüp getirmezmiş elini, sazı bir noktadan idare edermiş. Derlermiş ki, yahu Aşık, sen diğer aşıklar gibi yapmıyorsun. E, nasıl yapayım, dermiş. Derlermiş ki, sen de biraz oyna götür getir elini sazın sapında, götürmem, dermiş. Niye, demişler. Çünkü, onlar benim bulduğum yeri arıyorlar, demiş. O yüzden diğerlerinin tümünün aradığı şey, bizim bulduğumuz yerdir. Bizim elimizi koyduğumuz noktadır.

Aleviliğin günümüzde büyük sorunları olduğuna değindik. Başta temel inanç ve kültür kurumlarında yaşanan değişmeler ve bu konuda yüzyıllar süren baskılar nedeniyle yaşanan soğuma. Cem, semah, musahiblikteki değişmeler, kitap çalışmaları, paneller, konferanslar, dergiler, toplantılar, dedelerin ozanların toplanıp sorunlarını tartışmaları önemli gelişmeler. Fakat bunların dışında en genel olarak, bu sorunların ciddi şekilde dile getirilmesi ve çözüm yollarının aranması için neler yapılmalıdır?

Çözüm üniversitelerde bu konuyla ilgili kürsülerin kurulması, bilimsel araştırmaların yapılması ve devletin içinde kadrolaşılmasıdır. Devletin, Aleviliği diğer inançlar gibi himayesi altına alması, ona gelişme şansı verilmesi ve gerekli tahsisatın ayrılmasıdır. Özetle Alevilerin devlet içinde entegre olması Aleviliğin de devletin de kurtuluşudur.

CEM Vakfı’na, yapmış olduğu çalışmalara, bazı Alevi örgütleri eleştiri yöneltse de yine diyalog, birleşme, bütünleşme görüşleri de her zaman yapılmaktadır. Eğer olur ki, daha fazla yakınlaşmaya, birleşme isteğine onlar gelirse ki, bir kısmı federasyonlaşmadan söz ediyor, tümüyle Alevilik inancı çevresinde birleşme isteklerinde bulunuyor, kimi yazarlar da bunları destekliyor, böyle bir birleşme gerçekleşebilir mi? Derlenme toparlanma olasığı var mı? Olursa sonuçları ne olur, CEM Vakfı’nın bu konuda çizebileceği bir perspektif olabilir mi, nedir bu perspektif?

Olay bir inanç, kültür olayı olduğu için, eğer devlet inançlar karşısında tarafsız davranabilseydi, bir araya gelip gelmemek önemli olmazdı; ama devlet bir tarafı koruyor. Korumakla yetinmiyor, devlet yalnızca o inancın istikametinde faaliyet ifa ediyor. O faaliyetlerin içinde olmayanlara da bölücülük yapıyorlar, devleti yönetenler. Devletin kendisi demiyor, yönetenler diyorum. Çoğulcu demokrasiden sonraki siyasetçiler Sünniliği ön plana alıp, devleti Sünnileştirdiler ve Alevileri kendi içlerine almıyorlar. Devletin önemli kadrolarında yer vermiyorlar. Böyle olunca, inancınız, sizin için o bulunduğunuz toplumda devlet yapısında sizi, alt kümelere düşüren; farklı muameye tabi tutma sonucunu doğuran bir statüye ister istemez yöneltiyor. O zaman, o statünün değiştirilmesini isteme hakkını size veriyor. Bugün Aleviliğin içinde bulunduğu mücadele, o. Bunun için, belki Alevilerin güçbirliği yapmaları gerekir. Ama bu yanlış statüyü değiştirmek için. Atatürk’ün kendi rayından çıkmış modelinin, yeniden Atatürk’ün çizdiği rayın üstüne oturtulması için. Vatandaşın inançları karşısında, devletin tarafsız davranması için. Bu açıdan güçbirliği yapıp, oylarını demokratik kurallar içerisinde, devleti bu şekilde yönetmek isteyenlere karşı, Atatürkçü modeli savunacak, eski rayının üstüne oturtacak yapıyı getirmeye çalışanlara destek vermeleri şeklinde olmalıdır. Onun için bir araya gelmelerinde fayda var, güçbirliği yapmalarında fayda var. Yoksa, Alevilik bir inanç hareketidir. İnanç hareketi içinde illeki bir merkezileşmeye gerek yok. İnsan günlük yaşamında, günlük hayatında zaten kendi inancını yaşar. Fakat bu inancın kendilerine ulaşmasını sağlayacak kurumların oluşması lazım. Bu kurumları dağıtmışlar, Aleviler. Bu kurumların oluşması gerekiyor. Yoksa oluşması gereken, Alevi derneklerinin bir araya gelmesi değildir; çünkü bu, siyasi parti değil, bir siyasi hareket değil; bir inanç kurumudur. Bu inancın gerekli kurumlarını kurup, devlete entegre edip, devletin himayesine kavuşturmak lazım ve böylece devletin tarafsız davranmasını sağlamak lazım. Burada çok önemli bir fark var. Başka derneklerin birleşmek istemelerinin nedeni, bir siyasetten yana güç koymak ağırlık koymak için. Bizimki devletin tarafsız davranması inançlar karşısında ve hangi imkanları tanıyorsa, inanç boyutunda diğer gruplara, Alevilere de aynı olanakları tanımasını sağlamak için . Bunlar içinde, Alevinin kendi payını istemek var, o paylarla kendi ayakları üzerinde durması var, inançları ayakları üstüne dikmesi var, cemevleri var, dedelerin yetiştirilmesi var, okulların açılması var ve bu işle uğraşacak kadroların maaşlarını vermek var. Kurumlaştırmak var. Siyaset aracı olarak yaparsak, yanlış olur. Ama siyasetin tarafsızlaşmasını sağlamak için, Alevilere karşı devleti yönetenlerin tarafsızlaşması, eşit muameleye tabii kılınması için, güçlerini bir araya getirmeleri ve demokrasinin içinde, demokratik kurallar içinde demokrasinin oyununu oynamaları gerekiyor. Oturup, iktidara gelme şansı olan partilerle pazarlık yapmaları gerekiyor. Demokrasilerde ancak insanlar konuşarak birilerini ikna edebiliyorlar, güç dengelerini koruyabiliyorlar barış içinde, demokrasi bu. Yoksa otoriter yönetim gelir, istediğini yapar. Biz demokrasiyi benimsiyoruz, öyleyse onun kurallarını benimsemek zorundayız. Aleviler, güçlerini bir araya getirerek, inançlarını yasaların teminatı altına almalıdır. Eğer devletin tarafsızlığı isteniyorsa, devletin diğer inançlara tanıdığı imkanlar her ne ise parası, maaş, kadro vs. Aleviler de aynı olanaklardan eşit oranlarda yararlanmalıdırlar. Bizim yaptığımız mücadelenin özü budur.

Kasım l998’de İslami Araştırmalar Vakfı tarafından gerçekleştirilen uluslararası bir sempozyumda onlarca bilim adamı bir araya geldi. Burada, İslam denen gerçeklikle demokrasi denen gerçekliğin uyuşup uyuşamadıkları, nerelerde uyuşabildikleri, nerelerde farklılaştıkları, birbirinden karşı olan tutum ve davranışları konuları işlendi. Demokrasi ve İslam kavramları tartışıldı. Siz bu konuda ne dersiniz.

Demokrasiyle İslamiyetin bağdaşırlılığı sorunu özellikle son yıllarda en çok tartışılan konulardan bir tanesi. O konuda bizim bir zorluğumuz yok. Çünkü biz Kur’an’ı Kerim’den hareketle dahi rahatlıkla diyebiliyoruz ki, akıl Tanrı’nın insanlara herşeyden önce verdiği şeydir. Devletle ilgili, devlet yönetimiyle ilgili Kur’an’da herhangi bir talimat da yok. Sadece emaneti ehline ver, diyor. Bu da aklın yoludur. Bu, aklın keşfedeceği bir gerçektir; ama Tanrı, herhalde bunun lüzumunu hissetmiş ki, bir daha tekrar etmiş, yoksa aklı herşeyden önce verdiği zaman, ona dayandığımız zaman şunu görüyoruz. Bugün yeryüzünde insanlığın kendini refaha kavuşturduğu, insanların daha özgür yaşadığı, birbirlerine daha saygılı oldukları, hukukun üstün olduğu yerler, dinin ve dini duyguların devletle ayrıştığı, dini duyguların devlet yönetimine nüfuz edemediği, etkili olsa bile, devletin işleyişinin dini esaslardan tamamen bağımsız olarak sağlandığı bölgelerde gerçekleştiğini görüyoruz. Sosyal refahın, güvencenin, insan onurunun, haysiyetinin, gerçekleştiği ülkelerde, dinin devletin işleyişi üzerinde etkisinin kabul edilmediği ülkelerde gerçekleştiğini görüyoruz. Akıl ve bilim bize bunu söylüyor, bu teşhisi yaptırıyor. Kendi tarihimize baktığımız zaman da özellikle hilafetten önceki Osmanlı devlet düzeninde ve ondan önceki Türk devletlerinde, dini esaslara uygun olarak devletlerin yönetilmediğini görüyoruz. O dönemlerde de Türk devlet geleneğinde devlet esasının dini esaslara göre ayarlanması ilkesinin söz konusu olmadığını görüyoruz. Hem tarihsel geçmişimizde böyle bir gelenek yok, hem de Kur’an’ın söylediği herşeyden önce size aklı verdim dediği, o aklı kullandığımızda sosyal refah, sosyal devlet kavramının devlet esasının din esaslarına göre oluşmadığı ülkelerde gerçekleştiğini görüyoruz. O zaman, şu sonuca varıyoruz; demek ki Kur’an’ın ve İslamın o hükmü herşeyin akla uygun olarak işlemesini zorunlu kılıyor, inançların alanının farklı olduğunu, devletin inançlar bazında insanın kendi inancını özgürce, dilediğince inanmasını sağlama görevini sadece gösteriyor. Onun dışında, toplumun devletin ihtiyaçlarını karşılayan; ama akla ve bilime göre karşılamakla yükümlü bir kurum olarak mütalaa edildiğini gösteriyor. Kur’an’ın devlet anlayışı budur. Tanrı’nın mesajından Alevi kesimi olarak çıkartabildiğiniz budur. Bu açıdan baktığımızda da demokrasinin İslamla başdaşmaması söz konusu değildir. Başka rejimler İslamla bağdaşmaz. Demokrasinin özünde seçim vardır. Halk iradesine dayanmak vardır. Yönetenin, yönetilenin rızasına uygun olarak ortaya çıkışı vardır. Buna ek olarak, insana Tanrı’dan kutsallığa saygı gösterecek bir yönetim biçiminin de oluşması söz konusudur Kur’an’a göre. Yani bugünkü çağdaş devlete uyguladığınızda nedir, insan haklarına dayalı, serbest seçimlerle halkın rızasına dayanarak oluşan iktidarların yönettiği ve hukukun üstünlüğünün kabul edildiği bir devlet modeli. Bugün Paris Şartı’nda ortaya sürülen üç şart da budur. İslamı Alevice yorumlarsan, Aleviliğin İslam yorumunu benimsersen demokrasiden başka bir biçim düşünülemez.

Türk aydınına, yazarına, çizerine, bazı eleştirilerimiz var. Bunlar kendi tarihinden, kültüründen yoksun genelde. Batı’da romancılar, şairler, edebiyatçı ve sanatçılar, kendi kültürlerini araştırıp, onlardan yararlanarak yeni ürünler ortaya koyarken; bizimkiler, bunlara çok tuhaftır tarihcilerimiz (belli alana ve belli bir kalıba kendisini hapsetmiş kimi dar kafalı tarihçiler), ilahiyatçılar da dahil, bizim birçok değerimizden habersizler. Ne halk şiiri biliyor birçoğu, ne de menakıbnameden, masaldan, halk anlatılarından, efsanelerden, cemden, semahtan, düvezimamdan, deyişten haberleri var. Bir semah figüründen kimbilir ne güzel uyarlamalar çıkabilir, koreograflar, bale sanatçıları bunlardan yararlanabilirler. Aynı şekilde büyük bir hazine olarak halk şiiri, Alevi-Bektaşi edebiyatı orada öylece duruyor.

O, bizdeki aydının düzeyini gösteriyor. Bizde her okuyana aydın diyorlar. Aydın kafa, aydın gönül varsa aydın, aydındır. Okumak, bir şey ifade etmiyor. Kendini bilmektir, asıl olan. Asıl aydınlık da buradadır. İnsanlar, kendilerini tanımak istemiyorlar. Çünkü tanısalar, cehlerini görecekler. O cehlerini gidermek için, çaba sarfetmek gerekiyor. Kimse o çabaya girmek istemiyor. Kimse aydın olmak istemiyor. Kimse kendini tanımak istemiyor. Yunus çok güzel ifade ediyor; “ilim ilim bilmektir / ilim kendin bilmektir / sen kendini bilmezsen / ya bu nice okumaktır”. O yüzden, bizdeki aydın Yunus’un söylediği aydın değildir. Bize göre aydın, Yunus’un söylediği aydındır. Kendini bilen aydındır. Birisi kendisini bilmiyorsa, ki biliyorsunuz, Hacı Bektaş’ta vardır hatta Sokrat’ta da o vardır, kendini tanı, kavramı vardır, Tanrı’yı da tanıyamaz. Tanrı’nın yarattığı insanın, nasıl bir güç olduğu, nasıl bir ihtişam olduğu, o ihtişamı yaratanın da Tanrı olduğunu görür. Bir insan, kendi kendisini tanımıyorsa, kafasına doldurmuş olduğu bilgileri hiçbir şey ifade etmez. Belki onları başkasına aktarma becerisini gösteriyorsa, yine de bir hizmeti vardır; ama aydın kişi değildir, o. Belki bilgili kişi dersin; ama aydın kişi diyemezsin. Aydın kişiyle, bilgili kişiyi ayırmak lazımdır.

İslamiyet içerisindeki inanç boyutu yanında Aleviliğin kendine özgü inanç kurumları, cemi; semahı var. Bunlar, hep inancın yansımaları. Fakat bir de Sünni Müslümanlıkla, Müslümanlığın Sünni yorumuyla, Müslümanlığın Alevi yorumu arasında inançsal bakımından farklılıkları, benzerlikleri konusu gündeme geldiğinde, gerek Alevi-Bektaşilerden, gerekse Sünni Müslümanlardan yöneltilen soru şu: Oruç var, namaz var; Aleviler kendi inanç kurumlarını yaşatmışlar tamam onların cemi var deniliyor; ama Alevilikte mesela namazın manası ne? Aleviler, namaza nasıl bakıyor? Yani, Alevi-Bektaşi namazı nasıl yorumlar, namaz kılar mı? Ya da namazın yeri nedir Alevilikte? Onlarda namaz var diyorlar, bizde niyaz var, halka namazı var, diyorlar; ama Sünniliğin yüzyıllardır getirdiği inanç kurumlarına benzemiyor onlar. Sünnilerin kıldığı namazı, nasıl yorumluyor Aleviler? Onların Alevilikte yeri var mı?

Tabii, olay önemli gibi görülen aslında İslamiyetin şekli unsuruna talip eden bir konu. Yani ibadetin Tanrı mesajının insan hayatına geçiriliş biçimi içsel de olsa, bunun dışa yansıma biçimini her kavim kendisine göre uygulamış, yorumlamış. Arap kavimleri, bunu Hz. Muhammed’in yorumladığını; yani Kur’an’ı Kerim’deki çeşitli ayetlerde sözü edilen kıyam etmek, rüku ve secdede durmak gibi kavramlarını Hz. Muhammet kendi eylemleriyle, ki onlara sünnet diyoruz, sünnetiyle hayata geçirdiğini; binaenaleyh onu izlemek gerektiğini bunun da ismine namaz dendiğini söylüyorlar ve o istikamette bir uygulama yüzyıllardır devam ediyor geliyor. Asya kavimleri, namaz olayını daha değişik anlamışlar. Kur’an’ı Kerim’de namaz kelimesi olmadığı için, salât yani dua kelimesi bulunduğu için, dua ve dua da ibadet halindeki insanın içinde bulunduğu ruh halini ve aynı zamanda inancını yaşamasını ifade eden bir ruh hali onun da bir şekle tabi olmadığını olamayacağını söylemişler ya da öyle anlamışlar. Hz. Muhammed zamanında icra edildiği söylenen namaz biçimine; yani insanların kıyam edip, dizlerini büküp alınlarını secdeyi koymaları biçimine karşı olmamakla birlikte, bunun çok da zorunlu olmadığını yani Kur’an’ın emirlerini yerine getirmek için Tanrı’nın böyle bir şekli insanlar için mecbur kıldığını düşünmemişler. Önemli olan Tanrı huzuruna çıkmak diye düşünmüşler. Çünkü namaz, Tanrı huzuruna çıkma olayı, Tanrı’yla buluşma olayıdır. Bu buluşma biçiminde Tanrı’nın kainatı yaratan büyük bir çoğunluğu düşünülürse, bunun bir biçime tabi olamayacağını asıl olanın Tanrı’yla bütünleşme Tanrı’nın huzuruna çıkmaya hazır olma. Bu hazır olmada hangi biçimiyle daha iyiyse, daha mümkünse Tanrı’ya buluşmayı her şeyiyle dış dünyadan ne kadar daha iyi arındırabiliyorsa, onun namaz olarak kabul edilebileceğini düşünmüşler. Bundan çıkan sonuç şu tabi: Yani Asya kavimlerinde saz var, semah var. Bu saz ve semah ile eğer onu gerçekleştirebiliyorlarsa yani Tanrı’nın huzuruna o psikolojiyle daha doğrusu o psikolojik atmosferde Tanrı’nın huzuruna müzik içerisinde müzik eşliğinde daha rahat çıkabiliyorlarsa, o manada da semah bir namazdır. O manada, cem başladığı andan itibaren yani Tanrı’yı zikretmesinden itibaren bir namaz halidir, denebilir. Çünkü, Kur’an’ı Kerim’de de namaz kelimesi yoktur. Demek ki orada sözü edilmek istenen bir “hal”dir. Tanrı’nın huzurunda bulunma halidir. Tanrı’yla bütünleşme, dış dünyadan arınma halidir. Öyle olunca da namaza; yani Sünni kesimin icra ettiği ismine namaz dediği biçime karşı değilim. Onlar, o şekilde anlıyor, o şekilde kendilerini Tanrı huzurunda daha hazır hissediyorlarsa o da aynı saygıyla karşılanır. Ama eğer Alevi dediğimiz Müslüman, saz eşliğinde çok daha kolay Tanrı huzuruna psikolojik olarak hazırlanıp çıkabiliyorsa, o da namaz halidir, diye düşünülebilir, kabul edilebilir. Ama ille de şu biçimde olursa Tanrı’nın huzuruna çıkarsın; yoksa çıkamazsın demek yanlıştır bir kere haksızlıktır. Çünkü Kur’an ayetinde gayet açık bir biçimde, yeryüzünün tümünün namaz için, daha doğrusu Tanrı’nın huzuruna çıkmak için, bir ibadethane olduğu kabul edilir. Bu manada da Tanrı her yerde olduğuna göre, her zaman her an mevcut bulunduğuna göre, inananlar için, ille de bir şekle tabi olunarak da Tanrı huzuruna çıkılmaz. Asıl olan fikren, kalben Tanrı’yla bütünleşme olayıdır; dış dünyayla ilişkisini kesme ve dışarıdan arınma olayıdır. Saflaşmadır, Tanrı’yla bütünleşmedir. Bu felsefi açıdan baktığımız zaman Alevininki de doğrudur, Sünnininki de doğrudur; hatta Budistinki de Hıristiyanınki de doğrudur. Yani asıl olan insanların Tanrı’ya inanmaları ve bu inançlarını kendilerini en uygun psikolojik zeminde ifade etmeleri olayıdır. Namaz, eğer o hal ise, o halin çeşitli uygulamaları olabilir. Bu manada Aleviler namaza karşı değildir. Bu manada Sünnilerin semaha karşı olmaması; Hıristiyanın istavrozuna karşı olunmamak lazım, bilmem Yahudilerin yontusuna ya da ne bileyim onların ibadet biçimlerine karşı olmamak gerekiyor.

Hocam açıkladınız; ama sık sık eleştiri yöneltiyorlar..

Bilmedikleri için. Sünni kesim de bilmiyor; İslamla fazla ilgili olmuyor. Sadece kendilerine cami hocaları nasıl söylüyorsa, o şekilde Kur’an’ı Kerim’i okuyorlar. Açıp Kur’an felsefesine Tanrı mesajının ne olabileceği, o Kur’an ayetinde neyi söylemiş olduğunu ya da Tanrı’nın insana nasıl mesaj yollamak istediği üzerinde insanların düşünmeye vakti yok. Belki de mesele o. Onun için, kendisine ne takdim edilirse öyle algılıyor. Bu da hayatın normal akışı içinde doğaldır; bugünkü yaşamın zor koşulları içinde, anlaşılabilir bir olaydır. Ama düşünen insanlar için, o mesajı algılamak, asıl olan odur. O mesaj da hangi psikolojik zemin içinde algılanabiliyorsa, orada saygılı olmak gerekiyor. Bu konularda namaz doğrudur, yanlıştır, cem doğrudur, yanlıştır gibi değerlendirmeler yapmak fevkalade yanlıştır. Meseleye yanlış bakmaktır; meselenin özünü gözden kaçırmak demektir. Tabii Alevilik ile Sünnilik arasında fark var; ama birleştikleri noktalar bir kere fevkalade fazla büyük. Bir kere Kur’an-ı Kerim. Kur’an, her ikisinde ana kaynak. Hz. Muhammed’in hadisleri; ama asıl bence büyük bir fark olmakla birlikte mevcut olan farklılıklar Hz. Ali ve Onun devamının yaptığı yorumlarla onlar dışında kalan alimlerin yaptığı yorumlar arasındaki yaklaşım farklılıkları vardır. Alevi dediğimiz Asya Türklerinin takip ettikleri yol, Hz. Muhammed yakınında bulundukları, ailesinin birer parçasını oluşturdukları için Hz. Ali ve On iki İmamlar özellikle onun soyunu Ehlibeyt dediğimiz, ev halkı dediğimiz ona daha yakın olanlar Tanrı mesajını çok daha doğru yorumlama şansına sahip olanların yorumlarına, Türk kavimlerinin daha çok itibar etmesi; onu benimsemeleridir. Farklılık oradan kaynaklanıyor. Diğer kesim ise, daha çok Arap örflerini ve Arap geleneklerini ve o geleneklere dayalı olarak yapılan yorumları esas almaktadır. İkisi de İslamdır. Ama birisi bir kaynağı daha öncelikli olarak ele alıyor, diğeri bir başka kaynağı öncelikli olarak ele alıyor. Ve bunun sonucu olarak da belki bir temel fark Alevilikle Sünnilik arasında daha doğrusu Sünni büyük filozofların yaptığı insanın yaptığı her şey Tanrı’nın rızasını almaya yöneliktir. Hakk rızası içindir. Allah’a adeta yaranmak için yapılır. Namazı da onun için kılar, kurbanı da onun için keser, Tanrı için keser hak aşkına yapılan bir adaktır, bir adamadır. Alevilikte bu biraz ikinci plandadır. Tanrı’nın insanın şeyine ihtiyacı yoktur diye düşünülür. Ama neye ihtiyacı vardır? İnsanın rızasını almaya ihtiyacı vardır. İnsanın yaptığı her şey insanın rızasını almaya yöneliktir. Onun için her şey, insan için yapılır. İnsanın sevgisini kazanma, iyilik yapma, insanı kötülükten arındırma. Her şey insan için yapılır; ama bu da yine kaynağı Kur’an olan bir davranıştır. Niye? Çünkü Tanrı Kur’an’ı Kerim’de diyor ki, Seni seveni severim. Yani insanı seveni ben severim. Bunun manası nedir? İnsanı incitmeyeceksin, insana kötülük yapmayacaksın. İnsanı sevmek odur. İnsanı seveni severim, dediğine göre Tanrı’nın sevgisini, rızasını elde etmek için öyle Tanrı’ya bilmem bir şeyler adamaya gerek yok. İnsanı mutlu etmek, insanı sevmek, insanın rızasını almak lazım sonuç olarak. O rızaya yöneliktir bütün faaliyetler. Aradaki büyük felsefi fark burada yatıyor bence. İkinci büyük fark da yaradılışla ilgilidir. Sünni anlayışa göre, Tanrı her şeye muktedir, Tanrı her şeyi yaratmıştır. Tanrı’nın bizatihi Tanrı’nın yapamayacağı şeyler vardır Kur’an’ı Kerim’e göre. Nedir, mesela. Kul hakkını yiyeni Tanrı affetmiyor. Niye affedemem diyor. Nasıl affedecek. Hakkını yediği kulun rızasını aldığı takdirde ben de affedebilirim diyor. Bunun manası Tanrı’nın güçsüzlüğünden değil. Tanrı o nizamı öyle koymuş. Nizamı koyan kendisi. Burada da işte Tanrı ancak vardan varı yaratabilir. Sünni anlayışa göre yoktan da var edebilir. Alevi inancında Tanrı ancak vardan var edebilir. Çünkü, Tanrı’nın dışında bir şey yok. Her şey Tanrı’nın zerresi. Bütün bu kainatın tümünü oluşturuyor Tanrı. Yani Tanrı bunların hepsini kucaklayan, kavrayan büyük güce deniyor. Onun için, ancak vardan var olabilir; yoktan bir şey varolmaz. Bu, felsefi temelleri. O felsefi temelleri tartışmaya girdiğin zaman, bu ortaya çıkar. Sade vatandaştan bunu bilmesini de bekleyemezsin zaten. Bunun neticesi olarak da Tanrı insan ilişkisinde insan Tanrı’nın zerresinden oluşmuştur noktasına varıyoruz. Bunun da felsefi bakımdan yani uydurma manasında söylenmiyor. Özellikle tasavvufta bunun manası ne? Tanrı Kur’an’ı Kerim’de kendisi söylüyor. Onun buyruğu var. Seni kendi özümden yarattım. Seni kendi özümden yarattım dediğine göre demek ki vardan Tanrı’ya inanıyorsun var ki inanıyorsun, o zaman vardan varolmuştur. Yani bütün bu vardan varolmak Tanrı’nın bütün kainatı kucakladığını bütün gördüğümüz varlığın zerresini Tanrı’nın zerreciklerinden oluştuğuna inanmak Kur’an’ın bizatihi kendi emri oluyor.

Bu ana çerçevede namazı değerlendirirken oruç da aynı.

Şekille ilgili olduğu zaman şekil bakımından olduğu zaman da büyük bir yaklaşım farkı var. Peki Alevi’ye göre namaz kılmadan da İslam olunabilir mi? Olunabilir. Niye ben Müslümanım, Kur’an’ın dediği tüm ahlak sistemine inanıyorum? Tanrı’ya inanıyorum. Peygambere inanıyorum. Kur’an-ı Kerim’e inanıyorum dediği zaman Müslümandır. Yani o Kur’an’ı nasıl yorumluyorsa yorumlar. O artık kendi iradesi kendisiyle Tanrı’yla arasındaki ilişkidir. Kimsenin diğerini yargılamaya; bu Şafidir, bu Hanbelidir, bu Malikidir, bu Sünnidir, Bu Alevidir diyebilir de bu doğrudur bu yanlıştır yargılamasını yapamaz. Herkesin kendisine kalmış.

Namazdan konuştuk, Ramazan orucu var?

Şimdi Ayhancığım o oruç bir de sözünü kestim; ama biliyorum soracağın soruyu. O önemli bir kısmı. Oruç sadece Müslümanların değil ki. Oruç Müslümanlıktan önce de var, değil mi? Musevilerde de var. Başka kavimlerde bütün inançlarda var. Binaenaleyh Müslümanlığa has bir şey değil. Ama demiş ki Ramazan ayında oruç tutulur. Kaç gün tutulacağı belirtilmemiş. Günah olmasın diye de hangi günler tutulur diye şey yapılmasın diye tümünü tutuyorlar. Ramazan ayı boyunca oruç tutuyorlar. Yani Ramazan orucunun tutulmasında herhangi bir zarar yoktur fayda da vardır. Ve Aleviler de tutarlar. Tümünü tutmazlar; ama birkaç gününü tutarlar. Aleviler Ramazan orucunu tutmaz, demek yanlış bir yaklaşım. Gerçeği de yansıtmaz. Oruç vardır Aleviler de. Ondan başka bir oruç daha tutarlar. Muharrem orucu tutarlar.

Muharrem orucuyla Ramazan orucu arasında büyük farklılıklar var değil mi?

Muharrem orucunun Kur’an’la ilgisi yoktur, Ayhancığım. Bu tamamen insani, insan aklının yarattığı ürettiği bir takım değerleri ayakta tutmak ve örnek olmak için ortaya çıkarttığı bir oruç türü. Akıl menşeli. Akıl menşeli olduğu için o açıdan fevkalade önem arz ediyor. Niye? Çünkü, Hz. Hüseyin’in bütün ailesi ile birlikte şehit olduğu ve sonucunu bilerek gittiği bir mücadelenin öyküsüne duyulan saygıyı ifade ediyor. İnsanoğlunun böylesine bir kişiye böylesine insanlık için fedakarlık yapan birisine sunabileceği en küçük hediye onun 12 gün yasını tutmaktır. Bu, yas orucudur. Ama aynı zamanda insani değerlerin ayakta tutulmasının nedeni. Eğer Hz. Hüseyin o şahadette bulunmasaydı, belki de uğrunda mücadelesini yaptığı değerler çok kolayca çiğnenebilecek, unutulabilecek ya da daha zor savunulabilecekti. Değerleri daha zor anlaşılabilecekti.

Aleviliğin Türk kültürüne ve İslamiyete getirdiği büyük zenginlik.

Büyük bir zenginliktir. Çok geneldedir söylediğiniz. Çok büyük bir zenginliktir. Uygarlığa insanlığın gelişme sürecine getirdiği büyük katkıdır. Senede bir defa, bütün değerlerini gözden geçirme şansı veriyor sana. Hem devlet yönetiminde üstelik işin enteresanı. Tamamen dinseldir Ramazan orucu; ama bu insanidir. Muharrem’in apayrı bir önemi var. insan aklının insanlığa hediye ettiği çok önemli bir olaydır. Yani her yıl insanların kendi davranışlarını, tavırlarını yeniden düşünmeleri için insan aklının yarattığı ve insanlığa sunduğu önemli bir fırsattır. Bunu da Türk kavimleri yapmış; Türkler uygar değildir yok bilmem geridir hiçbir katkıları yoktur filan diyenlere aslında en iyi cevap bu Muharrem orucudur.

İslam inancının yaptırıma yönelik kaideler bütünü diye de nitelendirilen şeriat çok tartışılıyor. Kavram üzerinde sayısız tartışma olduğu gibi şeriat, irtica bunların ikisi tamamen farklı olduğu yorumları var. Yani gündemimize Türkiye’nin gündemine İslamiyet ile ilgili konuşmaların en başına yerleşen bir kavram. Bu kadar gündemde olmasının nedeni nedir? İlk önce şeriat nedir? Türkiye’de neden bu kadar ön plana çekiliyor, normal olması gereken boyutlarından mı dışarı çıkarılıyor? Şeriatın kendisi mi bu derece gündem belirleyici; yoksa tamamen değişik siyasal, politik bazı zorlamalar sonucu mudur? Alevilerin de şeriatı olduğu söyleniyor ?

Şeriat demek, Kur’an-ı Kerim hükümlerinin getirmiş olduğu kanunlara verilen isim. Şer’i kanun dendiği zaman bu konuları yani hem bu dünyayı, hem uhrevi dünyayı düzenleyen hükümlerin bütününe şeriat deniyor. Şer’i kanunlar deniliyor. Şer’i kanunlar deniliyor; ama bu kendiliğinden böyle enjekte edilen göğe yazılıp da insanın okuduğu; bu budur denen kurallar değil. Yine insan aklı bir takım yorumlarla bunun manası, kuralı budur, diyor. İnsan aklına iş düşünce o zaman şer’i kanunların da bir muta hükmünde olması, yani değişmez kurallar olması söz konusu olmaktan çıkıyor. Çünkü, bir insan aklı şöyle düşünebilir, şer’i kanun budur, şer’i hüküm budur diyebilir. Bir başkasına göre bu böyle değildir, bu budur der. Niye? Çünkü bir kanunun bir hükmün yorumlanması söz konusudur. Şeriat o manada dini teokrasinin hakim olduğu devlet sistemlerinde, siyasal rejimlerde, her şeyi din kurallarına göre tanzim etmek gerekiyor; yani şer’i kurallara göre tanzim edilmek gerekiyor. Ama şer’i kurallar, insanların dikkat etmediği insan aklının ortaya koyduğu kurallardır; din kaynaklıdır. Bunun mesela kendisine göre kaynağı Kur’an’dır. Museviliğin de Hıristiyanlığın da var; ama hepsi aklın getirdiği yorumlar. Aklın getirdiği yorumlar olunca, belirli bir dönem dinin hakim olduğu din esaslarının topluma hakim olduğu tarih dönemlerinde devletin modeli de teokrasi olmuş ve şer’i kuralara göre devlet düzeninin oluşması esas kabul edilmiş. Fakat Türklerde hemen hemen bu kurallara yer verilmemiş. Niye yer verilmemiş? Madem insan aklıdır, insan aklının yönetimin en iyi yapılabilmesi için ille de dini kurallara dayalı olması zarureti kabul edilmemiş. İlginçtir mesela Asya’da kurulan Türk devletlerinde eskiden Sasanilerden, Gaznelilerden tut da daha sonra Selçuklularda, daha sonra Osmanlı’da mesela şer’i kanunlar hakim değildir. Niye çünkü Türk geleneğinde yok. Kur’an’ı, Müslümanlığı kabul etmiş olmalarına rağmen devlet yönetimi şer’i esaslara göre yürümemiştir. İnsan aklının gereklerine göre yürümüş. Her hakan, padişah Selçuklular da dahil kendi akılları neye eriyorsa o şekilde devleti yönetmiş. Osmanlı’da 16. asırdan sonra; yani Sünniliğin Yavuz Sultan Selim tarafından 1517’de devletin resmi mezhebi olarak kabul edilmesinden sonradır ki, dini etkileri yani şer’i kanunların ağırlığı da artmaya ve şeyhülislam fetvaları önemli bir yer tutmaya başlamış. Çünkü, dini kuralların o konuda ne olduğunu söylemeye en mezun adam, yetkili adam şeyhülislam. Binaenaleyh her çıkan kanunun dinin ağırlığı arttıkça, şeyhülislamın da ağırlığı artmış; şeyhülislamın ağırlığı arttıkça da şeyhülislamdan fetva almak suretiyle ya da kanunların şer’i hükümlere uygun olup olmadığını şeyhülislam kontrol eder hale gelmiş. Yani orada bir devalüasyon var o zaman. Yoksa Türk devletlerinin hiç birisinde şer’i kanunların egemen olduğu ve şeriata göre devletin yönetildiği bir model yoktur. Binaenaleyh Türklere yabancı bu. Onun için biz de söylenenin çoğu gerçek dışıdır; zorlamadır. Arap ülkelerinde buna mukabil şer’i hükümlerle yönetilmiştir. Hem Emeviler, hem Abbasiler döneminde ama şeriat adına bir sürü şey uydurulmuş. 6000 den fazla hadis uydurulmuş. Efendim Hz. Muhammed derdi ki onun içinde böyle yapmak lazım, diyerekten halkın sırtında boza pişirmişlerdir. Hz. Muhammed’e büyük yanlışlar atfedilerek; adeta onun gittiği yol güzel İslam düşüncesi kirletilerek kendi çıkarları için kullanarak ve bunu da şeriat adına icra ederek Emevi-Abbasi dönemi şeriat kanunlarının hakim olduğu devletin din esaslarına göre yönetildiği tipik örneklerinden birini oluşturdular ikisi de. Ama Türk devletlerinde böyle bir uygulama yoktur. Efendim şeriat var mıdır? Tabii vardır şeriat. Ama nedir şeriat? Şeriat, dini kurallardır. Kaynağı nedir? Kaynağı o dinin kitabıdır. Kitabı olduğu kabul edilen şeylerdir. Şimdi bunu yapmışlar. Doğrudur, yapılmış. Var mıdır? Tabii vardır. Ama devlet hayatında var mıdır? Bakıyorsun Türk kavimlerinde yok. Arap kavimlerinde var. Arap kavimleri kabul etmiş. İşte Mustafa Kemal’le birlikte yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde yine Türk kavimlerinin kendi mantıklarını kendi yönetim biçimlerini oluşturan akla ve bilime önem verilmiş. Ön plana çıkartılmış bu iki kavram. Şer’i kanunlar, Şer’i Evkaf Bakanlığıyla, vekâletiyle birlikte ilga edilmiş zaten. Şer’iye vekâleti vardı bir zamanlar ve bunlar ilga edilmiş bir kanun. Yeniden akıl ve bilime dönülmüş. Aslına bakar devlet yönetiminde yani Hz. Ali döneminde de, Hz. Muhammed döneminde de asıl olan yine akıl ve bilimdir. İnsanların yönetiminde günlük hayatta hakim kılınmak istenen İslam ahlakıdır. Kur’an’ı Kerim’in getirdiği ahlaki düzendir. Kur’an’ı Kerim devlet düzeni getirmez. Bizde hep yanlış, yalan olarak söylenen, halka budur. Efendim Kur’an’ı Kerim en büyük anayasadır. Hayır! Kur’an ahlakın anayasasıdır o doğru. Ama devletin anayasası değildir. Devlet de yalnız ahlaktan ibaret değildir. Bu itibarla yani şeriatın savunanların karşısında konuşanların bu konularda derinlemesine bilgileri olmadığı için ve özellikle medyaya çıkarttıkları siyasi parti temsilcilerinin zafiyetleri sebebiyle şeriatı savunanların sanki daha haklı oldukları gibi bir izlenim çıkıyor ortaya. Ama gerçek farklıdır.

Bu çerçevede Diyanet İşleri Başkanlığı var. Daha önce gerçi değindiniz özetle. Fakat yine güncel bir mesele var. Ona da sık sık değindiğiniz konuşmalarınız oldu. Yani çok girişimleriniz oldu. CEM Vakfı’nın çok girişimleri oldu. Diyanet ve Aleviler meselesi. Bir türlü Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan da bir yanıt gelmedi maalesef. Devlete hükümet eden yetkililerde de bir ilerleme yok her halde ya da var mı?

Şimdi bir ilerleme yok. Çünkü Diyanet İşleri Teşkilatı’ndan tüm siyasi partiler çekiniyor. Açıkçası korkuyorlar. Bugün Diyanet İşleri Teşkilatı çok güçlü bir örgüt haline gelmiştir. Parasal gücü itibariyle, kadro gücü itibariyle ve kendi dinsel düşüncelerinin icra edebileceği, ifade edebileceği mekânlar itibariyle. Bugün Diyanet İşleri mevkiinde 72000’den fazla cami vardır. Ve bu camilerin hepsine imam atamaları vs. Diyanet İşleri yapıyor. Yani şu anda 72000 küsür kadroyu bir kere tayin suretiyle sicil, terfi vs. hepsini tutmak üzere Diyanet hakimdir. Artı 72000 mekân var ve bunlar dini mekân olduğu için adeta kutsal kabul edildikleri için bu nitelikleri sebebiyle de kutsiyetleri sebebiyle de her türlü propagandaya açık merkezler olarak görülüyor; o açıdan da çok etkin bir kurum halinde. Vatandaşların Cuma namazları sebebiyle ya da camiye gidenler üzerinde büyük bir etkinlik kurma gücüne sahipler. Ve Diyanet İşleri Teşkilatı’nı karşısına alabilecek ve gerekli reformları yapabilecek cesarette bugün hiçbir siyasi parti Türkiye’de mevcut değildir. Geçen sene Sayın Ecevit ve Sayın Yılmaz geçen sene ve evvelki sene 1997 ve 1998 de Hacı Bektaş’ta çok olumlu işaretler verdiler; ama bu işaretlerin gereğini yerine getirecek cesareti henüz ortaya koymuş değiller. Sadece olumlu bir gelişmeyi Sayın Ecevit’te görüyoruz. O parti programında zannediyorum önümüzdeki seçimlerde Diyanet’in yeniden yapılanacağını ve Alevilerin yerlerini alacaklarını söyledi; ama bu çok gazetede sadece okuduğum bir haber. Haberin içeriğini bilmiyorum. Size düşecek. Biraz deşeceksiniz onları. Efendim böyle bir şey gördük, nedir bunun içeriği mahiyeti nedir, Alevilerin yerini almasından ne kastediyorsunuz? Yani bu nasıl bir yer alma olayıdır, bir temsil mi? Bir temsilse kaç kişilik bir temsildir? Ya da Diyanet’in yeniden yapılanmasına ilişkin sizin projeniz nedir? Aleviler yer alıyor. Peki başka inanç grupları var Türkiye’de: Hıristiyanlar, Museviler, Şafiler, Hanbeliler onlar yer alacak mı? Almayacak mı? Gibi bu projenin içeriği hakkında beyana zorlanabilirler; ama gördüğüm kadarıyla Sayın Ecevit’te bu konuda olumlu bir yaklaşım var. Yapmak istiyor; fakat kendi gücünün yetebilip yetmeyeceğini doğrusunu isterseniz bilemiyorum. Onu zaman gösterecek. Biz, Diyanet’in yeniden yapılanmasını istiyoruz. Çünkü Diyanet demokratik bir yapıya mutlaka kavuşmalıdır diyoruz. Bu konudaki düşüncelerimi biliyorsunuz tekrarlamama gerek yok sanırım.

Hocam bir de Şiilik var. Bazıları; Aleviler Şiilikten doğdu diyor. Şiiliğin şu anda Aleviliğe yoğun bir etkisi olduğundan söz ediliyor?

Aleviliğe Şiiliğin etki yapması çok zor. Niye zor? Çünkü Şiiliğin Aleviliği etkilemesi zor; ama Aleviliğin Şiiliği etkilemesi mümkün. Alevilik çok daha evrensel, çok daha içerikli özü savunan, Şiiler de aynı özü savunmakla birlikte şekle en az öz kadar önem veren ağırlık veren bir yaklaşım var. Alevilerin özelliği İmam Cafer-i Sadık batıni yorumunu benimseyerek hayata geçirmiş olmalarıdır. Batıni yorumu kabul ettiğiniz zaman yani zahiri dediğimiz görünen elle dokunulan ya da şekle ilişkin hususları fazla önemsemeyen bunun içinde tüm asırlara açık, ileriye açık, teknolojiye açık yapıları da bundan kaynaklanıyor. Şekle çok fazla önem vermeyip ikinci plana atan ve asıl özü esas alan bir yaklaşım olunca Alevilikle Şiilik arasındaki fark, Alevilikle Sünnilik arasındaki farka dönüşüyor. Yani Hz. Ali ve Ehlibeyte olan sevgi aslında aydın Sünnide de var. o manada Sünni ile Alevi arasında da fark yok. Şiiliğin Ehlibeyte, On iki İmamlara bağlı oluşu başlı başına bir orijinallik oluşturmuyor o manada. Onlarda şekil kurallar arasında en az Sünni kardeşlerimiz kadar namazlarını kılıyorlar, oruçlarını tutuyorlar. Aradaki fark Alevilikle Şiilik arasında özden çok şekildeki bir fark. Aleviler semahlarını yaparlar, sazlarını çalar, On İki İmamlara bağlıdır. Ama her ikisi de Kur’an kaynaklıdır. Niye çünkü Alevi İslam inancını taşıyan kişi semahın kaynağını Hz. Muhammed, Hz. Ali’ye kadar götürüyor. Kur’an’ı Kerim’e kadar götürüyor. Mevlana’nın dediği gibi Kur’an’ı felsefeye girdiğin zaman, her şeyin döndüğünü görürsün. İnsan da bu dönen alemin parçasıdır, öyleyse o da döner. Dönerken onun da daha kolay ahenk içine giriyor. O dönüşün hızını ahengini yakaladığı zaman o onunla daha kolay bütünleşiyor. Semahın felsefi yaklaşımı odur. Yani o da Kur’an kaynaklıdır. O Kur’an kaynağını görebilmesi için Mevlana kadar olmasa da biraz düşünme zahmetine katlanmak gerekiyor. Kur’ana inmek gerekiyor. Mesele odur.


[1] 19.11.1998-04.12.1998 arasında gerçekleştirilen ve Deutsches Orient Institut/Hamburg tarafından Dr. İsmail Engin ile Dr. Erhard Franz’ın editörlüğünde Türkçe ve Almanca yayın-lanacak olan 3 ciltlik “Aleviler/Alewiten” adlı elkitabının 3. cildinde yer alacak 5 söyleşinin birleştirilmesinden oluşmuştur.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile