İZZETTİN DOĞAN'LA YEDİNCİ SÖYLEŞİ

Muharrem Söyleşileri:.. (2)

Prof. Dr. İzzettin Doğan:

H.z. Hüseyin’i Ve Kerbela’yı  Günümüzde

Artık Farklı Yorumlamalıyız* (2002)

Ayhan AYDIN

Alevisiyle, Bektaşisiyle, Mevlevisiyle, Sünnisiyle tüm İslam dünyasının çok özel ve önemli günlerinden birisini yaşıyoruz bugün. Yiğitliğin timsali, haksızlığa başkaldırının bayrağı, mazlumların şahı; kul hakkı yenmemesinin, Tanrı sevgisi için inandığı değerler uğruna yaşamını ve en sevdiği kişilerin hayatlarını verebilme erdeminin onurlu ismi Hz. Hüseyin için tutulan Muharrem Orucu’nun başlangıç günü bugün. Sohbetimiz bu konuda olacak.

Sayın Hocam gerçekten nedir anlamı Kerbela’nın, Hz. Hüseyin Kerbela’da hangi düşüncenin ve inancın sembolüdür?

 

Tüm insanlığı kucaklayan ve en son din diye kabul edilen İslam’ın insanlara tebliğini yapan Hz. Muhammet’in torunu, kucağında, omzunda taşıdığı, küçükken sakalını çektiği, sevgisi ile gözlerinden her zaman yaşlar akan, Hz. Muhammet’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’in, Kerbela’da şehit edilmesi anısına tutulan bir yas orucunun başlama günü bugün.

Bu olay neden çok önemli? Önemli çünkü bu olay insanlık yaşadıkça bir daha insan benliğinden çıkartılmayacak, insan ruhunun derinliklerine kazınmış bir olaydır ve birtakım sonuçları beraberinde getirmiştir.

Bu sorunun cevabını verirken artık bir matem havası içinde, bir yas havası içerisinde bu olayı  aktarmaktan kaçınmak lazım, bundan uzaklaşmak lazım.

Bundan yüzlerce yıl önce geçmiş olan bir olayı aynı tazelikle ruhunuzda sizin hissetmeniz gayet doğaldır; o sizin ruh asaletinizin bir sonucu olabilir. Ama insanlığın tümü için eğer evrensel sonuçlar çıkartıyorsanız, çıkarmak istiyorsanız bu olaydan; eğer birtakım evrensel değerlerin sembolü haline gelmişse Muharrem ve Muharrem ayında tutulan ve o yapılan kıyama karşı onun anısına tutulan oruç, bunun izahını artık günümüzde farklı yapmak gerekir.

Bugünkü programımız da o açıdan önemlidir, yani artık bazı inanç guruplarının yaptıkları gibi sırtlarını zincirlerle döverek yada kanın da adeta bulaştığı bir görünümün yansıtılması bizce olayın sağlıklı bir biçimde, akılcı boyutu ile gözler önüne serilmesini önler.

Olayı tamamen duygusal platformda tutmaya devam eder ki, bunun insanlığa kazandırabileceği bazı çok güzel şeyler olsa bile, asıl görmemiz gereken şeyleri gözden kaçırtabilir.

 

Nedir Hz. Hüseyin’i Kerbela’ya getiren olay?

 

Hz. Hüseyin’i Kerbela’ya getiren olay; Küfelilerin kendisini imam olmak üzere, halife olmak üzere davet etmeleridir.

Yani halkın Hz. Muhammed’in uygulamada gösterdiği ve kendi yaşadığı dönemde de Veda Haccı’nda söylediği ilkelerin kendisinden sonra da yaşatılmasını emreden ilkelerinin uygulanması, emirlerinin yerine getirilmesi işleminden ibaretti.

Hz. Muhammed nasıl Hakk’a yürüdükten sonra yerine İslâm için bir halifenin halk tarafından seçilmesini öngördü ise, yani cumhuri bir rejimi, yönetimin babadan oğula geçmeyen halkın iradesine dayanan bir şekilde gerçekleşmesini istiyorsa ve kendi yerine nasıl kendisinden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali seçildiyse böyle bir sistemin devamını istemiştir, Hz. Hüseyin.

Hz. Ali’den sonra İslâm’da nasıl büyük bir çarpıklıkla halk tarafından seçilmesi gereken kişi yerine Muaviye’nin kendisinden sonra çocuğunun, ondan sonra da onun çocuğunun, ondan sonra da onun çocuğunun çocuğunun yönetime geçmesi düşüncesine; yani hanedanlık dediğimiz, halk tarafından seçim yerine soydan gelen insanlarla bir toplumun yönetilmesi gibi kötü ve yanlış, İslâm’a aykırı bir geleneğin kurulmasına öncülük yapmaya karşı çıkma düşüncesidir, Hz. Muhammet’in uygulamalarını devam ettirme isteğidir,  Hz. Hüseyin’i Kerbela’ya getiren olay.

Kerbela Olayı; Hz. Muhammet’in getirdiği dinin esaslarına uygun olarak seçilecek olan kişinin ehil olması, Kuran’ı Kerim’de ifade edildiği gibi emanetin yerine gelmesidir.

İnsan yönetimi fevkalade önemli bir emanettir, hiç kimsenin tasarrufundaki bir mevki değildir ve hiç kimsenin tasarrufunda olmayan bir mevkiinin ancak halk tarafından, halkın özgür iradesi ile baskı altında olmaksızın ve seçilecek olan kişinin öyle bir göreve ehil olmasının ancak seçimle tek kıstas olabileceği gibi, bugünkü çağdaş, modern demokrasilerde ki temel ilkelerinin 1300 küsur sene önce İslâmi toplumlarda ortaya atılmış olması ve bunu gerçekleştirmek üzere Hz. Hüseyin’in Kerbela’ya doğru ailesi ile, sevenleri ile birlikte yola çıkması olayıdır, Kerbela Olayı.

 

Kerbela’nın gerçekten önemi nereden kaynaklanıyor?

 

Kerbela’nın önemini bugüne kadar taşıyan, bugün daha da derinleştiren anlamını İslâm toplumları açısından, daha da önemli bir olay haline getirmiştir, emanetin ehline verilmesi olayı.

Neden bugünkü İslâm toplumları içerisinde diyorum?; çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün İslâm’ın ruhuna uygun olarak, devlet işleri ile din işlerinin birbirinden ayrılarak inancın kendi alanında kalmasını hedef alan yaklaşımının ötesinde ve bunun bugün dış dünyadaki tecessümü (yansıması) olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin dışında bugün hiçbir İslâm toplumu maalesef bu ilkeleri uygulayabilecek durumda değildir.

Dikkat ederseniz tüm İslâm topluluklarında, yani 53’e yakın devlet vardır İslam dünyasında ve bu devletlerin hemen hemen tümünde Muaviye döneminde olduğu gibi bazı ailelerin nesilden nesile ulaşan kişiler tarafından yönetilmesi vardır.

Suudi Arabistan’da gördüğümüz gibi, Kuveyt’te gördüğümüz gibi, Pakistan, Endonezya, Sudan gibi ülkelerde gördüğümüz gibi de totaliter; yada Mısır’da, Irak’ta gördüğümüz gibi diktatörlüklerle yönetilen hükümetler durumundadırlar.

Hz. Hüseyin’in Kerbela’da bir ilkeyi gerçekleştirmek üzere sadece kendisinin değil, tüm aile efradı ile bir kişi hariç tümünün şahadet mertebesine ulaşan katilleri ile verilmek istenen mesaj maalesef 1300 küsur sene sonra Mustafa Kemal’in Türkiye’si dışında İslâm ülkelerin hepsinde hâlâ geçerliliğini koruyan bir örnek halindedir.

Bu, olayın siyasal açıdan, siyaset hukuku açısından, siyaset bilimi açısından çıkartabileceğimiz ilk sonucudur ama asıl Hz. Hüseyin’in şahadetinin tüm İslâm toplumlarında, sizin de ifade ettiğiniz gibi Alevi/Sünni ayrımı olmaksızın bugün herkesin hâlâ gözyaşı dökecek durumda olmasını insanlara yadırgatan şeydir asıl olay.

Çünkü Hz. İsa da çarmıha gerilmiştir. O da öldürülmüştür. Tanrı’nın birliği, Tanrı düşüncesini insanlara anlatılmasını ifade için, Kuran’ı Kerim’in de bahsetmiş olduğu yani tüm insanların kabul ettiği bir peygamber olarak İsa da, çarmıha gerilmiştir, ama İsa’nın bıraktığı iz, Hz. Hüseyin’inkinden çok farklıdır.

Hz. Hüseyin’in bıraktığı iz ile insanların gönlünde yaratmış olduğu sevgi o derinliğe işleyerek insanlara döktürdüğü gözyaşı ile Hz. İsa’nınki arasında kıyaslanamayacak kadar büyük farklar var.

 

Hz. Hüseyin için niye insanlar  bu kadar çok            fazla gözyaşı döker hale gelmişlerdir, sizce?

 

Çünkü onun öleceği biliniyordu. Hz. Muhammet de sevdiği torununun Kerbela’da şehit edileceğini biliyordu. Bu Tanrı’nın adeta bir emri idi. Bugün artık yorumlanması gereken budur. Neden Hz. Hüseyin kurban olarak seçiliyordu? Ve niçin Peygamber’in canından çok sevdiği torunu Kerbela’da şehit edilecekti?

Bunun üzerinde felsefi yorumlara gitmek lazım. Yani insanlığa buradan çıkaracağınız sonuçlarla ancak mesajlar verebilirsiniz.

Tanrı iradesinin hangi amacı güttüğünü bizler, bize Tanrı’nın vermiş olduğu akıl yolu ile ancak bazı eski deyimle istidlallerde bulunabiliriz. Yani bazı varsayımlarla, şu nedenden dolayı, bu nedenden dolayı Hz. Hüseyin’in kurban olarak seçilmesini belki Tanrı böyle istemiş olabilir, diyebiliriz.

Bize düşen bu varsayımları çıkartmak ama bu varsayımlara meşrutiyeti kazandıracak olan bu şahadet mertebesi ile insanlara ne verilmek istenmiştir?

Böylesine güzel bir kurbanın seçilmesi insanlara hangi mesajlar, unutmasınlar diye insanların hemen bu olayı bilen herkesin büyük bir acı uyandırabilecek olan ve böylece de insanların dikkatini o değerlere doğru yöneltecek olan bir güzide kurbanı seçmeyi belki de yorumlamak gerekiyor, bundan sonra yapılması gereken o.

Çünkü dökülen gözyaşlarına baktığımız zaman denebilir ki, insanlığın tarihinde Kerbela olayı kadar edebiyat için, felsefe tarihi için, şiir için bu kadar mümbit, bu kadar verimli bir alan, bu kadar yaratıcı, doğurgan bir olay daha göremezsiniz.

Türk edebiyatının, bana göre de dünya edebiyatının en büyük şairlerinden birisi olan Fuzuli’nin denebilir ki bütün hayatı Hz. Hüseyin için gözyaşı dökmek, onun için yazmak, onun böylesine bir şahadeti karşısında duyduklarını insanlığa aktarmakla geçirmiştir.

Her insanda mevcut olan acıma duygusu, sevme duygusu ve o duyguların karışık bir yapısını oluşturan insanoğlu dediğimiz insana nüfuz etmesi için geçirmiştir hayatını, Fuzuli.

O kadar ki, Fuzuli’de mesela görüyorsunuz, her gün güneş doğar ve o güneşin her gün doğuşunu dahi öylesine izah etmiştir ki çok ünlü bir beytinde, Doğan (Hüseyin) Dede’nin de çok sevdiği bir beyit bu vesile ile Onun da ruhunu şad etmiş olalım, benzersiz bir ifadedir bu: “Her gün doğan güneş zannetmeyin ki dünyayı aydınlatmaya geliyor” diyor; o tanyerinin ağarmasını tasvir ederken “her doğuşta Hz. Hüseyin için kan ağlıyor güneş doğarken”... diyor.

Tanyerinin ağarmasını, tanyerinde güneşin görünmeden önceki kızıllığını Hz. Hüseyin için kanlı gözyaşları olarak tasvir ediyor.

Fuzuli’de öylesine derin, etki yaratıyor ki Hz. Hüseyin, Fuzuli ölürken kendisine soruyorlar, bir vasiyetin var mı? diye; evet diyor var, “beni Hz. Hüseyin’in giriş kapısına gömün ki her gelen geçen beni çiğneyerekten geçsin; ben de ancak o şekilde teselli bulurum”, diyor.

Böylesine bir sevgi, böylesine bir aşk, böylesine bir kendisini verme olayıdır belki de, Fuzuli’yi Fuzuli yapan.

Fuzuli’yi yaratan Hz. Hüseyin’e karşı duymuş olduğu bu sevgi ve aşktır.

Hem tasavvufta, hem felsefede, hem şiirde böylesine doğurganlığı teşvik etmiş olan Kerbela gibi bir olayın tabi ki o boyutu da incelenebilir ve incelenmiştir.

Yüzlerce, binlerce, on binlerce eser var ama bugün artık bizim olaya bakma açımızın değişmesi lazım. Bunun sadece olayın geçiş biçimi ile ilgili olarak yani bütün ailesi ile, çocukları ile birlikte bir takım değerler için ve bile bile ölümü göze alıp insanlığın kendisinden sonra, yaşayan insanlığın o değerler için gerektiğinde hayatını vermekten çekinmesinin sembolü olarak evvela kendisini kurban seçmekten çekinmemiş olmasıdır, önemli olan.

Bu değerler nedir? Bugün artık konuşulması gereken Hz. Hüseyin’in, Hz. Muhammet’in sevgili torununun bütün aile efradı ile canını vermekten çekinmediği, uğrunda şehit olmaktan çekinmediği değerler nelerdir?, artık bu değerlerin tartışmasını yapmak lazım.

Muharrem ayının bundan böyle insanlığın yeniden savunmak durumunda olduğu değerlerin ne olması gerektiğini düşünmeye sevk eden bir vesile ayı olması lazım.

Muharrem mi geldi?, bugüne kadar pek düşünmemiştik, yani hay huy içerisinde 24 saatimiz gelip geçiyor ama hiç olmazsa Muharrem ayında bir düşünelim.

Hz. Muhammet’in sevgili torunu bütün aile efradı ile birlikte 70 küsur kişi şahadeti göze aldılar, bile bile gidip şehit oldular, kadını ile erkeği ile çocukları ile.

Hangi değerler için, bu değerler nelerdi?

İşte bu değerleri tüm İslâm toplumlarının ve diğer insan topluluklarından Hıristiyan’ı, Budist’i, Taoist’i yeryüzünde yaşayan insanların tümü böylesine güzide bir zatın tüm ailesi ile şehit olmasını, hangi değerler için şehit olduğunun tartışılması, araştırılması lazım.

Tabi ki araştırmaları 1000 küsur yıldır yapılıyor ama onu yeniden ayağa kaldırmak, Hz. Hüseyin’e bağlılığı en iyi şekilde ifade etmenin yolu gerçekleri görmektir.

Hz. Muhammet’in ve Kuran’ın getirmek istediği kul hakkının yenmemesi, Tanrı sevgisine, insanlar arasındaki yoksulluğun kaldırılmasına ve varlığın gönülden hiçbir baskı olmaksızın paylaşılmasına dayalı bir yaşam modelinin sembolü Hz. Hüseyin’dir ve Onun şahadetidir.

Acaba insanlık bu değerlerin neresinde? 2002 yılına girdiğimizde insanlık Hz. Hüseyin’in Kerbela’da tüm ailesi ile şahadeti göze almış olduğu bu değerler sistemini karşısında, insanlık bu değerler sistemini ne kadarını gerçekleştirebilmiş, ne kadarını gerçekleştirememiş? ve bu değerler sisteminin gerçekleşmesinde bizler kişi olarak, neyi sağlayabildik, neyi sağlayamadık, neyi sağlayamıyoruz?

Bunların soruları sorularak yanıtlarının bulunmasına vesile teşhir etmelidir Muharrem ayı.

 

Hocam çok güzel açıklıyorsunuz. Şu an bir telefon bağlantımız var, dilerseniz soruyu alalım, daha sonra devam edelim söyleşimize kaldığımız yerden,  efendim buyurun.

 

Ben Kutluay Erdoğan, saygılar sunuyorum.

Hocamıza da çok teşekkür ediyoruz, bu güzel açıklamaları için, toplumumuz da bu bilgilerden faydalanıyor. Ben bir açıklama yapacağım ve devamını da sizin açıklamanız yerinde olacak, sayın hocam; Hz. Hasan’ın zehirlenmesi, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi, Peygamberimiz’in sağlığında Cebrail tarafından söylendiği savları yer almakta... bu bir kaderci yaklaşım değil midir?, eğer böyle ise zehirleyenlerin, katledenlerin masum olması lazım, ama  biz ise onlara lanet okuyoruz.

Türkler olmasaydı, seyidler Asya’ya sığınmasaydılar belki Hz. Muhammed’in soyunu keseceklerdi, bizim Anadolu’ya gelen seyitler Asya’dan geldi.

 

Sorunuz fevkalade güzel, felsefi boyutları ile güzel, diğer yanlarıyla da güzel. Bugüne kadar insanlık 1400 küsur senedir Kuran’ı Kerim’in vahiy yolu ile Hz. Muhammed’e intikalinden bu yana geçen süre zarfında Kuran ayetlerinin biliyorsunuz içinde saklamış olduğu gizi yani hikmeti keşfetmeye çalışıyor ve bu keşif sırasında da biliyoruz ki, ismine mezhep dediğimiz, yüzlerce yorum ortaya çıkıyor.

Bu itibarla Tanrı iradesinin başında da söylediğim gibi, biz de ancak olsa olsa neden Hz. Hüseyin, Hz. Hasan, Ehlibeyt soyu kurban olarak Tanrı tarafından seçilmiştir? Diye sorabiliriz.

 

Hemen hemen hepsi zehirletilmiştir. (Kutluay Erdoğan)

 

Evet. Neden?, bu yorumlanmaya muhtaç bir soru ama Tanrı iradesine tamamen cevap verecek olan ve doğrudur, dedirtecek olan beşer yeryüzünde mevcut değil.

Onu ancak Tanrı bilecektir. Ama Tanrı’nın bize verdiği akıl yolu ile biz ancak bazı yorumlar yapabiliriz ve o yorumlarla kendimize göre de yüzyıllar boyunca çeşitli coğrafyalarda farklı insanlar aynı istikamette bir yorum istikametinde birleşmişlerse o zaman şu ortaya çıkabilir; denebilir ki bu ortak aklın ortaya çıkardığı gerçek bu istikamettedir, diyebiliriz.

Eğer muhtelif coğrafyalarda, diyelim ki Orta Asya’da, Azerbaycan’da, Kuzey Afrika’da hatta yine bu konularla iştigal etmiş olan kültür Avrupa’sında, Avrupa coğrafyasında eğer bizim verdiğimiz manayı, anlamı buralarda yaşayan düşünürlerle bu konuda emek sarf eden insanlar da aynı istikamette düşünmüşlerse o zaman diyeceğiz ki, bu ortak aklın vardığı sonuç doğru yorumdur ve bu yorumdur belki de Tanrı’nın böyle bir lüzumu hasıl etmiş olması.

Kutluaycığım senin sorduğun soru, felsefenin temel sorunlarından birisi, hatta Dostoyevski’nin ortaya attığı sorudur. Yani eğer Tanrı her şeyi önceden veriyor ise o zaman katiller masumdur?

Tanrı’nın insana vermiş olduğu akıl ve ilkeler vardır. Eğer Tanrı’nın buyruklarına iyiye, güzele doğru yönelmek için vermiş olduğu buyruklara uyar da şeytanı def edersen, Tanrı’ya yaklaşırsın.

Eğer def edemezsin, öbürü istikametinde meylin artarsa sevgiden uzaklaşırsan, adaletten uzaklaşırsan, paylaşımdan uzaklaşırsan her şey benimdir, biraz daha zengin olayım, daha azı fukaraya kalsın, öbürü yemese de olur, hep ben yapayım, dersen nefsin sana hakim olmaya başlarsa o zaman da felsefi manada şeytana yaklaştığın kabul edilir.

Kerbela olayında seçilmiş olmakta, burada bir kusur bulmak yada bulmamak yerine böylesine seçilmiş olmayı büyük bir imtiyaz, büyük bir lütuf olarak kabul etmek lazım.

Hz. Hüseyin’in yerinde bir başkası bu konuda hiç şehit olmadı mı, yüzlercesi vardır... ama iş ki bize o derinlikte bir acıyı insanlığa bir takım değerler hatırlatmak için yaşaması ve yaşatmasıdır. Bütün bunlar şunu ifade ediyor, Hz. Hüseyin’in seçilmiş olması Tanrı’nın bir lütfü olarak da kabul edilir, bu felsefi yaklaşımınıza bağlı.

 

Sayın hocam, Hz. Hüseyin neyin simgesi, neyi sembolize ediyor, dediğimiz zaman adil bir dünya isteğinin simgesi ve sembolü dedik, kul hakkının yenilmemesinin simgesi dedik, Tanrı’yı sevmenin simgesi dedik.

Dilerseniz devam edelim bu boyutlu açıklamalara.

Bu arada  Hz. Hüseyin’in getirdiği değerler karşısında bir de Yezit ve Yezitlik var?

 

Önce asıl yaşadığımız toplumlar açısından bugünün değerlendirilmesi açısından neyin sembolüdür, o gün neyin sembolü ise bugün de acaba aynı şeyin sembolü mü? Evet.

Hz. Hüseyin’i aynı canlılıkla hatırlatan, Kerbela’yı aynı gözyaşı ile her yıl yaşatan da budur.

Bu simge olması olayıdır. Nedir o?, yaşadığı siyasal iktidara karşı gelmesiydi. Eğer iktidar halkına zulüm üzerine kurulduysa direnmenin de sembolüdür.

Asıl büyük özverisi oradadır, yalnız kendisinin değil ailesi ile birlikte şehit edilmesi olayında asıl direndiği orada Yezit’tir ve Yezit’te burada bir semboldür sadece bir kişi değildir.

Yezit  kimdir ve nedir?, kendi halkına yalan söyleyen, kendi halkına zulüm yapan, kendi halkına adalet yerine eşitsizliği getiren zihniyete Yezidi zihniyeti diyoruz ve Yezitlik bunun sembolüdür.

O zihniyete karşı direnin başka bir zihniyetin sembolü Hz. Hüseyin’dir.

Bu nereden kalma?, Hz. Hüseyin bu değerleri kimden aldı, dedesi Hz. Muhammet’ten mi sadece?

Sadece Hz. Muhammet’ten değil, asıl Hz. Ali’den, babasından alıyor.

Hz. Ali’nin meşhur sözüdür biliyorsunuz, yani o bütün soyuna yapmış olduğu vasiyet hükmüdür.

Diyor ki; “zalime boyun eğmeyin, sadece haklarınızı kaybetmekle kalmazsınız haysiyetinizi de yitirirsiniz” diyor ve tarihte Mustafa Kemal’de aynı şeyi görürüz, haysiyetini haklarının ötesine çıkartan haklarından daha önemlisi insanoğlunun haysiyeti olarak kabul eden Hz. Ali’dir.

Eğer zalime direnmezseniz sadece haklarınızı kaybetmekle kalmazsınız diyor, bunun başka manadaki ifadesi şudur, yani haklarınızı kaybetseniz de ne yapalım diyebilirsiniz ama ne yapalım diyemeyeceğiniz bir tek şey varsa o da, haysiyetinizdir.

Haysiyetinizi de kaybedebilirsiniz, öyle ise zalime boyun eğmeyeceksiniz.

Aslında Hz. Hüseyin’in yerine getirdiği bir emirdir bu.

Eğer Yezit halkına zulüm yapıyorsa İslâm’ın koymuş olduğu ana kuralı çiğniyorsa açıkça, Hz. Muhammet’in koymuş olduğu kuralı pervasızca çiğneyip, hayır ben halkı tanımıyorum, onu seçimi olsa da olur olmasa da bu umurumda değil, babamdan sonra ben geleceğim iktidara, halife olacağım, hükümdar olacağım, diyorsa ve bunu zorla yapıyorsa güç kullanarak yapıyorsa, işte ona direnmek Hz. Ali buyruğu gereği, Hz. Hüseyin de bunun canlı şahidi olarak şehit sembolüdür.

O manada da tüm siyaset ilminde de Hz. Hüseyin bir semboldür. Yani zalime direnmenin, eşitliği reddeden, paylaşımı reddeden, halkın iradesini reddeden, yaklaşımlara karşı direnmenin sembolüdür. Yani çağdaş demokrasilerde de büyük sembol halindedir, bugün Hz. Hüseyin.

Nasıl ki Hz. Ali’nin, Maliki Ejder’e, Mısır Valisi olarak tayin ettiği zaman yazmış olduğu mektubunu bugün Harward’ta, Pristin’da dünyanın en ünlü üniversitelerinde siyaset bilimi kürsülerinde bunu bir ilahi metin gibi okutuyorlarsa ve orada nasıl Maliki Ejder’e, “ey Malik! seni Mısır’a Vali olarak tayin ediyorum; bil ki oradaki halkın 4/3’ü  dinen kardeştir sana, geri kalanı hilkaten, yani yaradılıştan dolayı, Tanrı’dan dolayı kardeştir, sana. Bu itibarla hiç ayrım yapma aralarında, adaletle ve eşitlikle hükmet...” diyorsa ve bunu 1400 sene önce söyleyebilmişse Hz. Ali bu onun kimliğiyle ilgilidir. Bu Hz. Ali’ye yakışıyor ve böylesine bir kişinin tabi hayata bakışı da farklı oluyor, Tanrı’ya bakışı da farklı oluyor. Hz. Hüseyin de aynı yolun takipçisidir.

Biraz önce Kutluay  Erdoğan kardeşimizin  telefonla söylediği sorunun altında biraz daha geniş baktığınız zaman  bir farklı yön var.

Yani ölmek yada ölmemek, lanetlenmek, lanetli olmak bunlar çok önemsiz şeyler gibi görünüyor. İnsanlığı yücelten ve insan modellerini değerlendirdiğiniz de adeta bir süzgeç daima bir ışık, fener gibi tutacağınız olay, Kerbela’da Hüseyin’in direnişi, Hz. Ali’nin aynı ilkeler için şahadeti göze almış olması olaylarıdır.

Bizce de onun için İslâm’ın ve değerlerini tartışırken, savunurken, konuşulması gereken olaylar bunlardır.

Yoksa namaz, oruç vs. çok güzel, iyi ama bütün bunlar insanın Tanrı’ya yaklaşılmasında birer araçtır, insanın kendisi içindir, insanın kendisini Tanrı’ya yaklaşımını sağlayan araçlardır. Ama Tanrı’nın insanın orucuna yada namazına ihtiyacı olmasından dolayı değil.

Çünkü o kainatın tümünü kuran, yaratan muhteşem gücü düşününki dünya sadece mevcut olan milyarlarca dünyadan sadece bir tanesi ve bütün bu kainatın kurucusu Tanrı’dır, diyoruz.

Tanrı dediğimiz düşünce eğer o düşünce bütün bu milyarlarca dünyayı yaratmışsa onun için de insan dediğimiz bir iğnenin ucu kadar dahi büyüklüğü olmayan, bir varlığın namazını kılması, orucunu tutması yada tutmaması Tanrı’nın isteğinin konusu olamaz.

İnsan onlara riayet ediyorsa belki Tanrı’yı düşünme imkanı da bulacağı için o araçlar önem kazanır, yoksa aracın kendisi bize büyük bir şeyi ifade etmez.

İslam ve İslam’ın getirdiği değerler son din olarak, tüm dünyayı kapsayan ve kavrayan bir din olarak tartışılması gereken yani İslam’ın çivisini insanlığın gönlüne çakan olaylar, Hz. Hüseyin’in şahadeti, Hz. Ali’nin şahadeti, 12 İmamlar’ın şahadetleri olayıdır.

Onlardır bugün hâlâ İslam’ın değerlerini tartışmaya açan, o değerlerin bugün dahi insanlığın eremediği, hâlâ ulaşmaya çalıştığı değerler olarak ortaya çıkmasını sağlayan bu şahadetler silsilesidir.

Onun dışında neyi görüyorsunuz? Hacca gidilsin mi, gidilmesin mi,  haçta kaç koyun kesildi, kaç tane buzağı kesildi, bu mudur insanların, İslam’ın meselesi?

Hacca gidilecekse, koşulları varsa gidilsin.

Ama İslam’ı yüce bir din yapan bu tür şekil şartları değildir, İslam’ı yüce bir din yapan diğer dinlerin tümünü kucaklayacak kadar geniş kılan manaları araştırmak lazım.

İslam ile Hıristiyanlığı karşılaştırdığımız zaman ikisi de büyük dinlerdir.

Ama Hıristiyanlığın İslam ile karşılaşmasında İslam’ı yüce kılan, Hıristiyanlığın İslam’ı reddetmesi, peygamber olarak sadece İsa’yı ve İsa’nın dışında peygamber tanımaması, buna mukabil Hz. Muhammed yolu ile gelen İslam’ın tüm peygamberleri peygamber olarak kabul etmesi ve hepsini İslam’ın peygamberi olarak kabul etmesidir.

Biri diğerlerini kucaklıyorsa o ondan büyüktür.

Bu itibarla bugünün düşünen insanları ister kendini Alevi kabul etsin, ister Sünni, ister Şafii, ister Hambeli... ne kabul ederse etsin, tartışması gereken değerler sistemini ortaya koymak lazım ve Kerbela olayı bunun hatırlanması içindir.

Hz. Hüseyin neden şehit edildi ve Tanrı tarafından Onun şehit olarak seçilmesinin nedeni nedir? Bunu görmek lazım, bunun tartışmasını yapmak lazım.

Daha adil bir toplum nasıl kurulur, yeryüzünde insanlık, Tanrı’nın verdiği en yüce değer akıl yolu ile buraya nasıl gidebilir ve İslam’ın hangi ilkeleri bu konuda rehber olabilir?

İşte burada da, kul hakkına saygılı olmak, kul hakkı yememek, ancak insanı severek Tanrı’ya ulaşılabileceğini inanmak... gibi üstün değerler sistemi vardır.

İnsanı sevmeyen kişinin Tanrı’yı sevmesi mümkün değildir.

Tanrı, Kuran’ı Kerim’de; “ben seni seveni severim” diyor.

Eşitliği getirerek; siyahın beyaza, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur diyor, Kuran’ı Kerim.

İslam’ın 1400 sene önce koymuş olduğu ana ilkelerden bir tanesi insanların eşitliğidir.

Aleviler, dedeler onu çok güzel söyler:“Tanrı önünde rütbe yoktur” derler.

 

Kul Hakkı dedik çok önemli, Tanrı sevgisiyle yoğrulmuş, zalime karşı direnmenin sembolü ve gerçekten de sadece Alevilerin değil, gerçekte inanmış samimi Sünni Müslümanların da gönlünde taht kurmuş bir insan İmam Hüseyin.

Hz. Peygamber’in torunu, en sevdiği insanlardan birisi, bir de Hz. Ali’den ve Kuran’dan ilham almış bir insan dedik, Hz. Hüseyin için.

Muharrem Orucu var ama bu farklı bir oruç. Anlamı da, uygulaması da farklı bir oruç.

Sizce nedir farkı muharrem orucunun, diğer oruçlardan?

 

Evet, doğrudur. Neden çok farklı bir oruç ve yeryüzünde 6 milyara yaklaşan bir insan kitlesi var, sadece Muharrem Orucunu tutan insanlar özel bir oruç tutmuş oluyorlar.

Yani diğer oruçlarda Musevilik’te de oruç var, Hıristiyanlık’ta da oruç var, İslam’da da var ama hiçbir oruç bence Muharrem Orucu kadar önemli değil. Diğerlerinin önemi daha mı az?, hayır o manada söylemek istemiyorum, karşılaştırma yapmak istemiyorum ama diğerleri dinen olması gereken oruçlar olduğu için bir bakıma kaynakları ilahidir ve otomatiktir. Yani insan aklının oruç konusunda herhangi bir dahiliği yoktur. Müslüman iseniz Ramazanda oruç tutarsınız ama bir gün, ama 2 gün, ama 30 gün, ama şartlarınız müsait değildir yani orucun kurallarını dinin kendisi tayin etmiştir.

Sizin orada herhangi bir rolünüz yoktur, herhangi bir dahiliğiniz yoktur buna karşılık bizim Muharrem Orucu dediğimiz oruç çok farklı bir oruç, insanın kendi aklı ile ortaya koymuş olduğu, insanlık için, bir takım yüce değerler için canını vermekten çekinmemiş olan bir insana ve ailesine karşı insanlığın kendi akıl yolu ile vermeye çalıştığı bir teşekkürdür.

Sadece bunu bir yas orucu olarak kabul etmek doğru değildir. Biz  Hz. Hüseyin’in öldüğünü kabul etmiyoruz. Bizim İslam anlayışımızda biliyorsunuz, Tanrı’dan geliyoruz biz Tanrı’ya döneriz, o zerre sadece başka bir şeye dönüşür. İnsan Tanrı’nın zerresinden oluştuğu için Tanrı’dan gelir Tanrı’ya döner. Hz. Mevlana da bu dönüşü bir düğün olarak kabul eder. Yani ölmek o kadar da önemsenecek yada önemli sayılabilecek bir olay değildir, neden? Tam tersine öldüğünüz zaman siz aslında ebedi hayata kavuşursunuz, Tanrı’nın kendisiyle bütünleşirsiniz geldiğiniz yere dönersiniz ve bu dönme olayı da sizin için bir bayram niteliğini taşır.

Onun için Hz. Mevlana ölüme Şeb-i Aruz yani Vuslat günü olarak kabul ediyor, Tanrı’ya geri dönüş olarak kabul ediyor. Böyle bir yaklaşım da Hz. Hüseyin’in ölümü de belki o manada algılandığında ve ilahi taktirin yerine getirilmesi yani Tanrı kendisinin bu değerlerin insanlığa hiçbir zaman unutamayacakları bir vahşet atmosferi içerisinde sorulmasında kurban olarak Hz. Hüseyin’i seçmiş olmasın da o manada felsefi boyutları ile ve bizim İslam anlayışımıza göre çok da matemi tutturmayı gerektirecek bir olay olmadığı şeklinde insan olarak acısını duyarız, ıstırabını duyarız ama yani çok da abartılmaması gerektiği noktasına varabiliriz.

Ama orada önemli olan Hz. Hüseyin’in uğruna bir insandaki en değerli şeyi yani canını vermeyi ortaya koymuş olması sebebi ile tüm diğer insanlarda yaşatılmasını arzu ettiği değerler sistemidir.

Böylesine bir neticeyi doğurduğu için insanlığın tümüne, insanların beynine, gönlüne, ruhuna, zalime direnmeyi, haksızlığa karşı direnmeyi ve adil olmayı, halkın haklarına özellikle saldırıldığı zaman, halkın asıl hakları gasp edildiği zaman halk için, halk adına gidip kendi canını ortaya koyma mücadelesini verdiği için oruç yoluyla, yani insanın kendi nefsine hakim olarak yani bazı zevklerinden, keyiflerinden Muharrem ayı boyunca mahrum kalarak ödedikleri bir teşekkürdür.

Muharrem Orucuna yükletilecek olan manayı iyi görmek lazım, sadece insanın ah etmesi, vah etmesi Hz. Hüseyin’e, Hz. Muhammet’in sevgili torununa, Hz. Ali’nin küçük oğluna o sevgiyi duyması, kendisine çektirilen acılara karşı o sevgiyi duymasına karşılık tutulan bir oruç değildir bu oruç, onu iyi görmek lazım.

İnsanlığın tümünün oruç borcu vardır Hz. Hüseyin’e; ister Alevi olsun, ister Sünni olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Musevi olsun. Niçin? Çünkü Onun uğruna canını verdiği değerlerin tümü insanlığın ortak değerleridir. Adil yasalarla yönetilen bir ülkede yaşamak, eşit şartlarla yaşatılan bir ülkede yaşamak insanların kendi varlıklarını yok olanlarınki ile paylaştıkları bir ülkede yaşamak, insanların kul hakkına el uzatamayacakları ve bunu da düzenleyen bir düzenin bulunduğu bir ülkede yaşamak gibi insanlığın nihai hedefini siyaset biliminin nihai hedefini, insan yönetim birimlerinin nihai hedefini oluşturan bir değerler sisteminin kurbanı olarak, sembolü olarak çıkıyor karşımıza Hz. Hüseyin Kerbela’da.

O açıdan baktığımız zaman bütün insanlığın Hz. Hüseyin’e böylesine bir insani borcu var ama o borçlarını eda ederler yada etmezler tamamen bu bir gönül işidir.

O bir düzey meselesidir, adam Musevi’dir, adam Budisttir, adam Hıristiyan’dır, İslam’ın diğer yorumlarına mensuptur, Şafii’dir, Maliki’dir, Hambeli’dir..., ama Muharrem ayında Hz. Hüseyin’in kendisi için yani Şafii için, Hambeli için, Sünni için, Musevi için savunduğu bu evrensel değerler sisteminin tümü için sembol olmuş olan bir insan olarak görüp; eğer bir gün dahi bir oruç tutarak yani o gün kendi keyiflerinden mahrum kalarak, eğer ona sevgisini, saygısını ifade ediyorsa insanlık açısından önemli bir merhaleyi ifade etmiş olur.  Kerbela’yı, Muharrem Orucunu bu şekilde yorumlamak lazım.

 

Sevgili hocam çok ilginç, İranlı bir gazeteci dostumuz bizi ziyaret etti ve kendisinden de çok önemli, güzel bilgiler elde ettik. Merhtad Farahmand İran’da yaşayan Ehli Haklar’ı yani Alevi, Bektaşi, inancına çok yakın bir inanç grubunu olan Güranlıları araştıran bir gazeteci ve olağanüstü güzel şeyler söyledi ki sizin söylediklerinizle o kadar örtüşüyor ki, demek ki yaşananlar ortak.

Diyor ki niçin yas tutulsun Hz. Hüseyin için? Zaten o sevdiğine kavuşmuştur, dünyada ölüm yoktur. İran’daki Ehli Haklar onu yas haline dönüştürmüyorlar onu kendi içlerinde anıyorlar, cemlerinde ilahilerle anıyorlar fakat ölüme yas yokmuş orada. Çünkü hayat var, aslolan hayattır,  ölüm yok diyorlar, böyle de bir gelenek 1 milyondan fazla insan arasında yaşıyormuş şu anda İran’da.

 

İki sene önce Sayın Kültür Bakanı İstemihan Talay Bey ile davetli olarak Azerbaycan’a gitmiştim.

Sayın Aliyev ve oradaki Kültür Bakanı Polat Bülbüloğlu’nu, o zaman ki Sayın Başbakan bizi kabul buyurduklarında, Sayın Aliyev de vardı, Sayın Bülbüloğlu’da vardı.
İstemihan Talay Bey beni, Türkiye’deki Alevi, Bektaşi, Mevlevi inancının öncü ismi olarak, yani benim iddiamın dışında bir olay, kendileri takdim ettiler.

Takdim ettiklerinde başbakan aynen şunu söyledi; “yetmiş yıllık Sovyet yönetiminde Marksizm yani Komünizm dine karşı olduğu için; Tanrı, din, iman kabul etmediği için bize bu tür şeyleri unutturmaya çalıştılar, ama insan ruhu inanma ihtiyaçları içindedir. Bizim inançlarımız, belki ismini söylemeyebiliriz ama bizim ruhumuz Seyit Nesimi’dir, Abdal Musa’dır, Fuzuli’dir. Bunlar Alevi ise biz de Aleviyiz ve 17 milyon insan İran’da bu şekilde düşünüyor onlarda Alevidir.”demişti. O zaman Polat Bülbüloğlu söze karıştı, dedi ki; “sadece siz 25 milyon olarak biliniyorsunuz ama bunlara 7 milyon Azeri’yi katın, 17 milyon İran’daki Azeri’leri katın, Türkmenistan’ı, Kazakistan’ı katın, biz yüzlerce milyonuz” dedi.

Benim söylemek istediğim mesele; Alevi İslam inancını kabul eden ve yaşayan insanların Kuran’ın ayetlerini daha doğru yorumladıkları yani Tanrı’nın insanların tümüne yollamış olduğu Kuran ayetlerini ve içindeki espriyi Arap örf ve adetlerinden arınmış olarak daha doğru yorumladıkları, kavradıkları kanısındayım ve onun sembolü Hz. Hüseyin’dir, Hz. Ali’dir ve onun soyudur.

Bu soy daha çok Türkler arasında yaşama şansını elde etmiştir, neden çünkü doğru söyleyeni dokuz köyden kovuyorlar, onları yalnız kovmamışlar, hepsini öldürmüşler, hayat hakkını tanımamışlar, tanıyanlar Türkler olmuş.

Türkler onları benimsemişler, içlerine almakla kalmamışlar onları en üst köşeye yerleştirmişler. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşunda da onlar rol oynamışlar. Çünkü o imparatorluğu kuran Asya’dan gelen kavimler, Maveraünnehir’den gelen kavimler, kurduklarında da yanlarında daima bir Alevi dedesi yani bir bilge insan bulundurmuşlar.

Ama o bilge insan hiçbir zaman siyasete girmemiş, onu da gözden uzak tutmamak lazım. Günlük siyasetin içine girmemişler ama bir değerler sisteminin ne olması gerektiğini, bir toplumun yönetiminde hangi değerlerin ön planda tutulması gerektiğini, bunu hep telkin etmişlerdir, onun için Osmanlı ordusunun Piri Hacı Bektaşi Veli’dir.

Bugün dahi Türkiye Cumhuriyeti devletinin omurgasını, Türkiye Cumhuriyeti’nin ordusu oluşturur.

O zamanların Osmanlı ordusu, Osmanlı İmparatorluğu’nun omurgasını oluşturmuştur ve bu omurganın başında manevi lider Hacı Bektaşi Veli’dir.

Osman döneminde yada Otman Bey döneminde yada sonradan gelen Orhan Bey, Murat Han döneminde mi böyle?, Hayır.

Fatih Sultan Mehmet’in yanındaki iki büyük bilge insandan birisi Akşemseddin ve bir Bektaşi Babası Nafi Baba.

Nafi Baba’nın Türbesini biliyorsunuz Boğaziçi Üniversitesi’nin sırtlarındadır.

Nafi Baba Akşemseddin’in amcasıdır ve Molla Gürani bütün bunlar Alevi dedeleridir, neyi ifade ediyor bunlar?  Bu insanlar siyasete karışmamışlardır ama Fatih Sultan Mehmet bunlardan birisi yanına geldiği zaman ayağa kalkıp karşılarmış.

Çünkü kendisi gidip akıl danışırmış, bunlar bilge insanlar ve bunların söylemleri istikametinde devlet yönetiminde, devlet çok büyük bir hızla gelişiyor, çünkü topluma hakim kılmak istenen değerler bunların değerleridir.

Bunlar adil olacaksın diyor, eşit olacaksın diyor, öfke sana yakışmaz diyor..

Edebali damadı Osman’a yani devleti kuran Osman’a diyor ki; “öfke sana yakışmaz, sana sabır yakışır. Öfke vatandaşındır, sabır ve bilgelik senindir.”

Bu tür güzel sözlerle ama insan yapısını, Tanrısal yapıyı çok daha iyi teşhis etmiş olan insanlar ki, bunlar inanç önderleri, işleri güçleri de bu.

Çünkü, o istikamette toplumun yönlendirilmesinde o değer sahibi olmalarının sağlanmasında çok önemli roller üstlenmiştir.

Ve onun içindir ki Kanuni Sultan Süleyman dahil Macaristan’a kadar gittiği zaman Mohaç Seferi dahil, yanında Gül Baba’yı beraberinde götürüyor.

Gül Baba kim? Bir Bektaşi Babası ve halen şu anda Budapeşte’de Macarlar’ın da gidip ziyaret ettikleri büyük ulu bir insan ve orada Hakk’a yürüyor, Hakk’a yürüdüğü zaman da tabutunu Kanuni Sultan Süleyman taşıyor.

 

Sevgili hocam çok önemli bir konuya girmiş olduk. Tabi ki İmam Hüseyin’i rehber alan, dedeler, babalar, bilge insanlar ve o büyük inancı taşımışlar tarihler boyunca.

Dilerseniz bu boyutla sürdürelim sohbetimizi, çok önemli bir konuya da girmiş olduk; çünkü tarih bütünlenmiş olacak, yani sadece İmam Hüseyin tarihte ki yerini almış bir lider, önder, inanç insanı değil, onun fikirlerin devam ettirenler de  var.

Hz. Hüseyin ve Kerbela gerçekten yüzyıllar ötesinden günümüze çok büyük semboller, mesajlar getiriyor ama o değerleri ondan sonra omuzlayanlar da var ve o büyük değerleri günümüze kadar taşıyanlar da var. Hacı Bektaşlar, Yunuslar, Gül Baba’lar, Otman Baba’lar, Demir Baba’lar, Abdal Musa’lar o büyük yükü omuzlayıp getirmişler.

 

Sevgili hocam, Cem Vakfı’nın çok büyük bir çalışması var. Sizin başkanlığınızda yıllardan beri çok büyük bir gayretle büyük bir mücadele veriliyor, bu konularda.

 

O büyük insanların görüşleri ve hayat tecrübeleri gelecek kuşaklara aktarılsın diye çok yoğun çabalar var. Gerçekten o büyük öncüler Kerbela’dan günümüze Alevi, Bektaşi, Mevlevi inancını getirmiş insanlar.

 

Bu öncüler kimdi ve onların görüşleri neyi ifade ediyor?

 

Kerbela’da bu şekli açıdan baktığımız zaman yaşanan büyük bir facia ama dediğim gibi bu Tanrısal bir iradenin de sonucu olduğu için ve Hakk’a gidip onunla bütünleştiği için de, o açıdan da baktığımız zaman belki de felsefi manada da Hz. Hüseyin’in kendisi açısından babası Hz. Ali’de olduğu gibi Tanrı ile yeniden buluşma vesilesi olduğu için de, insani bakımdan öyle çokta vahim bir olay değil.

Ama insan gönlünde bıraktığı iz, insanların bakış açısı sebebi ile meydana gelen önemli olayın sonucunda ne için bu şahadeti kabul ettiğini de sormamız lazım. Gönül rızası ile gitti, bile bile bütün aile efradı ile, hangi değerler sistemi yaşasın, hangi değerler bizden sonra, öyle bir çivi çakılmalı ki yaşasın,  dediğimiz zaman daha değişik bir anlam çıkıyor.

Bu mesajı vermek ve biraz önce söylediğimiz kul hakkının yenmemesi, adil bir düzenin kurulması, kardeşliğin sağlanması, dayanışmanın sağlanması, insanların birbirini sevmesi, sevgi ile ancak Tanrı’ya ulaşılabileceği düşüncesinin yaşaması için ve bu değerler için zalime karşı gelmek, direnmek.... gidip orada bile bile ve seve seve şehit olmayı göze almanın tabi ki bırakabileceği en önemli sonuçlardan bir tanesi onun soyuna mensup olanlar yada kendi soyundan doğrudan doğruya gelmese bile o düşünceleri felsefi boyutlarıyla benimseyen insanların tümünün, bunlara genelde inanç önderleri diyoruz, ve bu değerleri halkına, çevresine, kendi ailesine yansıtmayı görev olarak bilen yaşamanın manasını bununla özdeşleştiren insanların doğaldır ki, birçok zahmeti göze almalarında Kerbela olayı büyük bir rol oynamıştır.

Bunların isimlerine Alevi dedeleri diyoruz, Bektaşi babaları diyoruz yada Mevlevi dedeleri diyoruz yani dedeliği yada hocalar içerisinde kimilerinin şeyh dediği, kimilerinin büyük hoca dediği gerçekten de dede olmayabilir yani Peygamber sülalesinden gelmeyebilirler ama o öylesine bir bilgi ile, öylesine bir kemalle doludur ki, yüzlerce dedeyi çok rahat sollayabilecek tabiri caizse.

İnsanların bu değerlere sahip çıkan eğer var ise, bu değerleri yüzyıllar boyunca kendilerinden sonra gelecek olan insanlara büyük ıstıraplar pahasına da olsa aktarmaları tabii bir sonuç olarak görünüyor.

Neden? Çünkü zannetmeyin ki Hz. Hüseyin Kerbela’da ailesi ile beraber şehit edilmiştir ve ondan sonrada acılar bitmiştir öyle bir şey yok. O acılar insanoğlunun kendi ruhunda, kendi hayatında, kendi yaşamında kendi çocukları ile beraber çektiği acılar yüzyıllar boyunca devam etmiştir.

Bunun tipik örneği Osmanlı İmparatorluğu’nun 16’ncı asırdan sonra Alevi, Bektaşi, Mevlevi hem taraftarlarına özellikle de baba ve dedelerine reva gördüğü muameledir, yani yine zulüm başlamıştır.

Sünni İslam anlayışının, ama hangi anlayışın Emevi anlayışının, halktan tamamen kopup Türk halkının Alevi’si ile Sünni’si ile ilgisi olmayan ama oradan ithal yolla getirilmiş olan, Arap örf ve geleneklerini İslam dini diye halka yutturmaya çalışan, kendi iktidarı için yutturmaya çalışan, kabul ettirmeye çalışan bir anlayış Alevi dedelerinin, Bektaşi, Mevlevi dede ve babalarının büyük ölçüde ıstırap çekmelerine, büyük ölçüde hayatlarını vermeleri ile sonuçlanmıştır.

Hepimiz biliyoruz ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun 16’ncı asırdan sonra yani birçok yöresinde Malatya,Tunceli, Elazığ, Erzincan, Sivas’ta, Ankara’da, İstanbul’da, Balkanlar’da birçok yerinde bu inanç önderlerinin boyunları kesilmiştir, çok ağır hakaretlere uğramışlardır, yıllarını zindanlarda geçiren çok insanlar olmuştur.

Yani Hz. Hüseyin’in yolunu o haksızlığa direnme İslam’ın yüce değerleri için yani adalet için, eşitlik için, kardeşlik için, sevgi için kendi yaşamlarını bile bile ve seve seve feda ettiklerini hepimiz biliyoruz, başka türlü buraya kadar intikal edemezdi, böyle bir düşünce.

Sürekli kendi sembollerini Hz. Hüseyin örneğinde olduğu gibi kendisinde üretmiştir, ocaklar dediğimiz bu olay bunların devamıdır.

12 İmamlar’dan geldikleri kabul edilen, soy şecereleri ile özellikle Kerbela’daki defterlerde kayıtları bulunan, Osmanlı İmparatorluğu’nda da Nakibül Eşraf Defteri de denilen bir defterde kayıtları olan ocakların hemen tümü bu yolda taviz vermeden yürümüşlerdir; baskılara rağmen, zindanlarda çürümelerine rağmen, boyunlarına kesilmelerine rağmen burada taviz vermeden Hak için, adalet için, Kuran’ı Kerim’in bahsettiği barış içerisinde direnmeyi sürdürerekten bugüne kadar gelmişlerdir.

Sizin de kamuoyuna duyurduğunuz gibi ve orada da büyük katkılarınız var, herkesin huzurunda da sana o manada teşekkür etmek istiyorum, çok çabaların var, Anadolu İnanç Önderleri Toplantılarının hazırlanmasında, İnanç önderlerinin fikirlerinin derlenip toparlanmasında, bu birlikteliklerin oluşmasında, organizasyonunda.

Günümüzde artık inanç önderlerinin yeniden kurumlaşarak devletin himayesine alınmasını ve devletin bu insanlara sadece kol kanat germek değil, aynı zamanda bünyesine alarak da İslam’ın bu değerlerin hiçbir karşılık beklemeden bugüne getiren bu insanlara sahip çıkılması gerekiyor.

Hiçbir iktidar, hiçbir siyasi hırs beklemeden siyasetin tamamen dışında ve üstünde kalarak aynen ilk zamanında olduğu gibi, Türk devletlerin tümünde uygulandığı gibi, 16’ncı asırdan sonraki Osmanlı yönetimi hariç, kurulmuş olan tüm Türk devletlerinde olduğu gibi, inanç boyutu ile toplumun ahlak ve manevi değerlerinin üstte tutulmasını hedef alan; siyasete hiçbir zaman karışmayan, onun dışında kalan ama toplumsal değerleri ve ahlakı açısından taviz vermeden bugüne kadar, Hz. Hüseyin’i sembol olarak kabul edip getiren, dede, baba dediğimiz inanç önderlerini, Alevilik, Bektaşilik ve Mevlevilik’te bugün yaşayanlarını belli bir seleksiyondan geçtikten sonra, devletin kendi bünyesinde bir organ olarak yer alması ve bunların kendilerine inanan insanlara hizmet vermelerinin sağlanması gerekir.

Neye göre? Anayasanın 10’ncu maddesindeki yasalar önündeki eşitlik ilkesine göre.

Burada bizim tezimiz, Kerbela gününün anılması sebebi ile tekrar etmiş olalım; Kuran’ı Kerim’deki İslam’ın çok önemli ilkelerinden birisi, Hz. Ali’nin Malik-i Ejder’e yazmış olduğu mektupta yer alan ve bugün tüm çağdaş devletlerin temel felsefesinde ve kuruluş felsefesinde yer alan ana ilkenin yasalar önünde insanların ırkı, dini, dili, rengi ne olursa olsun eşit oldukları ve eşit muameleye tabi tutulmaları  fikri... çok önemli.

Eşit muameleye tabi tutulmaları olayının Türkiye’mizde hele hele Atatürk Türkiye’sinde mutlaka Atatürk’ün bıraktığı yerden izlenerek gerçekleştirilmesi gerekir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin Diyanet İşleri Teşkilatı böyle bir ihtiyacı yerine getirmekten uzaktır. Çünkü Arap Emevi anlayışı ile bugün işleyen bir teşkilattır.

Yani Mustafa Kemal’in kurduğu dönemdeki Diyanet İşleri ile bugünün Diyanet İşleri Teşkilatı arasında uzaktan yakından en ufak bir ilişki yoktur, bir benzerlik yoktur.

Bugün ki Teşkilat tamamen gırtlağına kadar paraya gömülmüş, para alış verişi ile ilgilenen ve eğitim hizmetini, dini eğitim kalitesini, biraz önce söylediğim İslam’ın özünü oluşturan ana ilkeleri geliştirmek yerine şu vakıfta ne yaparsak ne kadar paramız olur, hac hizmetlerini Diyanet İşleri yaparsa ne kadar kâr kazanır, bu sene ne kadar kârımız oldu, ne kadar zararımız oldu? hesapları ile uğraşan bir teşkilat haline gelmiş durumdadır.

Onun için bu teşkilatın a’dan z’ye elden geçirilip bir manada yani ortadan kaldırılarak Din Hizmetleri Teşkilatının Türkiye’de Alevi, Sünni, Şafii, Caferi, Hambeli bu ülkede yaşayan herkesi kucaklayacak şekilde yeniden teşkilatlanması ve böylece de yurttaşların anayasanın emri olan yasalar önündeki eşitlik, eşit muameleye tabi tutulma ilkesinin hayata geçirilerek tüm inanç önderlerini eşit muameleye tabi tutarak bütçeden pay mı verilmesi gerekmektedir.

Herkese adil bir biçimde dağıtarak, bir mekan mı tahsis ediyorsunuz? Adil bir biçimde bu tahsisleri yaparak, herkese belirli bir kadro mu veriyorsunuz? Adil bir biçimde bu kadroları vererek bu güzelliklerde yarışmanın hukuksal temelini oluşturmaları gerekiyor.

Bundan da şuraya gelmek istiyorum, artık Kerbela vakasını Hz. Hüseyin’in şahadetini sadece gözyaşları ile anmak, sadece onun ruhuna ve insanlığa tuttuğu ışığın bin küsur yıldır yanmakta ve giderekten de ışığın daha da artmakta olan bu değerler sisteminin hem tartışılmasına vesile olması hem de daha adil bir toplum düzeninin kurulmasına daha barış içinde dayanışma içinde, sevgi ile birbirlerinin farklılıkları ile birbirini kucaklayan bir Mustafa Kemal Türkiye’sinde onu da aşarak bugün artık dünyanın bu yörünge içine girdiği yeni koşullar itibarı ile insanlığın tümüne bu yüce değerleri taşıyabilecek ve bu taşımada yarışmayı esas alacak bir Din Hizmetleri Teşkilatlarının yeniden organizasyonu, isterseniz buna yabancı bir kelime kullanalım reorganizasyonu gerekiyor, yeniden gözden geçirilip, yeniden yapılanması gerekiyor.

Kerbela vakası Muharrem ayı buna da artık vesile oluşturmalıdır diye, düşünüyorum.

 

Çok teşekkür ediyoruz.

 

Sevgili Cem Radyo dinleyicileri bugün Muharremin biri idi. Çok önemli bir konuyu gündeme getirdik, bugün programımızda: Muharrem, Kerbela, Hz. Hüseyin ve Kerbela’dan günümüze Aleviliğe değindik, dedelere, babalara ve inanç öncülerine  değindik.

Bu konular için uzun yıllardan beri Türkiye’de öncü çalışmaları ile tanıdığınız Prof. Dr. İzzettin Doğan idi bugünkü konuğumuz.

Kendisine tekrar çok teşekkür ediyoruz, programımıza katılıp, onur verdikleri için.

 

Ben de matem orucu olarak artık çıkartılarak Muharrem ayının bundan böyle Hz. Hüseyin’in uğrunda şahadeti bilerek, isteyerek göze alıp kabul ettiği bir değerler sisteminin hangi değerlerden oluştuğunun bu sistemin tartışılmasına bundan böyle Muharrem ayının vesile olmasını diliyorum.

İslam’ın bu yüce değerlerinin sadece İslam ülkelerine değil tüm insanlığa barış içinde, sevgi ile Kuran’ı Kerimin emrettiği gibi Tanrının buyurduğu gibi ulaşılmasına bir vesile oluşturmasına diliyorum.

Buna sizde aracılık yaptığınız için Cem Radyo’ya ve size teşekkür ediyorum.

 

Programımızı bitirmeden önce şunu hatırlatmakta yarar var, bize yoğun bir şekilde telefonlar ediliyor. En çok sorulan sorulardan birisi de, orucumuzu ne zaman açacağız, nasıl başlayacağız, hangi şartlara uyacağız.

Bildiğiniz gibi Ortadoğu’dan Balkanlar’a, oradan Avrupa’ya uzanan çok büyük bir coğrafyada yüz binlerce insan bu orucu tutuyor.

 

Çok güzel bir sözle kapatıyorsun programını sevgili Ayhancığım. Bunu bana da, önüme çıkan herkes soruyor, telefonlar geliyor yurtdışında. Ben bu işi uzmanı değilim ama bu işin uzmanı olan bir aileden geliyorum. Uygulamada ve Kuran’ın yorumunda, siyah ipliğin beyaz iplikten ayrılmasına imkan verdiği tanyeline, tanyelinin ağarmasıyla oruç başlar ve yine aynı ölçü içerisinde güneşin battığı ana kadar süren süredir.

Dünyanın neresinde her kim olursa olsun bu ölçü değişmiyor, onun için onu o şekilde yurttaşlarımız bilsinler.

 

Çok çok teşekkür ediyoruz. Geleneksel yapı ne ise o korunsun, çeşitli şartlar, şekiller birer zorunluluk olarak öne sürülüyormuş bunlara itibar etmeyin, Anadolu’muzda, Balkanlar’da, Ortadoğu’muzda bizi dinleyen yüz binlerce insan var, gün doğumu ve gün batımıdır, oruca başlama ve bitirme de  ölçütler, sevgili hocamızda çok güzel izah ettiler, kıstasımız budur.

Diğer kişiye ait bazı ritüeller gelişmiştir tarih boyunca Muharrem konusunda;... oruçta hiçbir vakit su içmeme, et yememe, bıçak kullanmama, tıraş olmama, soğan yememe, gece sahura kalkmama, sadece bir tas çorbayla iftar etme gibi... bu uygulamalar kişinin kendine kalmış, kendi örf ve adetlerine ait birtakım uygulamalardır. Bu konuda da kimsenin karar merci olmadığını hatırlatalım, çünkü gönülden gelen, sevgiden kaynaklanan bir oruçtur bu oruç. Dileyen dilediği uygulamayı yapar.

Son olarak da yarın saat 16:00 ile 17:30 arasında Dosttan Dosta Muharrem Sohbetleri’nin üç özel konuğu var; Mevlevi dedesi Hasan Çıkar ve Bektaşi Babası Hakkı Saygı, Fahriye Saygı. Fahriye Ana da  o güzel  sesi ile mersiyeler okuyacak bizlere.

Yarın aynı saatte buluşmak dileğiyle, tümünüzü Hz. Hüseyin aşkıyla selamlıyorum.

Hoşça kalın, dostça kalın, Cem Radyo’dan ayrılmayın.

 

 

*Prof. Dr. İzzettin Doğan ile, Ayhan Aydın’ın hazırlayıp sunduğu, 15 Mart 2002 tarihinde  Cem Radyo’da yayınlanan “Dosttan Dosta, Muharram Özel Sohbetleri”ndeki söyleşi metninin düzenlenmiş halidir.

Cem Dergisi, Nisan 2002

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile