HÜSNÜ MERDANOĞLU

HÜSNÜ MERDANOĞLU

 

Sayın Hüsnü MERDANOĞLU,

 

Değerli hocam uzun yıllardan beri “devlet büroksasi”nde görev yapan birisiniz. Atatürkçü bir kimliğe sahip olduğunuzu, yurt sevgisiyle dolu bir aydın olarak olaylara ve Türkiye’yle ilgili meselelere gerekince “milliyetçi – yurtsever” bir bakış açısıyla baktığınızı söylüyorsunuz.

Bugüne kadar çeşitli kitap ve makaleleriniz yayınlandı. Bu bağlamda yayına hazırladığım bir kitapla ilgili olmak üzere görüşlerinizi sorularla almak arzusundayım.

Soruları gerekli doyuruculukta, halkın bilgilenmesine yardımcı olacak mahiyette yanıtlarsanız çok memnun olurum…

En içten sevgi ve saygılarımla…

Bin muhabbetle.

 

Ayhan Aydın

Yazar

14 Ekim 2014, İstanbul

 

  • Atatürk Devrimi’ni diğerlerinden farklı kılan neydi? Bir aydınlanma hareketi olarak kabul gören bu devrim sizce neden yok edilmek istendi – isteniyor?

 

  • Dersim’den Ders Almak kitabınız yayınlandı. Gerçekten 1938’de Dersim’de neler oldu? “Dersim Olayı”nın arkasında kimler vardı?

 

  • Dersim Olayı bir sürecin devamı niteliğinde bir olay mıdır?

 

  • Çeşitli belge ve bilgilerin ışığında Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin, Atatürk’ün, Türk Ordusu’nun Dersim Olayı karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

  • Dersim Kıyımı’nın acıları bugün de devam ediyor. Ama sizler bunun abartıldığını, olayın suiistimal edildiğini söylüyorsunuz.  Tarihi gerçekler ışığında söylemek gerekirse, bugün bu olay sizce gereğinden fazla mı gündemde tutuluyor? Bunun nedeni nedir?

 

  • Sizler Atatürk’ün Alevilere büyük kapılar açtığını söylüyorsunuz. Bunun tam aksini söyleyenler var. Sizce Atatürk Aleviler için ne ifade ediyor?

 

  • Siz Aleviliği nasıl tanımlıyorsunuz?

 

  • Alevilik bir inanç sistemi olduğu halde sizler Atatürkçülükle Aleviliğin özdeş olduğunu, bir bütünde buluştuğunu söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?

 

 

--

 

Sayın Ayhan Aydın,

Nezaketinize ve değerlendirmenize teşekkür ederken, sorularınızın yanıtını geciktirdiğim için bağışlanmamı dilerim.

Saygılarımla.

 

Hüsnü Merdanoğlu

 

Sorularınızın yanıtı aşağıdadır:

 

-Atatürk Devrimi’ni diğerlerinden farklı kılan neydi? Bir aydınlanma hareketi olarak kabul gören bu devrim sizce neden yok edilmek istendi – isteniyor?

 

-Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Atatürk Devrimi’ne “Kemalist Devrim” demek daha doğrudur.

CHP'nin 9 Mayıs 1935 günü açılan 4. Büyük Kongresi'nde (Atatürk hayatta iken) benimsenen programda; "Partinin güttüğü bütün bu esasları Kemalizm prensipleridir" cümlesine yer verilmiştir. Üstelik bu cümle, Atatürk’ün söz konusu kongre hazırlıklarını yaparken, yaptığı hazırlık çalışmalarında kendi el yazısı ile kaleme alındığı da saptanmıştır.

Ayrıca;

-Atatürk döneminde (1937’de) Başbakanlığa atanan Celal Bayar Hükümetinin hazırlayıp TBMM’ne sunduğu Hükmet Programında; Türkiye Cumhuriyeti, “Kemalist rejim” olarak nitelendirilmiştir.

-CHP'nin yayın organı olan Ulus gazetesi başyazarı ve milletvekili olan Falih Rıfkı Atay yazılarında sık sık Kemalizm'den söz etmiştir.

-Atatürk henüz hayatta iken Peyami Safa tarafından yayınlanan “Türk İnkılâbına Bakışlar” adını taşıyan kitapta, Türk devrimi Kemalizm hareketi olarak değerlendirilmişti.

-Soyadı yasası 1934 yılında çıktığı için “Atatürk” soyadı bu yıl verilmiştir. Atatürk’ün 1938 yanlında Hakk’a yürümesine dek hiçbir zaman resmi belgelerde “Atatürkçülük” yer almamıştır. Ancak yukarıda kısmen özetlediğim üzere “Kemalizm” resmi söylem olmuştur. Bu tespitten sonra sorunuza gelince;

Kemalist Devriminden önce birçok devrim gerçekleştirilmiştir. Ekonomik, sosyal ve benzeri devlet yaşamında önemli değişiklikler yapılmasına zemin hazırlamaları yönünden 1789’de gerçekleştirilen Fransız Devrimi ile 1917’de gerçekleştirilen Sovyet Devrimi’nin (Ekim Devrimi, Bolşevik Devrimi ya da Rus Devrimi olarak da anılır) ayrı bir önemi bulunmaktadır. Ayrıca söz konusu devrimler, Kemalist Devrimi etkilemeleri yönünden de önemlidirler. Kemalizm ilkeleri olarak bilinen altı ilkeden üçü (Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik) Farsanız Devriminden, diğer üçü (devletçilik, devrimcilik, halkçılık) Rus Devrimi’nden etkilenmiştir.

Bu üç devrim içinde Kemalist Devrim’i, diğerlerinden farklı kılan nedenlere gelince;

Fransız Devrimi, bağımsızlık, milliyet, eşitlik, hürriyet, adalet gibi kavramları ortaya çıkarmış ise de devrim öncesi Fransa’da, yöneten ile yönetilenlerin ekonomik ve sosyal eşitsizliğinden burjuvazi yararlanmıştır. Başka bir anlatımla; devrim öncesinde yoksullaştırılan, geçim koşulları ağırlaştırılan, ekmek bile bulamaz duruma düşürülen halk, burjuva (ekonomiyi ve zenginliği elinde bulunduran kentli kesim) tarafından araç olarak kullanılmıştır.

Kemalist Devrim öncesi Tür ulusu, insan hakları evrensel beyannamesinden başlayan evrensel olgulardan habersiz bırakıldığı gibi, Fransız ve Rus devrimleri sayesinde çağdaş devletlerin yurttaşların elde ettikleri haklardan da yoksun idi.

Öte yandan, Fransız ve Rus devrimlerinin her ikisi de, iç dinamiklerin harekete geçmesi ile gerçekleşmiş devrimlerdir. Kemalist Devrim ise emperyalizme karşı verilen savaş başarı ile kazanılmasından sonra, dünyadaki gelişmelerden habersiz ve bu gelişmelerin insanlığa kazandırdığı nimetlerinden yoksun bırakılmış halkın yararına gerçekleştirilmiş bir devrim olması yönünden de, diğer devrimlerden farklıdır.

Kemalist Devrimi gerçekleştiren Kuvayı Milliye (Ulusal Güçler), Fransız ve Rus devrimlerinden farklı olarak, devrimin nimetlerini hizmetlerine sunacakları halk tabanını devrim koşullarına hazır bulmadıkları gibi, çok zor koşullarda Ulusal Kurtuluş (Bağımsızlık) Savaşı vermek zorunda kalarak, devrim sürecine ulaşabilmişlerdir. Kuşkusuzdur ki, Ulusal Kurtuluş Savaşı halkın desteği ile kazanılmıştır. Ancak, halkın önemli bir bölümü kendisine sunulacak nimetlerin farkında değildi.

Bu sürecin koşullarını yabancı bir yazar şöyle değerlendirmiştir:

“Tahta parçalarından çaktıkları masaları, dövülmüş kirli topraklardan serdikleri çatlak döşe­meler üstüne koymuşlar; bir vekâlet kurmuşlardı. Hurufat kasalarını ve tabı kasalarını bir ahıra yerleştirmişler; gazete çıkarmışlardı. Kendile­rine aynı zamanda resmî makam, klüp ve mesken hizmeti gören, her yandan tüten dumanlar içinde kalmış mutfaklara, loş izbelere tıkılmış­lar; oralarda mihnet çekmişler; oralarda düşünmüşler ve yazmışlar, yemek pişirmişler; uyumuşlar; oralarda yatıp kalkmışlardı. Bir ziraat orta mektebinin dershanesi Erkân-ı Harbiye-yi Umumiyeleri (Genel Kurmay Başkanlıkları), bir istas­yon binasının iki odası Cumhurreislerinin (Cumhurbaşkanlarının) makamı idi....."[1]

Kemalist Devrim sürecinde, ne halk ile soylular arasında bir sosyal sınıf, ne soylular sınıfı, ne de işçi sınıfı mevcut değildi. Gerçekte soyluluk yoktu ama halk ile Saray (Halife- Padişah) vardı. Halk, padişaha giydirilen dinsel giysi (halifelik) sayesinde Saraya saygı besliyordu. Mustafa Kemal, padişahlığını ya da halifeliğini ilân etse halk kuşkusuz ona da saygı duymaya hazırdı. Ancak Mustafa Kemal, halkçı bir tutum izleyerek devrimi halk yaranı gerçekleştirmiştir.

Üstelik Halkçı Kemalist Türk Devletin temelleri, Amerikan mandasını savunan burjuvanın temsilcilerine rağmen gerçekleştirilmiştir.

Öte yandan Kemalist Devrim, Faşizmi de dışlayarak devrim modelini oluşturmuştur. Kemalist Devrimi ile eş zamanlı gelişen İtalya'daki faşist yönetimi, kapitalizmin çelişmelerinden ve bu çelişmelerin yarattığı iç anarşiden kurtulmaya yönelikti. Faşizm; sınıf çelişmelerine sürekli bir çözüm bulmak yerine, onları zararsız hale getirmeye çalışıyordu. Türkiye'de Avrupa'daki gibi sınıfsal farklılıklar bulunmuyordu ama kazanılan zaferin coşkusu ile askeri bir yönetim ya da aşırı milliyetçi faşist bir yönetimin gerçekleşmesi için uygun fırsat bulunmaktaydı. Kemalist Devrimin öncüsü Mustafa Kemal, tüm bu fırsatları Türk ulusu yararına kullanarak, bağımsız bir Türk milleti yaratmış ve bunu sömürgeleşmiş Osmanlı İmparatorluğu'nun yerine geçirmeyi yeğlemiştir. Halkın sınıflarına ayrılmasını ve özelikle de ayrıcalıklı sınıf ayrımına şiddetle karşı olmuştur. Çünkü Kemalist Devrim  "halkçılığı" yani halkın ekonomik, sosyal ve din yönünden sömürülmesini önlemeyi, halkın her türlü sömürüden korunmasını hedeflemiştir.

 

*

Bu sorunuzun son bölümüne geçmede önce, “Bir aydınlanma hareketi olarak kabul gören bu devrim” vurgunuza değinmek istiyorum.

Devrim sözcüğünden kaçınıldığı için 12 Eylül 1980 sonrasında, inkılâp sözcüğü yeğlenir olmuştur. Oysa Atatürk bizzat “devrim” sözcüğünü kullanmıştır. Kemalist Devrim, aydınlanma hareketinden çok öte, “devrim” sözcüğünün içeriğini her yönü ile dolduran gerçek bir devrimdir.

Devrim; yönetimde, toplumda, ekonomik ve sosyal yaşamın hemen her alınanda köklü değişim demektir. Devrim aynı zamanda hükmetme yönteminin ve siyasi karar alma organlarının değiştirilmesidir. Bu yönü ile Kemalist Büyük Türk Devrimi; padişahlığın yerine cumhuriyet yönetimini getirmekle, dil ve kılık kıyafete kadar toplumda temelli değişiklikler yapmakla, çağdaş devletler için geçerli olan; yasama, yürütme ve yargı organlarında demokratik bağlamda yeni kurallar koymuş olmakla, devrimin tüm unsurlarını içermektedir.

Aydınlanma hareketi ise; aklın öncülüğünde kimi toplumsal yeniliklerin yaşama geçirilmesidir. Reform ve Rönesans birer aydınlanama hareketidir. Ancak birisi din ile diğeri de sanat ile sınırlıdır. Kuşkusuz her ikisinde devrim içerikli ise de bütünü ile devrim denemez.

Sorunuzun “ … Bu devrim neden yok edilmek isteniyor” bölümü ile ilgili düşüncelerime, Atatürk’ün şu sözlerini yardımcı olacaktır:

“Biz, büyük bir devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski kurumlan yıktık. Bunların binlerce tarafları vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak gerek. En ileri demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert önlemlere başvurulmuştur. Bize gelince, devrimi koruyacak önlemlere daha çok muhtacız.”

Günümüzde de güncelliğini koruyan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve bağımsızlığı yönünde duyarlı olan yurttaşlar için çok önemli olan, her zaman akılda tutulması gereken bu uyarıda dikkat çekilen “Fırsat” bekleyenlerin kimler olduğunu, Osmanlı dönemindeki ayrıcalıklı zümereyi, Kemalist Devrim’in bu ayrıcalıklı zümreye karşı aldığı önlemler bağlamında yaptığı yeniliklerin içeriğini bilmek ve tanımakla mümkündür.

Osmanlı Devleti, Osman Bey soyundan (kimi kaynaklara göre Otman Bey) gelen ve babadan oğula geçen baş yönetici olan padişahlıkla yönetiliyordu.Eğemen olan padişah idi.

Padişahın ve üst düzey yöneticilerin onlar, yüzlerce genç kızdan oluşan haremleri bulunmaktaydı.

Devlet yönetiminde verilen kararların dine uygun olup olmadığı, en üst dini temsilci olan Şeyhülislamdan alınan fetva doğrultusunda uygulanıyordu.

Din adamı görünümlü birçok kişi toplumu kendi çıkarları doğrultusunda yönetmekteydi. Öyle ki sözde din adamlarının yetiştirildiği medreselerde okuyan öğrenciler askere bile alınmıyorlardı.

Arapçanın egemen olduğu bir eğitim sisteminde halk ile yönetici arasında uçurumlar var idi. “Osmanlıca” denilen uydurma bir dil kullanıldığı için Devlet kademelerinde yazılanları ve konuşulanları halk anlayamıyordu. Halk düzeyinde okuma yazma bilenler parmakla gösteriliyordu.

Kemalist Devrim, egemenliği halka teslim ettiği gibi halkı, sözde din adamı görünümündeki sömürücülerden kurtardı. Devlet, halk ile bütünleşti. Kemalist devrimin başlattığı ulusal ve çağdaş içerikli eğitim sistemi (özellikle halkevleri ve Köy Enstitüleri) amacına ulaşamadan yok edildiği için, özellikle padişah yanlıları ve dini kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmeyen kesim yenilikleri bir türlü özümseyemediler, sürekli karşı devrimin yanında yer aldılar, Yani fırsat kolladılar.

Öte yandan, tam bağımsızlığı hedefleyen Kemalist Devrim, Türkiye’yi ve Türkiye’nin bulunduğu bölgeyi egemenliği altına alma çabası içinde olan emperyalist güçlerin her zaman hedefi durumunda oldu ve emperyalist güçler açıktan ya da örtülü olarak Kemalist Devrime karşı güçleri destekledi.

 

Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktadır. Devrimlerimizin temel ilkesi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen düşünüş biçimlerini darmadağın etmek zorunludur. Şimdiye kadar milletin beynini paslandıran, uyuşturan bu düşünüşte bulunanlar olmuştur. Herhalde düşünüş biçimlerinde mevcut hurafeler tamamen koyulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, beyne gerçeğin parıltılarını yerleştirmek imkânsızdır.

 

*

-Dersim’den Ders Almak kitabınız yayınlandı. Gerçekten 1938’de Dersim’de neler oldu? “Dersim Olayı”nın arkasında kimler vardı?

 

1938’de Dersim’de ne oldu sorusunun tarihi gerçekler ışığında yanıtlanabilmesi için, yöre ile ilgili olarak 1938 öncesi gelişmelerini bilmek gerekir.

Cumhuriyet döneminde yöreye yapılan yatırımlar ve çok yönlü iyileştirmelerden önce “Dersim” olarak bilenen ve günümüzde Tunceli ilinin sınırlarını da içeren bölge, coğrafi koşulları nedeniyle ulaşılması ve kontrol altına alınması zor olan bir bölge idi. Bölgenin bu özelliğinden yararlanan yöre halkı, kendine başına buyruk ancak yöre derebeyleri görünümdeki egemen kişilerin güdümü altında yaşamışlardır. Bölgenin büyük bölümü dağlık olduğu için bölgede, katırdan başka taşıt aracı yoktu. Derebeyi görünümlü aşiret başkanlarının güdümünde yaşayan halk, çevre illere yapılan baskınlarla geçimlerini sağlamaya çalışmışlardır. Halkın çoğunluğunu yürüklükteki yasalara başkaldıran, çeşitli nedenlerle suç işlemiş yasa kaçkınlarının ve devletle uzlaşmak istemeyenler oluşturmaktaydı.

 

Aslında yöre Osmanlı feodal kalıntısıdır. Osmanlı İmparatorluğu ile Safevi Devleti’nin sürtüşmesi sürecinde, Şah İsmail’e karşı güçlü olma siyaseti güden        Yavuz Selim’in yayınladığı fermanlarla derebeyliği özendirmiş, miri topraklar ağalara, şeyhlere, ağalara dağıtılmış, feodal düzenin kurulmasına yardımcı olunmuştur.        Yavuz’un oğlu Kanuni Sultan Süleyman da aynı siyaseti izlemiştir.

“…İran seferine katılarak Kızılbaşların yenilmesinde yararlıklar gösteren Kürt beylerine, … kaleleri, şehirleri, köyleri ve mezraları bütün mahsulleriyle oğuldan oğla intikal etmek şartıyla kendilerine temlik (mülk) ve ihsan edilmiştir.”

 

Rusya bölge ile özel ilgilenmiş, Vladimir Minorskive BazilNikitin adındaki iki Rus ajanı Kürtlük konusunda uzman olmuşladır.

 

I. Dünya Savaşı devam ederken 1916 yılında İngiltere ile Fransa arasında imzalanan SykesPicot Antlaşması ile Osmanlı toprakları üzerinde imtiyaz bölgeleri tespit edilmiş, Fransa Türk topraklarının başlıca varisi haline gelmiş ve Mondros Antlaşması ile güney ve güneydoğu Anadolu bölgesini işgal etmiştir.

 

Özellikle Şeyh Sait İsyanı, daha sonra 1936 yılı sonlarında Hatay’ın bağımsızlığının ortaya çıktığı günlerde Fransızlar, ajanları İzzettin vasıtasıyla Seyit Rıza ile irtibat kurarak Dersim’de huzursuzluğun artmasına sebep olmuşlardır. İzzettin Mart 1937’de bir isyan için Suriye’deki Fransız gizli teşkilatından Seyit Rıza’ya talimat getirmiş, Dersim olaylarına büyük ölçüde karışmıştır.

Resmi kayıtlarda; Tunceli ayaklanmasının sürdüğü gülerde, yani 15-16 Temmuz 1938 gecesi; Beyrut’tan yüklenen dört kamyonun pestil sandıkları içinde bombalar ve makineli tüfek yüklü olarak Dersim’e gönderildiği, bu işi Fransızların yönlendirdiği bilgi, rapor edilmiştir.

Orta Doğu’da ve Anadolu’da egemen olma çabası içinde olan ülkelerden önde gelenlerden biri de İngiltere’dir. İngiltere 1800’lü yıllardan itibaren Türkiye ve Ortadoğu’ya göndermiş olduğu misyoner ve ajanlar aracılığı ile çalışmalarını sürdürmüştür.

Dersim ayaklanmasında Ermeni etkinliği:Ermenistan ve Kürdistan kurdurma hayaliyle, Ermeniler ve bazı Kürt liderleri de sürekli olarak kışkırtılmıştır. Bunları önce Osmanlı Devleti’ne sonra Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kullanan İngiliz ve ABD Yahudileri, bölgeye kendi kontrollerindeki Irak, İran ve Ermenistan üzerinden korkunç boyutlarda silâh ve mühimmat yığmışlardır. HAYBUN cemiyeti bölücülük görevi üstlenmiştir.

 

 

-Dersim Olayı bir sürecin devamı niteliğinde bir olay mıdır?

 

Bu sorunun doğru yanıtlanabilmesi için konuya, Osmanlı döneminden itibaren yaklaşmak gerekir.

         Feodal yapıyı ve ötekileştirmeyi kışkırtan Osmanlı yönetimi, kazdığı kuyuya düşmüş, Dersim yöresi ile başa çıkabilmek için askeri harekâttan başka,  birçok resmi raporlar da hazırlanmıştır. Bunları kimileri şunlardır:

-Şakir Paşa’nın Raporu (1899)[2]

-Mardini Arif Bey’in Raporu (1903)

-Celal Bey’in Raporu (1903-1906)

-Ali Paşa’nın Raporu (1908)

Dersim aşiretleriyle görüşmelerde bulunmak amacıyla Ali Paşa'nın başkanlığında bir kurul oluşturulmuştur. 1908'de oluşturulan bu kurul Dersim'e gönderilmiştir. Ali Paşa ve kurulu İstanbul'a döndüğünde gözlem ve kanılarını bir ra­porla hükümete sunmuştur. Raporda, silahların toplanması, suçluların ya­kalanması, Harput-Ovacık yolunun Erzincan'a kadar yenilenmesi, jandarma gücünün artırılması, memurların değiştirilmesi ve yeni me­murlar atanması önerilmiştir. Ayrıca; “Türklerle Kızılbaşlar arasında” mevcut husumetin şiddetini artırma (teşdit etme)[3] olarak değerlendirilerek, “Türk” ve “Kızılbaş” ayrımı yapılmış, böylece tarihi gerçeklerin bilinmediği resmi raporlara yansımıştır.

Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren Osmanlı Devleti Dersim’e birçok kez müdahale etmiş ancak, “devlet Dersim’e sefer eylemiş ama zafer eyleyememiştir”.

 

-Çeşitli belge ve bilgilerin ışığında Türkiye Cumhuriyet Devleti’nin, Atatürk’ün, Türk Ordusu’nun Dersim Olayı karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Yöre halkının Alevi olarak bilinmesi, Alevilerin Ulusal Kuruluş Savaşında Kuva-yıMilliye’yi içten desteklemeleri, Cumhuriyet yönetimine candan bağlı olmaları nedeniyle Dersim’e askeri bir hareket yapmadan önce kimi raporlar hazırlanarak çareler aranmış, iyileştirme çabalarına öncelik verilerek, raporlar hazırlanıp, Dersim kazanılmaya çalışılmıştır.

Bu raporlardan tespit olunanları, aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:[4]

-TBMM Başkanı Abdülhalik Renda’nın Raporu (1925),

-Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in Raporu (2 Şubat 1926),

-Vali Cemal (Bardakçı) Raporu (1926),

-Milli Emniyet Hizmetleri (MEH) Teşkilatının yöre illerine yönelik;  21 Mart 1928, 5 Nisan 1928, 8 Nisan 1928, 9 Nisan 1928, 12 Nisan 1928, 19 Nisan 1928 tarihli raporları,

-Elâziz (Elazığ) Valisi Nizamettin Ataker'in İsmet Paşa'ya sunduğu ra­por (tarihi belli değil),

-Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali Bey'in Birinci Raporu (1930),

-Büyük Erkânı Harbiye Reisliğine (Genelkurmay Başkanlığına) sunulan Rapor (1930 Pülümür Hare­kâtı sonrası),

-1930 Plümer Harekâtının ikinci aşamasını yöneten 3. Fırka Kumandanı Halis Paşa (Korg. Ömer Halis Bıyıktay) Raporu (1930),

-İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Raporu (18 Kasım 1931),

-Birinci Umumî Müfettişi İbrahim Tâli Bey'in İkinci raporu (21 Aralık 1931),

-Jandarma Umum Kumandanlığı raporu (1932),

-Erzincan Valisi Ali Kemâli Bey'in “Erzincan” kitabı (1932),

-İsmail Hüsrev Tökin'in "Türkiye Köy İktisadiyatı" başlıklı ki­tabi (1934),

-Başbakan İsmet İnönü Raporu (21 Ağustos 1935),

-İktisat Vekili Celal Bayar'ın Şark Raporu (10 Aralık 1936),

-İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın Umum Müfettişler Konferansı'nı Açış Konuşması (7 Aralık 1936),

-Birinci Umumî Müfettiş Abidin Özmen'in Umumî Müfettişler Konferansındaki Konuşması (7 Aralık 1936),

-Üçüncü Umumî Müfettiş Tahsin Uzer'in Umumî Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (7 Aralık 1936),

-Dördüncü Umumî Müfettiş Korg. Abdullah Alpdoğan'ın Umumî Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması ve Raporu (7 Aralık 1936),

-Dördüncü Umum Müfettişliğinin İkinci Raporu (1937 ya da 1938),

-Kütahya Mebusu Naşit Hakkı Uluğ'un "Tunceli Medeniyete Açılıyor" başlıklı rapor niteliğindeki çalışması (1939),

-Kâzım Karabekir'in “Kürt Meselesi” başlıklı incelemesi ve öne­rileri,

-Esat Uras raporu,

-Birinci Umum Müfettiş Avni Doğan Raporu (1 Kasım 1943),

-Genelkurmay Başkanı Org. Kazım Orbay'ın emriyle yayımla­nan "Doğu Bölgesindeki Geçmiş İsyanlar ve Alınan Dersler" baş­lıklı çalışma (16 Mart 1946),

-Burhan Ulutan raporu (1947).

Genel Müfettiş İbrahim Tali; Seyit Rıza ve diğer derebeylerin hükümeti tanımaları yönünde ikna çalışmalarını sürdürmüş, aşiret reislerine biner lira para vermiş, Seyit Rıza'ya ayrıcalık göstererek iki bin lira ile bir sandık hediye göndermiştir. Seyit Rıza, silah bı­rakmadığı gibi Meço Ağa oğlu Hüseyin, Seyit Rı­za'nın damadı olan Aşağı Abbasan Uşağı reislerinden İbrahim Ağa'yı öldürünce; Seyit Rıza silahlı adamlarıyla Hüseyin'in kö­yünü sarmış; onları öldürüp mallarını, mülklerini de yağmalamıştır. Böylece de hükümetle olan yüzeysel anlaşmayı bitirmiş, çevreye saldırılarını şiddetlendirmiştir. Bu baştanımaz durumlara rağmen Atatürk, 1926 yılında Bektaşi olarak bilenen Ali Cemal’i (Bardakçı’yı) bölgeye göndererek uzlaşma arayışlarını sürdürmüştür.

1927 yılında yine Vali Cemal (Bardakçı) aşiret reislerini yörece kutsal bilinen Munzur Nehri’nin kaynağında toplayarak,  "Ağalar, ben de sizinle sadakatle konuşup, sadakatle hare­ket edeceğime dair bu kutsal Munzur suyundan bir bardak su içmek suretiyle yemin ediyorum", deyip nehirden bir bardakla su içtikten sonra şu konuşmayı yapmıştır:

“Ağalarım, Gazi Paşa'nın sizlere selamı var. Beni size o gönderdi. İçtiğim suyla yemin ederim ki, o Alevidir ve dünya­daki bütün Aleviliği canlandıracaktır. Ben Aleviyim, bu sıfatla size söz veriyorum, yollarınız yapılacak, mektepler açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan'da ve Elaziz'de toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum, o da, yakında hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim'in adını lekeleyen Koçan aşiretini biraz ıslah edecek, siz bütün aşiretiniz mensup­larıyla bu harekete katılacağınıza şimdi söz vereceksiniz. Bu suretle Koçan aşireti ıslah edildikten sonra, Dersim'de her şey yoluna girmiş olacak, hükümet Dersim'den emin olacak ve Dersimlilerin her türlü isteği yerine getirilecektir"

6 Ocak 19366 Ocak 1936 tarihinde kurulan genel müfettişlik uyarınca bölgeye vali olarak atanan General Abdullah Alpdoğan, ilk iş olarak askeri güç kullanmadan hükümeti tanımayan derebeylerini ikna çabasına girişmiştir. Bu bağlamda Seyit Rıza ile de iletişim kurmuştur. Alpdoğan’ın bu konudaki çalışmaları, Seyit Rıza’nın yanında bulunan Baytar Nuri’nin kaleminden günümüze şöyle aktarılmıştır:

      “Seyit Rıza, General Alpdoğan ile görüşmek üzere,  Elaziz merkezine gelmişti.  … Bir fırsat bularak, ben de Seyit Rıza'yla görüşmeyi başardım. Seyit Rıza bana, General Alpdoğan'ın Dersim hakkındaki düşüncelerini hiç beğenmediğini, bu yüzden de direnmek ge­rektiğini, bundan başka hiçbir çare kalmadığını, Türk ordula­rının Dersimlilerle başa çıkamayacaklarını, fakat her ihtima­le karşı, benim bir an önce Türkiye dışına çıkarak, durumu­muzu büyük ve adil devletlere bildirmemi tavsiye etti.”[5]

Bölge güvenliğini sağlamak, yurttaşları derebeyin güdümünden kurtaracak önemleri almak için 1936 yılında yapılan Sin Karakolu, 21/22 Mart 1937’de seyit Rıza öncülüğünde başlatılan ayaklanma sonrasında yıkılmış, yakılmıştır.

 

 

-Dersim Kıyımı’nın acıları bugün de devam ediyor. Ama sizler bunun abartıldığını, olayın suiistimal edildiğini söylüyorsunuz.  Tarihi gerçekler ışığında söylemek gerekirse, bugün bu olay sizce gereğinden fazla mı gündemde tutuluyor? Bunun nedeni nedir?

 

Tunceli (Dersim) konusunun yeniden gündeme getirilmesi, bir mağduriyetin önlenmesi değil, siyasi malzeme olarak “tarihin çöplüğünün deşelenmesinin” bir sonucudur.

Amacı ulusal olmayan her siyasi girişim topluma ve yurttaşlar arasında olması gereken dayanışmaya zararlıdır. Bu zarardan yararlanmak için benzeri konuları gündemde tutmak ihanettir. 

 

-Sizler Atatürk’ün Alevilere büyük kapılar açtığını söylüyorsunuz. Bunun tam aksini söyleyenler var. Sizce Atatürk Aleviler için ne ifade ediyor?

 

Atatürk’ü ve O’nun kurduğu cumhuriyet yönetimin salt Alevilere değil, insanlığa yaralarını anlayıp kavrayabilmek için Osmanlı yönetiminin insanlığa yaptığı insanlık dışı davranışlar ile Kemalizm’in ulaşmak istediği Hedefleri bilmek gerekir.

Osmanlı yönetimi genel hatları ile incelmek bile bu yazının boyutunun çok üstünde olacağı için şu kadarın değinelim ki Osmanlı, halkı daha çok soymak, kendi çıkarı doğrultunda yönlendirmek için kendi şeriatını yaratmış, halkı Allah ile aldatmak için padişah tarafından söylenenler (kanun) Kur’an ayetlerin de üstünde utulmuştur. Örneğin, Avrupalı bir Hıristiyan seks kölesi anneden gayrimeşru olarak doğmuş olan Fatih Sultan Mehmet’in kanunu:

         “Evlatlarımdan her kime saltanat nasip olursa, Dünya Düzeni (Nizam-ı Alem) için kardeşlerini öldürmesi uygundur” hükmünü içermiştir.

         Kur’an Nisa Suresi ayet 93; “Ve kim bir mümini bile bile öldürürse, işte onun cezası, içinde sürekli kalacağı cehennemdir” hükmünü içermektedir.

1595 yılında 13 padişah ve 92 İslam halifesi olarak tahta çıkan 3. Mehmet’in boğdurduğu kardeş sayısı 19 dur. Ancak Osmanlı yönetimi çocuk yaşta masumları boğdururken ipek mendil kullanmayı ve çocukları sünnet ettirmeyi ihmal etmemişlerdir! Bir başka ayrıtı ise; Halka dindar görünen Osmanlı sultanlarının içtikleri içkileri, Hiçbir Hıristiyan hanedanı içmemiştir.

Osmanlı üst yönetiminde vurgun ürpertici boyuttadır. Örneğin Kanuni Su Süleyman’ın Sadrazamı (Başbakanı) Rüstem Paşa 1561 yılında öldüğünde geriye kalan serveti o deni çoktu ki bu servet içinde bin adet ciftik bulunmakta idi.

     Osmanlı’nın hoşgörüsü çıkarla doğru orantılıdır. İşgal olunan topraklarda yaşayanlar haraca bağlanımlardır. Fatih döneminde haracı ret edelere uygulananılar tarih sayfalarına şöyle geçmiştir:

“Her yaştan her cinsten binlerce insan vahşice doğranır. Binlercesi köleleştirilirken, binlerce kadın ve kıza, kocaları ve babalarının önünde tecavüz edilir. Teoloji, felsefe ve tıp içerikli elyazması kitaplardan ateşe verilip yakılan veya imha edilenlerin sayası korkunçtu.”

Öncüsü Atatürk olan Kemalizm ise: Tam bağımsızlık, ulusal egemenli, ulus-üniter devlet ve çağdaş devlet olarak, dört temel ilke ve amacıhedeflemiştir.(Teme ilkeleri dört olarak belirtmek, Atatürk döneminde anayasa hükmü durumuna getirilen; cumhuriyetçilik, devletçilik, devrimcilik, milletçilik, halkçılık, laiklik olarak bilinen altı ilkenin yadsıtıldığı anlamına gelmemelidir. Söz konusu dört temel ilke yaşama geçirilmez ise diğer altı ilkenin yaşama şansı yoktur.)

Kemalizm’in amacına erişmesi için her çağdaşlığa yönelen ülke gibi önce çardaş ve ulusal içerikli eğitimi yalama geçirmiştir. Ne var ki, Atatürk’ün Hakka yürümesi ve İkinci Dünya (Paylaşım) Savaşı sonrasında Kemalizm’i özümsemeden yoksun ülke yöneticileri Kemalizm’in atağa geçmesinin önünün kesmişlerdir. Eğer Kemalizm,’ Atatürk’ün hedeflediği doğrultuda güçlenerek varlığını koruyabilse idi, Türkiye bölgesinin en güçlü devleti olur ve emperyalist güçler burnumuzun dibine kadar gelemez üstelik NATO, Dünya Bankası, IMF gibi kuruluşlar aracılığı ile yönetimimize doğrudan müdahale etme gücünü ve cesaretini buluşmazlardı.

 

Sorunuzu bu bağlamda değerlendirmek gerekir. Ayrıca bilinmeli ki, Osmanlı’nın egemenliği altında yüzyıllar boyunca ezilen Aleviler, Osmanlı yönetimince kötülenen inanç sistemi olarak algıladığı ve böyle dayatıldığı için yöneticiler ve halk tarafından dışlanmışlardır. Cumhuriyetin kuru­cu kadroları ise Osmanlı yönetiminin algısı değişmeye başlamış, Aleviliğe saygı ile yaklaşılmıştır. Cumhuriyet yönetiminin meşru­laştırdığı Alevilik, Cumhuriyet döneminde kentlere taşınarak kent kültürü ile tanışmış, çok partili yaşama geçilip de siyasetin yozla­şıp, Kemalist ilkelerden uzaklaşması sürecine dek Alevi gençlerin okuyup devlet kadrolarında söz sahibi olmalarının önün açıldığını da kaydetmek gerekir.

 

Siz Aleviliği nasıl tanımlıyorsunuz?

 

Alevi inancında esas amaç; kendisine, ailesine, topluma ve insanlığa yaralı “olgun insan olmaktadır”. Bu amaca erişebilmek için;

Tanrı’ya korku ile değil, sevgi ile yak­laşmak ve Tanrı’ya yakın olma anlayışı esastır. Bu bağlamda; Tanrıya yakın olmak, Tanrının varlığını her an his­setmek, kendi kendini yargılamak, “kendini bilmek”, Tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan (başta insan olmak üzere) canlılara sevgi ile yaklaşmak, bu sevginin sürekliliğini koruyabilmek için; “eline, beline, diline sahip olmak”, Alevi inancının temel ilkelerini oluşturmaktadır.

Alevi inancında, öbür dünyaya kaderci bir yaklaşımla değil, bu dünyada “insan”ı merkeze koyan bir anlayışla yaklaşmaktadır. Alevilikte “insan” kavramı o denli yücelmiştir ki, insan “Tanrı’nın konuşan dili, söyleyen ağzıdır.” Bu bağlamda Alevilik, Tanrıyı in­san­da arayan bir inançtır. Alevi inancı gereğinde; Tanrı’nın görüntüsü insana yansımıştır.

Bu nedenle insanı hoş tutmak ve ona yönelmek (değer vermek) gerekir. Bu anlamda; insana saygısızlık, Tanrı’ya saygısızlıktır. Tanrı’ya saygısızlık yapmamak için insana saygılı davranama, günümüz çağdaş insanlığın geçerli kılmaya çalıştığı “insan hakları” Alevi inancının özünü oluşturmaktadır. Bu bağlamda Aleviliği; evrensel anlamda insan haklarının yaşama geçirilmesi kuraları bütünü olarak tarif etmek mümkündür.

 

-Alevilik bir inanç sistemi olduğu halde sizler Atatürkçülükle Aleviliğin özdeş olduğunu, bir bütünde buluştuğunu söylüyorsunuz. Bunu açar mısınız?

 

Her inanç gibi Alevi inancı da insan odaklıdır. Alevi inancında yer alan toplumsal yargılama (görgü cemi) Alevi inancını farklı kılmaktadır. Musahiplik, görgü ve yılda bir kez olsun, dedenin gözetiminde toplumun önünde, toluma yararı yurttaş olmaya yönelik hesap vermek, doğal olarak insanları kötülükten, başkalarına zarar vermeyi önleyen bir eğitimdir ve uygulamadır.

Kemalizm’in eğitim anlayışının önde gelen amacı da; yurduna yurttaş yaratmaktır. 

Kemalist Devrim içerisinde sınıfsal çıkar reddedilmiş, milliyetçilik (ulusçuluk) ırkçılık anlamında değil, em­­­­peryalizme karşı toplumsal birlikteliğin, toplumsal barışın, top­lumsal dayanışmanın sağlanması için bütünleştirici araç olarak hedeflenmiştir.

Kemalizm’in temel ilkelerinden olan laiklik sayesinde dinsel inanç; devletin varlığına, birliğine, bütünlüğüne ve devletin kuruluş amacına zarar vermemek koşuluyla serbesttir. Hiç kimsenin dinsel düşüncesinden dolayı kınanamayacağı, ana­yasa hükmüdür. Bu ilke ve anayasa/yasa hükümleri yazılı olduk­ları yerde kalmayıp, toplumsal yaşama da uygulanmıştır. Böyle­ce; yüzyıllar boyu baskı ve kıyım koşullarında itilen, kırılan, ezi­len ancak eğilmeden, ulusal değerlerinden ödün vermeden hoş­gö­rü özlemi ile yaşayan Aleviler için gerçek bir can simidi özel­liğinde olmuştur.

 

 



[1] Stephan Bonart’dan aktaran, Çetin Yetkin, İktidara Karşı Türk Direniş ve Devrimleri Başlangıçtan Atatürk’e, Otopsi Yayınları, III. Cilt, İstanbul, 2003, s.877.

[2]Aşağıda ana hatlarına değinilecek olan Osmanlı dönemi Dersim konulu raporlarının özetlemesinde; Ali Kaya, Başlangıçtan Günümüze Dersim Tarihi, DemosYayınları, İstanbul, 2010 yapıtı ile Dersim Jandarma Umum Komutanlığı Raporu (1932), Kaynak Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2010 yapıtlarından yararlanılmıştır.

[3]Dersim Jandarma Umum Komutanlığı …s. 164.

[4]A.g.y., s. 13-18.

[5]A.g.y., s. 263.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile