KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR - DENEMELER (1.)

“ YÜREĞİMDE İNCE DALLAR KIRILIR”…

KÜÇÜK PRENSE MEKTUPLAR (DENEMELER) – (2014)

Ayhan Aydın

Hayalin ötesinde, sonsuzluğun sınırsızlığının dışında mutluluğun ne olup olmadığını çok sık sormuştu yazar genç yaşlardayken.  Yaklaşık otuz yıldır sorduğu sorunun yanıtını alamadan bedbin, huysuz, kararsız, çoğu zaman karamsar sürükledi zincirler bağlanmış ayaklarından acıklı yaşamını. Çok genç yaşta ölenler vardı, intihar edenler, intihar eder gibi yaşamını tüketenler…

Niceleri geldi, niceleri geçti şu dünyadan. Niçin geldiler, niçin gittiler kimse bilmedi, bilemedi tam.  Dipsiz bir derin kuyudaymışçasına, karabasanlar içinde yolunu kaybeden yaralı bir atlı gibi öfke soluyan nice tedirgin ruhlar gezindi bu dünyada.

Niceleri örselenmiş yaşamına avuntular aradılar, niceleri, niceleri…

Şimdi de yazar zaman zaman eskilere dönerek, oralara dönmekten zevk alıyormuşçasına geçmişine uzun uzun baktı, acaba geleceğimi geçmişimde bulabilir miyim avuntusuyla.Yazar Ayhan Aydın'ın resmi

Evet, evet zaman zaman da çok mutlu oldu gerçekten; geçmiş özellikle çocukluk elbette mutluluk kaynağıydı. Sonu uçurum olmayan çocukluk günlerinin sevgisi, özlemi, aşkı insanı mutlu kılar, tatlı bir rüyaymış gibi insana huzur verirdi.

 

Ama ne kadar sürer, ne kadar insanı avutur, ona teselli olabilirdi, onu teselli edebilirdi?

Yazar bunların da dalgalı denizlerde yol almak isteyen kayıklarınki gibi zor, kan ter dökerek avuntulu bir şekilde ufuktan umut beklemekten farklı bir şey olmadığını çok iyi biliyordu.

Babasıyla çatışıyordu, zaman zaman annesiyle de çatışıyordu, çevresiyle çelişiyordu, okulda aslında hiç de mutlu değildi, hep tartışıyordu birileriyle. Bambaşka bir dünyanın insanıydı ama bu dünyada yaşamak zorundaydı. Peki, nereye kaçabilirdi, nerelere gidebilirdi, kendisini nasıl mutlu edebilir, bu sıkıntıdan nasıl kurtulabilirdi?

En çok ilkokul döneminin mutluluk günlerini hatırlıyordu. Her şey balın tadındaydı, yedikçe daha çok mutluluk vereceğini bildiği ve çok yedikçe de tadı azalmayan balın tadındaydı her şey… Doyasıya oyunlar, doyasıya ders, doyasıya koşmaca...

Ama sonra o mutlu hayaller birer birer tükendi, yaşamın karamsar yüzü görünmeye başlandı. Lise dönemi hiç de mutlu bir dönem değildi. Ama resimler başka öyküler de anlatıyor, kendi kendisine yalan mı söylüyordu? Yazar yalan söylemezdi, söyleyemezdi. O yalan söyleyememe hastalığına sahipti. Peki, burada bir çelişki yok muydu? Bir yandan karamsar, umarsız, ümitsiz bir ruh; diğer tarafta sürekli okumak isteyen, araştırmak isteyen, başka yerlerin, başka mutlulukların hayalini kuran meraklı bir yürek. Bu pek ala da olabilirdi dedi kendi kendine. Ben kedimi aldatmıyorum, yalnızca insanlar ikiyüzlü. Böyle söylemekle bazı sorunlardan mı kaçıyordu? Bunu da zaman zaman kendisine sormadı değildi. Ama her zamanki gibi dürüst bir insan olduğu için bunun da doğal olduğunu anlamakta gecikmedi.

Keşke insanlar bu kadar anlayışsız, hoşgörüsüz olmasaydı...

Keşke çocuklar birlikte çalışmanın erdemine varabilselerdi...

Okul denen, bayrak denen, Atatürk denen, ders denen nimetin ne tatlı bir mutluluk kaynağı olduğunu fark edebilselerdi.

Okulda en çok öğretmenlerini sevdi ve tabii ki bazı arkadaşlarını da. Aslında okulu niye bu kadar sevdiğini hiç bir zaman da tam anlayamamış, kendisine de açıklayamamıştı. Hatta çok iyi hatırlıyordu neden acaba evine çok da yakın olmayan ilkokula okul dışında da, hafta sonları da zaman zaman gider orada arkadaşlarıyla buluşup oynamayı tercih ederdi? Hatta bir defasında onu koca yapısından dolayı kaleci bile yapmışlardı. Kocaman bir kale taşını ayağının üzerine düşürmüş, başparmağı şişmiş, morarmış, babaannesi de bir gün iğneyi ateşte ısıttıktan sonra bir batırmış içinden icran çıkınca öyle şaşırmış, öyle rahatlamıştı ki!

Dünyanın tüm sokakları onundu, tüm bilyeleri, tüm virane evleri, tüm kuşları...

Dünyanın tüm tarih kitapları bile onundu. Bir keresinde nasılsa, o zaman ilkokulda nasıl oluyorsa, okuduğu kitabın dışında da bir tarih kitabı okumuş, ders kitabıyla onun arasındaki farkları keşfetmişti. Bu onun zeki bir insan mı, yoksa meraklı bir insan mı olduğunu gösterirdi?

Hatta ilk okuduğu kitabı ölünceye kadar da unutmayacaktı; annesinin pazardan evet semt pazarından aldığı Arı Maya kitabını hiç bir zaman unutmamış, unutmayacaktı da. Orada pazarda kitap da mı satılıyordu? Resimli bir kitaptı, hem de okuması da çok kolaydı, yardıma giden bir Arı Maya ve onun arkadaşı vardı kitapta. Hatta şimdi daha iyi hatırlıyor; neden acaba annesiyle pazara gitmeyi bu kadar çok seviyordu. Çoğu insan ve çoğu çocuk bunu istemezken?

Her şeyden önce annesini ne kadar sevdiğini, ona ne kadar bağlı olduğunu hatırladı. Alış veriş yapmayı da seviyordu. Annesi az da olsa, elindeki tüm parasıyla bolca meyve alıyordu. Kendisinin en çok sevdiği şeydi bu. Ama babası hiç sevmiyordu meyveyi, meyve sevmeyen bir insan!

İlkokul, ortaokul, lise...

Bir üniversiteye de başlamıştı yazar ama o kadar çok sıkılıyor, o kadar çok sıkılıyordu ki bu okuldan, bir an önce kurtulmak istiyordu. Sadece okuldan mı; Ankara’dan, Mamak’tan, Babasından, ortamdan, çevreden... Her şeyden çok sıkılıyordu. Hayatında bir değişiklik yapması bir zorunlulukta, bir mecburiyetti. Ve ilk hayat sınavını verip İstanbul’a bir başka okulda okuma macerasına atıldı. Yeni bir şehir, yeni bir okul, yeni bir çevre...

Peki, yazar bu okulda, bu şehirde aradığını bulabilecek miydi?

Annesinin gündelik işlerde çalışarak gönderdiği para olmasa değil okuması burada barınması da mümkün değildi.

Büyük bir merak, büyük bir aşk, büyük bir sevdayla bağlandı İstanbul’a, yeni okuluna... Kolay değildi hayat, birçok zorlukları içinde çoğu zaman karamsarlığa düşmeye başlamıştı yazar.

Lisedeki sıkıntılı dönemden sonra şimdi de mi bu devam edecek, bu “ruh sıkıntısı” seni hiç bırakmayacak mı? Deyip zaman zaman üzülerek, karamsar bir halde dünyaya bakmayı sürdürüyordu.  Bir kaçışın eseri mi, bir kurtuluş reçetesi araması mıydı bilinmez hayatında en çok kitap okuduğu dönem bu dönem olmuştu işte.

Başta şiir olmak üzere, edebiyat türleri, araştırmalar, incelemeler, tarih, inanç konuları...

Hiç ara vermeden okuyordu.

Okulda, okul yakınlarındaki kütüphanede, kendi satın aldığı kitapları, arkadaşlarının kitaplarını... Yüzlerce kitap okuyordu...

Zaman zaman Küçükçekmece Gölü kıyısına, kimi zaman deniz kenarına gidiyor, hüzünlü hüzünlü hayaller kuruyordu. Bazen de Kadıköy’de Moda’da aynı şekilde denize bakıp geleceğine ilişkin karamsar karamsar düşünüyordu?

Gerçi çoğu insanın zaman zaman sorduğu sorulardı; sonrası ne olacak? Sonum ne olacak? Bu berbat yaşam daha iyi olacak mı? Bir evim olacak mı? Bir sağlam işim olacak mı? Üzerimden bu yükleri atabilecek miyim?

Ama yazar her şeye rağmen okulun kendisini mutlu ettiğini görüyordu. Okula karşı bir ilgi ve sevgi besliyordu ama ne yazık ki ilkokula, lise gösterdiği aşkı şimdi gösteremiyordu. Aslında okulda aradığını bulamamıştı. Eğitiminde de, ortamından da, hocalarından da, arkadaş çevresinden de çok memnun değildi. 

Okuldan, İstanbul’dan, yaşamdan uzaklaştığını daha ilk yıllarda hissetmişti.

Hay aksi!

Bu böyle olmayacaktı, bunu böyle hayal etmemişti!

Bunu nasıl aşabilirdi? Okumak, okumak, okumak...

Başka şeylerde vardı; sürekli panellere, sinemaya, sergilere, toplantılara, etkinliklere, dergilere gitmekle; yeni yeni insanlar tanımakla çevresindeki basit daireyi aşabilir, önündeki engelleri kaldırabilirdi.

Annesinden aldığı yardım, aldığı burs ve dördüncü senesinde okulun dışında bir işte çalışması onu ekonomik yönden rahatlatmıştı. Ama karamsarlık aynı karamsarlık, kaygı aynı kaygıydı; aradığımı bulamadığım İstanbul’da ben ne yapacağım?

Üç sene yurtlarda kaldıktan sonra halasının yanında kalmaya başlamış okulu böylece bitirebilmişti. Yollar, ortamlar, insan ilişkileri kendisini yormuştu. Babasından, çevresinden, şartlardan sıkılan yazarı İstanbul’da da benzer ve daha da fazla sıkıntılarla karşılamıştı.

Daha ne olabilirdi ki!? Her şey ortadaydı; okulda eğitim düzeyi iyi değildi. Yabancı dil eğitimi yoktu. Dar gelirli bir aileden geliyordu, şimdi ise yurtta kalmak zorundaydı. Her gün gürültü, patırtı... Bir de üstelik pis mi pis bir ortam. Ama her zaman kendi meleği olarak gördüğü pırlantasının, annesinin sayesinde bunları aşabiliyordu. Annesi öyle özveriliydi ki; ekmek parasından kestiği paraları ona gönderiyor, hatta yararlı olur diye, Fransız Kültür Merkezi Dil Kursu’na bile bir dönem gitmeyi başarmıştı bu sayede.

Ama ne yalan söylemeli kendisi de çok başarılıydı. Yurttan hatırlıyordu; bu şartlarda benim okumam mümkün değil, deyip daha ilk senesinde birçok kişi tası tarağı toplayıp çekip gitmişti memleketlerine.

 O maddi sorunların, yurtlarda yaşadığı olumsuzlukların üstesinden gelmeyi başarmıştı.

Yani yaşamda kalmanın, hayatı idame ettirmenin yollarını öğrenmişti. Yeri geliyor; sinemadan ödün vermeden, kitaptan ödün vermeden, fotoğraf çekmekten ödün vermeden yazar, kendi beslenmesini de ihmal ediyordu. Göbeğini görenler bırak yahu; bu göbek seni yalanlıyor, hiçbir zaman yemeden durmamışın, deseler de bu doğru değildir. Parayı kontrol etmeyi üniversitede döneminde başarmıştı ama bir de bunu devam ettirebilseydi!

Hiç bilmediği semtlere giderdi, tarihi eserleri seyreder, doğa-tarih-mekân bağlamında İstanbul’u yaşamaya çalışırdı.

Hiç durmadan koşturuyor, merak ediyor, geziyor, okuyor, yeni diyaloglar kuruyor, iş arayışlarını sürdürüyor, hayatın acılı girdaplarında hep tek başına yol alıyor, almaya çalışıyordu yazar.

En çok dergileri seviyordu. Her türden dergi okuyor, her türden kitaptan hoşlanıyor, aslında her türlü ortama girmeye çalışıyordu.

Ama içinde, derinlerde bir sancısı, sıkıntısı, hüznü onu hiç yalnız bırakmıyordu. Hiç bir zaman mutlu olamıyordu. Mutlu bir insan değildi. Ama mutlu anları vardı, hayattan zevk alıyordu, hayalleri vardı, hayata dair planları vardı. Hayatı gelişigüzel yaşayan bir insan değildi. Nazım Hikmet’in dediği gibi; hayatı ciddiye alan birisiydi aslında.

Acaba zaman zaman hayatı çok mu ciddiye almıştı, sorun burada mıydı?

Düşündüğünde aslında bazı şeyleri ne kadar büyüttüğünü, kendi kendisiyle bazen çok baş başa kaldığını, kendi yalnızlığını kendisinin beslediğini hatırladı.

Yurtta, odada, göl ve deniz kenarında, kitap okurken, iş ararken, sokaklarda, insanlarlayken bile neden bu kadar yalnızdı, neden bu kadar yalnızlaştırıyordu kendi kendisini?

İnsan bu kadar yalnızlıktan, hüzünden, karamsarlıktan mutlu olamaz ki!

O da bunu biliyordu ama elinde değildi, onun yapısı böyleydi. O buydu. Bu lisede başlamıştı. Çok çok karamsardı, çok üzgün, hüzünlü, mutsuz bir insandı aslında.

Zaman zaman düşünüyor yazar gerçekten için kan ağlayan bir palyaçomuydu hayatın karşısında?

Kimseye maskaralık yapmamıştı ama hayata karşı biraz da olsa mutlu mu görünmek istiyordu? Kendisini mi kandırmak, annesini mi biraz daha fazla mutlu etmek istiyordu gerçekte?

Yoksa tüm gemiler çoktan yanmış, bütün köprüler yıkılmış mıydı?

Uzayda Küçük Prensi hiç olmamış mıydı?

Yalan bir dünyada mı yaşıyordu ilk günden beri?

Böyle tuhaf tuhaf soruları aslında zaman zaman kendisine çok sorardı. Ama hemen bunlardan vazgeçerdi. Bazen bu soruları sormakta kendisini mutlu ederdi. Ama nedense kendisiyle tam baş başa kalmaya korkuyordu yazar.

Dağ başlarında bir günlük ömrü olan bir çiçek miydi kendisi? Yoksa böyle bir çiçek mi olmak isterdi?

Ama bunca gayret, bunca okuma, yazma neyin nesiydi öyleyse?

Bunca hayat, bunca gülüş, espri, geziler, sinemalar, resimler, fotoğraflar, sokaklar...

Hepsi birer yalan mıydı, yoksa?

Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini tam bilemeyen yazarı farklı kılan buydu işte.

Müthiş derece fırtınalı bir iç dünyası vardı aslında; sürekli değişen bir ruh hali ona hâkimdi.

Kendi kendine yetişemeyen bir kişilik vardı yazarın karşısında… Dostu da, düşmanı, zenginliği de, fakirliği de, yalnızlığı da, çoğulculuğuyla kendisiydi aslında.

Bazen aynalar karşısında kişinin kendi kendisiyle konuşmasının iyi geleceği söylenir. Acaba bu doğru mudur?

Doğru olmasa bile bazen kendi kendimizle konuşuruz, kendi kendimizi yargılarız, neden ben bunu yaptım, söyledim, deriz. Aslında ben buyum, deriz. İnsan kendisiyle baş başa kalında kendini yargılar, sorgular. Yazar ise bunda bir sınır tanımıyordu (tanımıyor).

Karşımızda bambaşka bir insan var, bambaşka bir yazar vardır? kimi zaman çok karamsar, kimi zaman çok iyimser, kimi zaman umutlu, kimi zaman tüm umutlarını kaybetmiş, bitmiş bir vaziyettedir.

Bunun bir ortası yok mudur?

Yeryüzündeki her insanda olması gerekir, ortası denen şey. İşte yazarın derdi belki de buydu? Kendi kendisiyle tam tanışık, barışık değildi. Zaaflarını, hobilerin, hayallerini, beklentilerin, sınırlarını, mutluluk çizgilerini biliyordu ama tam anlamıyla kendisiyle bir bütün olamıyordu, kendisini tam tanımıyordu; çünkü tanımak istemiyordu.

Otuz yıldır kara bir hastalık gibi içinde gezen onu zehirleyen istediği hayatı sürememesiydi. Çünkü o kendini aldatıyordu; çevrenin, ahlakın, işin, ailenin, dünyanın çevrelediği hayatında kendi kendisiyle barışık yaşamıyordu! Rol yapmayı sevmiyor, dürüst bir insan gibi davranıyordu ama bu tam böyle değildi işte! Kendisini tam tanımayan, kendisine tam saygı duymayan, kendisiyle tam barışık olmayan kişi hastalıktan kurtulamıyordu. İşte yazarın hastalığının altında yatan en önemli nedenlerden birisi buydu. Her zaman olduğu gibi gereksiz şeyleri büyüten yazar, bal gibi de doğru olduğunu bildiği bazı önemli şeyleri küçümserdi.

Değerleri üzerine yaşadığını söyler her zaman yazarımız. Ama kendisi için neyin değerli olduğuna hep toplumsal dinamikler karar vermiş, hayatına bunlar yön vermiştir. Düsturların buzulları altında ezilen kişiliği, yeni şekiller alıp yaralarla her darbeden sıyrılırken, yaşama sevincini daha da fazla kaybettiğini görmesi uzun sürdü yazarın.

Sonuçta; hayatta en çok iş yerinde örselendiği sonucuna vardı.

Kişiliği, kimliği, yaratıcılığı, haklılığı ezilmiş; kemik kırılır gibi onuru kırılmış ama o, o sertlikte tavır alamamıştı bunu yapanlara karşı...

Rüyalarında onu kovalayan üç başlı, salyalı, ağzı kanlı devasa yaratıklar aslında onun yanında olan, ona hayatı zindan edenlerden başkaları değildi...

Sürekli engellerle, iftiralarla, yasaklarla, hakaretlerle, örselenmelerle geçen yıllar...

İş, aş, üretim, geleceğe bir şeyler bırakma hırsı, sözlü kültürü yazıla hale getirme; belgeleme, kayıt altına alma koşuşturmaları, halka yararlı olma idealleri görüntüsünün arkasında; bunların birer yalandan ibaret olduğunu, çevresindeki insanların inandığı tüm değerleri kendi kişisel menfaatleri için kullanan yalancılar ve hırsızlar çetesi olduğunu geç anlayan; kendi hatasının bedelini, ruhunun yarısını öldürerek veren ağır yaralı bir kişiydi artık yazar...

İdealleriyle, hep güzellikler üreten, iyiyi isteyen, araştırmayı, çalışmayı, derleyip toparlamayı isteyen; sonuçta sen burada hiç bir işe yaramadın, hiç bir iş yapmadın, denilip kapı dışarı edilen, nankörlerin elinden yaralı, işsiz yazar...

Ruhunun yarısını da kaybetmemek için artık daha dikkatli olmalıydı… Yaşamı çok seven, onu sevenlerin de çok olduğu bir dünyada başka yıllar, başka olanaklar, seçenekler de vardı…

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile