NE GÜLECEK NE DE AĞLANACAK HALİMİZ VAR

NE GÜLECEK NE DE AĞLANACAK HALİMİZ VAR

Bu Resimlerden Birincisi Sinan Boztepe ve İkincisi Xhemali (Cumali) Sejdija Beni Dava Etmiş!

(Yazı biraz uzun, sonuna kadar okursanız sevinirim. Muhabbetlerimle.)

 Yavuz Hırsız Ev Sahibini Bastırırmış. (Türk Atasözü)

İsmet İnönü’ye ait bir söz vardır; "bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur."

Çok şükür ki, artık hem günlük yaşamda, hem de zaten yaşamımız olan 30 yıllık Alevi Bektaşi Araştırmalarında yaşamadığımız kalmadı.

Deli – dolu bu yüreğin sürüklenmediği bir vadi, bir dağ, bir ova; yemediği bir rüzgâr, fırtına da yok gibi. Dur bakalım, yaşam bize daha neleri gösterecek.

Uzun yıllar boyunca çalıştığım Cem Vakfı’nda her daim yine üretmek, Alevi Bektaşi değerleri doğrultusunda hizmet etme aşkı ön plandaydı. Burada da her zaman yanlışların karşısında olduk. Kötü yöneticilerin, sahte dedelerin, yanlış işlerin karşısında olduğumuz için yaşamadığımız da kalmadı. Şimdi Cem Vakfı’ndan ayrılmış olsalar bile, benim yaşadıklarımın binde birini yaşamayan bazı isimler, Cem Vakfı’na tek toz kondurmuyorlar. Benim binde birim kadar orada iş yapmayan, binde birim kadar orada bulunmayan bazı dalkavuklar, bu kurumun her türlü nimetinden benden bin kez fazla yararlananlar bir satır yazı yazınca kuduruyorlar. Kişilik erozyonu buna denir sanırım. Biz yanlışların karşısındayız, zaten bir kişiyi hiçbir güç, benimsemediği bir kurumda o kadar uzun sürü çalıştıramazdı, herhalde. Tekrar ediyorum her daim yanlışların karşısında olduk. Ama o yanlışlar bazılarının doğruları olduğu için bu kadar feryat ediyorlar demek ki. Bazıları da yedi yıl olmuş ayrılalı, beni hala “Cem Vakfı’nın adamı” diye nitelendiriyor. Bir bakıyorsun, Cem Vakfı’na söylemediğini bırakmayan adamlar, ertesi gün Cem Tv.’de boy gösteriyor; zaman oluyor, İzzettin Doğan’a en adi küfürleri savuranlar sonra,  “a olur mu, Cem Vakfı çok büyük işler yaptı, Hoca’nın emeklerini kimse ödeyemez” diyor aynı ikiyüzlü şarlatanlar ordusu… Kim bunlar? Her kurumda olan, sayıları yüzlerle ifade edilecek kadar çok, çıkarı için fırıldak gibi dönebilen sözde çok devrimci, demokrat, solcu, Alevi, çıkarcı asalaklar sürüsü…

Veremeyecek hiçbir hesabım, yeryüzünde konuşmayacağım hiçbir konu, gerekirse tartışamayacağım hiçbir kimse yok.  Benim davam atadan dededen aldığım şekliyle dürüstçe bu Alevi Bektaşi Yolu’na hizmet etmektir. Bunu samimi bulmayanların tümünün şu veya bu şekilde Aleviliği Bektaşiliği kullandıklarını gördüm, anladım.

Daha önce yazdım; Aleviliğin Bektaşiliğin değerleri, ilkeleri bellidir. Herkesin kendine göre yaşamları, görüşleri, uygulamaları olsa da, çok ciddi bir şekilde sağa – sola çekilecek bir mesele yok ortada. Aleviliğin Bektaşiliğin yüzyıllar boyunca çok sağlam bağlarla oluşmuş, örülmüş, belirginleşmiş Yol, erkân, usul, ahlak, sürek, ahkâm gibi, kural, yapı, işleyişleri bellidir. Çektiği çileler bellidir, sürdüğü dava, yol, inanç ve kültür sistemi, yapısı bellidir. Siz Ona milyonların dediği gibi Alevilik, Bektaşilik deyin yeter. Olanı görün yeter, yaşananı anlayın yeter. Dili, gönlü neyi söylüyor dinleyin yeter. Aleviliği Bektaşiliği ya yaşayın, ya yaşatın, ya araştırın, ya da sorunlarını dile getirin, sorunlarının giderilmesi için yardımcı olun yeter.

Alevi - Bektaşi toplumu adına meydana çıkanların bir kısmı aynen söylendiği gibi meselenin özünden, doğrularından yola çıkarak güzel çalışmalar yapmışlar, eğer dile getireceksek, Cumhuriyet Dönemi’nde ve son otuz kırk yılda dernekler kurmuşlar, araştırmalar yapmışlar, cemler sürmüşler bunu böyle ortaya koymuşlardır.

Ama zamanla Alevilik Bektaşilik’le ilgilenenlerin önemli bir kısmının derneklerin, vakıfların, cemevlerinin, bunların başında olanların, yazarların, dedelerin, ozanların, akademisyenlerin, bu konuyu ele alan genç araştırmacıların önemli bir kısmının son zamanlarda iyice belirginleştirdiği gibi, ana amaçlarının; bu alanda çalışmak, bu yola hizmet etmek değil de, bundan, Alevilik – Bektaşilik Yolu’ndan faydalanmak olduğu iyice anlaşılmıştır.

Kişiler, kurumlar kendi algı, bilgi, beceri, hedef, amaç, kurgu dünyaları çerçevesinde olayı ele alır olmuşlar, Aleviliğe Bektaşiliğe hizmetten ziyade bu ana yapılardan şu veya bu şekilde yararlanmak, kendi dünya görüşleri ve hedefleri doğrultusunda, kendi yarattıkları kitlelerle bu yapıyı yönlendirmek, yeniden tanımlamak gibi bazı derin sorunları beraberinde getiren uygulamaları yeğlemişlerdir.

Tüm bunlar sonucunda “İslam İçi – Dışı, Ali’li – Ali’siz, Devlet Karşıtı- Devlet İçinde, Tek Tip Cemli – Geleneksel Yapılı, Ocak- Tekke Eksenli – Sivil Toplum Kurumu Eksenli, Eski  - Yeni/Modern” gibi yeni yeni tartışmalar bu yapının içine sokularak, Alevi – Bektaşi toplumunun asıl izlediği yol saptırılmış, sorunları, hedefleri gölgelenmiş, yer yer ideolojik tartışmalar işin içine sokulmuştur.

Kentleşme olgusuyla birlikte kendi kimliğini araştıran, sorgulayan, okuyan, yazan geleneksel yapıdan kopmuş boşlukta bulunan çok büyük kitleler de bazı merkezlerin içlerine soktukları bu tartışların içinde kendilerini bocalar bir şekilde bulmuşlar, bir taraf seçmeye şu veya bu şekilde zorlanmışlardır.

Alevi Bektaşi kurumları bu aşamada çok belirgin olmuş; Avrupa’da, Türkiye’de kurumların açıklamaları, çıkışları, dolayısıyla yanlışlıkları da son otuz kırk yıllık süreçte Alevilerin Bektaşilerin üzerinde derin etki yaparak, bu topluluğun kendilerini şu veya şekilde var etmelerinde görünen o ki, maalesef zamanla parçalayıcı rol oynamışlardır. Aradan kâhinler daha doğrusu kendisini kahin, filozof, yarı peygamber vs. sayanlar sıyrılmış, eski tapınak şövalyeleri gibi fırtınalar estirerek “yazar, lider, prof., dede, ozan, bilinmezi bilen, mazlum Alevilerin Bektaşilerin haklarını gasp edenlerden alacak yiğit savaşçı” portreleri çok çabuk bir şekilde ortalığı doldurmuştur.

Bu kıymeti kendinden menkul kişiler, çeşitli çelişkiler, alt – üst oluşlar, köklerini aramakta olan, tutunacak dal arayan kitlelerde olduğu gibi, Alevi Bektaşi toplumunun can simitleri olduklarını iddia ederek bu toplumun içine girmişlerdir.

İster devlet yönlendirmesi deyin, ister durumdan vazife çıkarma deyin, ister işsiz güçsüz, kendine yeni bir ilgi alanı arayan “kafayı sıyırmış”, karısını boşamış, işten atılmış, bir yerde barınamayan asalaklar sürüsü deyin, ister doğu toplumlarında halen devam ettiği gibi büyüye hala inananlara özgü bir şekilde kurtarıcı arayanları iyi görüp gözetleyen kurnazlar sürüsü deyin, ne derseniz deyin birçok kişiye de kapı açılmış oldu.

Artık ortalık; “uzman” yazardan, dededen, ozandan, “işini gücünü bu işe feda etmiş gözü yaşlı özveri abidelerinden”, vallahi billahi tek derdim Aleviliğe hizmet etmek, deyip otuz yıldır oturduğu deri koltuklardan bir türlü kalkmak istemeyen başkanlara kadar, bir sürü çıkarcı insandan geçilmez oldu.

Huri’lerden, Luviler’dan, Hatti’lerden Hatta Hermes’ler, Zeus’lardan bu yana “bu Anadolu kimin yurdu lo” diyenlere karşı canım bizim yurdumuz elbette ama “durum, şu, şu, şundan ibaret” deyip “Yol Rehberliği” yapan, a olur mu o bizim “Mirşid’i alem ocağımız olur, ona karşı çıkarsan çarpılırsın” diyen klan Şamanlığından putperestlik belirtisi gösteren güce tapma yani yüzyıllar boyunca “ulul emre itat” etmeyen bir kitleyi bu sefer geleneksel yapıyı kullanarak “inanç adına, din adına” sömüren bir avuç ucubeye kadar bir çok insan tipini gördü bu toplum, bu köklü Alevi Bektaşi dünyası…

Hiç başaramıyorum, kısa yazı yazmayı. Daha hamız, bir gün belki ustalaşırız…

 

Can dostlar;

Alevilik Bektaşilik elbette sadece Anadolu’ya özgü bir öğreti, yol erkân bütünlüğü değil; geniş coğrafyalarda yaşayan, yaşatılan, farklı şekillerde de olsa varlığını sürdüren artık üzerinde hemfikir olduğumuz şekliyle tümüyle kendine özgü inanç pratikleri, kendine özgü bir tarihi, yazılı- sözlü litaratürü, başka topluluklarda olmayan kendine özgü değerleri olan bir yapı.

O yüzden hiç eğip bükmeden konuyla ilgili herkesin söylediği, gördüğü Alevilik Alevilik’tir; Alevilik ne Sünnilik, ne Şiilik içinde değerlendirilemez.

Ama devletin veya bazı gurupların hayalini kurdukları şeylerden birisi de, Aleviliği – Bektaşiliği kendi özgün yapısından koparmak, fazla bir farkı yok, aslında özü aynı, aynı dinin, aynı coğrafyanın ürünü deyip Sünnilik ve Şiilik içinde eritmek ve yok etmektir. Bu ise bir kişiyi boğazını kese kese öldürmek demektir, diri diri insanı yakmakla eşdeğerdir. Alevilik Alevilik’tir. Alevilik kendisi olduğu zaman Aleviliktir, başka bir şeye dönüşmeye başlayınca o Alevilik’ten çıkmıştır.

Bugün ülkemizde Alevilerin – Bektaşilerin yaşadıkları – yaşayacakları çok ciddi tehditlerden birisi de, tarihsel, inançsal vs. bağlar kurularak, bu inancın İran Şii İslam inanç sisteminin bir parçası olduğu yönündeki saptırmalardır. Ehlibeyt, On İki İmamlar sevgisi ve ilgisinden başlayarak adım adım, ciddi bir çalışma ve kurguyla Alevi Bektaşi yapısını Şiilik içinde göstermek, Alevi Bektaşi toplumundan devşirilen kişi ve guruplarla bu yapı içinde bir gedik açıp, kanserli hücreler gibi bu yapının için nüfus etmek isteyen bir sinsi oyunla karşı karşıyayız. 1980’li yıllarda Çorum’da oynanan ve kısmen başarılı olan bu oyunla binlerce Alevi Şii olmuştur. Son yirmi yılda artan bir gayretle başta İstanbul olmak üzere çok ciddi bir tertiple Aleviler hatta Bektaşiler arasında Şiiliğin yayılması için çok büyük gayretler gösterilmektedir. Ama en acısı da, bu olayın (virüsün yayılma alanı) ana merkez üstlerinden birisinin de artık Avrupa olmasıdır. İçlerinde çok genç üniversite okumuş, okuyan kişilerinde bulunduğu bazı guruplar, dernekler, yapılar içinde, kendilerine gösterilen derin büyük hayranlık sonucu çok büyük bir İran destekli Şii çalışmaları boy vermiştir. Alevi gençleri Şiileşmektedir. Bunu abartı diyen ahmaklara tek sözümüz Avrupa’da kaç yüz Alevi gencinin İŞİD’e katıldığını gerçekte bilip bilmediklerini onlara sormam olacaktır. (Bu arada bu Şii- Caferi guruplardan Sivas’da diri diri yakılan insanlarımızı anan, olayı kınayan bir açıklama duyan var mı?)

Bugün çok sistemli bir şekilde hemen tüm cemevlerinde, kurumlarda Şii misyonerlerin çalışmalarının arttığını söylemek zorundayız. Haa bunu da doğuran biraz da işte yukarıda işaret ettiğimiz şekliyle Aleviliğin değerlerini yaşatmak yerine onun değerleriyle oynayan, toplum mühendisliğine soyunan kurum başkanlarının, kimi yazar, dede, ozan adı altındaki “beynemazların” zehir akıtır gibi toplumun içine tam anlamıyla nifak tohumu ekmeleridir. “Etki – Tepki Yasası”dır bu. O çok okumuş insanlar bunları bilir ama kabul etmezler. Toplumun yüzyıllar boyunca oluşmuş temel değerlerine küfredersen, alay edersen, çiğ lokmayı kendin yemeden topluma yedirmeye çalışırsan o toplumu Şiileştiren misyonerlerin işini kolaylaştırırsın. Bu sefer onlar kadar sen de bir tehlikesin, onlar kadar bir tehditsin bu topluma kardeşim, lafın özü bu!

Düşman bu menzil alır, dur durak bilmez. Şiiler zaten ezelden beri Bektaşilerin baş düşmanlarıdır. Onlar “Seyyidlik, Dedelik, On İki İmamcılık, Mehdilik” adı altında Alevi ocak sistemini, Buyruk eksenli inançları hedef almışlardır. Bektaşilik ise onlara göre; Hacı Bektaş Veli’nin kurduğu bir tarikattır, öğretileri, ilkeleriyle kurmaca bir yapıdır, önlerindeki en büyük engeldir. Ne tezat ki, bir Bektaşi babası, bunların ağına maalesef ki takıldı, çok bilinçli olmasına rağmen, “ben okudum İmam Cafer Sadık gibi büyük bir insan, böyle basit bir kitabı yazmış olamaz dedim, sonra araştırınca Şii kaynaklarına yönelince gerçeği orada buldum” demişti. Tüm uyarılara rağmen, Şiiliğe göre inanç nasıldır, içinde abdest, namaz resimlerinin de olduğu kitabı yazarak buna Alevilik – Bektaşilik olarak sunmuş, bir kazık çakıp bu dünyadan göçmüştür.

 

Sinan Boztepe

Cem Vakfı’nda çalıştığım dönemde, zamanın yöneticilerini uyardığımız gibi, dede olmayanların posta oturtulmaması gerektiğini, her dedeyim diyene kapı açılmaması gerektiğini, geleneği yaşatanların yolu sürenlerin değerlendirilmesi gerektiğini söylememize rağmen tüm öneri, uyarı, tavsiyelerimiz hiçbir şekilde dikkate alınmadı. Konuyu daha önce yazdım, yazsam bir kitap olur zaten, çıkarcı insanlar ve onlara göz yuman yöneticiler bunları dikkate almadılar. İşte işi çıkara, şarlatanlığa vurduğu çok bariz olduğu halde, ismini artık zikretmek bile istemediğim ama yazıklar olsun ki, hala Cem Vakfı’nda bulunabilen bir kişi tüm bu Aleviliğe zarar verenleri koruyarak, beni düşman ilan etti ve bana yapmadığını bırakmadı. (Bir gün hepimiz ölüp gideceğiz şu fani dünyadan, hiçbir şekilde o sözde dedeye haklarımı helal etmiyorum.) Bu çıkarcılar bezirgânının koruduğu isimlerden birisi de Sinan Boztepe isimli şahıstı.

Sinan Boztepe Malatyalı bir kişi. Cem Vakfı’nda kendisine sunulan fırsatları iyi kullanıp, televizyonlarda boy gösterip, posta oturtulup yıllar yılı o kurumdan maaş aldı. Sonra oradan ayrıldıktan sonra mecrasını iyice değiştirdi. Şimdi ise Alevi toplumu içinde Şii görüşleri yaymak için tüm hızıyla çalışıyor. Alevi erkânını ayaklar altına alıp, onu yok sayıp, yok edip, bir hançer gibi Alevilerin içinde Şiiliği yayıyor. Ben de bu kişinin Alevilere, Alevi toplumuna verdiği zararları zaman zaman dile getirmiştim. Bu kişi, “kendisini hedef gösterdiğim” için beni dava etmiş. Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Suçları Soruşturma Bürosu’na “Şüpheli” olarak gidip Mart ayında ifade verdim. Hedef gösterdiği dediği yazı zaten “Alevi toplumuna zarar veren bu kişiye hiç tepki göstermeyecek miyiz?” tarzında bir yazı. Adam adım adım Aleviler içinde çalışmalarına devam ediyor, hem de bunu kamuoyuyla paylaşan beni dava ediyor. Amaç, biz davamızın da, çalışmalarımızın da arkasındayız, demekten başka bir şey değil aslında…

Evet, bu yolda nice “Sinanlar” gelip geçti ama sonuçta bu topluma zarar veren kişi, “ben buradayım, çalışmalarıma devam ediyorum, bunu bilesin, bilesiniz” demesidir.

 

Harabati Baba Tekkesi

Xhemali (Cumali) Sejdija

Daha önce tüm ayrıntıları yazıldığı için dostlar bunlara bakabilirler, Makedonya’da Tetova kentinde, 480 yıllık Bektaşi Harabati Baba Tekkesi bir işgali yaşıyor. 20 yıldır sürekli, hiçbir ödün vermeden, hiçbir kurum adına vs. olmadan bir Alevi – Bektaşi hizmet eri olarak, bu tekkeyle ilgili araştırmalar yapıyorum, bundan da öte, bir ocak- tekke insanı olarak Bektaşiliğin burada yaşanma şeklini gözlemleyip, oranın bir ferdi olarak, oranın davasına sahip çıkıyorum.

Orayı işgal eden irade, Bektaşileri oradan atmak, tekkeyi tümüyle sahiplenmek için yıllardır akıl almaz yol ve yöntemlerle, yılmadan işgalci politikalarına devam ediyorlar. “Dinsiz Bektaşiler, buradan sizi atacağız elbette, siz kim olduğunuzu sanıyorsun, Hıristiyanlar gibi sizi buradan süreceğiz”, diyen bu gurup içinde Xhemali (Cumali) Sejdija isimli şahıs tekkeye gelen herkese baskı yapmakta, zaman zaman insanları darp etmektedir. Daha önce profesyonel rehberlik yapan bir kadının kamerasını parçalayan, bir akademisyene saldıran, ben zamanında adam da öldürdüm, deyip silahlı fotoğraflarını paylaşan bu kişi son yıllarda bana kafayı iyice takmıştı. Sürekli oraya gitmemden, tekkeye sahip çıkmamdan büyük bir rahatsızlık duyan bu şahıs Kuzey Makedonya İslam Dini Birliği denen kurumdan maaş alan “bekçilik” görevinde olan bir kişi. Sayısız kez olay çıkaran, insanlara baskı ve zulüm yapan bu kişi tekkeye her gittiğimde, “burada ne arıyorsun, sen kimsin”, gibi ifadelerle sürekli bana sataşıyordu.

En son geçtiğimiz yıl, yine tekke’de Derviş Abdülmüttalip Bekiri’ye yardımcı olmak, tekkede biraz da dervişlik yapmak için burada 33 gün kaldım. İşte bu duruma iyice sinirlenen bu şahıs, sonunda öfkesini dışa vurup, bir gün fiilen bana saldırdı. Seni burada yok edeceğim, bak senin başını keseceğim, diyen bu saldırgan telefonuna sarılarak birilerini aradı, en fazla beş on dakikada gerçekten beş altı kişi tekkeye geldi. Seni yok edeceğiz, diyen bu kişiye karşı orada bulunan insanlar araya girdiler. Almanya’dan tekkeyi ziyaret eden bir dostumuz, yine Türkiye’den burayı ziyaret eden iki kişi olaya şahitlik ederken, Derviş Abdülmüttalip Bekiri Makedon polisini aradı. Yine hızla oraya gelen iki Makedon polisi görgü şahitlerinin söylediklerini bir tutanakla kaydettiler. Ama en dikkat çeken husus ise, kapıda el işaretleriyle beni tehdit etmeye devam eden saldırganın tavırlarına karşı bu iki Makedon polisinin sonsuz sakinlikleriydi. Ya aynı durumu defalarca yaşamış olmalarından, ya da şu veya bu şekilde bir şey yapamamalarından dolayıdır bu sakinlik, kim bilir?

İşte can dostlar, telefon çaldı, Sarıyer Emniyet Amirliği’nden beni aradılar. Ben de 4 Haziran’da oraya gittim. Pek de inanmak istemedim ama gerçekten de hayretler içinde kaldım. Senin başını keseceğim, diyen Xhemali (Cumali) Sejdija, beni mahkemeye vermiş. Oda Tv.’de yazdığım bir yazıda onu hedef göstermişim! Bir Makedon vatandaşı, bir kişiyi ölümle tehdit eden kişi, avukat tutuyor, Türkiye’de birisini mahkemeye veriyor!

Evet, zaten bunların durumu budur, çok büyütmemek gerekir mi, demek gerekir yoksa başka bir şey mi?

İşte dostlar, adamlar böyle. Biz davamızı güdüyoruz, diyorlar.

Bu davalar sadece benim davalarım mı? Yoksa hedef Aleviliğin – Bektaşiliğin öz değerleri, öz davaları mıdır?

 

Ali Timurtaş Özmen

Ben geçenlerde, “Birlik Meydanı Yıkılmasın” diye bir yazı yazdım. Gerçekten de, biz özümüzle Yolumuza bağlıyız ve hizmet ediyoruz. Gösterişle, planla – programla, çıkarla, bir beklenti içinde olan ikiyüzlüler gibi menfaatle işimiz olmaz. Hem manevi olarak, hem de kişi olarak ocağımızın bağlı olduğu merkez olması nedeniyle de özel bir bağım olan Hacı Bektaş Ocağı’na, Serçeşme’ye ve de yüzyıllar boyunca bazı eksik- hatalarına rağmen bu alanda hizmet yürütmüş Yolun yaşamı için ana merkezlerden olmuş Hacı Bektaş Çelebileri ve onların bugünkü temsilcisi olan Veliyettin Ulusoy’a bir bağlılığım var.

Son dönemde dergâh üzerinde çeşitli oyunlar oynanıyor, her kafadan bir ses çıkıyor, herkes bir baş olma yarışına giriyor. Ben de bununla ilgili bir kısa yazdım.  “Birlik Meydanı Yıkılmasın” dedim. Ne hikmetse, burada eleştiri konusu olan hususları kendine mal eden, Ali Timurtaş Özmen denen kişinin kim olduğu ve neye hizmet ettiği anlaşılmış oldu. Hiçbir kurum, kişi ismi vermeden yazdığım yazıdaki “para için, makam için, bir yerlerden aferin almak için her türlü hileli yolun içine giren haramzade, düşkü, şaşkın, ikiyüzlü bölücüler” ifademden dolayı beni, “İftiracı” ilan etmişler. Kim İlan Etmiş? Ocakzadeler Meclisi Sözcüsü Ali Timurtaş Özmen, denilen şahıs. Kendisini ne tanırım, ne bilirim.

Akıl tutulması diye buna derler. Demek ki benim yazımdaki sözlerin muhatabı olarak kendinizi görüyorsunuz. Bunu kendinize yakıştırıyorsunuz. Benim yazımda kurum, kişi ismi yok. Ben genele bir yazı yaşmıştım.

Sevgili dostlar; bu vasıfları kendilerine layık gören bu insanlara ben acımıyorum, üzülmüyorum de aslında.

Yine aynı oluşumda yer alan Hüseyin Arslan denen kişi, Ali Timurtaş Özmen bu yazıyı sayfasında yazınca, “ben Ayhan Aydın denen kişiyi mutlaka göreceğim yüzüne tüküreceğim”, demiş.

Elbette niye tükürmeyesin, niye kusmayasın canım benim, ama biliyorsun ki bana tükürdüğünde senin o kusmukların irinleşmiş bedenine geri dönecektir.

 

Benim meselem daha başka…

 

Son üç yıldır Yunanistan’da Seyyid Ali Sultan Dergâhı çevresinde büyük oyunlar oynanıyor. Biz de yine yol aşkıyla “doğrunun, Alevi – Bektaşi değerlerinin yanında yer alan gezgin bir gönül eri” olarak her daim şundan bundan dilenerek elde ettiğim yol paralarıyla, vize paralarıyla yollara düşeriz… (Sanırım yirmi kez gittiğim, fotoğraflarla, videolarla yörenin tanıtımını yapıp, burada olan bitenleri dünyaya haber yaptığım buradaki kurum bir kez bana 100 Euro vermişti.)

Orada da Geleneksel Aleviliği – Bektaşiliği ayakta tutmak isteyen Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti’nin yanında olduk, alternatif etkinlik yapanlara karşı, bölücülük yapanlara karşı doğrunun yanında olduk…

Elbette ölene kadar da yolumuzdan dönmeyeceğiz…

Ama orada, utanç duysam da yazacağım gibi, kontrgerilla üslubuyla, inancını yaşayan-yaşatmak isteyen insanlara yeryüzündeki en aşağılık sıfatları yakıştıran insanlıktan nasibini almamış bir güruhun temsilcileri, bana da bir yazılarında, “tetikçi” ve bir yazılarında “piç” demişlerdi.

 

“Tetikçi ve piç”…

Peki, kim bunlar? Türkiye’den yönetilen, Balkanlar’da Erenler Bağı’nın ilk ocağı- dergâhı, kapısı Seyyid Ali Sultan Dergâhı’nı her yolu kullanarak işgal etmek isteyen, bin yıllık töreyi yok etmek isteyen bedeninde katil ruhu taşıyan, karanlık güçlerin kansız azmettiricileri…

Kim Bunlar?

Tarihler boyunca Alevilere, Kızılbaşlara, Bektaşilere “mum söndü yapıyorlar, bunların kestikleri yenmez, Komünist dinsiz bunlar” diyenler.

Kim Bunlar?

Bizi Maraş’ta, Çorum’a, Sivas’ta kesip, yakan gerici – faşist yapının birebir uzantıları.

Neden mi bu kadar net konuşuyorum. Bazı arkadaşların çıkar kokan ellerinden çıkan yazılarla yanıt verme gereği duydukları, sorularında, sayfalarca yazdıkları yazılarda gerçekten de “tetikçi...” kimlikleri ortaya çıkan ve bu toplumu çok yakından takip eden, bir katil şebekesi mensubu kişi özellikleri oldukları için net konuşuyorum.

Ama yine bu kadar acı olan yön ise; bu olayları yaratanlarla işbirliği yapanların, yani gelip Edirne Valiliğinde, müftülüğünde palazlandırılan bu gurubun bir parçası da, Aleviye – Bektaşiye kin, nefret kusan, gerekirse silah atacak zihniyet, Alevilerin Bektaşilerin kanından – canından olan sözde bazı dedelerin de bostanlarında, bağlarında gezmeleridir.

Ama işte can dostlar;

Düşman oyununu elbette oynar ama burada gittikçe belirginleşen durum şudur; dost kim, düşman kim!

İsim vermeme gerek yok; işte tüm bu yapılar içinde çıkar için, menfaat için yolunu satan, bu yol uğruna hayatını ortaya koyanlara kahpe kurşunlar sallayanlarla bir araya gelebilen ikiyüzlü namussuzlar var aramızda…

Benim asıl derdim karşımızda olanlar değildir. Onlarla işbirliği yapan; gerçek kimliklerini belli eden, hepsi aslında aynı şeye hizmet eden, Alevi – Bektaşi düşmanlarıyla olduğu kadar, onların işbirlikçisi, ortağı olabilen, çıkar için Yolu’nu, babasının-atasının-ulusunun töresini, namusunu satabilen sahtekârlardır.

Bir kısmını tanıdığım, ama özellikle de son yıllarda, devlet –AKP eksenli hiçbir etkinliği kaçırmak istemeyen, aralarında ahlaksız – şarlatanların da olduğu bir yapı içinde bulunan, kurum yöneticilerini, sözde yazarları ve özellikle de dedeleri görünce sadece ve sadece utanıyorum.

 

Utanmak yetiyor mu?

 

Yüzyıllar boyunca ne bedeller ödenerek bugünlere gelen ulu Alevi Bektaşi Yolu adına üzülüyorum.

 

Uzun olmuş, bir iki satır daha uzun olsun yazı, ne yapayım, dert çok!

 

Can Dostlar,

Sevgili Okurlarım,

Dedeler, ocaklar – tekkeler, babalar Alevi Bektaşi Yolu’nun bel kemiğini teşkil eden ana yapılardır. Yolun işleyişi, zaten apaçık bellidir.

Yeter ki, Yol yürüsün, erkân sürülsün…

Bizim dedelerimiz, babalarımız, ozanlarımız, âşık ve zakirlerimiz, sadık ve kamberlerimiz atalarından neyi görmüşlerse onu uygulamışlar, tarihler boyunca geleneksel yapıyı yaşatıp bugüne getirmişlerdir.

Son yıllarda yaşadığımız doğal sorunların dışında, doğal olmayan şeylerle karşılaşmaya başladık. Bunlardan birincisi de maalesef bazı dedelerimizin, dedelik hizmetlerini yerine getirmeyi bırakıp bambaşka alanlarda boy göstermek istemeleridir.

Sözde bu kurumda ve genelde 30 yıl boyunca belki de en çok hizmet etmeye çalıştığım, emek verdiğim, çile çektiğim, tek bir kuruş menfaatim olmayan, yüz yüze en az beş yüz söyleşi yaptığım dedelerin durumu beni çok üzüyor gerçektende de…

 

Güzel dedem, ayağına niyaz edip, ocağına - ecdadına kurban olduğum dedem/dedelerim;

 

Sözüm çoğunluğa değil hâşâ, haddimi bilirim, bir yol oğluyum, sözümüz ikrarını bozanlaradır…

 

  • Senin/sizin için Alevi Bektaşi değerler manzumesi olan yol mu önemli, makam ve mevki mi önemli!
  • Yürüttüğün cem mi önemli, kürsü kürsü gezip, “din – iman” edebiyatı yapıp, imam hatipliler gibi nutuk çekmen mi önemli!
  • Halkınla, talip kitlenle, yörenle, köyünle, obanla muhabbet etmen mi önemli, o yörenin, o ilin, ülkenin siyasileriyle düşüp kalkman mı önemli!
  • Beş yüz yıl önce dedenin yaptığı gibi ilim – irfan meclislerinde, cemlerde, yarenlerinle, taliplerinle, sorunları konuşup, görüş alış – verişinde bulunup, çözümler üretmen mi önemli, birilerinin emrine girip, küçülmen mi önemli!
  • Sevgili dedelerim, birçoğunuzun dedelerinin, babalarının yaptığı gibi; kendisine verilen “nezirleri, hakkullahları” ne isim adı altında olursa olsun, verilen her şeyi öz çocuğundan ayırmadıkları fakir bildikleri talipleriyle paylaşmaları mı önemli, şimdi bir kısmınızın yaptığı gibi hangi belediyeden, hangi partiden, hangi kurumdan bana ne gelir deyip ağırlığınızı kaybedip kapı kapı el açmanız mı önemli!
  • Gül yüzlü dedem, ahde vefa vardır, sadıklık vardır, turaplık vardır yolumuzda, ben mi size bunları söyleyeceğim; ocağınızın, köklerinizin, ulu erenlerin yolunu bırakıp, dernek, vakıf, kurum, oluşum ne olursa olsun, gerekirse onların yaptığı yanlışa bile evet demek vardır mıdır, ulu yolumuzda?
  • Kendisine dede deyip meydanlarda gezen sevgili canlar, sizin atanız, dedeniz, ulunuz, piriniz, rehberiniz, mürşidiniz nasıl bir yol sürüyordu? Bu belli değil mi? Belli. Bu yolu sürmeniz çok mu zor?
  • Yolu sürmek çok zorsa, tarafsız, benlikten geçip, tüm insanları kucaklayamıyor isen, niye ben “dedeyim, pirim, ocakzadeyim”, şuyum buyum diyorsun?
  • İmam Hüseyin’in kanlı gömleğiyle, âlemi nura batıran atasını gerekirse dara çektiği posta oturan dedem, yolu yürütmeyip dedikodu ediyorsan, bu iki yüzlülük değil midir?
  • İki dinli olmadan söyleyin bize bugün milyonlarca insanın kan ağladığı, düşüncesinden dolayı insanların darağaçlarında sallandırıldığı, Aleviliğin değerlerini kâfirlik olarak gören bir sistemin- rejimin adı olan Şiilik’le bizim ne ilgimiz vardır!
  • Bizim özü ve duygusu olmayan; vaiz gibi ezbere, kitaba – kâğıda bakarak, basmakalıp bir konuşmayla ne işimiz vardır!
  • Eyvallah, Kuran’a eyvallah… Kutsal kitap kabul ediliyor. Ceddine kurban olduğum dedem, senin atan, deden değil, senin öz baban Kuran’ı Kerim’i eline alarak mı Aleviliği yürütüyordu, cemleri yapıyordu, yoksa Yolun kurallarına göre mi Yolu, cemi-erkânı sürüyordu?

 

Sevgili dedem, dedelerim;

 

Sözüm çoğunluğa değil hâşâ, haddimi bilirim, bir yol oğluyum, sözümüz ikrarını bozanlaradır…

 

  • İlahiyatçılarla düşe kalka, idarecilerle konuşa koklaşa, mülki erkân -vali makam araçlarına bine ine, Alevi değerlerini unutmaya başladınız, farkında mısınız?
  • Elbet vardır bir mazeretiniz, ne bileyim belki kızınıza, oğlunuza bir iş lazımdır, insanoğlu bazen “tövbe benliğe” derken, benlik deryasına düşebilir insan, kim bilir?
  • Öyle ya sizin ne eksikliğiniz var hocalardan, din adamlarından, devletin tüm olanaklarını haram helal demeden yutan Diyanet Reisi ve şurakasından, onlar gibi saygı görmek istiyorsunuzdur kim bilir, devlet protokolünde?
  • Ne bileyim işte belki oturduğunuz post size çok küçük geliyordur, artık sizi sıkmaya başlamıştır, epey terliyorsunuzdur…
  • Dünyayla, manevi âlemi, haram’la, helal’i bazılarınız ayıramıyorsunuzdur?
  • Pir Sultan’ların, Hatayi’lerin nefesleri urgan gibi boğazınızı boğmaya başlamıştır belki…

 

Gerçek dedelere lafla değil, özümle canım kurban, tenim tercüman…

 

  • Ey kendini kaybeden, geçmişini, köklerini, hedefini bilmeden türlü gemilere binip yol almak isteyen şuurunu kaybetmiş kendisine dedeyim, diyen çıkar bezirgânları, sözüm sizedir, sizin gibileredir.
  • Bu yolda Otman Baba’nın torunlarının olduğunu unutmayın, çok coştunuz çok, bazı şeyleri unutuyorsunuz… Eski talipler de kalmamış, oto kontrol da kalmamış, yol da kalmamış, erkân da kalmamış… Hırslı olan, ciddi bir planı olan, onurunu kaybetmenin pişkinliği ve şuursuzluğunda olanlar çoğaldı…
  • Egonuzu yenip, turap olup, atalarınızın yolundan gitmeyi içinize sindiremeyip, sadece ve sadece yola hizmet edip, her ortamda, her mekânda, sadece ve sadece doğruların yanında İmam Hüseyin’lerin yolunda Darı Mansur olup, dar-ı didar gören Seyyid Nesimlerin, Pir Sultan’ların ulu yolunda olmayacaksanız, gelir sizi o meydan evinizde dara çekenler olur…
  • Yol cümleden uludur, yolun sahipleri vardır…
  • Bu kadar aymaz olmayın…
  • Bu kadar kaypak olmayın…
  • Bu kadar çıkar peşine düşmeyin…
  • Bu yol gerçekten teker teker hiçbirimizin tapulu malı değildir.
  • Tüm mesele; maalesef cesaretli, inançlı, fedakârca çalışan insanların seslerinin kesilmesi, it izinin, at izine karışmasından ibarettir.
  • Benim ve benim gibilerin bu alanda beklediği hiçbir şey yoktur. Hayır diyen varsa yazsın, bu yoldan en azından ben ne menfaat elde etmişim, söylesin. Teker teker yazsın. Ortaya koysun.
  • Ankara’dan bir arkadaş her gün rakı kadehini kaldırıyor havaya… Keyfi çok yerinde maşallah…

Çileyi çeken bizim gibi bu yolda fedakârca çalışanlar, sefasını süren birileri…

  • Sefayı sürün, sürün de bedel ödeyin biraz, daha fazla sorumluluk alın, yazarlar, gerçek dedeler, ozanlar, akademisyenler, sizin niye hiç sesiniz / soluğunuz çıkmıyor, tüm yaşananlar karşısında onu anlayamıyorum?
  • Çoğunuz “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözünde olduğu gibi çekilmişler bir taraflara, gömmüşler devekuşu gibi kafayı yerlere…
  • İnsanız, Alevi de olsak; panellere, konferanslara Avrupa’ya çağırılalım, bize yazar densin, kitaplarımıza sponsor olsun oradaki arkadaşlar, bize akademisyen densin, kitaplarımız satılsın, el üstünde tutulalım, saygı görelim, diyorsunuz.

 

Ne güzel, ne güzel, ne güzel…

 

Peki, güzel yazarlarım- dedelerim –babalarım- ozanlarım- akademisyenlerim,

 

  • Yolun yaşaması için hiçbir yerden destek almadan sadece bir Alevi – Bektaşi olarak kendi imkânlarınızla ve vicdanınızın rehberliğinde;
  • Hangi köye gidip de, hangi araştırmayı yaptınız, hangi derde ortak oldunuz sizler?
  • Yolun yaşaması için neler, neler yaptınız örneğin? Onca yaşanan sorun karşısında ne sorumluluk alıp, ne yaptınız sevgili dostlar?
  • Yine lafım batmasın, hepinize demiyorum, dünya yansa umrunda olmayan masasında çakılmış, her gün bir büyük buluşla Aleviliği yazan, alıp – satan büyük yazarlara sözüm biraz da…

 

İşte can dostlar;

Alevi Bektaşi toplumunu çevreleyenleri daha iyi görebiliyor muyuz?

Aleviliğin Bektaşiliğin en temel yapı taşları dedeler – babalar / ocaklar – tekkeler, cemler, inanç yapıları sarsıntı geçirince, açılan yarıklardan, düşman da iyi keşfettiği bu boşluklardan giriyor içeriye.

Bu kadar kör müyüz bizler?

İnanç merkezleri, kitleler üzerinde etki eden dedeler, babalar gibi etkin kişiler üzerinden Alevi – Bektaşi toplumuna saldırıyorlar.

Dedeleri, babaları, ocak, tekke merkezlerini, cemevi ve dernekleri ellerine doluyorlar. Çıkarla birilerini satın alıyorlar, yanlarına çekiyorlar.

Tarihinde hiç olmadığı kadar satılmışın olduğu bir yerde, bu çağda, elbette ki, Diyanet’in de, Devletin de, İran’ın da işi hiç bu kadar kolay olmamıştı…

Diyanet İşleri Başkanı’nın bazı Alevi önderlerine öptürdüğü aslında Kuran’ı Kerim değildir. Onun öptürdüğü ve bunun sonucunda büyük bir huşu içinde ağzını kulaklarına götüren duygu; bin yıldır bin bir yolla size yapamadığımızı, hiç zorlanmadan yaptık; Emevi’den, Osmanlı’ya ve günümüze size ödettiğimiz kanlı tarihimizin fermanlarını size öptürdük, düşüncesinin yeryüzündeki en büyük mutluluğunun duygusudur.

Hiç mi atalarınızı, atalarınızın ödediği bedeli düşünmediniz?

Bugün devletin girmediği hiçbir kurum kalmamıştır. Ya da bir başka deyişle siyasete bulaşmamış hiçbir kurum kalmamıştır. Tüm kurumlarımızın içinden siyasette el, gövde, baş sallayan birileri mutlaka olmuştur.

Cem Vakfı’nın adı çıktı, devletle ilişkiler deyince. Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı’nın temelini 1994’de Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel atmadı mı? Cumhurbaşkanlığı ödeneğinden oraya yardım etmedi mi? Kurdeleyi de Tansu Çiller’le yine Demirel kesmedi mi? Eeee… Ha efendim Cem Vakfı örtülü ödenekten para alıyormuş! Örtülü – örtüsüz ayrımı var yani. Devletin bütçesinden, 1998 yılında Aleviler adına Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı’na 425 milyar lira gibi önemli bir para aktarıldı. Bu paranın akıbeti zamanla örtülü oldu gitti… Bu manada bu iki kurum arasında ne fark var? Sürekli hedef saptırmak için sadece belli kurum isimleri zikrediliyor.

Ve diğer tüm kurumların ne farkları var birbirlerinden?

Cem Vakfı’ymış, Federasyonlarmış, Solcusuymuş, muş, muş, şuymuş, buymuş, hepsi aynıymış…

Ankara’dan bir önemli kurumun başındaki bir “yoldaş”ın, “para gelsin de nereden gelirse gelsin” deyip, ülkücü önderlere kadar düşüp kalkmadığı kimse kalmıyor. Bir zaman İzzetin Doğan’a ağır küfür içerikli yazı yazıyor (beni de onun piyonu olarak zikrediyor.) Çorlu’daki bir etkinlikte yerlere kadar İzzetin Doğan’ın önünde eğilip, sevgili hocam herkes keşke sizin kadar Aleviliğe hizmet etse, diyor. TİKA’dan en büyük projeleri alıyor. Avrupa’daki yoldaşlar da bizim en büyük düşmanımız TİKA’dır, diyor. Avrupa’daki yoldaşlar Türkiye’deki bu yoldaşını sürekli söyleşilere, konferanslara çağırıyor, konuşturuyor bir Alevi âlimi, uleması, kâhini olarak… Kadını aşağılayan, çalıp – çırpıp kitap yazan, havadan geçinen bir asalak…

Öleyim sizin yoldaşlığınıza…

Ankara’dan yine bir gözü açık daha var… Bu Ankara da çarpıyor adamı, hani. Çaycılıktan vakıf başkanlığına yükseldi yıllar içinde. İşsiz, güçsüz, eğitimsiz, açlıktan ağzı kokan bir zavallı. Ama ne zavallısı bak Diyanet Reizi’nin binemediği arabaya o biniyor şimdi, ağzında yarım metre puroyu tüttürerek…

“Düddürü Dünya”…

Vay Aleviler vay, birisi sizi iyi ki çok ciddi ele alıp yazmıyor…

İşin iyice çivisini çıkarmışsınız da birçoğunun haberi yok…

Hepiniz aynısınız sonuçta, adlarınız, illeriniz farklı olabilir; iyisiniz- hassınız tek derdiniz Alevilik filan değil, kişisel ihtiraslarınız, çıkarlarınız, hegomanya kurmak istemeleriniz, insanları yanlış yönlendirmeleriniz…

İyi niyetli toplum size güvendi, sizi saydı, sizin arkanızdan gitti samimiyetle, umutla…

Onları yüz üstü bıraktığınızı anladığı için de, gidiyorlarsa da, türbelere, inançlarının bazı gereklerini yerine getirmeye gidiyorlar o kurumlara…

Şekilleri değişik olsa da, tümü birbirine benzemeye başlamış sizin suratlarınıza hayranlıklarından değildir, kaldıysa son ilgilerinin nedeni de içlerindeki inançtır…

 

En son bir şey söyleyeyim de hem tatlı bitsin yazı, hem de içimdeki ben de kalmasın…

 

İzzettin Doğan – Turgut Öker

Ben otuz yıldır bu camianın içindeyim. Otuz yıldır Sayın Prof. Dr. İzzettin Doğan da, Sayın Turgut Öker de bu camianın içindeler. Hem de en tepesindeler. Bugün Alevi camiasında yaşananların hemen birçoğunun bunlar hem tanıkları, hem mümessilleridirler. Yani Alevilik’le ilgili en ciddi kurumların başında 30 yıldır, bu kurumlarda birçok şeyin olmasının ana nedenleridirler. Zaman zaman aralarında bunlar kavga ettiler, tartıştılar, birbirlerini mahkemeye de verdiler. Ben her ikisiyle de çalıştım. Tek derdim bu yola hizmettir. Bunların bana hiçbir faydaları olmamıştır.

Can dostlar; zaman zaman birbirlerini mahkemeye veren, tehditler savuran bu iki cana sorsanız; Ya sayın Turgut Öker, Ayhan Aydın’ı (ya da siz okurlardan herhangisi birisini) mı tercih edersin, yoksa İzzettin  Doğan’ı mı, diye? Ne demek o söz, elbette ki İzzettin Doğan’ı, diyecektir.

İzzettin Doğan’a sorsalar, Ayhan Aydın’ı mı tercih edersin, yoksa Turgut Öker’i mi? Ne münasebet yahu elbette Turgut Öker’i, diyecektir. Ben buna inanıyorum.

30 yıldır bu toplum bu haldedir. Herkes halinden de memnundur, sözde düşmanı gibi görünen (kasıtlı olarak gösterdikleri) en yararlı, aslında işlerine en çok yarayan can simitlerinden de memnundurlar, düzenden de memnundurlar, sistemden de memnundurlar, devletten de memnundurlar, her şeyden de memnundurlar…

Belki çoğu şeyi de abartmamak lazım, bizim gibi bazı saftirikler, tutturmuşlar diyar diyar gezip, inancımız yaşasın, bir dergâhı daha göreyim, bir nur yüzlü dede daha tanıyayım, muhabbet edeyim, demişler.

Tüm bunları tam anlamıyla yıllar yılı görmemişlerdir/görememişlerdir.

Mahzuni Şerif’in dediği gibi; “Dokunma dünyanın yalan keyfine – İpini eline dolamış gider…”

Her toplumda bu böyle olmuştur belki de, Alevilerin de bundan niye bir farkı olsun ki!

Tüm bunları sütten çıkmış bir ak kaşık gibi kendisini büyük bir veli nimeti sayan bir kişi olarak, söylemiyorum, yazmıyorum.

Ben biraz da ironi yapıp, toplum adına soruyorum, yazıyorum, yorumluyorum.

Beğenen beğenir, beğenmeyen, kabul etmeyen beğenmez – kabul etmez.

Tüm derdim şu; iyi- kötü bu yollara çıkıldı, yol alındı.

Ama artık istisnasız tüm Alevi Bektaşi kurum yapısının değişmesi değil, yıkılması, yeniden yapılandırılması gerekir.

Alevi hareketinin de, Alevi toplumunun da önündeki en büyük engellerden birisi, bugün sözde eleştirdikleri Recep Tayyip Erdoğan Muktedirliğinin, tüm Alevi kurumlarında da yerleşmiş olmasıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın ruh ikizleriyle dolup taşmıştır Alevi kurumları…

Tüm sorun Türkiye’de, Balkanlar’da, Avrupa’da mevcut, eleştiri, öneri kabul etmeyen, hiçbir kurumun değil de Alevilerin – Bektaşilerin Yolu’nu sürmek isteyen binlerce insanın buralardan dışlanması, onların düşman ilan edilmesidir, mesele…

Benim gibi düşünmüyorsan, düşmansın!

Parçalaya parçalaya kurumları bitiren kafa, çıkarcı kafadır.

Öz be öz Alevi olduğu, aynen kendisi gibi tüm değerleri ve hakları yaşaması gereken insanları dışlayan kafa Cem Vakfı’na da, Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu’nun tüm yapılarına ve tüm Alevi kurumlarına hâkim olan tek tipçi kafadır.

Alevilik’de Bektaşilik’te tek- tip yoktur, dayatma yoktur; hoşgörü vardır, muhabbet vardır, konuşmak vardır…

30 yıldır, kendisini bu toplumun tek temsilcisi gören, yüzde yüz artık anladığım gibi bu Yola, bu topluma zarar veren bir dayatmayla kuramlarda hep öteki’ni, öbürü’nü, sahte düşmanı’nı, başkası’nı yaratan kafa aynı ruhun kafasıdır; bencilliğin, egoizmin, dayatmanın, çıkarın başıdır.

Kesilip atılası başı…

Baş olmak kaygısı, umudu, hevesidir.

Baş olursa, muktedir olursa, daha çok kesimi yönlendirip kendisine bağlarsa, kendi sözünü daha çok geçirirse daha büyük bir nüfusa sahip olacaktır.

Bu sefer de, hem kendisini, hem de sözde yarattığı kalabalığı daha iyi pazarlayacak, “bak ben ne kadar güçlüyüm, ben tüm Alevilerin temsilcisiyim, diğerleriyse Aleviliğin düşmanlarıdır, onlar ajandır, onlar işbirlikçidir, onlar sapkındır…” diyebileyim.

Yazıyı uzatırsam bir kitapçık olur.

Tüm Alevi kurumlarının açıklamalarına, yorumlarına, kurum temsilcilerinin konuşmalarına bakın, yarıdan bir fazlası hep diğer kurumları karalayan, onları kanatan ifadelerle doludur. 

Hey, hey, hey…

Satır salladığın, hançer soktuğun özbe ve öz Alevi’dir, Bektaşi’dir ey aymaz…

Sözleri ağzından, kaleminden çıkmadan önce bir kez, iki kez, üç kez okusan eğer varsa vicdanın utanırsın…

Alevilerin Bektaşilerin yıllarını böyle tüketen, ömür törpüleri…

Saldırı, birbirinizi suçlama yerine, boş işlerle uğraşmak yerine, Alevi Bektaşi Yolu’nda yürüseydiniz, bu toplum çok daha fazla menzil alırdı…

Boş laf kalabalığı, binleri, milyonları yönlendireyim derken, toplumun enerjisini çalmak…

Bu toplumun parası onlarca akademisyen de yetiştirmeye yeterdi, yazılı, sözlü kaynaklarıyla bu toplumun öz değerleri olan temel eserlerini toparlamaya da, yayınlamaya da, dünyadaki birçok dilde inancımızı – kültürümüzü anlatmak için nitelikli kitaplar – cd.’ler, belgeseller yapmaya da, gül yüzlü yavrularımızı çocuklarımızı, gençlerimizi Yolumuzun değerleriyle yetişecekleri okullar kurmaya da yeterdi…

Bunların olmamasının en önemli nedeni ne dış güçlerdir, ne başka bir şeydir…

Yanlış politikalar, yanlış insanlar, boş ve anlamsız kavgalar, çatışmalar, bundan beslenen ve sadece kendisine çalışan bu toplunun en uyanığı iken bu toplumda en önemli karar verme mercilerine yerleşip bir türlü oralardan gitmeyen vesayetçi, muktedir, bencil, çıkarcı yıkılasıca kafalardır.

Benim tek derdim, bu toplumu daha iyi anlayabilmek için, kavrayabilmek için, belki acaba bir umut olabilir mi dönüştürmek için,  tarihçi – sosyolog- antropolog bazı cesaretli genç beyinlerin bu konuya kafa yormaları, kimseden korkmadan, çekinmeden, taraf tutmadan bu toplumu analiz edecek araştırmalar yapmalarıdır.

Bu gerçekten gereklidir.

Kimse sızlanmasın, hiçbir toplum dokunulmaz değildir. Mademki bir toplum var, mademki birileri (bazıları) yazar, dede, kurum başkanı, akademisyen adı altında sözde bu toplum adına çalışırken zamanla tümüyle olayı menfaat ağı içinde görüp, “proje” ürünü olarak yapıya bakmaya başlamışlar…

Bir kısım namuslu akademisyen de, tüm bunların dışında bu ana yapıya bir baksınlar...

Bu devirde en güzel kelime hizmet ediyorum, lafı…

Bakıyorsun, o “hizmetin” arkasında büyük oranda çıkar odaklı çalışmalar baş göstermiş.

Ortalarda en çok boy gösterenler de dâhil olmak üzere, maddi bir çıkar unsuru olarak olaya bakmaya başlamışlar, sivil toplum kuruluşlarından, üniversitelerden, belediyelerden, AB. Burslarından, TİKA’dan, TÜBİTAK Burslarından yararlanmak için bu konuyla ilgilenir olmuşlar.

Bir araştırma – inceleme sahasında elbette maddi kaynak olmadan bir iş yapılmaz. Adam üç yerden maaş alıyor, her gittiği yerde mağduriyet edebiyatı yapıp, bir de gittiği kurumlardan alıyor…

Gözünü toprak doyursun be…

Ama hemen tümünün işi gücü bu olmuş artık. Toplumun saygısını kazanmış değerli bir akademisyenimiz bir önemli proje yürütmüştü, yıllar önce…

Ama ne tatlı bir şeymiş yahu bıkıp usanmadı, koltuğunun altında dosyalarla, yine yıllar yılı devlet kurumlarının, üniversitelerin, siyasi partilerin kapısını arşınlayıp durdu. Bu meret ne tatlı bir şeymiş, bu para denen şimdi sayısı azalan eski bazı dedelerin “köpek boku” dediği insanı rezil eden şey.

Demek ki bu kadar fırıldaklık, yalamalık, dansözlük, iki yüzlülük bunun için?

Bugün artık, Alevilik - Bektaşilik kişi ve kurumlara göre bir proje konusu olmuş durumdadır.

Birçok kişi bu olaya böyle yaklaşıyor. Neyi, nereye ne şekilde pazarlayıp, bundan nasıl yararlanabilirim. Mesele bu.

Bu kirliliğe bulaşmamış insanlar, yansız, tarafsız bir şekilde bu topluma bakmak zorundadır.

Bu toplumun sorunlarıyla ilgileniyor gibi görünen kurumlar, kişiler bile dün başka, bugün başka laflar söyleyip, dünkü düşmanıyla bugün çıkar için dost olup, aynı bildiriye imza atabiliyorsa, meydanlarda Alevi fedaisi gibi görünürken yine projelerle kendine yatırım yapmaktan başka bir şey peşinde değilse insanlar, iyice işin suyu çıkmış demektir.

Kitleleri toplamak, güzel güzel yaldızlı yazılar yazmanın arkasında da yine menfaat var, çıkar var…

Bunlar varken, ben Sinan Boztepe’ye niye kızayım babam, Cumali’ye niye şaşırayım? Ne yapsın tarih ona öyle bir görev vermiş, perde arkasında başka ellerin olduğu bu sahnede kukla olan Ali Timurtaş Özmen de işini yapıyor. Onun işi de o… Ben ona niye yazı yazayım.

Benimkisi de iş işte; desene ki, hepsi aynı olmuş, bu tiyatro sahnesinde, maskeli balo’da.

Herkes şimdilerde maske takmak zorunda ya, korona virüsten dolayı, maskeli devirlerde yaşıyoruz artık…

Doğru yahu, her birisinin görünürde bir sıfatı var, yüzünde maske yok ama maskeyi yüzünün önüne değil de, arkasına takıyorlar.

 

Daha ne diyeyim, ne söyleyeyim…

 

İsmail Büyüktaş (İCADİ) üstadım, çok sızlandığımı görünce bana bir şiir de yazmıştı. Biraz da ozanlara kulak verip, bırakmak lazım bu işleri belki de…

Etle kemik olmuşuz, her defasında söyleyip, niyetleniyoruz bir türlü başaramıyoruz, biraz tarihe, edebiyata yönelsem çok iyi olacak aslında…

 

Kısaca derdini getirdin dile

Bülbül hasret kalmış o gonca güle

Geçen günler artık hiç gelmez ele

Gel ağlama yeter Ayhan ağlama

 

Sonuçta bu dünyada olduğum gibi yaşadım ama bu Alevi camiasına yaranamadım.

Yani; Alevi’ye güvenme; yarı yolda kalırsın, işsiz, naçar kalırsın, desem yanlış mı anlaşılır acaba? Gençlerimize hep umut vermek isterken, biraz karamsarlık mı vermiş olurum acaba?

Neyse ben bu acıları yaşadım, gerçekleri de söylemek gerektiğine inandım.

Hayat zor ama yine de ölene kadar maskesiz yaşamaya devam edeceğim…

Alevilik – Bektaşilik değerler manzumesidir…

Onun değerlerini yaşayanlara, yaşatanlara ne mutlu…

 

Sizlere maskesiz günlerde, devirlerde can cana buluşmak umuduyla iyi günler diliyorum.

 

Sürçü lisan ettiysek affola…

 

Muhabbet ehline aşk ile…

 

Ayhan Aydın

 

18 Haziran 2020