Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (I)- Ayhan Aydın

Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (I)- Ayhan Aydın
 
Bulgaristan’da Alevilik/Bektaşilik Üzerine...
 
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır

Tuna ezelden Türk diyarıdır

Bilinen tarihler söylememiş bunu

Kalkıyor örtüler, örtülen tarihin

Dinleyin sesini doğan tarihin

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak

Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin

 

Asya’nın ortasında Oğuzoğulları

Avrupa’nın Alper’inde Oğuz torunları

Doğudan çıkan biz, batıdan yine biz

Nerede olsa, ne olsa kendimizin biliriz

Hep insanlar kendilerini bilseler

Bilir ozan ki, hep biziz.

 

Türk sadece bir ulusun adı değil

Türk, bütün adamların birliğidir

Ey birbirine diş bileyen yığınlar

Ey yığın yığın insan gafletleri

Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde

Dünya o zaman görecek hakikat nerde

Hakikat nerde?

 

 (Haluk Dursun, Tuna Güzellemesi, Kubbealtı Neşriyatı, 2004, İstanbul)

 

 

Balkanlar’da Alevîler, Bektâşîler

 

Anadolu ve Balkanlar… birbirini tamamlayan, tümleyen parçalar. Öyle ki, Anadolu’nun da, Balkanlar’ın da, tarihine baktığımız zaman çok renkli, çok boyutlu, geçmişi uzun bir kültür tarihiyle karşılaşılırız. Çok farklı etnik kökenli insanın yaşam alanı bulduğu bu topraklarda birbirinden oldukça farklı dinler ve inanç sistemleri de bir şekliyle varlıklarını sürdürebilmiş.

Hıristiyanlığın birçok kolunun, mezhep ve tarikatların hayat alanı bulduğu bu topraklarda Yahudilik yanında farklı inançların karışımı olan Bogomolizm gibi yapılar da boy verebilmiş. İslâmiyet ise Anadolu ve Balkan topraklarına Türkler sayesinde girebilmiş.

Ama İslâmiyet’in Anadolu ve Balkanlar’da ilerleye bilmesi bugün kendilerine Alevî, Bektâşî, Mevlevî gibi isimler verilen ve o zamanlar da yine farklı isimlerle anılsalar da öz bakımından bir olan Babailer, Haydariler, Torlaklar, Işıklar vd. Kalenderi kollarıyla, yani Alevî-İslâm inancıyla mümkün olabilmiş. Altı yüz yıl boyunca ne Anadolu’da, ne de Balkanlar’da yaşayan Alevî-İslâm inancı birbirinden kopmuş. Balkanlar’a Türk göçleri sürekli devam etmiştir.

Alevî inancının yayılması sürerken bazen ters yönde göçler de olmuş; Balkanlar’dan da Anadolu’ya yoğun göç dalgaları yaşanmış. Dolayısıyla Anadolu’nun kültür ve inanç dünyasının zenginliği neyse, Balkanlar’ın da kültür ve inanç dünyasının zenginliği aynıdır. Buradaki Türk hakimiyetinin ve iskân politikalarının farklılığı Balkanlar’ın altı yüz yıl Anadolu’dan koparmadan gerek devlet yönetiminde, gerekse toplum yaşamında hep önemli ve canlı olmasını sağlamıştır. Fakat ne hikmetse cumhuriyet tarihinden sonra iş tersine dönmüş, bizler çarçabuk unutmuşuz Balkanlar’ı. Niçin unuttuk, nasıl unutturulduk bilmiyoruz ama, ortada çok ciddi bir hatanın ve eksikliğin olduğunu seksen yıl sonra bile halâ inkâr etmeye kalkıyoruz.

Başta 1877/78  Türk/Rus Savaşı olmak üzere Birinci Dünya Harbi, Balkan Savaşlarından sonra yüzbinlercesi katledilse de, sürgün edilse de, zorla yurtlarından göç ettirilseler de; yüzbinler yaşamını sürdürmeyi başarmıştı Balkanlar’da, Türklerin.

Bu unutuşun tek nedeni altı yüz yıl boyunca Türk hakimiyetinde olan topraklarda çeşitli devletlerin kurulmuş olması mıdır? Oradaki Türk nüfusunun az olması mıdır?

Zaman içinde yanlış politikalarla Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insanımızın bazen biraz da zorlamalarla “Anavatan”a “davet edilmeleri midir?”

Tüm bunların sorunun yanıtı olduğunu sanmıyorum.

Tuna boylarını aşıp Viyana kapılarına kadar uzanan bir büyük kültürün yaşatıcılarına acaba Türk devleti biraz ayıp etmedi mi?, halâ bu ayıp devam etmiyor mu? Aynen Anadolu’da olduğu gibi, Balkanlar’da da inancını, kültürünü yaşama konusunda türlü sıkıntılar çeken yüzbinlerce Türk, bu arada Sünni soydaşlarımız yanında Alevîler/Bektâşîler her türlü zorluğa karşı hayat mücadelesi verip, bir zamanlar birlikte yaşadıkları, hatta hakimiyette oldukları halde herhangi bir ayrımcı muameleye tabi tutmadıkları bazı ulusların devlet yöneticileri tarafından uzun yıllar düşmanca muameleye tabi tutulmalarına rağmen dilini unutmamış, inancını unutmadan ayn-i cemlerini yapmayı sürdürmüşlerse bunda bir hikmet aramak gerekir.

Elbette Osmanlı yönetiminde ve hatta cumhuriyet döneminde de Anadolu’daki Alevîler’in yaşadıkları dramlara karşı, hala bu inanç canlı bir şekilde yaşıyorsa bunda bir hikmet aramak lâzım.

Buradaki hikmet Alevî-Bektaşi inancının ve bu inancı yaşatanların Ehl-i Beyt aşkıyla, Alevî-Bektaşi tasavvufuyla kendi varlıklarını, her şart altında yaşatmak istemelerinden başka bir şey değildir. O nedenlerle Balkanlar’da da yaşasa, Anadolu’da da yaşasa, İran’da da yaşasa, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Alevîlerin ortak, kolektif bir bilinçlerinden bahsetmek, aslında yozlaştırılmak istense de ortak bir “belleklerinin” olmasından bahsetmek gerekir.

İşte bugün Bulgaristan’da Deliorman’da cemler sürüyorsa, bugün Yunanistan’da Seyyid Ali Sultân aşkına sazlar çalınabiliyorsa, bugün Makedonya’da Harabâtî Dergâhı’nda, dergâhın malları yağmalanmaya çalışılırken hâlâ bir avuç insan dergahı korumak, Bektaşiliği yaşatmak için hayatları pahasına mücadele verebiliyorlarsa, bu Alevî-Bektaşi inancının ortak değerlerinden kaynaklanmaktadır.

Peki Balkanlar neresiydi? Kimler buralarda yaşamıştı/yaşamaktaydı? Bu topraklardaki inanç ve kültür merkezleri nerelerdi? Türklerin en yoğun yaşadıkları yer olan Bulgaristan’daki başta olmak üzere Balkanlar’daki Alevi/Bektaşi varlığı nasıldı/nasıldır? Bu konulara yanıt verecek yetkin isimlerden birisi olarak Ahmet Hezarfen’in bilgilerine başvurdum. Onunla yaptığım söyleşiyle onun dünyasından Balkanlar’a, Balkanlar’daki Türk-Alevi/Bektaşi varlığına doğru bir kısa yolculuk yapmaya çalıştım.

 

(Ayhan Aydın)

 

Sayın Hezarfen, Balkanlarda sayısız ulus, din, dil, inanç, kültür bir arada. Buna kısaca değinir misiniz?

 

Önce Avrupa haritasını elimize alarak, Balkan Yarımadası’nın bulunduğu yere bir bakalım: Balkan Yarımadası, Avrupa’nın güneyindeki üç büyük yarımadadan birisi olup, Avrupa’nın doğusundadır. Avrupa’ya Soça (İzonza) Nehri’nin denize döküldüğü yerden başlayarak doğuya doğru Sava, Tuna nehirlerinin döküldüğü Karadeniz’e kadar en geniş şekilde bağlanmaktadır.

Burada yaşayan insanlar ırk olarak Slav, Latin ve Türkler; ulus olarak da Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Karadağlılar, Bosna-Hersekliler, Pomaklar, Slav’dır; Yunanlılar, Ulahlar (Romanyalılar), Arnavutlar Latin – Gagavuzlar Türk’tür. Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonyalılar, Bosna-Hersekliler, Karadağlılar, Pomaklar (Bulgar Müslümanı) Slavca’nın güney ağızını; Ulahlar, Arnavutlar ve Yunanlılar Latince; Gagavuzlar Türkçe konuşur.

Bu ulusların din ve inançlarına gelince, iki gruba ayrılır: Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Hıristiyanlar; Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Ulahlar, Karadağlılar, Yunanlılar, Gagavuzlardır. Müslümanlar; Türkler, Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar’dır (Toskalar).

Hıristiyanlar Katolik ve Ortodoks olarak Batı (Roma) ve Doğu (İstanbul) kiliselerine ayrılır. Batı kilisesine bağlı olanlar Hırvatlar, Slovenler, kuzeydeki Arnavutlar (Gegalar), Paulician Bulgarlar’dır. Doğu kilisesine bağlı olanlar da Bulgarlar, Sırplar, Makedonlar, Karadağlılar, Ulahlar, Yunanlılar, Gagavuzlar’dır.

Arnavutluk’un tam ortasından İşkombi Nehri geçer, bunun kuzeyindekilere ”Gega” derler; bunlar, Hıristiyandır. Nehrin güneyindekilere, ”Toska” denir; bunlar, Müslüman olup, çoğu Bektaşi tarikatındadır. Burada bakımlı birçok tekke bulunur. Müslüman Arnavutlar, Yunanistan’ın Yanya, Florina bölgelerinde de çoğunluktadır.

 

Bulgaristan’da doğup büyümenizin yanında, daha sonradan da araştırma ve incelemelerinizle Balkanlardaki, özellikle Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi inanç ve kültürünün ürünlerini derleyip belgelemek gibi çalışmalarınız olduğunu biliyoruz.

Bulgaristan’daki en yoğun Kızılbaş–Bedreddini–Babai–Bektaşi, yani temelde Alevi, yerleşim yerleri nereleridir? Buraları nasıl çekim merkezi oldu?

 

Bütün tarihi kaynaklar, Tuna Nehri’nin alt kısmından Dobruca, Bucak (Besarabya’nın Karadeniz kıyısı), Deliorman, Tozluk, Karalom Havzası ve Gerlova’yı Müslüman-Türk dini yaşamının bir gelişme noktası olarak göstermektedir. Bir zamanlar Bizanslılar, Yukarı Fırat’taki Melitene’li Heretic Ermenileri kaldırıp, Balkan Yarımadası’nda ”Via Militaris” – Askeri Yol, Mithat Paşa şosesi, İstanbul–Belgrad yolu ile Aşağı Miziya dedikleri az önce belirttiğim adı geçen yerlere yerleştirdiler. Avrupa’ya Paulicianliği bunlar götürdü; Ortodoks imparatorların başına bela olan ”Bogomillik”in kurucuları da bunlar olmuştur.

Buralara, daha önce Pelaj, Traklar, Makedonyalılar (Milattan Önce), Romalılar, Bizanslılar egemen oldu. Bu meyanda, önce savaştıkları ve sonradan egemenlikleri altına alarak Hıristiyanlaştırdıkları bazı Türk asıllı aşiret ve kabileleri de (Kuman, Peçenek, Kıpçak, İskit ve Avarlar) bu topraklara yerleştirdikleri bilinmektedir. Buralara yerleşip kalanlar, atalarından gelen, ağızdan ağıza anlatılanları, sözlü geleneği unutmadılar; yeni gelen Osmanlı Türklerin karşısında yabancılık çekmediler. Anadolu’nun değişik bölgelerinde yaşayan ve çeşitli aşiretlere mensup olan çeşitli beyliklerin yönetimine giren Türk halkı, birbirini yadırgar, hatta birbirlerine düşman gözüyle bakarken, Rumeli topraklarına yerleştikten sonra akrabalık ilişkileri, askerlik ve silah arkadaşlığı, alışveriş gibi ilgilerle, birbirleriyle kaynaşıp ”Rumeli halkı” adı altında bir topluluk meydana getirdiler.

Türklerin Balkanlar’a göçü, Osmanlı’dan çok önce başladı. Bu durum, ”Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi”nde: ”Hacı Bektaş, bir gün Arafat Dağı’ndaki Çilehane’den çıkıp şimdi ‘Zem-zem Pınarı’ denen pınarın yanına geldi. Gördü ki, bir çoban bir bölük koyunu pınar yanındaki alana yaymış, gütmede. Hünkâr, çobanın yanına gitti. Arkasını sığadı:

– Adın nedir çoban? dedi. Çoban,

– Adım Sarı Saltuk’tur, ne emredersiniz, elimden geldiği kadar hizmette olayım deyince, Hünkâr,

– Haydi, seni Rum ülkesine saldık, dedi.

Hünkâr, Sarı Saltuk’a bir yayla, yedi ok verdi ve bir kılıç kuşattı, bir seccade sundu. Ulu Abdal ve Kiçi Abdal adlı iki dervişi de yoldaş etti. Sarı Saltuk, Hünkâr’ın elini öptü, ayaklarına kapandı, dua ve himmet aldı, hemen yola revan oldu. Ulu Abdal ve Kiçi Abdal’la Sinob’un üstünden Karadeniz kıyısında Harmankaya’ya (Kara Orman) geldi” şeklinde geçmektedir.

Deliorman, Dobruca, Osmanlılardan önce nüfusça fakir idi. Anadolu’da süregelen çekişmelerden kaçan II. İzzeddin Kaykavus, Bizans imparatorundan kendisine bağlı obaların yerleşebileceği bir yer istedi. Bizans imparatoru da İznik’ten aktarılan Anadolu Türklerini Dobruca’ya yerleştirdi. Bu yörede Sarı Saltuk Sultan müritlerini buldular. Bu Selçuklu Türklerin bir kısmı, II. İzzeddin Kaykavus’la bu bölgeden ayrıldı; fakat çoğu orada kaldı. Bunlar, Gagavuz (Kaykavus) adı ile tanındılar. Tarihçi Yazıcıoğlu Ali’nin dediği gibi, bunlar sonradan din olarak Hıristiyanlığı kabul ettiler. Türkolog Tadeusz Kovalski, araştırmalarında kuzey-doğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’den hareketle, bu bölgede bir grup Kuzey Türk’ün (Bulgar Türkleri) yaşadığını ortaya koyarak, bu Türkler’in daha sonra 1261’de Anadolu’dan gelen Selçuklu Türkleri’yle karıştıklarını söylemektedir.

Türkler’in Anadolu’dan Balkanlara kitlesel göçü, 1352’den sonra başladı. 1361’de Edirne’nin alınması, bu göç dalgalarını daha hızlandırdı. Osmanlı, Selçukların kolonizasyon ve sürgün yönteminden yararlanarak Balkanlar’a Naldöken, Tanrıdağ, Kocacık, Ofçabolu, Vize Türkmenleriyle Tatarlarıyla 1396’dan sonra bu yerlere egemen olunca,

  • Büyük askeri yollar (başlıca şimdiki E-5 kara yolu) boyunca (Çirmen, Hasköy, Filibe, Tatarpazarcık, Sofya, Niş);
  • Kocabalkan geçitlerine,

1. Kıyı Geçidi (Mesevri, Varna, Balçık, Harmankaya),

2. Nadir Derbendi (Aydos, Provadi, Hacıoğlupazarı, İsakça),

3. Çalıkavak Derbendi (Karnobat, Şumnu, Silistre),

4. Kazan Derbendi (İslimye, Osmanpazar, Eskicuma, Hezargrad, Tutrakan, Silistre),

5. Tvarditsa, Demirkapı geçidi (Tırnova, Rusçuk),

  • Ege Denizi boyuna (Dimetoka, Gümülcüne, İskeçe, Drama, Serez, Selanik, Fener/Yenişehir, Avret/Hisar Makedonya, Saraybosna)

yerleştirmeye başladı.

 

Bu, yerleştirilenlerin kurdukları köylerin adlarından anlaşıldığı üzere, Anadolu’dan göç ettirilen Türk nüfusu arasında Saruhanlılar, Menteşeliler, Kayserililer, Yozgatlılar, Alanyalılar, Sinoplular vb. vardır. Saruhanlı, Menteşeli, Elmalı, Yahyalı, Sorgunlu, Ayvacık, Uzunabad (Yabanabad/Ankara), Alaettin (Aladinovo), Samsunlu, Timur’dan kalanlar, İsfendiyar oğullarının ve Menemenli, Harmandalı Aşiretleri’nin de bu bölgelere yerleştirildiği tarihçilerce belirtilmektedir.

15. yüzyılın başında Şeyh Bedreddin Sinop’tan Rumeli’ye geçti, Eflâk voyvodası tarafından himaye gördü. Önce Silistre’ye, oradan Dobruca’ya Kalenderi, Işıkların merkezi olan Sarı Saltuk zaviyesine gitti.

O sıralarda Bulgaristan’dan Sırbistan’a kadar uzanan bölgede ”Bogomilizm” denilen bir mezhebin yaygın oluşu ve bu mezhebin de toplumcu bir nitelik taşıması, Şeyh Bedreddin’in işine gelmişti. Fikirlerini yayıp, nüfuzunu genişletmek nedeniyle, arzusuna uygun Ağaç Denizi/Deliorman gibi Alevi Türklerin çoğunlukta olduğu bir yöreyi seçti. Burası, onun başlatacağı ayaklanma için en uygun yerdi.

Şeyh’in Hıristiyanlığı tanıması da işlerini kolaylaştıracak gibi görünmüştü. Deliorman’da büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştı. Şeyh Bedreddin geniş bir hürriyet taraftarı olarak görülmektedir; ancak o gün için geçerli toplum düzenini kökünden sarsmayı amaçlayan görüşleri, o günlerde büyük heyecan yaratmıştır.

Özelllikle Simavilik her yana dal budak atıp yayılınca, devleti bir endişe almıştır. Türkmenler akın akın Şeyh Bedreddin’i görmeye gelmeye başlamışlar; tarikata katılmışlardır. Bulgar tarihlerinde Şeyh Bedreddin’e yer verilerek, onun Osmanlı Devleti’nde yapmak istediği (toprak reformu) ve (tarımsal eyleme) ilişkin bilgi verilirken, kuzey-doğu Bulgaristan’daki halkların ona bağlılığı anlatılmaktadır.

Hristo Polyakov da Şeyh Bedreddin’in ayaklanması başarıya ulaşsaydı, reayanın durumu çok iyi olacaktı, demeye getiriyor.

1877/1878 savaşından sonra Bulgaristan’da 2358 cami–mescit, 142 medrese, 174 tekke–zaviye, 42 imaret, vardı.

 

Bulgaristan’da Hıristiyanlar, Aleviler ve Sünniler arasındaki ilişkiler nasıldı?

Deliorman ve Gerlova’dakilere ilişkin şunu belirteyim ki, kültürce Sünnilerden çok ileridirler. Köy ve kasabalarda Sünni, Hıristiyan vb. birlikte yaşadıkları toplumlara, hoşgörüyle davrandıklarından, aralarında bir sorun çıkmazdı.

Sünnilerle Hıristiyanların karışık yaşadığı köylerde, Sünniler arasında, su kuyularına kış günü sık sık domuz yağı atıldığı söylentisi çıkar, konu komşu toplanıp kuyudaki suyu kırklarlardı. (40 kova su çekilerek dışarı atılır).

Oysa, kuyu içerisine kar yağdığından, su üzerinde topak topak yüzerdi. Hıristiyanlar, ”Bu korktuğunuz yağ, diğer yağlardan kıymetli ve pahalıdır, hiç kuyuya atılır mı?” diye didinip dururlardı. Çeşme olan yerlerde, ”yalaklara domuz girmiş” diye hiç yoktan kavga çıkararak, birbirine düşman olurlardı.

Bu, çok eskiden beri gelen bir dertti. 1930’lu yıllarda köyümüzün komşusu Adaköy’de Hafız Ağa diye otoriter bir muhtar vardı. Bulgar Kralı III. Boris, sağdıcı Bağryanov’u (Hüseyin Baba–Voden’de çiftliği vardı, 1945’te idam edildi) ziyarete geldiğinde Hafız Ağa’ya da uğrarmış. Bu muhtar, kırım (domuz kesme) yaklaştığında Hıristiyanlara: ”Domuzlarınızı arabaya koyup, sesi işitilmeyecek bir yerde keseceksiniz!” diye emir verir, yıllarca öyle yaptırırmış. Bir akşam, camiden gelirken vurulduğunu işittik. Bu olay, Deliorman’da hayli yankı yaptı. Bunu yapanın Dobrucanlar olduğu sonra öğrenildi.

Hıristiyanlar, Alevileri kendilerine Sünnilerden yakın sayıyorlar: Baba–Oğul–Mukaddes Ruh, Allah–Muhammed–Ali, inancından dolayı, onların bu yaklaşımını, Sünniler fenaya yoruyordu.

Oysa 1985’te Türklerin adları Hıristiyan adlarıyla değiştirilirken, bu uygulamaya en sert tepki, Alevi-Bektaşilerden geldi.

 

Anadolu’daki Aleviler ile Bulgaristan’daki Alevilerin yaşam anlayışları arasında farklar var mıdır?

Deliorman ve Dobruca’nın güney yöresinde, halkı Alevi-Bektaşi olan köylerde 31 yaşına gelinceye kadar yaşadım. Bundan sonra 1951’de Türkiye’ye göçerek, Isparta’nın Söğüt dağları eteğinde olan bir köye iskân edildim. Çok geçmeden, buraya yakın Baladız, Geresin, İğdecik ve Isparta’ya bitişik Aliköy Alevileriyle tanıştım. O bölgede kaldığım sekiz yıl, yukarıda adı geçen köylülerle görüşüp konuştuk.

1959’da Eskişehir’e göçünce Arapören, Emirdağ’ın Şucaettin köylerinden ve Eskişehir’in Yıldıztepe Mahallesi’nden birçok kişilerle de tanıştım. Onlarla candan dosttuk, birbirimize gidip geldik. Bulgaristan’dakiler arasında, Avrupa’nın bir ucunda bulunduklarından, kültürce ileride, yabancı bir devletin egemenliğinde olduklarından mıdır nedir, güçlü bir dayanışma vardır.

Eğitim, öğretim, sosyal eylemler alanında çok ileri. Bulgaristan’da aydın kişiler arasında Aleviler çoktur. Muharrem Yumuk (Caferlerli), Hasan Kocaman (Caferlerli), İlhami Yumrukçal gibi Esperantoca bilenler vardı.

1930’lu yıllarda faşizm hortladığı zaman Kemallarlı Muhtar Baba, gece gündüz Alevi köylerini gezer, aydınlatırdı.

Her yıl Eylül ayı ortalarında Alevi-Bektaşiler ”Demir Baba Tekkesi”nde toplanırdı (1940’tan sonra Romanya idaresinde olan Kuzey Deliorman ve Güney Dobruca Bulgaristan’a katılınca Akkadınlar (Dulova), Tutrakan, Silistre yöresindeki Alevi-Bektaşiler de gelmeye başladı). Bu tekkedeki toplantıların 1950’den sonra yasaklandığını söylediler. Şimdi yeniden tekke ve türbelerin bakımı ve onarımına başladıklarını söylüyorlar. Köyümdeki ”Yunus Abdal Türbesi”ni yeniden yapmışlar (1985’de Bulgarlar yıkıp yerle bir etmişlerdi).

 

Sizce, Balkanlardaki en önemli Alevi / Bektaşi dini ve cemaat uluları kimlerdir? Bunların türbesi veya yatırları var mıdır?

Bektaşi ve Halveti gibi tarikat ehli şeyhlerin, Rumeli’de müritleri vasıtasıyle köyler teşkil ettikleri bir gerçektir. Bunlara ek olarak, gönüllü ”Yörük cemaatı”, daha sonra çoğu Yavuz Sultan Selim’in Kızılbaş-Alevi yandaş grup üzerindeki baskısından, Şah Kalender isyanından (1527) sonra gelen Bektaşiler-Aleviler içinde Abdallar, Işıklar, Sofular vb. olduğu, yerleştikleri köy adlarından bellidir: Abdallar (2 köy), Abdalköy (2 köy), Yunus Abdal, Işıkköy (4 köy), Işıklar, Rahman Işıklar, Haydarköy, Aşıklar (8 köy), Babaköy (6 köy), Tekke (19 köy), Yürükler (20 köy), Bektaşlar, Sofular (15 köy), Baba (6 köy), Otman Baba, Hızır Baba, Demir Baba, Gül Baba, Kırıcı Ali Baba (Kırcaali), İbrahim Baba, Ahat Baba, Otmanköy, Torlak, Akıncı, Balaban (12 köy), Tahtacıköy, Derviş Müslim, Ahi Baba, Ahi Çelebi, Ahiler, Caferler, Caferli (7 köy), Cankardaş, Ali Baba Tekkesi, Naldöken, Pirliköy (3 köy), Saltıklar, Şeyhköy (5 köy), Dutluca Tekke, Türk (17 köy), Türkmen (3 köy), Hüseyin Baba Tekkesi, Kocacıklar, Dedeköy (7 köy) vb..

Horasan’dan gelen Otman Baba ve halk dilinde ”Abdal” denilip aslı ”Abd-i âl-Âl-i Resûl kulu” anlamı taşıyan birtakım ”târik-i dünya” dervişlerin, Rumeli’nin Türkleşmesinde büyük hizmetleri olmuştur.

Gacanov, Deliorman ve Dobruca yöresinde Alevi-Bektaşi, Nakşibendi, Şazeli, Melami, Rifai ve Kadirilerin yerleştirildiğini söylüyor. Balkanlarda bulunan Bektaşi tekke ve zaviyeleri şunlardır:

  • ”Askeri Yol” ve menzil yollar boyunca; Karadeniz boyunda Musa Baba (Varna yakınında), Ahili Baba (Aydos’ta), Akyazılı Sultan (Balçık yakınında) ve Kaligra Baba’dır.
    • Edirne–Hezargrad yolundakiler; Sarıca Paşa, Mustafa Paşa, Cafer Baba, Kara Baba, Ak Baba, Dönen Baba (Çirmen), Hızır Baba (Tornova/Seymen), Kidemli Baba (Yeni Zağra), Kılıç Baba (Eski Zağra), Mehmed Baba (Osman-pazarı), Kızana Sultan (Eskicuma), Gelberi Sultan, Genç Baba Evladı Hüseyin Dede, Ahmed Dede (Şumnu), Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal, Musa Baba, Çorap Baba’dır (Hezargrad yakınında).
  • Tuna boyundakiler ise, Horasani Ali Baba, Ali Koç Baba (Nikbolu’da), Kıdemli Baba (Ziştovi), Üryani Baba, Şuca Dede, Hızır Baba, Küçük İlhanlar’da Mustafa Baba (Rusçuk), Denizler’de Hekim Ali Baba, Veli Baba, Süleyman Baba, Haydar Baba (Tutrakan), Üsküdarlı Mehmed Efendi Ziyaretgahı, (Silistre), Ahmed Baba (Hırsova), Sarı Saltuk (Babadağı), Muharrem Baba (Mangalye yakınında), Maçin Baba’dır (Maçin’de).
  • Edirne–Budin yolu arasındakiler; Ali Baba (Kırcaali), Otman Baba (Hasköy), Bali Baba (Sofya’da), Molla Ali Paşa Türbesi (Belgrat), Gül Baba’dır (Budin’de). Ege Denizi kıyısında – Selanik yolu üzerinde – Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli), Abdul Cüneyt Zaviyesi (Dimetoka), Ahi Evren Zaviyesi (Gümülcine), Şeyh Bedreddin Türbesi (Serez), Ayşe Hatun Tekkesi, Hızır Baba Zaviyesi, İlyas Efendi Tekkesi, Beyazit Baba Tekkesi (Selanik), Hüsrev Paşa Türbesi (Tırhala), Veli Baba Tekkesi (Ağrıboz) bulunmaktadır.
  • Makedonya’da; Karacaahmed Tekkesi (Üsküp), Padişah I. Murad Tekkesi (Kosova), Sersem Ali Baba, Harabati Baba (Kalkandelen), Hasan Baba, Dur Bali Baba, Abdüssamet Sultan, Seyyid Sultan (Karaferya), İdris Baba (İpek), Hasan Baba, Mahmud Paşa Tekkesi (Debre-i Bâlâ), Gazi Hüsrev Bey Zaviye-si, Gazi Murad Bey (Saraybosna), İdris Baba Türbesi (İpek) vardır.

 

Türklerin Balkanlar’a gelip yerleşmeleri, sürüp gitti. Bu nakiller ya padişahın fermanıyla, yahut sadrazamın veya vezirlerin yoksul bölgelerden toplu halde aileler getirerek cami, medrese, han, hamam gibi hayrat ve tesisler yaptırdıkları köy ve kasabalara yerleştirilmeleriyle oldu.

H. 1164 / 1751 tarihli Mufassal Avârız Defteri’nde Deliorman bölgesinde ortalama 24 evden meydana gelen 106 köy ve 1000’i Hıristiyan olan 11 000 nüfus bulunuyor. Hezargrad ilçesi üzerine yoğunlaşmış 1479 Tahrir Defteri’nde 2 Müslüman köyünden söz ederken bu sayı 1516'da 25, 1525’te 33, 1555’te 65, 1579’da 73’e çıkmış; hane sayısı da 1516’da 308, 1555’te 1 800, 1580’de de 2 389 olmuştur.

Sadrazamlardan Makbul İbrahim Paşa (1527-1536) Deliorman bölgesinde Sünni anlayışın egemen olması, Razgrad Kasabası’nı Mezergrad-ı Cedid (Romalılar döneminde Abritus) olarak imar hale getirmek için cami, medrese, han, hamam yaptırdığı halde, Alevi-Bektaşiliğin yayılıp gelişmesini önleyemedi.

Deliorman’da hâlâ birçok Alevi-Kızılbaş nüfusu vardır. Buradaki Bektaşi tekkelerinin Hurufi eğilimli olduğu bilinir. Deliorman nüfusunun, gayri Sünni eğilimler gösterdiği, Şeyh Bedreddin Simavi isyanından beri bilinmektedir.

Razgrad ilçesinde Yunus Abdal için Bulgar tarihlerinde:

”Gurre Receb, sene 1174 (Şubat 1761)’de Padişah III. Mustafa döneminde Yunus Abdal Köyü halkı ağır vergi ve yöneticilerin baskısına karşı, 55 ile 56 Yeniçeri Ortalarının da katılmasıyla Hezargrad’a baskın yaparak kasa-ba halkına zarar, ziyan yapmışlardır” diye yazmaktadır.

Eskiden, ”ben Yunus Abdallıyım” demeye çekinirdik. Bulgarlar, ”Siz isyancısınız!” diyorlardı. 1934’te adı ”Yonkovo” olunca suçlanmadan kurtulduk.

 

Balkanlar’daki Alevilerin inançlarında Hıristiyanlığın etkilerini görüyoruz. Hıristiyanlık Balkanlar’daki Aleviliği hangi oranda etkilemiştir?

Sayın Aydın, ben daha çok kuzey-doğu Bulgaristan’daki halklarla (Alevi-Bektaşi, Sünni, Hıristiyan Ortodoks, Evengelist, Adventis) ilişki içindeydim; gördüklerim, onlardan duyduklarım otuz yıl gibi kısa bir zaman içinde oldu.

Dini inançların birbirini etkilemesinden söz ederken, yanlış açıklamada bulunurum diye korkuyorum. Gerçi medresede fıkıh, kelam, tefsir okuduk; öğretmenimiz Şeyh Ziyauttin Ezheri, Emrullah Efendi ve Kürt Mustafa Efendi derslerinde Sünni-Şii, Maturidiye, Eşariye, Mu’tezile, Cebriye vb. bunların ana kollarını, inançla akıl, felsefe ile din arasında bağlantı kurmaya çalışan bazı İslam düşünce ürünlerinin zamanla nasıl mezhep halini aldığını, bunların tümünde genel amacın, Allah’ın birliğini akıl yoluyla kanıtlamak olduğunu; mezhepler, Fırak-ı dâlle, fırka-i nâciyye hakkında saatlerce anlattılar, bunlar genel bilgilerdi. ”Dinler Tarihi”ni çok kısa geçtik.

Ayrı dinlere mensup halklarla yaşarken, birbirinin ibadet, gelenek, kutsal yer ve tapınaklarına saygı göstermek, o topluma çok şey kazandırıyor.

1900’lü yıllardan sonra köyümüze Bulgarlar yerleşmeye başlıyor; 15-20 hane olup da, kutsal günde ölülerine çalmak için bir çan (kampana) almaya kalkınca, aralarında para toplarken, Türklerden de bu yardıma katılanlar olmuş. Hâlâ dini bayramlarında, bu Türklerin adını saygı ile anarlardı. Kemallar’da (İperih) varlıklı Maçinli Osman vardı (Alevi olup Deliorman, Gerlova yöresi Alevilerinin mürşidi Muhtar Baba onların evinde kalırdı). O da Kemallar kilisesine çan alınırken yardım etmiş.

Bunun bir ters uygulaması da var. Oğlum Cevat, o sırada Çorum Kömür İşletmesi’nde görevliydi, o anlattı; 1989’da T. Jivkov, Bulgaristan’daki Türkleri göçe zorlayınca, kitlesel olarak Türkiye’ye sığınmaya başladılar. Gelenler kalabalık olduğundan hükümet bunları grup grup illere dağıtıyordu.

Çorum’a da bir grup göçmen yollanmış. İl yöneticileri, bunları merkezde bir okula yerleştirerek, yiyecek ve başka gereksinimlerini karşılarken, o yıl kurban bayramında varlıklı bir hacı, ”kurbanı bu göçmenlere vermek daha sevap ve yerinde olur” diye tutar, kurbanı göçmenlere verir.

Onlar da ”Allah kabul etsin Hacı Babacığım” diyerek teslim alırlar. Aradan bir iki saat geçince hacı: ”Ben bunlara kurbanı verdim; ama onlara ekmek de lazım” diyerek, taksinin bagajını ekmek doldurup, okula gelir. Ne görsün? Okul önünde masalar kurulmuş, kurban etinden yapılan şiş kebap ile kadın erkek ”Hayde nazdrave (sağlığa)” diyerek rakı içiyorlar. Hacı şaşırmış kalmış, masadakiler kalkarak ”Gel Hacı Babacığım Slivovitsa’dır (erik rakısı), kendi elceğimizle kaynattık” deyip, hacıya yer açarken, hacı iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Onlar hacıyı sevincinden ağlıyor sanıp, ”Hiç olmazsa bir yudumcuk al” diye yalvarıp yakarmış.

Bu olay Çorum’da duyulmuş, çok yadırganmış. Okula vali gelmiş, göçmenler ona da rakı ikram etmeye kalkmış. Vali, bu davranışlarının iyi olmadığı, kurbanın kutsallığı, Müslümanlık’ta içkinin haram, hele dini bayramda içki içmenin günah olduğu üzerine birçok öğüt vermiş. Bu göçmenlerin çoğu Deliormanlı imiş, birer ikişer Bulgaristan’a geri dönmüşler.

Dinlerde kutsal ağaç, su, taş ve bazı eşyalar vardır; Hıristiyanlarda renk renk kâğıtlarla süslenmiş kızılcık çubuğu ile yeni yılı (Vasilov’den Vesil günü, 1 Ocak) kutlamak, Mekke’nin Zemzem, Demir Baba’nın Altıparmak suyu, kutsal sayılır.

1787 yılında Bulgaristan’dan geçen Fransız Graf d’Otriv gördüklerini şöyle anlatmaktadır: ”Müslümanlarla Hıristiyanların karışık yaşadığı köylerde, birbirlerine kız alıp veriyor, birbirlerini sayıyor, birlikte şarap içerek Müslümanlar Ramazan’ın, Hıristiyanlar Büyük Perhiz’in (Paskalya) bozulduğunu, Müslümanlar Lailâhe illalah’ın, Hıristiyanlar da haçın hoca ve papazlar gibi önemini bilmiyorlar. Bu iki din arasındaki kayıtsızlığın, Müslümanlığın lehine, onun uygulanmasında kolaylık sağladığı anlaşılmaktadır. Onun için Bulgaristan’da Hıristiyanlar arasında dinden dönmeler (Müslüman olma) o dereceye gelmiş ki, göç olmadığı halde, Hıristiyanlar 40 yıl öncekinden 10 defa daha azalmış.”

Akyazılı Baba, müridlerini Dobruca ve Deliorman’a yollarken, şöyle diyordu:

”Biz şarap içmeyi yasaklamayacağız, kadınlara ferece de giydirmeyeceğiz, mum yakmayı da yasaklamayacağız, burada İslamiyeti zorla kabul ettirmişler. Buradaki Hıristiyanlar, Hz. Ali’nin mezhebini gönüllü olarak kabul etsinler. Taraftarlarımızı çoğaltmak için burasının yerli kadınlarıyla evlenip çoluk çocuk yetiştirin.”

 

Bulgaristan’da Kızıldeli Sultan’a ait türbe (veya makam) var mıdır, varsa nerededir ve şu andaki durumu nedir?

Kızıldeli Sultan Türbesi Yunanistan’dadır. Belki Bulgaristan’da bir makam veya onun belli bir zaman kaldığı bir yer olabilir.

O çok önemli bir erendir. Benim de elimde onunla ilgili çevrilmiş çok belge vardır. Çok önemli tarihi bir şahsiyettir o.

Bununla ilgili elimde bir ”Hatt-ı Hümayyun”un çevirisi var. Onu yorumsuz olarak sunmak istiyorum:

Yazı: 18 Zilhicce sene H. 1245 / Mayıs 1830, Padişah II. Mahmud dönemi, dört yıl önce Bektaşi tekke ve zaviyelerinin kapatılması, bazılarının yıkılıp yerle bir edilmesine başlandı. Tekkelerin taşınır taşınmaz malvarlığı, devlet tarafından ucuz ucuz isteklilere satıldı. Bayındır olan yerler yıkıntılığa döndü.

Kimden: Divân-ı Hümâyûn’dan

Kime: Çirmen ( Bulgaristan’da) Kaymakamı’na

Konu: II. Mahmud’un buyruğu ile kapatılan Dimetoka (Yunanistan’da)’daki Kızıl Deli (Seyid Ali) Sultan Zaviyesi’nin taşınmaz mallarının is-teklilere satıldığı, elde edilen paranın devlet hazinesine teslim edildiği.

Açıklama:

Dimetoka’da bulunan Kızıl Deli Sultan Zaviyesi’ne bağlı iki tekke, 24 pare köy bulunmaktadır, bunlarda bulunan 1458 dönüm tarla, 70 dönüm bağ, 55 dönüm çayır, 30 dönüm koru, 25 dönüm orman, 8 dönüm dut bahçesi, 117 dut ağacı, 3 dut bahçesi, 2 meyve bahçesi, 2 şer göz 6 adet, 3 er göz 1 adet, 4 göz 1 adet, 1 adet sudeğirmeni, 3 adet kullanılmayan değirmen ocağı, birkaç odalı 6 bina, 1 çeltik, bir un, birkaç gözlü 4 anbar, 4 samanlık, 5 iribaş hayvan ahırı, birkaç küçükbaş hayvan sayası (ağıl), 3 fırın, 2 aba dolabı, 4 kiler, 1 yağhane, 1 sabunhane, 1 yıkamahane, 1 şırahane (pekmez ve şarap yapılan yer), 1 derihane 1 bakkal dükkanı, 1 nalbant dükkanı, ve 1 mezraa satışından 73.600 kuruş (736 lira) elde edilmiştir.

Bu yukarıda taşınmaz malların satışından başka: 2.500 küçükbaş, 200 iribaş hayvan, 40-50 hergele, 20-30 çift karasığır da satılmıştır, bunlardan elde edilen para belirtilmemiştir. Atlara ilişkinse, hiç bilgi verilmemektedir. Oysa C. İktisat No. 1775 belgede, Bektaşi tekkelerinden toplanan bu atların Karacabey harasına ulaştırılınca % 40.57’si telef olmuştur.  (Başbakanlık Osmanlı Arşivi: Ali Emiri tasnif II. Mahmud No. 9950)

Not: Yazarın toplu belgelerinin CEM Vakfı Yayınları arasında yayınlanmasını için çalışırken, bu toplu belgeler içinde Kızıldeli Dergahı’na ait birçok belgenin bulunduğunu fark ettim.

Benim önerim üzerine Ahmet Hezarfen’in de onayıyla bu ana kitap içinde Kızıldeli’ye ait olanların ayrı bir kitap halinde yayınlanmasını uygun bulduk. Fazla bir sonuç alınamayan 6 aylık bazı uğraşlar sonucunda eldeki mevcut belgelerin orijinal halleriyle basılmasına CEM Vakfı Yayın Kurulu karar verdi. Bu dergaha yaptığım iki önemli gezi ve bu dergahla ilgili notlarımı bir başka kitap çalışması içinde değerlendirmek istiyorum. (Ayhan Aydın)

 

Akyazılı Sultan ve onun müridi Derviş Hasan Pehlivan Demir Baba’nın ünü, yüzyıllar boyu halkın gönlünde hiç azalmadan artmıştır. Demir Baba’yı anlatır mısınız?

Önce, Denizlerli Haydar Baba’nın bir nefesini vermek istiyorum:

Daldık aşk adlı denize

Erenlerden irdik ize

Akyazılı Sultan bize

Medet himmet kerem eyle

Demir Baba’nın adıyla bir kişinin meydana çıkması, insanların da ona inanıp arkasından gitmesi gerekti.

Bunu idrak eden, Muhammed’in damadı Hz. Ali’nin inancını yayan, bir grup Kızılbaş dervişlerinin mürşidi Akyazılı Baba idi. Bu Kızılbaşlar, Anadolu, İran, Sarımdağı (?) ve Bulgardağı’ndan hayvan sürüleriyle göçüp Dobruca ve Deliorman’a yerleşmiş, oldukça kalabalık ”yürük ocakları”ndan (zadruga) idiler. Akyazılı Baba müritlerine az önce de bahsettiğimiz gibi,

”Biz şarap içmeyi yasaklamayacağız, kadınlara ferece de giydirmiyeceğiz, mum yakmayı da yasaklamayacağız, burada İslamiyet’i zorla kabul ettirmişler. Buradaki Hıristiyanlar, Hz. Ali’nin mezhebini gönüllü olarak kabul etsinler. Taraftarlarımızı çoğaltmak için, burasının yerli kadınlarıyla evlenip çoluk çocuk yetiştirin. Buradaki, insanlar bir ‘Demir Baba’ bekliyor, O’nu, onlara biz vereceğiz. O, derviş bir baba ve burada yerlilerden soylu aile kızı olan anadan doğacak. Bu mürşit, Demir Baba’nın tüm şan ve şöhretini miras olarak alıp bizim adımızı, şanımızı yüceltecek!” diyordu. Bunun için müridlerini Dobruca, Deliorman, Tozluk ve Polomie’ye yolladı. Kendisi de Balçık kasabası yakınında Batova alçağında kalarak, bugünkü Obroçişte (Batova) köyündeki Aziz Atanas Manastırı’nın üzerine tekke ve ocağını kurdu.

Yolladığı dervişler Dobruca, Deliorman, Tozluk ve Polomie’ye giderek her yeri dolaştı. Birçok insanlarla karşılaşarak onların dertlerini, isteklerini dinlediler, dönüp geldiklerinde, herbiri görüp işittiklerini, Akyazılı Baba’ya anlattılar. Bu dervişlerin arasında, Akyazılı Baba’nın çok değer verdiği Ali adında bir derviş vardı. Güçlü, heybetli biriydi. Mürşidini Bulgardağı’ndan Batova’ya sırtında getirebilecek güçteydi. Mürşit ona: ”Ali, sen neredeydin, ne gördün? Anlat, bakalım!” dedi. O da: ”Ben Deliorman’da Kuvancılar (Pçelina) denen bir köyde, varlıklı Müslüman ailede konuk olarak kaldım.

Orada dikkatimi çeken şey, kadınlar şalvarlı değil, fistan giyiyorlar. Bunu ev sahibine sordum, o ‘İslam dinine alıştık; fakat kadınlar bu çuval (torba) gibi şalvara alışamadılar, biz burasının yerlisiyiz’ yanıtını verdi” deyince Akyazılı Baba: ”İşte böyle bir aileden Demir Baba’yı temsil edecek biri doğmalı” diyerek, merakla: ”Daha ne oldu? Öte tarafını da anlat!.” Derviş: ”Akşam namazı kılmaya namazlağı (kilimçe) getirildiğinde, hane sahibinin Zayde adındaki küçük kızı koşarak ‘O benimdir, kimseye vermem’ diyerek, koltuğumdan namazlağı çekip aldı” dedi.

Akyazılı Baba: ”İşte bu küçük kız, Demir Baba’nın anası, Ali, sen de babası olacaksın!” dedi. Hemen Zayde’ye dünürlükçü yolladı. İş yoluna girdikten sonra, Akyazılı Baba büyük düğün cemiyetine kalktı. Düğüne 300 soylu yerli, 300 Yürük ileri gelenleri, tanınmış büyüklerden, başta İstanbul’dan vezirler olmak üzere 300 beye davetiye yollandı. Düğün töreninin, Demir Baba’nın anası ve babası olacak eşler için yapıldığı söylentisi, her tarafa yayıldı. Soylu yerliler, 300 dana; Yürük ileri gelenleri, 300 koç; ünlü kişiler ve devlet büyükleri de çeşitli sırma, ipekli düğün hediyesi getirdiler.

Düğün çok tantanalı oldu, Edirne’den İstanbul’a, Silistre’den Babadağı’na kadar anlatıla anlatıla, dilden düşmedi. Kuvancılar Köyü yerlilerinden zengin Zayde Hanım’la evlenen Akyazılı Baba’nın müridi Ali Dede’nin bir oğulları dünyaya geldi. Adını Hasan koydular. Hasan, Baba’nın öğretileriyle (irşat) çok az ilgileniyor, daha çok akranlarıyla güreşiyor ve hepsini de yeniyordu. Bu nedenle ona Hasan Pehlivan denmeye başlandı. Ana tarafından ünlü soydan geldiği için, Osmanlı ordusuna süvari, sipahi yazıldı, padişahın seferine katılarak, Budapeşte’ye gitti.

Askerlik hizmetini çok beğendi, ruhani babasının yanına dönüp Kızılbaş dervişlerinin şanını yüceltmeyi, Demir Baba’nın halefi olmaya hazırlanmayı unuttu. Akyazılı Baba, vakit geçirmeden çağrılmasına israr etti. Anası Zayde Hanım gönderdiği mektupta: “Ben seni doğurdum ünlü bir veli, sen gene oldun bir deli. At, giyecek hizmetçi yolluyorum sana; hemen dön görevinin başına!” diye yazdı.

Hasan Pehlivan, Budaqeşte’den ayrılarak Deliorman’ın yolunu tuttu. Gelirken Bosna topraklarına uğradı. Orada, Hıristiyan kiliselerinden kovulan Bogomillerin, ailece İslamiyeti kabul ettiklerini gördü. Oradan Ulah ve Boğdan topraklarına saptı, Babadağ’dan geçerek, Batova’daki Akyazılı Baba’nın Ocağı’na ulaştı. Orada Hasan Baba Pehlivan adıyla tekkeye hizmet ederek, otuz yaşından sonra Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tefsirini, tasavvufa ait bilgileri öğrendi ve Demir Baba’nın şan ve şöhretini üzerine aldı. Kızılbaşlığın şanını yükseltmek için, Deliorman’a yollandı. Hasan Baba Pehlivan adına ”Demir” (Jelezniya) adını ekledi .

 

Bektaşi babası olan Haydar Baba,  yakın dönem Balkan ve Türk-Alevi edebiyatının da önemli isimlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Haydar Baba, sanıyorum 23 yıllık postnişinlik (bağlı olduğu tekkenin şeyhliğini) yapmış, çok derin bilgisi olan ünlü birisiydi.

Siz onu da tanımış; görüşlerini, düşüncelerini dinlemiş birisiydiniz.

Bize bundan bahsedebilir misiniz? Haydar Baba’nın türbesi var mıdır, nerededir? Şu andaki durumu nasıldır?

Tuna boyunda, Rusçuk (Ruse) Silistre arasındaki Tutrakan’ın 20 km. güneyinde Hekim Ali Baba Tekkesi bulunmaktadır. Haydar Baba (Haydari) bu tekkede postnişinlik yaptı. Haydar Baba, İstanbul’da öğrenim görmüş, oradan önce Karalar’a (Çerna/Silistre ilçesi) yerleşip biraz kaldıktan sonra Denizler’e (Varnentsi) yerleşmiştir. Bu nedenle, Kızılburunlu Mustafa Can, Haydar Baba’nın bir nefesine nazire olarak,

Karalar’da geze geze
Denizler’de kalan Babam

demiş, bu benzetmeyi Haydar Baba çok beğenmişti.

Haydar Baba, bu tekkede 23 yıldan fazla postnişinlik etmiştir. Zaman zaman Türkiye’ye geziye gitmiş, sağlığında Atatürk’ü görmüş, onun takdirini kazanmıştır. Şiirleri, genellikle “nefes” türünden, vahdet-i vücut felsefesi anlayışıyla yazılmıştır. Haydar Baba, sosyalizm döneminde sık sık soruşturma geçirmiş, kitapları ve şiirleri toplanıp yakılmıştır.

1956’da Hakk’a yürümüş, mezarı Ali Baba, Veli Baba ve Süleyman Baba’nın bulunduğu dergâhın içinde 4. sıradadır.

1985 yılı Bulgaristan Türklerinin adları Hıristiyan adıyla değiştirilirken, sanduka ve taşları kırılıp yok edilmiştir. Haydar Baba’nın bir nefesi şöyledir:

Şah-ı Necef Ali aman

Medet himmet kerem eyle

Yetiş Pirim Balım Sultan

Medet himmet kerem eyle

Allah’ı geçer mi kuldan

Hiç el çeker mi yoksuldan

Eyrek Baba İstanbul’dan

Medet himmet kerem eyle

Kızıldeli seni andık

İmdat eyle bize artık

Dobruca’da Sarı Saltık

Medet himmet kerem eyle

Daldık aşk adlı denize

Erenlerden irdik ize

Akyazılı Sultan bize

Medet himmet kerem eyle

Dâima sana güvendim

Merdivenli’de iken kendim

Şâhkulu Sultan efendim

Medet himmet kerem eyle

Haber aldık bâtın yerden

Ma’nâ olduk her eserden

Ali Baba Denizler’den

Medet himmet kerem eyle

 
 

 

Ey Haydari, gerçek eriz

Er Hak, Hak er, erenleriz

Ya Hacı Bektaş’ı isteriz

Medet himmet kerem eyle

 

     

Osmanlı İmparatorluğu’nun Aleviler hakkında vermiş olduğu fermanları inceleyen birisi olarak Alevilerle Osmanlı Devleti arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yüzyıllar itibarıyla farklılıklar var mı ilişkilerin seyrinde? İlişkilerin iyi veya kötü olmasında hangi faktörler rol oynamıştır?

Savaşlarda alınan esirler, ganimet sayılırdı. Osmanlılar bu ganimetin 1/5’ini (pençik) devletin payına ayırıp esirlerin gençlerini ”acemi ocağı”na verirler, sonra bunlar ”yeniçeri” askeri olurdu.

Yeniçeri Ocağı, Hacı Bektaş Veli Ocağı’na bağlıydı. Bektaşiler, yeniçerilerin karargâhlarındaki vaizlik rollerinden ziyade, onlara tam bir Sünnileşmeye karşı direnç gösterme eğitimi veriyordu.

Bu, Osmanlı Devleti’nin siyasetine aykırı düşse de yeniçerilerin savaşlardaki başarıları, Bektaşilerin yeni alınan yerlerde kurdukları tekke ve zaviyelerde İslam olmayan halkı İslamlaştırdıkları, bir tür kolonizatör görevi yaptıkları görüldüğünden, Osmanlı yöneticileri buna hoşgörü ile davranmaya, tekkeler ile zaviyelere taşınmaz mal verip parasal vb. yardımda bulunmaya çalışırdı.

Ara sıra bazı baba, dede ve şeyhler, şeyhülislamın fetvasıyla sürgün veya idam edilirdi.

1826’da “Yeniçeri Ocağı” kaldırılırken Osmanlı Devleti’ndeki Bektaşi tekkelerinin bazısı kapatıldı, bazısı da yıktırıldı. Bunların baba ve dedelerinden ileri gelenler, idam; diğerleri de sürgün edildi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Alevi-Bektaşiler yararına verilen ferman, berat ve bazı yazılardan birkaçı şunlardır:

  • Bursa–Uludağ’daki Geyikli Baba Zaviyesi’ne Orhan Gazi tarafından hibe edilen pilavlık pirinçle birlikte 2 yük rakı, 2 yük şarap gönderildi.

(B O A: Ali Emiri Tasnif Musa Çelebi, No. 1)

  • 27. N. sene H. 1079 (1669) tarihinde Antalya–Elmalı’da Abdal Musa Tekkesi’ne Berat verilmesi. (B O A: İbnül Emin Evkaf No. 1311/B/4)
  • Padişah I. Abdülhamid: ”Son zamanlarda cephelerde sürekli yenilgiler başgösterdi, ordunun ma’neviyatını yükseltmek için Bektaşi dedesi ile Bektaşi köçeklerinin cepheye yollanması” yazısı. (10, Z. H. 1187 / 1774 B O A: Cevdet Askeri No. 39890)
  • 20. Ş. sene H. 1192 (1778) tarihli yazı: Akyazılı Baba Tekkesi arazisine bazı kişilerin yaptığı tecavüzün önlenmesi. (B O A: Ali Emiri tasnif 1. Abdülhamid, No. 13062)
  • H. 1124 (1712) tarihli yazı: Balçık’ta Akyazılı Baba Tekkesi mütevellisinin değiştirilmesi, tekkenin düzenli olarak çalıştırılması. (B O A: İbnül Emin Evkaf, No. 4339)
  • 6. Ramazan sene H. 1204 (1790) tarihli yazı: Hezargrad’ta Demir Baba, Varna-Kozluca’da Musa Baba, Şumnu’da Hafız Baba tekkelerine Filibe Mukataasından günde yarımşar kile (İstanbul kilesi 25 kg.) pirinç verilmesi. (B O A: Ali Emiri 3. Selim, No. 21550)
  • 13 Ramazan sene H. 1204 (1790) tarihli yazı: Hırsova’da (Romanya’da Tuna’nın sağında) Ahmed Baba Tekkesi’nin yerlerine yapılan saldırının önlenmesi. (B O A: Cevdet Adliye No. 5933)
  • 10. S. sene H. 1241 (1825) tarihli yazı. Daha önce postnişin olan Seyyid Şeyh Feyzullah Efendi’yi öldürenlerin yakalanıp cezalarının verilmesi. (B O A: Cevdet Zabtiye No. 1548)
  • 29. Ca. sene H. 1311 (1893) tarihli yazı: Hacı Bektaş Veli Hazretleri Dergâhı’na onarım yapılması. (B O A: İbnül Emin Evkaf No. 1311 /B/4)

1826’da tekke ve zaviyelerin kaldırılmasından sonra, Alevi-Bektaşilerin aleyhine birçok yazı vardır. Ancak Padişah Abdülaziz zamanında durum değişmeye ve Alevi-Bektaşi tekkeleri yeniden açılmaya başladı.

  • 5. Recep sene H. 1332 (1914) tarihli Padişah VI. Mehmed Reşad’ın Hatt-ı Hümâyûnunda: Kadiriyye-Rufaiyye ve Aleviyye sülalesinden olanların askerlikten muaf oldukları.

(B O A: DH. İD. 86/11)

  • 15. Receb sene H. 1332 (1914) tarihli Padişah 5. Mehmed Reşad’ın Hatt-ı Hü-mayun’u: Hacı Bektaş Veli Dergâhı Post-nişini Çelebi Cemaleddin Efendi’ye gümüş Donanma madalyası verildi.

(B O A: ML. 235/104)

 

Devlet içindeki diğer inanç zümreleriyle kıyaslanınca, Osmanlılarca Alevilere yapılan ayrımların boyutu nedir? Bu, belgesel olarak kanıtlanabiliyor mu?

Osmanlı Devleti, Şeyh Bedreddin ayaklanmasından sonra Alevi-Bektaşilere kuşku ile bakmaya başladı. Fatih’in Uzun Hasan ile; Yavuz Selim’in Şah İsmail ile yaptıkları savaşlarda, Aleviler karşı tarafı tutuyordu. Bunun için İran ile ilişkisi olan Kızılbaş-Aleviler saptanıp bir bahane ile öldürüldü; bazısı Kıbrıs’a sürgün edildi.

Padişah III. Murad doğudaki Kürt beylerine ”dinsiz-Kızılbaş” olarak saydığı Safevilere bağlı olanların ileri gelenlerini öldürülmesi için fermanlar çıkarttı. Osmanlılardan önce Hacı Bektaş Veli’nin emriyle Babadağ’a gidip zaviyesini kuran ”Sarı Saltuk Baba Zaviyesi” mensupları bile 1584’te (Padişah III. Murad döneminde) cezalandırılmıştır.

İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden sunacağım birkaç belgeyle Osmanlı Devleti’nde yapılan ayrıcalığı özet olarak göstermeye çalışacağım:

  • Alevileri ekonomik yönden yıkmak için, Doğu’da gayri müslimlere içki satan Alevilerin cezalandırılması hakkında. (B O A: Cevdet Zabtiye 10. Muharrem 1122 (1710) No. 442 sayılı belge)
  • Yöresinde Sarı Saltuk, Maçin Baba, Hırsova’da Ahmed Baba Tekkesi bulunan, Tuna’nın solunda bulunan İbrail (Romanya’da) kadısının i’lâmında, bu sıra Osmanlı Devleti’nin ard arda yenilmesinin nedenlerini beş vakit namaza devam etmeme yüzünden olduğu, farz olan bu namazı cemaatla kılmayan, terk edenler saptanıp cezalanmalarına ilişkin. (B O A: Cevdet Adliye No. 1261, 7. Safer sene H. 1242 / 1826) tarihli belge)
  • Üsküp (Skopye/Makedonya) kadısının, çevredeki tekkelere başka yerden kaçan Bektaşilerin sığındığı, bunların hemen yakalanıp ilgili makamlara teslim edilmesine ilişkin. (11. M. H. 1242 / 1826 tarih ve Cevdet Askeri No. 9108 belge)
  • Sivas valisinin ilçelere yolladığı Muharrem H. 1251 (1835) tarihli yazıda yine beş vakit namazı cemaatla kılmayanların cezalanması. (Belediye, No.’suz)

 

Özellikle 1800’lü yıllardan sonra Bektaşilere, Bektaşi tekkelerine karşı olumsuz tutumların, Alevilik üzerindeki etkisi nasıl olmuştur?

Osmanlı Devleti’nin Bektaşilere karşı tutumu ve onları Sünnileştirme çabaları, 16. yüzyılın birinci yarısında başladı. Sadrazam Makbul İbrahim Paşa (1527 – 1536) Deliorman halkını Alevi-Bektaşi etkisinden kurtarıp Sünnileştirmek için eski Romalıların askeri üssü Abritus’u yeniden imar ederek, oraya cami, medrese, han, hamam, kervansaray, menzilhane yaptırarak burayı Hezargrad-ı Cedid, Karalom, Deliorman ve Urana bölgelerinin yönetim merkezi yaptı.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde, Hezargrad’da daha birçok cami ve medresede yetenekli hocalar olduğunu söyler. Böyle olduğu halde, Deliorman Alevi-Bektaşilerinin en yoğun olduğu bölge oldu.

Osmanlı döneminde Ramazan ayında camilerde teravi namazı kıldırma, vaaz etme, mukabele okumak için medrese hoca ve çömezleri Alevi köylerine de yollanırdı. Halk, mollayı iyi karşılar, birkaç gün misafir ettikten sonra, yaz mevsimiyse ”Şimdi, iş güçten sizi gereği gibi ağırlayıp, bakamayacağız; medresenize gidin, arife günü gelin” diyormuş. O gün gelince, her hane ”öküz hakkı” diye birer şinik buğday, arpa, mısır yahut onun değeri para verirmiş. Hoca, diğer Sünni köylerdeki arkadaşlarından daha kârlı çıkarmış. Buna dadanan molla, her yıl Alevi köyüne gitmek istermiş.

O dönemde bazı cer hocaları arasında Alevi köylerinden sadaka, fitr diye zorla, şantajla para, zahire toplayanların çok olduğunu yaşlılar söylemektedir. Balkanlardaki Alevi-Sünniler başka ulusun egemenliği altına girince, yaşam savaşı vermeye başladılar.

1878’den sonra olan göçler, birçok köyün çehresini değiştirdi. Türkler göçe zorlanarak, yerlerine Bulgarlar yerleştirilmiş. Yunus Abdal’da önceleri Aleviler çoğunlukta iken, yakın Bulgar köylülerin saldırıları nedeniyle birçok Alevi ailelerinin (Koprallar, İğrioğulları, Kafa oğulları vb.) kitlesel olarak Türkiye’ye göçtüklerini belediye (Obştina) kayıtlarında gördüm. Köyde kalanlar, başka yöreden gelen (Karalom, Palamarsa, Gagva, Ütükler vb.) Sünni, Nakşibendiler arasında bir varlık gösterememiş.

 

Günümüzde Bulgaristan’daki Alevilerin durumu nasıldır?

Daha önce, anavatana göçlerin Balkanlar’daki Türklerin yaşadıkları bölgelerin yüzünü değiştirdiğini söyledim. 1989’daki zoraki göçte Deliorman, Tozluk, Şumnu Deliorman’ında bazı köylerde birkaç hane kaldığını söylediler. Aradan çok geçmedi, geri dönmeye başladılar. İşte o zaman, ölü suyu serpilmiş gibi uyuyan köyler, yeniden canlanmış, bir zamanlar devletleştirilen topraklarını kurtarma peşine düşmüşler; fakat çeşitli güçlüklerle karşılaşmışlar.

1993’te Bulgaristan’a geziye gittiğimde bazısı taşınmaz mallarının peşinde, bazısı da Türkiye’den döndüklerine pişman, yine gideyim mi, kalayım mı duygusunda. Kemallar, Arslanköy, Hüseyinler’ de tanıdığım Alevilerin çoğu, Türkiye’ye göçmüş. Kalanlar arasında, sıkı bir dayanışma var. Türkiye’den

kendilerini aydınlatacak dergi, gazete istiyorlar. Demir Baba Tekkesi’ne inen yüzlerce basamağı, Kolebina (Silistre sancağında) köyünden Ali Kafalı yaptırmış.

Ağustos 1996’da Cem Vakfı’nın düzenlediği Bulgaristan ge-zisinde, bir yağmurlu günde, hep birlikte o merdivenlerden indik ve türbenin acıklı halini gördük. Hasköy’deki Otman Baba Tekkesi ondan çok daha bakımlıydı.

 

Yunus Abdal Türbesi’yle ilgili bir anınız olduğunu biliyorum, anlatır mısınız? Ayrıca, diğer ziyaret yerleri ve uygulamaları da sormak istiyorum?

1925 yılından sonra, tekke ve türbelere ziyarete gittiğimizi hatırlıyorum. Köyümüün kurucusu Yunus Abdal Türbesi, köyün 500 m. kuzeyinde 4-5 m. yükseklikte bir höyük üzerindeydi. Çevresi çoğu kızılcık, meşe, yemiş ağaçlarından oluşan küçük bir ormanlıktı. İçerisinde, başları sarıklı, yüzlerce 12 dilimli mezar taşları vardı.

Zaman zaman annem, komşu kadınlarla bazı akşamlar türbeye mum yakmaya gittiklerinde, biz küçükleri de birlikte götürerek, bize Baba’nın kerametlerinden (Yalnızca deresi boyundaki tarlasına, o gün karpuz ekip akşam üzeri Demir Baba ile Hüseyin Baba’ya karpuz getirdiğini, onun için ona ”Abdal” dendiğini) anlatır; o ormandan ağaç kesmenin uğursuzluk getirdiği, hatta Yunus Baba’nın kalkıp cezalandırdığını söyler; ağaçlardan bir dal koparmamamızı öğütlerlerdi.

1930’lu yıllara kadar, türbenin baş tarafında, gövdesi belki yarım metre çapında (bir kişi zor kucaklardı) bir meşe ağacı vardı. Bir akşam, köyümüzden Dik Yuvan’ın oğulları Slavi ve Dimitri, mağaza bellemesi yapmak için, bu ağacı kesmiş. O zaman, bunu kimlerin yaptığı bilinmedi. Bu olay, köyde ve diğer yerlerde üzüntü yarattı.

Birçok kişiler, Yunus Abdal gibi ermiş birinin, bu kesenleri nasıl cezalandırmadığına hayret etti; fakat çok geçmeden, Dimitri sara’ya yakalanmış, vakitli vakitsiz yere düşüp kendini kaybediyor; kendine gelince, ”Bu dert bana Yunus Baba’nın ağacını kestiğimden sonra geldi; ağaç, yere yıkılınca inledi. Arapça birşeyler söyledi. O dakikadan sonra, üzerime bir şey tırmandı. Hep beni boğmaya çalışıyor” diyormuş. Kardeşi Slavi de yakalandığı veremden kurtulamadı, genç yaşta öldü. Bunları gören Türk ve Bulgarlar, kutsal yer ve eşyalara el uzatmanın cezasız kalmıyacağına kanaat getirdiler, bir daha kimse ne türbeye, ne ağaçlara, ne taşlara el uzattı, 1985 yılına kadar.

1970’te Bulgaristan’daki köyüm Yunus Abdal’a yakınlarımı ziyarete gittiğimde, eski öğrencim Hüseyin Koçoğlu (bir yıl sonra Hüseyin Koçoğlu Yunus Abdal’a, İvan Slavov Duraç Köy’e belediye başkanı oldular) ile:

Çoktandır Demir Baba Tekkesi’ni ziyaret yasaklandı, çevre köy Alevileri, Yunus Baba Türbesi’ni imar edelim, kurban kesecek yer, mutfak-meydan evi yapalım diyorlar. Bu tekliflerini olumlu karşılıyoruz, köyümüz iç turizm bakımından ünlenir, Silistre, Tutrakan, Akkadınlar, Balpınar, Osman-pazarı yöresi Alevileri sürekli gelirler”  diyordu. İ. Slavov’un bu girişimine, BKP razı olmamış.

1985 yılı adlar değişirken, türbe dağıtılmış, çevredeki yazılı taşlar kırılmış haldeydi. Köy ileri gelenleri rejim değiştikten sonra, Türkiye’ye göçelim mi, kalalım mı diye tereddüt ederken, kendi işlerini bile aksatmış; ama ”Dedelerimiz, babalarımızın arka toprağı burada, ne yapıp edip Baba’nın türbesini yapacağız” demişler.

Mevsim kurak gittiğinde, Türk ve Bulgarlar birleşerek, Yunus Abdal Türbesi’nde yağmur duasına çıkar, dua edip Baba’nın karpuz tarlasındaki Yalnızca Pınarı suyuyla küçük çocuklar ıslanınca, yağmur yağacağına inanılırdı. Hâlâ buna inanmaktadırlar.

Yunus Abdal Köyü iki mahalledir: Çapraz Mahalle (Büyük), Dervişler Mahallesi (Küçük). Yaşlıların anlatıklarına göre Anadolu’dan Kalender bir derviş gelip, Yunus Baba Türbesi’ne yakın, orman içerisine yerleşmiş. Büyük mahalleden bir kadınla evlenmiş. Ondan olan çocuklarına “Derviş” lakabı verilmiş. Mahalle de “Dervişler Mahallesi” olmuş. Derviş’in soyundan Türkiye’ye gelenler, Dervişoğlu soyadı aldı.

Bu dervişin, Anadolu’dan birlikte geldiği yoldaşı Çorap Baba varmış. O, Ova-Şerman’a (Volno-Kemallar’ın kuzeyinde 12 km.) yerleşmiş. Başında çoraba benzer uzun takke giydiğinden, ”Çorap Baba” derlermiş. Sık sık Saçlı Derviş’le birlikte, Yunus Abdal’ın türbesini ziyaret edip zikr ederlermiş.

Diğer ziyaret yerlerine gelince, Deliorman, Osmanlı tarihi boyunca çeşitli Batıni zümrelerin sığınağı olmuş; özellikle Şeyh Bedreddin ayaklanmasının gelişmesinde önemli rol oynamış; ayaklanma bastırıldıktan sonra, yüz yıllarca Bedreddin yandaşlarını barındırmayı sürdürmüştür.

Rumeli topraklarında fetih ve kolonizasyon hareketlerine katılan Akyazılı Sultan, Kidemli Baba gibi “Rum Abdalları” zümresine bağlı Kalenderi şeyhleri de Deliorman çevresinde yerleşerek tekkeler kurmuştur.

Deliorman ve Arnavutluk, Bektaşiliğin en fazla yayılıp, geliştiği yörelerdendir.

Buralarda, birçok Bektaşi tekkesi kurulmuştur. Bunların en önemlilerinden Demir Baba, Hüseyin Baba, Musa Baba, Tutrakan’da Denizlerli Hekim Ali Baba, yine Razgrad ilçesinde Yunus Abdal’dır.

Deliorman, Dobruca ve Gerlova yöresi (Alevi ve Sünni) halkının adaklarını adadığı yer, Demir Baba Tekkesi’ydi. Yeni doğan çocukların sağlıklı ve güçlü olmaları için Demir Baba’ya kurban adanır. Tekkeye gelen kurban, Beşparmak Kaynağı’nın biraz ilerisinde, dere içerisine doğru uzatılan iskele üzerinde kesilir; kanı, çocuğun alnına sürülür, oradakiler çocuğun babasına ”Kurbanın mübarek olsun, Allah kabul etsin, oğlun uzun ömürlü olsun!” diye dilekte bulunur.

Amcam Hezarfen İbrahim’in hep kızı olmuş. Oğlu Recep dünyaya gelince, Demir Baba’ya kurban adamış. Bir sonbahar günü, konu komşu ve yakınlarını Demir Baba’ya götürdü. Şimdi adını bilemiyorum, türbeden bir babayı çağırdılar. Yukarıda belirttiğim gibi kurban kesildikten sonra, baba çocuğun arkasını sıvazlayarak, Beşparmak suyu serpti. ”Hayırlı evlat olup, vatana millete hizmet etsin” diyerek dua etti.

Bundan başka, burada yatan Demir Baba’nın efsanevi güç ve kuvvetine inanılarak yeni doğan çocukların elbisesi, evliliklerin hayırlı olması için gelin ve güveyin elbiseleri, bir süre Baba’nın sandukası üzerinde bırakılır, sonra giyilirdi.

Demir Baba’nın kardeşi Hüseyin Baba’ya gelince; 1826 yılında II. Mahmud Alevi-Bektaşi tekkelerini kapattıktan sonra, tekkenin taşınır taşınmaz mallarına devlet el koyuyor ve 23 yıl kadar Razgrad kadısı Hafız Hüseyin çalıştırıyor.

Sonra Tanzimat Fermanı’nı okuyan Mustafa Reşit Paşa’nın oğlu Mahzar Paşa’ya satılıyor. Binlerce dönüm tarla, çayır, ormana sahip olan Paşa’nın gözü doymuyor; komşu köylerin topraklarını da çiftliğine katmaya başlıyor. Bu yüzden, köylülerle arası açılıyor. Köylülerden Bâb-ı Âli’ye şikayet yağmaya başlıyor. Paşa’yı ve çiftliğini Çerkez süvariler koruyor, kimseyi tekkeye yaklaştırmıyor. Paşa’nın en güvendiği kişi, Yunus Abdallı Kutrik Musa imiş. Musa, komşu köylere giderek Paşa’nın aleyhine çalışanları saptayıp Paşa’ya jurnal edermiş. Köylüler, ”Musa Aga bizim adak mumlarımızı, yeni doğan çocukların, gelin ve güveyilerin giysilerini Hüseyin Baba’nın sandukasına götürüp getirirdi” diye onun hakkında kötü şeyler düşünmezmiş.

Güney Bulgaristan’daki Otman Baba Tekkesi, Hasköy’ün (Haskovo) güneyinde Tekkeköy’dedir.

Demir Baba Tekkesi gibi ünlüdür. Bu tekkenin Meriç nehrinin sağ ve sol yörelerinden gelen ziyaretçileri çoktur. Burası, 9 Haziran 1923’te İstanboliyski Çiftçi hükümetinin, faşist cunta tarafından düşürülmesinden sonra bir kısım çiftçi ve işçilere cezaevi olmuştur.

 

Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi inancını en geniş şekilde yansıtan başlıca eserler hangileridir?

Alevi-Bektaşi kültürü ve inancına ilişkin, şu yayınları genel olarak vermek istiyorum: -Bobçev, S. S.: “Za deliormanskite turtsi i za kızılbaşite” Sborn. Bılgarskite Akademiya na Naukite 24 (1931) 14: 1-16.

-       Vaysilov, L.: “Ludogorskite aliani” Atetistiçna Tribuna (1980) 3: 16-26.

-       Yavaşov, An.: Teketo Demir Baba ”Bılgarska svetinya”. Alianska legenda za Demir Baba i teketo. Razgrad 1934.

 

Osmanlı döneminde Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi edebiyatı üzerine de bilgi verir misiniz?

Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemi, 15. yüzyılda başlamış, 16. yüzyıl sonlarına kadar sürmüştür. Bu yüzyıllarda ve sonraki yıllarda yetişen Anadolulu şair, yazar, tasavvufçu, tarihçi ve seyyahlar, çeşitli görevler nedeniyle Bulgaristan topraklarına gelmiş, burada çalışmalarını sürdürmüşlerdir.

Bu ozanların şiirlerinde tasavvufun ve gizemciliğin derin izleri, genellikle ”nefes” türünden olup evrenin yaradılışını vahdet-i vücut anlayışı ile açıklayan din ve felsefe görüşü egemendir. Deliorman’da bu tekkelerin çoğu Hurufi eğilimlidir.

Fatih, Hurufiliği yasaklayınca öğretileri, gizlice başkentten uzak yörelerde yayılmaya başlamıştır. 15. yüzyılda Kaygusuz Abdal’ın deyişleri dilden dile dolaşmıştır:

Dobruca ovasında

Büyük yağlı çörekler

Akkirman’ın yağından

Benzimiz hey ağ olsa

16. yüzyıl ozanları arasında Kul Mehmed, Niğbolulu Muhiddin Abdal, Dobruca ozanı Kazak Abdal, Kırcalılı Kızıl Deli Sultan, Sofyalı Bâli Baba sayılabilir. Kazak Abdal çok bilinen bir dörtlüğünde şöyle der:

Münkir münafıkın soyu

Yıkıp harab etti köyü

Mezarına bir tas suyu

Dökenin de...

Öksüz Dede’den bir örnek de şudur:

Gül budanmış, dal dal olmuş

Menekşesi yol yol olmuş

Siyah zülfün tel tel olmuş

Ben bu yerden gideli

Gurbet illere düşeli...

17. yüzyılda Şeyhülislam Yahya, Dertli Kâtib, Karacaoğlan ile Nef’i, ömürlerini Balkanlar’da geçirmiştir. Dertli Kâtib, Demir Baba’nın mürididir:

Arzulayıp sana geldim

Ol mübarek yüzün gördüm

Eşiğine başım koydum

Demir Babam, Sultanım hu

Hacıoğlupazarı’ndan Çelebi Derviş, Eğridereli Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi de (1690) 17. yüzyıl edebiyatı için önemlidir.

18. yüzyıl ozanları arasında Rusçuklu Zarif Baba, İsmail Hakkı Celveti (ölm. 1724) sayılabilir.

19. yüzyılda ise Ruşeni, Niyazi Şeyh İsmail Efendi, Muallim Naci (Varnalı) görülmektedir.

 

Alewiten- Bektaschitum in Bulgarien: Ein Interview mit Ahmet Hezarfen

(Zusammenfassung)

Das Interview mit dem 1920 in Bulgarien geborenen Alewiten Ahmet Hezarfen,der seit über 30 Jahren in der Türkei lebt und sich eingehend mit dem Bektaschi- und dem Alewitentum beschäftigt, vermittelt bisher wenig bekannte Fakten hinsichtlich der Alewiten und des Bektaschi-Ordens auf dem Balkan, speziell in Bulgarien. He­zarfen gibt Informationen zur ethnischen Zusammensetzung der Bevölkerung auf dem Balkan wieder, die er auf Reisen in letzter Zeit aus erster Hand erhalten hat, und er beschreibt den Aufbau alewitischer und bektaschitischer Glaubensgemeinden. Hierbei geht er besonders auf die Bedreddini ein, der von Scheich Bedreddin Ende des 14., Anfang des 15. Jahrhunderts ins Leben gerufenen Bewegung. Für Hezarfen verkörpert Scheich Bedreddin, der eine starke Anhängerschaft unter der Bevölkerung Nordostbulgariens gewonnen hatte, einen Freiheitskämpfer, der eine Art ”primitiven Kommunismus” verkündete. Andere religiöse Führergestalten aus der Frühzeit der alewitischen Glaubensgemeinden Bulgariens waren der aus Khorasan stammende Otman Baba, Kızıldeli Sultan, Akyazılı Sultan, Derwisch Hasan Pehlivan, Demir Baba und Haydar Baba. Hezarfen erläutert die Herkunft der Bezeichnung ”Abdal” für die Derwische, die entscheidenden Einfluß auf die Türkisierung des Balkans hatten. Nach Hezarfens Überzeugung haben sich Alewitentum und Christentum gegen­seitig bereichert. Noch heute sei die Bevölkerung der Region Deliorman in Nordost­bulgarien alewitisch-bektaschitischen Glaubens. In dieser Region habe besonders Akyazılı Baba (Sultan) gewirkt, dessen folgenden Ausspruch Hezarfen zitiert:

”Wir werden den Weingenuß nicht verbieten, die Frauen nicht verschlei­ern, die Gebetsausübung mit Kerzen zulassen. Damit unsere Anhänger­schaft zunimmt, sollen unsere Männer mit einheimischen Frauen Ehen schließen und Nachkommen zeugen”.

Zur Zeit von Akyazılı Baba wurden viele Kirchen und Kapellen in Tekke umgewan­delt, was für Hezarfen ein Beweis für die starken interreligiöser Beziehungen ist.

Hezarfen kennt alle wichtigen Heiligengräber und Tekke der Bektaschi auf dem Balkan: ─ am Schwarzen Meer die Heiligengräber des Musa Baba bei Varna, des Ahili Baba in Ajtos, des Akyazılı Sultan bei Balčik und des Kaligra Baba (Ka­liakra); ─ auf Route Edirne–Razgrad die des Sarıca Pascha, Mustafa Pascha, Cafer Baba, Kara Baba, Ak Baba, und des Dönen Baba bei Kermen, des Hızır Baba in Tirnovo, des Kidemli Baba (Nova Zagora), Kılıç Baba (Stara Zagora), Mehmed Baba (Omurtag), Kızana Sultan (Turgovishte), des Genç Baba-Nachkommens Hüseyin Dede, Gelberi Sultan, Ahmed Dede (Kolarovgrad), Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal, Musa Baba, Çorap Baba (bei Razgrad); ─ an der unteren Do­nau die des Ali Baba aus Khorasan, des Ali Koç Baba (Nikobol), Kıdamli Baba (Svishtov), Üryani Baba, Şuca Dede, Hızır Baba, Mustafa Baba (Ruse), Denizler’de Hekim Ali Baba, Veli Baba, Süleyman Baba, Haydar Baba (Tutrakan), den Wall­fahrtsort des Mehmed Efendi aus Üsküdar in Silistra sowie in Rumänien die Grä­ber des Ahmed Baba in Hirşova und des Sarı Saltuk in Babadag, des Muharrem Baba (bei Mangalia) und des Maçin Baba in Măcin; ─ auf dem Weg von Edirne nach Budapest die Gräber des Ali Baba (Kărdzăli), Otman Baba (Haskovo), Bali Baba in Sofia, die Türbe des Molla Ali Pascha in Belgrad und des Gül Baba in Buda; ─ vom Ägäischen Meer nach Saloniki das Grab des Seyyid Ali Sultan (Didymotique), die Zaviye des Abdul Cüneyt in Didymotichon und des Ahi Evren in Komo­tini, die Türbe des Scheich Bedreddin in Serrai, das Tekke der Ayşe Hatun, das Zaviye der Hızır Baba İlyas Efendi, das Tekke des Beyazit Baba in Saloniki, die Türbe des Hüsrev Pascha (Trikkala/Tessalien) und das Tekke des Veli Baba auf Euböa; ─ in Mazedonien das Tekke des Karacaahmed (Skopje), das Tekke des Sultans Murad I. (Kosovo), des Sersem Ali Baba, Harabati Baba (Kalkandelen), des Hasan Baba, Dur Bali Baba, Abdüssamet Sultan, Seyyid Sultan (Vérroia), des İdris Baba (Peć), des Hasan Baba, Mahmud Paşa Tekkesi (Debre), das Zaviye des Gazi Hüsrev Bey, Gazi Murad Bey (Sarajewo) und die Türbe des İdris Baba in Peć.

Schließlich kommt er auf die gegenwärtige sozio-politische Situation der Ale­witen auf dem Balkan zu sprechen. Seinen Ausführungen nach hatten die alewi­tisch-bektaschitischen Glaubensgemeinschaften in der bulgarischen Region Deli­orman sowie in Albanien die stärksten Organisationsstrukturen entwickelt und ein aktives Gemeindeleben geführt. In diesen Gebieten lebten Christen, sunnitische Muslime und Alewiten friedlich nebeneinander. Gegen Christianisierungsversuche, wie zuletzt 1985 in Bulgarien, hätten sich die Bektaschi-Alewiten am heftigsten zur Wehr gesetzt. Als Vergeltungsmaßnahmen gegen ihren Widerstand seien in der Folgezeit viele Glaubenshäuser und Kultstätten der Bektaschi zerstört worden. Als sich, nach der Ausweisung der Türken aus Bulgarien 1989, die Situation der mus­limischen Minderheit in den nächsten Jahren wieder verbesserte, kehrten nur wenige Familien in ihre alten Heimatgebiete Deliorman, Tozluk und Sum (Kolarovgrad) zurück.

 

BU YAZININ REDAKSİYONUNU İSMAİL ENGİN YAPMIŞTIR.

Bu söyleşi ilk kez şurada yayınlanmıştır: ALEVİLER (ALEWİTEN), CİLT 1, KİMLİK VE TARİH, HAZIRLAYANLAR: İSMAİL ENGİN / ERHARD FRANZ, DECUTSCHES ORİENT – İSNTİTUT, HAMBURG, 2000. SAYFA 171 / 190.

 

Not: Kendisini bir yayıncı olarak değil de, “yayın yönetmeni” olarak takdim eden ve en acısı da öyle zanneden, birçok kişiyi üzüp, hâkim olamadığı duygu ve düşünce girdaplarıyla birçok hata da yapan, yazarların kitaplarına müdahale eden, Horasan (Niyaz) Yayınlarının sahibi olan kişi, elinizdeki kitabın basım parası hazır olduğu halde bir sene kitabın basımını oyalamış, sonuçta kendisine verilen redaksiyoncudan çıkmış en son metni 7 yıldır bize vermemiş, (birçok insana yaptığı gibi), bazen kitaplarda anlam kayıplarına neden olacak müdahalelerde bulunmuştur.

Basılı kitapta maalesef bu söyleşinin ilk yayınlandığı yer yok edilmiştir. Onun mantığına göre bir söyleşi bir dergi ve ya bir başka kitap çalışmasında ilk kez veya birçok kez yayınlanmış olsa da, ilk kez bizde görünsün diye, onu silmeliyiz, onun yayınlandığı yeri ve tarihi belirtmemeliyiz!

İşte bu tip insanlar Türkiye’de yayınevi sahibi, yayın yönetmeni olup hatta piyasayı dolandırdıktan sonra, onca yetişmiş insan dururken, Aslan Sosyal Demokrat Belediyelerde iş bulabiliyor, çalışıp para alıyorlar. Bu sadece “diğerleri” için geçerli değil yani.

Ne diyeyim, Allah akıl, fikir, izan versin…

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 117-143

 

Ahmet Hezarfen’le Söyleşiler (I)- Ayhan Aydın
 
Bulgaristan’da Alevilik/Bektaşilik Üzerine...
 
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır

Tuna ezelden Türk diyarıdır

Bilinen tarihler söylememiş bunu

Kalkıyor örtüler, örtülen tarihin

Dinleyin sesini doğan tarihin

Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak

Yalan tarihi gömüp, doğru tarihe gidin

 

Asya’nın ortasında Oğuzoğulları

Avrupa’nın Alper’inde Oğuz torunları

Doğudan çıkan biz, batıdan yine biz

Nerede olsa, ne olsa kendimizin biliriz

Hep insanlar kendilerini bilseler

Bilir ozan ki, hep biziz.

 

Türk sadece bir ulusun adı değil

Türk, bütün adamların birliğidir

Ey birbirine diş bileyen yığınlar

Ey yığın yığın insan gafletleri

Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde

Dünya o zaman görecek hakikat nerde

Hakikat nerde?

 

 (Haluk Dursun, Tuna Güzellemesi, Kubbealtı Neşriyatı, 2004, İstanbul)

 

 

Balkanlar’da Alevîler, Bektâşîler

 

Anadolu ve Balkanlar… birbirini tamamlayan, tümleyen parçalar. Öyle ki, Anadolu’nun da, Balkanlar’ın da, tarihine baktığımız zaman çok renkli, çok boyutlu, geçmişi uzun bir kültür tarihiyle karşılaşılırız. Çok farklı etnik kökenli insanın yaşam alanı bulduğu bu topraklarda birbirinden oldukça farklı dinler ve inanç sistemleri de bir şekliyle varlıklarını sürdürebilmiş.

Hıristiyanlığın birçok kolunun, mezhep ve tarikatların hayat alanı bulduğu bu topraklarda Yahudilik yanında farklı inançların karışımı olan Bogomolizm gibi yapılar da boy verebilmiş. İslâmiyet ise Anadolu ve Balkan topraklarına Türkler sayesinde girebilmiş.

Ama İslâmiyet’in Anadolu ve Balkanlar’da ilerleye bilmesi bugün kendilerine Alevî, Bektâşî, Mevlevî gibi isimler verilen ve o zamanlar da yine farklı isimlerle anılsalar da öz bakımından bir olan Babailer, Haydariler, Torlaklar, Işıklar vd. Kalenderi kollarıyla, yani Alevî-İslâm inancıyla mümkün olabilmiş. Altı yüz yıl boyunca ne Anadolu’da, ne de Balkanlar’da yaşayan Alevî-İslâm inancı birbirinden kopmuş. Balkanlar’a Türk göçleri sürekli devam etmiştir.

Alevî inancının yayılması sürerken bazen ters yönde göçler de olmuş; Balkanlar’dan da Anadolu’ya yoğun göç dalgaları yaşanmış. Dolayısıyla Anadolu’nun kültür ve inanç dünyasının zenginliği neyse, Balkanlar’ın da kültür ve inanç dünyasının zenginliği aynıdır. Buradaki Türk hakimiyetinin ve iskân politikalarının farklılığı Balkanlar’ın altı yüz yıl Anadolu’dan koparmadan gerek devlet yönetiminde, gerekse toplum yaşamında hep önemli ve canlı olmasını sağlamıştır. Fakat ne hikmetse cumhuriyet tarihinden sonra iş tersine dönmüş, bizler çarçabuk unutmuşuz Balkanlar’ı. Niçin unuttuk, nasıl unutturulduk bilmiyoruz ama, ortada çok ciddi bir hatanın ve eksikliğin olduğunu seksen yıl sonra bile halâ inkâr etmeye kalkıyoruz.

Başta 1877/78  Türk/Rus Savaşı olmak üzere Birinci Dünya Harbi, Balkan Savaşlarından sonra yüzbinlercesi katledilse de, sürgün edilse de, zorla yurtlarından göç ettirilseler de; yüzbinler yaşamını sürdürmeyi başarmıştı Balkanlar’da, Türklerin.

Bu unutuşun tek nedeni altı yüz yıl boyunca Türk hakimiyetinde olan topraklarda çeşitli devletlerin kurulmuş olması mıdır? Oradaki Türk nüfusunun az olması mıdır?

Zaman içinde yanlış politikalarla Balkanlar’da yaşayan milyonlarca insanımızın bazen biraz da zorlamalarla “Anavatan”a “davet edilmeleri midir?”

Tüm bunların sorunun yanıtı olduğunu sanmıyorum.

Tuna boylarını aşıp Viyana kapılarına kadar uzanan bir büyük kültürün yaşatıcılarına acaba Türk devleti biraz ayıp etmedi mi?, halâ bu ayıp devam etmiyor mu? Aynen Anadolu’da olduğu gibi, Balkanlar’da da inancını, kültürünü yaşama konusunda türlü sıkıntılar çeken yüzbinlerce Türk, bu arada Sünni soydaşlarımız yanında Alevîler/Bektâşîler her türlü zorluğa karşı hayat mücadelesi verip, bir zamanlar birlikte yaşadıkları, hatta hakimiyette oldukları halde herhangi bir ayrımcı muameleye tabi tutmadıkları bazı ulusların devlet yöneticileri tarafından uzun yıllar düşmanca muameleye tabi tutulmalarına rağmen dilini unutmamış, inancını unutmadan ayn-i cemlerini yapmayı sürdürmüşlerse bunda bir hikmet aramak gerekir.

Elbette Osmanlı yönetiminde ve hatta cumhuriyet döneminde de Anadolu’daki Alevîler’in yaşadıkları dramlara karşı, hala bu inanç canlı bir şekilde yaşıyorsa bunda bir hikmet aramak lâzım.

Buradaki hikmet Alevî-Bektaşi inancının ve bu inancı yaşatanların Ehl-i Beyt aşkıyla, Alevî-Bektaşi tasavvufuyla kendi varlıklarını, her şart altında yaşatmak istemelerinden başka bir şey değildir. O nedenlerle Balkanlar’da da yaşasa, Anadolu’da da yaşasa, İran’da da yaşasa, dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Alevîlerin ortak, kolektif bir bilinçlerinden bahsetmek, aslında yozlaştırılmak istense de ortak bir “belleklerinin” olmasından bahsetmek gerekir.

İşte bugün Bulgaristan’da Deliorman’da cemler sürüyorsa, bugün Yunanistan’da Seyyid Ali Sultân aşkına sazlar çalınabiliyorsa, bugün Makedonya’da Harabâtî Dergâhı’nda, dergâhın malları yağmalanmaya çalışılırken hâlâ bir avuç insan dergahı korumak, Bektaşiliği yaşatmak için hayatları pahasına mücadele verebiliyorlarsa, bu Alevî-Bektaşi inancının ortak değerlerinden kaynaklanmaktadır.

Peki Balkanlar neresiydi? Kimler buralarda yaşamıştı/yaşamaktaydı? Bu topraklardaki inanç ve kültür merkezleri nerelerdi? Türklerin en yoğun yaşadıkları yer olan Bulgaristan’daki başta olmak üzere Balkanlar’daki Alevi/Bektaşi varlığı nasıldı/nasıldır? Bu konulara yanıt verecek yetkin isimlerden birisi olarak Ahmet Hezarfen’in bilgilerine başvurdum. Onunla yaptığım söyleşiyle onun dünyasından Balkanlar’a, Balkanlar’daki Türk-Alevi/Bektaşi varlığına doğru bir kısa yolculuk yapmaya çalıştım.

 

(Ayhan Aydın)

 

Sayın Hezarfen, Balkanlarda sayısız ulus, din, dil, inanç, kültür bir arada. Buna kısaca değinir misiniz?

 

Önce Avrupa haritasını elimize alarak, Balkan Yarımadası’nın bulunduğu yere bir bakalım: Balkan Yarımadası, Avrupa’nın güneyindeki üç büyük yarımadadan birisi olup, Avrupa’nın doğusundadır. Avrupa’ya Soça (İzonza) Nehri’nin denize döküldüğü yerden başlayarak doğuya doğru Sava, Tuna nehirlerinin döküldüğü Karadeniz’e kadar en geniş şekilde bağlanmaktadır.

Burada yaşayan insanlar ırk olarak Slav, Latin ve Türkler; ulus olarak da Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Karadağlılar, Bosna-Hersekliler, Pomaklar, Slav’dır; Yunanlılar, Ulahlar (Romanyalılar), Arnavutlar Latin – Gagavuzlar Türk’tür. Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonyalılar, Bosna-Hersekliler, Karadağlılar, Pomaklar (Bulgar Müslümanı) Slavca’nın güney ağızını; Ulahlar, Arnavutlar ve Yunanlılar Latince; Gagavuzlar Türkçe konuşur.

Bu ulusların din ve inançlarına gelince, iki gruba ayrılır: Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Hıristiyanlar; Bulgarlar, Sırplar, Hırvatlar, Slovenler, Makedonlar, Ulahlar, Karadağlılar, Yunanlılar, Gagavuzlardır. Müslümanlar; Türkler, Boşnaklar, Pomaklar, Arnavutlar’dır (Toskalar).

Hıristiyanlar Katolik ve Ortodoks olarak Batı (Roma) ve Doğu (İstanbul) kiliselerine ayrılır. Batı kilisesine bağlı olanlar Hırvatlar, Slovenler, kuzeydeki Arnavutlar (Gegalar), Paulician Bulgarlar’dır. Doğu kilisesine bağlı olanlar da Bulgarlar, Sırplar, Makedonlar, Karadağlılar, Ulahlar, Yunanlılar, Gagavuzlar’dır.

Arnavutluk’un tam ortasından İşkombi Nehri geçer, bunun kuzeyindekilere ”Gega” derler; bunlar, Hıristiyandır. Nehrin güneyindekilere, ”Toska” denir; bunlar, Müslüman olup, çoğu Bektaşi tarikatındadır. Burada bakımlı birçok tekke bulunur. Müslüman Arnavutlar, Yunanistan’ın Yanya, Florina bölgelerinde de çoğunluktadır.

 

Bulgaristan’da doğup büyümenizin yanında, daha sonradan da araştırma ve incelemelerinizle Balkanlardaki, özellikle Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi inanç ve kültürünün ürünlerini derleyip belgelemek gibi çalışmalarınız olduğunu biliyoruz.

Bulgaristan’daki en yoğun Kızılbaş–Bedreddini–Babai–Bektaşi, yani temelde Alevi, yerleşim yerleri nereleridir? Buraları nasıl çekim merkezi oldu?

 

Bütün tarihi kaynaklar, Tuna Nehri’nin alt kısmından Dobruca, Bucak (Besarabya’nın Karadeniz kıyısı), Deliorman, Tozluk, Karalom Havzası ve Gerlova’yı Müslüman-Türk dini yaşamının bir gelişme noktası olarak göstermektedir. Bir zamanlar Bizanslılar, Yukarı Fırat’taki Melitene’li Heretic Ermenileri kaldırıp, Balkan Yarımadası’nda ”Via Militaris” – Askeri Yol, Mithat Paşa şosesi, İstanbul–Belgrad yolu ile Aşağı Miziya dedikleri az önce belirttiğim adı geçen yerlere yerleştirdiler. Avrupa’ya Paulicianliği bunlar götürdü; Ortodoks imparatorların başına bela olan ”Bogomillik”in kurucuları da bunlar olmuştur.

Buralara, daha önce Pelaj, Traklar, Makedonyalılar (Milattan Önce), Romalılar, Bizanslılar egemen oldu. Bu meyanda, önce savaştıkları ve sonradan egemenlikleri altına alarak Hıristiyanlaştırdıkları bazı Türk asıllı aşiret ve kabileleri de (Kuman, Peçenek, Kıpçak, İskit ve Avarlar) bu topraklara yerleştirdikleri bilinmektedir. Buralara yerleşip kalanlar, atalarından gelen, ağızdan ağıza anlatılanları, sözlü geleneği unutmadılar; yeni gelen Osmanlı Türklerin karşısında yabancılık çekmediler. Anadolu’nun değişik bölgelerinde yaşayan ve çeşitli aşiretlere mensup olan çeşitli beyliklerin yönetimine giren Türk halkı, birbirini yadırgar, hatta birbirlerine düşman gözüyle bakarken, Rumeli topraklarına yerleştikten sonra akrabalık ilişkileri, askerlik ve silah arkadaşlığı, alışveriş gibi ilgilerle, birbirleriyle kaynaşıp ”Rumeli halkı” adı altında bir topluluk meydana getirdiler.

Türklerin Balkanlar’a göçü, Osmanlı’dan çok önce başladı. Bu durum, ”Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi”nde: ”Hacı Bektaş, bir gün Arafat Dağı’ndaki Çilehane’den çıkıp şimdi ‘Zem-zem Pınarı’ denen pınarın yanına geldi. Gördü ki, bir çoban bir bölük koyunu pınar yanındaki alana yaymış, gütmede. Hünkâr, çobanın yanına gitti. Arkasını sığadı:

– Adın nedir çoban? dedi. Çoban,

– Adım Sarı Saltuk’tur, ne emredersiniz, elimden geldiği kadar hizmette olayım deyince, Hünkâr,

– Haydi, seni Rum ülkesine saldık, dedi.

Hünkâr, Sarı Saltuk’a bir yayla, yedi ok verdi ve bir kılıç kuşattı, bir seccade sundu. Ulu Abdal ve Kiçi Abdal adlı iki dervişi de yoldaş etti. Sarı Saltuk, Hünkâr’ın elini öptü, ayaklarına kapandı, dua ve himmet aldı, hemen yola revan oldu. Ulu Abdal ve Kiçi Abdal’la Sinob’un üstünden Karadeniz kıyısında Harmankaya’ya (Kara Orman) geldi” şeklinde geçmektedir.

Deliorman, Dobruca, Osmanlılardan önce nüfusça fakir idi. Anadolu’da süregelen çekişmelerden kaçan II. İzzeddin Kaykavus, Bizans imparatorundan kendisine bağlı obaların yerleşebileceği bir yer istedi. Bizans imparatoru da İznik’ten aktarılan Anadolu Türklerini Dobruca’ya yerleştirdi. Bu yörede Sarı Saltuk Sultan müritlerini buldular. Bu Selçuklu Türklerin bir kısmı, II. İzzeddin Kaykavus’la bu bölgeden ayrıldı; fakat çoğu orada kaldı. Bunlar, Gagavuz (Kaykavus) adı ile tanındılar. Tarihçi Yazıcıoğlu Ali’nin dediği gibi, bunlar sonradan din olarak Hıristiyanlığı kabul ettiler. Türkolog Tadeusz Kovalski, araştırmalarında kuzey-doğu Bulgaristan’da konuşulan Türkçe’den hareketle, bu bölgede bir grup Kuzey Türk’ün (Bulgar Türkleri) yaşadığını ortaya koyarak, bu Türkler’in daha sonra 1261’de Anadolu’dan gelen Selçuklu Türkleri’yle karıştıklarını söylemektedir.

Türkler’in Anadolu’dan Balkanlara kitlesel göçü, 1352’den sonra başladı. 1361’de Edirne’nin alınması, bu göç dalgalarını daha hızlandırdı. Osmanlı, Selçukların kolonizasyon ve sürgün yönteminden yararlanarak Balkanlar’a Naldöken, Tanrıdağ, Kocacık, Ofçabolu, Vize Türkmenleriyle Tatarlarıyla 1396’dan sonra bu yerlere egemen olunca,

  • Büyük askeri yollar (başlıca şimdiki E-5 kara yolu) boyunca (Çirmen, Hasköy, Filibe, Tatarpazarcık, Sofya, Niş);
  • Kocabalkan geçitlerine,

1. Kıyı Geçidi (Mesevri, Varna, Balçık, Harmankaya),

2. Nadir Derbendi (Aydos, Provadi, Hacıoğlupazarı, İsakça),

3. Çalıkavak Derbendi (Karnobat, Şumnu, Silistre),

4. Kazan Derbendi (İslimye, Osmanpazar, Eskicuma, Hezargrad, Tutrakan, Silistre),

5. Tvarditsa, Demirkapı geçidi (Tırnova, Rusçuk),

  • Ege Denizi boyuna (Dimetoka, Gümülcüne, İskeçe, Drama, Serez, Selanik, Fener/Yenişehir, Avret/Hisar Makedonya, Saraybosna)

yerleştirmeye başladı.

 

Bu, yerleştirilenlerin kurdukları köylerin adlarından anlaşıldığı üzere, Anadolu’dan göç ettirilen Türk nüfusu arasında Saruhanlılar, Menteşeliler, Kayserililer, Yozgatlılar, Alanyalılar, Sinoplular vb. vardır. Saruhanlı, Menteşeli, Elmalı, Yahyalı, Sorgunlu, Ayvacık, Uzunabad (Yabanabad/Ankara), Alaettin (Aladinovo), Samsunlu, Timur’dan kalanlar, İsfendiyar oğullarının ve Menemenli, Harmandalı Aşiretleri’nin de bu bölgelere yerleştirildiği tarihçilerce belirtilmektedir.

15. yüzyılın başında Şeyh Bedreddin Sinop’tan Rumeli’ye geçti, Eflâk voyvodası tarafından himaye gördü. Önce Silistre’ye, oradan Dobruca’ya Kalenderi, Işıkların merkezi olan Sarı Saltuk zaviyesine gitti.

O sıralarda Bulgaristan’dan Sırbistan’a kadar uzanan bölgede ”Bogomilizm” denilen bir mezhebin yaygın oluşu ve bu mezhebin de toplumcu bir nitelik taşıması, Şeyh Bedreddin’in işine gelmişti. Fikirlerini yayıp, nüfuzunu genişletmek nedeniyle, arzusuna uygun Ağaç Denizi/Deliorman gibi Alevi Türklerin çoğunlukta olduğu bir yöreyi seçti. Burası, onun başlatacağı ayaklanma için en uygun yerdi.

Şeyh’in Hıristiyanlığı tanıması da işlerini kolaylaştıracak gibi görünmüştü. Deliorman’da büyük bir kalabalık tarafından karşılanmıştı. Şeyh Bedreddin geniş bir hürriyet taraftarı olarak görülmektedir; ancak o gün için geçerli toplum düzenini kökünden sarsmayı amaçlayan görüşleri, o günlerde büyük heyecan yaratmıştır.

Özelllikle Simavilik her yana dal budak atıp yayılınca, devleti bir endişe almıştır. Türkmenler akın akın Şeyh Bedreddin’i görmeye gelmeye başlamışlar; tarikata katılmışlardır. Bulgar tarihlerinde Şeyh Bedreddin’e yer verilerek, onun Osmanlı Devleti’nde yapmak istediği (toprak reformu) ve (tarımsal eyleme) ilişkin bilgi verilirken, kuzey-doğu Bulgaristan’daki halkların ona bağlılığı anlatılmaktadır.

Hristo Polyakov da Şeyh Bedreddin’in ayaklanması başarıya ulaşsaydı, reayanın durumu çok iyi olacaktı, demeye getiriyor.

1877/1878 savaşından sonra Bulgaristan’da 2358 cami–mescit, 142 medrese, 174 tekke–zaviye, 42 imaret, vardı.

 

Bulgaristan’da Hıristiyanlar, Aleviler ve Sünniler arasındaki ilişkiler nasıldı?

Deliorman ve Gerlova’dakilere ilişkin şunu belirteyim ki, kültürce Sünnilerden çok ileridirler. Köy ve kasabalarda Sünni, Hıristiyan vb. birlikte yaşadıkları toplumlara, hoşgörüyle davrandıklarından, aralarında bir sorun çıkmazdı.

Sünnilerle Hıristiyanların karışık yaşadığı köylerde, Sünniler arasında, su kuyularına kış günü sık sık domuz yağı atıldığı söylentisi çıkar, konu komşu toplanıp kuyudaki suyu kırklarlardı. (40 kova su çekilerek dışarı atılır).

Oysa, kuyu içerisine kar yağdığından, su üzerinde topak topak yüzerdi. Hıristiyanlar, ”Bu korktuğunuz yağ, diğer yağlardan kıymetli ve pahalıdır, hiç kuyuya atılır mı?” diye didinip dururlardı. Çeşme olan yerlerde, ”yalaklara domuz girmiş” diye hiç yoktan kavga çıkararak, birbirine düşman olurlardı.

Bu, çok eskiden beri gelen bir dertti. 1930’lu yıllarda köyümüzün komşusu Adaköy’de Hafız Ağa diye otoriter bir muhtar vardı. Bulgar Kralı III. Boris, sağdıcı Bağryanov’u (Hüseyin Baba–Voden’de çiftliği vardı, 1945’te idam edildi) ziyarete geldiğinde Hafız Ağa’ya da uğrarmış. Bu muhtar, kırım (domuz kesme) yaklaştığında Hıristiyanlara: ”Domuzlarınızı arabaya koyup, sesi işitilmeyecek bir yerde keseceksiniz!” diye emir verir, yıllarca öyle yaptırırmış. Bir akşam, camiden gelirken vurulduğunu işittik. Bu olay, Deliorman’da hayli yankı yaptı. Bunu yapanın Dobrucanlar olduğu sonra öğrenildi.

Hıristiyanlar, Alevileri kendilerine Sünnilerden yakın sayıyorlar: Baba–Oğul–Mukaddes Ruh, Allah–Muhammed–Ali, inancından dolayı, onların bu yaklaşımını, Sünniler fenaya yoruyordu.

Oysa 1985’te Türklerin adları Hıristiyan adlarıyla değiştirilirken, bu uygulamaya en sert tepki, Alevi-Bektaşilerden geldi.

 

Anadolu’daki Aleviler ile Bulgaristan’daki Alevilerin yaşam anlayışları arasında farklar var mıdır?

Deliorman ve Dobruca’nın güney yöresinde, halkı Alevi-Bektaşi olan köylerde 31 yaşına gelinceye kadar yaşadım. Bundan sonra 1951’de Türkiye’ye göçerek, Isparta’nın Söğüt dağları eteğinde olan bir köye iskân edildim. Çok geçmeden, buraya yakın Baladız, Geresin, İğdecik ve Isparta’ya bitişik Aliköy Alevileriyle tanıştım. O bölgede kaldığım sekiz yıl, yukarıda adı geçen köylülerle görüşüp konuştuk.

1959’da Eskişehir’e göçünce Arapören, Emirdağ’ın Şucaettin köylerinden ve Eskişehir’in Yıldıztepe Mahallesi’nden birçok kişilerle de tanıştım. Onlarla candan dosttuk, birbirimize gidip geldik. Bulgaristan’dakiler arasında, Avrupa’nın bir ucunda bulunduklarından, kültürce ileride, yabancı bir devletin egemenliğinde olduklarından mıdır nedir, güçlü bir dayanışma vardır.

Eğitim, öğretim, sosyal eylemler alanında çok ileri. Bulgaristan’da aydın kişiler arasında Aleviler çoktur. Muharrem Yumuk (Caferlerli), Hasan Kocaman (Caferlerli), İlhami Yumrukçal gibi Esperantoca bilenler vardı.

1930’lu yıllarda faşizm hortladığı zaman Kemallarlı Muhtar Baba, gece gündüz Alevi köylerini gezer, aydınlatırdı.

Her yıl Eylül ayı ortalarında Alevi-Bektaşiler ”Demir Baba Tekkesi”nde toplanırdı (1940’tan sonra Romanya idaresinde olan Kuzey Deliorman ve Güney Dobruca Bulgaristan’a katılınca Akkadınlar (Dulova), Tutrakan, Silistre yöresindeki Alevi-Bektaşiler de gelmeye başladı). Bu tekkedeki toplantıların 1950’den sonra yasaklandığını söylediler. Şimdi yeniden tekke ve türbelerin bakımı ve onarımına başladıklarını söylüyorlar. Köyümdeki ”Yunus Abdal Türbesi”ni yeniden yapmışlar (1985’de Bulgarlar yıkıp yerle bir etmişlerdi).

 

Sizce, Balkanlardaki en önemli Alevi / Bektaşi dini ve cemaat uluları kimlerdir? Bunların türbesi veya yatırları var mıdır?

Bektaşi ve Halveti gibi tarikat ehli şeyhlerin, Rumeli’de müritleri vasıtasıyle köyler teşkil ettikleri bir gerçektir. Bunlara ek olarak, gönüllü ”Yörük cemaatı”, daha sonra çoğu Yavuz Sultan Selim’in Kızılbaş-Alevi yandaş grup üzerindeki baskısından, Şah Kalender isyanından (1527) sonra gelen Bektaşiler-Aleviler içinde Abdallar, Işıklar, Sofular vb. olduğu, yerleştikleri köy adlarından bellidir: Abdallar (2 köy), Abdalköy (2 köy), Yunus Abdal, Işıkköy (4 köy), Işıklar, Rahman Işıklar, Haydarköy, Aşıklar (8 köy), Babaköy (6 köy), Tekke (19 köy), Yürükler (20 köy), Bektaşlar, Sofular (15 köy), Baba (6 köy), Otman Baba, Hızır Baba, Demir Baba, Gül Baba, Kırıcı Ali Baba (Kırcaali), İbrahim Baba, Ahat Baba, Otmanköy, Torlak, Akıncı, Balaban (12 köy), Tahtacıköy, Derviş Müslim, Ahi Baba, Ahi Çelebi, Ahiler, Caferler, Caferli (7 köy), Cankardaş, Ali Baba Tekkesi, Naldöken, Pirliköy (3 köy), Saltıklar, Şeyhköy (5 köy), Dutluca Tekke, Türk (17 köy), Türkmen (3 köy), Hüseyin Baba Tekkesi, Kocacıklar, Dedeköy (7 köy) vb..

Horasan’dan gelen Otman Baba ve halk dilinde ”Abdal” denilip aslı ”Abd-i âl-Âl-i Resûl kulu” anlamı taşıyan birtakım ”târik-i dünya” dervişlerin, Rumeli’nin Türkleşmesinde büyük hizmetleri olmuştur.

Gacanov, Deliorman ve Dobruca yöresinde Alevi-Bektaşi, Nakşibendi, Şazeli, Melami, Rifai ve Kadirilerin yerleştirildiğini söylüyor. Balkanlarda bulunan Bektaşi tekke ve zaviyeleri şunlardır:

  • ”Askeri Yol” ve menzil yollar boyunca; Karadeniz boyunda Musa Baba (Varna yakınında), Ahili Baba (Aydos’ta), Akyazılı Sultan (Balçık yakınında) ve Kaligra Baba’dır.
    • Edirne–Hezargrad yolundakiler; Sarıca Paşa, Mustafa Paşa, Cafer Baba, Kara Baba, Ak Baba, Dönen Baba (Çirmen), Hızır Baba (Tornova/Seymen), Kidemli Baba (Yeni Zağra), Kılıç Baba (Eski Zağra), Mehmed Baba (Osman-pazarı), Kızana Sultan (Eskicuma), Gelberi Sultan, Genç Baba Evladı Hüseyin Dede, Ahmed Dede (Şumnu), Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal, Musa Baba, Çorap Baba’dır (Hezargrad yakınında).
  • Tuna boyundakiler ise, Horasani Ali Baba, Ali Koç Baba (Nikbolu’da), Kıdemli Baba (Ziştovi), Üryani Baba, Şuca Dede, Hızır Baba, Küçük İlhanlar’da Mustafa Baba (Rusçuk), Denizler’de Hekim Ali Baba, Veli Baba, Süleyman Baba, Haydar Baba (Tutrakan), Üsküdarlı Mehmed Efendi Ziyaretgahı, (Silistre), Ahmed Baba (Hırsova), Sarı Saltuk (Babadağı), Muharrem Baba (Mangalye yakınında), Maçin Baba’dır (Maçin’de).
  • Edirne–Budin yolu arasındakiler; Ali Baba (Kırcaali), Otman Baba (Hasköy), Bali Baba (Sofya’da), Molla Ali Paşa Türbesi (Belgrat), Gül Baba’dır (Budin’de). Ege Denizi kıyısında – Selanik yolu üzerinde – Seyyid Ali Sultan (Kızıl Deli), Abdul Cüneyt Zaviyesi (Dimetoka), Ahi Evren Zaviyesi (Gümülcine), Şeyh Bedreddin Türbesi (Serez), Ayşe Hatun Tekkesi, Hızır Baba Zaviyesi, İlyas Efendi Tekkesi, Beyazit Baba Tekkesi (Selanik), Hüsrev Paşa Türbesi (Tırhala), Veli Baba Tekkesi (Ağrıboz) bulunmaktadır.
  • Makedonya’da; Karacaahmed Tekkesi (Üsküp), Padişah I. Murad Tekkesi (Kosova), Sersem Ali Baba, Harabati Baba (Kalkandelen), Hasan Baba, Dur Bali Baba, Abdüssamet Sultan, Seyyid Sultan (Karaferya), İdris Baba (İpek), Hasan Baba, Mahmud Paşa Tekkesi (Debre-i Bâlâ), Gazi Hüsrev Bey Zaviye-si, Gazi Murad Bey (Saraybosna), İdris Baba Türbesi (İpek) vardır.

 

Türklerin Balkanlar’a gelip yerleşmeleri, sürüp gitti. Bu nakiller ya padişahın fermanıyla, yahut sadrazamın veya vezirlerin yoksul bölgelerden toplu halde aileler getirerek cami, medrese, han, hamam gibi hayrat ve tesisler yaptırdıkları köy ve kasabalara yerleştirilmeleriyle oldu.

H. 1164 / 1751 tarihli Mufassal Avârız Defteri’nde Deliorman bölgesinde ortalama 24 evden meydana gelen 106 köy ve 1000’i Hıristiyan olan 11 000 nüfus bulunuyor. Hezargrad ilçesi üzerine yoğunlaşmış 1479 Tahrir Defteri’nde 2 Müslüman köyünden söz ederken bu sayı 1516'da 25, 1525’te 33, 1555’te 65, 1579’da 73’e çıkmış; hane sayısı da 1516’da 308, 1555’te 1 800, 1580’de de 2 389 olmuştur.

Sadrazamlardan Makbul İbrahim Paşa (1527-1536) Deliorman bölgesinde Sünni anlayışın egemen olması, Razgrad Kasabası’nı Mezergrad-ı Cedid (Romalılar döneminde Abritus) olarak imar hale getirmek için cami, medrese, han, hamam yaptırdığı halde, Alevi-Bektaşiliğin yayılıp gelişmesini önleyemedi.

Deliorman’da hâlâ birçok Alevi-Kızılbaş nüfusu vardır. Buradaki Bektaşi tekkelerinin Hurufi eğilimli olduğu bilinir. Deliorman nüfusunun, gayri Sünni eğilimler gösterdiği, Şeyh Bedreddin Simavi isyanından beri bilinmektedir.

Razgrad ilçesinde Yunus Abdal için Bulgar tarihlerinde:

”Gurre Receb, sene 1174 (Şubat 1761)’de Padişah III. Mustafa döneminde Yunus Abdal Köyü halkı ağır vergi ve yöneticilerin baskısına karşı, 55 ile 56 Yeniçeri Ortalarının da katılmasıyla Hezargrad’a baskın yaparak kasa-ba halkına zarar, ziyan yapmışlardır” diye yazmaktadır.

Eskiden, ”ben Yunus Abdallıyım” demeye çekinirdik. Bulgarlar, ”Siz isyancısınız!” diyorlardı. 1934’te adı ”Yonkovo” olunca suçlanmadan kurtulduk.

 

Balkanlar’daki Alevilerin inançlarında Hıristiyanlığın etkilerini görüyoruz. Hıristiyanlık Balkanlar’daki Aleviliği hangi oranda etkilemiştir?

Sayın Aydın, ben daha çok kuzey-doğu Bulgaristan’daki halklarla (Alevi-Bektaşi, Sünni, Hıristiyan Ortodoks, Evengelist, Adventis) ilişki içindeydim; gördüklerim, onlardan duyduklarım otuz yıl gibi kısa bir zaman içinde oldu.

Dini inançların birbirini etkilemesinden söz ederken, yanlış açıklamada bulunurum diye korkuyorum. Gerçi medresede fıkıh, kelam, tefsir okuduk; öğretmenimiz Şeyh Ziyauttin Ezheri, Emrullah Efendi ve Kürt Mustafa Efendi derslerinde Sünni-Şii, Maturidiye, Eşariye, Mu’tezile, Cebriye vb. bunların ana kollarını, inançla akıl, felsefe ile din arasında bağlantı kurmaya çalışan bazı İslam düşünce ürünlerinin zamanla nasıl mezhep halini aldığını, bunların tümünde genel amacın, Allah’ın birliğini akıl yoluyla kanıtlamak olduğunu; mezhepler, Fırak-ı dâlle, fırka-i nâciyye hakkında saatlerce anlattılar, bunlar genel bilgilerdi. ”Dinler Tarihi”ni çok kısa geçtik.

Ayrı dinlere mensup halklarla yaşarken, birbirinin ibadet, gelenek, kutsal yer ve tapınaklarına saygı göstermek, o topluma çok şey kazandırıyor.

1900’lü yıllardan sonra köyümüze Bulgarlar yerleşmeye başlıyor; 15-20 hane olup da, kutsal günde ölülerine çalmak için bir çan (kampana) almaya kalkınca, aralarında para toplarken, Türklerden de bu yardıma katılanlar olmuş. Hâlâ dini bayramlarında, bu Türklerin adını saygı ile anarlardı. Kemallar’da (İperih) varlıklı Maçinli Osman vardı (Alevi olup Deliorman, Gerlova yöresi Alevilerinin mürşidi Muhtar Baba onların evinde kalırdı). O da Kemallar kilisesine çan alınırken yardım etmiş.

Bunun bir ters uygulaması da var. Oğlum Cevat, o sırada Çorum Kömür İşletmesi’nde görevliydi, o anlattı; 1989’da T. Jivkov, Bulgaristan’daki Türkleri göçe zorlayınca, kitlesel olarak Türkiye’ye sığınmaya başladılar. Gelenler kalabalık olduğundan hükümet bunları grup grup illere dağıtıyordu.

Çorum’a da bir grup göçmen yollanmış. İl yöneticileri, bunları merkezde bir okula yerleştirerek, yiyecek ve başka gereksinimlerini karşılarken, o yıl kurban bayramında varlıklı bir hacı, ”kurbanı bu göçmenlere vermek daha sevap ve yerinde olur” diye tutar, kurbanı göçmenlere verir.

Onlar da ”Allah kabul etsin Hacı Babacığım” diyerek teslim alırlar. Aradan bir iki saat geçince hacı: ”Ben bunlara kurbanı verdim; ama onlara ekmek de lazım” diyerek, taksinin bagajını ekmek doldurup, okula gelir. Ne görsün? Okul önünde masalar kurulmuş, kurban etinden yapılan şiş kebap ile kadın erkek ”Hayde nazdrave (sağlığa)” diyerek rakı içiyorlar. Hacı şaşırmış kalmış, masadakiler kalkarak ”Gel Hacı Babacığım Slivovitsa’dır (erik rakısı), kendi elceğimizle kaynattık” deyip, hacıya yer açarken, hacı iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamış. Onlar hacıyı sevincinden ağlıyor sanıp, ”Hiç olmazsa bir yudumcuk al” diye yalvarıp yakarmış.

Bu olay Çorum’da duyulmuş, çok yadırganmış. Okula vali gelmiş, göçmenler ona da rakı ikram etmeye kalkmış. Vali, bu davranışlarının iyi olmadığı, kurbanın kutsallığı, Müslümanlık’ta içkinin haram, hele dini bayramda içki içmenin günah olduğu üzerine birçok öğüt vermiş. Bu göçmenlerin çoğu Deliormanlı imiş, birer ikişer Bulgaristan’a geri dönmüşler.

Dinlerde kutsal ağaç, su, taş ve bazı eşyalar vardır; Hıristiyanlarda renk renk kâğıtlarla süslenmiş kızılcık çubuğu ile yeni yılı (Vasilov’den Vesil günü, 1 Ocak) kutlamak, Mekke’nin Zemzem, Demir Baba’nın Altıparmak suyu, kutsal sayılır.

1787 yılında Bulgaristan’dan geçen Fransız Graf d’Otriv gördüklerini şöyle anlatmaktadır: ”Müslümanlarla Hıristiyanların karışık yaşadığı köylerde, birbirlerine kız alıp veriyor, birbirlerini sayıyor, birlikte şarap içerek Müslümanlar Ramazan’ın, Hıristiyanlar Büyük Perhiz’in (Paskalya) bozulduğunu, Müslümanlar Lailâhe illalah’ın, Hıristiyanlar da haçın hoca ve papazlar gibi önemini bilmiyorlar. Bu iki din arasındaki kayıtsızlığın, Müslümanlığın lehine, onun uygulanmasında kolaylık sağladığı anlaşılmaktadır. Onun için Bulgaristan’da Hıristiyanlar arasında dinden dönmeler (Müslüman olma) o dereceye gelmiş ki, göç olmadığı halde, Hıristiyanlar 40 yıl öncekinden 10 defa daha azalmış.”

Akyazılı Baba, müridlerini Dobruca ve Deliorman’a yollarken, şöyle diyordu:

”Biz şarap içmeyi yasaklamayacağız, kadınlara ferece de giydirmeyeceğiz, mum yakmayı da yasaklamayacağız, burada İslamiyeti zorla kabul ettirmişler. Buradaki Hıristiyanlar, Hz. Ali’nin mezhebini gönüllü olarak kabul etsinler. Taraftarlarımızı çoğaltmak için burasının yerli kadınlarıyla evlenip çoluk çocuk yetiştirin.”

 

Bulgaristan’da Kızıldeli Sultan’a ait türbe (veya makam) var mıdır, varsa nerededir ve şu andaki durumu nedir?

Kızıldeli Sultan Türbesi Yunanistan’dadır. Belki Bulgaristan’da bir makam veya onun belli bir zaman kaldığı bir yer olabilir.

O çok önemli bir erendir. Benim de elimde onunla ilgili çevrilmiş çok belge vardır. Çok önemli tarihi bir şahsiyettir o.

Bununla ilgili elimde bir ”Hatt-ı Hümayyun”un çevirisi var. Onu yorumsuz olarak sunmak istiyorum:

Yazı: 18 Zilhicce sene H. 1245 / Mayıs 1830, Padişah II. Mahmud dönemi, dört yıl önce Bektaşi tekke ve zaviyelerinin kapatılması, bazılarının yıkılıp yerle bir edilmesine başlandı. Tekkelerin taşınır taşınmaz malvarlığı, devlet tarafından ucuz ucuz isteklilere satıldı. Bayındır olan yerler yıkıntılığa döndü.

Kimden: Divân-ı Hümâyûn’dan

Kime: Çirmen ( Bulgaristan’da) Kaymakamı’na

Konu: II. Mahmud’un buyruğu ile kapatılan Dimetoka (Yunanistan’da)’daki Kızıl Deli (Seyid Ali) Sultan Zaviyesi’nin taşınmaz mallarının is-teklilere satıldığı, elde edilen paranın devlet hazinesine teslim edildiği.

Açıklama:

Dimetoka’da bulunan Kızıl Deli Sultan Zaviyesi’ne bağlı iki tekke, 24 pare köy bulunmaktadır, bunlarda bulunan 1458 dönüm tarla, 70 dönüm bağ, 55 dönüm çayır, 30 dönüm koru, 25 dönüm orman, 8 dönüm dut bahçesi, 117 dut ağacı, 3 dut bahçesi, 2 meyve bahçesi, 2 şer göz 6 adet, 3 er göz 1 adet, 4 göz 1 adet, 1 adet sudeğirmeni, 3 adet kullanılmayan değirmen ocağı, birkaç odalı 6 bina, 1 çeltik, bir un, birkaç gözlü 4 anbar, 4 samanlık, 5 iribaş hayvan ahırı, birkaç küçükbaş hayvan sayası (ağıl), 3 fırın, 2 aba dolabı, 4 kiler, 1 yağhane, 1 sabunhane, 1 yıkamahane, 1 şırahane (pekmez ve şarap yapılan yer), 1 derihane 1 bakkal dükkanı, 1 nalbant dükkanı, ve 1 mezraa satışından 73.600 kuruş (736 lira) elde edilmiştir.

Bu yukarıda taşınmaz malların satışından başka: 2.500 küçükbaş, 200 iribaş hayvan, 40-50 hergele, 20-30 çift karasığır da satılmıştır, bunlardan elde edilen para belirtilmemiştir. Atlara ilişkinse, hiç bilgi verilmemektedir. Oysa C. İktisat No. 1775 belgede, Bektaşi tekkelerinden toplanan bu atların Karacabey harasına ulaştırılınca % 40.57’si telef olmuştur.  (Başbakanlık Osmanlı Arşivi: Ali Emiri tasnif II. Mahmud No. 9950)

Not: Yazarın toplu belgelerinin CEM Vakfı Yayınları arasında yayınlanmasını için çalışırken, bu toplu belgeler içinde Kızıldeli Dergahı’na ait birçok belgenin bulunduğunu fark ettim.

Benim önerim üzerine Ahmet Hezarfen’in de onayıyla bu ana kitap içinde Kızıldeli’ye ait olanların ayrı bir kitap halinde yayınlanmasını uygun bulduk. Fazla bir sonuç alınamayan 6 aylık bazı uğraşlar sonucunda eldeki mevcut belgelerin orijinal halleriyle basılmasına CEM Vakfı Yayın Kurulu karar verdi. Bu dergaha yaptığım iki önemli gezi ve bu dergahla ilgili notlarımı bir başka kitap çalışması içinde değerlendirmek istiyorum. (Ayhan Aydın)

 

Akyazılı Sultan ve onun müridi Derviş Hasan Pehlivan Demir Baba’nın ünü, yüzyıllar boyu halkın gönlünde hiç azalmadan artmıştır. Demir Baba’yı anlatır mısınız?

Önce, Denizlerli Haydar Baba’nın bir nefesini vermek istiyorum:

Daldık aşk adlı denize

Erenlerden irdik ize

Akyazılı Sultan bize

Medet himmet kerem eyle

Demir Baba’nın adıyla bir kişinin meydana çıkması, insanların da ona inanıp arkasından gitmesi gerekti.

Bunu idrak eden, Muhammed’in damadı Hz. Ali’nin inancını yayan, bir grup Kızılbaş dervişlerinin mürşidi Akyazılı Baba idi. Bu Kızılbaşlar, Anadolu, İran, Sarımdağı (?) ve Bulgardağı’ndan hayvan sürüleriyle göçüp Dobruca ve Deliorman’a yerleşmiş, oldukça kalabalık ”yürük ocakları”ndan (zadruga) idiler. Akyazılı Baba müritlerine az önce de bahsettiğimiz gibi,

”Biz şarap içmeyi yasaklamayacağız, kadınlara ferece de giydirmiyeceğiz, mum yakmayı da yasaklamayacağız, burada İslamiyet’i zorla kabul ettirmişler. Buradaki Hıristiyanlar, Hz. Ali’nin mezhebini gönüllü olarak kabul etsinler. Taraftarlarımızı çoğaltmak için, burasının yerli kadınlarıyla evlenip çoluk çocuk yetiştirin. Buradaki, insanlar bir ‘Demir Baba’ bekliyor, O’nu, onlara biz vereceğiz. O, derviş bir baba ve burada yerlilerden soylu aile kızı olan anadan doğacak. Bu mürşit, Demir Baba’nın tüm şan ve şöhretini miras olarak alıp bizim adımızı, şanımızı yüceltecek!” diyordu. Bunun için müridlerini Dobruca, Deliorman, Tozluk ve Polomie’ye yolladı. Kendisi de Balçık kasabası yakınında Batova alçağında kalarak, bugünkü Obroçişte (Batova) köyündeki Aziz Atanas Manastırı’nın üzerine tekke ve ocağını kurdu.

Yolladığı dervişler Dobruca, Deliorman, Tozluk ve Polomie’ye giderek her yeri dolaştı. Birçok insanlarla karşılaşarak onların dertlerini, isteklerini dinlediler, dönüp geldiklerinde, herbiri görüp işittiklerini, Akyazılı Baba’ya anlattılar. Bu dervişlerin arasında, Akyazılı Baba’nın çok değer verdiği Ali adında bir derviş vardı. Güçlü, heybetli biriydi. Mürşidini Bulgardağı’ndan Batova’ya sırtında getirebilecek güçteydi. Mürşit ona: ”Ali, sen neredeydin, ne gördün? Anlat, bakalım!” dedi. O da: ”Ben Deliorman’da Kuvancılar (Pçelina) denen bir köyde, varlıklı Müslüman ailede konuk olarak kaldım.

Orada dikkatimi çeken şey, kadınlar şalvarlı değil, fistan giyiyorlar. Bunu ev sahibine sordum, o ‘İslam dinine alıştık; fakat kadınlar bu çuval (torba) gibi şalvara alışamadılar, biz burasının yerlisiyiz’ yanıtını verdi” deyince Akyazılı Baba: ”İşte böyle bir aileden Demir Baba’yı temsil edecek biri doğmalı” diyerek, merakla: ”Daha ne oldu? Öte tarafını da anlat!.” Derviş: ”Akşam namazı kılmaya namazlağı (kilimçe) getirildiğinde, hane sahibinin Zayde adındaki küçük kızı koşarak ‘O benimdir, kimseye vermem’ diyerek, koltuğumdan namazlağı çekip aldı” dedi.

Akyazılı Baba: ”İşte bu küçük kız, Demir Baba’nın anası, Ali, sen de babası olacaksın!” dedi. Hemen Zayde’ye dünürlükçü yolladı. İş yoluna girdikten sonra, Akyazılı Baba büyük düğün cemiyetine kalktı. Düğüne 300 soylu yerli, 300 Yürük ileri gelenleri, tanınmış büyüklerden, başta İstanbul’dan vezirler olmak üzere 300 beye davetiye yollandı. Düğün töreninin, Demir Baba’nın anası ve babası olacak eşler için yapıldığı söylentisi, her tarafa yayıldı. Soylu yerliler, 300 dana; Yürük ileri gelenleri, 300 koç; ünlü kişiler ve devlet büyükleri de çeşitli sırma, ipekli düğün hediyesi getirdiler.

Düğün çok tantanalı oldu, Edirne’den İstanbul’a, Silistre’den Babadağı’na kadar anlatıla anlatıla, dilden düşmedi. Kuvancılar Köyü yerlilerinden zengin Zayde Hanım’la evlenen Akyazılı Baba’nın müridi Ali Dede’nin bir oğulları dünyaya geldi. Adını Hasan koydular. Hasan, Baba’nın öğretileriyle (irşat) çok az ilgileniyor, daha çok akranlarıyla güreşiyor ve hepsini de yeniyordu. Bu nedenle ona Hasan Pehlivan denmeye başlandı. Ana tarafından ünlü soydan geldiği için, Osmanlı ordusuna süvari, sipahi yazıldı, padişahın seferine katılarak, Budapeşte’ye gitti.

Askerlik hizmetini çok beğendi, ruhani babasının yanına dönüp Kızılbaş dervişlerinin şanını yüceltmeyi, Demir Baba’nın halefi olmaya hazırlanmayı unuttu. Akyazılı Baba, vakit geçirmeden çağrılmasına israr etti. Anası Zayde Hanım gönderdiği mektupta: “Ben seni doğurdum ünlü bir veli, sen gene oldun bir deli. At, giyecek hizmetçi yolluyorum sana; hemen dön görevinin başına!” diye yazdı.

Hasan Pehlivan, Budaqeşte’den ayrılarak Deliorman’ın yolunu tuttu. Gelirken Bosna topraklarına uğradı. Orada, Hıristiyan kiliselerinden kovulan Bogomillerin, ailece İslamiyeti kabul ettiklerini gördü. Oradan Ulah ve Boğdan topraklarına saptı, Babadağ’dan geçerek, Batova’daki Akyazılı Baba’nın Ocağı’na ulaştı. Orada Hasan Baba Pehlivan adıyla tekkeye hizmet ederek, otuz yaşından sonra Kur’an-ı Kerim ayetlerinin tefsirini, tasavvufa ait bilgileri öğrendi ve Demir Baba’nın şan ve şöhretini üzerine aldı. Kızılbaşlığın şanını yükseltmek için, Deliorman’a yollandı. Hasan Baba Pehlivan adına ”Demir” (Jelezniya) adını ekledi .

 

Bektaşi babası olan Haydar Baba,  yakın dönem Balkan ve Türk-Alevi edebiyatının da önemli isimlerinden birisi olarak kabul ediliyor. Haydar Baba, sanıyorum 23 yıllık postnişinlik (bağlı olduğu tekkenin şeyhliğini) yapmış, çok derin bilgisi olan ünlü birisiydi.

Siz onu da tanımış; görüşlerini, düşüncelerini dinlemiş birisiydiniz.

Bize bundan bahsedebilir misiniz? Haydar Baba’nın türbesi var mıdır, nerededir? Şu andaki durumu nasıldır?

Tuna boyunda, Rusçuk (Ruse) Silistre arasındaki Tutrakan’ın 20 km. güneyinde Hekim Ali Baba Tekkesi bulunmaktadır. Haydar Baba (Haydari) bu tekkede postnişinlik yaptı. Haydar Baba, İstanbul’da öğrenim görmüş, oradan önce Karalar’a (Çerna/Silistre ilçesi) yerleşip biraz kaldıktan sonra Denizler’e (Varnentsi) yerleşmiştir. Bu nedenle, Kızılburunlu Mustafa Can, Haydar Baba’nın bir nefesine nazire olarak,

Karalar’da geze geze
Denizler’de kalan Babam

demiş, bu benzetmeyi Haydar Baba çok beğenmişti.

Haydar Baba, bu tekkede 23 yıldan fazla postnişinlik etmiştir. Zaman zaman Türkiye’ye geziye gitmiş, sağlığında Atatürk’ü görmüş, onun takdirini kazanmıştır. Şiirleri, genellikle “nefes” türünden, vahdet-i vücut felsefesi anlayışıyla yazılmıştır. Haydar Baba, sosyalizm döneminde sık sık soruşturma geçirmiş, kitapları ve şiirleri toplanıp yakılmıştır.

1956’da Hakk’a yürümüş, mezarı Ali Baba, Veli Baba ve Süleyman Baba’nın bulunduğu dergâhın içinde 4. sıradadır.

1985 yılı Bulgaristan Türklerinin adları Hıristiyan adıyla değiştirilirken, sanduka ve taşları kırılıp yok edilmiştir. Haydar Baba’nın bir nefesi şöyledir:

Şah-ı Necef Ali aman

Medet himmet kerem eyle

Yetiş Pirim Balım Sultan

Medet himmet kerem eyle

Allah’ı geçer mi kuldan

Hiç el çeker mi yoksuldan

Eyrek Baba İstanbul’dan

Medet himmet kerem eyle

Kızıldeli seni andık

İmdat eyle bize artık

Dobruca’da Sarı Saltık

Medet himmet kerem eyle

Daldık aşk adlı denize

Erenlerden irdik ize

Akyazılı Sultan bize

Medet himmet kerem eyle

Dâima sana güvendim

Merdivenli’de iken kendim

Şâhkulu Sultan efendim

Medet himmet kerem eyle

Haber aldık bâtın yerden

Ma’nâ olduk her eserden

Ali Baba Denizler’den

Medet himmet kerem eyle

 
 

 

Ey Haydari, gerçek eriz

Er Hak, Hak er, erenleriz

Ya Hacı Bektaş’ı isteriz

Medet himmet kerem eyle

 

     

Osmanlı İmparatorluğu’nun Aleviler hakkında vermiş olduğu fermanları inceleyen birisi olarak Alevilerle Osmanlı Devleti arasındaki ilişkileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Yüzyıllar itibarıyla farklılıklar var mı ilişkilerin seyrinde? İlişkilerin iyi veya kötü olmasında hangi faktörler rol oynamıştır?

Savaşlarda alınan esirler, ganimet sayılırdı. Osmanlılar bu ganimetin 1/5’ini (pençik) devletin payına ayırıp esirlerin gençlerini ”acemi ocağı”na verirler, sonra bunlar ”yeniçeri” askeri olurdu.

Yeniçeri Ocağı, Hacı Bektaş Veli Ocağı’na bağlıydı. Bektaşiler, yeniçerilerin karargâhlarındaki vaizlik rollerinden ziyade, onlara tam bir Sünnileşmeye karşı direnç gösterme eğitimi veriyordu.

Bu, Osmanlı Devleti’nin siyasetine aykırı düşse de yeniçerilerin savaşlardaki başarıları, Bektaşilerin yeni alınan yerlerde kurdukları tekke ve zaviyelerde İslam olmayan halkı İslamlaştırdıkları, bir tür kolonizatör görevi yaptıkları görüldüğünden, Osmanlı yöneticileri buna hoşgörü ile davranmaya, tekkeler ile zaviyelere taşınmaz mal verip parasal vb. yardımda bulunmaya çalışırdı.

Ara sıra bazı baba, dede ve şeyhler, şeyhülislamın fetvasıyla sürgün veya idam edilirdi.

1826’da “Yeniçeri Ocağı” kaldırılırken Osmanlı Devleti’ndeki Bektaşi tekkelerinin bazısı kapatıldı, bazısı da yıktırıldı. Bunların baba ve dedelerinden ileri gelenler, idam; diğerleri de sürgün edildi.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Alevi-Bektaşiler yararına verilen ferman, berat ve bazı yazılardan birkaçı şunlardır:

  • Bursa–Uludağ’daki Geyikli Baba Zaviyesi’ne Orhan Gazi tarafından hibe edilen pilavlık pirinçle birlikte 2 yük rakı, 2 yük şarap gönderildi.

(B O A: Ali Emiri Tasnif Musa Çelebi, No. 1)

  • 27. N. sene H. 1079 (1669) tarihinde Antalya–Elmalı’da Abdal Musa Tekkesi’ne Berat verilmesi. (B O A: İbnül Emin Evkaf No. 1311/B/4)
  • Padişah I. Abdülhamid: ”Son zamanlarda cephelerde sürekli yenilgiler başgösterdi, ordunun ma’neviyatını yükseltmek için Bektaşi dedesi ile Bektaşi köçeklerinin cepheye yollanması” yazısı. (10, Z. H. 1187 / 1774 B O A: Cevdet Askeri No. 39890)
  • 20. Ş. sene H. 1192 (1778) tarihli yazı: Akyazılı Baba Tekkesi arazisine bazı kişilerin yaptığı tecavüzün önlenmesi. (B O A: Ali Emiri tasnif 1. Abdülhamid, No. 13062)
  • H. 1124 (1712) tarihli yazı: Balçık’ta Akyazılı Baba Tekkesi mütevellisinin değiştirilmesi, tekkenin düzenli olarak çalıştırılması. (B O A: İbnül Emin Evkaf, No. 4339)
  • 6. Ramazan sene H. 1204 (1790) tarihli yazı: Hezargrad’ta Demir Baba, Varna-Kozluca’da Musa Baba, Şumnu’da Hafız Baba tekkelerine Filibe Mukataasından günde yarımşar kile (İstanbul kilesi 25 kg.) pirinç verilmesi. (B O A: Ali Emiri 3. Selim, No. 21550)
  • 13 Ramazan sene H. 1204 (1790) tarihli yazı: Hırsova’da (Romanya’da Tuna’nın sağında) Ahmed Baba Tekkesi’nin yerlerine yapılan saldırının önlenmesi. (B O A: Cevdet Adliye No. 5933)
  • 10. S. sene H. 1241 (1825) tarihli yazı. Daha önce postnişin olan Seyyid Şeyh Feyzullah Efendi’yi öldürenlerin yakalanıp cezalarının verilmesi. (B O A: Cevdet Zabtiye No. 1548)
  • 29. Ca. sene H. 1311 (1893) tarihli yazı: Hacı Bektaş Veli Hazretleri Dergâhı’na onarım yapılması. (B O A: İbnül Emin Evkaf No. 1311 /B/4)

1826’da tekke ve zaviyelerin kaldırılmasından sonra, Alevi-Bektaşilerin aleyhine birçok yazı vardır. Ancak Padişah Abdülaziz zamanında durum değişmeye ve Alevi-Bektaşi tekkeleri yeniden açılmaya başladı.

  • 5. Recep sene H. 1332 (1914) tarihli Padişah VI. Mehmed Reşad’ın Hatt-ı Hümâyûnunda: Kadiriyye-Rufaiyye ve Aleviyye sülalesinden olanların askerlikten muaf oldukları.

(B O A: DH. İD. 86/11)

  • 15. Receb sene H. 1332 (1914) tarihli Padişah 5. Mehmed Reşad’ın Hatt-ı Hü-mayun’u: Hacı Bektaş Veli Dergâhı Post-nişini Çelebi Cemaleddin Efendi’ye gümüş Donanma madalyası verildi.

(B O A: ML. 235/104)

 

Devlet içindeki diğer inanç zümreleriyle kıyaslanınca, Osmanlılarca Alevilere yapılan ayrımların boyutu nedir? Bu, belgesel olarak kanıtlanabiliyor mu?

Osmanlı Devleti, Şeyh Bedreddin ayaklanmasından sonra Alevi-Bektaşilere kuşku ile bakmaya başladı. Fatih’in Uzun Hasan ile; Yavuz Selim’in Şah İsmail ile yaptıkları savaşlarda, Aleviler karşı tarafı tutuyordu. Bunun için İran ile ilişkisi olan Kızılbaş-Aleviler saptanıp bir bahane ile öldürüldü; bazısı Kıbrıs’a sürgün edildi.

Padişah III. Murad doğudaki Kürt beylerine ”dinsiz-Kızılbaş” olarak saydığı Safevilere bağlı olanların ileri gelenlerini öldürülmesi için fermanlar çıkarttı. Osmanlılardan önce Hacı Bektaş Veli’nin emriyle Babadağ’a gidip zaviyesini kuran ”Sarı Saltuk Baba Zaviyesi” mensupları bile 1584’te (Padişah III. Murad döneminde) cezalandırılmıştır.

İstanbul Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nden sunacağım birkaç belgeyle Osmanlı Devleti’nde yapılan ayrıcalığı özet olarak göstermeye çalışacağım:

  • Alevileri ekonomik yönden yıkmak için, Doğu’da gayri müslimlere içki satan Alevilerin cezalandırılması hakkında. (B O A: Cevdet Zabtiye 10. Muharrem 1122 (1710) No. 442 sayılı belge)
  • Yöresinde Sarı Saltuk, Maçin Baba, Hırsova’da Ahmed Baba Tekkesi bulunan, Tuna’nın solunda bulunan İbrail (Romanya’da) kadısının i’lâmında, bu sıra Osmanlı Devleti’nin ard arda yenilmesinin nedenlerini beş vakit namaza devam etmeme yüzünden olduğu, farz olan bu namazı cemaatla kılmayan, terk edenler saptanıp cezalanmalarına ilişkin. (B O A: Cevdet Adliye No. 1261, 7. Safer sene H. 1242 / 1826) tarihli belge)
  • Üsküp (Skopye/Makedonya) kadısının, çevredeki tekkelere başka yerden kaçan Bektaşilerin sığındığı, bunların hemen yakalanıp ilgili makamlara teslim edilmesine ilişkin. (11. M. H. 1242 / 1826 tarih ve Cevdet Askeri No. 9108 belge)
  • Sivas valisinin ilçelere yolladığı Muharrem H. 1251 (1835) tarihli yazıda yine beş vakit namazı cemaatla kılmayanların cezalanması. (Belediye, No.’suz)

 

Özellikle 1800’lü yıllardan sonra Bektaşilere, Bektaşi tekkelerine karşı olumsuz tutumların, Alevilik üzerindeki etkisi nasıl olmuştur?

Osmanlı Devleti’nin Bektaşilere karşı tutumu ve onları Sünnileştirme çabaları, 16. yüzyılın birinci yarısında başladı. Sadrazam Makbul İbrahim Paşa (1527 – 1536) Deliorman halkını Alevi-Bektaşi etkisinden kurtarıp Sünnileştirmek için eski Romalıların askeri üssü Abritus’u yeniden imar ederek, oraya cami, medrese, han, hamam, kervansaray, menzilhane yaptırarak burayı Hezargrad-ı Cedid, Karalom, Deliorman ve Urana bölgelerinin yönetim merkezi yaptı.

Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde, Hezargrad’da daha birçok cami ve medresede yetenekli hocalar olduğunu söyler. Böyle olduğu halde, Deliorman Alevi-Bektaşilerinin en yoğun olduğu bölge oldu.

Osmanlı döneminde Ramazan ayında camilerde teravi namazı kıldırma, vaaz etme, mukabele okumak için medrese hoca ve çömezleri Alevi köylerine de yollanırdı. Halk, mollayı iyi karşılar, birkaç gün misafir ettikten sonra, yaz mevsimiyse ”Şimdi, iş güçten sizi gereği gibi ağırlayıp, bakamayacağız; medresenize gidin, arife günü gelin” diyormuş. O gün gelince, her hane ”öküz hakkı” diye birer şinik buğday, arpa, mısır yahut onun değeri para verirmiş. Hoca, diğer Sünni köylerdeki arkadaşlarından daha kârlı çıkarmış. Buna dadanan molla, her yıl Alevi köyüne gitmek istermiş.

O dönemde bazı cer hocaları arasında Alevi köylerinden sadaka, fitr diye zorla, şantajla para, zahire toplayanların çok olduğunu yaşlılar söylemektedir. Balkanlardaki Alevi-Sünniler başka ulusun egemenliği altına girince, yaşam savaşı vermeye başladılar.

1878’den sonra olan göçler, birçok köyün çehresini değiştirdi. Türkler göçe zorlanarak, yerlerine Bulgarlar yerleştirilmiş. Yunus Abdal’da önceleri Aleviler çoğunlukta iken, yakın Bulgar köylülerin saldırıları nedeniyle birçok Alevi ailelerinin (Koprallar, İğrioğulları, Kafa oğulları vb.) kitlesel olarak Türkiye’ye göçtüklerini belediye (Obştina) kayıtlarında gördüm. Köyde kalanlar, başka yöreden gelen (Karalom, Palamarsa, Gagva, Ütükler vb.) Sünni, Nakşibendiler arasında bir varlık gösterememiş.

 

Günümüzde Bulgaristan’daki Alevilerin durumu nasıldır?

Daha önce, anavatana göçlerin Balkanlar’daki Türklerin yaşadıkları bölgelerin yüzünü değiştirdiğini söyledim. 1989’daki zoraki göçte Deliorman, Tozluk, Şumnu Deliorman’ında bazı köylerde birkaç hane kaldığını söylediler. Aradan çok geçmedi, geri dönmeye başladılar. İşte o zaman, ölü suyu serpilmiş gibi uyuyan köyler, yeniden canlanmış, bir zamanlar devletleştirilen topraklarını kurtarma peşine düşmüşler; fakat çeşitli güçlüklerle karşılaşmışlar.

1993’te Bulgaristan’a geziye gittiğimde bazısı taşınmaz mallarının peşinde, bazısı da Türkiye’den döndüklerine pişman, yine gideyim mi, kalayım mı duygusunda. Kemallar, Arslanköy, Hüseyinler’ de tanıdığım Alevilerin çoğu, Türkiye’ye göçmüş. Kalanlar arasında, sıkı bir dayanışma var. Türkiye’den

kendilerini aydınlatacak dergi, gazete istiyorlar. Demir Baba Tekkesi’ne inen yüzlerce basamağı, Kolebina (Silistre sancağında) köyünden Ali Kafalı yaptırmış.

Ağustos 1996’da Cem Vakfı’nın düzenlediği Bulgaristan ge-zisinde, bir yağmurlu günde, hep birlikte o merdivenlerden indik ve türbenin acıklı halini gördük. Hasköy’deki Otman Baba Tekkesi ondan çok daha bakımlıydı.

 

Yunus Abdal Türbesi’yle ilgili bir anınız olduğunu biliyorum, anlatır mısınız? Ayrıca, diğer ziyaret yerleri ve uygulamaları da sormak istiyorum?

1925 yılından sonra, tekke ve türbelere ziyarete gittiğimizi hatırlıyorum. Köyümüün kurucusu Yunus Abdal Türbesi, köyün 500 m. kuzeyinde 4-5 m. yükseklikte bir höyük üzerindeydi. Çevresi çoğu kızılcık, meşe, yemiş ağaçlarından oluşan küçük bir ormanlıktı. İçerisinde, başları sarıklı, yüzlerce 12 dilimli mezar taşları vardı.

Zaman zaman annem, komşu kadınlarla bazı akşamlar türbeye mum yakmaya gittiklerinde, biz küçükleri de birlikte götürerek, bize Baba’nın kerametlerinden (Yalnızca deresi boyundaki tarlasına, o gün karpuz ekip akşam üzeri Demir Baba ile Hüseyin Baba’ya karpuz getirdiğini, onun için ona ”Abdal” dendiğini) anlatır; o ormandan ağaç kesmenin uğursuzluk getirdiği, hatta Yunus Baba’nın kalkıp cezalandırdığını söyler; ağaçlardan bir dal koparmamamızı öğütlerlerdi.

1930’lu yıllara kadar, türbenin baş tarafında, gövdesi belki yarım metre çapında (bir kişi zor kucaklardı) bir meşe ağacı vardı. Bir akşam, köyümüzden Dik Yuvan’ın oğulları Slavi ve Dimitri, mağaza bellemesi yapmak için, bu ağacı kesmiş. O zaman, bunu kimlerin yaptığı bilinmedi. Bu olay, köyde ve diğer yerlerde üzüntü yarattı.

Birçok kişiler, Yunus Abdal gibi ermiş birinin, bu kesenleri nasıl cezalandırmadığına hayret etti; fakat çok geçmeden, Dimitri sara’ya yakalanmış, vakitli vakitsiz yere düşüp kendini kaybediyor; kendine gelince, ”Bu dert bana Yunus Baba’nın ağacını kestiğimden sonra geldi; ağaç, yere yıkılınca inledi. Arapça birşeyler söyledi. O dakikadan sonra, üzerime bir şey tırmandı. Hep beni boğmaya çalışıyor” diyormuş. Kardeşi Slavi de yakalandığı veremden kurtulamadı, genç yaşta öldü. Bunları gören Türk ve Bulgarlar, kutsal yer ve eşyalara el uzatmanın cezasız kalmıyacağına kanaat getirdiler, bir daha kimse ne türbeye, ne ağaçlara, ne taşlara el uzattı, 1985 yılına kadar.

1970’te Bulgaristan’daki köyüm Yunus Abdal’a yakınlarımı ziyarete gittiğimde, eski öğrencim Hüseyin Koçoğlu (bir yıl sonra Hüseyin Koçoğlu Yunus Abdal’a, İvan Slavov Duraç Köy’e belediye başkanı oldular) ile:

Çoktandır Demir Baba Tekkesi’ni ziyaret yasaklandı, çevre köy Alevileri, Yunus Baba Türbesi’ni imar edelim, kurban kesecek yer, mutfak-meydan evi yapalım diyorlar. Bu tekliflerini olumlu karşılıyoruz, köyümüz iç turizm bakımından ünlenir, Silistre, Tutrakan, Akkadınlar, Balpınar, Osman-pazarı yöresi Alevileri sürekli gelirler”  diyordu. İ. Slavov’un bu girişimine, BKP razı olmamış.

1985 yılı adlar değişirken, türbe dağıtılmış, çevredeki yazılı taşlar kırılmış haldeydi. Köy ileri gelenleri rejim değiştikten sonra, Türkiye’ye göçelim mi, kalalım mı diye tereddüt ederken, kendi işlerini bile aksatmış; ama ”Dedelerimiz, babalarımızın arka toprağı burada, ne yapıp edip Baba’nın türbesini yapacağız” demişler.

Mevsim kurak gittiğinde, Türk ve Bulgarlar birleşerek, Yunus Abdal Türbesi’nde yağmur duasına çıkar, dua edip Baba’nın karpuz tarlasındaki Yalnızca Pınarı suyuyla küçük çocuklar ıslanınca, yağmur yağacağına inanılırdı. Hâlâ buna inanmaktadırlar.

Yunus Abdal Köyü iki mahalledir: Çapraz Mahalle (Büyük), Dervişler Mahallesi (Küçük). Yaşlıların anlatıklarına göre Anadolu’dan Kalender bir derviş gelip, Yunus Baba Türbesi’ne yakın, orman içerisine yerleşmiş. Büyük mahalleden bir kadınla evlenmiş. Ondan olan çocuklarına “Derviş” lakabı verilmiş. Mahalle de “Dervişler Mahallesi” olmuş. Derviş’in soyundan Türkiye’ye gelenler, Dervişoğlu soyadı aldı.

Bu dervişin, Anadolu’dan birlikte geldiği yoldaşı Çorap Baba varmış. O, Ova-Şerman’a (Volno-Kemallar’ın kuzeyinde 12 km.) yerleşmiş. Başında çoraba benzer uzun takke giydiğinden, ”Çorap Baba” derlermiş. Sık sık Saçlı Derviş’le birlikte, Yunus Abdal’ın türbesini ziyaret edip zikr ederlermiş.

Diğer ziyaret yerlerine gelince, Deliorman, Osmanlı tarihi boyunca çeşitli Batıni zümrelerin sığınağı olmuş; özellikle Şeyh Bedreddin ayaklanmasının gelişmesinde önemli rol oynamış; ayaklanma bastırıldıktan sonra, yüz yıllarca Bedreddin yandaşlarını barındırmayı sürdürmüştür.

Rumeli topraklarında fetih ve kolonizasyon hareketlerine katılan Akyazılı Sultan, Kidemli Baba gibi “Rum Abdalları” zümresine bağlı Kalenderi şeyhleri de Deliorman çevresinde yerleşerek tekkeler kurmuştur.

Deliorman ve Arnavutluk, Bektaşiliğin en fazla yayılıp, geliştiği yörelerdendir.

Buralarda, birçok Bektaşi tekkesi kurulmuştur. Bunların en önemlilerinden Demir Baba, Hüseyin Baba, Musa Baba, Tutrakan’da Denizlerli Hekim Ali Baba, yine Razgrad ilçesinde Yunus Abdal’dır.

Deliorman, Dobruca ve Gerlova yöresi (Alevi ve Sünni) halkının adaklarını adadığı yer, Demir Baba Tekkesi’ydi. Yeni doğan çocukların sağlıklı ve güçlü olmaları için Demir Baba’ya kurban adanır. Tekkeye gelen kurban, Beşparmak Kaynağı’nın biraz ilerisinde, dere içerisine doğru uzatılan iskele üzerinde kesilir; kanı, çocuğun alnına sürülür, oradakiler çocuğun babasına ”Kurbanın mübarek olsun, Allah kabul etsin, oğlun uzun ömürlü olsun!” diye dilekte bulunur.

Amcam Hezarfen İbrahim’in hep kızı olmuş. Oğlu Recep dünyaya gelince, Demir Baba’ya kurban adamış. Bir sonbahar günü, konu komşu ve yakınlarını Demir Baba’ya götürdü. Şimdi adını bilemiyorum, türbeden bir babayı çağırdılar. Yukarıda belirttiğim gibi kurban kesildikten sonra, baba çocuğun arkasını sıvazlayarak, Beşparmak suyu serpti. ”Hayırlı evlat olup, vatana millete hizmet etsin” diyerek dua etti.

Bundan başka, burada yatan Demir Baba’nın efsanevi güç ve kuvvetine inanılarak yeni doğan çocukların elbisesi, evliliklerin hayırlı olması için gelin ve güveyin elbiseleri, bir süre Baba’nın sandukası üzerinde bırakılır, sonra giyilirdi.

Demir Baba’nın kardeşi Hüseyin Baba’ya gelince; 1826 yılında II. Mahmud Alevi-Bektaşi tekkelerini kapattıktan sonra, tekkenin taşınır taşınmaz mallarına devlet el koyuyor ve 23 yıl kadar Razgrad kadısı Hafız Hüseyin çalıştırıyor.

Sonra Tanzimat Fermanı’nı okuyan Mustafa Reşit Paşa’nın oğlu Mahzar Paşa’ya satılıyor. Binlerce dönüm tarla, çayır, ormana sahip olan Paşa’nın gözü doymuyor; komşu köylerin topraklarını da çiftliğine katmaya başlıyor. Bu yüzden, köylülerle arası açılıyor. Köylülerden Bâb-ı Âli’ye şikayet yağmaya başlıyor. Paşa’yı ve çiftliğini Çerkez süvariler koruyor, kimseyi tekkeye yaklaştırmıyor. Paşa’nın en güvendiği kişi, Yunus Abdallı Kutrik Musa imiş. Musa, komşu köylere giderek Paşa’nın aleyhine çalışanları saptayıp Paşa’ya jurnal edermiş. Köylüler, ”Musa Aga bizim adak mumlarımızı, yeni doğan çocukların, gelin ve güveyilerin giysilerini Hüseyin Baba’nın sandukasına götürüp getirirdi” diye onun hakkında kötü şeyler düşünmezmiş.

Güney Bulgaristan’daki Otman Baba Tekkesi, Hasköy’ün (Haskovo) güneyinde Tekkeköy’dedir.

Demir Baba Tekkesi gibi ünlüdür. Bu tekkenin Meriç nehrinin sağ ve sol yörelerinden gelen ziyaretçileri çoktur. Burası, 9 Haziran 1923’te İstanboliyski Çiftçi hükümetinin, faşist cunta tarafından düşürülmesinden sonra bir kısım çiftçi ve işçilere cezaevi olmuştur.

 

Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi inancını en geniş şekilde yansıtan başlıca eserler hangileridir?

Alevi-Bektaşi kültürü ve inancına ilişkin, şu yayınları genel olarak vermek istiyorum: -Bobçev, S. S.: “Za deliormanskite turtsi i za kızılbaşite” Sborn. Bılgarskite Akademiya na Naukite 24 (1931) 14: 1-16.

-       Vaysilov, L.: “Ludogorskite aliani” Atetistiçna Tribuna (1980) 3: 16-26.

-       Yavaşov, An.: Teketo Demir Baba ”Bılgarska svetinya”. Alianska legenda za Demir Baba i teketo. Razgrad 1934.

 

Osmanlı döneminde Bulgaristan’daki Alevi-Bektaşi edebiyatı üzerine de bilgi verir misiniz?

Osmanlı İmparatorluğu’nun yükseliş dönemi, 15. yüzyılda başlamış, 16. yüzyıl sonlarına kadar sürmüştür. Bu yüzyıllarda ve sonraki yıllarda yetişen Anadolulu şair, yazar, tasavvufçu, tarihçi ve seyyahlar, çeşitli görevler nedeniyle Bulgaristan topraklarına gelmiş, burada çalışmalarını sürdürmüşlerdir.

Bu ozanların şiirlerinde tasavvufun ve gizemciliğin derin izleri, genellikle ”nefes” türünden olup evrenin yaradılışını vahdet-i vücut anlayışı ile açıklayan din ve felsefe görüşü egemendir. Deliorman’da bu tekkelerin çoğu Hurufi eğilimlidir.

Fatih, Hurufiliği yasaklayınca öğretileri, gizlice başkentten uzak yörelerde yayılmaya başlamıştır. 15. yüzyılda Kaygusuz Abdal’ın deyişleri dilden dile dolaşmıştır:

Dobruca ovasında

Büyük yağlı çörekler

Akkirman’ın yağından

Benzimiz hey ağ olsa

16. yüzyıl ozanları arasında Kul Mehmed, Niğbolulu Muhiddin Abdal, Dobruca ozanı Kazak Abdal, Kırcalılı Kızıl Deli Sultan, Sofyalı Bâli Baba sayılabilir. Kazak Abdal çok bilinen bir dörtlüğünde şöyle der:

Münkir münafıkın soyu

Yıkıp harab etti köyü

Mezarına bir tas suyu

Dökenin de...

Öksüz Dede’den bir örnek de şudur:

Gül budanmış, dal dal olmuş

Menekşesi yol yol olmuş

Siyah zülfün tel tel olmuş

Ben bu yerden gideli

Gurbet illere düşeli...

17. yüzyılda Şeyhülislam Yahya, Dertli Kâtib, Karacaoğlan ile Nef’i, ömürlerini Balkanlar’da geçirmiştir. Dertli Kâtib, Demir Baba’nın mürididir:

Arzulayıp sana geldim

Ol mübarek yüzün gördüm

Eşiğine başım koydum

Demir Babam, Sultanım hu

Hacıoğlupazarı’ndan Çelebi Derviş, Eğridereli Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi de (1690) 17. yüzyıl edebiyatı için önemlidir.

18. yüzyıl ozanları arasında Rusçuklu Zarif Baba, İsmail Hakkı Celveti (ölm. 1724) sayılabilir.

19. yüzyılda ise Ruşeni, Niyazi Şeyh İsmail Efendi, Muallim Naci (Varnalı) görülmektedir.

 

Alewiten- Bektaschitum in Bulgarien: Ein Interview mit Ahmet Hezarfen

(Zusammenfassung)

Das Interview mit dem 1920 in Bulgarien geborenen Alewiten Ahmet Hezarfen,der seit über 30 Jahren in der Türkei lebt und sich eingehend mit dem Bektaschi- und dem Alewitentum beschäftigt, vermittelt bisher wenig bekannte Fakten hinsichtlich der Alewiten und des Bektaschi-Ordens auf dem Balkan, speziell in Bulgarien. He­zarfen gibt Informationen zur ethnischen Zusammensetzung der Bevölkerung auf dem Balkan wieder, die er auf Reisen in letzter Zeit aus erster Hand erhalten hat, und er beschreibt den Aufbau alewitischer und bektaschitischer Glaubensgemeinden. Hierbei geht er besonders auf die Bedreddini ein, der von Scheich Bedreddin Ende des 14., Anfang des 15. Jahrhunderts ins Leben gerufenen Bewegung. Für Hezarfen verkörpert Scheich Bedreddin, der eine starke Anhängerschaft unter der Bevölkerung Nordostbulgariens gewonnen hatte, einen Freiheitskämpfer, der eine Art ”primitiven Kommunismus” verkündete. Andere religiöse Führergestalten aus der Frühzeit der alewitischen Glaubensgemeinden Bulgariens waren der aus Khorasan stammende Otman Baba, Kızıldeli Sultan, Akyazılı Sultan, Derwisch Hasan Pehlivan, Demir Baba und Haydar Baba. Hezarfen erläutert die Herkunft der Bezeichnung ”Abdal” für die Derwische, die entscheidenden Einfluß auf die Türkisierung des Balkans hatten. Nach Hezarfens Überzeugung haben sich Alewitentum und Christentum gegen­seitig bereichert. Noch heute sei die Bevölkerung der Region Deliorman in Nordost­bulgarien alewitisch-bektaschitischen Glaubens. In dieser Region habe besonders Akyazılı Baba (Sultan) gewirkt, dessen folgenden Ausspruch Hezarfen zitiert:

”Wir werden den Weingenuß nicht verbieten, die Frauen nicht verschlei­ern, die Gebetsausübung mit Kerzen zulassen. Damit unsere Anhänger­schaft zunimmt, sollen unsere Männer mit einheimischen Frauen Ehen schließen und Nachkommen zeugen”.

Zur Zeit von Akyazılı Baba wurden viele Kirchen und Kapellen in Tekke umgewan­delt, was für Hezarfen ein Beweis für die starken interreligiöser Beziehungen ist.

Hezarfen kennt alle wichtigen Heiligengräber und Tekke der Bektaschi auf dem Balkan: ─ am Schwarzen Meer die Heiligengräber des Musa Baba bei Varna, des Ahili Baba in Ajtos, des Akyazılı Sultan bei Balčik und des Kaligra Baba (Ka­liakra); ─ auf Route Edirne–Razgrad die des Sarıca Pascha, Mustafa Pascha, Cafer Baba, Kara Baba, Ak Baba, und des Dönen Baba bei Kermen, des Hızır Baba in Tirnovo, des Kidemli Baba (Nova Zagora), Kılıç Baba (Stara Zagora), Mehmed Baba (Omurtag), Kızana Sultan (Turgovishte), des Genç Baba-Nachkommens Hüseyin Dede, Gelberi Sultan, Ahmed Dede (Kolarovgrad), Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal, Musa Baba, Çorap Baba (bei Razgrad); ─ an der unteren Do­nau die des Ali Baba aus Khorasan, des Ali Koç Baba (Nikobol), Kıdamli Baba (Svishtov), Üryani Baba, Şuca Dede, Hızır Baba, Mustafa Baba (Ruse), Denizler’de Hekim Ali Baba, Veli Baba, Süleyman Baba, Haydar Baba (Tutrakan), den Wall­fahrtsort des Mehmed Efendi aus Üsküdar in Silistra sowie in Rumänien die Grä­ber des Ahmed Baba in Hirşova und des Sarı Saltuk in Babadag, des Muharrem Baba (bei Mangalia) und des Maçin Baba in Măcin; ─ auf dem Weg von Edirne nach Budapest die Gräber des Ali Baba (Kărdzăli), Otman Baba (Haskovo), Bali Baba in Sofia, die Türbe des Molla Ali Pascha in Belgrad und des Gül Baba in Buda; ─ vom Ägäischen Meer nach Saloniki das Grab des Seyyid Ali Sultan (Didymotique), die Zaviye des Abdul Cüneyt in Didymotichon und des Ahi Evren in Komo­tini, die Türbe des Scheich Bedreddin in Serrai, das Tekke der Ayşe Hatun, das Zaviye der Hızır Baba İlyas Efendi, das Tekke des Beyazit Baba in Saloniki, die Türbe des Hüsrev Pascha (Trikkala/Tessalien) und das Tekke des Veli Baba auf Euböa; ─ in Mazedonien das Tekke des Karacaahmed (Skopje), das Tekke des Sultans Murad I. (Kosovo), des Sersem Ali Baba, Harabati Baba (Kalkandelen), des Hasan Baba, Dur Bali Baba, Abdüssamet Sultan, Seyyid Sultan (Vérroia), des İdris Baba (Peć), des Hasan Baba, Mahmud Paşa Tekkesi (Debre), das Zaviye des Gazi Hüsrev Bey, Gazi Murad Bey (Sarajewo) und die Türbe des İdris Baba in Peć.

Schließlich kommt er auf die gegenwärtige sozio-politische Situation der Ale­witen auf dem Balkan zu sprechen. Seinen Ausführungen nach hatten die alewi­tisch-bektaschitischen Glaubensgemeinschaften in der bulgarischen Region Deli­orman sowie in Albanien die stärksten Organisationsstrukturen entwickelt und ein aktives Gemeindeleben geführt. In diesen Gebieten lebten Christen, sunnitische Muslime und Alewiten friedlich nebeneinander. Gegen Christianisierungsversuche, wie zuletzt 1985 in Bulgarien, hätten sich die Bektaschi-Alewiten am heftigsten zur Wehr gesetzt. Als Vergeltungsmaßnahmen gegen ihren Widerstand seien in der Folgezeit viele Glaubenshäuser und Kultstätten der Bektaschi zerstört worden. Als sich, nach der Ausweisung der Türken aus Bulgarien 1989, die Situation der mus­limischen Minderheit in den nächsten Jahren wieder verbesserte, kehrten nur wenige Familien in ihre alten Heimatgebiete Deliorman, Tozluk und Sum (Kolarovgrad) zurück.

 

BU YAZININ REDAKSİYONUNU İSMAİL ENGİN YAPMIŞTIR.

Bu söyleşi ilk kez şurada yayınlanmıştır: ALEVİLER (ALEWİTEN), CİLT 1, KİMLİK VE TARİH, HAZIRLAYANLAR: İSMAİL ENGİN / ERHARD FRANZ, DECUTSCHES ORİENT – İSNTİTUT, HAMBURG, 2000. SAYFA 171 / 190.

 

Not: Kendisini bir yayıncı olarak değil de, “yayın yönetmeni” olarak takdim eden ve en acısı da öyle zanneden, birçok kişiyi üzüp, hâkim olamadığı duygu ve düşünce girdaplarıyla birçok hata da yapan, yazarların kitaplarına müdahale eden, Horasan (Niyaz) Yayınlarının sahibi olan kişi, elinizdeki kitabın basım parası hazır olduğu halde bir sene kitabın basımını oyalamış, sonuçta kendisine verilen redaksiyoncudan çıkmış en son metni 7 yıldır bize vermemiş, (birçok insana yaptığı gibi), bazen kitaplarda anlam kayıplarına neden olacak müdahalelerde bulunmuştur.

Basılı kitapta maalesef bu söyleşinin ilk yayınlandığı yer yok edilmiştir. Onun mantığına göre bir söyleşi bir dergi ve ya bir başka kitap çalışmasında ilk kez veya birçok kez yayınlanmış olsa da, ilk kez bizde görünsün diye, onu silmeliyiz, onun yayınlandığı yeri ve tarihi belirtmemeliyiz!

İşte bu tip insanlar Türkiye’de yayınevi sahibi, yayın yönetmeni olup hatta piyasayı dolandırdıktan sonra, onca yetişmiş insan dururken, Aslan Sosyal Demokrat Belediyelerde iş bulabiliyor, çalışıp para alıyorlar. Bu sadece “diğerleri” için geçerli değil yani.

Ne diyeyim, Allah akıl, fikir, izan versin…

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 117-143