Ahmet Hezarfen’le SÖYLEŞİLER (II.)- Ayhan Aydın - ahmet hezarfen söyleşisi 2 ayhan aydın

 

Tuğ gibi dururlar güvertelerde

Hilal yatağanlı, hilal bıyıklı

Hilal kaşlı, şahin gözlü yiğitler

Üçbin tir-endaz… Yuna yuna, su içe içe gider

 

Uzak ufukları tarar gözleri

Gözbebeklerinde bir mavi yalaz

Okları öndedir hayallerinden

Diyar-ı Frenk’te en uç’a gider

 

Bir ince donanma geçer Tuna’dan

Batıya her yaz

Tuna kıyıları insan boyu saz

Yıkanır sularda ince gölgeler

Kürekler şıpırdar tırpanlar gibi

Saz biçe biçe gider

 

İ’la-yı kelime’t’ullah’la yüklü

Sultanü’l-Bahreyn, Hakani’i Berreyn’in

İnce donanmaları Budin’e Beç’e gider

Yürekten aşk ile vatan dedikte

Tuna’yı anmadan olmaz

Bir ince şehrayin mavi sularda

Tuna… gönenmeden olmaz

 

Gül ayında coşan sular durulur

Tuna üstüne köprüler kurulur

Ordu-yu Hümayun Mohaç’a gider

 

Er meydanlarında bilenler bilir

Can kaça gider

 

Bir ince donanma geçer Tuna’dan

Hayalleri uzaklara götürür

Tuna… denilince bilir misiniz

Uzaklardan bize neyi getirir

Çıkarıp tarihin köhne hurcundan

Çok acı ve şanlı bir hatırayı

Görülmemiş melhame-i kübrayı

Unutulmuş Pilevne’yi getirir

Irkımın muhteşem gazi burcundan

 

Tuna… ağırbaşlı, mübarek nehir

Pilevne… gönlümde bir ukde şehir

Çiçekleri tatlı, meyvesi zehir

Bir abidesi yok kanlı harcından

Yeni bir yüzyılın eşiklerinde

Çağın avutucu beşiklerinde

Sahte emziklerle uyutulan genç

Sanmam Pilevne’yi biliyorsunuz

Söyleyin… siz neyi biliyorsunuz

Cihanın o eşsiz herc-ü merc’inden

 

Yürekten, aşk ile vatan dedikte

Tuna’yı anmadan olmaz

Hayale geldikte Tuna’nın yadı

Yüreğinin başı yanmadan olmaz

İnce donanmalarla yeniden

Tuna donanmadan olmaz

Muhkem kapısıdır İstanbul’umun

Pilevne… aslına dönmeden olmaz

 

(Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu)

 

(Haluk Dursun, Tuna Güzellemesi, Kubbealtı Neşriyatı, 2004, İstanbul)

 

Bu söyleşide daha çok şu konular üzerinde durulmuştur:

Söyleşinin birinci bölümünde; Ahmet Hezarfen’in Başbakanlık Osmanlı Arşivlerindeki çalışmaları ve bu arşivin özellikleri, kendi kişisel çeviri çalışmaları derleniyor.

Söyleşinin ikinci bölümünde; Ahmet Hezarfen’in hem Bulgaristan’daki yaşamına ilişkin detaylara girilmiş oluyor, hem de İkinci Dünya Savaşı’nda Bulgaristan’da insanların yaşadıkları sıkıntılarla birlikte o dönemde sosyal yaşamın değişik boyutlarına iniliyor. Bunun yanında özellikle Türklerin sıkıntıları, Alevi/Bektaşi yerleşim yerleri ve bazı inanç önderleri hakkında bilgi alınıyor.

Daha ziyade Balkanlar’daki özellikle Bulgaristan’daki farklı inanç ve kültür öğeleri anlatılıyor.

Yahudiler, Hıristiyanlar, Bogomiller, Tatarlar,  Ermeniler, Slavlar, Bulgarlar, Sünni-İslam anlayışı; Arapça yerine Türkçe’nin kullanılması, Yunus Abdal Köyü’de yaşam bu söyleşide ağırlıklı olarak üzerinde durulan diğer konulardır.

 

Ayhan Aydın

 

 

Başbakanlık Osmanlı Arşivi ve Çeviri Çalışmaları

 

Alevi dergileri ile ne zaman tanıştınız?

1993 yılında Sadık Göksu ile görüşürken başladım.

 

Daha önceki dönemi hatırlıyor musunuz? Sizin bir ilginiz var mıydı, ilk dönemde?

O Cem’le benim alakam olacaktı. Ben bir ara ceza aldım. Ondan sonra sürgün oldum. 1965’te mecburi ikametle İstanbul’a geldim. Sadık Göksu’yu daha önceden tanıyorum; dedi ki “Bir Cem Dergisi var. Ben sana devir etsem olur mu?” “Olur, ben de zaten iş arıyorum.” dedim. Sirkeci’ye gittik konuştuk. Konuştuğum  kişiyi bilemeyeceğim (Abidin Özgünay’dı herhalde). Abdülbaki Gölpınarlı da geldi, Gazeteciler Cemiyeti var, orada durdular, bir şeyler konuştular. Ben bana iş verecekler diye bekledim ama olmadı. “Siyasi” diye öğrendiler mi, bilmiyorum, bana vazife vermediler. Yoksa  dergiyi alacaktım.

 

1993 yılından itibaren Cem Dergisi’nde yazdınız?

Demir Baba, Hüseyin Baba ile ilgili yazılar yazdım. Derken bir ara Sadık Göksu’yu bulamadım, iletişim koptu. Bu çevirileri Yesari Gökçe’ye verdim. “Olur erenler basarız, ederiz.” derdi. Bana “Osmanlı Arşivi’nde nasıl çalışılır, diye bir yazı hazırla.” dedi. Günlerce çalıştım, uğraştım. Bana “Bunun azıcık daha olgunlaşması lazım.” dedi. Yazıyı verdim ama boşuna çalışmış oldum. Dergide yayınlanmadı.

 

Hiçbir emek boşuna olmaz. Siz emekten yana olan bir değerimizsiniz. İnşallah onun da karşılığı olacak, yayımlanacak. Bir büyük aşkla çalıştınız. Orada verilenlerle yetinmeyip işin derinliğine doğru gittiniz. Esas bu ilgi ne zaman başladı? Ne zaman başladı bu yazmak, çizmek, araştırmak?

Nüvvab’a (Medres-i Nüvvab, Bulgaristan’da o zamanki yüksek okul ayarındaki okul) giderken bulunduğum köylerden, hep türkü, şarkı, ilahi topluyordum. Hatta askerde bir ara sorguya çektiler “Ne yazıyor burada” diye? Köyümüzde bir Hayırsever derneğimiz vardı, onların faaliyetleri vardı, bütün o fotoğraflar vardı. Fakat göçerken bu topladıklarımı Sivilengrat’ta (Mustafa Paşa’da) anam-babam çocuklar gümrükten geçiyoruz, görüverdiler, beni tuttular. Eyvah! Anam, çocuklar ağlamaya başladı.  Belgeleri aldıktan sonra bana “Hadi sen de git” dediler. Yazılar orada kalıverdi. Ben müracaat ettim, Sofya’da arşive uğradım “Benim yazılarım, hatıralarım var.” dedim. Dediler  ki: “Sen listesini yap.” Kitapların listesini yaptım, listedeki kitapları görünce, bir de İbrahim Müteferrika’nın basımevinde ilk basılan kitaplardan olan Naima Tarihi vardı, Atatürk’ün ilk basılan Nutku vardı, dediler ki “Bu iki kitap  gelmeyince sana Sofya’dan müsaade yok.” Sonra  onları aldım götürdüm. Müsaade ettiler. Fakat  elimde Klink denen kültür teşkilatının belgesi var, onu gösterdim, gene de verdiğim  yazıları bir daha alamadım.

Sonra 1963’te tevkif edildiğim zaman ben Eskişehir’deydim; gelmişler, evdeki bütün yazıları, kitapları toplamışlar.

Lügat-ı Naci’yi bile, hatta çocukların kitaplarını bile toplamışlar. Bir çuval dolusu yazıyı mahkeme bodrumuna indirmişler. Mahkeme binası da Porsuk Suyu boyunda. Porsuk bir taştı, oraları bir su aldı. Derken Aybarlar (Mehmet Ali), avukatlar araya girince bana “Yazılarını al” dediler. Benim  yazılar bir Ankara’ya gitti, bir de buraya geldi. Burada Sacit var, onların  elinden geçti ama yalnız sosyalist içerikli yazılar var.  Fakat  o yazılar erimiş, hamur gibi olmuş, kitaplar yastık gibi olmuş.

Aldım o kitapları Sofya’ya götürdüm, orada o kitapları “Türkiye’de kitap bu hale geliyor”  diye müzeye koydular. O müze kapalı mı bilmiyorum.

O müzede Marx’ın, Lenin’in dönemleriyle ilgili yazılar, savaş zamanında işkence yapılan aletler, elbiseleri, idam etmek için hazırlanan yerler, onlarla yakalanan silahları,onların saklandığı yerlerin krokileri vardı. Mesela bir yerde bir dede koyun bakıyor, ahırda  koyunları için yem konan yerin altında saklanacak bölümler vardı. Zaman zaman bu dede gelirmiş türkü söyleyerek ahırın içinde saklananlara mesaj verirmiş. Sonra bir polis gelip kuşkulanıyor ve orayı bir açıyor ki bir sürü adam... çatışma çıkıyor. Öyle şeyler vardı. Penço Vadinski’nin saklandığı yeri bile gösteren kroki vardı. Bir Türk çobanı çanı sallayarak gelirmiş, oradan çalının içinden elini uzatıp yemeğini alırmış. Sonra bu adam kendisine yemek getiren çocuğu askeri okula yollayarak subay yaptı.

1970 yılında Sofya’ya kütüphaneye gittim. Verdiğim kitaplar orada mı diye baktım, hakikaten de kitaplar oradaydı.

 

Somut olarak bazı araştırma projelere başladığınızı duyduk, onları alalım; mesela üzerinde çok çalıştığınız Lütfü Paşa Tarihi’nde neler var?

Ahmet Lütfü Paşa Tarihi’nin birinci cildini, bana Tarih Toplum çevirtti. Şimdi Yapı Kredi Bankası basacakmış. (Bu kitap daha sonra Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.)

Bana “Hazır ol, seni çağıracaklar sözleşme yapacaklar” dediler ama çağırmadılar. Sonra, Katip Çelebi Fezlekesi’nin birinci cildini çevirdim. Tarih Toplum’da Sabiha Sertel’in bazı hatıralarını çevirdim, orada öyle duruyor.

Prof. Halil İnalcık’la Eyüp Projesi diye bir projeye başlanıldı. Fakat bu sonuçlanmadı. Bu arada Galata Kadı Sicillerini bana çevirttiler ama bir netice alınamadı, ben de çok çeviriler yaptım ama bir şey elde edemedim.

 

Başka neler vardı? Şu anda üzerinde çalıştığınız bir eser var mı?

Tarih Vakfı’na, belgesellerle ilgili Ertuğrul Ökte’ye çeviriler yapıyorum. Bana  pek az maddi yardımda da bulunuyordu.

Ahmet Lütfü Tarihi’nde Nef-i Bektaşiyan diye çok esaslı bir bölüm vardı. Uzun bir bölüm, fakat kitapta basılacağı için ben size onu veremiyorum.

 

Onlar sadece sizde mi var?

Evet bende var. Hiç  biri de basılmadı. Onların içerisinde basılanlar oldu. Fahri Aral vardı, o da benimle beraber danışmandı. Zaman geldi “Bunu basalım” dedi, bazılarını bastılar. Bazılarını  basmadılar hatta bazı belgelerim de kayboldu. Tuna’nın içinde bir  Adakale var, geçenlerde onunla ilgili belgeler götürüp onlara verdim. Bir  de Fahri Aral ayrılmış, orada başka biri, Birsen Talay vardı. “Siz  yazılarınızı getirin, ben basacağım.” dedi. Fahri Aral “Getir getir ben yaparım.” derdi yapmazdı. Birsen Talay Adakale’yi bastırdı.

 

Tarih ve Toplum’da aşağı-yukarı kaç makaleniz oldu?

10-15  olmuştur.

 

Toplumsal Tarih’te var, Cem Dergisi’nde  var, başka hangi dergilerde var?

Yeni Ortam, Yön, Türk Solu,  Ant dergilerinde vardı.

 

Onların nüshaları sizde, yazıların konusu neydi?

Onlar biraz siyasiydi. Bir zamanlar Çarşaf Dergisi’nde kara mizah yazdım. O yazılardan ötürü bana 50 lira verdiler. Aziz Nesin’’in Zübük Dergisi’nde de fıkralarım çıktı. Bunlara karşı bana Aziz Nesin’in kitaplarını yolladılar. 

 

Vakıf için (CEM Vakfı) çeviri yapıyorsunuz. Daha  çok Osmanlı arşivlerinde, Başbakanlık arşivlerinde çalışıyorsunuz. Şu anda hangi konular üzerinde çalışmalarınızı yoğunlaştırdınız?

Geçen güz, Osmanlı Arşivi’nde çalışarak hayli belge aldım. Belgelerde Hatt-ı Hümayunlar, adli şeyler var. Sadece  Alevi-Bektaşiler değil, Yezidileri, Nusayrileri (Arap Alevileri) de aldım. Çünkü  onlarla da ilişkiler var. Geçen  gün gittim, araştırdım, çok az durabildim.

 

Siz Başbakanlık Osmanlı Devlet Arşivi’ne nasıl girdiniz? Oraya herkes giremiyor, sınavla oluyor. Bu da çok önemli bir husus, sınava mı girdiniz, ne yaptınız?

Sınava girdim. Ben işsiz kaldığımda “Şurada Osmanlı Arşivi’ne eleman aranıyor.” dediler. Hemen  gittim, form doldurdum. Formu hemen doldurup vereceğim ama orada ceza alıp almadığına dair bir bölüm vardı. Eve gittim bir gün düşündüm, “Ne yapacaksın sen çalışmayı” der diye eşime de söylemedim.  Sonra ceza aldım diye yazdım, formu verdim. Sınava girdim. Bana Ahmet Cevdet Tarihi’nden belge okuttular. Orada birisi, sonra İçişleri Bakanı olmuş. “Sen nereden geliyorsun?” diye sordu, “Nüvvab’tan.” dedim, onlar için değerli okul tabii, hayran kaldılar.

Haber  geldi, dediler ki “Sen sınava girmişsin, kazanmışsın.” Eve kağıt geldi, belgeler isteniyor. Beykoz Savcılığı’na gittim. Dedim  “Böyle, böyle  belgeler.” dedim. Bana bir çay söylediler ama ben cezam ortaya çıkacak diye korkuyorum. Evrakları aldım, Nüvvap’ta cehennem suratlı birisi, Erzurum’lu, tutucu bir adam dedi ki “Biografini, Tercüme-i halini yazacaksın.” Oturdum, ceza aldığımı yazsam mı yazmasam mı, diye hayli düşündüm. Eve geldim, düşündüm. Ne olursa olsun yazacağım, dedim ve yazdım. Maddeleri  inceliyor, bana dedi ki “Sen burada hiç uslu durmamışsın” dedi. “Öyle oluyor. Bazen haksızlıklar oluyor, insan isyan ediyor. Siz hiç haksızlıkla karşılaşmadınız mı” dedim. Prof. Nazif Kuyucuklu da benim işimi takip ediyor. Osmanlı Arşivi’nin genel müdürünü tanıyormuş “Osmanlı Arşivi’ne kimleri alıyorsunuz?” diyor. “Sizin kafadaki insanlar iş yapamıyor. Sosyalist insanlar alın ki iş yapsın.” diyor. Sonra da bizi  aldılar.

 

Kaç yılında?

1987’de. Nafiz Kuyucuklu Balkan kökenli, onun sayesinde almışlardır. Yoksa  almazlardı.

 

Herkes her bölüme girebiliyor mu?

Hakim  Hüseyin Bey, Yunanistan’da hukuk okumuş, Yunanca’yı iyi biliyordu. Ben de Makedonca, Bulgarca, Sırpça bildiğimden  bu tür belgeleri biz çeviriyorduk.

 

Sırpça biliyor muydunuz?

Var biraz, Slav dili bu. Daha önce dediğim gibi, Esperantoca ile dergiler geliyor, mesela İsveç, Norveç, Finlandiya’dan mı geliyor hemen geliyor. Onların  bazı özel harfleri var, öyle ayırırdım.

 

1987’den bu yana sizi orada istihdam ettiler?

1987’den, 1991’e kadar.

 

Ücretli  olarak orada çalıştınız. Daha  sonra o belge elinizde olduğu sürece serbest girip çıkabiliyorsunuz. Şimdi  siz o dönemdeki antlaşmanın orijinalini bile görüyorsunuz. Mesela, Küçük Kaynarca Antlaşması orijinalini görüyorsunuz. Ama dışarı çıkarmak yok.

Evet. Ben geçen sene gittim, oradakiler şöyle bir güçlük çıkardı. Dediler  ki “Senin antlaşman geçmiş, sen yeniden form dolduracaksın.” Ben Anadolu’da, Rumeli’de tekke ve zaviyeleri çevirebilmek  için ayrı bir belge aldım.

 

Şimdi  belgeyi aldınız mı?

Aldım.

 

Nasıl aldınız?

Müracaat ettim. Bir gün sonra verdiler.

 

Siz Osmanlı 1800’lü yıllarındaki berat ve fermanları üzerinde duruyorsunuz. Fakat onun dışında, geçmiş dönemlere ait belgelere ulaşabiliyor musunuz? Yani Osmanlı arşivlerinde oradaki tekkelere, 1600’lü yıllarda Balkanların durumuna ilişkin belgeler var mı?

Şimdi benim en eski belgem Geyikli Baba… Orhan Gazi ile ilgili olan bu yazı  başka yerde de yayımlanıyor. Çünkü eski Osmanlı belgeleri noksan. Timur, Bursa’yı aldığı zaman, bütün arşivi mahvetmiş; ikinci başkentimiz Edirne, Ruslar’ın eline geçtiği zaman, İstanbul’da ne varsa bütün belgeleri, muhafaza etmemişlerdir. O belgelerden daha çok Kanuni,  III. Mehmet, III. Murat, I. Abdülhamit, II. Mahmut ve cumhuriyet dönemine kadar bol miktarda var. Cumhuriyet  döneminin arşivi de Ankara’da.

 

Siz arşive girdiğiniz zaman o belgeler acaba neye göre tasnif edildi? Yani konusuna göre mi, yüzyılına göre mi? Ferman, belge, berat, her biri neye göre ayrılmış? Gidip girdiniz, orada ne yapıyorsunuz? Nasıl buluyorsunuz alacağınız şeyi?

Bununla ilgili maalesef daha önceden bir çalışma yapılmamış. Mesela Mehmet Cevdet tasnifi diye biraz çalışılmış, Ali Emiri Efendi daha çok adli, nüfus konularını çevirmiş. İbnül Emin gibi bazı kişiler var ama çok verimli bir çalışma olmamış. Asıl  şimdi oluyor. Personel şimdi çok kalabalık. Ben, şimdi birçok şeyi araştırdım, bana yarayacak bir belge bulamıyorum. Almışım, bakmışım bana yaramayacak şekilde.

 

Görebildiğiniz kadarıyla, hayli belge var mı? Yine de onlar tümü ile incelenmiş olsa, bizim Osmanlı, Türk, Alevi, Bektaşi, inanç tarihi bir ölçüde açığa çıkar mı?

Çıkar. Şunu söyleyeyim; Eyüp Sempozyumu yaptık. Bir yıl sonra benim yazılarım üzerine profesörler esaslı bir incele yapmışlar. Kimisi adli bakımdan incelemiş, kimisi evlenme, kimisi  para, hırsızlık, huysuzluk, miras meseleleri hakkında konuştular. Çoğu benim çalışmamı iyi bir çeviri yapmışım diye övdü.

 

Halil İnalcık Osmanlı arşivlerine gidip bakıyor, iktisadi yapıdan, sosyal yapının profilini çıkarmaya çalışıyor… Peki, mesela birçok ilde kütüphaneler var,  oralarda işe yarayan kitaplar olabilir, sadece arşivlerde değil?

Orada da olabilir. Mesela, Çorum Kütüphanesi’ne kayıtlı olanlar Ankara’ya taşınmış ya da birileri kütüphanecilik yaparken yürütmüş yada kullanılmayacak şekilde tasnif edilmiş.

 

Sizin Osmanlı Arşivi dışında Türkiye’de yayımlanan eserleri inceleme olanağınız oldu mu? Güncel olarak yazılanları gördünüz, Bulgaristan’da yapılanlarla kıyaslayabiliyor musunuz? Yani sizin yöre ile ilgili, Türkiye’de doğru dürüst çalışma yapıldı mı, yapılmadı mı?

Yapılmadı. Ankara’ya gittiğimde Milli Kütüphane’ye gittim ama orada durmak, kalmak mesele. Uzun boylu yararlanamadık.

 

Sizin mesela Kızıldeli Sultan’la ilgili çevirileriniz oluyor, dergilerde de yayımlanıyor; daha çok hangi kaynaklardan yararlanıyorsunuz?

Osmanlı Arşivi’nde.

 

Onun dışında hangi kaynaklar var?

Ali Kemal Balkanlı diye Filibe bölgesinde öğretmenlik yapmış biri var; onun  Şarkiyi Rumeli Eyaleti diye bir kitabı var. ondan çok yararlandım. Kızıldeli Otman Baba, Hızır Baba hakkında araştırma yaptım.

 

Hangi dilde?

Türkçe. Otman Baba’ya ait Alevi köylerini anlatıyor.

 

Bu kitabın dışında ne gibi kaynakları okuyorsunuz, okudunuz?

Bazı Bulgarca, Esperantoca, Azerice kitaplar.

 

Sizde  Bulgarca çok kaynak var mı?

Vera Mutafçıeva’dan, Osmanlılarda Tımar Zeamet ve Vakıflar   diye bir kitap var. Sonra Türklerin Asimile Siyaseti, Yakından Dünya diye kitaplar var, onlardan alıyorum.

 

Siz, gördüğünüz Bulgarca, Türkçe, Balkanlar’daki Alevileri-Bektaşileri kapsayan listeyi yaparsanız çok güzel olacak.

Sizin elinizde de benim çalışmama yardımcı olacak şeyler varsa, bana verin, ben de onlardan faydalanayım. Bazen çaresizlik içinde kalıyorum.

 

Osmanlı Arşivindeyken maaş nasıldı? İyi miydi?

İyiydi.

 

Orada nasıl çalışıyordunuz?

Osmanlılar için iyi, belki dünyada en zengin arşiv. Topkapı’da, milyonlarca belge var. Hazine-i Evrak, İstanbul Valiliği’nin arkasındaki binadadır. Bunu da sadrazamlar yaptırmış. Hazine-i Evrak, sandık içerisinde, bilmem hangi değerli belgeler bu şekilde. Ben  daha çok Sultan Hamit’in, Yıldız Evrakı üzerinde çalıştım.

 

Sizi, Sultan Abdülhamit’in Yıldız Evrakı’na onlar mı sizi sevk etti, siz mi istediniz? Çalışma yöntemi bakımından bölüyorlar insanları, veriyorlar evrakı, siz ne yapıyorsunuz?

Orada telhis, yani özetini yapıyoruz. Bakıyoruz, burada bir şikayet var, filan şikayet etmiş ve şöyle bir sonuç olmuş, bundan şunu anlatmak istiyor diye, telhisini yaptık.

Yusuf Hallaçoğlu gelince “Bu telhisi bırakacaksınız, yalnız zarflayacaksınız” dedi, ki hala zarflarla uğraşırlar. Alıyor evrakı zarfa koyuyor, yalnız arkasına yazı yazıp kenara koyuyorlar.

 

Sultan Hamit’in evrakının dışında neler yaptınız?

Ondan sonra zarflama yaptık. Bab-ı Ali Evrak Odası diye belgeler üzerinde adli zabıta olayları, maarif, nafia, sıhhiye, bahriye, adliye yazılarının telhisini yaptık.

 

Kaç kişi çalışıyordu? Osmanlıların belli bir yeri var mı? Kaç yerde Osmanlı arşivleri var?

İki yerde var. Şimdi bir, asıl merkez defterdarlık arkasında Yerebatan Sarayı’nın yanında. Bir de vilayetin arkasında, Hazine-i Evrak’ta ama 700,  800 kişi çalışıyor orada. Ama kızlar Osmanlıca’yı daha çabuk kavradı. Çok esaslı yetiştiler.

 

Oraya girmek için insan yüzde yüz Osmanlıca bilecek?

Üniversitenin Türkoloji bölümünden, ondan sonra ilahiyat fakültesinden, imam hatip okullarından bazı yerlerden öyle kişiler geldi. Öyle iyi okuyamıyor.  Osmanlıca’sı yok onların. İdareci olarak dosyaları getirmek, belgeleri okuyucuya sunmak ve kimisi maaş dağıtma, kimisi kapıcı...

 

Osmanlıca biliyorlardı, peki başka dil bilmek gerekir mi?

Osmanlıca bilen Arapça, Farsça da biliyor. Bazen Araplar vardı. Onlar da Türkçe’yi iyi bilemediğinden mesela belgede “ne zaman “Mehmet Bin bilmem ne” onu Muhammet olarak yazıyorlar. Tabii yanlış yazıyorlar.

 

Bunları kim kontrol ediyor?

Ben de kontrol ettim. Birkaç el değiştiriyorlar, bakıyorlar. Mehmet’i Muhammet yazanı çok kez ikaz ettiler. Birini tanıyordum, görevine son verdiler. Sonra Danıştay’a gitti, mahkemeyi kazanmış. Tekrar geldi. “Ben yine vazifeye başladım” dedi.  Ama ne kadar verimli olur bilemem.

 

Osmanlı Arşivleri nelerden müteşekkül? Arşiv denen belgeler neyin ürünü?  Bunlar, yani bu belgelerin bizim elimize ulaşması nasıl oldu? Daha doğrusu bu belgeleri kimler yazdı? Osmanlının yazı yazma sistemi nasıldı? Şehirlerde, köylerde, kasabalarda, merkezlerde, illerde, levhalarda, Bulgaristan’da bu belgeler nasıl yazıldı da buralara kadar geldi? Osmanlı’daki sistemi neydi?

İlk dönemlerde, II. Murat’a gelinceye kadar pek bir şey yoktu. Hatta tuğralara bakarsak içerisinde Osman Gazi’nin bile tuğrası yok. Sonra Orhan Gazi’nin fermanları başlıyor. Ankara Savaşı’ndan sonra Timur oraları yakınca evraklar da yanmış. Bursa’ya kadar gelip oraları yakıyor. Bursa’yı başkent yapıyor. Onun zamanından sonra, o belgeleri çok yakıp yıkmışlar. Kıyıda köşede ne belge varsa onlar kalmış.

Sonra ikinci başkent Edirne olmuş.

Padişahın divanında yazışmalar yapılıyor. Macaristan’a, bilmem Belgrat’a... Evraklar oralara yollanıyor. Ama bizim burada yaptığımız gibi, bir suret de başkentte kalıyor. 1810 yılında Ruslar Tuna’yı geçip, Edirne’yi alınca belgelerimizin çoğu yok oldu. Ruslar alıp götürdü, yaktılar, yıktılar. Noksanlıklar var ama benim size sunduğum belgelerle III. Murat, III. Mehmet derken onlardan sonra daha çok IV. Mehmet, I. Murat, I. Mahmut, III. Mustafa gibi dönemlerde de belge çoktur. Birinci  Dünya Savaşı’na Lozan’a kadar Kurtuluş Savaşı’ndan sonra belgeler Ankarada’dır.  Yazılacak yazılar için bir dini eğitim meselesi var. O zamanki yazışmaları nazırlar yapıyor. Mesela, Erzincan’a, okullar için, medreseler için, adli teşkilat için “Hemen yakalayın, eşkıyalar var” diye yazı gidiyor. Bu gibi konulardaki  yazılar hep buradaki arşivlerde kalıyor. Diğerleri de nereye aitse oraya gidiyor. Yahut da onlar yolluyor. Buraya geldi mi, diye kayıt ediliyor. Modern bir şekilde devam etmiş. Yabancılar geldiği zaman bunu taktir ediyorlar, “Osmanlılar arşivdeki belgelerin düzenlenmesini çok iyi yapmış” diyorlar.  Sonra, bir de  Osmanlı bir yeri aldığında, önce çok esaslı katiplerini yolluyor. Katip oraya varıyor. Orada kaç hane olduğunu; dul var mı?, sakat var mı?, ortak malları ne, çeşme, harman yeri, kilise ,ne varsa hepsini kaydediyor. Bir de ne kadar toprağı var, vergisine, tek tek yazıyor. Mesela “1000 kuruş vergi verecek” yazıyor. Benim incelediğim belgelerde, 1000 kuruş vergiye karşı halkın şikayetleri de vardır. Veba salgını olduğu günlerde, diyelim köylerde beş altı hane kalmış, “Vergiden maktu bilmem kaç” diyorlar. “Biz böyle böyle idik ama şimdi hastalık nedeni ile azaldık. Vergiyi yeniden düzenleyin” diyorlar. Fakat sonradan yazılanlar da olmuş. Bunlar, toplana toplana koca 500 yıl, Osmanlının çok değerli, ünlü arşivi meydana gelmiş.

 

Belgeler önem sırasına göre değişiyor. Devletin sözleşmeleri, anlaşmaları veya savaş kayıpları, üretim tüketim ilişkileri, kabul zincirleri, il ve ilçelere ait belgeler, bunların hepsi, bir merkezde ayrı ayrı tasnif oluyor mu? Yoksa diyelim ki bir il ile ilgili İstanbul’la veya Eyüp’le ilgili bunları derleyip toparlayan oranın kendi mercileri mi var?

Mesela,  onların toplu bir yeri oluyor diyelim, onlara ait bir arşiv var. Sonra diğer bir idari işler, tayinler, yeniçerilerin aldığı ulufe… kendi memurlarının, sarayda olsun, kazalarda olsun hepsinin, bütün bu yazışmaların muhafaza edilmesine dair emirler var.

 

Sizin gördüğünüz kadarıyla, belgelerin daha % 70-80 okunmadı, sanıyorum?

Yüzde 80’i, belki daha çoğu okunmadı. Bir zaman bizim elimizde Tunus, Macaristan, Romanya, Kafkaslar, Irak, Suriye’den belgeler var. Oralardan gelen insanlar “Bizim tarihimiz sizde, çıkartın inceleyelim.” diyorlar. Birçok belge Irak’tan, Mısır’dan, Suriye’den...

 

Gidip gezmek nasıl olur? Mümkün mü? 

Çalışmak için müracaat etmek lazım. Gezmek  için izin verirler. Giderseniz göreceksiniz, çoğu yabancı. Hatta Çin’den, Japon’dan, Siyam’dan gelip harıl harıl çalışarak bir şeyler alıyorlar.  Hatta, mübadele göçmenlerinden, Yunanistan’dan Evangelya Balta isimli bir bayan vardı. Anadolu’dan Yunanistan’a gidenlerden. Biraz Türkçe biliyor. Belki şimdi bile orada harıl harıl çalışıyordur. “Bizim tarihimiz burada” diyorlar.

Ama biz ne yapmışız? “Gereği yok, yer kaplamasın.” diye Macaristan’a yollamışız hamur yapılmak üzere ve Bulgarların eline geçmiş. Belgeleri  Bulgarlar ele geçiriyorlar.

Bulgarlar tren vagonunda bu belgeleri görünce, bakıyorlarki mühür kırık, derhal koparıyorlar. Bulgar Boris Netkof, bizim Nüvvab’tan mezun oldu ve tam notla bitirdi. Arapça’yı ve  Farsça’yı çok güzel bilirdi. Çok zeki birisi idi. Ondan sonra, böyle sizin gibi gençleri topladılar, yetiştirdiler. Onlar, bizim Osmanlı Arşivi’ndeki çalışanlardan daha esaslı. Bizim arşive de yolluyorlar. Bizimkiler de müracaat etmiş, o belgeler buraya gelecekmiş. Bu şekilde çalışmalar oluyor.

 

Arşivde ne olup ne bittiğine herkes şu anda vakıf mı? Arşivdeki belgeleri sistematize ettiler mi? Okumasalar bile tasnifi yapıldı mı?

Hepsini alamadılar. Çünkü belgeler, Sultanahmet’te, Süleymaniye’de birçok hücresi olan bir medresede, binada duruyor.

Biz yaşlı idik. Zaman zaman bizi  yollamazlardı. Bir defa Eski Mal Müdürlüğü binasına gönderdiler. Orada bir hafta çalıştık. Oradaki evrakı toplayıp çuvallara tasnif için hazırladık. Mecburduk, toz, pas içinde çalıştık.

Fakat o arşivlerin, belgelerin çoğunu kurt yemiş. Ondan sonra yağmur akmış.

Cihan kadar da oda var, odalar dolu. Fatih’te bir yerde, sadece maliye evrakı dolu. Oralarda da bir şeyler var ama tam olarak bilemeyeceğim. Şimdi, Divanyolu’na doğru, birkaç katlı bir bina vardı. Bütün maliye ama eski mali işlerle ile evraklar vardı. Sandığı sandığın üzerine koyup oradan evrak indirirlerdi. Çocuklar, kızlar, saygıdan yaparlardı. Biz yaşlılar, bir kenarda bir şeyler yapardık ama onlar toz pas içinde, hep o kağıtları kurtarmaya çalışırlardı. Sultanahmet’te büyük binalar vardır ya, ufak ufak oda hamam gibi, biz çalışırken onların içerisi hep berbat oldu.

Biz Arşiv’de iken kendimize ait not almamız yasaktı. Her şeyi oraya bırakıyoruz, oradan bir belge almak yok. Ben, burada hep böyle çalışmayacağım, çıktığımda ne yapacağım, diye düşünüyorum. Yine Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ne müracaat ettim. Bazı defterler var, o defterleri kendi kafama yazdım ve bizi oradan kovmadan, hemen önce müracaat ettim. Araştırma yapmak istediğim konulara ilişkin belgelerin olduğu defteri aldım.

Eskiden tasnifini yaptığımdan biliyordum; böylece Dobruca ve Deliorman bölgesine ait belgeleri  toplamaya başladım.

 

Oradan ayrıldıktan sonra müsadeyi nasıl aldınız? Onun için müracaat var.

Abidin Özgünay, bana “Yarın enstitü kuracağız.” dedi.  “Birkaç kişi hazırla.” Müdür olan Yesari Gökçe de bana “Sen yetişemezsin, birkaç kişi ile birlikte çalışırsan yetişir” demişti. Fakat bu iş kaldı. Yesari Gökçe bana bir belge hazırlattı. Osmanlı Arşivi’nde çalışacaklara kolaylık olsun, diye bir yazı hazırlattı bana.

 

Dışarıdan gelen insanlar onun fotokopisini alabiliyorlar mı?

Alamıyorlar. Bana, Hazine-i Evrak’tan bir belge  veriyorlar. Ben onun parasını ödüyorum. Ondan sonra fotokopisini veriyorlar. Ben ne kadarsa onun parasını ödüyorum. Bu fotokopileri alıp tekrar belgeyi veriyorum. Hatta öyle kaybolur, üzerimize kalır diye korkuyordum.

 

Siz orada çalıştığınız için mi belgelerin fotokopisini alabiliyorsunuz, ben gitsem alabilir miyim?

Sen gitsen alabilirsin. Müracaat edeceksin. Mesala ben Doğu Anadolu’daki dedeler, tekke ve zaviyeler üzerine çalışacağım, diye bildiriyorsun. Orada bir kurum var, nihayet gün görülmüştür.

 

1992 yılına kadar çalıştınız. Bu günlere kadar nasıl geldi?

Ben şimdi burada çalışmaya başladım. Önce belgeleri alıyorum, bizim Rumeli zabıt olaylarını, adli olaylar gibi olayları araştırırken o sırada DİSK açılıyor. Dediler ki “DİSK’e müracaat edin, oradan da faydalanarak çalışmalar yapın.” Ben müracaat edeceğim zaman, oranın başkanı vefat etmiş. “Eyvah!” cenaze, şu bu derken Kemal Nebioğlu, Maden-İş Sendikası’nda çalışırken, aynı zamanda Gıda-iş Sendikası’nda zaman zaman işçilere ders verirdi. Onu oradan tanırdım. Gidip onunla görüştüm. “Tamam” dedi. “Sen bize yararlı olursun.” Ayda 2,5 milyona işe başladım. Belgelerin çoğu işçilerle ilgili, dokumacılık, tabaklar... İşçilerle işveren arasındaki davalar, eski büyük meseleler... Ahi Teşkilatı’nın bazı istekleri bu şekilde.

Derken benim elime aylık belge toplandı. O sırada  bir kongre oldu. DİSK yönetimine  Rıdvan Budak geldi.

Mehmet Atay, bunlar daha iyi insanlardı. Fakat öyle idareciler geldi ki bunlar parayı mı harcadı ne yaptıysa, paralar bitti ve mali durumu zayıfladı. İki avukatı vardı, birini çıkardılar. En sonunda Mehmet Atay bana dedi ki; “Hocam, bir şey söyleyeceğim. İyi çalışıyorsun ama bizim para gücümüz kalmadı. Sen de ayrılabilir misin?” “Peki ayrılırım.” deyip ayrıldım.

Çok geçmeden Cem Dergisi’nde, Demir Baba, Hüseyin Baba gibi  birtakım konularda yazı yazarken, CEM Vakfı’nda Abidin Bey, 1996’nın Eylül ayında beni Sadık Göksu’nun tanıtımı ile beni göreve aldı.

O sıra Bulgaristan gezi yaptık. Başarılı oldu. Mesela; Istranca Dağları, Balkan Savaşları… buralarda neler oldu gibi sorular soruyorlar. Ben, “Şurada şu oldu, burada bu oldu, sınır bilmem nasıldı.” diye anlatıyorum. Baki Öz benden ayrılmadı. Konuşa konuşa benimle geldi.

Katip Çelebi’nin, birinci cilt fezlekesini, Çanakkale’nin Aynalı Çarşı çalışmasını yaptım, biraz da Sabiha Sertel’in Birinci Dünya Savaşı sonrası eleştirisini çevirdim. Hepsi Tarih Vakfı’nda. Bir de Rej İdaresi, Tekel var. Bu da şimdi kitap haline geliyor.

Sonra Ertuğrul Ökte’nin, Tarih Vakfı’na çok çeviri yaptım.

 

Dergidekilerin dışında Ertuğrul Ökte’ye neler verdiniz?

Garp Cephesi Kumandanı’nın, Temmuz ayından 9 Eylül’e kadar, raporlarını çevirdim. Sabah  akşam çalıştım. 1921/22 Atatürk’ün hatıraları var; Ayın Tarihi, gazete kupürleri, Kürt Teali Cemiyetinin Tüzükleri... bana böyle şeyler çevirtti.

Geçenlerde  söylemiştim, “Ben sana haber vereceğim.” dedi. Bir gün Mithat Paşa’nın mahkemesi ile ilgili dosyaların çevirisini yapacaktım. “Sana Çadır Köşkü Mahkemesi adındaki dosyaları vereceğim.” dedi. Ben gittim. “Yarın” dedi. Bir daha da gitmedim.

Galiba orada benim ismim var, Ahmet Hezarfen falan... O yazıları benden daha iyi çevirecek bulunur ama az bulunur. Çünkü ben onları bir kelimeyi bilmediğim zaman araştırıp yazıp öyle veriyorum.

 

Eyüp Projesi, Ahmet Lütfü Tarihi, Katip Çelebi, Çanakkale, Ertuğrul Ökte’ye bir sürü yazılar. Bunlarla  bir enstitü kadar çalışma yaptınız?

En son Sadık Göksu sebep oldu. Esnaf ve Sanatkarlar Odası Birliği’nin,  17. Y.Y.’dan 20. Y.Y.’a kadar esnaf ücretleri ve istihdamı gibi bir sürü yazılar hakkında bir kitap yayımlandı...

 

Bir de DİSK’e bir sürü belge çevirdiniz.

DİSK’e 11 cilt belge çevirdim.

 

Sizin arşivinizden, çevirilerinizden açtık sohbeti; daha anlatacağınız çok şey var.

Allah size uzun ömürler versin. 2000’li yıllara geldik. Son 20 yılda sizin okullardaki eğitmenliğinizin dışında Alevilik-Bektaşilik konusunun dışında yaşamınız nasıl geçti? İkinci evliliğinizi de anlatacaksınız, ondan sonra Cem Vakfı’na geliyor, toplantılara katılıyorsunuz. Bu belgeleri yoğun olarak okumaya devam edebiliyor musunuz? Sağlığınız elveriyor mu? Bir yavaşlama oldu mu? Gözleriniz, sağlığınız bu kadar hayret verici bir şey, gençler bile bu kadar çalışamıyor.

Yavaşlatma değil, ben şimdiden sonra daha çok hızlandırdım. Çünkü ölüm var, zaman kısa... Ben size geldim. Benim çalışacağım belgelerim hazırdır.

Uzun yazılar var, hem de I. Mahmut döneminden. Nadir Şah Bağdat’ı kuşatıyor. Topal Osman Paşa kurtarıyor ve kuşatma başarısız oluyor. Onun İranlıları püskürtüp Kızılbaşları yenmesi dolayısı ile padişah Kocaeli’ni arpalık veriyor. Belgeye  başladım ama öyle de kırık bir yazı ki üç dört kelimeyi okuyamıyorum, araştırıp genişletiyorum.

 

Nedir o ?

Eski Osmanlıca’nın 13 çeşit yazı türü var. En kolayı Rika, Arapların ve İranların yazıları daha  çirkindir.

 

Osmanlıca, çok eskiden daha zor okunuyordu. El yazmaları zor okunur, neden?

Geliştirilmiş  Rika. Osmanlılar da bu kolay. Fakat bu eski yazılar, kadıların ilam yazısı, divan yazısı... Bir de Kırık Divani türü zor bir yazı var. Hiç boş durmuyorum. Hemen bir kitap okuyorum. Sağolun sizden Kalenderileri aldım, Babai İsyanı’nı aldım. (Ahmet Yaşar Ocak’ın kitapları)

 

Son döneminde, yazarının eserleri ile beraber kafanızda her şey yerli yerine oturdu; Ahmet Yaşar Ocak, İrene Melikof üç tane büyük insan sayıyorsunuz değil mi?

Adam kaç yere kaynak aktarmış, neler yapmış. Bir eser meydana getiriyor. Kolay olmuyor, araştırmak ve yazmak ezbere olmuyor. Mutlaka araştırmak lazım. Şimdi  benim kaç tane dosyam var ama gün geldi, (Hikmet) Kıvılcımlı’nın bir Japonya kitabı var, onu çevirdim.

 

Bugünden geçmişe baktığınız zaman, neredeydik nereye geldik? Siz neredeydiniz? Bulgaristan’dan Türkiye’ye Türkiye’nin geçmişinden bugüne ilerlememiz var, gerilememiz var. Gençlere neler oluyor? Dünya nereye gidiyor ne olacak bizim halimiz?

İnsanın ileride bir hedefi olmadan yaşayamıyor. Benim daima önümde bir hedef var. Daima ilerisini iyi görüyorum. Şöyle diyorlar, böyle diyorlar, ben düzelecek diyorum. Koskoca mesele, 50-60 milyon nüfusa ulaştık. Evimin hemen karşısında Ticaret Lisesi var. O lisedeki öğrenciler dağıldığı zaman, o kadar kalabalık ve ben  bununla iftihar ediyorum. Mesela Ticaret Lisesi’nde, erkekten çok kız öğrenci var. Yalnız bazı yerlere gittiğim zaman görüyorum, İmam hatip okulundan mıdır Kur’an kursundan mıdır?; başları sarılı kızları görünce üzülüyorum, bak öbürleri nasıl, bunlar nasıl?  Ama daima ilericilerin üstün geleceğine inanıyorum.

Biz ileriye götürmeye çalışırken diğerleri hep karanlığa götürmeye çalışıyor. Fakat bu politikacılar da kendi çıkarları için taviz veriyorlar. Bu ilericilerin ilerlemesini engelliyorlar. Sonra Türkiye’miz öyle bir konumda ki, Uzak Doğu’yu, Balkanları, Kafkasları, Ortadoğu’yu, Adriyatik etkileyecek bir düzeyde. Türkiye’den, bir zaman bizden ayrılanlar, şimdi bizden bir şeyler bekliyor.  Çünkü Osmanlı padişahları şu bu ama Osmanlı, Viyana kapılarına kadar gittiği o yerlere bir varlık getirmiş.

Atatürk gibi çok değerli bir insan yetiştirmişiz.

Görüyorsunuz, Birinci Dünya Savaşı’nda o olmasaydı, biz sömürge idik. Yurdu parçalara bölmüşlerdi. Öyle olacaktı ki, onların emirlerinden kurtulmak biraz zor; İngiltere, Fransa, İtalya olduğu halde onların o şımarık çocuğu Yunan’ı oradan şöyle önüne su gibi katıp götürdü gitti. Yani, öyle bir adamımız var ki bize bir çığır açmış. O çığır kapanmasın. Daha genişleyerek ileriye gidebilsin.

 

(Bu bölümde 22. 3. 1999 tarihli söyleşiden de yararlanılmıştır.)

 

BULGARİSTAN’DA YAŞAM, HALK, EĞİTİM, ALEVİLER/BEKTAŞİLER

 

Oradaki (Bulgaristan’daki) eğitimler nasıldı? Eğitiminiz, hocalarınız, dersleriniz; hangi dersleri gördünüz?

Ben Bulgaristan’da 1943 –1944 eğitim-öğretim yılında öğretmen oldum.

O zaman krallık idaresi idi. Krallık idaresi tutucu bir idare, okul da daha çok din ağırlıklı olurdu. Hıristiyanların da öyle idi, mesela “Otçenaş” yani “Allah’ım” diyorlar. Anlatıyorlar işte; Zakomboji “Allah’ın kanunu.” İvan Kırastite’yi anlatıyor. Onun İsa Peygamberi nasıl vaftiz ettiğini, ölüyü nasıl dirilttiğini, balıkçıların yanına gittiğinde ateşte kızartmaya çalıştığı balıkların tekrar nasıl denize atladığını anlatırlar.

En çok İsa’nın Romalılar tarafından yargılanıp çarmıha gerilmesini öğrencilere gayet bir inançla anlatırlardı. Öğrenciler ağlardı “Nasıl yapmışlar?” diye. Din dersinde insanın yaratılışı, Adem Peygamber, Nuh Tufanı, Yusuf Peygamber’in kuyuya atılması gibi şeyleri anlatırlardı vs...

Türkçe dersleri de var. Bunun yanında Bulgaristan’da yaşandığı için birinci sınıftan itibaren Bulgarca dersler de vardı. Böyle 4 senelik bir eğitim sistemi idi. Tarih, coğrafya, hesap, fen dersleri, krallık zamanındaki bizim tarihimiz. Üçüncü sınıfta İstanbul’un alınışına kadar Türk Tarihi, Osman Gazi, Orhan Gazi falan.... Dördüncü sınıfta, Fatih Sultan Mehmet ve diğer padişahlar, tarihimiz bu idi. Coğrafya da Bulgar coğrafyası.

1944 yılında idare değişince din dersleri, Kuran kalkmadı. Hatta  bizim üçüncü, dördüncü sınıfta öğrencilerimiz Kuran okumaya başlardı. Dördüncü sınıfta hatim ederlerdi. Hatta hatim okuyan çocuğa hediyeler verirlerdi ve o  büyük bir olaydı “Falanın oğlu hatim etmiş,  filanın kızı hatim etmiş. Hatta iki kez hatim etmiş”... hatta zenginlerden kız almak için camiye en ön saflarda gelirler ve kendilerini beğendirmeye çalışırlardı.

Kızı aldıktan sonra da gelmezlerdi. Bir de çıkıp minarede ezan okudu mu o çok üstündür, kızı hemen verirlerdi. Kızı alan adam bir daha camiye gelmez, kumara, kahveye gider. Bulgar müfettişleri gelip çocukları imtihan ederlerdi. Bulgarca’yı okuyorlar, Türkçe yeni ve eski harfleri okuyorlar, şaşar giderlerdi.

Şimdi  yakında Bulgar okulu var, orada Bulgar öğrencileri hiç bir şey öğrenmemişler. Eleştirisini yapmak için Türk-Bulgar öğretmenleri toplandılar.  Teftiş  etmeye başladılar “Senin iyidir, şunun iyidir” gibi  kimisini takdir eder, kimisini takviye eder… Bulgar öğretmenler çıkışıp dedi ki “İlkokullarına gidiyorum, (bizim iki okul var, biri büyük mahalle, biri küçük mahalle) her iki okulda da başka şey okuyorlar. Türk okullarında da üç alfabeyi biliyorlar. Siz bir  Kiril alfabesini öğretemiyorsunuz. Bu  çocuklar mı geri zekalı, yoksa siz mi geri zekalısınız? Söyleyin bakalım.” derlerdi.

Onların  45 – 50 tane öğrencileri vardı. Bizim okulda belki 600-700 öğrenci vardı. Bizim çoğalmamızdan da korkuyorlar.

 

Bulgaristan’da Bulgarlarla Türkler arasındaki münasebetler gerçekten nasıldı? Bulgarların kültürü nasıldı? Bulgarlar sanatları, kültürleri, uygulamalarıyla nasıl insanlardı?

Bulgarlar kültür bakımından Türklerden çok üstündür. Osmanlı döneminde, 1830’lu yıllarda, bizim kasabalarda rüştiyelerimiz yokken, onlar Binnazya denen liselerini  kasabalarda oluşturmaya başladılar.

O zamanın okullarındaki öğrencilere bakacak olursak neredeyse yarıdan fazlası kızdır. Bütün  okullarda, ilkokul, ortaokul, lise de öyleydi. Hatta  Razgrad’ta Bulgar kızlara ait ortaokul vardı. Yalnız bu kültürlü insanlar, Türklere, Osmanlıya düşman olarak yetişmiş.

Bütün  okullarda “Türkler fena, şöyle oldu, böyle oldu” der, bizim yanımıza geldikleri zaman, bizi bir nevi aşağı görürlerdi. Nihayet  oraları terk edip buraya göçelim diye bir politika uygularlardı. Mesela belediyeye gelen memur, Türklere o şekilde baskı yapar, öğretmenleri, çocukları aşağı görür, öğretmek istemezdi. Hatta benim başıma gelmedi ama bazı müfettişler, bizim Türk arkadaşlar çok başarılı olduğu zaman “Bu milliyetçi” diyor ve vazifeden attırıyorlardı. Türk idaresinde, iyi öğretmenler, onları yetiştiren papazlar, kadın öğretmenler, kadın keşişler var ve Türklerin de böyle azıcık uyanık öğretmenlerini gördüler mi onu hemen attırmaya çalışıyorlar.

Sonra köye gelen Bulgarlar oradan yer alıyor, yerleşiyor. Fakat bu, hısım akrabasını   getirmek için çevredeki Türkleri yıldırmaya başlıyor. Bizim Türkleri oradan kaçırmak için bir sürü domuz beslerlerdi.  O domuzlar gezmeye başlayınca bizim Türklerin çeşmesinden yalaklardan su içer, çamura bulanırlardı. Türkler de domuzu vurur yahut bir şey yapar. Bulgarlar da “Bu hakaret ediyor.” diye resmi dairelere başvururdu. Tabii mahkeme  Bulgar mahkemesi olduğu için Türkler  her zaman suçlu çıkardı. Bizim Türkler de biraz tutucu, onlara iyi davranmaya da çalışmıyordu.

Biz küçükken, bir sürü çocuk toplanır Bulgar mahallesine domuz dövmeye giderdik. Elimizde taşlar... Domuzlar da çok fena bağırır, annelerimiz çıkar “Ne oldu? Ya biri vurup öldürürse?” diye kızardı. Küçük domuz yavrusuna karşılık kocaman bir koyun verir de zorla barışırlardı. Böyle meseleler vardı.

Bir de Türkiye ile Bulgaristan arasındaki siyasete bakardık.

Eğer  Türkler ile siyaset iyi ise Bulgarlara “Nasılsın komşu?” derdik. Onlar da gazete okumayı bilmezlerdi ama “Bulgaristan Türklerle iyi galiba” derlerdi. Sonra biz gazete okumaya başladık, gerçekten bizi ziyarete gelmişlerdi.

Bu Balkan hükümetleri arasında Bulgarlarda “Bay Ganı”  diye bir tabir vardır; Romenlerle arası iyi değil, Sırplarla aynı dinde aynı dili konuştukları halde birbirlerine düşman, Rumlarla da düşmanlardı. İşte Türklerle de böyle olunca, komşular Türkiye’ye yaklaşmaya başlardı. O zamanlar biz de daha rahat nefes alırdık. Fakat 1944 yılından sonra Ruslar gelince, bu defa 1877’de Ruslar onları kurtardığı için İvan Dede derlerdi.

Onların, II. Aleksander Nevski gibi  kendilerini Türklerden kurtarmış diye bütün her yerde, büyük kasabalarda falan anıtları vardı.

Onlara şükranlarını sunarlardı. Aleksander Nevski’yi Bolşevikler öldürdü, hatta Lenin’in ağabeyi de onların arasındaydı. O da o zaman idam edildi. Bulgarlar 44’te Ruslara bağlandılar ve onlara güvenerek türlü şekillerde Türkleri imha etmeye, öldürmeye başladılar.

 

Bunlar kültürlü insanlar dedik, bu nasıl oluyor? Ciddi ciddi Türkleri öldürme var mıydı?

Bunu yakın zamanda, Bosna-Hersek’te gördük; aynı  dili konuşuyorlar ama acımadan öldürüyorlar. Bizimle gene ayrı dilimiz vardı. Onların her şeyi aynı; Bosna-Hersek, Sırplar, Slovenler, Hırvatlar, fakat buna rağmen savaş hala  devam ediyor. Zaman  zaman askere gidenimiz sınır boyuna gelirse Yanbol, Karnabat, Elhovo  tarafına düşen Türkiye’ye kaçıyor. Bizimkiler alıyor eline silahı, Türkiye’ye geçiyor. Haydi bakalım babasını tutukluyorlar, ceza veriyorlar, dünya kadar iş açılıyor ama kaçıyorlar. Onun  için askerde bize güvenmiyorlar.

Ben anlatmıştım bu konuyu, Trudovak, yani amale asker yapıyorlar bizi. Elimizde kürek, hadi bakalım yol yapmak, tünel açmak gibi en ağır işleri işçi askerlere yaptırırlardı. Onun için bir çok  insanımız askerden sakatlanarak dönerdi. Tabii o zamanlar ilaç da yok, kısa zamanda ölür giderlerdi.

Bizim tarafta Alevi-Sünni köyleri birbirine yakındır.

Bir Ramazan günü   gene Alevilerin bundan hiç haberleri yok. Sünni köyü ile Alevi köyü birbirine silahlar atmaya başlamış. Alevi köyünden gençlere diyorlar ki “Yangın  mı var, nedir bu böyle? Gidin bakın” Gençler koşmuş gitmiş. Sünni köyünden “Siz bilmez misiniz?

Deliorman’da  ilk defa Türkçe hutbeyi ben okudum. Çünkü daha evvelkiler cesaret edemezlerdi. Arapça’dan Türkçe’ye dönünce günah işleyecek gibi. Ben bütün sorumluluğu üzerime alarak  1946 yılında ilk Türkçe hutbeyi okudum.

 

İlk Türkçe hutbeyi  nerede okudunuz?

Yunus Abdal Köyü’nün en büyük camisinde okudum.

Bazı eski hocalar var, onlar karşı gelir diye, bizim ilerici, hayırsever cemiyetinin azalarına da haber yolladım. Dedim ki “Gelin orada bulunun, bir olay çıkarırlar.  Siz onların  karşısına çıkacaksınız. Beni yalnız bırakmayın.” Fakat köyde duyulmuş “Zarfen’in  çocuğu Türkçe okuyacakmış.” demişler. O zamanlar ben gencim. Bizim  düşündüğümüzden daha esaslı bir sempati ile gelmişler. Ondan sonra ben çıktım İlk hatibimiz yaşlı, köse, incecik sesli idi. Benim sesim biraz davudi gibi. Besmele,  hamdele, salveleyi  gayet güzel makamla okuduktan sonra, açıklamasına sıra geldi. Saatdı Bin Vakkas’ın bir yerde bir nutku, söyleşisi vardı. Onun Türkçe’si vardı “Ey İnsanlar!” diye başlar. Ben de böyle başladım “Ey İnsanlar!” güzel de okudum. Ağlayanlar mı  istersin, neler neler var... Ondan

 “Zarfen’in çocuğu okursa cumaya gideriz.” dediler. Kadınlar bile “Keşke hep Türkçe işitseydik” dediler.

 

Ne kadar okudunuz, bir kere mi okudunuz?

O cuma hutbesini okudum ve cumayı da kıldırdım. Başka zaman gene ısrar ederlerdi. “Gel de bir kere daha dinleyelim. Hatta ezanı bile Türkçe oku.” dediler. Büyük bir feryat koparacaklar diye ben ona bir şey demedim.

 

Eskiden beri orada Türkçe’yi savundunuz Arapça’ya rağmen; bu millette Arapça bilen var mıydı?

Razgrad’ta birkaç medresemiz vardı. Şumnu, Rusçuk, Provada’da Silistre, Filibe, Kiremitlik, Akdere köylerinde medrese vardı.

 

Orada kelam, fıkıh filan öğretiyorlar.

Kelam, fıkıh, tefsir... bütün hepsi öğretiliyor ve köyümüzde bir iki hoca vardı.

Onlar okumuş, hatta ben Nüvvab’a ilk gitmeye başladığım zaman, ilk seneler botanik, nebatat, Arapça, Türkçe, Bulgarca da okuyoruz. Sonra paskalya yortusunda bizi saldılar. Köye  geldim, tabii “Nuvvaba gidiyor da camiye gitmiyor.” demesinler diye camiye gittim.

İlkbahar, caminin önünde de çok yaşlı bir armut ağacı var. Öyle de güzel çiçek açmış ki, kar gibi. Onun çevresine oturak yapmışlar,  yaşlı hocalar oturuyorlar. Derken azıcık ilerici aydın biri kalktı bir çiçek kopardı. “Bu çiçekler ne açıyor? Ne aşısı yapılıyor? Nedir  bu?” dedi.  Ben aldım çiçeği, başladım “Şöyle aşılanıyor, böyle oluyor.”  falan diye anlatmaya...

Yaşlı bir hafız hoca vardı. Dedi  ki “Siz bunu mu okuyorsunuz?” “Onu da okuyoruz. Biz Bina avamil ishar okuyorduk. Onlardan sor bakalım bana” dedim. 1921’den 1927’ye kadar ortaokul açılmıştı. Derken o okuldan çıkan gençler de bizi dinliyorlar. Gençlerden biri kalktı oradan “Hoca, biz böyle hoca istiyoruz. Siz  bize hep eski eski şeyleri söylüyorsunuz. Bak  ne anlatıyor. Ben  şimdi anladım çiçeklerdeki bu değişimi.” dedi, hoca hiç ses çıkarmadı. Yeri geldikçe bir meseleler olur falan  derken aramızda bir sürtüşme başladı. Ben öğretmen olduğumda, okula giderken evlendim.

Dervişlerden Küçük Mahalle’de zengin ve çok dirayetli insanlar vardı. Ben onların damadı oldum.  Olunca daha da çok kuvvetlendim. Dediğim gibi, babam fakir, hısım akraba da fazla yok. Önümüzde daha zenginler var, onlar da kültürlü insanlar. Hele  kayınvalide okumuş,kültürlü, gazetelerde makaleleri var. Onun için benim hiç korkum yok. Ben bir devrim yapmak istiyorum. Nitekim de yaptık. Kılık kıyafet değiştirdik. Çarşaf vardı, biz ilk defa medeni kılık kıfayet giymeye başladık. Bizim  hanım sonra öğretmen de oldu. Karşı  gelenler, bilmem ne yapanlar.... Fakat bu devrimlerde Bulgarlar bizi desteklerlerdi. Derlerdi ki “İşte Türkçe okuyun, siz Arapça’yı ne yapacaksınız? Siz Kemalistsiniz?” Onlar kültürlüydü, Atatürk’ün devrimlerini biliyorlardı.

 

Bulgar gazetelerine yazılıyor muydu?

Elbette yazılıyor. Sonra Bulgar kitaplığı bizde yoktu ama onların çok mükemmel kitaplığı vardı. Atatürk’e ait kitaplar da vardı.

 

O  zamanlar, Atatürk’ün devrimleri Bulgar gazetelerinde yer alıyordu.

Biz şimdi bu kılık kıyafeti değiştirelim, dedik. Bir  gün, küçük çocuğu kucağıma aldım, kayınpederi ziyarete gidiyoruz. Biraz da uzak. Bir yerden geçiyorduk, Türk-Bulgar herkes oradan su alıyorlar. Biliyorsun  bizim erkeklerin çocuk taşıması ayıptı. Türkler yadırgayıp  bakarken, Bulgarlar da “Siz kalın kafalısınız. Bak daskalıya (öğretmen) ne güzel yapmış, siz de öyle yapsanıza; baksanıza kılık kıyafete, sizin Kemal ne yaptı?” diye Bulgarlar onları ayıplardı. Türkler Bulgarlara bir şeyde diyemiyorlar, böyle bir kılık kıyafet devrimi de yaptık.

Başarılı da oldu herkes başladı yeni kılık kıyafet, bütün öğretmenler kılık kıyafet devrimi yaptık.

 

1944’te devrim oldu. 1946’da askerden geldim.

Bulgarların Tsola Dragoyçeva diye bir kadın bakanı vardı. II. Dünya Savaşı’nda 1944 devrimine kadar yeraltı radyosu olan “Hıristo Botev” radyosunu yönetmişti. Faşistlere karşı oldu ve hayli bir zaman kadar da bakanlık yaptı.

1946 Eylül ayında köylere bir genelge yollamış. Bizim bütün Türk kadınlarını Rusçuk vilayetine çağırıyor. Orada “Jenski Sabor” diyoruz, kadınlar toplantısı yapılacak. Trenler parasız. Ben  de encümenlerle anlaşamadığım için gazeteye “Rüştiye öğretmenliği arıyorum.” diye ilan verdim. Onu  bekliyorum. Bizimki  ile mısır kırmaya gittik. Eve gelip beni sormuşlar, anam filan yerde, demiş.

Gece  bekçisi geldi “Hoca, seni belediyeye çağırıyorlar. Ne olduğunu söylemediler. Seninle bir şey konuşacaklar.” dedi.

Köy kenarına yakın hemen bizimkini bıraktım, belediyeye geldim.

O yıl Ağustos’un sonuna doğru Bulgaristan’da kadın bakan Tsola Dragoyçeva, Rusçuk Kasabası’nda bir Türk Kadınlar Kongresi’ni yapacakmış. Orada hazır olan köy yöneticileri bana bunu söyledi, kongrede kadınlara konuşacakmış. Biz söyler söylemez ilk ağızda 60,  70 kadın oldu. Kadınların başında Ayşe Hanım’la siz olacaksınız.” dediler. “Benim işim var. Belki bir yere öğretmenliğim çıkarsa gideceğim.” dedim. “Yok, hayır, arabalar hazır, emrinizde. Yalnız yarın hazır olun.” dediler. Bizim kaynana köye geldi, durumu anlattım. “Bizim işimiz var, ne yapacağız?” dedi. Benim de ufak çocuğum var. “Bu çocuğu ne yapacağız? Anama bırakırız.” dedik.

Sabah oldu, hazırlandık. Vilayetin en uç köyündeyiz, bizden 60-70 kadın yola çıkıyoruz. Biz de vagonları tenha sanıyoruz.

Rusçuk’a yaklaştıkça, oradan buradan gelenleri eklediler,  cihan kadar vagon.

Kadınlar  çeşitli bölgelerden, kimisi feraceli, kimi peçeli, kimisi mendil.... Tren geç kaldı. Ezandan sonra yatsıya yakın vardık. Rusçuğun iskelesi değişmiş. Mithat Paşa’nın yaptırdığı demiryolu Tuna boyunda. Tuna karşıda, Yergöğü Kasabası’nın, Rusçuk’un ışıkları Tuna’ya vuruyor. Şairane bir manzara. Trenden indik. Mızıka “Ey Gaziler! Be yoldaşlar”ı çalıyor. Rusçuk’un genç kızları, genç çocukları hepsi vazifelenmiş. Çıkıp bağırıyorlar “Karagöz Köyü, Yunus Abdal, Duştubak, Balabanlar Köyü bir yere toplanın...” Köylere göre herkes bir vazife almış. Bizim köyden yaşlı bir kadın, o ışıklı suyu görünce “Be Ahmet Efendi! Sen bizi cennete getirdin. Bu ne güzellik?” dedi. Kadınları ayrı yerlere, erkekleri ayrı yerlere götürüp okul ve camilere yerleştirdiler. Biz öğretmenlere de yer hazırlamışlar. O zaman Rusçuk’ta Türk evi vardı.

Sabah oldu, bir yerde toplandılar. En güzel kılık kıyafetlileri seçip ileri koyacaklar, onlar da anıta çelenk koyacaklar. En önde en güzel kıyafet Kızılbaş kadınların, Kızılbaşları en öne aldılar. O  peçeli kadınları en geriye koydular. Mızıka ve Kızılbaş kadınlar en önde, Meçhul Asker Anıtı’na yürüyoruz. Kızların ellerinde “Biz kadın haklarını şöyle istiyoruz böyle istiyoruz” diye pankartlar var. Türk kadınlarını biliyorsun. Başında  biz gidiyoruz. Bizim de latifeci bir arkadaş var, dinci bir öğretmen, ona “Sizin kadınlar arkaca geliyor” dedi. Peçeli oldukları için ters yürüyormuş gibi görünüyorlar. O da döndü  gitti, bakmış geldi, dedi ki “Yok yahu! Peçeden öyle görünüyor.” Neyse gittik, orada önce kadın bakan konuştu ve Türk kadınlarının gericilikten kurtarılacağını, onlar için sağlık önlemleri alınacağını söyledi ve çok çocuklu olanlara ücretsiz tren seyahati verdiler ve öyle de oldu. Bulgarlar medeni olduklarından bir çocukları oluyor fakat Türklerin 9, 10 çocuğu oluyor. Kadın bakandan sonra Yeni Işık Gazetesi sahibi Hüseyin Çeşmeci konuştu.  Varna Filibe, Kırcalı tarafından da gelenler vardı. Bunlar “Öğleden sonra Türk evinde bir toplantı yapalım” dediler.

O toplantıda önce bizim Zavut Köyünden Mahmut öğretmen konuştu “Ey Arkadaşlar! Bu sabah gördünüz, Dobruca, Deliorman yöresinden gelen kadınları gördünüz, bir köyün giydiği diğer köye uymuyor.

Kimisi çarşaflı, kimisi feraceli, kimisi yaşmaklı, kimisi bürgülü, bilmem ne...

Avrupa’da bulunduğumuz halde, bu kılık kıyafetimiz nedir? Buna bir çare bulalım” dedi ve diğer dışarıdan gelenler de “Evet bir çare bulalım” diye desteklediler ve birçok konuşmalardan sonra “Hiç olmazsa Alevi kadınları gibi giyinsinler” dediler.

 

Kaç yılı?

1946 yılı. Oradaki Sünni köyleri, “Alevi kadınlar gibi kılık kıyafeti değiştirmek lazım, başka çare yok” diyorlar. Derken  bu kararı aldık ve bu karar üzerine ilericiler bir daha yürüdü.

Fakat ben sonradan Türkiye’ye geldiğimde bazı kadınlar bu değişikliğe karşı gelmiş, şalvarları değiştirmemek için hayli direnmişler. Hatta köy korucuları bu direnen kadınların şalvarının ağını makasla kestiklerini, bu kadınların eşleri ile korucular arasında tartışma çıktığını, çekişmeler dövüşmeler olduğunu işittim.

Bazıları da yeni kılık kıyafetlerini giyer, tarlaya giderler ama koltuklarının altında da şalvarları. Orada kılıklarını çıkarıp şalvarlarını giyerlermiş.

Bir bekçi gördüklerinde ise şalvarlarını çıkarıp yeni kıyafetlerini giyer, toprağa gömerlermiş.

 

Peki Yunus Abdal köyünde camiler var mıydı?

Var ama camiye pek giden yok. Dışarıdan gelip köye yerleşenler gidiyor.

 

Hepsi Alevi, Bektaşi mi? Yoksa Yunus Abdal’da Sünni de var mı?

Köyde  Alevi, Bektaşi de var. Yunus Baba Türbesi var, daha çok ona giderler.

 

Yunus Abdal’da kaç  hane  Bulgar var?

150 hane Bulgar var.

 

Burası köy değil, her halde bir ilçe gibi?

Orasının köyleri büyüktü. Kemaller 10 – 15 bin nüfuslu bir köydü.

 

Kilise var mı Yunus Abdal’da?

Kilise yoktu. Halkı  tamamen Hıristiyan olan köylerin kiliseleri vardı. Mesela Hırsovo, Karaarnavut, Çerkovna, Zavet Köyü’nde kilise vardı. Papaz onları Paskalya’ya yakın, elinde küçük bir kalaylı bakırcık ile ev ev dolaşarak vaftiz ederdi. Bu kalaycığın içi Ürdün’den gelen su ile dolu idi.  Ev ev dolaşarak bu sudan evlere serperdi ve elindeki haçı öptürürdü. İncil’den de ayetler okurdu.

Köyümüzde kilise yoktu. Bir büyük çan vardı. 1900’lü yıllardan sonra köyümüze Bulgarlar gelip yerleşmeye başlayınca yortu günlerinde ya da ölümlerle çalmak üzere bir Samakof Kasabası’ndan çan almaya kalkmışlar. Paraları yetişmemiş. Türklere söylemişler. Türklerden ileri gelenler hayli para yardımı yapmışlar. Bu  para yardımı yapanları bir cetvel yaparak zaman zaman okurlarmış. “Filan filan oğlu çan almamıza yardım etti.” Hatta Requim esnasında çan alınmasına yardım eden Türklerin  ruhuna da dua okurlardı.

1948 yılında köyümüzde  180 yıl önce ağaçtan yapılan cami yeniden tuğladan yapılırken Bulgar mahallesi halkı düzgün ağaç ve para toplayarak yardımda bulundu. Yaşılar geldi “Bakın komşular sizin dedeleriniz babalarınız biz çan alırken bize yardım ettiler, biz de size yardım edeceğiz” dediler.

Okul olan yerlerde mutlaka cami yapılırdı. Orada da okulun önünde  idi.

O zamanın Türk nüfusu Bulgar nüfusundan az değilmiş. Osmanlı Devleti, orayı elden kaçırdığı zaman Deliorman’ın, Dobruca’nın % 90’ı Türk, % 10’u  Hıristiyan, Ermeni, Ulah gibi çeşitli ırklardan. Bulgar evlerinde Koşera denen domuz ağılları vardı. Onların mahallesinden geçerken çok pis kokardı. Belediye “Sinek oluyor, hastalık oluyor” diye sabah akşam Koşeraları kireçletirdi.                              

Bulgarlarla Türkler farklı giyinirdi. Yaşlı Bulgarlar Türklerden etkilendiğinden giyimleri Türklere benzerdi. Gençler palto, pantolon gibi güzel giyinirlerdi. Yalnız sarık sararlardı kafalarına. 1944’ten sonra sosyalist devrim olunca Türkler sarığı bırakmış, yaşlılar kalpak, gençler de Stalin şapkaları takıyorlardı. 1970’te gittiğimde yaşlıların hepsi kalpak giyiyordu.

Bütün yaşlıları topladılar, beni de kattılar aralarına, geziye çıktık. Kalpak da kuzu derisinden Bulgarlar  “Yahu Türkleri sarıktan kurtardık ağustos sıcağında kalpak takıyorlar. Yahu bu Türklerle uğraşmak zor” dediler. Neyse orada o sıcakta, çarşırla, kalpakla denize girdiler, turistler de onların fotoğraflarını çekti.

 

Buraya (Türkiye’ye) gelen Bulgaristan kökenli Aleviler de çok sorunlar yaşadılar. Çok  büyük merakla buraya geldiler ama çoğu harap oldu.

Doğru, çoğu harap oldu. Ben nüfus cüzdanıma bile, Bulgaristan demesinler komünist ülke demesinler, diye Kemaller yazdırdım. Bulgar, hem de Alevi olduğunu anladıklarında işimiz çok zordu. O yüzden bizim Bulgaristan’dan gelenler takiyye derler, kendilerini gizlemek zorunda kaldılar.

Mesela Hüseyinler Köyü’nde 1940 yılları ramazan hocası olarak bulunduğum zaman, ara sıra Kemaller’den Muhtar Baba’nın evine misafir olarak gelen Ali Dede Kastamonu’nun Devrekani ilçesine iskan oldu ve birkaç sene sonra oradan gelen bir tanıdığa sordum. “Ali Dede memleketten geldiğinden beri camiye girdi, çıkmıyor.” dedi. Birçokları da böyle oldu. Geri dönenler oldu. O sonraki dönemde, 1989’da gelenlerin çoğu geri döndü. Eşimin ismi, orada Netka Kirilova idi. Buraya geldiğimizde benim soyadımı aldı.

 

Eşinizin ismi neydi?

Necmiye idi. (İkinci eşi. Ahmet Hezarfen ilk eşini Ayşe Hezafren’i, 1989 yılında kaybedince ikinci kez evlenmişti. A. Aydın)

 

Bulgaristan’da Türklerin ve Bulgarların dışında başka hangi insan toplulukları var?

Tatarlar  çok var.

 

Nüfus olarak belirginler mi? Köyleri  var mı?

Onların ayrı köyleri vardı. Yenice Köy, Makak Köy, bunlar tamamen Tatar köyleridir. (Bizim müdürümüz olan Ali Bey’in (o dönem CEM Vakfı Genel Müdürü olan emekli hakim Ali Dostoğlu) hanımının olduğu) Hacıoğlu Pazarcığı’nda  çok  Tatar vardır. En yoğun oldukları bölge orası. Bunların bazısı Kırım’dan, bazısı Kazan’dan gelmiştir, onların ünlü bir şairi Mehmet Niyazi vardı. Emel Dergisi’ni çıkarıyordu, yarısı Türkçe yarısı Tatarca idi. Orada sürekli Kırım’ı dile getiriyor.

Biz getelim Kırımga

Orada vardır kartanaylar, kartbabaylar

Biz getelim Kırımga

diye şiirleri vardır.

Ben askerliğimi Balçık kasabasına yakın, Stefan Karaca Çiftliği’nde yaptım. Orada büyük bir Tatar köyü olan Doğan  Yuvası, Akyazılı Sultan Tekkesi’ne yakındı. Ara sıra oralara giderdik. Çevredeki Tatar köyleri, çok zengin, insanları kültürlü idi. Tatarlar bir ara bizden okullarını da ayırdılar.

 

Kendi başlarına ayırabiliyorlar mı?

Ayırabiliyorlar. Çingeneler de ayırdı. Çingeneler, Tatarlar’dan daha çoktu. Silistre’de Deliorman Gazetesi çıkıyordu.

Burada Türk -Tatar ayrımı olmasın diye yazılarımız çıkardı. Bulgarlar ad değiştirirken önce Pomakları, sonra Çingeneleri ve Tatarların adlarını değiştirmeye başladı. Tatarlar “Biz Türk’üz.” demelerine rağmen, “Nasıl olur da Türk olursunuz, siz Türk değilsiniz, bak okullarınızı ayırdınız, ayrı gazeteniz, dernekleriniz var.” diye direttiler, sonra Türklerin adlarını da kitlesel olarak değiştirdiler.  Tatarlar, bizim halktan daha kültürlüdür. Çok  daha kültürlüler. Mesela, Balkan Savaşı’ndan sonra ağırlığını koyan Yusuf Akçura, Ayaz İshak, İsmail Gaspirinski, Ağaoğlu Ahmet.... hep Tatar’dırlar. “Bu ümmetçiliği bırakın. Biz Turan Türk ocaklarına dönelim.” derlerdi. Biz buraya göçtükten sonra, Tatarlara ayrı muamele yapmaya başlamışlar.

Ben geçenlerde de söyledim; Hakkı Saygı’nın çevirdiği Demir Baba Vilayetnamesi’ni, Ahmet Zekeriye’ye çevirmeye vermişler. Bu öğretmen  Tatar’dı. Bir gün bana “71’de başıma bir şey geldi.” dedi. Torunu dünyaya gelmiş. Belediyeye torunu yazdırmaya gittiğinde “Sen, bunun adını Müslüman adı değil, Hıristiyan adı koyacaksın.” demişler. “Yahu nasıl olur, olmaz.” demiş. “Siz bırakın Ahmet-Mehmet değil İvan-Dragan olacak.” Derken Pomaklara, “Sizin dininiz zaten İslam” Onlara baskılar yapıp, zorlayarak döverek kabul ettirmeye çalışıyorlar. “Başıma geldi. Yalvardım, zorla yaptım ama düşünüyorum, sonradan ne olacak?” derken 85’de hepsini topluyorlar, dövüyorlar, sövüyorlar ve adlarını değiştiriyorlar. Tatarlar’dan başka bir de Ulahlar var. Ulahlar, Romen’dir. Onların Çingeneleri var. Ağaçtan çanak kaşık yaparlardı, göçebe idiler, dilleri Romence idi. Karakaçanlar vardı. Bunlar Hıristiyan aşiretlerdi. Dağlarda, ormanlarda yaşarlar. Bir de çok Gagavuz vardı. Bunlar Hıristiyan Türklerdi. Onlar Pravadi, Varna, Balçık, Kavarna, Karadeniz’in sahil kesiminde yaşayanlardı, ki Tuna’nın döküldüğü Basarabya’ya doğru yerleşmişlerdi.

 

Basarabya tarihte de geçiyor, verimli bir yer midir?

Çok verimli, çok güzel bir yer. Orada, şimdi Moldavya Hükümeti var. Moldavya Hükümeti’nin içerisinde, bir Özerk Gagavuz devleti var. Oradaki okullarda dersler Türkçe, hatta bizim buradan da yardım ediliyor. Üniversitenin Türkçe bölümü var, Türkiye’den maddi-manevi destekliyorlar.

 

Gagavuzlar Hıristiyan Türk ama Türkçe konuşuyorlar, anlaşabiliyor muydunuz?

Onlarla  çok karşılaştık. Biz topluca buraya göçeceğimiz zaman, ben Varna Konsolosluğu’na uğradım. Onlar da gelmişti. Fakat konsolosluk, onları hiç yanına sokmuyordu. Bulgarlar onları asimile etmeye çalışıyorlardı.

Onlarda “Biz Türk’üz. Biz de gitmek istiyoruz.” derlerdi. Yalnız Bulgaristan’daki Gagavuzlar’da daha çok Bulgarlaşma eğilimi vardı. Türk toplantılarında ara sıra Gagavuz  görüyorum. Bir gün, Osmanlı Arşivi’ne gideceğim. Ben bayır çıkamıyorum. Eminönü’nde bir  nüfus dairesi var, oradan nüfus cüzdanı çıkacak. Oraya gitmek için araba bekliyorum. Elinde Rusça gazete olan bir genç geldi, yanıma oturdu. Başladım ben buna Rusça sormaya “Ben Moldavya’danım, okuyorum.” dedi. Başladık konuşmaya. Sultanahmet’e çıkıncaya kadar konuştuk. 1980’li yıllarda burada Bulgar Başkonsolosluğu kültür ataşeliğinde Parajkev Paruşef vardı. “Ben Gagavuz Türküyüm” der çok güzel Türkçe konuşurdu, hatta Atatürk adında bir kitabı vardı.

1939 yılında Şumnu’da Nüvvab okuluna yazılmaya gittiğimizde medrese odalarından güzel bir oda tutup yerleştik. Çarşıya bazı şeyler almak için çıktık. Gittik tencere aldık. Onu kalaylatacağız. Derken bir gazeteci “Savaş başladı, Almanlar Polonya’ya girdi.” diye bağırmaya başladı.

O gün 1 Eylül 1939’du. Arkadaşıma “Bak işler bozuldu.” Dükkanlar tıka basa dolu, onları göstererek “Bunları bulamayacağız” dedim. Manifatura dükkanına gittik, “Bir yatak çarşafı alayım, birkaç gün sonra pahalı olacak” dedim. Yanımdaki benden küçüktü “Biter mi abi, baksana ne kadar çok şey var.” dedi. Ve savaş zamanında hiçbir şey kalmadı. O akşamı öyle arkadaşlarla, savaştan, yokluktan bahsederek geçirdik. Birkaç gün sonra gittiğimizde, mağazalarda gördüklerimiz azalmaya başladı. 

İkinci Dünya Savaşı’nda bir sabun bulmaya imkan yoktu.

Bir tane gömleğim vardı. Bayram günü geliyor, gömleği yıkayacağız sabun yok. Eyvah, ne yapacağız? Almanya’da çalışan, Almanya’dan gelen işçiler vardı.  Belki onların  mahallede bir parça sabun bulurum diye gittim. Aradım, küçük bir parça bile bulamadım. Sabun olarak, katrandan yapılma sabunlar vardı. Yeşil sabun el yıkamaya köpürüyor ama beyaz elbisede leke bırakıyordu. Ne yapacağız derken ben ilk önce sabun yapma ustalığına soyundum. Onun bir kimyasal maddesi vardır. İnsan dokundu mu eli delinir. Kendimiz sabun yapmaya çalıştık.

Tarlalarda porsuk denen yağlı hayvanlar vardı, sonra ölen besili kazlardan, kesilen hayvanların iç yağından sabun yapmaya başladım. Ben köyde en esaslı sabun yapan kişi oldum.

Böyle bir yokluk yani… O sabun da gitti, ne bez kaldı, ne yiyecek kaldı. Geceleri karartma olurdu. Camlara siyah kağıt yapıştırılırdı. Şumnu’da hiç ışık yakmıyoruz. Gazeteleri takip ediyoruz. Almanya öyle bir ilerliyor ki Polonya topraklarında. Bir aya varmadan Ruslarla  Almanlar  anlaştılar.

Polonya’yı ikiye böldüler. Brest-Litovsk Kasabası vardır, orada anlaşma yaptılar. Birazı Rusya’ya kaldı, birazı Almanya’ya. Almanya bu defa batıda Çekoslovakya’yı işgal etti. Sonra Avusturya’yı işgal etti. Derken Fransızlarla savaşa başladı. Fransızlar Magino Hattı, Zigfrit Hattında aylarca direndiler. Almanların Zigfrit diye bir efsanevi kahramanları var, hattın adı ordan geliyor. Birinci Dünya Savaşı’nda oralarda çok kanlı savaşlar oldu.

Sedan Savaşı’nda Fransız askeri çok kayıp verdi. “Fransızların 6 ayda geçilmez.” dedikleri Magino Hattı’nı Almanlar 6 saatte geçtiler.

Bu savaş böyle sürerken, Lüksemburg, Belçika, Hollanda ve Danimarka’yı çiğnedi ve kısa bir zamanda Paris’i aldı. V2 uçakları ile  İngiltere’yi harap ettiler. Denizde de savaş sürüyor, Almanlar İngilizlerin savaş gemilerini, Fransızların donanmalarını, onlar Almanların büyük savaş gemilerini batırdı. “Artık denizler gemiyle doldu.” dedik.Bizim okulu, büyük binaları asker işgal etti. Sonra bize izin verdiler.

1940 Mart ayında Yunus Abdal’da öğle zamanı, büyük bir gürültü koptu.

“Ne oldu?” Almanlar Bulgarlarla anlaşarak, Bulgaristan’a girmiş. Derken artık günler de hızlı geçiyor. Babam da Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlarla berabermiş, artık birkaç kelime Almanca biliyor.Almanlar babamla yol boyunca konuşuyorlar. Biz, Türkiye’yi vuracak (Almanlar) diye korktuk.  Bulgaristan’dan güneye doğru gidiyorlar. Soruyoruz, diyorlar ki “Yunanistan’a gireceğiz.” 6 Nisan 1940’da Yunanistan’a girdiler.

Fakat Türkiye’yi vurmadılar, İnönü engelledi. Türkler her ihtimale karşı Trakya’yı da boşalttılar. Ermeni mahallesindeyiz, Ermenilerle konuşuyoruz.

Dükkancı bir Toros Ağa var. “Allah kısmet ederse, yarın sabah İstanbul’da Dere Kahvesinde kahvemi içeceğim. Emirgan’da Çınar Kahvesi’nde bilmem ne yapacağım... Türkiye’yi de vuracaklar, işte göreceksiniz...”  falan diye söylenip duruyor. Neyse birkaç zaman geçti bir şey yok. Biz de bu Ermenilerle ilişkiyi keseceğiz, onun dükkanından kimse alışveriş yapmayacak, yeri gelince de lafımızı esirgemeyeceğiz diye karar aldık. Bazen, “Hey Toros Ağa! Sen daha kahveyi içemedin galiba? Ne oldu?” derdim. O da hemen içeri kaçardı. Öyle laf söylerdik, ona öyle ceza verirdik.

 

Bulgarların bazıları bile Türklere karşı hoşgörülü iken, buradan  oraya giden Ermeniler neden böyleler?

Onlar çok esaslı Taşnak.

 

Taşnaklar’dan bahsedelim biraz?

Taşnak Partisi var. Onlar çok hazırlıklı, Bulgarlar da Türklere karşı onları destekliyor. Sonra onlar döndü, bu defa Rus-Alman anlaşması vardı.

21 Haziran 1942’de okuldan geldim. Babam affedersin, sığırlarımız var “Git ormanda otlat.” dedi. Basarabya bize yakın. Yere yattığım zaman daha iyi hissediyorum, o toplar atılıyor, yer sanki oynuyor. Derken Almanya Rusya’yı vurmuş. Gazeteleri takip ediyoruz. Harpof’u, Kief’i... derken Moskova’ya dayandılar ve Stalingrad’a yakın Kırım’ı aldılar. Hızlı bir gidiş....

Fakat okulda da biz iki partiyiz; Kemalistler ve tutucular. Bu sefer de öğrencilerden bir bölümü müttefik taraftarı, diğeri de Alman taraftarı oldu.

Biz müttefiklerdeniz, yani  İngiliz, Fransız tarafındanız. Alman taraftarı olan öğrenciler sabah okula gelince “Hayl Hitler!” diye selam veriyor. Ben de gizli gizli radyodan dinliyorum. Her yerde radyo yok. Sonra bazı radyoları da mühürlemişler. Sadece Sofya’da bir istasyon duruyor.

Bulgarlar da Alman taraftarı. Radyodan dinliyoruz. Türkiye radyosunda Ahmet Şükrü Esmer anlatıyor “Şu şu böyle olacak, Almanların hammaddeleri yok.” Radyoyu dinleyip ertesi gün ben ve başka arkadaşlar “Almanlar kaybedecek.” diyoruz. 1943’te mezun olduk. Ama Almanlar gerilemeye başladı. Stalingrad’da bozguna uğradı.  Moskova Leningrad düşmedi fakat çok az bir yer kaldı. Rusya’nın soğuğunda çok asker dondu, o soğukta tanklar işlemedi. Bizim tarafa da gelirlerdi ve bizim tarafta Ruslar ve Almanlar  çarpışırlardı. O zamanlar hayli korktuk.  Amerika savaşa katıldığı zaman, İtalya’da bir üs oluşturdular. Oradan Sofya’yı, Bükreş’i bombalarken bizim orada yer sarsılırdı.

 

Oradaki Türkler ve Bulgarlar, Almanların ilerleyişini hazmedemedi değil mi? Tutumları ne oldu?

Bulgarların birçoğu diyordu ki “Almanlar eğer savaşı kazanırsa zaten Makedonya’yı Bulgaristan’a verecek”. Öyle de oldu.

Bulgarlar 3 gün, 3 gece Makedonya’yı işgal ettiler. Bir de Almanya’dan güç aldığı için, Batı Trakya’yı işgal ettiler ve “Size Doğu Trakya’yı, Edirne’yi vereceğiz.” dediler.

Yalnız Bulgarların sol kesimi bunu benimsemedi. Partizanlar dağlara çıktılar, çarpışmalar oldu.

Almanya, hammaddesi olmadığı için bizim yiyecek maddelerimizi elimizden alıyor, hayvan yemlerini, yün vs her şeyi topluyordu.

 

O zaman Yahudi bayağı vardı, Bulgaristan’da?

Ben sizin Murat Küçük’e bir fotoğraf verdim. Bir fotoğrafta Şumnu’da bir arkadaşla geziyoruz, bir Türk kızı iki küçük çocuğu gezmeye çıkarmış. Dedik ki  “Kim bunlar?” “Bunlar Yahudi çocukları. Ben bunlara Türkçe öğretiyorum.” dedi. Onlarla  bir fotoğraf çektik. O fotoğrafı Murat Küçük’e verdim. Şumnu Yahudileri idi. Acaba  o çocuklar öldü mü, kaldı mı? diye araştırma yapacağız.

Almanların Yahudi kıyımına karşı Bulgarlar direndi. Onlara karşı Yahudileri sakladılar, vermediler.Hatta bizim Türk gençleri de onlara katıldı. 

Onlarla kimse konuşmayacak, alış-veriş yapmayacak ve onlara yiyecek de verilmeyecek, diye kurallar  konuldu. Bu kurallara uymayanları cezalandırıyorlardı. Yahudiler’den dükkan sahibi olanlar Türklere kız verip dükkanlarını kurtarmaya çalıştı.

Biz durumu   kötü olan fakir çocuklar toplanır “Yahu biz gidip Salamon’a yahut Bogaz’a damat olsak mı?” diye konuşurduk. Yahudilerin ülkesi olmadığından aşağı görülürlerdi. Hatta onlar Avrupa’da gettolarda yaşarlardı. Sonra sabah olunca vazgeçerdik “Biz niye karışalım Yahudilere?” derdik. Gündüz olunca lokantaya gidemiyoruz, aç-susuz geçirirdik o günü. Akşam olunca tekrar başlardık bunu konuşmaya. Gündüz onların havralarına gider, oradaki hahamla konuşurduk. Havralarda resim yoktu. Yalnızca Tevrat’tan yazılar vardı, onların ayinlerine bakardık. Hahamda bizi iyi karşılardı. Ayinleri Hıristiyanlara hiç benzemezdi. Tevrat okurken Musa ve diğer peygamberlerin adı geçtikçe ayağa kalkarlardı.  Almanlar Bulgaristan’a girdiği zaman benim askere gitmem gerekiyordu. Arkadaşlarımdan askere gidenler Bulgar askerinin yanında fakat Almanlara  yardım etmek için çalışırlardı. Orada yolların çamurunu temizler, hendek kazar, ağır işlere koşulurlardı. O dönemde askere giden arkadaşlarımdan çok fazla sakatlanan oldu. Bizim bu arkadaşlar Makedonya’da yollarda çalışırken, bir akşam partizanlar askeri birliği basarak subayları tutuklamışlar ve diğer Troduvak askerlerin hepsine terhis kağıdı hazırlayıp yollamışlardı. Birkaç vakit durdular ama partizanlar o Makedonya’nın terhis ettiği askerleri tekrar toplayıp askere aldılar. Öyle eziyet çekti onlar. Bu partizanlar zaman zaman köyleri de basıp belediyedeki devlet teslimatı belgelerini alıp yakarlardı.

O belgelerde köylülere ne kadar buğday, arpa, saman, yağ, yumurta verileceği yazardı. Onları alıp yakarlardı. Halktan bunları köylüden toplayıp Almanlara verenleri de toparlayıp döverlerdi.

 

Savaşın sarsıntılarının, tarihin canlı tanığısınız. Almanlarda Türkiye’yi vuracak, diye Türkler arasında bir heyecan oluştu demek ki?

Almanlar Bulgaristan’a giderken, bizim ileri gelen Türk Aydınları “Türkler bir federasyon oluşturalım” demiş. Çünkü  bir milyondan fazla Türk nüfusu var. Biz,  ilk önce bunlar mutlaka yapar diyorduk fakat gerilemeye başlayınca dedik “Bu Almanya  kaybedecek, hem bize de bir faydası olmayacak.” O kanaate erdik.

 

Yahudiler’den, Tatarlar’dan, Çingeneler’den, Gagavuzlar’dan, Ulahlar’dan, Ermeniler’den, Ruslar’dan bahsettiniz. Gerçekten bu kadar bol yapılı bir yer mi Bulgaristan kültürel, inançsal olarak?

Bizanslar Pavlikenleri, askeri yolların çevresine dağıtıyorlar. Onlar da Balkanlar’daki Bogomil ayaklanmasını  bastırıyorlar. Sonra Osmanlı döneminde bir çok yürüyüşler, ayaklanmalar askeri yolların çevresine, Deliorman Alevi-Bektaşi kesimi buraya yerleşmiş, bilhassa onlarla uğraşırdım. Bizim oradaki köylerde daha önce Kafkasya’dan Abaza, Çerkez ve diğer Kafkas ırkları yerleştirilmiş. Onlar da oralarda kendilerine tarla açmak için ormanları kesmişler. Bizim oradaki birçok köylerin tarlalarında Çerkez köklü denen tarlalar vardı. Osmanlı Devleti zayıflayıp Ruslar Tuna’yı geçmeye başlayınca, bu Kafkasyalılar hemen Anadolu’ya doğru göçe başlamışlar ve onlardan hiç kimse kalmamış.

1850’lerdeki sonra Kırım Savaşı’ndan sonra Kırım’dan birçok Tatar, Dobruca ve Deliorman’a göçmüş. Bunların birçoğu Çerkezlerin bıraktığı evlere yerleştirilmiş ve açtıkları tarlalar da bunlara verilmiş. Köyümüzde bir Tatar mahallesi vardı. Çok uysal, terbiyeli insanlardı. Onların mahallesinde hiç kavga gürültü olmazdı. Benim yetiştiğimde yaşlılar Tatarca konuşurdu. Fakat biz okula giderken o mahalleden gelen erkek, kız hiç birbirimizi yadırgamaz, çok iyi geçinirdik. Hatta benim blezerim (bir nevi Aleviler’deki müsahip) Tatar Velilerin Ahmet vardı. Tatarlar Türklere “Jipsarık” diyorlardı.

Yağmur yağarken de “Dopça tozuyor” derlerdi. Bahçe avlusuna, soğan kolesi; kediye mışık; ateşe od, diyorlardı.

 

Yöredeki geleneklerinizi anlatır mısınız?

Trakya’da hayli köyler var. Orada her şey aynı. Mesela geçenlerde Hıdrellez vardı. Hıdrellez  şenlikleri var; Nişan atmak var. Nişan atmak şöyle oluyor: Delikanlılar herkesten bir nişan (yani başkasına ait bir şey) topluyor. O nişanlar küçük bir süt bakırının içine toplanıyor. Onu o gece bir  gül bahçesinde, gülün altında saklıyorlar. Ertesi gün eğlence biteceği zaman mani söyleyerek üzerine örtü örtülmüş bir kız süt bakırından nişan çeker. Herkes kendi nişanını bilir. İlk önce mani okuyor sonra nişanı çekiyor.

Ben daha ilkokula gitmiyorum. Benim büyüklerim hep kız. Ben erkek olduğumdan anam-babam için çok kıymetliyim. Bana nişan atmışlar, öyle ertesi gün ne çıkacak diye bekliyoruz. Salıncaklar, dönme dolaplarda eğleniyorlar. O çıkıyor, bu çıkıyor, nihayet benim  nişanıma sıra geliyor. Köyde de Deli Nazife denen bir kadın var. O bir mani söyledi; mani de şu Dut ağacını budarlar, altına divan dururlar, yar kıymetini bilmeyenin boynunu vururlar. Derken  anam bir kızdı “O deli kadın mani söyledi, oğlumun kısmeti çıkmadı” diye eve bir matem havası çöktü.  Babam  kahırlanır “Ahmet’imin manisi niye çıkmadı?” hatta annemin nefesi daraldı da adaçayı, naneyi ufalayıp pişirdiler de geçti. Ben de onlardan etkilenip ağlıyorum. Fakat sonra 1951 yılında Türkiye’ye göçerken bu Deli Nazife Nine yaşlanmış, yanında yalnız bir torunu kalmış, pasaport almış fakat yol parası olmadığı için Türkiye’ye dönemiyor.

Ben de o sıra Sofya Konsolosu ile iyi tanışıyorum. Yakınlarımın pasaportlarını götürüp vize alıyordum. Nazife Abla’nın da pasaportuna vize aldım. Fakat benim gitmeye param yok deyince “Seni ben götüreceğim” dedim ve torunu ile onu ben getirdim. Isparta’nın Keçiborlu Kasabası’na iskan ettiler onu. Ona Kızılay’dan yardım yapıyorlardı. Fakat az bir şey verdiler mi elinde sopayla kaymakamı dövmeye kalkardı. Bana da kardeşim, derdi. Kaymakam bana “Yahu senin bu ablan beni çok mahcup ediyor, başkalarının yanında bana ne olsa söylüyor.” derdi. Buna iskan edilip yapılan evin çatısını ustalar iyi yapmadığından akmaya başlamış.

Bir gün bana geldi “Buraya Celal Bayram  (Celal Bayar) gelecekmiş, ban bir bilekçe (dilekçe) yap” dedi. Yazdım verdim. Birkaç gün sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar Isparta’ya geçerken tren Keçiborlu İstasyonu’nda biraz durmuş. Onu karşılamaya çıkan Keçiborlu ileri gelenleri cumhurbaşkanı ile konuşurken Nazife Nine trene doğru yürürken Kaymakam “Tutun şu nineyi, bu gene bir şey yapacak” demiş; jandarmalar nineyi güya tutuyormuş, fakat nine silkinip ellerinden kurtulmuş ve trene doğru yürümüş. Kaymakam jandarmalara “Bırakmayın” derken nine “Bırakın beni” diye bağırmış. Celal Bayar bunu duyunca “Salın gelsin” demiş ve nine koynundan dilekçeyi çıkarıp cumhurbaşkanına vermiş.

Aradan bir iki hafta geçti. Bir gün Keçiborlu’ya 25 km. uzaklıktaki  Hamallar (şimdiki adı Ardıçlı) köyüne bir jip geliverdi. İçeriden ziraat muallimi Ramazan Bey çıktı. Bana “Hoca, senin Keçiborlu’daki ablanı Isparta’da valiliğe çağırıyorlar. Yanımda kardeşim olmayınca gitmem diyor, ne olur bizimle gel de onu Isparta’ya götürelim” dedi ve Isparta’ya gittik.

Vali Mehmet Varinli’nin huzuruna çıktık.

Vali, Nazife Nine’ye “Kızım, sen cumhurbaşkanına evinin çatısının onarımı için dilekçe yazmışsın” deyince Nazife Nine “Ben kız değil, 70 yaşında karıyım, nasıl kız dersin bana” diye çıkıştı.

Vali de “Tamam” diye alttan aldı ve bana dönerek “Sonbahar gelmeden çatı yapılacak, rahat olsun” dedi ve “Hadi gidin” deyince “Sen bizi buraya getirttin, nasıl dönelim, bizim paramız yok” dedi.

Vali bir görevliyi çağırdı ve Keçiborlu’ya gidecek bir taşıt bulun da bunları yollayın” dedi. Gerçekten çok geçmeden Nazife Nine’nin evinin çatısı çok güzel onarılarak akmaz hale getirildi.

İşte Nazife Nine’nin bana söylediği o maniyi ona böyle ödemeye çalıştım.     

 

Yakın köylerde cami var mı?      

Var ama bu kadar tantanalı değil, ufak. Bizim köyümüzde vardı. 180 yıllıkmış. Orman içine tahta geçmeli ağaçlardan yapılmış. Minaresi de bir akasya ağacı, dallı budaklı, yukarıya çıkan bir merdiven yapmışlar, oradan ağacın tepesine çıkıp ezan okuyorlardı. Bazen  düzenli ezan okunmadığı için leylekler gelir oraya yuva yapmaya çalışırlardı.

Hoca leylekleri kovalarken bazıları “Yapma be hoca” derlerdi.

Hatta civar köylerin minareleri de böyleydi. Hüseyin Baba, Demir Baba, Mustafa Baba; onlara adakla giderlerdi.

 

Sizin köyde imam var mıydı?

İmam vardı. Fakat bizim buradaki gibi düzenli para verilmediği için imam bırakır giderdi, hak verilmezdi. Hatta imam para vermeyenlere lanet okurdu.

Bazıları  der “Ezan okunmuyor, bir imam olsun”. Mahallemizde küçük bir mescit vardı, ikindi zamanı oraya toplanmışlar, ezan okunmuyor.

Stefan adında bir Bulgar var, ara sıra gelir, cemaatle konuşur. “Siz niçin namaz kılmıyorsunuz, niye ezan okumuyorsunuz?” diyor. “İmam gelmedi”. “Siz okuyun”. “Biz bilmeyiz” . “Nasıl bilmezsiniz?”.

Stefan çıkmış minareye ezan okumuş, onlar da gitmiş namaz kılmış. Stefan çok yaşlıydı. Onlar okula gitmiş, eski yazı Kuran bilirdi.

Okuldan da öğrenmiş. Hele bir Hıristo Dede vardı, burnu biraz uzun olduğu için Türkler ona Gagalı, derlerdi.

Bu Tırnova tarafından köye gelmeydi. Orada rüştiyede okuduğunu söyler, bazı eski harflerle yazılı mektupları çok kişiden iyi okuyordu.

 Ben medrese mezunuyum. Nüvvap (naib’in çoğulu) yetiştirme okulu. Naib; kadı yetiştirme okulu. Aynı dersler, aynı müfredat. Sadece bize değil, kilisede ders gören papazlar var; kanunen onlar da askerlikten muaf oluyor.

Ben  okulu bitirdim ama imamlıkta hiç gözüm yok. Fakat II. Dünya Savaşı’nın en kızgın zamanı bizim arkadaşları topladılar Macaristan’a, Makedonya’ya doğru o yolları yaptırdılar. Beni bir korku aldı. Bana “Sen bize imam ol” dediler. “Yaşlı imam var ama sen imam okulundan çıkmışsın.” Ne yapacağım ben şimdi; bazı şeyleri benimsemedim… affedersin cenazeyi yıkacaksın vs. Ben  “Eyvah, olmayacak” dedim.

Eniştenin  biri “Bu işi ben yapacağım” diyor. “Sen cuma namazında hutbeler oku, diğer beş vakitleri de ben kıldıracağım. Sen yalnız kanuni olarak ol”.  Ben yapamadım askere gittim. Benim  askerliğim bir yıldı. 1946’da, savaşta bitti askerliğim. Papazlar aynı şekilde askerlikten kurtuluyor. Sonra bir de vazife için bizim belediyeye vardık mı, memurlar  bize ve papazlara ayağa kalkıyor. Dhovna Litsa, yani ruhani şahıs diyorlar.  Okulda ben takkemi çıkarmazdım. Hatta bir müfettiş geldi “Sen niçin takkeni çıkar mıyorsun?” dedi. “Ben dhovna litsa” dedim “Affedersin” dedi. O dönemler krallık zamanı idi; sonra sosyalist devrimi olunca başka bir şekil aldı.

 

Peki babadan el aldınız mı?

Ben Mustafa Baba’dan el aldım. İlkokulda arkadaşlık yaptık. Kızılburun denen bir Alevi köyündendi. Önderimiz  yoktu. Babam-annemle kaza merkezindeki Muhtar Baba’ya gidip zaman zaman cemlere katılırdı. Rıza  Efendi’ye de giderlerdi, yakın bir yerlere daha giderlerdi. Biz nüvvaba giderken, bize kanunen bir hak tanınmıştı. Ramazan geldiği zaman camilerde vaaz etme, teravih kıldırma falan bizim öğrencilere verilirdi. Ama o da en yüksek öğrencileri en büyük köylere verirlerdi. Bizim  köyler 1000 – 1500 hane. Küçük köyler de var. Biz ilk sınıflarda küçük köyleri alıyoruz. Ben ilk sene gittiğimde “Ben niçin Nüvvab’a gittim?” diye kendimi yadırgadım.

Başka bir Bulgar okulu liselere kabul etmiyor. Lise  ayarında bir şey var, Yunanistan’da öyle, Türkiye’de öyle... Medreseden çıkan ümmetçi oluyor. Medrese çoktu. İlk sene bana Kabullar denen küçük bir köy vermişler. Fakat ben namaz kıldırmayı, ayetleri bilmediğim için gitmedim. Ertesi yıl beni kendi mahalleme verdiler. Bizim Yunus Abdal iki mahalle. Büyük mahalle  500 hane kadar, küçük mahalle 200 hane. Bana büyük mahalleyi verdiler. Oralı olduğum için köylü bana yardım etti. Dedem I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’ye göçecekmiş.

Babam ustalık yapmaya çalışmış, azıcıkta partizan, Çiftçi Parti Teşkilatı’nda. Derken  bir de tutuklanır, bilmem ne, falan, bir terslik. Pek  iyi geçinemiyoruz. Beni ikinci yıl Hüseyinler (Dragomıj) denen  bir köye verdiler. Benden  önce o köye Şeremet  Köylü Hafız Mustafa gitmiş, çok güçlü bir hafız olduğu halde o köyden hiçbir şey alamamış.

O köyden köylü hiçbir şey vermemiş. Bana  “Yazık boşuna gideceksin oraya” dediler ama gittim. O köyün yarısı Alevi, yarısı Sünni ama Aleviler daha çoktu. Muhtar Baba oraya geliyor. Bir zaman yokluk içindeyiz.

Buğdayı “Ateş değirmeni” derler, fabrikada öğütürlerdi. Bizim buğdayımız olmadığı için biz su değirmenine gidiyoruz.

Ben küçüğüm daha, okula gitmiyorum. Babam  duramadı, değirmenciye “Sen çocuğa bak, ben tekkeye gideceğim” dedi; orada cem varmış.

Ben de çocuğum değirmenciye “Canım sıkıldı, şuradan gitsem bulabilir miyim?” dedim “Bulursun” dedi. Arası uzak değil.

Şimdi değişmiş orası, biz geçen sene gittiğimizde  ev falan kalmamıştı.

Gittim, ilahi sesleri, nefes okuyorlar. Kimse bana bir şey demedi, babamı buldum. Ben orada iken biri beni yanına çağırdı  “Sen benimle Blezer olur musun?” dedi. Bizim Rumeli’de Sağdıç gibi anlamı var. Meğer o Muhtar Baba imiş. Hüseyinler’de Ali Dede var, beni çağırttı gittim. Muhtar Baba da onun evinde imiş. Biz de  tasavvuf edebiyatını okuyoruz. Kendimi tanıttım. “Ne okuyorsunuz tasavvuf edebiyatında?” Nesimiler, Fuzuliler ama biz Fudili derdik. Sonra ben “Böyle böyle bir zaman biz Blazer olduk.” dedim ve beni hatırladı. Sonra her şey bir değişti. Beni  evlere alıyorlar ama kimse camiye gelmiyor. “Hocam sen git kıl.” diyorlar kimse camiye gelmiyor.

Bizim de fitre, zekatı arife günü verirler. Çuval çuval geldi şaştım kaldım. Koskoca Hafız Mustafa hiçbir şey almamış. Bana böyle katkıları oldu.

Bu da Muhtar Baba’yla blezer olmamın etkisi idi. O sırada 1940, Almanlar Romenleri zorlayarak Bulgarlara biraz toprak bıraktırırlar. Silistre’ye kadar. Oralarda  Alevi çoktur. Bizim  tarafa Eski Bulgaristan, derdik. Balabanlar denen köyün yakınında Baltacı Yeni Köy, Kara İsa Köy, Kara Veli Köy, Doğrular, Deremahalle, Kızılburun, Çiller, Kamerler, Dam Adası..... var derken askerliğim geldi.

 

Askerliği  nerede yaptınız?

Romanya sınırı boyunda, Şabla, Hacıoğlu Pazarcığı, Balçık, Ceferfakı, Süleymanlık, Kasımkuyusu…

 

Ne  olarak yaptınız ?

İşçi askeri olarak. Bazen yazı işleri gibi sorumluluk verirlerdi. Çünkü Çingene ve Türkleri işçi asker olarak alırlardı.  Biz okullu olduğumuz için bizi zorunlu olarak bir yere koyarlardı. Askerde iken sosyalist devrim oldu ve daha yumuşadı. Ben  daha çok müsamere yazıp, gençlerle kurduğum grupla piyes oynatıyordum, askerliği öyle bitirdim.

 

Orada Bulgarca’yı bütün Türkler istisnasız öğrenebiliyor mu?

Öğrenemiyor. İlkokulu bitirdikten sonra rüştiyeye gitmek lazım. Para da yok. 600 leva taksa. Taksa  bizdeki kayıt parası. Para yok. Bir de 1929’da bir dünya krizi oldu. O kriz bizi mahvetti. Bir kalem almak için bir sürü yumurta çıkarır, kucak dolusu sayarız. Bir sepet yumurta karşılığında birkaç kuruş alırdık, para yok. Hadi  yarın da toplayalım, bakalım derdik. Defter kalem almak çok zor. Bir kalem alındığı zaman 3 parçaya bölerlerdi. O bir parçasını baldıran mezurasına sararlardı. Hele bir guma (silgi) almak çok lükstü. Bereket imdadımıza yeni lastik ayakkabılar yetişti. Eski lastik ayakkabıları parçalayıp silgi olarak kullanırdık.

Defter ve kalem masrafından kurtulmak için tahta denen madeni gök toprakla (sert mavi renk bir toprak) yazılan tahtaya karalamalarımızı yazdık mı öğretmen çizerdi. Ondan sonra biz affedersin tükürüp, tükürüp gömleğimizin koluyla siler temizlerdik. Bu tahtaların bir yanında biraz geniş bir çizgi vardı, ona Arapça, derdik. Alt tarafında dar ve geniş bir çizgi, ona da Bulgarca derdik. O dildeki harflerin yazılışına göre isimlendirirdik. Arka tarafı da kare kare idi, oraya da eski rakamları yirmiye kadar yazardık.

Eski harflerin şekillerini değnek, tekne, kabak çekirdeği ona ay eklenince C, Ç, H, * , dirsek D, cezve S, çekiç T, küçük ay büyük ay * , ördek Y harfi olarak öğrenirdik.  

Okulda 3 ders okuduktan sonra eve ekmek yemeğe giderdik. Sonra döner, 2 saat daha okurduk. Kışın sert geçtiği zamanlar öğle zamanı eve gidemediğimiz için bize yemek için bir parça ekmek ve biraz tuz, biber, buna hergele peyniri, denirdi ve bir de soğan torbamıza konurdu. Bu tür yiyecekleri olanlar sınıfta geniş bir sofra kurup, birlikte yerdik.

Yalnız varlıklılar çocuklarına kolaç (çörek) yapıp içerisine kaz yağı ve kaz kıkırdağı koyardı. Bunlar bizim yanımıza oturmaz, okuldan çıkarak okulun önündeki cami arkasına gider, bize göstermeden yerlerdi.

Biz de bunlarla alay ederdik. Hatta anneme bana da öyle kolaç yapmasını söylerdim. Fakat “Başkasının önünde yemen doğru olmaz, diğer çocukların da canı ister, ben sana evde yaparım. Elalem nasıl yerse sen de öyle ye” diye anam beni paylardı.

Bazı zaman biz dersteyken  fırtına bastırır, çok kar yağınca yollar kapanırdı.

O zaman evden babamız yahut annemiz gelip bizi sırtında eve götürürdü.

Zaten ayakkabımız da yok. Ayaklarımızda yamalı bir şeyler var. Onlar da karın içinde çıkınca bulamazdık. Ararken ellerimiz üşür, ağlayarak eve giderdik.

Evden de dayak yerdik  “Sen niye kaybettin?” diye.

Bir kalem almak, için 20 – 30 tane yumurta gerekirdi.

Bundan önce  Stanboliski, Çiftçi Parti iktidarı dönemi. Bulgaristan’ın altın dönemi.

 

Hangi dönem?

1920’den, 1923’e kadar Çiftçi Parti iktidarı idi. Halk da  paraya alışmış, bir kg. buğday 6 leva ederken, krizden sonra (1929) yılından sonra 80 santime (kuruş değerinde) inmiş. Çiftçi malları öyle idi. Amerika’da dolar sıfırlanmıştı. Ekonomik krize girdikleri için deliren, çıldıran, intihar eden  insanlar vardı. O eski gazetelerde haberleri vardı. Kış günü kadınlar-erkekler bir yere toplandığında hep bu konuşuluyordu. Ve koskoca 1000 haneye yakın köydeki insanlar gözden geçirilir, “Acaba şimdi kimde 1000 leva var?” denir, köydeki çiftçi, esnaf, tüccar hepsini sıralarlar, “Ancak varsa filanda 15 altın vardır,“ denirdi. Bir altın 20 leva. En zenginde 300 leva olduğuna kanaat getirirlerdi. 1923’ten sonra Milliyetçi askeri idare başladı.

Bu yönetim her fırsatta,  çiftçi döneminde Türklere verilen hakları kısıtlıyordu.

Türklere baskı yapıp Türkiye’ye göçmeye zorluyordu.

Şoven bir partiydi. Çiftçi Partisi’nden sonra iktidara hep bunun gibi şoven partiler geldi. 1944’te Ruslar gelene kadar. Ruslarla birlikte sosyalist idare geldi.

 

Ahmet Bey, yörenizdeki Bektaşilik’ten bahseder misiniz? Kimleri tanıdınız inanç önderi olarak?

Halifebabalar vardı. Bizim kazamızda Muhtar Baba halifebaba idi.

Ben Mustafa Can’dan el aldım. Şimdi geriye döneceğim. Mustafa Can ilkokul öğretmeni idi. Ben rüştiye öğretmeni, diğer hanım da (Ahmet Bey’in ilk eşi) öğretmendi. Benim oraya öğretmen bulamadıkları için köyden geldiler ve köyde de encümenle bir anlaşzlığımız oldu. Onun için onlara kızdım, “Gideceğim” dedim. Encümenlerle şöyle bir anlaşmamız oldu; bana iki maaş verecekler, bir devlet verecek, bir de köylü verecek.

Yedi Alevi köyü birleşmiş.  Öğretmenlik yaptığım yerde, Dobruca’da 80 metreden su çıkıyor, ben nereden gidip su getireceğim?

Nöbetleşe gidip bana su getiriyorlar. Yemek onlardan.

Derken bunlar Mustafa Bey’e ağır  geldi: Onun da önceden bazı kusurları varmış. Gitmiş Silistre’de gazetecilik yapmış, kulağıma geldi. “Bak dün çıktı okuldan da bugün iki maaş alıyor, karısı ayrı alıyor. Toplam 3 maaş alıyor” diyor. Köylüyü topluyor. O da ortaokulu bitirmiş ama belgeleri kaybolmuş, yüksekokul mezunu. Şikayeti de şöyle “Ben bunca yıl çalışıyorum, bir döşegim bile yok, post üzerinde yatıyorum” dermiş. Ben de üzülüyorum. Elinde bir belge yok. Derken bir kanun çıkıyor. Ben o kanuna göre bir komisyon kurdum, ona okuttum. O da 18 yıllık öğretmenmiş, o komisyonda öğrencileri var, başkaları var.

Ben komisyonu kurarken Mustafa Bey’in morali çok bozuk olurdu.

Savaş nedeniyle orası bir Romanya, bir de Bulgaristan’ın eline geçtiğinden; bir onlara bir belge verirmiş. “Uğraşma, benim kısmetim olsa burası kaç el değiştirdi, bir Bulgaristan, bir Romanya  olur mu?”, dedi. Gözleri de dolmuş, neredeyse ağlayacak. Ben o komisyonu kurdum. Derken biz onları tespit ettik, Sofya’ya yolladım. Zaman geçti, ümidim kesildi. Bir  kış vakti pazar günü, atla biri geldi. Dediler “Okulun önünde  birisi seni çağırıyor.” Gittim, postacı imzalattı. Baktım Mustafa Efendi’nin kağıtları. Açtım baktım, 18 yıl bilmem kaç ay, bilmem kaç kademe bir şeyler var. Mustafa Bey’in evine gittim. Onun da başka köyden müritleri var, müritleri gelmişler oturmuşlar. İçeri buyur ettiler. “Bu günlerde hiç rüya gördün mü?” dedim. O da Atatürk’ün kalpağı gibi kalpak giyerdi.  “Ne var” dedi. Dedim “Böyle, böyle”. Bulgarca bilmezdi. “Ben anlamam, sen oku” dedi. Okudum. “Sen şu kadar kademe, geçmiş şeylerden de terfi etmişsin.“ dedim. Mejden (Sınır Yeni Mahallesi- Alevi Köyü) denen bir köyden de maaş alınırdı. ”Hemen gidip paranı al,” deyince bunun gözleri yaşardı, ağlamaya başladı. O yıl yeni başlamış gibi göründüğünden daha düşük maaş alıyordu. 18 yılı çıkınca derece kıdemi benden yüksek  olduğundan, bizim aldığımız  3 maaştan daha fazla bir maaş alması gerekiyor ve aldı da. Sonra ben çıktım. Demiş ki “Evliya denen kişi bu genç, bana neler sağladı. Ben ise onun aleyhinde bulundum.” Ondan da el aldım ben. Bizim bölgedeki müritler benim çevremi sardı. Kaza merkezine vardım; “Buyur  bizi irşat et. Biz toplanalım.” dediler.

Sonra buraya geldim. Ben orada kalsaydım, onları yönetmeye mecbur kalacaktım. Mesela pazara giderdim, beni gördüler mi “Dede gelmiş” der, beni buyur ederlerdi. Zengin sofralar kurulur, bir saygı gösterirlerdi. Ben “Mustafa Efendi kadar sizi aydınlatamam” desem de, beni bırakmadılar.

Hatta geçenlerde oralı bir kadın, İstanbul’da felç geçirmiş, geldi bana; “Bana bir dua et, senin duan hayırlıdır” dedi.

Babam I. Dünya Savaşı’na gidiyor. Evde bir sürü çocuğu bırakıyor.

Anam da o sırada  başka adamda. Onun eşi de  Tutrakan Savaşı’na gidiyor.

 

Tutrakan Savaşı nedir?

Tutrakan, Tuna boyunda bir kasaba. Denizlerli Ali Baba’nın (Bektaşi ulularından, türbesi olan ünlü kişi) yakınında.

Bir cephede Ruslar ve Romenler, diğer cephede Almanlar, Bulgarlar ve Avusturyalılar.

Daha sonra Türkiye’den bir kolordu Varna’dan inerek Dobruca’da, Kubadın ve Toprağı Sarı Cephesi’nde Ruslarla Romenlere karşı savaşa başladı.

Çok geçmeden Ruslar geri çekilerek Tuna’nın öte yakasına geçti ve bunun arkasından müttefikler de yani Alman, Bulgar, Avusturya ve Türkiye karşıya geçerek Bükreş’i aldılar. Tuna’nın Karadeniz’e döküldüğü yere kadar ilerlediler. Daha sonra Rusya’da Ekim Devrimi olunca Brest-Litovsk’ta barış yapmak zorunda kaldılar. O Tutrakan Savaşı başladığı zaman Bulgar askeri Meşe Mahalle, Daydır Köyleri yanında Romenlerin direnişi ile karşılaştılar. O savaşta birçok Bulgar askeri öldü ve bizim Yunus Abdal’dan da 20’den fazla Türk genci öldü.

İşte o ölenlerin arasında annemin ilk kocası da var.

Babamın ilk hanımı da çocuk doğururken, doğan çocukla birlikte vefat etmiş.

Annemle babam daha sonra evleniyorlar.

İkisinin de çok çocuğu var ve tek analı babalı bendim.

Diğer çocuklar beni çok kıskanırlardı. Büyüyünceye kadar da kıskındılar. Ondan sonra onlar bana bağlandı.

Fakat göç ettikleri zaman yıllarca telafi edemediğim bir borç bıraktılar bana.

 

Sizin orada size Alevi denmiyordu, buraya geldikten sonra Alevilik adını aldınız, daha önce (Bulgaristan’da) Kızılbaş deniyordu sanırım.

Evet. Bektaşiler kız alıp vermez, Kızılbaşlar ara sıra alırlar ama vermezler.

Mesela Caferler, Kazcılar, Baltacı Yeniköy, Kolebina, Söğütçük, Karalar, Kemaller, Arslanköy, Yeni Balabanlar,  Adaköy... hele bazı köylerde hiç Sünni’ye kız vermezler.

Fakat Alevilerin azınlık olduğu köylerde seyrek de olsa birbirinden kız alıp verirlerdi. Adaköy’de, Yeni Balabanlar’da böyle evlenenler biliyorum.

Kız verdikleri zaman birbirlerine çok kaynaşır ve bir zaman Kızılbaş diye hücum ettikleri insanlar için “bilsen ne iyi insanlar” diye müdafaa ederlerdi.

Haydar Baba vardı. Denizlerli Haydar Baba vardı ve nefesleri de vardı.

Türkiye’de tekke ve zaviyeler kapatılınca bizim oraya çok fazla dede ve baba gelmiş. Mesela, Kemaller’deki Muhtar Baba, Uşak ilinin Karallı Köyü’nden. Cafer Tayyar Paşa’nın ordusunda yedek subaymış. Yunanlılar Trakya’yı işgal edince bu ordudan bazı er ve subaylar Bulgaristan’da kalmış. Denizler Tekkesi’ndeki Haydar Baba, İstanbul Darülfünun’da ilahiyat okumuş. Uzun zaman, Çardak yöresinde (Akkadınlar, Karalar, Karakoç, Sungunlar, Rahmanışıklar, Karayağmurlar, Kara İsa Köy, Balabanlar, Doğrular, Çiller, Kızılburun, Kamerler, Dere Mahalle, Emirler, Kufalçılar, Kanipe, Sığırcılar, Kerimler, Dokçular Köyleri); hatta Silistre’de Romenler zamanında Çardak diye Türkçe bir gazeteyi Kamerler Köyü’nden Mehmet Jon, Kızılburun’dan Mustafa Baba (Mahlası Can) ile Silistreli İbrahim Kadri çıkarıyordu. Uzun yıllar halkı irşat etmiş Şeyh Ramiz Baba İstanbul’luydu.

 

Ramazan yaklaştığında müftülüğe gidiyoruz. Buna taksim denirdi. Dobruca’dan Silistre’ye giderken bir köyde kaldım. Bir baktım, Sadettin Nüshet Ergün’ün bir kitabını gördüm. Sırf o kitap için orada kalıp ondan not aldım. Kofalçılarlı Salim Efendi’nin küçük bir kütüphanesi vardı. Zaman  zaman oraya gider ondan yararlanırdım. Ben bunu Anadolu’da görmedim. Haftanın yedi günü, orada köydeki kişilerin kitaplıklarından bulup bakıyordum. Onları alamazdım.

Misafir olduğum yerde harman dövülüyor. Yanımda  Adaköy’lü bir arkadaş var. O da Alevi. O uyudu, ben hep not aldım, yazdım, yazdım.

Diyeceğim, bende böyle kitaplar vardı. Tanrı buyruğu ne kadar zahmetli idi; sonra Teceddüt Edebiyat Tarihi, Mustafa Nihat’ın güzel bir kitabı. Hamdullah Suphi Romanya’da elçi imiş oradan hayli kitaplar bize gelirdi.

 

Sizden önce Türkiye’ye gelip yerleşen oldu mu?

Çok var.

 

Nerelere yerleştiler?

İnegöl, Bilecik, Balıkesir, Bursa… Hatta bize “Giderseniz İnegöl’ün Elmalı Köyü’ne gidin oralar çok güzelmiş” derlerdi.

 

Onlar Alevi mi?

Bazıları Alevi ama sonra buraya gelince değişmiş. Hatta evine gittiğim Muhtar Baba’nın görüştüğü Ali Dede bizimle Kastamonu’ya geldi iskan oldu. Sordum “Ali Dede nasıl?” Herkes Ali dedenin bozulduğunu, şimdi camiden çıkmadığını söylüyor. Mesela Isparta’nın Keçiborlu Kazasının Baladız, Geresin, İğdecik, Gölbaşı köyleri Alevi. Fakat Geresin’e gittim, “Bozulmaya başlamış” dediler.

Sonra Baladız’ı sordum “Baladız iyi olmuş” dediler. Baladız’da tanıdıklarım da var. Eski şeyler kalmadı, burada bile kendilerini saklıyorlar. Sungurlu’ya gittiler, onlar bizim köyden ve çok iyi idi. Çorum tarafına gittiler ama bir şey olacak diye korkuyorlar. 1951’den sonra biliyorsunuz Çorum olaylarında çok baskı gördüler. Daha çok Trakya’da kalıyorlar. Bütün vilayetlerin her birinin köylerinde 5 – 10 – 15 insanımız, hanemiz vardır.

 

Cennetin bahçesindeki ağacı kim kesti? Söyler misiniz?

Kasabada, pazarda bir yere geldiler mi Sünniler, Aleviler birbirlerine sorar “Bilmem kaç farz vardır? Sünnet  nedir?” diye.

Onlar da onlara soruyor “Dik namaz nedir?“  öbürleri bilemeyince, ”Cenaze namazı”, “Ya bilemedin işte şu, bu”, derler.

Nihayet bizim Alevilerden biri  bir gün; “Söyle bakalım cennetin kapısının önündeki kavak ağacını kim kesti?” diye sormuş.

Onlar düşünüyorlar, bulamıyolar.

Hocalara gitmiş, başka yerlere gitmiş, biz bilmiyoruz.

“Yahu bu soruyu sorana sor”, demişler.

O köyde Cennet adında bir kadın kavak ağacı yetiştirirmiş.

Onun da karşısında Dingil Osman varmış. Hoyrat bir adammış. Kadın evde yokken ağacı kesmiş. Mahkeme olmuş, falan. Onlar hocanın dediği gibi sorana geliyorlar. “Yahu Dingil Osman kesti.“ diyor.

Onlar da diyor ki “Sakın kimse duymasın bizi alaya alırlar.”

 

Söyleşi: 16.5.1998, Şahkulu Sultan Dergâhı - Göztepe Ve Yazarın Kendi Evi, Anaolu Hisarı- Küçüksu.

 

Bu söyleşi şurada yayınlandı: Folklor / Edebiyat Dergisi, Sayı: 44, 2005/4, Ankara, Sayfa: 291/322

 

 

 

Not: Kendisini bir yayıncı olarak değil de, “yayın yönetmeni” olarak takdim eden ve en acısı da öyle zanneden, birçok kişiyi üzüp, hâkim olamadığı duygu ve düşünce girdaplarıyla birçok hata da yapan, yazarların kitaplarına müdahale eden, Horasan (Niyaz) Yayınlarının sahibi olan kişi, elinizdeki kitabın basım parası hazır olduğu halde bir sene kitabın basımını oyalamış, sonuçta kendisine verilen redaksiyoncudan çıkmış en son metni 7 yıldır bize vermemiş, (birçok insana yaptığı gibi), bazen kitaplarda anlam kayıplarına neden olacak müdahalelerde bulunmuştur.

Basılı kitapta maalesef bu söyleşinin ilk yayınlandığı yer yok edilmiştir. Onun mantığına göre bir söyleşi bir dergi ve ya bir başka kitap çalışmasında ilk kez veya birçok kez yayınlanmış olsa da, ilk kez bizde görünsün diye, onu silmeliyiz, onun yayınlandığı yeri ve tarihi belirtmemeliyiz!

İşte bu tip insanlar Türkiye’de yayınevi sahibi, yayın yönetmeni olup hatta piyasayı dolandırdıktan sonra, onca yetişmiş insan dururken, Aslan Sosyal Demokrat Belediyelerde iş bulabiliyor, çalışıp para alıyorlar. Bu sadece “diğerleri” için geçerli değil yani.

Ne diyeyim, Allah akıl, fikir, izan versin…

 

Kitap

 

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul,

Kitapta, Sayfa: 145-189