DİSK’e SUNULAN BULGARİSTAN GEZİ NOTLARI (1994) Ahmet HEZARFEN

BULGARİSTAN GEZİLERİ

 

DİSK’e SUNULAN BULGARİSTAN GEZİ NOTLARI (1994)

Ahmet HEZARFEN

 

DİSK  GENEL  BAŞKANLIĞI’NA

İSTANBUL

 

BULGARİSTAN’A YAPTIĞIM GEZİYE İLİŞKİN RAPORDUR

Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç eden Türklere tanınan “ÇİFTE VATANDAŞ” yasasından yararlanmak için yıllık iznimi kullandığım süre içinde eşimle birlikte Bulgaristan Halk Cumhuriyeti’ne gitmeye karar verdik. Elimizde olan özel (yeşil) pasaportla başka devletlere vizesiz gidilirken Bulgar Konsolosluğu bize zorunlu olarak vize işlemi yaptı.

 

YOLCULUĞUNUZ, 23 Eylül 1994, Saat 16.30, İstanbul Topkapı uluslar arası otogardan Morava Turizm Şirketi’nin arabasıyla yola çıktık. Trafiğin yoğun olması nedeniyle İstanbul’dan  ancak birkaç saatte çıkabildik.

Çekmeceler tarafından çoktan beri geçmedim, boş yer kalmamış tarlalar hep konutla dolmuş. Kırklareli’ne yaklaşırken karınlık bastı. Çevredeki büyüklü küçüklü köyler yol boyundaki akaryakıt istasyonları restoranlar hep ışık içerisindeydi. Dereköy sınır kapısına geldik. Burada gerek Türk, gerek Bulgar sınır görevlileri tarafından kimseye güçlük çıkarılmadı. Bulgar topraklarına girdik. Kilometrelerce yürüdük. Hiçbir yerde ışık görülmüyor sanki karartma var. Oysa bu yoldan 1970 ve 1971 yılları geçtiğimde her yer ışık deniziydi.

Burgaz’dan geçerken uzakta birkaç elektrik lambası ölü gözü gibi görünüyordu. Yollar dar ve bakımsız, birçok yeri bozulduğundan araba korkunç şekilde sarsılıyor. Yol boyundaki köy ve kasaba adları yazılı levhalar bizimkiler gibi okunaklı değil elimdeki haritadan geçtiğimiz yerleri bulamıyorum. Çokçası orman içerisinden geçiyoruz, bereket ay var 5 – 10 metre ilerisi görünüyor.

Aytos kasabasına gelmiştik, buradan Şumnu’ya kadar olan yolu adım adım tanıyorum (1939 yılı temmuz ayında buralardan yaya olarak Türkiye’ye kaçmaya çalıştım). Şimdi buradan geçerken çok duygulandım. 5 yıl medresesinde okuduğum Şumnu’ya sabaha karşı vardık, hemen Razgrad yolunu tuttuk. Sağımızda eski Bulgar kralı Kurum’un yaptırdığı “Madara Süvarisi” anıtı. 1923 yılı 9 Haziran faşist askeri darbede faşistlerle işçi ve çiftçi partililerin çarpıştığı (çilek Muharebesi) kavuklan (Belakopitova) köyü kenarında ölen işçi ve çiftçi partililerin anıtları yanında uçar gibi geçtik, solumda 211 yıl önce 1783 yılı Hotin Muhafızı Merhum Ahmet Paşa’nın eşyası İstanbul’a götürülürken 50 eşkiyanın baskınına uğrayıp eşya ve malların yağma edildiği gradişte çeşmesi (Toplumsal Tarih, No: 8).

Nazım Hikmetin Şeyh Bedrettin Destanı’nda: “Ağaç Denizi Deliorman” bölgesine girdik. Sağımızda Dereköy, Kurfallar, Köseler, Kocacık, Duranköy, Karagözköyler; solumuzda Muratlar Yeni mahallesi (dedelerimin  köyü), Boğazkesen, Ütükler, Taşçıköy ve Kabakulak köylerini geçerek Razgrad kasabasına ulaştık, hala karanlık çevredeki sosyal konutların görkemli bir görünüşü var. Artık kuzeye döndük, Şeyh Bedrettin’in aylarca kaldığı Deliorman’ın merkezine gidiyoruz.

Mithat Paşa’nın yaptırdığı demir yolundan geçerek, 1935 37 yılları Razgrad Rüştiyesi’nde okurken yaz kış yaya olarak yürüdüğüm Duştubak köyü yolunu izledik. Civan Aliş’in gizlendiği Aykırı orman’a girdik anılarıma dalmışım, birden karşıma doğup büyüdüğüm 30 yaşına kadar kaldığım YUNUS ABDAL (Yonkovo) köyü çıkıverdi. Yaşlıların anlattığına göre buraya Çelebi Sultan Mehmet’in ordusuyla çarpışmak için Şeyh Bedrettin’in müridlerinin toplandığı ve buradan Balkan’a doğru yürüdüklerini söylüyordu. Buraya inmek sürekli kalacağımız 10 km. öteki Büyük Kokarca (Golyam Porovets) köyüne geçtik. Eşimin kızkardeşi Nazmiye Hanım’ın evine yerleştik.

 

DEVLET    KAPILARINDA

Bu geziden amacımız “ÇİFTE VATANDAŞ” olmak, hemen Kemaller (İsperih) giderek resmi işlemlere başladık. Başvurduğumuz dairelerde Türk olan memur (muhtar, belediye başkanı, sekreter, polis)’lar işimizi çabuk görüyor. Fakat Bulgar memur çeşit bahane bularak işimizi yokuşa sürüyordu; bazı memur yerinde bulunmuyor, böylece bir günde bitecek işimiz haftayı buluyor M V R (Emniyet Dairesi) de zorluk görmedik.

Bu daire bir zamanlar Türklere karşı kara günler yaşatmış: 1985 yılı Türklerin adları değiştirildiğinde değiştirmek istemeyenler çok dövülmüş, hatta öldürülenler var. Türkçe konuşturulmuyor, konuşanlar olursa ağır para cezasına çarptırılıyormuş buraya çağırılanlar evdekilerle helalleşip geldiklerini söylüyorlar.

Komünistler iktidarında polise milisyoner deniyordu, üniformaları tıpkı Sovyet milislerine benziyordu, şimdiki polis üniforması faşist İtalyanların “Kara gömleklileri” gibi.

Günlerce bekledikten sonra eşimin “ÇİFTE VATANDAŞ” pasaportunu 1985 yılı değiştirilen NEDKA KİRİLOVA OBRETENOVA (asıl adı: NECMİYE KERİMOVA OSMANOVA) adıyla alabildik. Adının Türkçe olabilmesi için mahkemeye başvurması gerekirmiş, mahkeme sonuçlanınca 2 ay geçermiş zamanımız olmadığından bu işlemi yapamadık.

Bu pasaportu aldıktan sonra emekli maaşı almak için Razgrad sosyal sigortalar kurumuna başvurduk, para çıktığında da Türkiye’lilere çabuk verilmezmiş aylarca bekletilirmiş. Bu sosyal sigortalar kurumunda Türkiye’den gelme yaşlı iki kat olmuş sakat (Bulgaristan’da kır işlerinde sağlığını yitirmiş) birçok kişi Bulgar memurlara dert anlatmaya çalışıyor onlar da: “Ne moje” (olmaz) diye kestirip atıyor, onları avukata (avukata iş olsun) yolluyordu.

 

K Ö Y L Ü L E R İ N     D U R U M U

Köylerde yaşayan Bulgarlar çok tedirgin, geleceğin iyi olacağından kuşkulu Türkler kuşun dalda durduğu gibi ha bugün, ha yarın Türkiye’ye göçeriz, diye işlerine sağlam sarılmıyorlar, televizyonları başında (her evde Türkiye TV. izlemekte) Türkiye haberleri izleniyor, Müslüman Çingeneler biraz atılgan. Onlar da “Biz Türk’üz (1990’dan sonra Bulgar hükümeti Türkler’e eski adlarını vermiş, çingenelerin değiştirmemiş hala Hırıstiyan adlarını taşıyorlar) Türkiye bizim hakkımız arasın” diyorlar.

Beslenme nedeniyle mi nedir?, Türk, Bulgar ve Çingene birbirinden ayrılmıyor, hepsi beyaz sağlıklı insanlar, yalnız kadınlar oldukça şişman.

Sosyalist rejimin 1950’de kurduğu kollektif Çiftlikler – T. K. Z. S. (Emek Ziraat Kooperatifi) 1990’da bozulmaya başlamış yeni DEMOKRASİ rejimi bir yere toplanan T.K.Z.S. arazisinden her köylü ahalisine bir zamanlar alınan tarlalarının geri verilmesi, ve araç gerecinin satılmasına karar verilmiş, bunun üzerine herkesin alınan tarlaları kendine veriliyor. Toprağına kavuşanlar da kendi aralarında özel tarım kooperatifleri kuruyor. Her köyde böyle 4 – 5 kooperatif var. Fakat bunların çoğu önceki gibi T.K.Z.S.’de aldıkları ürünü alamadıklarından şikayetçi, eskisi gibi randımanla çalışılmadığını söylüyorlar. Satılan T.K.Z.S. araç ve gerecinden: Bir biçer döver 80 000 leva, bir otobüs 30 000 levaya satılırmış, ufak iribaş hayvanları hep satılmış. Milyonlarca leva harcanıp yapılan bina, ahır, ambar ve depolar yıkılmaya başlamış, her köyün kenarında bir zamanların görkemli T. K. Z .S.’leri şimdi harebe halinde.

T. K. Z. S.’lerin mal varlığını satan yöneticilerin süistimal yaptıkları söyleniyor, bazısı kendi yakınlarını kayırmışlar.

Bu özel tarım kooperatifleri işsizliği doğurduğu belli köy ve kasaba kahveleri, pastaneler, parklar genç insanlarla dolu. Şimdilik köylüler Sosyalist rejimin artığı iyi işlenmiş topraklardan bol ürün almakta her ailenin ambarında 2 – 3 ton mısır, bu kadar da buğdayı var, yalnız bunların pazarlanması sorun bu yıl buğdayın kilogramını 3 levaya satmışlar şimdi yeni ürün mısırı ne yapacaklarını düşünüyorlar.

Her köylünün 2 – 3 ineği var, onlara para getiren kazanç kapısı sütçülük. Sütün litresi 8 leva, peynirin kilogramı 100 levadır. Köylülerin 5’er 10’ar koyunu, bir sürü tavuk, hindi, kazı var. Bunlar onların et gereksinimini bahçelerdeki meyve sebze günlük yiyeceklerini karşılıyor. Emekli olan köylülerin durumu diğerlerinden biraz daha iyi, her aya 1500 leva alıyorlar.

 

İ Ş Ç İ L E R İ N     D U R U M U

9 Eylül 1944’ten sonra iktidar “Herşey bizim elimizin ürünü!” diyen işçilerin durumu daha acıklı, boyunları bükülmüş öksüzler gibi, yeni rejim işçi liderleri Georgi Dimitrov, Vasil Kolarov, Dimitır Blagoev vb. ları unutturmağa çalışıyor.

Birçok fabrikada üretim durmuş, bunların işçileri işsiz ötede beride iş arayıp geziyorlar.

Emekli olanlar ayda 1700, 2000 leva alıyorsa da paranın alım gücü azaldığından bu para onlara yetmiyor. Eskiden 0.17 leva olan ekmek şimdi 9 leva, ayçiçeği yağı biz vardığımızda 55 leva iken sonraları 70 leva oldu, birkaç gün sonra yükselir, diyorlar. Çalışan fabrikaların işçilerini servis arabası alıp getiriyor birkaç defa bu arabalarla bazı köylere gittim. Bu işçiler Komünist iktidarda hepsi yeni mavi elbiseli idi, şimdi, çoğunun sırtındaki elbisenin rengi solmuş bazısı ABD bayraklı kovboy adları, resimleri olan alaca bulaca bitpazarı eşyaları (çoğu Türkiye malı).

Önceleri güçlü profsıyuz (sendika)ları olduğu şimdi olmadığı haklarının aranmadığından şikayet eder.

 

K E N T L İ L E R İ N     D U R U M U

Bulgarlar büyük köy ve kentlere toplanmış, köyler kentlerin sömürgesi gibi. Köyüm Yunus Abdal’da önceleri 150 hane Bulgar varken şimdi 15 – 20 hane kalmış. Bu iktidarda kentlilerin durumu daha da acıklı, köylüler gibi üretici olmadıklarından pahalılık onların belini bükmüş. Köylere dağılarak bir şeyler satıp bazı gereksinimlerini almaya çalışıyorlar. Köylerden göçenler bir zaman TKZS’ye teslim ettikleri tarlalarını kurtarmaya çalışıyor, onların işletip geçimlerini sağlayacakları ümidinde.

Emekli olmayanlar çok karamsar bu özel teşebbüsün onlara iyi bir gelecek yaratacağından kuşkulular. Hep gene “Komünist Rejim” diyorlar da başka demiyorlar. (köylerde ağır işleri Türkler yapıyor, her şeyi üretiyor, kentliler ise fabrikalarda satış yerlerinde devlet dairelerinde günü gün ediyordu) sosyalizmi istiyorlar, 18 aralıkta olacak genel seçimi sabırsızlıkla bekliyorlar. Bazısı Komünizm isterken bazısı da krallık olmasını istiyor öteberi eski kral 3. Baris’in oğlu Simeon’un resimlerini asmışlar.

 

O K U L L A R

Köylerde Bulgarların inşa ettiği büyük okullar Türk çocuklarına kalmış. Gezip gördüğüm köy okullarında ya bir, ya da 2 – 3 Bulgar çocuğu var. Küçük köylerde ayrı yine her takımıyla (4 – 5 dekar ağaçlı bahçe, çeşitli salıncak, kayacak, çardak, vb. oyun yeri, binada, oyuncak odası, ranzalı yatak, yemek odası mutfak, öğretmen ve hizmetçi odaları bulunmakta) çocuklar günde birkaç defa doyurulmaktadır. Büyükkokarca köyündeki ana okulunda 25 öğrenci (Bulgar yok), 2 öğretmen (ikisi de Bulgar), 2 hizmetçi (Bulgar Türk), bir vekil-i harç var, bunların maaşı ve okul giderleri devlet tarafından karşılanmaktadır. Büyük çocuklar 4. Sınıfa kadar bu köylerde daha sonra 8. sınıfa kadar büyük merkez köylerinde okumakta, öğrencileri sabah akşam bir araba getirip götürmektedir. Büyük öğrencilere önceleri yemek verilirken şimdi verilmediğinden veliler çok tedirgin.

Kalova (Dyankova – eski cumhur başkanı İsmet İnönü’nün annesinin Köyü) köyünden Ana okulundan 8. Sınıfa kadar 600 öğrenci (hepsi Türk halkının tümü Bulgar olan Hırsova köyünde çok az Bulgar öğrenci olduğundan bazı sınıfların bu çok üremelerinden korkmaktadırlar). 1970’ten sonra okullarda Türkçe dersler daldırılmış, 1992’den sonra Türklerin direnmesiyle yeniden haftada birkaç saat Türkçe dersi konmuş. Kitaplar T.D.K. göre Türkiye’de basılmış, Türkiye yazar ve şairlerinden hayli okuma parçaları alınmış. Okullarda Türkçe dersi dışında bütün öğrencilerle Bulgarca konuşma zorunludur. Okutulan Bulgar tarihine ilişkin konularda “50 yıllık kara Türk Esareti’ nden pek abartmalı söz edilmemekte, daha çok Hırıstıyanlık  tarihi İsus Hristos (İsa peygamber)’un hayatı, Hıristiyanlığın dünyaya yayılışı azizler, Bulgarların Hıristiyan oluşu anlatılmaktadır.

 

K Ü T Ü P H A N E L E R

Her köyde kitaplık, okuma, müsamere, müze odaları olan büyük binalar (bizim Anadolu Hisarı’ndaki ortaokul ve ticaret lisesi büyüklüğünde) var. Kitaplıkta birkaç bin cilt felsefe, tarih, işçi tarihi, coğrafya, ekonomi, K. Marx, Lenin, Blagoev, G. Dimitrov’un yazılarına ilişkin kitaplar olup bunlar iyi muhafaza edilmekte. B. Kokarca’da gittiğim bir kütüphanede görevli kız, önceki gibi çok okuyucu olmadığından dert yandı. Kitaplıkta “Bulgaristan’da 1919 yılı Demiryolcuların Grevi” ile bazı edebi kitapları gözden geçirdim.

 

İ Ş Ç İ     S E N D İ K A S I

Kemaller (İsperih) kasabası bölge T.K.Z.S. (emek ziraat kooperatifi binasında bulunan SİNDİKAT PREDSEDATEL (sendika başkanı) yazılı levhayı görünce içeri girecek oldum. Kapalı, karşı dairede olan memur (Bulgar kadını): Orası kapandı, ne iş kaldı, ne işçi, T.K.Z.S. dağılınca hepsi bitti” dedi. Razgrad’taki bölge T.K.Z.S. binasının ise camları kırılmış, duvarlarına çirkin çirkin yazılar yazılmış, resimler yapılmış.

 

C A M İ L E R

Komünist yönetimde camiler kapatılarak 4 – 5  köyde bir camide ibadet edilmesine izin verilmiş, imama devlet maaş veriyormuş.

1990’dan sonra bütün camiler açılarak halk tarafından verilen bağışlarla imam tutulmuş. Önceleri birçok caminin minaresi ağaçtandı. Şimdi demirden şerefesi üzerine Türkiye minarelerine benzeyen sac külah ve en üstüne büyük bir ay koymuşlar. Biş vakit ezan okunmakta, Türkiye’dekilerde olduğu gibi hoparlör olmadığından ezan pek duyulmuyor. İş çokluğundan mı yoksa alışkanlık mı, camiye gidenler çok az. Birçok köyde yeni camiler yapılmakta, B. Kokarca’da planı Türkiye’de çizilmiş, Suudi Arabistan tarafından finanse edilen 16 / 12 ebadında bir cami inşasına başlanmış, kubbesi yapılacağı zaman müteahhitlerin bir su istimali işi karıştırmış şimdi öyle durmaktadır.

 

K U R’ A N      K U R S L A R I

Her camide imam, büyük küçük çocuklara eski yazı öğretip Kur’anı hatim ettirmektedir. Hatim duaları çok görkemli çevre köylerden gelenleri katılmasıyla bir bayram şeklinde olurmuş. 1985 yılı ad değiştirilmesinden sonra Türkler dine ve geleneklerine dört elle sarılmış. Sık sık mevlit cemiyetleri, evradiye yapılmakta, beni de bu mevlit cemiyetlerine çağırdılar, birkaç yerde mevlit okudum, biraz daha orada kalaydım mevlithan olup çıkacaktım. Benim bildiğim 1950’den önce mevlit cemiyetlerinde yalnız mevlit okunurdu şimdi ise mevlitten sonra Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Mısriyyü-l-Niyazi’den (Kerbela’nın Seru çeşmi, Hasan ile Hüseyin, Ayna tuttum yüzüme – Ali göründü gözüme vb.) nefesler söylenmektedir. Köylerde önceki gibi Türk kadınları çarşaf, bürgü, ferece taşımıyor, yüzünü erkekten saklamıyor. Yalnız köylüler Podayva köyünde Türkiye’den gelen bir din görevlisi Kuran kursu açmış, kızlara beyaz çarşaf giydirmiş köylüler ve aydınlar bu bir geriye dönüş, irtica olmasından korkuyarlar. Bu din görevlisi bu ödevinden dolayı para da almazmış. Şumnu’da Nüvvap din okulu ve Sofya’da da ilahiyat fakültesi olduğunu söylediler.

 

T  E  K  K  E  L  E  R

16 Ekim 1994 günü erken Salih bacanakla, yalnız Bulgaristan’ın değil Balkan Yarımadas’ndaki Alevi ve Bektaşilerin Kutsal yeri DEMİR BABA TEKKESİ’ni ziyaret için at arabasıyla eski mahalle (Staro selişte) köyünden yola çıktık.

Önce gür ağaçlı orman içinde bir meydan yürüdükten sonra bir zamanlar Çelebi Sultan Mehmet’in ordusuna karşı gülbank okuyarak yürüyen Şeyh Bedrettin’in müritlerinin geçtiği yolu tuttuk, 4 km. kadar yürüdük.

İki yanımız derin güz sürümü yapılmış ansızın ucu bucağı görülmeyen tıpkı Hacı Bektaş Veli’nin Kırşehir ovasında dervişleriyle birlikte çalıştığı tarlalar gibi. Küçükkokarca köyüne geçtik, yine bir gürorman içine girdik, bu orman Deliorman’daki Demir Baba’nın “Ağaç Denizi”, virajsız bir asfalt yoldan bir geniş meydanlığa ulaştık, daha ileriye gitmeye müsaade edilmezmiş, arabayı orada bıraktık. Bu meydanda adak kurbanları kesilir ve burada pişirilirmiş.

Oysa eskiden tekkenin önüne gidilir, kurban özel saj hanesinde kesilir, tekke avlusu içindeki aşevinde pişirilip meydan evinde servis yapılırdı. Kurban derisi tekkeye parasız verilirdi. Tekke önüne gidilmemesinin nedeni güya turistik otellerin önünden geçmek sakıncalıymış (?).

Aşağıdaki tekkeye çimentodan yeni yapılmış yüzlerce merdivenden indim. Karşıma çıkan tekke çok acıklı durumda. Onu 1944 yılından beri görmüyordum. Cem Dergisi’ne yazdığım “DEMİR BABA”dan iz kalmamış. Beşparmak Suyu küçük bir havuz halinde bulanık bir su, türbe binasının ön kısmı yıkılmış. Kapıyı bir Bulgar bekçi açtı, içeride Baba’nın sandukası sade bir bezle örtülü etrafında yazılmış birçok post var. Baş ucunda kavuğu, türbesini yaptığı koca çakısı demir ayakkabıları, tesbihi,  duvarda tabutunu götüren Hazret-i Ali’nin levhası daha başka tablolar, kubbede asılı kandiller de yok. Dışarı çıktım, türbe temellerine kadar kazılarak açılmış (yıkılsın diye), avlusu uyuk uyuk kazılmış güya defineciler kazmışmış (?). Çevredeki duvarlarda yazılı, kabartmalı resimler bulunan taşlara dokunulmamış. Türbe etrafında iki defa dolaştım. Yalnız doğal minare basamaklarından çıkarak kubbe altına bazı kişiler adlarını yazmışlar. Bu kubbenin tepesine Türk bayrağı asılmış (Bulgarların provakasyonu) bunu Türkler yaptı, diye birçok Türk aydını MVR (emniyet) bodrumlarında canından ve işinden olmuştu. Türbe yanındaki aş evi çökmek üzere, meydan evini sordum, bekçi kendiliğinden yıkıldı dedi. Karşıdaki mağaralara yürüdüm. Sabah çiyinden ıslak dar yollarda yürürken aşağıdaki ucuruma düşeceğim diye çok korktum, dallara, taşara tutunarak kah emekliye kah dizlerimle sürünerek yukarıdaki yaylaya çıktım. Buradaki  taşlarda söylentilere göre Demir Baba’nın atının, av köpeğinin, kovduğu tavşanın ayak izleri (Jeolojik olay), tekkeye tuz getirirken arabasını devirdiği yerleri gezdim. Buradan aşağı uçuruma bakınca insan korkuyor, burası doğanın şaşılası bir yeri!

Yeniden arabanın olduğu yere geldim. Kalova ve Karakocalar köyünden birkaç aile gelmiş kestikleri kurbanları kazanlarda pişiriyorlardı. Benim Türkiye’den olduğumu öğrenince etrafımı sardılar, hepsi Türkiye’nin Bulgaristan Türküne sahip çıkmadığından dert yandılar, 1989 yılı zorla göç edenler bu nedenle geri döndüklerini söylediler. Fakat yine burada Türk olarak kalmalarının Türkiye’e borçlu olduğunu da itiraf ettiler. Daha sonra bu meydana bir otobüs dolusu insan geldi. Aralarında Alevi yoktu, tekkeye inen merdivenleri kimin yaptığını soracaktım, daha sonra Kemaller’de Akkadınlar’lı (Dulovo) Rıza’dan öğrendim. Merdivenleri Kolebina (Silistre sancağında) köyünden Ali Kafalı yaptırmış. Akkadınlar, Kolebine, Koçine, Kazcılar, Ca’ferler köylerindeki Alevilerin/Bektaşilerin dernekleri, aralarında güçlü dayanışmaları olduğunu söyledi. Annesi de Türkiye’deki Alevilerin kendilerini desteklemesini, Deliorman ve Dobruca’da birçok Alevinin bulunduğunu unutmamalarını onlara selamlarını söylememi istedi.

Köyümüzdeki Yunus Abdal türbesini de ziyaret ettim. 15 – 20 dekar olan üyük önceler kızılcık ağaçlarıyla kaplıydı, şimdi sık yüksek akasya ağaçları var. 1985 yılı ad değiştirmede Yunus Abdal’ın türbesi de hakarete uğramış, baş ucundaki taşı ve diğer sarıklı ve yazılı mezar taşlar Bulgarlar tarafından kırılmış. Şimdi kabir çevresine bir ağaç parmaklık yapıp yeşile boyamışlar, parmaklık çeşit renkli çaputlarla donanmış.

Mazharpaşa (Voden)’daki Hüseyin Baba Tekkesi, Işıklar’daki Musa Baba ova Şarmanı’nda Çorap Baba türbeleri hep bakımsızmış.

 

M E Z A R L I K L A R

1950 Yılına kadar yaşadığım Yunus Abdal (Yonkovo) köyünde üç Türk mezarlığı, bir Bulgar maşatlığı (Türk mezarlıklarından 1.’si köye yarım km. uzakta, köyün ilk kuruluşundan kalma köyün adını aldığı Yunus Abdal denen kişinin kabri de buradadır. 2.’si köyün ortasında cami ve Türk okulunun önünde olup faşizm döneminde sanki başka yer yok gibi Bulgarlar burasının taşlarını kırarak kendilerine dini ve milli bayramlarında HORO oyun yeri yapmışlardı. 3.’sü de köyün dışında kalıyordu) vardı.

1985 yılı Türklerin adları Hırıstiyan adı olarak değiştirildiğinde ölen Türkleri Bulgar maşatlığına hrıstiyan usulü gömme zorunluğu getirilmiş, Türklerin eski mezarlıklarındaki yazılı taşların hepsi ya kırılmış ya da yazıları okunmayacak şekilde kazınmış.

27 Eylül 1994 günü köyüme gittiğimde bir sabah erken köy merkezine doğru yürüdüm. 1922’de Çiftçi Partisi döneminde yaptırılan 4 yıl okuduğu ve 7 yıl öğrencilerimi okuttuğum Türk okuluna gittim, şimdi anaokulu 36 öğrencisi olup hepsi Türk çocukları.

Biraz ötede Bulgarca öğrenmek için 2 yıl taşındığım iki kat görkemli adı “Kiril ve Metodiy” olan 8 sınıflı Bulgar okulu, öğrencilerinin hepsi Türk’müş.

Bulgar mahallesine girdim. Sahipleri kasabalara göçtüğü yahut öldüklerinden evlerin çoğu harabe halinde. Bir dönemin sözünü taşa bile geçiren köyün muhtarı, hakimi, bankeri, celladı Nedalço Rusanov’un  villası yanlamış yıkılmak üzere. Karşısında “Rodna Zaştita-vatan savunması” denen faşist derneğin ileri gelenlerinden Balkan Savaşı yedek subayı, Türk düşmanı Nanço’nun evinde baykuşlar ötüyor.

Yürüdüm, biraz ilerideki Bulgar mezarlığına girdim, girişte yapımına başlanmış fakat şimdi yıkılmaya yüz tutmuş bir bina var, mezarlık dışında intihar edenlerin mezarı (ceza olarak topluluğun arasına katmıyorlar) var.

Türk ve Bulgar mezarları ilk bakışta belli oluyor, Bulgar taşlarında haç ve mum yakmak için fenerler konmuş. Buraya gömülen Türkler 40’a yakın, hepsi bir sırada ve taşları bir şekilde, ön yüzünde ay yıldız ve kime ait olduğunu bildirir yazılar kazılmış işte tanıdıklarım Halit Osman’ın taşı ilk Hırıstiyan adlı Hristo Obretenov taşı çıkarılarak yana atılmış üstelik birkaç parçaya bölünmüş (öfkeyle). Şimdi yine her ulusun mezarlıkları ayrı, dini adetler yapmak serbest.

 

P L A N L A Y I P       U Y G U L A Y A M A D I Ğ I M

1– Şumnu kasabasına gidip tarihi yerleri ve tekkeleri göremedim.

2– Kızılburun (Ruyno – Silistre sancağında) köyünde tanıdığım Bektaşi’lerle     görüşemedim.

3– Razgrad’taki Esperanto Derneği’ni işimin çokluğu nedeniyle vakit ayırıp gidemedim.

4– Fotoğraf makinem bozulduğundan gezip gördüğüm önemli yerlerin fotoğrafını çekemedim, çektirdiğim bazı kişiler fotoğrafları sonra yollayacaklar.

5– Hak ve Özgürlükler Partisi ileri gelenleriyle çok az görüşebildim.

 

S  O  N  U  Ç

Bu yazılarımda belki duygusal olarak abartmaya yada gereği gibi anlatamadığım pasajlar olabilir, yanlışlarımı düzeltecek beni eleştireceklere şimdiden teşekkür ederim. Bu yazıyla edebiyat yapmak değil 500 yıl bizim olan 82 yıl önce kaybettiğimiz bu topraklarda hala tapu kadastro defterlerinde adları Türkçe olan tarla, çayır, orman, dere, göl, çeşme, köprü, kalıntı, cami, tekke, türbe, zaviye, medrese, okul, mezarlık ve bir milyondan fazla olan Türk Ulusu, aradığımız zaman bulmak için kitap arasına koyduğumuz nişan gibidir, gerektiği zaman hangisini istersek kolayca bulabiliriz.

Bu yukarıda sözünü ettiklerim Türkiye’yi temsil etmektedirler, ben onlardan çok azını bulup yazabildim, yazacak olanlara bunlar bitmez tükenmez kaynaktır.

Onlar bizi (Türkiye’yi) unutmuyor, biz de Bosna Hersekliler gibi onları unutmayalım. Onların emeklilik hakkını, satamayıp bıraktıkları taşınmaz mallarının geçer fiyattan ödettirilmesi için Bulgar Hükümetiyle anlaşma yapsın.

Yetsin artık Balkanlarda Türk hakkının çiğnendiği!..

Yıllık iznimde bu geziyi yapmama müsaade eden DİSK yönetim kuruluna teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

23.1.1994

Kitap

Deliorman’ın Koca Çınarı: AHMET HEZARFEN, (YAŞAMI, ALIŞMALARI, ANILARI, YAZILARINDAN ÖRNEKLER),  AYHAN AYDIN, Niyaz Yayınları, 2008, İstanbul, Kitapta, Sayfa: 483-493