TURAN KARATEPE AYHAN AYDIN RÖPORTAJI
TURAN KARATEPE AYHAN AYDIN RÖPORTAJI
İNTERNET SİTESİ: SİVASGUNDEM.NET (28-29 EYLÜL 2015)
Sayın Merhaba değerli okurlarım.
Sivas Gündem Haber sitesinde salt makale yazmakla beraber röportaj yayınlayacağım.
Sosyal yaşamında toplumsal sorumluluklar üstlenmiş ve bu uğurda bedel ödemiş, toplumsal ahlak kuralları içinde sergilediği duruşuyla her daim örnek insan olmayı başarmış olan bir kişilik abidesi araştırmacı yazar, şair, televizyoncu Ayhan Aydın ile yaptığımız görüşmede anlattığı önemli konuları birlikte göreceğiz.
O Bir yaşayan çağdaş Derviş. O bir çift gülen göz. O bir Alevi ocaklarını, dergâhlarını araştıran, sorunlarını dinleyen, bilinmeyenleri ortaya çıkartan araştırmacı televizyoncu. O içinde beslediği çocuk gibi kırılgan, naif, hassas, bir o kadar haksızlıklar karşısında panter.
O adam gibi adam. Yani herkesin olması gereken insan!...
Sevgili Ayhan Aydın öncelikle bu röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederim. Başlarken, kendinizi Sivas Gündem okurlarına tanıtır mısınız, Ayhan Aydın kimdir?
Eyvallah. Ben de ilginize, alakanıza, içtenliğinize çok teşekkür ederim. Ezelden beri kendisiyle kavga eden, kendini bulmaya çalışan, yeni arayışlara doğru yelken açmak isterken zaman zaman kendisini kuşatan yaşamın giydirdiği zırhlara bazen yenik düşüp kalbi pır pır atan yalnız bir şövalye. Yeni insanlar, yeni olaylar, yeni yerler, yeni simalar, yeni yeni dertler… Belki bazıları inanmaz ama ben çocukluğumdan beri bir kavganın içindeyim. Uslu, sakin, başarılı bir öğrenci kimliğinin altında; hırslı, mücadeleci, biraz da kavgacı, okuyup sorgulayan kişi özelliklerimin aslında hayatım boyunca süren birer parçam olduğunu gördüm. Haksızlıklara isyan eden, bunun kavgasını vermek isteyen ama kendi kavgasını vermekte zaman zaman sorun yaşayan, uslu kimliği ön plana çıktığı için haksızlığa sıkça uğrayan; hayatta, boynu bükük bir garip yolcuyum ben.
Ne iş yapar?
Uzun yıllar Cem Vakfı’nda çalıştım. Öncesin de yine bazı Alevi Bektaşi kuruluşlarında görev aldım. Son iki yıldır tümüyle serbest bir şekilde çalışmalarımı sürdürüyorum.
Yaptığım iş; iş olarak da, hobi olarak da, ideal olarak söylersek; Alevilik Bektaşilik konusunda çalışmalar yapmak. Kendi kendime sürdürdüğüm ve 25 yıldır temelini attıktan sonra olgunlaştırdığım gibi; Geleneği Yaşatanlar Alevilik Bektaşilik’le İlgili 1000 Yazılı Söyleşi projem var. Bu hayatımda önemli bir yer tutuyor. Ben günümüz Aleviliğini Bektaşiliğini çalışıyorum. Yazarlıkta gazeteciliğin yol ve yöntemlerini kullanıyorum. Bu alanda en çok yaptığım şeyse söyleşi. Bu inancın, kültürün, öğretinin ne derseniz deyin artık; bana göre, Alevi Bektaşi Yolu’nun, günümüzde yaşayan değerlerinin, bu konuyla çalışanların bilgilerini, görüş ve düşüncelerini, tecrübelerini derleyerek geçlerimize ve özellikle gelecek kuşaklara aktarmak. Bu kendi kendime verdiğim bir görev. Dedeler, babalar, ozanlar, yazarlar, akademisyenler… Özellikle de “Geleneği Yaşatan” değerlere ağırlık veriyorum. Yani bir nevi sözlü tarih çalışması yapıyorum, sözlü kültürün yazılı hale getirilmesinde çaba harcıyorum. Bu çaba ve çalışmalarıma bugüne kadar ciddi manada ne bir ilgi, ne bir destek, ne bir yardım söz konusu oldu. Hatta çalıştığım kurum Cem Vakfı’nda önüm her zaman kesildi, çalışmalarım baltalandı. Ne hikmetse şimdi de o çalışmalara sahip çıkamaya çalışıyorlar. Ama hayat hep böyle devem etmiyor. Çalıştığım kurum yukarıdaki çalışmalarım dışında, beni iş yerinde çalışamaz hale getirip dışladı. İşten ayrılmak zorunda bıraktı. Büyük yoğunlukta geçen yıllarda kendime yeterli zaman ayıramadım. Benim en çok canımı bu durum sıkıyor. Kendimi hem işime, hem de sadece belli bir alana verdiğim için, yeterli kadar geliştiremediğim alanlarla dolu bir şekilde hayat karşısında biraz şaşkın hissediyorum. Çünkü benim bugüne kadar akademik düzeyde de bir şeyler yapmam, yabancı dil öğrenmem, birkaç farklı alanda da uzmanlaşabilmem gerekirdi.
İçimde arayışlar devam ederken, yine her zaman ki gibi kendimi ihmal etmiş buldum.
Bunu son iki yıldır daha iyi gözlemliyorum. Bunun için ise şu ana kadar çok ciddi adımlar atamadım. Sosyoloji-tarih-antropoloji çok önemsediğim bilim dalları. Bu alanlarda kendimi geliştirip sadece Alevilik Bektaşilik değil farklı sosyal-dini guruplar üzerinde de araştırmalar yapmak istiyorum.
Nelerden hoşlanır, ya da hoşlanmaz?
Dürüstlükten hoşlanırım. Dolayısıyla dürüst insanlardan hoşlanırım. Yalan söyleyememek gibi bir hastalığım var. Her şey neyse öyle olmalı; olduğun gibi görün, göründüğün gibi ol, sözünde olduğu gibi olmalı. Bunu benimsiyorum, uygulamaya da çalışıyorum. Riyakâr, yalancı, ikiyüzlü, kişiliği gelişmemiş insanım diye ortaya çıkanlardan hoşlanmıyorum. Çıkarcı insanlardan hoşlanmıyorum, dedikoducu insanlardan hoşlanmıyorum, dürüst olmayan insanlardan hoşlanmıyorum, insanların arasını bozan insanlardan hoşlanmıyorum, düzenbaz, boş gezen, ilkesiz insanlardan hoşlanmıyorum. Siyasi parti brozanları gibi sürekli konuşan, kendini akıllı sanan, başkasının sözünü kesen, hep kendisini haklı gösteren, haklı gören, başkalarının siyasi, kültürel, inançsal yaşamına saygı göstermeyen insanlardan hoşlanmıyorum. Hangi görüşten, kökenden gelirse gelsin ortak idealler dediğimiz değerlerde yeri gelince buluşamayan barbar ruhlu kavgacı, bencil, aslında zavallı insanlardan hoşlanmıyorum.
Dünyanın tüm güzelliklerinden hoşlanıyorum. Dağından, taşından, ovasından, suyundan, ormanından… Yeryüzünün tüm güzelliklerini Hakk benim için yaratmış adeta. Hele de kendi öz yurdumuz, vatanımız… Dünyanın cenneti olan bir toprak parçasındayız. Gerçekten abartısız bir açık hava müzesinin içindeyiz. Ama çok abartmasak da, dünyada da biraz böyledir, insanımız gerçekten bu hazinenin farkında değil. Nasıl benzersiz bir ülkede yaşadığımızın tam farkında değiliz. Buna çok üzülüyorum. Bu güzelliklerimizi yaşayamıyoruz bile… Kendi basit dünyalarımızda, birkaç arkadaş, birkaç akraba, dost ortamında sadece mevcut durumlarımızdan mutlu olan, basit yaşamlar sürüyoruz. İstanbul’da yaşayıp buranın dünya çapında mekânlarını 50 yıldır bilmeyen, gezmeyenler var. Bir başka şehre gidip şöyle oranın meydanında yürümemiş olanlar var… Her şey para değil… Türkiye’deki insanlar çok zor koşullarda yaşıyorlar ama bence bu kadar kabuğunun içinde yaşayan dünyada çok az ulus kaldı. Belki bu söylediğim bir çelişki gibi gelebilir. Çünkü bilgisayar/internet kullanımı, seyahat vs. çok arttı ülkemizde de ama ülkenin nüfusuna baktığımızda benim yine maalesef haklı çıktığım görülür… İnsanlar kendi köylerine gidip, doğduğu, sürekli yaşadığı yeri defalarca gezmeyi çok büyük bir iş, gerçekten bir “gezi” sayıyorlar! Ahbaplarıyla iki kadeh de içince mutluluk onun için gerçekleşmiş oluyor… Elbette çok mutlu olmuş olabilirsin ama aynı arkadaş, aynı ortam, aynı basit muhabbet. Buna ben gezi diyemem…
Ayhan Bey, Siz Alevi Bektaşi ocaklarını, Dergâhlarını araştırdınız ve bu konuda kitaplar yazdınız. Kitaplarınızdan ve konularını özetler misiniz?
Kitaplarımda daha çok yukarıdaki projem çerçevesinde söyleşiler, gezdiğim yörelerdeki inanç yapısının yansımaları var. Belki de kitaplarım daha çok araştırmacılar için, bu konuyla ilgili uğraşlar verenler için birer kaynak niteliği olacak. Çünkü hazırladığım kitapların yarısı yayınlanabildi. Yayınlanan ama tümünün mevcudu tükenen 11 kitap oldu. 14 kitap daha yayını bekliyor. Kitaplarda veya internet ortamında yayınlanan söyleşi sayım ise yaklaşık 500 oldu. Radyo Mozaik, Cem Radyo, Cem Tv. Ve Barış Tv.’de hemen tümü canlı yayınlanan yaklaşık 600 söyleşi yaptım.
Benim tüm çalışmalarımla ortaya konulan; çok geniş bir coğrafyada Alevi Bektaşi inanç ve kültür yapısının nasıl bir dinamik içinde var olduğu, yaşadığı, sorunlarının neler olduğu, şu anda ayakta kalabilen binalarıyla, bir biriyle ilişkisi olan bütünlük içindeki organize yapılarıyla günümüzün bir yansımadır. Tabi bunun tümünü ortaya koymak mümkün değil. Böyle bir iddiam olamaz. En azından bir yansıma bulabiliriz. Çünkü en az on milyonluk bir kitleden ve sadece Türkiye’de değil; Balkanlar’da, İran’da, Irak’ta, Suriye’de, Ürdün’de, Kafkaslar’da halen yaşamaya devam eden bir Alevilik Bektaşik’ten söz ediyoruz. Bir de buralardan kalkmış yaşam koşulları içinde Batı Avrupa’ya, Avustralya’ya, Amerikan kıtasına kadar gitmiş milyonlarca Alevinin Bektaşi’nin de oralardaki maceraları da ayrı bir konu. Sevgili dost yazmak çok önemli. Yazıya geçince biz bir şeylerden haberdar oluruz. Araştırmalar, incelemeler, söyleşiler, geziler, ancak yazılı olursa insanlar onu okuyabilir, yararlanabilir. Diyelim ki Avustralya’da Aleviler yaşıyor. Bunlar ne zaman oraya gitmişler, niye gitmişler, orada neler yapmışlar, kimler ne şartlar altında yaşıyor orada? Kaç kişiler, örgütlüler mi, bugüne kadar hangi sosyal faaliyetler de bulundular? Bunu ancak yazılı bir kaynak olursa öğreniriz. Bugüne kadar kısmen bilgi sahibi olduk bazı yazılanlardan, söyleşilerden vs. Ama elimizde derli toplu bir kitap var mı? Yok. Yazılırsa olur. Kim yazacak? Bilmiyoruz. Belki bu konuyu çalışan vardır. Yayınlanırsa okuruz, bilgi sahibi oluruz. Yazılmazsa nereden okuyacağız, bilgi sahibi olacağız?
İşte bunun gibi bir şey. Bizde Alevilik Bektaşilik konusunda yazan yazarların önemli bir kısmı; kendi birikimleri, dar siyasi yaklaşımları, mesleki formasyonlar gereği belli alanlarda ama daha çok da birbirini tekrarlayan, bir yerlere mesaj verme gereği duydukları, aynı kalıpları farklı bir dille sunarak yüzlerce benzer, okunacak bir değeri olmayan kitaplar yazdılar, piyasaya sürdüler. Bu alandaki en büyük eksiklik; gerçek anlamıyla bilimsel çalışmaların çok yetersiz olmasıdır. Aynı şekilde alan araştırmasına dayalı bir şekilde sosyolojik/antropolojik çıkarımları da olan olanı, yaşayanı, yereli anlatan nitelikli kitapların çok yetersiz olmasıdır. Benimkiler de yetersiz çalışmalardır. Çünkü olanı olduğu gibi aktarmak belki çok doğru ve gerekli bir yöntem ama bir de bunun sosyolojik/antropolojik çıkarımları verilse, kitaplar daha yararlı olabilir.
Sonuçta benim çalışmalarım, gözlemlerim, söyleşilerim devam ediyor… Yazmaya devam ediyorum. Ama son zamanlarda özellikle; Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşlarının, yazarların, dedelerin, babaların, ozanların kendi kimlikleri çerçevesinde üzerine düşen görevleri yeterince yerine getiremedikleri, bu alanla ilgili kalıcı çalışmaların yapılamadığı yönünde eleştirilerim var.
Bugüne kadar gittiğiniz yabancı ülkeler nereler ve oralar hakkında gördüklerinizi, karşılaştığınız ilginç konu veya olaylar var mı, varsa neler?
Tümüyle kendi olanaklarımla ve sponsorlar desteğiyle birçok ülkeye gittim. Gittiğim ülkeler; Balkan ülkeleri, Batı ülkeleri ve İran, Irak, Suriye’yedir. Bu ülkeler yaptığım geziler istediğim gibi araştırma gezileri olmadı. Buna imkân lazım, para lazım, araba lazım, zaman lazım, bazen de bir ekiple birlikte çalışma yapmak lazım. Bazıları zaten söyleşi, etkinlik için gittiğim yerler oldular.
Balkanlar aynen Türkiye gibi bir cennet güzelliğinde, keşfedilmeyi bekleyen, yaman bir coğrafyaya sahip, güzelliklerinin ötesinde sosyal yaşamı da ülkemizden farklı olmayan ülkeler birliği. Balkan sözü Türkçe bir kelimeden geliyor; dağlık, ormanlık bir alan anlamına geliyor. Biz o yöreye tarihte Rumeli demişiz. Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, eski Yugoslavya Cumhuriyeti topraklarında boy veren Makedonya, Bosna Hersek, Kosova onun dışında Arnavutluk. Bu ülkelerin yaşam koşulları, ülke koşulları birbirine çok benziyor. Darbeler, siyasi çalkantılar, baskılar, açlıklar, zulümler, sürgünler… Türkiye’nin aynı zamanda bir Balkan ülkesi olduğunu biraz okuyunca, buraları gezince hemen anlıyorsunuz. Burada yaklaşık iki milyon Türk yaşıyor. Bunlar içinde Alevi Bektaşi nüfusu her şeye rağmen varlığını sürdürmeye çalışıyor. İran muazzam güzellikle bir ülke, mutlaka gidilip gezilmesi gereken bir tarih, kültür, medeniyetler yatağı... Suriye ha keza çok zengin kültürü olan bir ülke; emperyalizmin oyunlarıyla parçalanmadan önce iki kez gittim. Irak’ta Kerbela’ya gittim. Ülkemizi de bir Ortadoğu etkisinde bir ülke görsem de aslında Türkiye’nin daha çok Balkanlar’a, Batı’ya yakın bir ülke olduğunu söyleyebilirim.
Dünya çok güzel bir yer. Birilerinin facebook’tan takip edip tahmin ettiği gibi ne Cem Vakfı’nın imkânlarıyla buralara gittim, ne de bir fabrikatör çocuğum. Her şey imajlarla ilgili oldu ülkemizde. Bazılarının abartmıyorum bir rakı masasında verdiği parayla ben rahatlıkla bir gezi yapıyorum. Otellerde kalmıyorum, eşte, dostta kalıyorum. Restoranlarda yemek yemiyorum. Seyahatlerde otobüsü de tercih ediyorum. Balkanlar’a giden otobüslerin bilet fiyatları İstanbul’dan Anadolu’ya giden otobüs firmalarının biletlerinden bazen daha ucuz oluyor. Dediğim gibi, dedikodu, imaj hâkim olduğu için topluma; herkesin aslında bir kez de olsa yapabileceği Balkan Gezi’si turları gözlerde büyüyor. İnsanlar şimdilerde çok moda olan, bir kez de olsa, köylerine giderken harcayacakları parayla Balkan turlarına katılsalar, başka başka diyarlar görmüş olurlar… Zihniyet değişmiyor… O köyünde mutlu olacak… Arkadaşlarıyla masayı kuracak, şuradan, buradan konuşacak… Kendince geyik muhabbeti yapacak… O kafanın günün birinde birkaç kuşak sonra da olsa değişeceğine inanıyorum… Değişmek zorunda. Değişmezse bu ilkellik her alanda devam ederse biz nereye varırız?
Yazarı bu, Alevisi bu, Sünnisi bu, hocası bu, hacısı bu, ozanı bu, dedesi bu… Biz toplum olarak aslında mutlu yaşıyoruz. Bulmuşuz yaşamın bir yolunu yaşıyoruz. Birilerinin sırtından yaşıyoruz. Kendimizi geliştirmeden yaşıyoruz. Okumadan yaşıyoruz. Ülkemizi içimize çekemeden yaşıyoruz. Dünyada neler olup bitmiş asla ve asla işin özüne inip araştırmadan yeryüzünde yaşamış olmak için yaşıyoruz…
Ben ülkemize ve insanımıza çok acıyorum. Belki de ben de acınacak haldeyim ama yine de bu topluma acıyorum… Ülkesinin şairini bilmez, ziyaret edilmesi gereken yerlerini bilmez, tarihini bilmez, kültürünü bilmez yaşar gider. Bakarsan en büyük vatansever de kendisidir, zavallının. Kendisinden başka herkes vatanına düşmandır. En büyük Türk kendisidir. Herkesi düşman görür. Vatan için ne yaptın, ne ettin dese, mutlaka senden üstün çıkar ama biraz bakınca üç kuruşluk adamdır aslında. Aslında kafasında ne Aleviye veya ne Sünniye ön yargılar beslemeyi bırakmamıştır, Türk/Kürt/Alevi/Sünni kardeşiz, der… Ama ne buna tam inanır, ne de bunu tam uygular… Biraz da kendi ördüğü duvarların arkasında kendi kendisiyle yaşar, bir başka görüşe, düşünceye, fikre, inanca kapılarını açma gereği duymaz. Hayır, abartıyorsun diyemezsiniz… Ben okuyan bir insanım… Ciddi yazılar ve araştırmalar okuyan bir insanım… Biz ülke insanı olarak duygusalız, tez canlıyız, insana yardım ederiz… İyi güzel de, bir değil beş değil; ne hikmetse galeyana gelip onlarca insanı da yakarız, bir anda bayrağı kaptın mı insanları linç ederiz bir ilçe halkı olarak… Yan komşumuzun düşman olduğunu sanırız, öyle şeyler kurarız kafamızda… Sözde sosyalistken bir de bakmışız faşistler gibi Rum, Ermeni, Yahudi düşmanı olmuşuz… Dilimiz onu söylüyor, çünkü kalbimiz onu söylüyor… Irkçılıktan, dinsel gericilikten kurtulamamış bir toplumuz. Bunu besleyen ise devletin içinde yuvalanmış faşist bir zihniyetin devletin tüm kurumlarına bunu zaman zaman dayatmasıdır. İktidarlar değişiyor ülkemiz hiçbir zaman tam demokrasiyle yönetilemiyor. Demokrasi var ama sözde bir demokrasi var… Baskının, ötekini düşman görmenin, olmayan düşmanlar yaratmanın, işkencenin, gözaltının, kıyımların hiç bitmediği bir ülkede yaşıyoruz.
Bildiğim kadarıyla siz hiç evlenmediniz. Bunun sizin için özel bir nedeni var mı, yoksa karşınıza istediğiniz gibi biri çıkmadı da ondan mıdır?
Evlilik apayrı bir kurum. Çok güzel, yararlı bir kurum. Gerçekten toplumun temellerinde olan bir kurum. Saygım var. Evlenmemek ise benim kişisel tercihim. Evlenmeyi ciddi manada hiç düşünmedim, düşünmüyorum da. Yalnız doğdum, yalnız öleceğim bu âlemde.
Bir kişiyle hayatı birleştirmek, her koşul altında birisiyle yaşamı paylaşmak… Bu aslında insan doğasında olan bir şey; paylaşmak. Ben evliliğe paylaşmak olarak algılıyorum. Çünkü ne cinsellik, ne başka hiçbir şey iki farklı insanın çok uzun yıllar bir arada yaşaması için yeterli nedenler olamaz. O yüzden mutlu süren evliliklere her zaman saygım vardır. Benim dünyaya bakışım, kendime çizdiğim yol, hayallerim, çalışmalarım, farklılıklarım beni özgür, bekâr, yalnız bıraktı.
Ama ne acıdır ki, insanlar dürüst değiller. Ben Türkiye’deki evliliklerin en az beşte birinin çok zoraki sürdürülen, bazen işkenceye dönüşen birliktelikler olduğunu görüyorum. İnsanlar birbirlerine dürüst değiller. Birbirlerini evlenmeden aldatıyorlar. En kötüsü de zaten bu. Asla anlaşamayacak çiftler birden nikâh kıyıyorlar. Çevre, aile baskısından ben bahsetmiyorum. O zaten bir kâbus, zulüm. Samimi görünen insanların da birbirlerini yeteri kadar tanımadan evlendiklerine inanıyorum. O yüzden biraz saklamaya çalışsalar da, evliliklerde korkunç sorunlar yaşanıyor. Bunu çok ama çok iyi biliyorum. Ha çok sorarsanız, gazete okumanız da yeterli olur, binlerce evlilik dahi ilk yılında bitiyor… Peki, ne oluyor? Niye bitiyor evlilikler? Bunların düşünülmesi gerekir. Bence evlilik dünyanın en büyük sorumluluklarından birisidir. Ben büyütmüyorum, gerçek böyle. Hayat boyu süren, çocuklarla da anlam kazanan çok büyük bir yapıdır bu kurum. Bunu başarabilecekler evlensin, eşini çok ama çok iyi seçsinler. Çünkü benim konuşmalarımdan; evliliğe karşı olduğum, iyi oluyor, insanlar evlenmesin, bak boşanıyorlar, sorunlar var, böyle bir sonuç çıkarılmasın. Çünkü evliliğe saygı duyuyorum. İnsanlar çok iyi düşünüp, evlensinler, gerçekten eşlerini iyi seçsinler, gerçek eşini bulsunlar, diyorum. Yoksa insanların evlenmemesi çok da tavsiye edilecek bir durum değil… Benim şahsi dururum herkesi bağlamaz… Ama şimdi bakıyorum, bekâr sayısı çok arttı. Korku da, yaşam koşulları da bunda etkili olabilir. Ama dulların sayısı da çok arttı. Bunların tümünün düşünülmesi gerekir. Ama sonuçta evlilikler yıkılıyor. En büyük dramı çocuklarımız yaşıyor. Ben en çok onlara üzülüyorum. Gerçekten onlar arada kalıyor. Ne kadına, ne erkeğe bir şey olmuyor… Çocuklarına bakmayan nice adileşen boşanmış kadın ve erkek tanıyorum.
Şimdiye kadar hangi medya kuruluşlarında çalıştınız?
Pir Sultan Abdal Kültür Dergisi, Nefes Dergisi, Radyo Mozaik, Cem Dergisi, Cem Radyo, Cem Tv., Barış Tv.
Ayrıca birçok kültür sanat dergisinde yazı ve söyleşilerim yayınlandı.
Televizyonculuk zor bir iş. Hele ki küçük bir kanalda program yapıyorsanız işler daha bir zorlaşmaktadır. Sizin ne kadar zor koşullarda çalıştığınıza yakından şahitlik etmiş birisi olarak soruyorum. Bu kadar küçük kanallar reklam pastasından yeterli pay alamadıklarına göre, güçlü olmak ve ayakta kalabilmek adına neler yapabilirler, onlara buradan neler önerirsiniz?
Eğip bükmeden söylemek gerekirse; her kesimle diyalogların iyi olması gerekir. Yaptığınız işin önemini karşınızdakine iyi anlatmanız gerekir. Samimiyetle kapıların çalınması gerekir. İşleri sonuçlandırmak için “adam bulmak” sadece Türkiye’ye ait bir yol ve yöntem değil. Maalesef ayakta kalabilmek için her yolu kullanmak gerekir, araştırmak bu alanda çok daha önemli. İnsanlar fikir üretirken, aynı zamanda ayakta kalabilmenin yol ve yöntemleri konusunda araştırma yapmak daha ciddi düşünmek zorundalar. Çünkü tüm dünyada medya sektörü bilindiğinin aksine çok zor durumda. Yayıncılıktan para kazanılmıyor. Ayakta kalmak, o kurumu sürdürebilmekle ilgili kullanılıyor. Birden çok kişiye maaş vermek, vergiler, harçlar, elektrik, su zorunlu giderleri karşılamak artık imkânsız oldu. Gerçekten çok büyük gazeteler, televizyonlar bile bunda şu veya bu şekilde zorlanıyorlar. Projelere eğer başta kendimi söylemem gerekiyorsa, ağırlık vermiyoruz. Devletin. AB.’nin sayısız imkânları olabiliyor. Yaşamak, ideallerimizi yerine getirmek için bu projelere yönelmek lazım. Medya dâhil, birçok sivil toplum kuruluşunun farkına vardığı bazı destekleme amaçlı projeler var. Onları ihmal etmemek lazım.
Ben bazı çalışmalarımı sadece ve sadece dertlerimi anlatarak, aldığım küçük küçük maddi desteklerle yapabildim, yapabiliyorum.
Hayat böyle bir şey… Her şeyi öğretiyor insana… Tek şey morali bozmamak, çalışmaya devam etmek…
Ayhan Aydın bu günlerde hangi kitapları okuyor ve Sivas Gündem okurlarına hangi kitapları tavsiye eder?
30 yıldır hiç ara vermeden devamlı ama devamlı şiir okurum. Daha önce okusam da şimdi yeniden ele aldığım bir kitap var… Değerini bilenler bilir bir büyük şair var… Yaralı bir ruh, yaralı bir gönül… Mummer Hacıoğlu’nun PK. 690 Beyoğlu, Bütün Şiirleri kitabı. Ondan çok etkilendim. Bu kitabı tüm okurlara tavsiye ederim.
Sizlere neleri tavsiye edebilirim? Şiir konusunda sınır tanımam o yüzden herkese söylediğim gibi, şiir kitapları tekrar tekrar okunabilen eserlerdir, gerçi diğer kitaplar için de geçerli bu söz. Ben ise son zamanlarda okuyup etkilendiğim, çok beğendiğim üç kitap var, onları tavsiye edeyim okumamış olanlar varsa; Paulo Coelho’nun Simyacı’sı, Gogol’un Ölü Canlar’ı, Cengiz Aymatov’un Gün Olur Asra Bedel’ni.
Sizin resim sanatına hayran olduğunuzu ve tabiri yerindeyse tam bir Vincent Van Gogh hayranı olduğunuzu biliyorum. Bu konuyu biraz açar mısınız?
Onun yaşam öyküsünü biliyorum. Yazılanları okuyorum. Her nerdeyse sadece resimleri değil, kopyaları ve basit kopyalarına da bakıyorum. Zaman zaman facebook’tan da kendi sayfasından resimlerini paylaşıyorum. Günün birinde de Hollanda’da Amsterdam’daki müzesinde resimlerine doya doya bakacağım. Onun çizgileri, renkleri, konuları beni saran, alıp bir yerlere götürmek değil, arkasından sürükleyen bir büyüye sahip. Melankolik birisi. Nasıl ki Bach dinlemek beni sonsuz huzurlu hissettiriyorsa, Van Gogh’un resimlerinde hüzün, isyan, tepki, kırılmalar, haykırmalar da benim tutkularımı, içimdeki duyguları özetliyor. Onun fırçaları ne Dali’nin, ne Rimrant’ınki gibi değil. Fırçalarıyla ruhu kazıyan, elleriyle bir heykeltıraş gibi size dokunan bir büyük ressam. Onun her bir resminde kendimi buluyorum. Sarhoş olmak için insanlar içki içer. Sarhoş olunca neyi ispat edecekler ben bilemem ama bildiğim ben o sarhoşluğu şiir okurken, müzik dinlerken, Van Gogh’un resimlerine bakarken zaten yaşıyorum… En güzel sarhoşluktur; resim, heykel, müzik, şiir, doğa, insan… Bunlara bakarken sarhoş olamadıktan sonra diğer sarhoşluk biraz zoraki bir durumdur.
Ayhan Bey, biliyorsunuz ülkemizin doğu sınırlarında, yani Ortadoğu’da sıcak gelişmeler olmaktadır. Kendisini sözde halife ilan eden bir densizin öncülüğünde gelişen IŞİD adlı teröristler akılları donduracak şekilde vahşet uygulamakta. 1400 sene önce yine aynı topraklar üzerinde buna benzer kafa kesmişlerdi. Kerbela’da Hz. Hüseyin’in kafasını kestiler ve ailesini kılıçtan geçirdiler. Siz bu konular hakkında bir değerlendirme yapar mısınız?
Yağmacı bir anlayış, barbar bir anlayış eskiden beri İslam içinde var oldu. Bunu bazen Kuran’ın kendisine, İslam’a dayadılar. Kendi eylemlerinin kökenini İslam’ın değerlerine bağladılar. Bu yanlış. Yeryüzünde inanalım, inanmayalım, sevelim, sevmeyelim hiçbir din açıkça gidin insan öldürün, asın kesin demiyor. Bu yorumu insanlar biraz da kendi dünya görüşleri, çıkarları için yaratarak, kaynağı oraya dayayıp, zoraki çıkarımlarda bulunarak yapıyorlar. Bu İslam’ın dahi ilk yıllarında olan bir durumdur. Hariciler, diye bir gurup sözde İslam adına, eşitlik adına katliamlara giriştiler. Üstelik İslam’da kan dökülüyor, biz bunu ortadan kaldıracağız diye Hz. Ali gibi önderi öldürdüler. Allah’ın emridir, “Ululemre uymak lazım” diye yani yöneticiye, başkana uymak lazım gerekir diye, yeryüzünde en büyük kıyımlardan birisini yapıp Hz. Hüseyin’i ve 72 yoldaşını katledip, kafalarını bedenlerinden ayırdılar. Yine benzer bir şekilde, onlar dinsizlerin peşinden gittiler, diyerek Sivas’ta 33 insanı diri diri yaktılar. Bunların tümü bir bütündür. İslam adına biz bunu yaptık, diyorlar. İslam’da insanları diri diri yakın veya başlarını gövdelerinden ayırın diye bir hüküm yok ki! Osmanlı da yüzyıllar boyunca Şeriat’la yönetti ülkeyi diyoruz… Peki, o şeriat dediğimiz kurallarda bir kadını suçlayıp “iffetsiz, namussuz” diye taşlayarak öldürme “recm” diye bir şey var, deniyor. Niye Osmanlı bunu uygulamadı? Osmanlı’da verilen kararların hemen tümünün siyasi ve biraz da döneme, devre göre olduğunu görüyoruz. “Şeriat” dinilen kurallar bütünde de, ne Selçuklu’da, ne Osmanlı’da adam yakmak, kesmek, başını gövdesinden ayırmak yok. Yani büyük yanlışlıklar, kardeş katli gibi kabul edilemeyecek, Alevilerin Bektaşilerin sürgünleri, öldürülmeleri gibi kabul edilemeyecek şeyler oldu ama bir bütün olarak “Şeriat” denilerek bu Suudi Arabistan’ın, İran’ın şimdi de sözde onların da karşı geldiği İŞİD’cilerin yaptığı şeyler yapılmamış. İslam bir bütün değildir. Yayıldığı tüm coğrafyalarda ülkeler, topluluklar kendilerine göre kural ve kaideler geliştirmişler, yöre yere, bölge bölge uygulama farkları olmuştur. Bugün de durum budur. Hatta bütün din ve inançlar için bu söz konusudur.
Bu İŞİD’i onaylayan, yaptıklarını kabul eden kaç Müslüman var? Her şeye rağmen bunların yaptığı insanlık dışıdır, İslam’la bunların alakası yoktur, diyenlerin sayısı onları örtülü olarak da destekleyenlerin sayısından çok fazladır. Ama şu da bir gerçektir yine emperyalizmin oyunları sonucunda kurulan bu yapı gelecek için de başka tehlike ve tehditlerin habercisidir. Irak parçalandı, Suriye parçalandı, İŞİD ortaya çıktı. Peki, yârin hangi oyun oynanacak? Koca Asya var, İran var… Böl, parçala yönet… Çıkar oldukça, insanlar bilinçlenip tüm insanlığın bir bütün olduğunu anlamadıkça daha nice nice İŞİD’ler çıkacak. Burada önemli olan bizlerin durumudur. Yani Türklerin durumudur. Birine kinle, şüpheyle bakan bir toplum olduk. Biz bir bütün olmazsa, nasıl Fransa, Almanya her şeye rağmen bir olay sonrası kenetleniyor, bir bütün oluyor, nasıl ABD denen yamalı bohça bir bütün olabiliyorsa, bizim alasıyla bir bütün olmamız lazım değil mi? Ama o birlik nerde? Alevi –Sünni; Türk- Kürt aynı yurdun, en azından bin yıldır ortak yaşayanları olmalarına rağmen; birbirine düşman edilmiş, birbirinden yalıtılmış yaşıyor hala… Evet hala… Yok, işte evlilikler arttı (en çok ben savunuyorum), yok büyük şehirlere geldiler, yok tanıştılar… İyi de her şey ortada; tam bir millet olamamışız. Ben devrimci-demokrat-aydın bir insanım. Zorlamayla bir şey olmaz. Ama aynı ülkenin insanları aralarında uçurumlar var.. Bunun baş sorumlusu devletin kendisidir. Tüm vatandaşlarına eşit davranamayan, ayrımları bitireceği yerde körükleyen, halkı parça parça bölen, bölücü olan devletin kendisidir. En azından içindeki, içine yuvalanmış, bu ülkeyi her zaman gerçekten yöneten “derin” bazı faşist kafalardır. Sömürmek için, emperyalizmin kucağına oturmuş vatan hainliğinde olduğu için, çıkarı için bu bölücülüğü devletin bizzat kendisi yapıyor.
İŞİD hakkında ne düşüneceğim; ekmeğimizin, aşımızın, birliğimizin, beraberliğimizin, yurdumuzun, insanlığımızın düşmanı bir terör örgütü. Onu besleyen, büyüten, onu yönetenleri ortaya çıkarıp onları yok etmeli insanoğlu.
Ayhan Bey son olarak Sivas Gündem Haber sitesi okurlarına ve dünya barışı üzerine neler söylemek istersiniz?
Sevmekten, karşılıksız sevmekten başka yol yoktur mutluğa, birliğe, beraberliğe giden. Okumuyoruz, yaşamın tadına tam varamıyoruz, bencil davranıyoruz, tam da sevmiyoruz be güzel kardeşim. Ne diyeyim… Hayat biraz da özveridir… Kendimizi biraz daha zorlayalım farklılıklara kapımızı açalım. Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz demiyor mu, bu toprakların büyük ozanı Yunus Emre?
Bizi kabul ettiğiniz ve bu güzel söyleşiyi çok teşekkür ederim.
Çok çok teşekkür ediyorum. Çok mutlu oldum. En güzel günler sizlerin olsun. Var olun, sağ olun…
Değerli okurlarım ilk röportajımızı Ayhan Aydın ile yaptık. Bundan sonra bu sayfada buna benzer çok değerli insanları sizlerle buluşturmaya çalışacağım. Onlar toplum için, halk için, ülke için ve insani değerler için emek sarf ediyorlar, araştırıyorlar, yazıyorlar ama her ne hikmetse muktedirler tarafından bir türlü sevilmiyorlar.
Bunun tek bir nedeni olabilir; yalakalık yapmadan doğru söyledikleri içindir.
Eksilmesin yüreğinizden insan ve doğa sevgisi...
Yazar, Şair Turan Karatepe
25 Eylül 2015, Cuma