Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: Birinci Bölüm

YAZARLAR ALEVİLİĞİ ANLATIYOR

EZELİ DOĞANAY

8 Ayhan Aydın (Gazeteci/ Şair/ Yazar)

 

1. Sevgili Ayhan, Alevi aydınları içinde önemli bir yere sahipsiniz. Gazeteci-Yazar kimliğiniz dışında aynı zamanda çağdaş bir seyyahsınız. Alevi Dernek Kurum Vakıf ve partileri yakından izleyen gözlemleyen ve yazan bir kalemsiniz. İki önemli Alevi kurumu olan TBP (Türkiye Birlik Partisi) ile Cem Vakfı (Cumhuriyetçi Eğitim ve kültür Merkezi) bu iki kurum’un Devlet tarafından kurulduğu söyleniyor. Cem Vakfı ile ilgili bizatihi Süleyman Demirel “2 Temmuz 1993'ten sonra yükselen Alevi muhalefetini bastırmak için Cem Vakfı’nı biz kurduk. Bu vakfın başına da İzzettin Doğanı getirdik, bu görev için de İzzettin Doğan seçildi…”

Bu haber birçok basın yayın organında yer aldı. İsterseniz ilk sorumuz bu olsun. Uzun Yıllar Cem Vakfında koordinatörlük yaptınız. Bu konu da neler söyleyeceksiniz?

 

Ben bu konuda bir analiz yapabilecek güçte değilim. Bildiğim; devlet içinde devlet olduğu, devletin bir kolunun tam anlamıyla faşizme hizmet ettiğidir. Türkiye’de tek bir devlet, tek bir devlet anlayışı yok. Daha çok seküler dediğimiz laik, üniter, yönünü batıya çevirmiş, çağdaş görünümlü, “vatan-millet” bütünlüğü olsa da, tam ırkçı olmayan askeri ve mülki bürokrasi erkânı da bu devletin içinde. Ama Hrant Dink’i öldüren ve tüm Ermenilerin ve tüm Rumların ve tüm Çerkezlerin ve tüm Arapların ve tüm Kürtlerin ve tüm Alevilerin ve tüm “Türk, Hanefi Sünni – Sağcı” olmayan herkesin yok edilmesi gerektiğini, en azından asimile edilmesi gerektiğine inananlar da yine bu devletin içinde. Aynı şekilde devlet dediğimiz bütünlükteki tüm polisleri, tüm askerleri, tüm bürokratları tek kefeye koymak bundan tek tip devlet anlayışı çıkarmak da bence çok zordur.

Ama “resmi ideloji” diyebileceğimiz, genel manada sağcı bir dünya görüşüne göre ülkeyi yönetmek isteyenlerin, özgürlükleri tekellerinde tutup bir hapishane şeklinde bir ülke yaratmak anlayışıysa söylenen evet Türkiye bugün böyle bir devlet, böyle bir ülke. Aslında eskiden beri de böyleydi bu ülke. Birilerine göre cennet iken, halkın önemli bir kesimine göre cehennem olan bir despot yönetim anlayışının hâkim olduğu bir demir yumruklu sistemin adı oldu Türkiye Cumhuriyeti ismi.

Bu bütünlükte; bazen biraz şirin görünerek, bir elinde çiçek olsa da arkasına sakladığı diğer elinde baldıran zehri taşıyan bir devletle karşı karşıyayız. Attığı adımlara şüpheyle bakmamız gereken, sürekli özgürlükleri, özgünlükleri, evrensel değerleri hep tırpanlayıp, sürekli kendi ideolojisini hakim kılmak isteyen, her türlü hak – hukuk anlayışını kısıtlayıp, yaşamı kendisinin rahatı için kurgulayanların ilk önce kafalarında sonra da aynı karanlıktaki odalarda şekillendirip tüm sistemi kendi lehine çevirmek için, gerekirse her türlü hakkı yok etmek için yeni numaralarla yeni hamleler yapan bir sinsi bir devlet var karşımızda.

Ama bu sadece Türkiye için mi geçerli? Belki de tüm dünyadaki devletlerin temel mantığı da budur.

Bu açıdan bakınca devletin kendi dünya sistemine, görüşüne göre hareket eden yapıları, gurupları, kurumları desteklemesi, koruması, kollaması doğaldır. Ve de kendi istediği gibi hareket etmesi için böyle yapıları kendisinin oluşturması, kendisinin solcusunu, Alevisini, Kürdünü yaratması da doğaldır.

Ben BP ve CEM Vakfı’nın doğrudan devlet tarafından kurulduğuna dair bir bilgiye sahip değilim. Bu belki doğrudur. Ama bu kurumların devlet dediğimiz yapıyla diyaloglarından çıkan sonuçlara bakarak bir genelleme yapmaya çalışırsak, aslında bu konuda çok ama çok şey söylememiz gerekir. O zaman ben size derim ki, Cem Vakfı ve BP ile sınırlarsanız işi, olayın tüm boyutunu gerçekten kaçırırız. O yüzden aslında İzzettin Doğan’ın ismi çıkmış, devletin tepesinde en sevilmeyen kişi olarak söylenen kişi davet edince Alevi kurumlarını birçoğu bu davetlere katıldı. Yezit dedikleri adamın bir de üstelik Muharrem Sofralarında yer aldılar. Alamadıysalar bile, için için orada olmak istediler. Bizim toplumda bir ezilmişlik psikolojisi vardır. Belki kendileri “adam değildir” ama sözde bu toplum adanı, bu onurlu toplumun sözde beklentileri adına, önünü ilikleyerek hazır ola geçen nice nice kurum yöneticisi, yazar-çizer, “faşist, yezit” dediği insanların önünde el pençe divan durmuş, durmak istemişlerdir. Efendim ben oraya gittiysem, kurumum adına gittim, davete icabet etmek gerekir, kurumumun sorununu dile getirmek fırsatı için gittim, artık bunları aşmamız gerekir, diyerek hareketlerine kılıf arayanlar yine şimdi devlet aleyhine atıp tutmaktadırlar.

Yani ilk başlarda devletin adamı dedikleri İzzettin Doğan’ın lüks arabalarda, devlet korumasıyla, devlet erkanında yer almasını eleştirenlerin en azından bir kısmının İzzettin Doğan’ı için için kıskanıp, aynı ayrıcalıklara sahip olmak için, için için nasıl hayıflandıklarını biliyorum. Çünkü çelişkili davranışlarından bunlar ortaya çıkıyor.

Biz birbirimizi biliriz, diye bir söz vardır. Hiç eğip bükmeyelim, kurum başkanları veya bu toplum adına ileri gidenlerin, toplum adına diye istediklerin birçok şeyin, attıkları birçok adımın aslında kendileri için istekler ve adımlar olduğunu biliyorum. Ben burada İzzettin Doğan ve yanındakileri aklamak için konuşmuyorum. Gerçekleri dile getirdiğime inanıyorum.

Sizin sorduğunuz devletin kendisinin kurduğu yönündeki kıstas önemli ama bu konuda elde belge yok. Denebilir ki bu işler zaten kapalı kapılar arkasında gizli yapılır. O da doğru olabilir.

Yeri gelip devletin şu kurumundan destek alıyorlar, diyerek diğer kurumları eleştiren Alevi kurumlarının, bakıyorum hemen hemen tümü devletin bir kurumundan doğrudan maddi destek alıyorlar. Bunu söyleyince, onların cevabı: “canım bu kültür etkinliği, Kültür Bakanlığı’ndan elbette para alacağız” şeklinde oluyor. Devlet aynı devletse, verilen paranın kaynağı ha TİKA olmuş, ha Kültür Bakanlığı olmuş, ha Diyanet İşleri olmuş fark eder? Ya da eder mi? Siz elbette fark eder diyebilirsiniz ama “devletten kaynak aldı”yla başlayan devletle işbirliğinin sınırlarını çizmek gerekmez mi? Buna da elbette diyorsanız, elbette tüm bunları da konuşmamız lazım.

Devlet bürokrasisinde olan bir insanla bir özel sohbetimizde, Ayhan Bey, ben sizin bu kurum başkanlarına çok şaşırıyor ve de bu topluma üzülüyorum, demişti. Neden? Deyince, başbakanla ve devlet yetkilileriyle Aleviler adına konuşmaya gelen bazı Alevi dernek başkanlar hep kendi kişisel isteklerini sıralıyorlar, demişti. 

Sanırım 1998 yılıydı. Devletin bütçesinden TBMM’den çıkan kararla Alevilere o zamanın parasıyla sanırım 425 milyar lira verilmişti. Bu para ciddi bir paraydı. Bu parayla neler yapılmazdı ve yapılmaz ki? Bu parayı diğer Alevi kurumları adına Hacı Bektaş Anadolu Kültür Vakfı yetkilileri almıştı. Değerli Ezeli Dost, inan bu paranın nerelere harcandığı hala meçhul. Bu kurumun yöneticileri hala bu konuda kamuoyuna çok net bir bilgi veremediler.

Cem Vakfı’nda uzun yıllar özveriyle çalışan, bu kurumun en azından kalıcı ciddi bir şekilde Alevi - Bektaşi toplumu adına hizmet verdiği düşüncesiyle, bir araştırma merkezi kurar, insanları toparlar diye, insanüstü gayret eden birisiydim. Orayı evim gibi bellemiştim, büyük özveriyle çalışmalar yaptım. Ama en büyük darbeyi şahsen ben yedim hem başkanından, hem yöneticilerinden. Ben bir insanım ve Aleviyim, adice bir şekilde dışlandım oradan. Onlara sürekli halka öğüt vermek için kullandıkları “kul Haklarım” helal etmiyorum zaten. İnsansalar ve Aleviyseler bunun anlamını anlarlar zaten.  

Ben orada çalıştığım için bu kurumu bana sordunuz sanırım. Ama bence aynı perspektifte Alevi kurumlarının tümünü birden değerlendirmek lazım, zaafları yönünden Alevi kurumlarının hemen tümünün bir bütün olduğunu gördüm, görüyorum, ben buna inanıyorum.

Kısacası ben hangi kurumun devlet tarafından kurulduğunu, örtülü veya açık olarak desteklendiğini bilmiyorum.

Dışarıda devletin aleyhinde atıp tutan hangi sözde yazar- çizer- kurum başkanı- dede- baba- ozan- toplum önderi- denilen kişilerin çıkarları için kendilerini satarak hangi menfaatler karşılığında devletin kapısında kişiliksizleştiklerini de tam bilmiyorum.

Sağcı katillerin önünde iki büklüm olan ama toplum önünde en solcu görünüp, Alevi kurumlarında kahraman olan, menfaati için kendisini satabilen bazı yazarlar var bunu biliyoruz ama bence bunların tümünü bir bütün olarak değerlendirmek lazım. 

 

 

2. Genellikle Cem Vakfı’nın açtığı cemevlerinin finansörlüğünü sağ partiler yapmaktadır. Örneğin İkitelli Atatürk Mahallesi'nde Cem Vakfı’nca yapılan cemevinin temel atma törenine katılan DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk, 1 milyar lira bağışladı. ANAP’lı Ali Talip Özdemir de 100 milyon lira bağışladı. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

İzzettin Doğan’nın merkez sağda yer aldığı bir gerçek. Ama on altı yıl bu kurumda çalışan birisi olarak, Cem Vakfı’nın kurucuları, yöneticileri, yönetim kurulu üyeleri, şube başkanları ve bu kurumu var edenlerin yüzde doksanın CHP’li ve solcu, Atatürkçü insanlar olduğunu gördüğümü söylemeliyim.

İnsanlar daha çok Alevilerin haklarının alınması konusunda İzzettin Doğan’ı uzlaşmacı bir kişilik olarak gördükleri, artık devlet tarafından, Sünniler tarafından, bürokrasi tarafından dışlanmak istemedikleri için; konuşma, söz, tavır ve hareketlerinden dolayı onu ve başında bulunduğu vakfı desteklediler.

Devletle yaşanan sorunlar artık bitsin, bizler haklarımızı alalım, dışlanmayalım, Aleviler – Bektaşiler olarak var olalım, ne olduğumuz artık bilinsin, kabul edilsin, diye onu desteklediler. Yoksa onun sağcı kişiliğini destekleyen hemen hiçbir Cem Vakfı üyesi ve taraftarı olduğunu sanmıyorum.

Sizin yukarıda söylediğiniz bu durum biraz da solcuların suçudur.

Solcular da Alevileri daha iyi anlamak için araştırmalar yapsalardı, bu konuda daha geniş bir çalışma yapsalardı, Alevileri Alevi olarak yani bu toplumun sevseler de sevmeseler de, isteseler de istemeseler de bir inanç dünyalarının olduğunu kabul edip ona göre davransalardı, Alevi kurumlarını yeteri kadar destekleselerdi belki bu böyle olmazdı.

Şimdi CHP Cemevlerine daha çok sahip çıkıyor, ilk başlarda bu böyle değildi.

Ne hikmetse; “din, iman” meselesinden midir, oy potansiyeli diye midir,  asimilasyonun daha rahat yapılması için bir zemin ve bir kılıf uydurmak için midir, tam bilinmez, sağ partilerin Aleviler üzerinde daha fazla “kafa yorup, çalışma yaptıkları” bir gerçektir.

 

 

3. Cem Vakfı tarafından hazırlanan Alevi ders kitabı taslağı, Alevi örgütleri arasında tartışma yarattı. Hükümet ve Cem Vakfı, anlaştıkları Alevi tanımını tüm Alevilere dayatmakla suçlandı. Eski bir Cem Vakfı çalışanı olarak bu olayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Bu konudaki gelişmeler de Alevi kurumlarının suçudur.

Alevi kurum başkanları, yöneticileri arkasından küfrettikleri İzzettin Doğan’ı karşılarında görünce el pençe divan durmaktadırlar. Bu bir gerçektir.

Ben Alevi kurumlarının Alevilik Bektaşilik konusunda ileriye dönük ciddi çalışmalar yapmadıklarını görüyorum.

Birçok kurum başkanının, Alevilik adına yapılanlar hakkında tek övündükleri; biz bu kadar cemevi yaptık vs. laflarıdır.

Hemen hiçbirisinin eğitime, bilime, kültüre, Aleviliğin ve Alevilerin, Alevi gençlerinin geleceğine ilişkin hemen hiç bir ciddi projeleri de, çalışmaları da yoktur.

Cem Vakfı dedeleri, babaları toplar, bu toplantılardan sonra, Alevi kurum temsilcilerinin hemen hepsi bir araya gelir bağırır çığırırlar ama kendileri bu konuda hiçbir şey yapmazlar. Yeri gelince de, her şeye rağmen hiç değilse hoca, Cem Vakfı, bu konuda bir şeyler yapıyor, derler.

Dedeleri devlete bağlanıyorsa, dedelerin de en az yarısı devlete göbekten bağlanıp maaş almayı dört gözle bekliyorsa, Alevi kurumları dedeler, babalar, ozanlar konusunda hemen hiçbir ciddi çaba içine girmiyorlarsa, biz boşu boşuna ne konuşalım onlar hakkında sevgili dost? Eğer konuşalım diyorsanız, bunlar bu söyleşinin bütününe sığmaz.

Yıllar yılı Cem Vakfı’nın “tek tip cem” dayatmasına yiğitçe karşı koydum, Cem Tv.’deki programlarım kesildi konuşmalarımdan dolayı. Bir de bakıyorum ki sözde Cem Vakfı’nı eleştiren kurumların hemen tümünde Cem Vakfı’nın “tek tip cem”ini yapan ve Cem Vakfı’nın tüm görüşlerini gizli de olsa (kurum başkanlarından korkar gibi yapsalar da) dedeler savunuyorlar.

Peki, Alevi kurumları bu konuda ne yapıyorlar? Boş boş konuşuyorlar. Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı 2004’de kuruldu. Başta iyi niyetlerle Dedeler – Babalar Meclisi adıyla dedeler- babalar, inanç konusunda kalıcı işler yapmak için kuruldu. Sonra Cem Vakfı; dedeleri –babaları, devletin bu arada, Balkanlar (ve Trakya’da) TİKA’yla da yapılan işbirliğiyle, Diyanet’in Sünni- Hanefi,  potasında eritmek için başına oturttuğu menfaatperest birisiyle, bu kurumu paravan bir kurum olarak kullanıp bu politikayı yıllar yılı sürdürdü.

Peki, bu konuda Alevi kurumları ne yaptılar? Bu tertiplere karşı ciddi bir eleştiri geliştirdiler mi? Kendi kurumlarındaki dedelere hâkim olabildiler mi? Dedeleri yetiştirme konusunda bir tek adım attılar mı? Kendileri Alevi –Bektaşi Erkânı’na uygun bir yapı geliştirebildiler mi? Tek kelimeyle hayır.

Bu konuda da, ders kitapları konusunda bu kurumların ne çalışmaları oldu, ne kadar sesleri çıktı? Hiç.

Şimdi gerçekçi konuşalım; bu kurumlar derslerde Aleviliğin – Bektaşiliğin özgün yorumlarının okutulması için, ders kitapları taslakları konusunda hangi bilim insanlarıyla, araştırmacılarla, ciddi çalışmaları yaptılar, hangi devlet yetkililerine bunları ilettiler de bunlar hiç kabul görmedi?

Bu konuda “işi sıkı tutan” Cem Vakfı öncülüğü kaptı. Diğer Alevi kurumları da bu konuda rahatları kaçmasın diye, iş yapmamak için boş boş konuşup, ellerini, hatta kıllarını bile kıpırdatmadan koltuklarında oturdular.

Tembel bir toplum olduğumuz için, laftan başka bir maharetimiz olmadığı için, “çimento-demir” seven, yaptığımız cemevlerinin büyüklüğü oranında, sorunlarımızı çözeceğimize, çözdüğümüze inanan bir garip toplum olduğumuz için, Cem Vakfı bu konuda inisiyatifi ele aldı.  Durum bundan ibarettir.

Alevi kurumlarının bazıları hala konser vererek, bazı sanatçıları ön plana çıkararak, topluma sadece saz dinleterek bir şeyler yaptıklarını sanıyorlar. Ya da durumu halka böyle lanse ediyorlar.

Yıllar yılı; Avrupa başta olmak üzere, binlerce “etkinlik” adı altında bazı sanatçılar zengin edilircesine, konser Aleviciliğinden başka bir faaliyet yapılmamıştır. Avrupa’daki bazı kurumlar, kendi dünya görüşlerine uygun bazı yazarları da aynen sanatçıları “artist” gibi kullandıkları gibi, kurum kurum gezdirip sözde paneller yaptırmışlardır. Gerçekten Allah’a küfretmeyi maharet sayan, Sünniye Yezit diyen, slogan solculuğuyla Alevi kimliğini anlatmaktan zerre kadar haberi olmayan kişileri popüler kılmak onların ceplerini doldurmak için şehir şehir bu insanları gezdirmişlerdir. Ama ülkemizde veya tüm dünyada gerçekten olayı o kadar ciddi araştıran araştırmacılar, bilim insanları var ki, bunların hiçbirini bu kurumlar adam yerine koymamışlardır, onları panellere çağırmamışlardır.

Bir de Avrupa’da şöyle bir kafa var: bir kişi ne kadar solcu gibi görünüyorsa, ne kadar slogan atar gibi konuşuyorsa onu muteber sayıyor. Kitaplarının, eğitiminin, birikiminin çok bir değeri olmuyor onlar için. Bir bilim insanından daha çok, Avrupa’da ezilmiş, horlanmış, içleri “faşist Türk devleti” düşmanlığıyla dolu bazı insanlara rahatlama imkânı yaratmak için bazı sözde “solcu görünen” yazarlar konuşmalara çağrılıyor. Ama onlar bilseler ki, bu en solcu görünen bazı yazarlar faşist katillerin önünde iki büklüm saygı duruşundu durmuşlar, ne yaparlar acaba? Bir de yazdıklarına kendisi bile tam inanmayan, hiçbir temeli olmayan kendi kurgularını bir buluş diye ortaya koyan boş maceraperestler itibar görüyor Avrupa’da.

Yani bir de Türkiye’yi etkileyen böyle bir “Avrupa Kafası” var Alevilik’te, bu da bir başka sorun. Neyse çok ama çok şeyler var söylenecek Ezeli Dost, durumlarımız gerçekten içler acısıdır.

 

4. Türkiye’de Alevilerin gündelik yaşamda ayrımcılığa maruz kaldığı bir gerçek. Sistemin kendisi bunu tetikliyor. Buna rağmen devletin yanında yer alarak Alevi örgütlülüğünü kurmak savunmak nasıl bir gelecek sağlar Alevilere?

 

Devlet samimi değilse, Diyaneti’yle, Milli Eğitimiyle, TRT’siyle, Askeri ve Mülki Bürokrasisiyle, seni Sünni- Hanefi İslam içinde eritip, bir kalıp içinde “Milliyetçi- Mukaddiyatçı” bir toplumun ferdi yapmak için gölge gibi hep arkanda seni izliyorsa bu devlet anlayışı senin düşmanındır.

Devlet vatandaşının düşmanı olmaz, olmamalıdır. Ama Türkiye’de bu böyledir. Yıllar yılı; bu ülkede Kürtler, Komünistler, Kızılbaşlar hep düşman görüldü, dışlandı, fişlendi, işkence gördü, yok edilmek istendi. Ama bence en büyük tehlike ve tehdit ise Asimilasyondur. Asimilasyon bence kültürel bir soykırımdır. Bunun yanında olmak bence buna ortak olmaktır. Ben de çok samimi olarak şunu söylemek istiyorum; Biz burada, bu güzelim ülkenin bir parçası olarak, bu yurdun bir öznesi, vatandaşı olarak özgür, özgün, bağımsız yaşarsak, tüm insanlarla eşit yaşarsak, bu ülke gerçek anlamında benim de yurdum olur. Ama sırf ben düşüncemden, inancımdan, fikirlerinden, farklılıklarımdan dolayı devleti yönetenler ve onların eğitim ve tüm sistemleri kullanarak tek tipleştirdileri insanlar tarafından dışlanıyorsam ben bu ülkeyi tam nasıl sevebilirim? Kendimi tam nasıl rahat, huzurlu bir vatandaş olarak hissedebilirim? Eğer bu ülkeyi yöneten faşist kafalar, benim bu ülkeyi gerçekten sevmemi istemiyorlarsa, beni öteki olarak görüyorlarsa, düşman olarak görüyorlarsa, beni kendinden saymayıp, kendinden soyutlayarak, kendinden uzaklaştırmak istiyorlarsa benim sevdalarım, sevgilerim hep yarım kalacaktır.

Bu nedenle bunu bilerek böyle bir devlet anlayışına hizmet etmek Alevilikle kesinlikle bağdaşmaz. Alevi Bektaşi Öğretisi temelinde çalışan gerçek Alevi Bektaşi kurumlarına ihtiyacımız var.

Bu arada; parayı, gücü asimilasyonun bir parçası olarak kullanan devlet kurumları içinde Diyanet’i ve bir takım girişimleri Aleviler Bektaşiler aleyhine işleyen Dışişlerine bağlı bir olarak çalışmaktan ziyade özellikle bugünkü iktidarın politikaları için bazı çalışmalar içinde olan TİKA’yı özellikle ele almak gerekir. Bu kurumların Balkanlar’daki çabalarını da masaya yatırarak, somut olarak Aleviliği Bektaşiliği Sünnileştirmek, bu olmazsa tümüyle yok etmek için, neler yaptıklarını gözler önüne sermek gerekir.

 

5. Her ne kadar Alevilikte kadın erkek eşittir denilse de hala posta kadın oturtulmuyor. Bu uygulama Aleviliğin Felsefi dayanaklarına ters düşmüyor mu? Kaldı ki Alevi Kadın yazarlarda bu konuda şikâyetçi. “Alevi örgütleri erkek örgütleri görünümünde” deniliyor bu görüşe katılıyor musunuz?

 

Bugün artık Alevilerin Alevi Öğretisi’ni ne kadar benimseyip yaşattıklarını tartışmamız lazım. Bir Alevilik var, bir de bu büyük öğretinin, kültürün, felsefenin, inancın artık ne derseniz deyin, ulu ozanların, erenlerin, düşünürlerin kurdukları, olgunlaştırdıkları, geliştirdikleri bir yapı var. Bir de bugün “Aleviyim” diyen milyonlarca insan var. Ben kimsenin inancına, görüş ve düşüncelerine bir söz söyleme hakkına sahip olmadığım gibi Alevilerin de kendi inanç yapılarına bir şey söyleyemem. Ama şu bir gerçek; Alevilerin de gerçekten ne kadar Alevi olduklarını sorgulamak gerekir, deyince bu inancı benimseyenlere bir hakaret midi etmiş oluyorum acaba? Yoksa gerçekten bazı şeylerin söylenmesi mi gerekiyor artık? Yoksa artık herkes istediği şekilde inanır, istediği şeyi söyler, istediği şekilde Aleviliği Bektaşiliği tarif edebilir mi diyeceğiz? Bakıyorsunuz, tüm Sünnilere “yezit” diyebilen Aleviler var. Hatta Yezit’le kesinlikle evlenmeyin diyen yazarlar var.  Yaaa onlar Çingene, uzak dursunlar bizden, diyen Aleviler var. Uzatmak istemiyorum. Çok basit şeyler değil söylediklerim: Alevilerin gerçekten de ne kadar Alevice düşündüklerini, sorguladıklarını, yaşadıklarını biraz biraz konuşmamız gerekmez mi artık? Yani evet bizler Aleviyiz kardeşim, diyoruz. Ama ben de diyoruz ki, ne kadar Aleviyiz? Bunu saçma bulanlar olacaktır. Kafasını sallayanlar olacaktır. Peki kime, neye göre bunu belirleriz diyenler olacaktır? Kıstas Alevi Öğretinin temellerinde, kurumsal yapıların özünde, ruhunda, ozanlar deyişlerinde, eren-evliya- düşünürlerin fikirlerindedir. Yani yüzlerce yıllık Alevi Öğretisi bize bunu yanıtlar…

Alevi kadınlar hiç dayak yemez, hiç haksızlığa uğramaz, hiç ötelenmezler, deniyor. Bu bence külliyen yalandır. Evet, ibadette yan yana geliniyor, yaşamda, çarşıda, pazarda, kılık kıyafet özgürlüğünde Alevi kadınlar kısmen daha özgürdürler, denilebilir. Ben ise kadınların Anadolu’da, Türk ve İslam dünyasında tüm inanç ve sosyal kesimlerde ezildiklerine, ikinci sınıf vatandaş yerine konulduklarına inanıyorum. Dedeleri çok severim, 25 yıldır içlerindeyim. Çok hoşgörülü, sevecen, bilge dedelerimiz var. Ama ne dedeler, ne erkek ozanlar, ne de hatta erkek yazarlar kadınlar konusunda yeterince hoşgörülü değiller bence Alevi toplumunda.

Bugün; Dedelik – Analık konusunda ise tam Sünni İslam kafası hâkimdir Alevilerde.

Dedelerin birçoğunun değil analarla, kendi ocağından, soyundan, kendisinden çok daha ehil, bilgili dedelerle bile postlarını paylaşmadıklarına üzülerek hep tanık olmuşumdur.

Kadın Alevi toplumun da sözde “anadır, ayrılmaz parçamızdır”. Aleviliğin büyük felsefesindeki eşit insan – can düsturundaki yerini alamamıştır Analarımız, kadınlarımız.

Alevi toplumunda da yine kadın daha çok ezilen, ikinci plana itilen bir eksik yanımızdır.

 

 

7.  Gerek yazın dünyasında gerek Alevi örgütlülüğü açısından gerek kanaat önderlerinin bakış açısıyla bir Alevi fotoğrafı çekmek isterseniz nasıl bir fotoğraf ortaya çıkar? Kısaca Aleviler ne istiyor? İstediklerini bu devlet onlara vere bilir mi?

 

Böyle bir devlet anlayışının Alevilerin beklentilerini, isteklerini karşılaması mümkün değildir.

Aleviler yeryüzündeki tüm insan toplulukları, inanç yapıları, öğreti bütünlükleri gibi elbette ki, özgürce yaşayacakları, inanç- ibadet ritüellerini yerine getirecekleri, kendilerini ifade edebilecekleri bir ülkede yaşamak istemektedirler.

Bence Alevi Sünni soğukluğunun giderilmesi, Alevilerin Alevi Bektaşi kimliklerinden dolayı yaşadıkları sorunların giderilmesi büyük ölçüde devletin elinde olan bir şeydir.

Devlet gerçekten istese ülkemizdeki “Alevi Sorununu” büyük ölçüde giderir. Ama görünen odur ki devleti yönetenlerin bir kısmı bunun giderilmesini istemiyorlar. Tüm devlet kademelerini, tüm polisleri, savcıları, askerleri, memurları bunun içine koyamam. Aslında bence devleti rahatlatacak, ayağına bağ olan en önemli sorunlardan birisi olan “Alevi Sorunu, Alevi- Sünni Soğukluğu”nun çözülmesini Aleviler, Sünni ve diğer inançtan ve dinden olanlar, belli bir dine mensup olmayanlar kadar, devlet bürokrasisinde olan birçok insan da istemektedir. Ama yüzyılların kemikleştirdiği bir yapı Alevi sorunun çözülmesini gerçekten istememektedir. Bunu istememelerinin temel nedeni ise; aslında kendi kendine yarattıkları karanlık bir dünyanın aydınlığa çıkmasıyla yok olacaklarını hisseden tümüyle ruh hastası, buna ister faşist bir zihniyet, ister Yezit bir zihniyet, ister barbar, ister gerici bir anlayış deyin, bir zihniyetin onların ruhlarını teslim almasından başka bir şey değildir.

Aleviler; bir özgün inanç, öğreti, felsefe bütünlüğünde, Alevi olarak var olurlarsa, tanınırlarsa, onlara hoşgörü de bulunulursa, yüzyıllardır ürettikleri, büyüttükleri karanlık kaleleri yerle bir olacak, onlar da sanki yok olacaklar gibi hissediyorlar kendilerini.

Yani Hz. Ali’nin Muaviye’yle çatışmasında devlet adamı olan Muaviye’nin haklı olduğunu, Hz. Hüseyin Yezit ordularıyla karşı karşıya gelmesinde devleti yöneten Yezit’in haklı olduğu, yüzyıllar boyunca zulme uğradıkları, aç kaldıkları, dinsiz ilan edildikleri, ahlaksız oldukları, hain oldukları söylendiği için ayaklanmalarının haksız olduğu, Hallac- Mansur, Seyyid Nesimi gibi “Enel Hakk” demelerinin din dışı olduğu, Pir Sultan Abdal gibi daha adil bir düzen için Şah’a da gidelim demelerinin hainlik olduğu gibi yüzlerce yanlış- çarpıtılmış yalanlarla kurulu dünyalarını bir çırpıda silmek istemedikleri için Alevilerin haklarını vermiyorlar/vermek istemiyorlar.

Aleviler, bozuk çarkta düzen olmaz, diyen ulu ozanlarının sözüne uyarak her zaman eleştiren, sorgulayan bir kafaya sahip oldukları için kurulu devlet sistemi; onların bu özgürlükçü kafasını sevmemiş, onların haklarını vermek istememiştir.  

 

Alevilerin karşısında her zaman;

 

  • Yani; Yârin Yanağından Gayri Her Şeyde, Her Yerde Ortaklık diyen Şeyh Bedreddin’in İslam adına yapılan dayatmalara karşın “Cennet- Cehennem” kavramlarını sorgulamasını benimsedikleri için Alevilerin bu inanç sistemlerini istemeyen bir devlet anlayışı var.
  • Yani; Sünnilik adı altında aslında Yezit’in avukatlığını yapan, “Hakk Ademdedir” diyen görüşü sapık bir fikir olarak gören bir devlet anlayışı var.
  • Yani; Ağalar, beyler, paşalar, padişahlar bal kaymak içinde yüzerken, bizler ot yemeye mahkum değiliz, deyip başkaldıranları yok etmek isteyen baskıcı bir devlet anlayışı var.

İşte Ezeli dost; Selçuklu’dan Osmanlıya, Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de hiçbir şey değişmemiştir. Boşuna değildir bugünün Recep Tayyip Erdoğan’ına Alevilerin Yezit benzetmesi yapmaları. Kimileri ona faşist diyor, kimileri diktatör diyor, kimileri de Yezit diyor. Aynı kapıya çıkıyor tüm benzetmeler. Demek ki, toplumun gözünde devleti yönetenlerin kafa yapıları değişmemiş, hep aynı kalmış.

Yani Alevileri yok sayan, onları baskı altına almak isteyen, gerçek İslam bizim inandığımız “Hanefi Sünni İslam”dır, siz ne cemevinden bahsediyorsunuz, dede, baba, cem, cemevi bunlar bizim kültürümüzde yoktur. En kötü ihtimalle ilk önce camiye gidin, ramazan orucu tutun sonra gider “zikirhaneler” olan tekke diyeceğimiz yerlerinizde, evlerinizde kendinize özgü tapınımlarınızı, muharrem orucu dediğiniz dinimizde olmayan kendi uydurduğunuz muharrem oruçlarınızı tutabilirsiniz de” diyen bir devlet anlayışından söz ediyoruz.

Böyle bir devletin Alevilerin Bektaşilerin isteklerini yerine getirmesi, haklarını vermesi mümkün müdür? Hayır.

Her zaman olduğu gibi dünün Osmanlı sarayındaki oyunlar bugünün Tayyip Erdoğan’ın sarayında da oynanan oyunların tıpa tıp aynısıdır.

Muaviye sarayı… Kanunu Sultan Süleyman Sarayı… Tayyip Erdoğan sarayı… Kafa aynı kafa, oyun aynı oyun, zihniyet aynı zihniyettir. Bugün değişen bir şey yoktur yani.

Ben memurun zenginin severim deyip halka dayanıp devletin imkânlarını yağmalayarak zengin bir sınıf yaratan Turgut Özal’ın, zenginleri yanına çekmek isteyen onları devletin imkânlarıyla paraya boğan Muaviye’den ne farkı var? Ya da Firavunlaşan bugünün iktidarının çalan çırpan, dini kendisi için malzeme olarak kullanan, din adına her şeyin mübah olduğunu söyleyen Yezit’le Tayyip Erdoğan’ın arasında ne fark var?

 

Alevileri Ne İstiyorlar?

 

Eğip bükmeyelim Aleviler de yeryüzündeki her topluluk gibi kendi ülkesinde tümüyle huzurlu, güven içinde yaşamak istiyorlar. Yani okulda, devlet kademelerinde, askeriyede Alevi kimliklerini gizlemek için bin bir yola başvurmak zorunda olmamak istiyorlar.

Alevi olarak sırf Alevi kimliklerinden dolayı dışlanmak, horlanmak, ötelenmek, ötekileştirilmek istemiyorlar. Anadolu’nun kırsal bir kasabasına gidince kendilerinin Alevi olduğu şu veya bu şekilde (köyünden, kentinden dolayı, tipinden, giyiminden, konuşmasından dolayı v.d. anlaşıldığında) asık suratlı insanların kendilerine bir başka “varlık” muamelesi yapmalarını istemiyorlar.

Tüm bu ayrımcılıkların, bu önyargıların, bu barbarlıkların bir an önce bitmesini istiyorlar.

Ezeli Can Dost, ben de bazen kendi kendimi sorguluyorum: Herkes kendi kimliğini söylesin yahu, ne var bunda, biz kendi kimliğimizi söylemezsek, saklanırsak, gizlenirsek bu daha kötü, açık olalım, diyorum hep. Ama bakıyorum ki, halkımız da haklı… Öyle adice düşünceler, görüşler, davranışlar halen mevcut ki bu ülkede, gerçekten bazen insan yaşamak istemiyor bir Alevi olarak bu ülkede.

Açık açık bu ülkede Alevilere Bektaşiler karşı saldırı, hakaret, iftira, dışlanma devam ediyor.

Kısaca artık “Ben Aleviyim kardeşim, inancım da, öğretim de, yaşam şeklim de bu diyebileceği bir ortam istiyor” Aleviler.

Türkiye’de artık;

  • Cemevlerinin, tüm Alevilik Bektaşilik adına kurulan dernek ve vakıfların özgürce, rahat bir şekilde faaliyet gösterebilecekleri bir hukuki ve hoşgörü ortamı olmalıdır.
  • Bugün halen Cemevlerinin bir ibadethane olduğu AİHM kararlarına rağmen, Türkiye’de tanınmamaktadır.
  • Diğer ibadethanelere tanınan tüm haklar Alevi Bektaşi ibadethanelerine de tanınmalıdır.
  • Okullarda Aleviliğin tarihi, öğreti, inanç yapısı geniş bir şekilde tarafsız bilim insanları tarafından hazırlanan şekliyle kitaplarda yer almalı, bu Alevisiyle Sünnisiyle tüm öğrencilere onları kafalarındaki soru işaretlerini yanıtlayacak boyutta öğretilmelidir.
  • Aynı zamanda Alevilerin de bir vatandaşı olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi iletişim kanalı olan TRT’de Alevi Sünni soğukluğunu giderecek, Alevilerin Bektaşilerin özgün kimliklerini, bilmeyen tüm insanlara tarafsız, anlaşılabilir bir dille anlatan aktarabilen programlar dizisi yayınlanmalıdır. Sırf tanıtım programları değil, filmler, belgeseller, söyleşiler sürekli yayınlanmalıdır.
  • Kışlada askerlere sistemli, seminerler verilmeli, askerler doğup büyüdükleri ve önyargı sahibi oldukları çevrenin etkisinden çıkartılmalı; aydın kafalı komutanlar ve yöneticilerin rehberliğinde işin uzmanlarının eğitim seminerleriyle konu hakkında aydınlatılmalıdırlar.
  • Alevilik Bektaşilik konusunda bilimsel, özgün araştırmalar devlet tarafından desteklenmelidir.
  • Alevilik Bektaşilik konusunda bilimsel, özgün kitaplar devletin Kültür Bakanlığı tarafından çok daha fazla sayıda basılmalı, halka dağıtılmalıdır.
  • Alevilik Bektaşilik adına bilimsel çalışmalar yapacak özgün, bağımsız Enstitüler kurulmalı, burada Alevi Bektaşi tarihi, kültürü, tüm coğrafyalar bağlamında geniş bir şekilde araştırılmalıdır.
  • Üniversitelerde Alevilik Bektaşilik konusunda araştırma yapacak gençler özellikle teşvik edilmeli, desteklenmelidir.
  • Alevi Bektaşi kültürü kadar Türk-Kürt kültürünün de bir parçası olan Alevi Bektaşi ören yerleri “ocak merkezleri, tekke, türbe, dergâh” gibi yapılar aslına uygun bir şekilde onarılmalı, restore edilmeli, korunmalıdır. Bu da devletin bir görevidir.

 

Devlet çözerse ancak çözer bu sorunları çözer. Eğer iyi niyetliyse, gerçekten bu devlet herkesin devletiyle ciddi adımlar atmalıdır.

 

8. Aleviler Siyasiler ve Büyük Medya tarafından sürekli horlanmaktadırlar. Kullanılan dil ötekileştirici, iğneleyici kimi zaman ise aşağılayıcıdır. Hatta bu ülkenin en tepesinde ki adam bile “Cem evi cümbüş evidir” dedi. Yeni yeni oluşturulan Alevi medyasını bu konuda yeterli görüyor musunuz?

 

Alevi Medyası gerçekten çok yetersiz. Ben de bilinçli bir şekilde Basın Yayın okuluna geçtim, Hukuk’tan. İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümünde okudum. Ve artık kaderim olduğu şekliyle yirmi beş yıldır Alevi dünyasının içinde oldum, özellikle de medyanın. Gerçekten bu alanda çok öz verili çalışmalar oldu, olmadı değil. Gerek Avrupa’da, gerekse Türkiye’de çok içten, samimi, emektar bir şekilde olaya sarılan yazarlar, gazeteciler, kurum başkan ve yetkilileri oldu. Bu işler gerçek anlamıyla zor işlerdir. Fedakârlık isteyen bu işlerde insan hasta olur.

Ama yeri gelince söylemek de gerekir her alanda olduğu gibi bazı kişiler bu işten oldukça nemalandı, para, mal, mülk sahibi de oldular. Aleviliği sömürenler gerçekten oldu. Sömürülen Alevilik oldu, Aleviler Bektaşiler oldu. Bazıları fırsatları kendileri için değerlendirdiler. O da ayrı bir hikâyedir.

Ama ne yazık ki, Alevi Medyası diyebileceğimiz, dergi, gazete, radyo ve televizyon yayıncılığının çok ciddi bir mesafe kat edemediğini söylemeliyiz. Alevi Medyası dar maddi imkânlar yanında, tam profesyonel olmayan bir zihniyet tarafından, işin uzmanlarının dışında insanlar elinde yürüdü, yürümeye de devam ediyor.

Basın, yani medya dediğimiz yapı özgünlük ister. Kurumların dayatmalarıyla, kişilerin baskılarıyla bu işler olmaz. Kuramlara bağlı olarak yayın yapan dergi, gazete, radyo ve televizyonlar tüm toplumun değil sadece belli bir kesimin sesini yansıtabilirler. İşte bugüne kadar olan da budur.

Belki de 1966 Temmuz’unda yayın hayatına başlayan Cem Dergisi bu alandaki ilk ciddi sesti. Her şeye rağmen bir boşluğu doldurdu.

1994’de yayınlanan Nefes Dergisi, bu alanda bir nefes olmayı hedefledi, ama orada insan ihtirasları bunu engelledi.

1995’lerde Ankara’daki Radyo Mozaik olayı daha iyi idare edilebilirdi.

Cem Radyo radyoculukta bir adım oldu.

Yön her kesime seslendi.

Daha niceleri…

Tümüne emek verenleri büyük bir saygıyla selamlıyorum.

Belki bazıları bu işin çok sevmesem de yeri geldiği için söylüyorum, bir söz vardır: “kaymağını yedi”, çoğu insan çalıştığının hakkını bile alamadı. Maalesef Cem Televizyonu birçok kez çalışanları tarafından mahkemeye verildi, davaları teker teker kaybetti.

Uzatmayalım, amatörlük, tüm Alevi Bektaşi kurumlarında olduğu gibi Alevi Medyası’nın da yakasını bırakmadı. Bence çok güzel işler yapsa da bu konuda Alevi Medyası sınıfta kalmıştır.

Şu anda ise bazı İnternet Haberciliği yapan Alevi siteleri var. Onlar da iyi niyetle güzel çalışmalar yapıyorlar. Ama bence burada asıl sorun Alevilerin kendilerindedir. Aleviler hep başkalarına öykünen, kendi sorununa gerçek anlamda tam sahip çıkmayan, sorunların çevresinden dolanan, biraz da gösteriş meraklısı, makam, mevki meraklısı bir toplum oldu. Alevi toplumu gerçekten okumayan bir toplumdur. Alevi toplumu kendi kurumlarını, yazarlarını, akademisyenleri tanımayan, aslında çok da önemsemeyen, günü birlik yaşayan bir toplumdur. Kendi toplumuma haksızlık yapmak istemem. Ama haksızlık yapmıyorum zaten, Aleviler gerçekten kendi kurumlarını yaşatabiliyorlar mı? Kaç yayınevi var bu toplumun? Beni kınayan kınasın gördüğü yerde bir de yumruk atsın isterse; Aleviler boş sohbetlere, içkiye, adam sendeciliğe varan aymazlıklara bu kadar gönül verirseler, bu durum bu toplum adına hiç de iyi olmaz.

Bence bu toplum medyanın önemini bilmiyor, okumanın önemini sadece diliyle söyleyen bir toplumla karşı karşıyayız. Gerçekten okumayan bir toplum Aleviler. Bu yanlıştır, bu bir eksikliktir. Duygu ve sevgi dolu olmak yetmiyor, üniversite okuyan gençlerinin bile bu alanda kitap okumadığı bir toplumun sonu ne olur? Elbette vahim olur.

A’dan Z’ye her şeyi konuşmamız, ama artık çok somut olarak adım da atmamız gerekiyor, sevgili dost…

 

Muhabbetle…