Ezeli Doğanay'ın Ayhan Aydın'a Soruları: İkinci Bölüm

ALEVİ YAZARLARI ALEVİLİĞİ ANLATIYOR-10 (BİRİNCİ BÖLÜM)

EZELİ DOĞANAY
Ayhan Aydın ( Gazeteci Yazar) (*)

 

Alevilik ile ilgili 1950 yılına kadar sanıyorum “Hüsniye”, “Ebu Müslimi Horasani”, “Saadete Erimişlerin Bahçesi”, “Bektaşiliğin İçyüzü” ve “Buyruk” gibi kitaplar vardı. 1990 yılından sonra bu konuda oldukça fazla kitap yazıldı. Elbette yazılması çok iyi. Siz bu konuda bu kadar fazla kitap yazılmasını neye bağlıyorsunuz?

 

Yayınlanan kitapların gerçekten önemli bir bölümünü okuyan birisiyim. Kitap her şeye rağmen iyidir. Hangi konuda olursa olsun ne kadar çok kitap yazılırsa bunun yararına inanan bir insanım. Ama tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de her alanda her yıl binlerce kitap yayınlanmaktadır.

Alevilik gibi; devletin ve toplumun merkezine yerleşitirilmiş, yerleşitirilmeye çalışılan resmi bir “din, mezhep ve inanç” karşısında dışlanan, yok sayılan bir öğreti hakkında tüm baskılara, engellere rağmen kitaplar yazılması da elbette güzel bir şeydir.

Ama diğer dünya ülkelerinden durum nedir tam bilmiyorum fakat ülkemizde kitap yayıncılığında, bunun gibi elbette Alevilik Bektaşilik konusundaki kitap yazınında bir furyanın olduğunu söylemem gerekir.

Alevisi, Sünnisi, Şiisi (Caferi), çok farklı inanç kökeninden, bu arada çok farklı meslek formasyonlarından, çok farklı kesimlerden, akademiden, gazetecilik dünyasından onlarca hatta yüzlerce ismin bu alanda kitaplar yazması başlı başına gerçekten bir yazının konusu.

Bununla ilgili bir denemeyi çok önem verdiğim ve alanında uzman bir bilim insanı olan Prof. Dr. Ahmet Yaşar Ocak yıllar önce yazmıştı. Gerçekleri dile getirdiği için bizim bazı yazarlar ve yayınevleri tarafından taşa tutulmuştu. O ise bunu hiç önemsememişti. Şimdi bazı kitaplar üzerinden giderek ben de bazı eleştiriler yazabilirim, kendi çapımda. Ama bir söyleşi boyutunda rahatlıkla şunları söyleyerek özetleyeyim görüşlerimi.

Bir kere yazılan kitapların yazarlarının en az yarıdan fazlasının bu konuda yetkin ürünler ortaya koyabilecek kapasitelerinin olmadığı söylemeliyim. Genel kültür, genel bilgi ve bu alanda uzun zamana dayanan araştırma-inceleme-gözlem verileri oluşmadan kitapların yazılıp, hemen çar çabuk piyasa sürüldüklerini görüyorum.

Alevi olsun, Sünni olsun kökeni hiç önemli olmamak üzere; tez canlılıkla, zaman zaman ticari kaygıyla, siyasi kaygıyla, bir yerlere gerçekten mesaj vermek kaygısıyla, hobi olarak, diğer kart vizit etiketlerine bir yenisi ekleme fütursuzluğuyla, yöreselcilikten kurtulamamanın verdiği amansız mikro milliyetçilikle, ocak taassubuyla, basit önermelerinin konuyla ilgili çok önemli olduğu iddiasıyla yüzlerce, binlerce kitap piyasayı doldurdu.

Bir zamanlar işporta pazarında yerlerde gezinen Alevi kitapları ciddi kitap satış noktalarında yerlerini alsalar da, bugün Alevilik Bektaşilik konusunda yazılan kitaplara eski ilginin olmadığını da rahatlıkla söylemek zorundayım. İşte bunda bu alanın gerçekten de ciddi manada sömürülmesinin de etkisi vardır.

Bazı yazarlar özellikle aynı kitabı farklı başlık, kapak resimleriyle farklı yerlerde yayınlatarak gerçekten bu işin ticaretini yapmışlardır. Somut olarak gördüklerimi burada yazsam gerçekten bazıları utanır, o yüzü kızarmayan yazarların, yayınevlerinin yaptıkları karşısında. Şimdi Alevi camiasının gözyaşı döküp bir büyük isim olarak andıkları bir yazar, hiç Osmanlıca bilmediği halde, Osmanlı Arşiv belgelerinden bir başkasının (başkalarının) çevirdiği belgeleri sahiplenip kitabın üzerine kendi ismini yazabilmiştir. Yine bir başka Alevi yazar bir başka kitaptan çalıntı yaptığı için mahkeme kararıyla yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalmıştır. Başkalarına yazdırılıp kendi ismini koyanları mı ararsınız, Skandallara imza atıp sözde çevirerek tezine dayanak yaptığı belgelerde sahtekarlık yapanı mı ararsınız? Hangisini yazalım?

Açık açık söylemek gerekirse; gerçek anlamıyla Alevilik Bektaşilik konusunda bilgi sahibi olmak isteyen kim olursa olsun, bir insana kitap önerirken gerçekten çok dikkatli olmak gerekir.

Neden bu böyle?

Yukarıda söylemeye çalıştığım noktayı biraz daha genişletirsek, gerçekten ehil olmayan eller tarafından kaleme alınan kitaplardan söz ediyoruz.

Peki, ehil olmak ne demektir?

Alevilik Bektaşilik konusu, ne hikmetse daha çok da Alevi Bektaşi kökenliler tarafından zannedildiği gibi, basit bir araştırma alanı değildir. Bilakis araştırma alanları içinde en zor alanlardan birisidir. Bu nedenlerle, yıllar önce konunun önemini de biraz vurgulamak için Alevi Sosyoloji isimli bir de kitap yazan Prof. Dr. Hüseyin Bal’ın dediği gibi, bu alan üniversitelerde bir disiplin olarak, bağımsız bir bilim dalı olarak okutulabilecek ciddiyetle bir alandır.

Tarih, Sosyoloji, Etnoloji ve elbette Antropoloji’nin doğrudan alanı olan Alevilik Bektaşilik konusunda yetkin ürünler vermek hiç de zannedildiği gibi basit bir çaba ürünü olarak ortaya çıkmaz. Aleviliğin Bektaşiliğin bugününü çalışsanız bile tarihini, onun yayıldığı coğrafyayı, sosyal yapıyı bilmeden yetkin ürünler verebilir misiniz? Dolayısıyla Alevi Tarihi ise başlı başına tarih biliminin alanı içindedir. Size yüzlerce eser gösterebilirim ki, değil tarih, sosyoloji, antropoloji alanının temel kurallarını çiğnemek, en bilinen tarih kani kronoloji bilgileri bile yanlış yazılmış sözde Alevi Tarihi kitapları vardır.

İnsanların gerçekten bilgisiz olması, bu konuyu merak ediyor olmaları, bu konuda büyük bir boşluğun olması, biraz da bu kitap furyasını doğurdu. Üç kitap okuyan Alevi kitabı yazarı oldu. Yazar olmak, gazeteci olmak kolay değildir. Ama ülkemizde her şey basite indirgendiği için, sanki üst üste yirmi otuz kitap yığıp onlar içinde işine geleni, kendi dünya görüşüne uygun olanı, hoşuna giden bölümleri alıp, bunları bir ilkokul çocuğunun ders yapma mantığıyla alt alta yazmak yazar sanıldığı için biz bugün bu noktadayız. Alevilikle ilgili kitap yayınlayan Alevi Yayınevlerinde de profesyonellik olmayınca imla hatalarıyla dolu kitapların sayıları elbet yüzleri aştı.

Türkiye’de eksik olan “eleştiri kültürü” ve kitaplar, yazılar konusunda da “eleştirmenlik” amatör boyutuyla bile Alevilik Bektaşilik’te ve Alevi Bektaşi yazınında, daha doğrusu medyasında hemen hiç yok. Bu da bu konudaki en büyük handikaplarımızdan birisi.

Aleviler, Bektaşiler ve bu toplumun yazarları, dedeleri, babaları, ozanları, kurum başkanları hiç eleştiriyi kaldıramıyorlar. En ufak bir eleştiriyi kendilerine bir saldırı, hakaret olarak görüp onu def etmek için akıl almaz yollara başvuruyorlar. O nedenle bu mekanizma işlemediği için, her şey insanların elinde kalıyor. Maşallah bizim kurumların birçoğunun başında olan her biri bir kral olmuş başkan ve yöneticiler, elbette böyle bir yapıda burnundan kıl aldırmayan herkese tepeden bakan bazı yazarlar, eleştiriyi kendisini çekememek, kendisine bir saldırı olarak görmektedirler.

Bence sevgili dost, bu işin en temel nedenlerinden birisi de, ya devlet baskısı, ya devletten korku, ya yerleşik yıkılası ön yargılar, alışkanlıklar yani Aleviliğin Bektaşiliğin hala bu çağda konuşulmaması, araştırılmaması, yazılmaması gereken bir alan gibi algılanmasından doğan psikolojik duvar da etkilidir bu konuda.

Yani şunu demek istiyorum; bilimsel, yetkin yazar ve bilim insanlarının yazdıkları kitapların az olması bunların ise halka ve kurumlara ulaşmaması, toplumun da daha basit, gönlünü okşayan çay kahve içerken, çekirdek çitlerken okumak istedikleri kitaplara özlemlerinin olması bu konuda ciddi kitapların yayınlanmasının önünü tıkamaktadır.

Bir diğer konu da, Alevi Dedelerinin, Bektaşi Babalarının, Ozanların kendi alanları olmadığı halde konunun uzmanıymış gibi kitaplar yazmalarıdır. Bir çoğunun gerçekten “gerçeklikle” hiçbir ilgisi olmadan, yalan yanlış, kendi bazı araştırmalarını tüm Alevilik Bektaşilik adına sunmaları, çok ciddi yanlışlarla, kişisel kaygı, yöreselcilik, kendi ocağını üstün görüp bunu yansıtma, görüşlerini dayatma gibi hiç de normal olmayan şekilde hareket edip kitap yazmaları ve bunu sevenlerine, taliplerine, çevrelerine bazen de dayatmayla satmaları bu alandaki bin bir sorundan birisidir.

Tüm bunlara rağmen; Türkiye’de, Avrupa’da ve tüm dünyada Alevilik Bektaşilik konusunda çok yetkin, özgün, bilimsel yeterlilikte, hakkaniyetle yazılmış çok ciddi yayınlar mevcuttur. Bu yayınlar ise çok ama çok farklı yayınevlerinden, kurum yayınlarından çıkabilmektedir. Bu da ayrı bir sonudur. Yani istenen, beklenen, aranan kitaba ulaşmak da bir başka sorundur gerçek okur için.

Ben daha çok akademisyenlerin olaya daha objektif bakarak okunabilecek eserler ortaya koyduklarını görüyorum. Tüm isteğim bu kitapların artmasıdır.

Sizin de belki de Avrupa’daki alanındaki en zengin kütüphanelerden birisi olan evinizdeki kitap hazinesini nasıl mahir bir şekilde kullanıp sürekli okuyup, araştırıp, inceleyip, soruşturup uzun zamanlar ayırarak kitaplar kaleme aldığınızı gördüm.

Yani demek ki, belli bir formasyona sahip olmadan, uzun yıllar ve zamanlar bu konuda uğraş vermeden, emek vermeden, ciddi ürünler elde edilemiyor. İşte bunların artması, bunların gençler başta olmak üzere halka, kurumlara ulaşması gerekir.

Ama çok acı bir şey söylemeliyim, ister Türkiye’de olsun, ister Avrupa’da olsun, üniversiteli gençler dahil, Alevi gençlerin halen hikaye tarzı Alevilik anlatılarını dinlemekten hoşlandıklarını, bu tip kitapları okumayı tercih ettiklerini gördüm. Hatta bir kısmının hurafelerle bezenmiş sözünden, davranışından, sakalından çok etkilenmiş oldukları bazı bilgi kırıntılarından başka bir şey olmayan bazı sözde dedelerin yazdıkları kitapları okumayı bilimsel eserleri okumaya tercih ettikleri de bir gerçektir. Ve de bu benim uzun yıllardır alanda olan birisi olarak gözlemlediğim net bir bilgidir.

 

Alevi yazınını (Kitap, Dergi, Gazete) 1. Türk İslam Sentezi, 2. Anadolu İslam Sentezi, 3. Mezopotamya, 4. Kendi Başına Bir Dindir ve 5. Aluvi, Luvi Sümer kökenlidir. Bu beş başlık altında toplayabilir miyiz?

 

Elbette. Ama Aleviliği sadece Türkçü bir bakış açısından değerlendiren bir yaklaşım olduğu gibi, Anadolu İslam değil de, sadece Anadolu kültürü ekseninde olaya bakan görüşler de var. Tabii bu sayı bence daha fazladır. Siz bazı ana yaklaşımları sıralamışsınız ama sayı daha da fazla. Şu da var elbette, bunların hiçbirini kabul etmeyen, Aleviliği – Bektaşiliği, özgün varlığıyla Alevilik Bektaşilik olarak kabul eden bir yapı da var. Bence bu da diğerleri kadar kabul gören belki de zorlamalar olmasa gerçekliğiyle en fazla kabul gören gurup olur. Yani var olandan yola çıkarak yaşayan ve yaşanan Alevi veya Alevi Bektaşi genel yapısı. Yüzyıllardır neysek oyuz, diyebilin bir yapı. Atalarından aldıkları Alevi anlayışını yaşayan, yaşamaya da devam eden bir yapı.

Bana sorarsanız yukarıdakilerin hiç birisi tam Alevi Bektaşi varlığını yansıtamaz. Bunlar biraz zorlama yaklaşımlar. Belki olayı daha da açık ortaya koymak için bir önermeler dizisi ama bunlar gerçeği tam yansıtmamaktadır. Alevilik Türk İslam Sentezi değildir, Alevilik sadece Anadolu’nun özgün kültürüyle de tam anlatılamaz, Mezopotamya, Sümerler ve tüm kültür uygarlık tarihi ve birikimleri elbette Aleviliği Bektaşiliği olgunlaştıran, geliştiren yapılardır.

Bana göre Alevilik Bektaşilik; gerçekten çok geniş bir coğrafyada, birbirinden oldukça farklı oluşma, gelişme evreleri olan birçok din, inanç, kültür pratiğinin harmanlanmasıyla oluşmuş bir öğreti bütünlüğüdür. Bunu Aleviliğin Bektaşiliğin yazılı kaynaklarında, Alevi Bektaşi düşünce ve duygu dünyasının en güzel ürünleri olan ozanların eserlerinde, Alevi Bektaşi toplumunun inanç pratiklerinde, dünyaya bakışlarında ve tüm yaşamlarında görebiliriz.

Bir Alevi’yi Alevi yapan, bir Bektaşi’yi Bektaşi yapan her neyse, onun hangi yönleri, davranışları onu başkalarından ayırıyorsa, onları irdelersek gerçekten çok insani bir öğretiyle karşı karşıya olduğumuzu görürüz.

İşte Alevilik Bektaşilik bunu “senkretik” yapısından almaktadır. Aleviliğin Bektaşiliğin içinde yörelere göre değişse de; Türk kültürü, Kürt Kültürü, bütün Mezopotamya, Anadolu, Balkan kültürleri; Müslümanlık, Hıristiyanlık ve diğer din ve inanç pratikleri ve ana köklerinde de, Uzakdoğu kültür ve dinleri de yer alır. Bu bir gerçektir. Bugün Alevi Bektaşi toplumu bunu tam bilmiyor.

Bugün kimi dedeler, babalar, yazarlar, kurum başkanları bu büyük zenginliği görmeyip inkar ederek, Aleviliği Bektaşiliği belli yerlere bağlayarak renksizleştiriyor, tek tipleştiriyor ve nihayetinde yok ediyorlar. Belki bazıları bunun farkında bile değiller. Yıllar yılı tek tip cem olgusuna karşı çıktım diye çalıştığım kurumda yemediğim darbe kalmadı.

Alevi Edebiyatı Menakıpname, Velayetnameleri olayın dışında tutarsak daha çok kendini Şiir ve Fıkralarla ifade etmiştir. Ancak en canlı damarı şiirde yaşamaktadır. Çünkü ibadetini de şiirle yapmaktadır. Son dönemlerde yapılan çalışmalar da şiir geleneğin önemli öncülerinden olan Hatayi ve Pirsultan tartışılır hale geldiler. Önce birkaç Pirsultan var denildi sonra yok sayıldı ve Pir Silvanus diye bir kişilik oluşturuldu onun yerine. Şah Hatayi de yok sayıldı. Bu anlam da araştırmacılık yapan kişilerin bu değerlerin üzerine sünger çekilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Gerek Pir Sultan, gerek Hatai, gerek Şeyh Bedreddin ve diğer ozan ve düşünürlerle ilgili ayrı ayrı onlarca kitap yazıldığı bir gerçek. Konuyu ele alan yazarların önemli bir kısmının iyi niyetli olduklarını var sayıyorum. Ama yukarıda söylediğim konu (sorun) burada meydana çıkıyor. Edebiyat da, aynen tarih ve diğer alanlar gibi üzerinde çalışılması hiç de kolay olmayan bir alandır. Bir edebiyat tarihi var, metin incelemesi var, anlam açıklaması var. Şimdi Pir Sultan’la ilgili ve diğer ozanlarla ilgili çalışma yapanların yani yazar denilen, halkbilimci denen, edebiyatçı denen insanları ele alırsak, diğer meslek formasyonlarından olanlara bir şey diyemiyorum zaten onların durumu içler acısıdır, (istisnai olarak insan, tıp doktoru olup da edebiyat araştırmacılığında da yetkin ürünler verebilir) bu insanların sadece kendi alanlarında yetkin olmaları da yetmiyor, hem tartışmalı, hem elde daha az belge bulunan, tarihi alanlarda araştırma yapmak edebiyatçılar için de çok zordur gerçekten.

O nedenlerle bu konularda piyasada olan kitapların birbirini tekrar eden, özgün olmayan, çok önemli yeni bilgileri barındırmayan, eğer Osmanlıca’dan belge çevrilerek hazırlanmışsa, belgeyi çevirenin bile bilinmediği gibi eksikleri barındıran kitaplar olduğu görülüyor. Birden çok Pir Sultan, Hatai görüşleri ise halen devam eden kesinleşmemiş, ispatlanmamış tezlerdir. 
Ama sorunun asıl öznesi olan yok sayma, çarpıtma, kendine mal etme durumları akıl almaz sorunlarımızdandır. Böylesine zengin bir geçmişi ve çeşitliliği olan halk edebiyatı, ozanlık geleneği üzerinde ne kadar çalışma yapılsa azdır. Ama ortaya bilimsel bir eser koyma iddiası önemli bir iddiadır, bu kapasitede insan yetiştiremiyorsak bu da Türkiye’ye özgü bir başka sorunun adıdır. Zaten devlete dayanan ve ona yaranan, ondan beslenen “sağcı kesim” Alevi Bektaşi değerlerini özünü boşaltıp, kendilerine mal etme, onları kılıktan kılığa sokup kimliksizleştirip, kendi dünya görüşlerine göre, kendilerince yeni yeni Pir Sultanlar, Sarı Saltuklar yaratma konusunda hiç sınır tanımıyorlar. Onlar fütursuzca halkın kültürünü yağmalaya devam ediyorlar. Bu tarafta ise kayıkçı kavgası devam ediyor, Aleviler, Alevi aydınları, Alevi kurumları Alevilerin Bektaşilerin kendi dünya görüşlerini oluşturan, olgunlaştırıp bugünlere getiren büyük ozanlarına, düşünürlerine sahip çıkamıyorlar. Hatta onlara bu kültüre ihanet ediyorlar. Yani Alevilikle ilgili yazanları bu arada ozanların tarihi kimliklerini, eserlerinin derinliklerini yazanların da bir kez daha irdelenmesi gerektiğini söylemeliyim.

 

Sevgili Ayhan siz hem şair hem de yazarsınız. Sözlü ve yazılı kültür arasındaki farklılığı ortaya koyarak Alevi edebiyatının sözlü kültüre dayalı olduğu ve yazılı kültürle beraber yeniden biçimlenişini nasıl değerlendiriyorsunuz?

 

Şair olabilirsem, zil takar oynarım. Yeryüzünde en çok sevdiğim şey şiirdir. Ben duygu ve düşüncelerimi sözcüklerle basit bir şekilde dışa vuruyorum, hepsi o. Bana şair dediğiniz için sağ olun var olun, Allah tüm dileklerinizi yerine getirsin.

Bir Alevi Bektaşi yazılı kültürünün olduğunu söylemeliyiz. İster baskılar, ister imhalar, ister korkular, ister imkansızlar nedeniyle deyin sayısı çok az görünse de, aslında küçümsenmeyecek kadar çok bir Alevi Bektaşi klasik yazın ürünlerinden bahsetmemiz gerekir.

Evet, özellikle büyük ozanların ürünleri başta olmak üzere sözle bugünlere gelen çok büyük bir edebiyat birikimi barındıran Alevi – Bektaşi Sözlü Kültürü, aslında Anadolu ve Rumeli halkının, toplumsal hafızası, toplumsal bilinci, toplumsal ruhunun atar damarlarındandır. Anadolu ve Rumeli Türk ve Kürt halk kültürünü besleyen ana damar Alevi Bektaşi sözlü kültür ürünleridir. İşte Alevi edebiyatı da sözlü kültür ürünleriyle gerçek varlığına ulaşır.

Tüm bu ürünlerin her türlü yol ve yöntem kullanılarak derlenmesi konusunda da bence önemli çalışmalar yapılmıştır. Bu alanda önemli boşluklar olsa da yapılanları da küçümsemek olanaksızdır. Yani sözle, sazla dilden dile, gönülden gönüle gelen ve Alevilik Bektaşilik dediğimiz öğretinin temellerini oluşturan, var eden, onları yansıtan sözlü kültür ürünleri, edebiyat ürünleri artık yazılı hale gelerek onlar da Aleviliğin Bektaşiliğin klasik eserlerine dönüşmektedir.

Yalnız sorunuzun altında yatan sorun burada tüm çıplaklığıyla bir üstteki konuyla bağlantılı olarak ortaya çıkıyor. İşte bütün mesele hem sayı bakımından bu çalışmaları arttırmak ama daha da önemli bu işi çok ciddiyetle yapmak, bilimsel yol ve yöntemlerle yapmaktır. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek çok önemlidir. Bu hem Edebiyatın hem Aleviliğin Bektaşiliğin ana sorunlarından birisidir. Yani bir çok ozanın şiirinin bir birine karıştığına tanık oluyoruz. Günümüzdeki ozanların eserlerinin derlenmesi konusunda bile sıkıntılar var. Ama daha vahimi ürünlerin yer ve el değiştirmesi meselesi de var. Bu konuyu Ezeli Dost senden iyi bilen yok. Hepimizin şok geçireceği bilgelere sen sahipsin. Bazı ozanların hem de çok sevdiğimiz isimlerin bu konuda neler neler yaptığını senin çalışmalarından öğreniyoruz.

Bir diğer önemli sorun da, bu derlemeleri, toparlamaları yapmanın halk kültürü ürünlerinin, ozanların eserlerinin özgünlüğünü azaltıp azaltmayacağıdır. Çünkü bir şiir, bir anlatı, bir öykü, bir mesel, bir masal söylendiği ortamda bir başka anlamdadır, büyüdedir, önemdedir. Onu alıp yazılı metinde, çok farklı şekillerde tasnif ederek kalıplara sokarsak ki, bu mecburen oluyor, özgünlükler kayboluyor, kaybolabiliyor. İşte bu da Halkbilim (folklor)’un alanına giriyor. Bence bu konuda Türkiye’de yetişmiş insan çok az. Bu toplum da, zaten bu devlette, bu millette bunların değerini anlayamıyorlar, onları destekleyemiyorlar.

Kimi Yazarlar Aleviliği sadece Anadolu’ya özgü bir inanç olarak değerlendirirken kimi yazarlar onu çok daha geniş bir coğrafyaya yayıyorlar; İç Asya’dan Mezopotamya’ya Anadolu’dan Trakya’ya kadar. Bu geniş coğrafyadaki Aleviler inancın temel esaslarında birleşiyorlar mı? Yoksa yaşadıkları bölgelerde ki karakteristik özelliklerinden dolayı farklılıkları var mı?

Alevilerin Bektaşilerin yayıldıkları tüm coğrafyalarda onları tanımamıza ve tanımlamamıza yarayacak birçok ortak yönlerinin, davranış biçimlerinin, yaşam şekillerinin olduğunu söylemeliyiz.

Alevilerin dünyaya bakışları, Tanrı algılayışları, tapınım biçimleri, birçok olay karşısındaki tepkileri, insancıllıkları, ölüm karşısındaki tavırları, Kuran ve diğer kutsal kitaplara-metinlere yaklaşımları, dağ-orman-ağaçlar- suya inançları, eren-evliya-kutlu kişilere bakışları, saz sevmeleri, ozan sevmeleri, kutlu sözlere bağlılıkları, lokma vermeleri, “Ali-Hasan-Hüseyin-Fatıma-Hatice- Kerbela-Muharrem” isimlerinin derin etkileri hemen her coğrafyada benzerdir.

Dolayısıyla bir Alevi’yi, Bektaşi’yi Alevi ve Bektaşi yapan şeyler nelerdir, deyince birçok ortak nokta sıralayabiliyoruz.

Bir kere Sünnileşmemiş, Şiileşmemiş veya başka bir inanç ve dinin çok derin etkisinde kalmamış Alevi Bektaşi topluluklarında ciddi farklılıklara rağmen “inancın temel esaslarında” birleşme vardır. Ama burada bizim inançtan neyi anladığımız da önemlidir. İnanç öğesi olarak sırf şekilsel benzerliklerse söylenen; muharrem orucu, cem, dede, gözcü, görgü, tarik, buyruk, çerağ, semah, ana, zakir, saz vd. evet bunlarda benzerlikler vardır. Her ne kadar bu kavramlar hemen her toplumda, her kesimde farklı algılansa, değerlendirilse de benzer çağrışımlar daha fazladır. Fakat Aleviliğin değerler sistematiğini ele alırsak, Alevi ozan ve düşünürlerinin görüşlerini, hayatlarını, eserlerini ele alırsak, dört kapı kırk makam kavramını ele alırsak, burada elbetteki hem yöresel, hem de yapısal, kurumsal farklılıklar daha fazladır. Anadolu kırsalında dağlar başında kışın üç ay boyunca yolları beklenen bazen Hızır yerine konulan dedelerden, o da gelirlerse, dinlenecek üç nefes, iki kutlu söz ve dua orada bulunan Kızılbaş toplulukları için cennetin kendisi olurken, kent merkezlerinde Harabi Divanı’nı ezbere bilen Bektaşi Tekke ve Dergahlarındaki babaların ve dervişlerin duygu ve düşünceleri dünyaları elbette aynı olamaz.

Sorunun ikinci bölümü de önemli elbette. Yaşanılan coğrafya inançta ve kültürde çok önemli ayırt edici bir yöndür. Mezepotamya’ya, Ortadoğu’ya yakın olan yörelerdeki ritüeller ile Traklar’ın hakimiyetindeki Balkanlar’da, bir dönem Hıristiyanlık merkezi olan Kapadokya’daki ve de Hititlerin hakimiyetinde Çorum ve İç Anadolu merkezindeki inanç pratikleri yani riüteller arasındaki farklılıklar ve ayrı ayrı zenginliklerin varlığı doğrudan o yöredeki geçmiş kültürlerle ilgili olduğu bir gerçektir.

Bir de etkileşim olarak zaten Anadolu ve Balkanlar bir kültür köprüsü niteliğindedir. Ama örneğin daha kırsalda, dağlık alanda bulunan Alevi-Kızılbaş topluluklarıyla ana yollar üzerinde bulunan, sahillerde bulunan Alevi – Kızılbaş- Bektaşi toplulukları arasında da farklılıkların olduğunu söylemeliyiz. Bunlar yaşamın her yanına yansımıştır, sadece inanca değil.

Evet sorunuzdaki gibi rahatlıkla, “karakteristik özelliklerinden dolayı farklılıklar” vardır diyebiliriz.

 

Trakya konusunda uzman bir gazeteci yazarsınız. Trakya’da yaşayan Aleviler kendini Alevi olarak mı görüyorlar yoksa Bektaşi olarak mı görüyorlar? Ya da ikisinin arasında fark var mıdır?

 

Trakya ismi Hititler gibi kadim tarihi bir topluluk ve uygarlık olan Traklar’dan gelmektedir. Bugün Balkanlar’da ve Avrupa’da bu uygarlık araştırılmaktadır. Balkan sözü Türkçe bir sözdür. Dağlık, ormanlık yer anlamına gelir. Türkler ise Trakya’yı da içine alan Balkanlar’a Rum diyarı manasında Rumeli demişlerdir. Anadolu, Kafkaslar, Ortadoğu gibi Trakya ismi de bir bölgesel isimlendirmedir. Bugün Batı Trakya dediğimiz ve Türklerin yoğunluklu yaşadıkları topraklar olan Yunanistan’daki bölgenin doğusunda olan ve Türkiye’de olan bölüm de Trakya olarak nitelendirilir ve Bulgaristan’da bunun bir parçası vardır.

Balkanlar (Rumeli)’deki Aleviler kendilerini; Alevi, Bektaşi, Babai, Kızılbaş, Çarşambalı, Pazarteli gibi adlarla isimlendirmektedirler. Çarşambalı ve Pazarteli; Bulgaristan’da cemlerini hem Perşembe akşamı hem de Pazarı Pazartesiye bağlayan gece (Pazarteli) ile cemlerini aynı zamanda Salıyı Çarşambaya bağlayan gece (Çarşambalı) yani iki gün cem yapan topluluklar olarak isimlendirirler. Başka adlandırmalar da vardır.

Tabii bu konu o kadar derindir ki anlatmaya sayfalar yetmez. Örneğin Türkiye’de de olduğu gibi isimlere bakarak karar vermemek gerekir. Yunanistan’da “dede” olarak nitelendirilen ve buna bağlı olarak Türkiye’de de Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) Ocağı/Dergahı’na bağlı olarak hizmet yürüten aslında baba olduğunu bildiğimiz inanç önderlerine “dede” denmektedir. Bunun gibi Alevi Bektaşi adlandırmaların kime göre neyi ifade ettiği önemlidir. Anadolu’da da biz Alevi-Bektaşiyiz derken halk aslında tam da ruhundakini ortaya koymuş, aslında “biz biriz, bir bütünüz” mesajını da vermiştir.

Ama elbette Alevi Bektaşi topluluklarının kendi aralarında farklar olduğu gibi, Bektaşilik içinde de birçok sürek, yol, erkan farkı olan topluluklar vardır.

Hem Alevi hem de Bektaşi özellikler gösteren yapılar da hem Türkiye’de, hem de Balkanlar’da (Rumeli)’de vardır. Örneğin: Yunanistan ve Türkiye’de yaşayan Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) (Evros (Meriç) İli, Didimityon (Dimeteko), Russo (Ruşenler) Köyü yakınlarında) Erkanı’nda yani o ocak-dergah yapısında hem Bektaşiliğin bir özelliği olarak Babalık, hem de Aleviliğin bir özelliği olan müsahiplik ve semah vardır. Şimdi elbette konuyu bilenler bilir ama uzatmamak için kısa kesiyorum, Bektaşilikte inanç önderliği soydan gelen (ocakzadeliğe dayalı) dedelik değil, liyakate (hak etmeye, uygunluğa, beceriye, isteğe) bağlı olan toplumun karar verdiği babalık sistemi vardır. Babağan Bektaşi Kolu’nda yani Balım Sultan Erkanı’nın sürdüğü kolda semah yoktur. Müsahiplik de çok farklı anlaşılmakta ve uygulanmaktadır. Yola, erkana giren herkes (eşler hariç) herkes birbiriyle bacı-kardeştir. Yani herkes müsahiptir aslında. Ama Alevililik’teki anlamda müsahiplik bu erkanda yoktur.

Bunun gibi Eskişehir Seyitgazi, Arslanlı (Sücaattin) Köyü merkezli, Sultan Süceattin Veli Ocağı-Dergahı’nda da durum benzerdir. Ama burada daha da ilginç bir uygulama vardır. Bir ocakzade pirin soyundan gelen bir dede, buradaki babaların bağlı olduğu, icazet aldıkları, hiyerarşinin en tepesindeki inanç önderi konumundadır. Bu ocak ve dergahta da, hem müsahiplik, hem de semah vardır.

Balkanlar’a bir kez daha bakarsak eğer, Anadolu Alevi – Kızılbaş topluluklarının erkanlarına daha yakın uygulamaların Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türkler arasında daha yaygın olduğunu görürüz.

Batı Balkanlar diyebileceğimiz Arnavutluk, Makedonya, Kosova ve Bosna – Hersek’de ise Balım Sultan Erkanı, yani Babağan Bektaşi Kolu’nun hemen hemen buraya tamamen hakim olduğunu görürüz. Zaten bu gölgede Alevi kelimesinin yaygın olarak kullanılması ki, burada halen Türkiye’deki Alevilerin ve Bektaşilerin varlığından haberdar olmayan geniş kitleler de mevcuttur, bu son yıllarda mümkün olmuştur. Burada “Bektaşi” kelimesi tam anlamıyla bu inanç topluluğunu ifade eden bir terimdi. Buradaki farklı inançlar, dinler, devlet erkanı da “Bektaşi”yi Bektaşi olarak bilmekteydi, bilmektedir de.

Batı Balkanlar’da Arnavut Bektaşiler bu inancı yaşatmaktadırlar. Özellikle Arnavutluk’ta Bektaşilerin durumu diğer ülkelere göre oldukça iyidir. Arnavut devleti, kuruluşunda da rol oynamış Bektaşiliği yasal olarak bir inanç sistemi olarak kabul etmiştir. Ama burada da Bektaşiler çok çileler çekmişlerdir.

Balkanlar’da Alevi Bektaşi topluluklarının, 21 Mart (Sultan Nevruz), Muharrem Ayı ve Orucu’na çok önem verdiklerini söylememiz gerekir. Cemlerin belli başlama tarihleri vardır. Müsahiplik, semah, saz geleneksel olarak bazı yörelerde yaşatılmaktadır. Balkanlar’da başta Türkler ve Arnavutlar olmak üzere bu inancı yaşatan farklı milletlerden geniş topluluklar, çok farklı coğrafyalarda yaşamlarını sürdürmektedirler.

Klasik olarak Türkiye’de Alevilerle Bektaşiler arasında inanç, ibadet farklılıkları burada da devam etmektedir.

Bektaşiler Hacı Bektaş Veli’nin hiç evlenmeden, bir mücerret olarak bu yolu kurup, bu yola hayatı boyunca hizmet ettiğine inanmaktadırlar. 
Bir söyleşi boyutunda bunları söylemeliyim.

 

Avrupa’yı Asya’yı Afrika’yı gezen bir çağdaş Seyyahsınız. Alevi Yazar ve Aydınlar arasında sizin kadar Alevilik konusunda diyar diyar gezen başka kişi var mı bilmiyorum. Buradan hareketle Alevilerin kendi içinden çıkardıkları yazarına aydınına yaklaşımı nedir?

 

Eyvallah ilginize çok teşekkür ediyorum. İmkanlarım ölçüsünde gezmeye çalışıyorum. Sevgili dost gerçekten benden daha çok gezen yazar dostlar var. Onlara da haksızlık etmek istemem. Üstelik ben özlemini çektiğim gerçek araştırmaları ve gezileri de yapamadım. Ama her fırsatta gezmeye çalışıyorum.

Aleviler olsun bunun bir kolu olarak vücut bulan Bektaşiliğe bağlanmış Bektaşiler olsun, bence kendi değerlerine gerçekten sahip çıkmıyorlar. Fedakar, vefalı bir toplum olduğumuzu bir çok Sünni kökenli hocadan, dosttan duydum. Ben de nankör bir insan değilim, sevilen bir insanım, insanları çok seven bir insanım ama bizim toplumun çok da vefalı bir toplum olduğunu söyleyemeyeceğim. Alevileri de Bektaşileri de abartmamak lazım. Heyecanlı, aşk dolu, meraklı bir topluluk ama çok az okuyan, balık hafızalı bir topluluk aynı zamanda. Günübirlik yaşayan, toplumsal belleğe, eğitime, bilime, kültüre aslında çok da değer vermeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Bazı gerçekten de entelektüel, aydın yazarlar “demokrasi, laiklik, Atatürkçülük” gibi kavramları anarak, Alevileri öve öve bitiremezler. Alevilerin Türkiye için bir sigorta olduğunu söyleyenler de vardır. Tabii Sünniler neden sigorta olmuyor da Aleviler Bektaşiler oluyor, onu da ayrıca sormak lazım. Bunlar boş laflardır bana göre. Birilerini çok pohpohlamak bezen bir kişiye bir topluma da zarar verebilir. Neyse duygusal, insancıl yanı ağır basan, sevgi dolu bir topluluktur Aleviler- Bektaşiler. Ama kendi bilim insanlarını yetiştiremeyen, gazete ve dergilerini yaşatamayan, okumayan, birbirinin önünü kesen, zaman zaman bencillik yanı ön planda olan bir toplum nasıl aydın bir toplum olur? Ben bunu sormak zorundayım.

Neyse, sorunuza yanıt olarak sonuçta; Alevi toplumu genel manada aydınına, yazarına, bilim insanına fazla sahip çıkmıyor. Ama Alevi Bektaşi toplumu daha çok sanatçısına sahip çıkan, popüler olan isimlere sahip çıkan, onları göklere çıkaran bir toplumdur.

 

Bütün Alevi Federasyonlarını yakından tanıyan bir Alevi yazarsınız. AABF, DABF, PİR SULTAN, HACIBEKTAŞ, CEM vs. Bütün bu federasyonların birleşip DÜNYA ALEVİLER BİRLİĞİ adı altında bir çatı örgütüne gitmelerinin gerekliliğine inanıyor musunuz? Yoksa bu düşünce gerçekçi değil mi?

 

Sevgili dost bu pek alada mümkün olabilir. Bunun önündeki en büyük engel bu kurumların başlarında bulunanların yıllar yılı halkı kandırarak onların beynine yerleştirmeye çalıştıkları gerekçeler değildir. Tümüyle kişisel ihtiraslar, menfaatler, gerçekten de başkaları tarafından kullanılabilir yapıda olmalarıdır.

Ne diyorlar yıllar yılı bu zatı muhteremler; o kurumun başındaki devletin adımı, o kurumu devlet kurdu. Diğeri de, onlar PKK’ya hizmet ediyorlar, dinsiz, imansız, bölücü insanlardır, işsiz güçsüz Alevileri kandıran insanlardır o kurumun başındakiler. O Türk devletinin adamıdır, yok o Alman istihbaratına hizmet ediyor, diye diye birbirini açık açık suçlayıp karalayanların aslında söyledikleri sözlerin anlamını bilmemelerinden değil bu fütursuzlukları… Birbirlerini suçlaya suçlaya, birbirine çamur ata ata ayakta kalmaya çalışan tiplerdir bunlar. Hepsi de aslında bu kurumların başlarından gitmeleri gereken tiplerdir.

Kurumlar maalesef bugün; oranın başındaki sözde liderlerin ve oraya yapışmış, orada kemikleşmiş gerçekten de o kurumları her yönüyle sömürün (sadece parasal olarak değil, mevki, siyasi ikbal vd.) yıllar yılı her türlü yolu kullanıp orada kalmayı başarma üstün becerisini gösterebilmiş asalaklar yuvaları olmuştur. İlk önce Alevi Bektaşi halk hareketi gerçekten hareket geçip onların tümünü oradan temizlemelidir. 
Yüzde doksanı klasik, geleneksel anlamıyla “Alevi Bektaşi Kimliğinde” yaşayan halk tabanın bir sorun yok. Gerçekten de köken olarak, yöre olarak nereden gelirse gelsin, kim olursa olsun birbirine çok benzeyen, aynı yolun yolcusu olan bu toplumun bugün dağınık olması, devletin insanların kafasını karıştırması, yukarıda söylediklerim, toplumun önünü açan gerçek dedelerin, babaların, aydınların, yazarların bulunmaması, ya da onların saf dışı edilmesi, başka başka nedenler bu kurumların birleşmesinin önündeki en büyük engeldir.

Şimdi diyecekler ki, Ayhan Baba yine üfürdü. Evet, bu haliyle sözlerim kırıcı belki hayalci gelebilir. Aydınının, yazarının kafası karışık, cesaretsiz, menfaati için bu konuda ciddi atmayan, parça parça edilmiş ocaklarıyla, o ocakların şimdi parayla satın alınabilen bazı sözde dedeleriyle, sazını menfaat için çalabilen bazı sözde ozanlarıyla da bu zor görülüyor. Ama siz soruyorsunuz, ben de söylüyorum. Bu toplumun bugünün röntgenini çekmek çok zor değil, çözümleri de sıralamak çok zor değil. Ama bunları uygulamak, özlenen o birliği kurmak bugün bu haliyle zor görülüyor. Ama en acısı da bu durum böyle giderse, devletin asimilasyoncu çabalarıyla bizler kendi kendimizin düşmanı olarak onunla yarışacağız. Devletle birlikte, devletin Diyaneti’yle birlikte, tam zıttı gibi davranır görünüp aslında onlarla birlikte yok edeceğiz bu güzelim inanç öğretisini.

 

Bu kadar büyük devasa Alevi örgütlülüğünden söz ediyoruz bunlar bir akademi oluşturup orada da Alevi yazarların çalışmalarına katkı sunmak onları desteklemek gibi bir hizmet kurumu oluştursalar diye düşünüyorum çok mu ütopik olur benim bu istemim?

 

Hayır, ütopya değil, benim özlemimi söylüyorsunuz. Bu toplumu bir ölçüde derleyip toparlayacak en önemli çaba bu olur sanırım. Ben bunu görür de ölürsem gözlerim açık gitmez. Bu boş bir laf değil, bir gerçektir.

Alevi Bektaşi toplumu kendi öğretisini, inancını, kültürünü artık ne derseniz deyin, tarihi boyutlarıyla ve her yönüyle sorunlarıyla konuyu araştıracak bir bilim kurulunun rehberliğinde bir enstitü kurmazlarsa bu benim söylediğim sorunları bozuk plak gibi sürekli yineler, dururuz. 
Alevi Bektaşi toplumu bir yerlerden başlamalı, bir adım atmalıdır, geleceğe dair. Gençlerimizin, çocuklarımızın geleceği bizim ellerimizdedir. Alevi Bektaşi kurumları bu halleriyle devletin yok edici, asimilasyoncu yapısı kadar Aleviliğe Bektaşiliğe zarar vermektedirler.

Ya birleşsinler, bir olsunlar, tüm güçlerini bir araya getirip enstitü kursunlar, ya da tümü tüm görevlerini bıraksın artık çoktan hak ettikleri emekliliğe geçsinler. Ama korkarım ki bu egolar onlarda olduğu müddetçe, bu bilinçsizlik bu toplumda olduğu müddetçe, bu ürkeklik, korkaklık ve bu kurumlardan beklentiler bu yazarlarda olduğu müddetçe bu günleri zor göreceğiz.

 

16 kitap yazdınız ve bunların büyük çoğunluğu alan çalışması ve söyleşilerden oluşuyor. Canlı hafızayı esas alıyorsunuz. Yöntem olarak daha mı doğrudur bu çalışma tarzı?

 

Tek doğru olmasa da yapılması gereken önemli bir gayret ürünü bunlar.

Sevgili dost, gerçekten ben bunu bilinçli olarak yapmaya başladım ve o yolda yürüyorum. Yani ne çalıştığım kurum, ne devlet kurumları, ne de diğer Alevi kurumları bu konuda bana yol gösterici ve yardımcı olan bir yaklaşım sergilediler.

Benim yaptığım belki çok abartılacak bir şey değil ama benim gibi gerçekten on beş yirmi kişi daha bu şekilde çalışmış olsaydı-olsa bu alanda bir önemli boşluk dolardı-dolar.

Elbetteki bugünün hafızasının kayıtlarını derlemek önemli bir gayret ama buna benzer işler de yapılmalıdır. Örneğin bir enstitüye sahip olsak ve bunun bir parçası, bir kolu da benim yaptığım gibi sözlü kültürü derlemeyi hedeflese bir yol alınır. Bu kurulun da birçok hedefi olabilir. Bunlardan birisi de evlerde sandıklarda tozlanan, küflenen, bozulmaya başlayan eski ses, görüntü kayıtlarının, fotoğrafların, belge niteliği taşıyan her şeyin bir kopyasının derlenmesi gayretidir. Ben inanıyorum ki halkımızın elinde kim bilir neler, neler, ne kayıtlar vardır?

Bunlar bir yandan derlenecek, bir yandan işin uzmanları bunları değerlendirecek, kasetler deşifre edilecek, yazılı metin olarak işlenecek, bunlar yayınlanacak. Sözlü kültür yazılı hale geçirilecek. Yani bir yandan yazarlar kitaplarını yazarken, bir yandan bilim insanları, tarihçiler araştırmalarını yaparken, yine bir yandan da sözlü kültür ürünlerinin son elli yıllık birikimleri derlenip-toparlanacak, yazılı hale gelecek. Bu alanda olması gereken budur bana göre.

Uğraşılarınız derseniz?

Söyleşiler, geziler, kayıtlar. Bu çok zor, zahmetli, masraflı bir uğraştır. Binden fazla söyleşi yaptım, Türkiye’de, Balkanlar’da, Batı Avrupa’da, İran, Irak, Suriye’de bazı çalışmalarım oldu. Tüm bu yörelerden görüntü, ses kaydı, fotoğraf kayıtlarıyla bir arşivi oluşturmaya çalıştım. Daha çok kurum odaklı olan çalışmalar bünyesinde çalıştığım Cem Vakfı Arşiv ve Kütüphanesindedir. Yani toplantılar, etkinliklerle ilgili olanlar. Kendi olanaklarımla ve halkımın, dostlarımın da destekleriyle oluşturmaya çalıştığım arşiv kayıtlarım ise bunu belli bir bedel ödeyerek satın alan Şahkulu Sultan Dergahı Dokümantasyon Merkezi’ndedir.

Biliyorsunuz defalarca söylememe rağmen, kendi kendime söz geçiremediğim, belki de hep sevdiğim bir uğraş olarak bu çabaları bırakamadığım için bu, uğraşlara halen devam ediyorum. Şu anda ciddi bir kalp sorunum ortaya çıktı, bundan sonra ne yapacağım tam bilmiyorum. Üstelik elde edilen malzemenin önemli bir kısmı henüz değerlendirmedi de. Onları değerlendirmeden, yenilerini yapmak da beni yoruyor. Ama şunu düşünüyorum, ben toparlayayım, elbet bir gün bunlar değerlenir. Ama bakıyorum bu konuda hiçbir ciddi çalışma da yok. Yüzlerce kasette, yüzlerce söyleşi… Bilim insanları, araştırmacı yazarlar ama onlardan da önemlisi dedeler, babalar, ozanlarla yapılan söyleşiler… Özellikle yirmi yılda önemli bir malzeme toplanmış oldu. Çok ama çok isterdim ki, bu bir ekiple, alet-edevat, malzeme sıkıntısı olmadan yapılsın. Benim ne arabam var, ne de çalıştığım kurumun arabası bu işe tahsis edildi. Özellikle bu çalışmaları yapmak için tek bir kuruş ödenek ayrılmadı. Cem Vakfı bünyesinde olsam da, iki yıl kadar işsiz kalsam da, Şahkulu Dergahı’nda olsam da, tüm bunları kendi sınırlarımı zorlayarak ve çoğunlukla aşarak yaptım. Çünkü bunlar gerçekten parayla oluyor. Milletten isteye isteye toparlayabildiğim paralarla, bu yola gönül vermiş insanların evlerinde kalarak, onların de desteğiyle bu çalışmalar oldu. Ben bir kazanç beklentisiyle bunu yapmadım da. Bunlar gerçekten parayla yapılacak gibi de değil.

Projelerle ve “üst düzey ilişkilerle” birçok kişinin, kurumun “Alevilik Bektaşilik Araştırma Projeleri” ile devletten ve Alevi kurumlarından ne kadar önemli paralar “götürdüklerini” de biliyorum.

Yirmi yılda yaptığım insanüstü gayretle elde ettiğim malzemenin, ciddi paralarla yapılan sözde projelerden elde edilen verilerden daha çok veri içerdiğini görüyorum. Aslında buna seviniyorum da. Çünkü gerçekten kuruşu kuruşuna benim bu çalışmalar için toparladığım paralar bellidir. Ben aşkımı verdim, canımı verdim, sevgimi verdim, zamanımı verdim, özverili bir şekilde, maddi bir beklenti içinde olmadan, büyük imkânsızlıklar, engeller, engellemelerle bu işleri yapmaya çalıştım. Sonuçta Şahkulu bunları en azından satın alarak değerlendirdi. Ama asıl olan bunların bilim dünyasına, araştırmacılara, halka ve öğrencilerimizin kullanımına açılmasıdır. Bu konuda Şahkulu bir adım attı, umarım arkası gelir.

Benim gibi aşkla bu işler için çırpınan insanların Alevi kurumlarında desteklenmediklerine, devletin zaten bizi yok saydığına tanık oldum.

Bu topluma bazen diyorum yaranmak için, hırsız olacaksın, üçkâğıtçı olacaksın, şarlatan olacaksın, epey bir ağlayacaksın, bazen de “prof.” Veya “dede” gibi kimliklere sahip olacaksın. 
Ben karşılaştığım sorunları yüzde birini yazdım. Üzgünüm. Buna rağmen bunları okuyan meraklı, genç, yetenekli gençler ne düşünürler? Bilmiyorum.

Devletin de, Alevi kurumlarının da, iş adamlarının da bu alanda yapılan çalışanları desteklemeleri gerekir diye düşünüyorum.

Muhabbet ehline aşk ile…

25 Mayıs 2017, Perşembe

 

(*) Ayhan Aydın.

Gazeteci – Yazar.

Gümüşhane, Şiran, Yeniköy’de doğdu (1 Mayıs 1969).Tuzluçayır Lisesi’ni bitirdi (1988). Aynı yıl Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Daha sonra İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’ne geçti ve aynı fakültenin Gazetecilik Bölümü’nden mezun oldu (1994).

Aynı yıllarda kaleme aldığı yazılar çeşitli dergilerde, bu arada kültür sanatla ilgili olanları; Folklor/Edebiyat, Damar, Ada, İzlek, İnsancıl, Cumhuriyet Kitap’ta yayınlandı.

1992-1996 yılları arasında Cem, Nefes, Pir Sultan Abdal dergileriyle; Radyo Mozaik’te çalıştı.

1996 -1997 arası Genelkurmay Karargâhı’nda “Bülten Subayı” olarak askerliğini tamamladı.

1 Eylül 1997’den, 1 Aralık 2013’e kadar; toplam 16 yıl CEM Vakfı’nda; başta Basın Halkla İlişkiler Birimi olmak üzere birçok birimde görev aldı.

Bir dönem Cem Dergisi Yayın Yönetmenliği görevini üstlendi. Cem Radyo’da ve Cem Televizyonu’nda, başta Alevilik-Bektaşilik konularında olmak üzere; gönüllü olarak yaklaşık 600 program hazırlayıp sundu.

Şahkulu Sultan Dergâhı Kütüphanesi’nin düzenlenmesinde ve basın halkla ilişkiler biriminde görev aldı.

Ocak 2014’ten, Haziran 2014’e kadar Barış Televizyonu’nda programcı olarak çalışan ve 50 program hazırlayıp sunan Ayhan Aydın; Alevilik Bektaşilik konusunda farklı kesimlerden insanlarla ülkemizde en çok söyleşi yapan kişi unvanını taşımaktadır.

Özellikle halk inancı ve kültürüne, edebiyatına ilgisinden dolayı çalışmalarını Alevilik/Bektaşilik üzerine yoğunlaştıran Aydın, bu konularda bilim adamı ve araştırmacılarla; Alevi dedeleri ve Bektaşi babalarıyla; halk ozanları ve sanatçılarla yaptığı söyleşilerine; Türkiye’deki ve Balkanlar’daki yerel araştırmalarına, Batı Avrupa ve diğer ülkelerindeki gezilerine ve söyleşilerine devam etmektedir.

Ayhan Aydın; günümüz Alevi/Bektaşi inanç ve kültürünün sözlü kültür ürünleriyle, yaşayan değerlerini derleme konusunda da önemli bir arşiv çalışması yapmaktadır. Bu çalışmalarıyla; bugünün dedelerini, babalarını, ozanlarını, yazarlarını; yürütülen cemleri, ulusal ve uluslar arası etkinlikleri, anma törenlerini, türbe ve dergâhları, köyleri vd. belgeleyen ses, görüntü ve fotoğraf arşiviyle önemli bir boşluğun giderilmesi konusunda da öncü bir çalışma yapmıştır.

Bu çalışmalarının ürünlerini Şahkulu Sultan Dergâhı ve CEM Vakfı’nın arşiv, dokümantasyon merkezleri ve kütüphanelerinin oluşması için bu kurumlara devretmiştir. Ayhan Aydın tümüyle şahsi olanaklarıyla hazırlamış olduğu 800 kasetten oluşan kişisel kamera kayıtlarını, 300 ses kasetini, on beş binden oluşan fotoğraf arşivini Şahkulu Sultan Dergâhı arşiv, dokümantasyon merkezine devretmiştir.(Şahkulu Sultan Dergâhı yöneticileri bu devir karşılığı kendisine bir telif ödemesi yapmıştır.)

Ayhan Aydın, amatör ruhla hiç ara vermeden alanında en ciddi arşivlerden birisi olan ve yaklaşık 50 bin kareden oluşan; Aleviliği-Bektaşiliği- Anadolu ve Balkanlar’ı içeren, çektiği fotoğraf filmlerini sponsorlar aracılığıyla CD ortamına aktarmıştır.

Ayhan Aydın, Alevilik Bektaşilik konusu dışında büyük bir ilgi duyduğu kültür, sanat, edebiyat’la ilgilisini de sürdürmüş bu alanda uğraş veren aydınlarla söyleşiler yapmış ve yapmaya da devam etmektedir. Bu konuda bir kitap çıkarmak için çalışmaktadır.

Ayhan Aydın, özellikle Balkanlar’da (Rumeli) yaşayan Türk toplulukları, Alevi Bektaşi inanç ve kültürü ve yaşayan değerleri araştırmak üzere sponsorlar desteğiyle 20 kez Balkan ülkelerine gitmiştir. Aydın, aynı şekilde sponsorlar aracılığıyla; İran, Suriye, Irak’a giderek buradaki kutsal mekânları ziyaret etmiştir.

Ayhan Aydın, yine yarattığı kişisel fırsatlarla; 2013 (2), 2014 (1)’de Avrupa’da yüz günlük bir gezi yapmış, Batı Avrupa’daki Alevilerin durumları hakkında uzun bir gözlem yapma ve bunları yazıya dökme şansına ulaşmıştır.

Bugüne kadar yurt içi ve yurt dışında yüzlerce söyleşi, panel ve sempozyuma katılan Ayhan Aydın; bundan sonra da Doğu’ya ağırlık vererek İran, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan, Irak, Suriye ve Ürdün’deki Türk topluluklarını ve Alevi inancını araştırmak için hazırlıklar yapmaktadır. İmkanı olursa buralara gitmek istemektedir.

Ayhan Aydın 25 yıldır aynı şekilde çalışmalarını sürdürmektedir.

Ayhan Aydın’ın yazı ve söyleşileri; Bahar Berfin ve Folklor Edebiyat dergilerinde

Yayınlanmaktadır.

Ayhan Aydın bekârdır. Hiç evlenmemiştir ve evlenmeyi düşünmemektedir. Bu kadar yoğun çalışmaları bir ölçüde bu sayede olmuştur.

Ayrıca yazar; hiçbir zaman zengin olmayı, yazlık, araba sahibi olmayı vs. düşünmemiştir, düşünmemektedir. Elde ettiği tüm paraları bu çalışmalar için sarf etmiştir. Bu işlerden hiçbir ekonomik fayda sağlamamıştır, bundan sonra da sağlamayı düşünmemektedir.

Tüm bu faaliyetler; yazarın kendi insanüstü gayretleri ve çoğunlukla yine çok inançlı ve duyarlı insanların misafirperverlikleri, kucaklayıcı tavırları, rehberlikleri gibi destekleriyle mümkün olmuştur.

Ayhan Aydın’ın Kişisel Projeleri

Geleneği Yaşatan: 1000 Yazılı Söyleşi

Ayhan Aydın; “Geleneği Yaşatanlar: 1000 Yazılı Söyleşi” ana başlığıyla tümüyle bireysel bir çaba ürünü olarak; Alevilik Bektaşilik konularında başta Türkiye olmak üzere tüm dünyadan bugünün tanığı olan kişilerle yaptığı söyleşileri yazılı olarak derleme konusunda bir proje yürütmektedir.

Bu projenin temel amacı; “sözlü tarih” çalışması sayılabilecek bir sosyo-kültürel ve antropolojik bir gayret ürünü olarak Alevilerin Bektaşilerin bugünkü temel temsilcileri sayılan; dede, baba, ozan, zakir, yazar, bilim insanı, kurum temsilcisi vd. yaşayan aktörlerinden, söyleşilerle, yukarıda bahsedilen arşivlerin dışında da, elde ettiği sözlü bilgileri yazılı hale getirmektir.

Bu proje kapsamında alan araştırmalarından elde ettiği malzemeleri değerlendiren yazar; bir tutku halinde, hiç ara vermeden, tümüyle kendi çizdiği çalışma ilkeleri çerçevesinde ve kapsamında söyleşi yapmayı, araştırma gezilerine katılmayı, bu alanda okumayı sürdürmektedir.

Sadece malzemeyi elde etmeyi değil, bunu yazılı olarak başta Türk toplumu, gençler ve araştırmacılar olmak üzere insanlığın hizmetine, yararına sunmayı kendisine bir görev edinen yazar; bu konuda gazeteciliğin ilkeleriyle hareket etmektedir.

Yazar, sonuçta tüm gayretlerini; söyleşilerini, gezilerini, gözlemlerini bir bütün halinde kitaplaştırmayı hedeflemektedir.

Rumeli (Balkanlar)

Bu çalışmalar bağlamında; Ayhan Aydın özellikle sevdalısı olduğu Rumeli (Balkanlar) konusunda bir araştırma gayreti içine germiştir. Bu sadece yöreyi ziyaret, televizyon programları, söyleşiler şeklinde değil; bu yöredeki yaşayan Alevilik Bektaşilik konusunda alan araştırması yapmak, inanç önderlerini tespit etmek, onları toplamak, yaşayan kültür ve inanç dinamiklerini derlemek konusunda olmuştur ve olmaktadır.

Ahmet Hezarfen Ve Çalışmaları

Özellikle kendi doğup büyüdüğü topraklar olan Rumeli’yle ilgili yoğun gözlemleri, yazıları, incelemeleri olan; Bir araştırmacı olarak Ahmet Hezarfen’in çalışmaları konusunda da bir gayret gösteren Aydın, Ahmet Hezarfen’le onlarca söyleşi yapmış, yayınladığı her şeyi derlemeye çalışmış, yaşamını, çalışmalarını çok yakından gözlemleyerek birisi yayınlanan iki kitabın hazırlıklarını yapmış, eldeki malzemeyle bir kitap çalışması daha yapmayı planlamaktadır.

Yayınlanan Kitaplar

1. İzzettin Doğan’ın Alevi İslam İnancı, Kültürü İle İlgili Görüş ve Düşünceleri, CEM Vakfı Yayınları, 2000, İstanbul. (3. Baskı)
2. Günümüz Alevi Halk Ozanları, CEM Vakfı Yayınları, 2004, İstanbul.
3. Ekin İdik Olduk Harman (Alevilik-Bektaşilikle İlgili Haberler, Etkinlikler, Söyleşiler, Yorumlar, Fotoğraflar), Kahraman Ofset, 2005, İstanbul.
4. Günümüz Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Nusayri İnanç ve Toplum Önderlerinin Görüş ve Düşünceleri, CEM Vakfı Yayınları, 2006, İstanbul.
5. Akademisyenlerle Alevilik-Bektaşilik Söyleşileri, Horasan Yayınları, Ekim 2006, İstanbul (İlki Pencere Yayınları 1997, / Kahraman Ofset, 2003)
6. Araştırmacı Yazarlarla Alevilik-Bektaşilik Söyleşileri, Horasan Yayınları, Ekim 2006, İstanbul (İlki Pencere Yayınları 1997, / Kahraman Ofset, 2003)
7. Deliorman’ın Koca Çınarı: Ahmet Hezarfen, Yaşamı, Çalışmaları, Anıları, Yazılarından Örnekler, Niyaz Yayınları, Ocak 2008, İstanbul.
8. Abidin Özgünay: Yazar, Yayıncı, Cem Dergisi Kurucusu, Niyaz Yayınları, Ocak 2008, İstanbul.
9. Erenler Bahçesi, Trakya ve Anadolu’da Alevilik/Bektaşilik Araştırma Gezi Notları, Can Yayınları, 2008, İstanbul. (2. Baskı)
10. Aydınlar- Kanaat Önderleri - Sanatçılarla Alevilik Bektaşilik Söyleşileri, Can Yayınları, Mart 2009, İstanbul. (İlki Pencere Yayınları 1997, / Kahraman Ofset, 3003)
11. Dostlar Bağında Gönül Seyyahı, Ürün Yayınları, 2013, Ankara.

Ayrıca,

1. CEM Vakfı Anadolu İnanç Önderleri Birinci Toplantısı, Alevi İslam İnancı’nın Öncüleri Dedeler, Babalar, Ozanlar Ne Düşünüyorlar? CEM Vakfı Yayınları, 2000, İstanbul.
2. CEM Vakfı Anadolu İnanç Önderleri İkinci Toplantısı, Alevi İslam İnancı’nın Öncüleri Dedeler, Babalar, Ozanlar Ne Düşünüyorlar? CEM Vakfı Yayınları, 2003, İstanbul.
3. Kitaplarının editörlüğü yapmıştır.

Yayına Hazır Olanlar

1. Balkanlar’da Erenler Bahçesi (Rumeli’de Alevilik - Bektaşilik Gezi Notları).
2. Kültür Dünyamızdan Sesler, Işıklar, Renkler... (Aydınlarımızla Söyleşiler).
3. Alevi İnanç Önderleri: Dedeler, Toplu Söyleşiler (5 Cilt, şimdilik 120 söyleşi).
4. Alevi Belleğinin Taşıyıcıları Olarak Günümüz Halk Ozanları (2 Cilt, şimdilik 100 söyleşi).
5. Alevi Geleneğini Yaşatanlar, Sözün ve Sazın Gücü, (Alevi Önderlerle Alevilik Bektaşilik Ana Söyleşileri).

Yayını Düşünülen

1. Bektaşi Babalarıyla Toplu Söyleşiler (3 Cilt).
2. Balkanlar’da İnanç Önderleri (Toplu Söyleşiler).
3. Balkanlar’da Erenler Bahçesi (Söyleşiler).
4. Ahmet Hezarfen’le Rumeli’den Anadolu’ya; Zorlu Hayatın İzinde... (Söyleşiler, Belgeler, Anılar)
5. Ahmet Hezarfen’in Yazıları, Belgeleri, Çalışmaları; Bulgaristan Razgart’ta Bir Türk Ereninin Kurduğu Köy: Yonkovo (Yunus Abdal).

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile