Makedonya Gezisi Ekim 2016
Erenler Katarı Gezileri
Balkanlar (8-20 Eylül 2016)
Ayhan Aydın
KURBAN BAYRAMI VE BALKANLAR
Alevi - Bektaşi inancında en büyük kurban İmam Hüseyin’dir. Hz. Hüseyin hayatı boyunca ilke edindiği değerler uğruna, Kerbela’da 73 yoldaşıyla birlikte, zalimin zulmüne boyun eğmeyerek sonsuza kadar yaşama mertebesine ulaşarak ölümsüzlük şerbetini bile bile içmiştir. O inancımızda en büyük kurban, en büyük şehittir.
Ülke kan gölü… Yüzlerce şehit haberi yüreğimizi dağlıyor. Bir de Suriye olayı çıktı. Milyonlarca aç insan varken, emperyalizmin boyunduruğuna sürekledikleri ülkede, şimdiler de özellikle dindar sağcı kesim Avrupa ve Amerika’daki benzerleri gibi büyük bir lüks içinde yaşam sürme yarışında… Muhbirlikle birilerini Fetö’cu diye damgalarken, aslında onlardan zerre kadar farkları olmaksızın Türkiye’yi parselliyorlar… Sözde bunlar dindar, bunlar kul hakkı yemeyenler… Ama bunlar şerefini kaybetmiş, nefsini hırs bürümüş en büyük insanlık düşmanları…
Hal böyleyken Alevi - Bektaşi düşüncesinde insanın “kendi nefsini kurban etmesi” en büyük erdemdir, yol erkân kuralıdır. Yoksa niyet yardımlaşmaysa, gönül almasıyla, Hakk’ı anmaysa, bir gönüle girmeyse bir kilo elma da “kurban”dır. Dini kesim olayı sulandırmayın, diyorlar. Haklılar… İslam’da Kurban Bayramında nelerin kurban edileceği bellidir. Ama artık bu kurban olayının amacını aştığı görülmektedir; neyin öcünü almaktır bilinmez, kurban sadece kan akıtmak, boğaz kesmek gibi bir düşünceye indirgenmemeli, ihtiyaç sahibi kişi ve kurumlara bunların bedeli verilmeli, bağışlanmalıdır.
Balkan Gezisi…
Şu anda Balkanlar’da bir ateş yanıyor… Makedonya’da Tetova’da Harabati Baba (Sersem Ali Dedebaba) Tekkesi bir yağmayı, bir işgali yaşıyor… Burada da bir savaş veriliyor… Kimi kesimlerin, bu arada Bektaşi ileri gelenlerinin de büyük duyarsızlıkları var bu konuda…
Mart-Nisan döneminde 3 hafta çeşitli araştırma ve çekimlerde bulunduğum Makedonya- Arnavutluk gezisinin kalan bölümünü tamamlamak için Hakk nasip ederse bayram boyunca buralarda olacağım… Hedeflerimden birisi de Bosna Hersek’te, Mostar yakınlarındaki Sarı Saltuk türbesini (makamını) ziyaret edebilmek.
Bugün yola çıkıyorum, imkânlar ne elverirse artık bu bölgeye 9 günlük bir gezim olacak.
Bu vesileyle tüm dostların bayramları şimdiden kutlu olsun…
Ölümlerin, zulümleri, açlıkların, adalesizliklerin olmadığı bir dünya özlemiyle hepinizi selamlıyorum. Bu gezinin gerçekleşebilmesine fırsat vererek maddi yardımlarda bulunan bir yol ve gönül insanı Adem Dağıdır’a, Kartal Cemevi Vakfı’na, Muharrem Yılmaz’a çok teşekkür ederim. (Toplam katkı, 1900 T.L.) Görüşmek umuduyla, muhabbetle kalın… Ayhan Aydın, Facebook Sayfamdaki yazım…
Nadime Kültepe
Nadime Kültepe özünü bu yola vermiş Sivas’lı genç bir canımız. Aynı zamanda Yüksek Lisans yapan, Balkanlar’ın sevdalısı, Bektaşiliği araştırmasının yanı sıra tekkelerdeki durumları da yakından takip eden çok duyarlı Nadime Kültepe tüm imkânlarını bu işlere seferber etmek istiyor. Öyle ki Arnavutça öğreniyor, kendisini sürekli geliştiriyor. O da bu tarihte bu çalışmalar için burada oluyor. Onunla gezinin bir bölümünde birlikte oluyoruz. Çalışma sonrasında Balkanlar’da yaptığım çalışmaların ürünleri olan tüm, fotoğraf ve görüntülerin bir kopyasını çalışmalarında yararlanması için kendisine veriyorum. Paylaşım varsa, insanlık ve Alevilik de vardır.
Burada Söylemek Zorunda Hissettim…
Aynı şekilde yine sadece Bektaşilik adına, insanlık adına, benim paradan çok hizmet için çaba harcadığımı göstermek adına, kayıtlarımın bir kopyasını da Arnavutluk, Tiran Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’ne veriyorum. Zaman zaman bu kayıtları televizyonlara büyük paralara verdiğim, sürekli bunların oralarda gösterildiği, yazlık ve ev aldığım dedikodusunun yapıldığını duyduğum, biraz buna sinirlensem de, daha çok acı acı güldüğüm, bu kurumun bazı yöneticilerine sadece ve sadece çok acıyorum. İnsanlar kendileri nasılsa, çoğunlukla karşısındakini de öyle görürler, öyle sanırlar. Din sömürü; Alevilik adına da olsa, Bektaşilik adına olsa çok kötü bir şey. Türkiye’den, Avrupa’dan sonra şimdi görüyorum ki, toplumumuzu kemirip bitirecek bu sömürü Balkanlar’ı da sarmış.
Hayatta çok büyük darbeler yedim; çalıştığım kurumlardaki yönetici-idareci kişiler beni çoğunlukla hakir gördüler, ezdiler ve kullandılar. Bazıları da adice iftiralar attılar. Ama ben özümdeki duygulardan hiçbir şey kaybetmeden yoluma hizmet etmeye devam ettim ve ediyorum.
İster Allah’a inanın, ister inanmayın bu önemli değil. Güzel bir söz vardır, “Hakk doğrunun yanındadır” derler. Ben de buna inandım.
Alevi - Bektaşi toplumu içinde, bu işlerle uğraşanlar içinde, ekonomik durumu en kötü olan kişi sanırım benim. Çünkü gerçekten yıllardır geçinemiyorum, bu konuda büyük zorluk yaşıyorum. Bu konularda kimseden de ciddi bir destek görmedim. İyi kötü işler elimden geldiği halde aslan sosyal demokrat bir belediyenin kültür – basın/ halkla ilişkiler biriminde görev alamadım. Bu konuda Alevi ileri gelenleri, kurumları bana yardımcı olmadılar. En ufak fırsatta yine her zaman ki gibi kendilerine, kendi yakınlarına çalıştılar.
Uzun yıllardır bu yapının içinde olan birisi olarak gördüm ki, birçok kurum başkanı, dede, yazar, şu bu, bu toplumdan sürekli bir şeyler almanın, bu toplumdan yararlanmanın, onu kişisel menfaatleri için bir basamak olarak kullanmanın peşinde oldular.
Bu topluma ben, aldığımdan çok fazlasını verdim.
Vicdanım rahat…
Yolumuz Erenler Katarına, gider…
Ben de özümdeki sevgimle, hizmet aşkıyla, Kalenderi duruşumla, bir derviş, bir yazar, bir derleyici, hizmet eri olarak aldığımdan fazlasını bu topluma verdiğim için en azından onun mutluluğuyla çok rahatım.
Muhabbet ile aşk ile…
Kurban Bayramı’nda Balkanlar’da Olmak…
8-20 Eylül 2016’da bu seneki ikinci Balkan gezimi gerçekleştirdim. Temel amacım her zamanki gibi Makedonya Tetova’daki Harabati Baba Tekkesi’ni ziyaret etmek, belli bir süre orada kalıp dergâh çevresinde yaşanan Bektaşilerle söyleşiler yapmak, sorunları gözlemlemek, burayla olan ilişkilerimi daha da geliştirmekti. Ama bu seneki asıl hedefim, bir Balkan Gezisi’nde yanından geçip gittiğimiz Bosna’daki Sarı Saltuk Türbesi’ne gitmek, başka bazı kentleriyle birlikte Balkanlar’ı daha da iyi tanımaya çalışmaktı.
Kısıtlı bütçemle yola çıktım. Bana bu gezi için yardımcı olanlar dışında, dişimden tırnağımdan arttırdığım biraz da kendi para da vardı. Ama yine de bütçem çok sınırlıydı. Her zaman ki gibi bedelini ödeyip idare etmekten başka yol yoktu. Bilim aşkıyla yanan samimi bir akademisyenden duymuştum, arabamı sattım, yüksek lisansımı daha rahat yaptım, demişti. Ben de gerçekten inandım. İnsanların hepsi, ya projelerle, ya devlet imkanıyla, ya burslarla, ya ciddi sponsor desteğiyle bu işleri yapacak değiller ya, içlerinde aşkını da, sevdasını, yaşamını da bu yolda, yani araştırma yolunda, bulanlar vardır benim gibi… (Bu arkadaş Alevi değildi, başka bir konu çalışıyordu.) Yoksa üç dört türbe gezip, bir iki çekim yaparak, bir –iki geziyle bir yörenin, bir konunun “uzmanı” olanlar yanında tüm özüyle, sevgisiyle, benliğiyle varlığıyla benimsediği işi yapanlar da olacak bu dünyada. Yoksa bu dünya gerçekten de dönmez…
Bünyem çok hassas. Yağlı- kilolu bir vücudum olsa da küçük bir soğukta üşüyorum (belki de gerçek nedeni de budur, bilmiyorum), sıcaktan etkileniyorum. Balkan havası da bana çok iyi gelmiyor doğrusu. Hele de Şar Dağları eteğindeki Harabati Baba Dergâhı’na ne zaman gelsem hastalanıyorum, hava çarpıyor. Bu sene bunun nedenini daha iyi anladım. Yola gönül vermiş, muhip bir can olan Ali Rıza Emini beni bir gün Dergâhın arkasındaki eteğinde yerleşimlerin de bulunduğu, olağanüstü manzaralı Şar Dağları’na doğru çıkarınca, buradan kayak merkezine de yol gider, deyince ben de neden eylülde kar soğunu omuzlarımda hissettiğimi şimdi daha iyi anladım. Evet, Tetova gerçekten çok yüksek dağ silsileleri arasında kalmış bir ova kenti. Nice çam ağaç kümelerinin bulunduğu yollardan giderken ve gelirden yüksek dağları görmek aslında insanda şairlik hissini de uyandırmıyor değil Tetova kenti. Bu dağların eteğindeki Harabati Baba Dergâhı da rüzgârlara açık, soğuğa açık bir yer. Alışan alışmış, hele hele de bizim dervişimiz Abdülmüttalip Bekiri gerçekten hiç üşümüyor. Ama geceleri burası soğuk, hem de çok soğuk oluyor. Ama dağların etekleri olağanüstü güzel, ağaçlık, manzarası çok çok güzel olan yerler.
Ben paranın sınırlı olması nedeniyle yine otobüsü tercih ediyorum. Sınırlarda arama taramalardan sonra nihayet Tetova’ya varıyorum. Geleceğimden haberdar Abdülmüttalip Bekiri her zamanki candanlığıyla beni karşılıyor. Çay, işler, şu bu derken hemen o saat adepte oluyorum dergâhıma ve buradaki yaşama.
MAKEDONYA GEZİSİ
Gostivar, Zdunje (Zudunya (e))
9 Eylül 2016
Geldiğim ilk gün çalışmalara başlıyoruz; Derviş Abdülmüttalip Bekiri’nin köyüne bir gezi gerçekleştiriyoruz. Benim temel amaçlarımdan birisi köyü daha da iyi tanımak, özel bir araştırma konum yok. Nadime arkadaşımız daha çok Sultan Nevruz üzerinde duruyor araştırmalarında. Benim temel düşüncem, hedefim; insanları daha iyi tanımak, onlarla sohbet etmek, yeni bilgiler derlemek.
Gostivar’ın bir mahallesi gibi duran ve bahçelerinden hem kent merkezi, hem de karşıki bulutlu dağların göründüğü Zdunje Köyü yaklaşık 350 hanelik, aslında büyük bir köy. Ancak buradaki 10 hane Bektaşiymiş. Derlediğim bilgilerle aslında kendi asıllarının Bektaşi olduğunu söyleyen buradaki canlar, burada bizlerden önce de Bektaşiler varmış, biz sonradan olmuşuz, diyorlar. El alarak yola girildiğini söyleyen bu gül yüzlü insanların konuşmaları, bilgileri, hafızaları, mimikleri benim iç dünyamdaki çağrışımlarımda, kendi şahsi kanaatimde şunları uyandırdı; bu canlar Anadolu Kızılbaş-Alevi toplumunun bir uzantısı, Türk topluluğudur. Değişimler, dönüşümler vs. olmuş olabilir ama Alevilerin tüm ortak davranış kalıplarını sergiliyorlar. Onlar da Anadolu’daki gibi, Makedonya Kanatlar Köyü’ndeki gibi aynı tarihe, aynı şuura, aynı bilince, aynı kültüre, aynı dile, aynı felsefeye, aynı yaşam tarzına sahipler. Bektaşiler arasında gezdikçe; bir bıçakla Bektaşileri Aleviler’den ayırmak isteyen kafalara sadece acıyorum, ben.
Sohbetimizde; çok genç yaşında yüksek bilinç düzeyi olduğu görülen Cemal Bekiri (46); “türlü türlü Bektaşiler var. Ama bence en güzeli Hz. Pir Balım Sultan’ın reformcu, kâmil, çerağları yeniden yakan, evliyullahın yolunu temsil eden yorumudur”, diyor.
Selam Bekiri (44) ise, Tahir Emini Baba’dan el aldıklarını, yol yaşının 18 (28 Kasım 1998) olduğunu, Bektaşiliğin insan yolu olduğunu, sevgi ve hoşgörü yolu olduğunu, yolunu çok sevdiğini söylüyor. Haydar Cemil Baba için “Seyran” denildiğini söylüyor. Yani bu seyyah baba manasında kullanılıyormuş. Eşi Şenliye Bekiri (41) de kendisiyle aynı tarihte yola girmiş.
(Bence son dönem Bektaşi babaları içinde ayrıcalıklı bir yere sahip ve Türkiye’den Balkanlar’a gelmiş, bu yörede de kalmış, Bulgaristan’da 1950’li yıllarda Hakk’a nail olmuş Haydar Cemil Baba bile bir Bektaşi babasında olması gereken özelliklerin bir örneğini teşkil etmesi bakımından ayrıca incelenmeyi hak ediyor. Bunu; özellikle, muhipsiz, müritsiz kisve giyip, posta oturan kendisine Bektaşi Babası – Dervişi, diyenlerin daha iyi düşünmesi gerekir.)
Nebi Bekiri (76)
Köyde en bilgili Bektaşi olarak bilinen aynı zamanda 40 yıllık muhip Nebi Bekiri (76) ile görüntülü bir söyleşi gerçekleştiriyorum, inekleriyle baş başa olan gül yüzlü canımla. Mürşidi Kamil olarak isimlendirdiği Kazım Bakali Baba’nın muhibi (Talip) olan Nebi Bekiri bilgilerini bana aktarıyor. (Söyleşiyi canlar YouTube kanalından izleyebilirler.)
Mürşidi Kamil Kazım Bakali’den sonra müteyyillere (evli baba) düştük. Baba bulunur ama mürşit bulunmaz. Elbette müteyyil de iyidir ama mücerret (evlenmeyip yola ölümüne kadar hizmet eden) bambaşkadır. Kazım Bakali Baba vatan, millet için çalışmıştır. O vatan için, yol için, din için işleyen (çalışan) bir mürşittir. Ben kırk yıl önce, açık olan Kosova Jakova (Yakova) Bektaşi Tekkesi’nde yola girdim, nasip aldım. Oraya giderdik, ayn-i cemler olurdu, muhabbetler olurdu, sohbetler olurdu. Nevruzu yapardık, matemi yapardık, yolu sürerdik.
Kamil Kazım Bakali Hakk’a yürüyünce bu sefer Tayyar Gaşi’ye tabi olduk. Sonra ise O Hakk’a yürüyünce Tahir Emini Baba’ya tabi olduk. Yolu sürdük. Buraya 25. Km. olan Kalkandelen (Tetova) Harabati Baba Tekkesi’ne gittik. Ondan sonra da yine hep aynı devam eder, yolumuzu süreriz. Dergâha gideriz.
Nebi Bekiri konuşmasında ayrıca şunlar anlatıyor: Nevruz’da toplanırız, yaparız bir muhabbet. Ali’nin doğumu, o gün toplanırız, kurbanları tığlarız, yaparız bir muhabbet. Temizlik yapılır, türbeler ziyaret edilir, meydanlar açılır, çerağlar yakılır, varsa ayn-i cemler yapılır. Matemde de orucumuzu tutarız, matem yaparız.
Burada Gostivar’da Fatoş (Fatuş) Baba Türbesi var, Aslan Baba Türbesi var. Vurtok Köyü’nde Cafer Baba vardır. Tetova’da dağda Koyun Baba türbeleri vardır. Bizler oraya gidince çerağ yakarız, niyaz ederiz.
Nebi Bekiri bana Türkçe bir nefes söylüyor.
Ben de onu zorluyorum, burada semah da varmış, be sultanım diyorum. Bi çoşta, bir aşkta bu oluyormuş, diyor. Çerağlar gibi aşk ile yanınca başlarlarmış semaha diyor Nebi Bekiri… Demekle kalmıyor, çok kısa olsa da bunu gösteriyor. Evet, evet… Uzun araştırmalarda neler neler çıkacak buralardan. Semah varmış burada…
Yüzsüz bir insan değilim ama ne yaparsın çoğu zaman isteyeceğimi – istemem gerekeni isteyemem ama taze sağılmış sütü görünce dayanabilir miyim, hemen yüzüm tutup süt istiyorum. Akşam tekke hep birlikte içmek için alıyorum.
Sonra çekimlerime Selam Bekiri’nin evinde devam ediyorum.
Sonra nefeslerle birlikte yine bu bilgili candan derlemeler yapmayı sürdürüyoruz. Nevruz’u aşkla beklediklerini söyleyen Nebi Bekiri, bundan daha büyük murat var mı, bu gün İmam Ali’nin doğduğu gündür, diyor. Aynı zamanda matem ve muhabbetlerin de sürdüğünü söyleyen Bekiri, sorumuz üzerine buradaki “dar”ın anlamını şöyle anlatıyor: Ne zaman ki canlar göçer dünyadan o zaman kurban tığlanır, bir muhabbet yapılır, diyor. Dar var ama dar bizde canlılar içindir, diyor. Önümüze kurulmuş bir hâkimlik, (yüksek makamdır) varsa bir davanız orada görülür. Varsa bir dargınlık orada, çıkacak darda, can cana. Bir dargınlık vardır, “ben borçlu değilim” öbürü borçludur der bir can. İşte orada bir dar olur. Ben suçlu değilim, o suçlu denir. Böylece meydana gelirler. Orada bir barışmak olur, sarılırlar birbirlerine. Kaybolur orada o dargınlık. Zahirler bayramda nasıl barıştırırlar, biz ederiz bu barışmayı Nevruzda. Orada insanlar babanın kulağına söylerler burada iki dargın var, derler. Babalık, mürşitlik büyük bir makadır, küskün, dargın olanlar meydana çekilir, onları kaldırır. Onları ayağa kaldırır burada buna dar denir. (Şah-ı Merdan Bekiri: buna dar-ı Mensur (Mansur) denir.) Posta düşeceksin diz üstü, secde edeceksin, hem kalkacaksın ayağa, mürşit ne diyecek, kabul etsin. Mürşitte onları barıştırır. Sadece onlar ayağa kalkarlar, diğer canlar yerinde dururlar. Anadolu Alevilerinde “ceza- sitem kesme” denir. Dede (baba) meydana çekilen ve suçunu kabul eden cana bir ceza verir mi, deyince Nebi Bekiri orada 12 çırak bir büyük hayvanlı (koyun-koç) bir muhabbet sürecektir. Bu başka bir gün olacaktır, ona karar verilir. Bu muhabbeti can mutlaka kabul eder bizde. Bizde babanın sözü yerde düşmez. Bu olmaz. Öyle olursa o meydana giremez, payk olur.
Bu canlılar içindir. Ama ölü onun işi bitmiştir, ona talkın çekilir, kurbanını yersin. Ölenin davası öbür dünyada yapılacaktır. Bizler burada bir seronomi yaparız, diyor.
Nebi Bekiri nevruz için aynı zamanda Naciye Bacı’dan da nefes söylüyor. Bacıların muhabbetlere girdiklerini, dem de dağıttıklarını, Bektaşilik’te kadının önemli olduğunu dile getiriyor.
Ayrıca sofrada okunan dem duasını da kameraya okuyor: “Nur ola, sır ola, içtiğimiz tahur ola, gönlümüz mamur ola, dileklerimiz keskin ola, On İki İmam, On Dört Masum-u Pak birlikten – dirlikten ayırmaya, evliya- enbiya keremine, gerçekler demine, Ali’nin kerimine, Allah eyvallah, hü dost…” bu mürşitlerin yaptıkları “dem duasıdır”.
Biz muhipler de: “Allah, Allah diyelim, kadir billah diyelim, geldi Ali sofrası, destur Şah, diyelim, Şah versin biz içelim, Ali’nin sofrasına hü diyelim, Allah hü dost”. Bu muhip duasıdır.
Nebi Bekiri; Mürşitte vardır bir elbise, onu kıymetli bir yere koyarsın. Kimde ne olduğunu Hakk bilir. Biz mürşide hep saygı duyarız, onun yolundan gideriz, diyor.
Cemal Bekir ise sohbette dikkat çeken bir üslupla yolla ilgili bilgi birikimine sahip bir can olduğunu gösteriyor. Bizim yolda âşıklık var, sadıklık var, muhip var, mürşit var, diyor. Ortada bir kanun vardır; bu Evliya Kanunu’dur. Onun dışında kimse yeni yeni kanunlar icat edemez, olan kanunlara, kurallara uymak zorundadır. Gayri kanun, gayri baba, gayri dede olamaz. Bizde yani Bektaşizm’de, gönül kırılsın ama yol kırılmasın, ilkesi vardır.
Evliya Kanunu pir kanunudur. Hacı Bektaş Veli’nin, Balım Sultan’ın kurduğu yoldur Bektaşilik. Bu yol da Muhammed Ali’den kalmıştır. Bu yolu kimse değiştiremez. Bizler meydanlarımızı Muhammed Ali aşkıyla açarız, çerağlarımız da aynı aşkla yakarız.
Şah-ı Merdan Bekiri ise; Yunus Emre’nin bir nefesini söyledi. Kendisi de bu yolun tasavvuf yolu olduğunu, gizli sırlar barındırdığını söyleyerek bir derviş gibi mütevazı haliyle Bektaşiliği bu topraklarda yaşatan bir can insan olarak karşıma çıkıyor. Elli yaşındaki Bekiri, Yola 25. 04. 1987’de, Tayyar Gaşi’ye muhip olmuş “El Almış”. Bekiri, Baba Kazım Bakali’nin “burası bence Küçük Bir Horasan’dır”, dediğini söyleyen Şah-ı Merdan Bekiri, atalarından aldıkları inancı yaşatmaya çalıştıklarını söylüyor.
Ortak sohbette şu önemli bilgileri derliyorum…
Recep ile Muharrem iki kardeşlermiş. Bunlar Haydar Cemil Baba’nın muhipleriymiş. Recep Bekiri Nebi Bekiri’nin, Muharrem ise Derviş Abdülmüttalip Bekiri’nin dedesiymiş.
1931 ve 1935’de Haydar Cemil Baba Gostivar Zuydna Köyü’ne gelmiş. Nebi Bekiri’nin biraderinin ismini o koymuş. (Hasan-ül Askeri. Şimdi Hakk’a yürümüş.) Recep Bekiri’nin mürşidi Haydar Cemil Baba’ymış.
Bektaşilikte Nevruz’da süt içilir. Çünkü doğumdan sonra ana çocuğuna süt verilir. Bizde de nevruzda, 21 Martta insanlara süt verilir. Bizde nevruzda 3 gün bayram yapılır, tatil yapılır. Özellikle şekerpare, sütlaç, Ali Gülü tatlıları yapılır. 3 gün toprak işlemez, yani iş yapılmaz, bayram diye. Beklenir karşılanır misafirler. Türbeler ziyaret edilir. Meydanlar açılır, çerağlar yakılır, herkes horozunu keser. Ayrı ayrı evlerde toplanılır. En güzel bayram nevruz bayramıdır.
Bizde yola nevruzda da girenler olur.
Sonra aynı zamanda taksicilik yapan Selam Bekiri’yle anlaşarak, ertesi gün, bu çalışmalar için burada bulunan ve Yüksek Lisansını yapan Nadime ile birlikte yola çıkıyoruz. Özverili bir şekilde Balkanlar’daki Bektaşiliğin izini süren Yüksek Lisans öğrencisi Nadime’yle bu sefer yol parasını paylaşarak köylere yol almayı planlıyoruz. Bir gün boyunca uzun yollar boyunca, dağ tepe gezdiren bu yüreği inanç dolu insanlara çok teşekkür ediyoruz.
Kiçevo (Kırçova)
10 Ekim 2016
Hıdır Baba Tekkesi Ve Eyüp Baba
İlk kez 2004 yılında ziyaret ettiğim bu kente yeniden gelmek çok güzel. Buraya Hıdır Baba Tekkesi’nin temellerini atmaya gelmiştik. Çoktan tamamlanan bu tekke ziyaretçilerini bekliyor. Balkanlar’da Tekke, Türkiye’deki cemevi gibi ibadetin yapıldığı yer manasında kullanılıyor. İllahi bir türbenin veya bir tarihi yapının olması gerekmiyor.
(Burada ve tüm yazılarda biraz bildiğimiz Antropolojik bir gözlem ve biraz edebiyatsever betimleme gözüyle bakıp yazı yazsak, yazılar iki üç katına çıkar…)
Kent merkezinde Ura Ciflig – Köprü Çiflik yazılı tabelasıyla dikkat çeken ama çok küçük bir köprünün yani bir su deresinin yanında, Çiftlik Mahallesi’ndeki Hıdır Baba Tekkesi’ne hemen ulaşıyoruz.
Dikdörtgen şeklindeki binanın giriş bölümünün ovallığının üstündeki çatıda bir Bektaşi Taçı’nın simgesi, her iki yanında da, yeşil kubbemsi çıkıntı bulunmaktadır. Cepheden bakınca binanın üst duvarında yine yeşil büyük harflerle ve uzaktan görünecek şekilde; Teqeja Bektashıane “Hıder Baba” yazısı vardır. Onun altında ise yine yeşil renkli bir kabartma teslim taşı bulunmaktadır.
Üç katlı, giriş bölümü dışa dönük yarım silindir şeklinde ve kahverengiye boyanmış, diğer bölümleri balkonlu, sarıya boyanmış, pencereleri İslami mimari gibi, yukarı doğru oval şeklinde küçülen bu devasa yapı, tam da Türkiye’deki cemevlerinin mantığıyla yapılmış gibi duruyor. Bomboş bol bol odalar, geniş bir insan ağırlama salonu, ibadet mekânı, mutfak, tuvalet vd. Birimler… Avrupa’dan özellikle İsviçre’deki gurbetçilerden toplanan paralarla yapılmış büyük bir yapı… Biraz da Tiran’daki Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi gibi yapılar… Neyse çok da ağır yazıp, baltayı ayağa vurmayalım, sızılananlar, homurdayanlar olacaktır; ne İsa’ya, ne de Musa’ya zaten yaranamayız biz yazımıza devam edelim en iyisi.
İçerisi istisnasız tüm Bektaşi Tekkeleri gibi tertemiz, ak-pak. İçerdeki duvarlar, yine tüm Balkanlar’da görmeye alışık olduğumuz çok büyük boyuttaki kimi babaların resimleriyle dolu… Burada da Recep Ferdi Baba, Kazım Bakali Baba başta olmak üzere son dönem yaşamış önemli Bektaşi babalarının resimleri duvarları süslüyor. Benim buralarda en çok avizeler dikkatimi çekiyor. Lüks sayılacak bu avizeleri Arnavutluk’ta da, Kosova’da da görmüştüm. Özel bir ilgi mi var bunlara karşı bilmiyorum. İbadet ve sohbetlerin yapıldığı salon ise dikdörtgen şeklinde, elli kişiyi alacak geniş ferah bir meydanevi şeklinde. Her iki yanda sedirler, kırlentler, karşı cephede iki büyük resmin altında, babanın oturduğu anlaşılan bir koltuk, onun yanında ise “taht-ı Muhammediye” kürsüsü, yani makamı. Bu bir Bektaşi tekkesinin olmazsa olmazı, simgesel kürsüsü. Üzerine Bektaşiliğin olmazsa olmazı, çerağların konulduğu Taht-ı Muhammediye yüzyıllardır boyunca meydanın merkezinde olan temel Bektaşi simgesi. Üzerine kırk şamdan konulmuş. Tekkelerde, dergâhlarda çerağlar yüzyıllar boyunca Hakk Muhammed Ali aşkına yanmış yakılmış. Büyük muhabbetlerde yani Nevruzlarda, matemde, baş okutmalarda bu kırk çerağın tümü yakılıyormuş. Burada da aynı şekilde tarihi olmasa da sonradan merdiven basamağı gibi üç kademe olarak yapılmış beyaz renkli ahşap “taht-ı Muhammediye” var. Üzerinde de ayrı ayrı kırk şamdan bulunuyor.
Babanın koltuğunun hemen üstünde, duvarda büyük boy bir tablo var. Bu tablonun yağlı boya olarak yapılmış orijinal hali Arnavutluk Tiran’da Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nde halkı kabul salonunun duvarında asılı duruyor. Ehlibeyt’i simgeleyen “Familja Profetıke (Ehlibejtı)” isimli bu resimde; Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatıma ve çocuk olarak Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan resmedilmiştir. Başlarında siyah halelerle Hz. Muhammed sağ elinde ve Hz. Ali ise sol elinde iri yeşil taşlı büyük tesbihler çekmektedirler. Hz. Muhammed Hz. Ali gibi boynundan ve başından bir beyaz bezle yeşil başlıklarını sarıkla sarmış kır sakallı, Hz. Ali ise siyah sakallıdır. Hz. Fatıma Ana ise tebessümlü nurlu yüzüyle Hz. Meryem Ana’ya benzemekte, dizleri üzerinde otururken sol eli sağ elinin üzerinde oturur, Hz. Ali’nin yanında bulunan Hz. Hasan sağ eli solun üzerinde ve göğüste, Hz. Hüseyin ise Hz. Muhammed’in yanında yine Hz. Hasan gibi oturur şekilde resmedilmiştir.
Resimde Ehlibeyt’in üstünde – arkasındaki gökyüzünde ise ellerinde çiçek taçları olan melekler gezmektedir. Havada yıldızlar, Hz. Fatıma’nın üstüne gelecek şekilde yani, en üstte ortada bir on iki dilimli yeşil Bektaşi babası başlığı ve altında yine teslim taşı resmi, sol üst köşede ise iç içe geçmiş ay yıldız görülmektedir. Tabloda, Ehlibeyt’in isimleri de şöyle yazılmıştır: Hz. Muhammedı, Hz. Fatımja, Hz. Alıu, İmam Hasanı, İmam Hyseıni.
Balkanlar’da küçük çocuklara özellikle Kerbela’da şehit olan çocukları ve Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan’ı da simgeler şekilde “maksumlar” (masumlar) denilmekte, bu konular geçince Bektaşi kadınlar göz yazı dökmektedirler.
Yine bu meydanın duvarının diğer tarafında ise; Hz. Hüseyin ve Kerbela’yı simgeleyen büyük boy bir resim bulunmaktadır. Kerbela sahrasında elinde uzun mızrağıyla Kerbela Şehitlerine bakan ve düşman ordusuna bakan bir şekilde atının üzerinde Hz. Hüseyin durmaktadır. Resmin altında büyük harflerle; Hz. İmam Hüsyeını Ne Fushebetejen E Qerbelase, yazmaktadır.
Burada ve diğer bölümlerde Alevi Bektaşi toplumunun ortak sembolleri; Hacı Bektaş Veli resmi, küçük heykeli, Zülfikar, koçboynuzu, Hz. Ali, Hz. Hüseyin, geyik heykeli, postlar, resimleri bulunmaktadır.
Buraya sanırım 40 km. uzaklıkta bulunan Makedonski Brod’ta türbesi bulunan ve Hıristiyanların da ziyaret ettiği ama zamanla Müslümanların da azalmasıyla tümüyle Hıristiyanların sahiplenmeye başladıkları Hıdır Baba Türbesi’ni 2004’de ziyaret etmiş, fotoğraflarla belgelemiştim. Burada yeniden belirtmek gerekirse, Tekke’nin mihmanevi olarak bilinen yapıları başkalarının eline geçmiş yine sahipsizlik nedeniyle bir Bektaşi Tekke el değiştirmiş, türbesi ise yine daha çok Hıristiyan bir topluluğun egemenliğine girmişti. Türbeyi gezerken bir tarihi mezar taşı bulmuştum. Bunu büyük bir sevinçle karşılayan ama yine bizleri Harabati Baba Tekke’sine götürmeye yanaşmayan ve aynı şehirde bulunan Ziya Paşo Halife Baba’ya götürmeyen dernek yöneticileri, mezar taşını kaptıkları gibi şehir merkezindeki inşaat halindeki yeni tekke merkezine getirmişlerdi.
Hıdır Baba’nın ismini ve inancını yaşatmak için aynı isimle Kırçova’da bir dernek kuran ve uzun zamandan beri yine Kırçova’nın Çiflik Mahallesi’nde Hıdır Baba Tekkesi’nde (ibadet evi, cemevi)’nde tarihine ve kültürüne sahip çıkmaya çalışan dernek yöneticilerinin yanında tekkenin babası Eyüp Rakibi zaman zaman yâd ediyordum. O zamanki da kendisiyle söyleşi yapmıştım. (Kendi olanaklarımla yaptığım o önemli çekimlerin kayıtları Şahkulu Sultan Dokümantasyon merkezindedir.) Kendisiyle daha sonra Cem Tv. İçin de 2007’de bir çekim yapmıştık. O zaman da bir Türkçe bilen, belki bir Türk kadın bize yardımcı olmuştu.
Türkçe bilmeyen Babayla anlaşmak için bu sefer de, bizimle birlikte gelen Şah-ı Merdan Bekiri ve Selam Bekiri bizlere yardımcı oluyorlar.
Aynı kentteki Paşo kardeşleri ziyaret ediyoruz…
Eyüp Rakibi Baba
2004 yılında ilk ziyaretimizde de gittiğimiz Vurtuk Köyü’nde, 1939 yılında doğduğunu söyleyen Eyüp Baba, aslında kendisinin kökenlerinin “zahir” olduğunu, bir büyük etkilenme sayesinde Bektaşiliğe bağlandığını anlatıyor. Recep Baba’nın kitaplarını okusa da fazla bir şey anlamazken buradaki anlatılandan özellikle Hz. Hüseyin’in mücadelesi ve Abaz (Abbas) Ali’nin mücadelesinden de çok etkilendiğini söyleyen Eyüp Baba, 1972 yılında Kazım Bakali’den nasip alarak Bektaşiliğe girmiş, yani yola intisap etmiş. Recep isimli bir dervişi varmış. Cuma akşamları ibadetlerini yapıyorlarmış. Tiran merkezli Dünya Bektaşiler Birliği’ne dâhil olmayan tekke yönetimiyle bir dernek ilgileniyormuş. Hiçbir kuruma, yapıya bağlı olmadıklarını söyleyen Eyüp Rakibi Baba, Reşat Bardi Dede hayattayken kendi hizmetlerini ondan gördüğünü, şimdi ise Hıdır Baba Türbesi’nde kendi kendisini gördüğünü söylüyor. (Bu uzun bir mesele. Bazı babalar gidemedikleri mürşitlerine taçlarını gönderip, okutturuyorlar veya zaruri hallerde başka çözümler buluyorlar. Türbeler de kendi “taçlarını – başlarını” kendi kendine okuyanlar da var.) En son ise bu mayıs ayında Türkiye’den gelen bir babaya göründüğünü söyleyen Eyüp Baba, geleneksel olarak ise Matem’de görünülmesi gerektiğini söylüyor.
Harabati Baba Tekkesi’nin işgaline rağmen duyarsız kalındığını, buradaki yönetimin neden tepki göstermediğini sorduğumuzda ise baba buranın bir yönetimi var, bu konuyu ben bilemeyeceğim, diyor. Ben geldiğimde dünyadaki en fakir tekkenin burasıydı, diyen Eyüp Rakibi Baba, biz bu aşamaya getirdik burayı, o şeyler için de ileriye doğru bakarız, diyor. Israrım üzerine ise, (resimleri olan) Recep Baba, Reşat Baba, Kazım Baba ve Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hasan, Hüseyin, On İki İmam, Masumu Pak, Hz. Pir (Hacı Bektaş), onlar adına, ben sadece bağlı olduğum babalara bağlıyım, bir şey söyleyemem, diyor…
Eyüp Baba Kendisiyle Yaptığımız Söyleşide Şunları Anlattı
Tüm dünyada her yerde Muhammed Ali yazılır.
Dünyada en pak, Hakk ile Hakk olmaktır.
Hakk’ta sadece sevda var, aşk var, paklık vardır.
21 Martta Kabe’nin duvarı açılır, Sultan Nevruz Hz. Ali’nin doğduğu gündür. Bizler o gece ballı süt içeriz. Cennetin ırmaklarından balla süt akacak bizler de onun için Hz. Ali, Hz. Hüseyin, Hz. Hasan aşkına ballı süt içeriz. Sorum üzerine Hz. Ali’nin doğduğu gün cennetin kapısının açıldığı gündür, tam da öyle, dedi. Bu şüphesizdir. Nadime Hakk sana yardımcı olacak, buna şüphen olmasın. Sen öğrencisi, emek veriyorsun, Hakk sana yardımcı olacaktır. Hz. Hüseyin Şid Peygamber’dir. Tüm peygamberler gidip – geldiler. On İki İmamlar’ın tümü daha önceden gelen birer peygamberdirler. Allah ne zaman insanın sıfatına girdi, o zaman “ol”, dedi. O zaman Muhammed oldu. O zaman yürü, dedi. Duydu, yürüdü. Dön geriye, döndü geriye. Senin sevdan için dünyaya can verdim, dedi. Muhammed’in sevdası için her şeyi dünyaya verdim. Muhammed Ali aşkıyla dünyaya verdim. Yazıyorlar, uydurma, bunların hangisi Ömer’e, Bekir’e verilmiştir? Her yerde Muhammed Ali yazılır. Din nedir? Sözler. Hakk ile Hakk (bunu Türkçe söylüyor) vardır. Dünyada en pak, Hakk ile Hakk olmaktır. Orada yalnız Paklık vardır, Hakk’ta yalnız paklık vardır. Hakk’ta sadece sevda var, aşk var, paklık vardır. Nerde olursan olasın, Hakk ile Hakk olasın. Bir kişi kendi evladını ve kardeşini sevmezse oturduğu postu hemen bıraksın. Posta oturan bir baba, kadın, kız, erkek diye kimseyi görmez. Herkesi bir görür. Yoksa hemen o posttan kalksın o kişi.
Muhittin Arabi’nin eserlerini okurken, “bahçeler içinde otlayan geyikler – kalbim oldu dergah gibi, Kabe gibi” bazı sözler vardı. Ben de onlardan da etkilendim. Ama 1971 yılında Recep Baba’nın kitabını birçok kez okudum, ama başlarda anlayamıyordum, bana çok ters geliyordu bazı şeyler. Ama Kazım Baba, bunu belki on kez okursan belki içine girersin, dedi. Ben de birçok kez okudum.
Sufizmin temellerini de kuran Şahı Merdan (Ali)’dır. Muhittin Arabi’nin araştırma kitabı çok önemlidir. Orada Hz. Muhammed ile Kuran orada çok güzel açıklanır. Şimdi İdris Peyganber’in mistikasını (mistismini) anlatan bir kitap okuyorum. Hz. İdris’in mistisizmi çok kuvvetli, onun meydanı çok kuvvetli, çok eskilere gidiyor. Bunu Hz. Muhammed de söylüyor. İdris Peyganber’in çok kuvvetli meydanı olduğunu o da söylüyor. Hıristiyanların Hz. İlya dedikleri İdris Peygamber asılında Hz. Ali’dir. Bu devriyedir. (Devriye lafını Türkçe olarak söylüyor.) Bizim de babamız Hz. Adem’dir. Hakk bu mevcut. (Türkçe söylüyor.) Hakk’ı mevcut Hz. Ali’dir. Duyan da, gören de Hakk’dır. Hakk her yerde mevcuttur. Hz. Ali de cümle âlemde var olanın timsalidir. Önemli olan insanın kendi mürşidini, yani Hz. Ali gibi gerçeğin timsalini bulabilmektir. Kişi kendi mürşidini Hakk (hak) bilsin. Bir muhip mürşidini hak bilirse her şey yerine gelir. Hz. Peygamber şunu söyler, bir kişi zamanın imamına bağlıysa o kişi mutludur. Bu zamanın imamı Mehdi değildir. Ne Arap, Ne İran’da bunlar aranmaz. Onlar boştur. Bendeki her şeyi Hakk vermiştir, bu eller, bu ayaklar Allah’ındır. Bunları Hakk verdi bana, benim bir şeyim yok… Ben fakir, ben de bir şey yok. Bana gücü, kuvveti Allah verdi. Allah her şeyi besliyor, karıncayı da Hakk besliyor. Sen koşar mısın rızkını aramaya, yoksa bekler misin rızk sana gelsin? Düşünelim, ben yemek yapmıyorum, Allah’tan gelsin, diyorum. Beş gün, altı gün hiçbir şey yemeden oturuyor. Düşünüyorum ki Allah’tan bir şey gelirse ben yerim, yoksa ben bir şey yemem. Bir gün bir balık geliyor onun yanına. O da diyor ki, sen git, sen yanlış yere geldin. Diğer gün yine balık geliyor, yine onu alıp atıyor. Acaba bunda mana nedir? Sonra diyor ki, eğer bir üçüncü kez gelirse anlarım ki, bu Allah’tandır. Nihayet üçüncü kez gelince anlıyoruz ki bu Hakk’tandır, Allah’dandır. İşte bu bir inançtır. Buna inanırsın.
Paşolar…
Kiçevo (Kırçova) kent merkezinde yaşayan ve daha önce de gelip ziyaret ettiğim Paşo kardeşler (Murteza Paşo Baba (1956) (Halifebaba) Musa Ali Baba (1959)) kardeşler, yörede sevilen babalardan Ziya Paşo Halifebaba’nın çocukları. Yolu sürmeye çalışan bu canların burada da zikretmek gerekirse bazı sorunları, soruları var. İzmir’de yaşayan Dedebaba Ali Haydar Ercan’a bağlı olarak hizmet yürüten bu iki kardeş, şimdi kendilerinin dışlandığını bunu kabul edemeyeceklerini söylüyorlar. Arnavutluk’taki Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi bünyesinde yer almadıkları için de eleştirilen kardeşler aynı zamanda burada Bektaşiler aleyhine kabul edilen “İslam Birliği”ne Bektaşiler adına dâhil oldukları içinde eleştiriliyorlar. Kardeşler buna da tepki gösteriyor; bizler haklarımızı daha iyi alalım, diye bu birliğe girdik. Kimseye bir zararımız, yok. Bizim derdimiz Bektaşiliğe hizmet etmek, Türkiye’de Dedebaba çok yanlış yaptı, ilgisiz bir kişiye yine halifebabalık verdi, bize danışmadı, biz bunu kabul edemeyiz, diyorlar… Babaları için bir “tekke” yapmak istediklerini söyleyen kardeşlerin en ufağı da şimdi “derviş” olmuş. Yani Ziya Paşa’nın üç çocuğunun birisi şimdi Halifebaba, birisi baba, birisi de derviş (!?)
Şefika AnaSultan ise tüm bunlardan uzak bir şekilde yıllar önce Cem Tv. İçin kendisiyle söyleşi yaptığım gibi, aşk dolu, sevgi dolu gözleriyle bize bakıyor, daha da yaşlanmış olsa, yüzündeki güzellik gitmemiş, daha da artmış. (Paşo kardeşlere tepkiler sonradan daha da arttı. Hakk’a nail olan Şefika Ana’nın devri daim, menzili mübarek olsun. Sonsuz ışıklar içinde yatsın.)
Buradan kafamızda bazı soru işaretleriyle ayrılıyoruz.
Değerlendirme
Geleneği burada yaşatmaya çalışan Halifebaba Ziya Paşo’nun mirası üzerinde yükselen ve kendilerine Makedonya Ehlibeyt Toplumu diyen Paşo kardeşlerle daha önceleri de sürekli görüşüyorduk. Açıkçası, Makedonya’daki diğer Bektaşi guruplarını özellikle Harabati Baba Tekkesi’nin varlığını önemsemezken, burada yaşanan işgali görmezden gelip, Makedonya’daki tüm Müslümanları temsil ettiğini iddia eden, Makedonya İslam Dini Birliği’ne kayıtsızca giren bu yapıyı ve kardeşlerin yanlışlarını tasvip etmek mümkün değildir. Bunu açıkça kendilerine de dile getirdim. Her ne kadar kendilerinin amaçlarının başka olduğunu vs. söyleseler de, Makedonya’daki Bektaşi toplumu adına söz söyleme yeteneğine, ehliyetine, vasfına da sahip olmayan ve de neredeyse birbirlerini inanç öderi atayan aynı aileden hem halifebaba, hem baba, hem derviş üç kardeşin olması Bektaşilik’te yeri olmayan, kabul edilemez bir uygulama şekli olmuştur. Tekke ve Dergâh zihniyetinin dışında; “aile boyu” bir Bektaşiliği, inanç önderliğini evlerine taşıyan bu yapıyı kabul etmek mümkün değildir. Bu konuda kendilerini eleştirince de, bana da söz söyleyen bu insanlara sadece şunu söylüyorum; bizler içtiğimiz bir bardak suyun hatırını sayan insanlarız. Ama Yol Cümleden Ulu’dur. Evlerinin önündeki kulübede alenen halka muska yazarak, babasının, anasının güzel mirasını tüketerek, halkı yanlış yönlendirerek, Harabati Baba Tekkesi’ni işgal eden Mekedon İslam Dini Birliği’ne dâhil olmuş bu yapı nasıl bir Bektaşi yapısıdır? Bu nasıl bir Bektaşilik’tir? Bu kafalar bizi bir yere götürür mü? Bunu da onlara, size ve cümle âleme soruyorum.
Kanatlar Köyü
10 Ekim 2016
Makedonya'daki en tanınmış Türk köylerinden Kanatlar aynı zamanda önemli bir Bektaşi merkezidir de. Birçok türbe, yatır ve ziyaretin de olduğu köyde Bektaşilik tüm canlılığıyla yaşamaya devam etmektedir. Balkanlar'daki gezilerimizde yaptığımız söyleşileri sizlerle paylaşmaya devam ediyoruz. Bu gezide aynı zamanda Yüksek Lisans da yapan Nadime kardeşimiz de vardı.
Yine dağ tepe aşarak, dünyanın bu cennet güzelliğindeki diyarlarında, zevkli bir yolculukla aslında benim de hep ihmal ettiğim bir Türk köyüne, yani beş yüzyıllık yörenin en meşhur köyü, Pirlepe’ye bağlı Kanatlar Köyü’ne varıyoruz. Burada insanlar ağırlıklı olarak tütüncülükle geçiniyorlar. Her tarafta bol miktarda karpuz, kavunları da görüyoruz. Çünkü çevresi ova olan köyde tarım ve hayvancılık ana geçim kaynağı. Yani her şeyiyle bir köy burası. Köyde olmanın büyük mutluluğunu yaşıyorum. Her gittiği yere saniyeler içinde ısınan birisi olarak, birden buraya da kaynıyorum. Aslında gerçekten de burada bir ay kadar kalmak lazım. Hem araştırmalar için de bu gerekli. Cafer Baba’yı çok aramamıza rağmen burada bulamıyoruz. (Bu ziyaretten sonra 2016 sonu veya 2017 başında Hakk’a yürüyen Cafer Baba’yla Cem Tv. İçin de 2007’de bir söyleşi yapmıştım. Bu söyleşi de şimdi Youtope’de var çok şükür.)
Bazı nedenlerle burada da ikilik olmuş durumda. (Hatta şimdi üçlük desek daha iyi olur. Acı olaylar, Bektaşiler arasında da parçalanma var. Nedir bu senlik - benlik anlamak mümkün değil.) Babalar ve cemaat arasında bölünmeler hayra alamet değil! Bektaşilik ve Alevilik bu senlik benlikten çok çekti, çekiyor. Hâlbuki bu inancın temelinde bu yok, ikilik yok, birlik var. Ama kime, neyi anlatırsın, yüzyıllardır, “Yola birlikte gidilir, yol cümleden uludur” denilir ama bu ana temel ilkeye gel de uy, uyanı gör. Balık baştan kokar…
İnanç önderi dedeler, babalar bu ayrımı yok edeceğine asıl onlar yaratıyor böyle ayrımları!
En büyük cihat nefisle yapılan cihattır der, Bektaşi uluları ama bu birlikleri tam sağlayamıyoruz. Neyse derken, sonradan bazılarına göre çok iyi, bazılarına göre ise yeni bir ikilik denen yeni bir baba posta oturtulmasını da duyuyoruz, sonu hayır olur inşallah!, diyoruz.
Her şeyden önce; Kırçova yakınlarında Makedonski Brod’daki Hıdır Baba’nın müridi olan, kona – göçe en sonunda Kanatlar Köyü’nde mekân kuran Dikmen Baba Deryası’nı (Dergahı – Türbe’sini) ziyaret ediyoruz. Zamanla köyün mezarlığı olan türbe çevresinde Bektaşi babalarının da kabirleri var. Ayrıca hastaların şifa diledikleri taşlık bir alan da bu mezarlık içinde. Duvarında; “Dikmen Baba Bektaşi Deryahı Postnesini İdris Baba T. E.” Yazan yeşil boyalı, kapısı yeşil ve demirden, kapının da üstünde demirden ay yıldız bulunan bir binayı da görüyoruz. Bu demir kapının üstündeki bir levhada ise beyaz zemin üzerine yeşil Bektaşi teslim taşının altında kırmızı yazışla, büyük harflerle şunlar yazılı: “Bektaşi Dikken Baba Dergahı Evladiye Kanatlar Köyü, m. 1503 Yılı, Bektaşi Dikmen Baba Posnişinleri
İsmail Baba, Mustafa Baba, Selman Baba,İdriz Baba, Posneşi Veli Baba
Derviş Ali, Bektaşi Halife Baba Yusuf Piryani, Rehberi Bektaşi Hüseyin Başar Baba
Kanatlar Köyü” (2007 yılında Cem Tv. Adına kendisiyle bir söyleşi yaptığımız ve genç yaşta Hakk’a nail olan öğretmen Yusuf Ahmet, Hüseyin Başar Baba’ya köyde ikilik yarattı diye hayli sitemde bulunmuştu.)
Mezarlık ise; hem çok eski mezarları, mezar taşlarını, hem yeni tarz yapılmış mezarlıklarıyla her mezarlık gibi bir inceleme alanı. Bir adam boyundaki eski devirden kalmış ama dik duran taş bloklar, teslim taşlı Bektaşi geleneğiyle yapılmış mezar taşları ve granit taştan yapılmış yakın zamanda Hakk’a yürümüş canların mezarlıkları.
Yeşil bir boyayla boyanmış küçük bir bina şeklinde yapılmış Dikmen Baba türbesinin ve onunla yan yana olan beyaz boyalı daha küçük bir yapının hemen önünde de iki Bektaşi Babasının kabri var. Yeni yapılan mezar taşlarının üzerinde, mermer zeminin üstünde siyah renkli veya siyah kırmızı renkli ay yıldız resimleri var.
Herkesçe sevilen ve kendisiyle bir söyleşi de yaptığımız rahmetlik öğretmen Yusuf Ahmet’in mezar taşında ise şunlar yazılı: “Hü Dost! Muhibb-i Ehl-i Beyt, bende-i al-i Aba, Sevgili Babamız Müdür Yusuf Ahmet, D.T. 03.01.1963 / Ö.T. 16.09.2015, Yaptıran Eşi ve Evlatları. Ruhuna Fatiha”. Orada epey hüzünlendiktden sonra köydeki babaları arıyoruz. Bulduklarımızla söyleşi yapıyoruz.
Mezarlığın çevresinde ayrıca bir küçük yapı olarak; pimapenden yapılmış kapısının üzerinde, “Selman Baba Halife türbesi, Yaptıran sayın damadı: derviş Ali ve kızı ismet” yazılı bir türbe, yine kapısında İsmail Baba, yazılı bir başka türbe daha var.
Bu eksik bir çalışma elbette… Zaman da çok sınırlı. Tamamlayana aşk olsun…
Kanatlar Köyü tezek kokusuyla, tavuk ve horozlarıyla, bağı ve bostanıyla gerçekten bir köy. Belki Anadolu’nun herhangi bir köyünde burayı ayıran yönü bu köyde yaygın olarak yapılan tütüncülük. İplere dizilmiş tütünleri güneşte kurumaları için köylüler; tahtadan, demirden basit düzenekler oluşturulmuşlar. Onlarca tavuk ve horoz kadar güvercinleri de olan evin avlusunda onlara yem veren bir genç kızımız, traktör süren genç bir delikanlı, çocuklar… Yaşam akıp gidiyor Kanatlar’da… İnsanın gerçekten de bu bunaltıcı sıcakta güvencinler gibi kanatlara sahip olası ve Dikmen Baba gibi diyardan bir başka bir diyara gidesi de geliyor.
İdris Demir Baba – Nazmiye Demir Ana Bacı Sultan
Evininin bahçesinde bulduğumuz İdris Demir Baba’yla (66) karşılaşmamız çok iyi oluyor. Aynı zamanda Anabacı Nazmiye Demir de bizleri candan bir şekilde karşılıyor. Nadime Canımızın araştırması için sorduğu Sultan Nevruz’la ilgili sorularını her ikisi de yanıtlıyorlar.
Benim sorduğum köy, Bektaşilik’le ilgili soruları ise canlar şu şekilde yanıtladılar.
İdris Baba, burada tütüncülükler, rençperlikle geçindiklerini söylüyor. Hayvancılık bizi kurtarmaz biz iki kişiyiz, burada böyle işte yaşayıp gidiyoruz, diyor. Köylünün geçimi de böyle işte, hayvanat tutar, koyun tutar, bostan ekerler, buyday eker, mısir, biber, biz her şeyle uğraşırız böyle. Benim 3 kızım, 7 torunum var. Cümle babalara selamlarımız vardır. Türkiye’de Cafer Baba’ya, Hüseyin Başar Baba’ya, Fetha Baba’ya, İsa Baba’ya çok selamlar. İsa Baba, buradandır, şimdi Bayrampaşa’dadırlar. O Mustafa Baba’nın torunudur. Torundan torun İsa Baba da vardı. (Nazmiye Demir)
Nazmiye Demir ise şunları anlatıyor: Burası köydür, köy yaşamıdır, rençberlikle geçiniyoruz, herkes iyidir, tütün, bostan. Kışın da ibadet, muhabbet ederiz, diyor. Biz de muhabbetler hep sürer, dışarıdan gelirler, kurban keserler, muhabbet olur. Kurbanı kurbancı keser. Kurbancı var ama Veli Baba ilk önce bıçağı okur.
Veli Baba: bıçak tekbir edilir önce sonra, kurbana gülbenk çekilir, sonra muhabbete geçilir, Hakk muhabbetleri yapılır. Peygamberlerden konuşulur, hayır dua verilir. Bizim muhabbetlerimize “aşık” olanlar da gelir. Muhabbet olması için mutlaka nasipli olması gerekir. Eğer kişi nasipli değil de, kurban kesiyorsa o kurban sadece kişilere dağıtılır, muhabbet olmaz. Bu köy yaklaşık 300 hanedir. Bektaşilerin yaklaşık yarısı nasiplidir. Burada çok az Sünni kardeşler vardır.
Muhabbetlerimize canı isteyen gelir, biz kimseyi zorlayamayız. Yazın fazla ibadet olmaz, sefer ayında da meydan olmaz. Bizde kışın meydanların başlamasının belli bir tarihi yok. Daha çok kasımdan sonra, isteklere göre, meydanlar açılır, ibadetler yapılır. İbadetler işler başlayınca azalır. Bizler “arifane” yaparız. Perşembeleri toplanırız, konuşmalar olur, çerağlar yanar. Her muhabbette lokma olmaz, bir can kurban adarsa, kesmek ister o zaman lokmalar olur. Matemden Muharremden sonra adak var, istek varsa kurbanlar kesilir. Baş okutmaları (görgü) muharrem’de matemden sonra yaparız. (Muharrem orucu tutulduktan sonra, yani on iki günden sonra, muharrem ayı boyunca yani 18 gün boyunca baş okutma yapılır.) Ama matemden önce de baş okutturulur, illaki matem olması gerekmez. Burda da herkes toplanır. Canlar da kabul ederler, Allah da kabul etsin, denir. İbadetler böyle sürer gider…
Bizde Hıdırellez de vardır. Her sene biz bunu yaparız. O akşamı biz toplanırız. Bizler de 6 mayısta Hıdırellez olur.
Nazmiye Demir; Bizler de o akşam kurban kesilir. Artık ne varsa yemek olur, nefesler söylenir. Herhangi bir nefes olabilir.
Kendisi de bize şu nefesi söylüyor.
Muhammed Ali kuluyuz
Hacı Bektaş bülbülüyüz
Balım Sultan’ın gülüyüz
Bektaşiler derler bize
Evvel Hacı Bektaş Veli
Balım Sultan kurdu yolu
Dile geldi Muhammed Ali
Caferiler derler bize
Bilmez Yezit kim uluyuz
On İki İmam’ın kuluyuz
İmam Cafer’dir gülümüz
Bektaşiler derler bize
Ben pirime döndüm yüzümü
İmam’lardır Balım Sultan
Öldürsem de dönmem yoldan
Kızılbaşlar derler bize
Ben pirime döndüm yüzümü
Balım Sultan iki gözüm
Mürşidime yoktur sözüm
Bektaşiler derler bize
Bülbül kondu gülümüze
Taş attırmam Yolumuza
Kurt girmesin sürümüze
Kızılbaşlar derler bize
Coşkun Kemter söyler dilim
Balım Sultan’dır gülümüz
Hacı Bektaş Veli pirim
Bektaşiler derler bize
Sonrasın da yine nefesler okuyor Anabacı Sultan.
İdris Baba: Sultan Nevruz’da kurban kesilir. Fakir fukaraysa horoz da kesebilir.
1950’de Veli Demir Baba’dan nasip alan İdris Baba şimdi ise İzmir’deki Cafer Baba’dan “tacını okutuyormuş”, yani görgüsünü ona yaptırıyormuş. Her sene İzmir’e gittiğini söyleyen İdris Baba bunu aksatmadığını söylüyor. (Nasip olup İzmir’de Cafer Baba’ya bir türlü gidemedim. Her zaman bir engel, yokluk.)
Babanın Dervişleri; Ali Demir Derviş, Abidin Memiş (Derviş Musa Memiş’in oğlu vefat etmiş.), Ali Arifoski (Damadı).
İdris Baba; Benim yirmi muhibim var ama İdris Baba vefat edince onun muhipleri de bize bağlandı, şimdi yaklaşık 60 muhip, âşık var, diyor.
Halifebaba Sabattin Yusufoski
İdris Babalarla söyleştikten sonra, Ali Haydar Ercan Dedebaba’ya bağlı olarak hizmet yürüten aynı zamanda öğretmen olan Halifebaba Sabattin Yusufoski'yi ziyaret ediyoruz. Kısa sohbetimizde bize candan davranan Yusufoski hep birlikten, beraberlikten, dayanışmadan bahsediyor.
Halifebaba şunları anlatıyor: Ayrı gayri yok, tüm dinlerde, mezheplerde, tarikatlarda hep birlik vardır. Balkanlar’da Muhammed Ali’nin sofrası kıyamete kadar açık olacak, çerağı da kıyamete kadar yanacaktır. Bizi Ali Haydar Ercan Dedebaba halifebaba olarak Balkanlar’a gönderdi; İkrarımızda sabit, kadem kalalım, canlarımıza kusursuzca hizmet edelim, diye. Bizi Hakk katardan, didardan ayırmasın, harama baktırmasın.
Sorunlar elbette vardır ama bizler beşeri âlemde insanlığın önüne çıktığımızda insanı kâmil olmak için çalışacağız. Umuyoruz ki, burada devletimizde de, tüm dünyada da Bektaşilik özgürlüğü kabul olacaktır. Bu özgürlüğü hepimiz yaşamalıyız. Burada bazı partilerin baskılarıyla biraz Bektaşiliği dışlamak istiyorlar ama Makedon Devleti Bektaşiliğe sıcak bakıyor. Bektaşilik tam bir insanlık, tam bir özgürlüktür. Ayrı gayrı yoktur. Ama Makedon hükümeti bizi er geç anlayacaktır. Bizi tanıyacak, bize bu hakkı verecektir. Umarız ve dileriz ki hatasız kusursuz bu sorunlar çözülür. Bektaşilik Diyanet’e kayıtlansın, ibadetlerimizi de özgürce yapabilelim. Biz şu anda devletin karşısında sıkıntı çekiyoruz. Biz bir şey isteyince bizi devamlı başka bir tarafa yönlendiriyorlar. Burada maalesef bir takım Bektaşiler Sünni Diyanet’in şemsiyesi altına girdiler. Bu Bektaşiler için aleyhine olan bir şey oldu. Kanun geçtiği için biz şimdi bir şey yapamayız. Bazıları “Ehlibeyt Bektaşi Birliği”ni kurdu. Biz onlara acele etmeyin, biz hep birlikte hareket edelim, Sünni Diyanet’in içine girmeyelim, dedik. Bizi dinlemediler. Bizim amacımız Bektaşilerin bir birliğini bir Bektaşi Diyanet’ini kurmaktı. Bu ise herkese, tüm Bektaşilere hizmet edecektir. Ama devletimiz nedense haklarda geri adım attı. Makedonya Devleti bağımsızlığını kazandıktan sonra; tüm dinlere, tüm inançlara bir özgürlük hakkı tanımıştır. Bizler zaten taa 1980’lerde, 1990’larda, 2000’lerde Tetova’daki Harabati Baba Tekkesi’nde Tahir Emini Baba zamanında da bazı çalışmalar yapıp, girişimler yapıp, Bektaşiliğin de tanınması için gayret gösterdik. Ama artık anlayamıyoruz, bir baskı mı vardı, başka bir şey var mı bilmiyorum 2007 yılında bir kanun çıktı. 1998 yılında 2007 yılına kadar devlete kayıtlı tüm dini yapılar kabul edilirken sadece Bektaşilik kayıt dışı kalmıştır. Burada bir devlet bir ayrımcılık yapmıştır. Bektaşiliği yok saymıştır. Burada bir baskı mı var, bilmiyorum. Başvuru olsa da kayıtlanmadığı için Bektaşilik kabul edilmiyor. Şu anda Makedonya’da (kanun onlara ayrıcalık verdiği için) Sünni Diyaneti Bektaşi tekkeleri üzerinde hak sahibi olmuştur. Bektaşi Tekkeleri mühürlenmiş, türbeleri mühürlenmiş Sünni Diyaneti’ne geçmiştir. Bizler de bunlarla uğraşıyoruz. Mademki, Bektaşilik zaten Balkanlar’da varmış, onların türbeleri, tekkeleri yıkılmış, onların yapılması gereklidir. Bektaşilik zaten Balkanlar’da varmış ama biz istiyoruz ki biz devlet tarafından kayıtlanalım, yasallaşalım. Kamu gibi kendi hizmetlerimizi kendimiz görelim. Bizim bir umudumuz var, biz kayıtlanmak istiyoruz. Bektaşilik kayıtlanırsa hiç kimseye bir zarar gelmez, yarar gelir.
Melehat Anasultan ise bir sofra duası verdi: “Bismi Şah, Allah, Allah… Evvel Allah diyelim, kadem Allah diyelim, her dem Allah diyelim, indi Ali sofrası destur ya Şah diyelim. Şahımız verdi, biz yiyelim. Demine, keremine, Hünkâr Hacı Bektaş Veli Sultan Kadıncık Ana’ya verdiği gibi, taşsın dökülmesin, artsın eksilmesin, yensin tükenmesin, Tanrımıza hamdolsun, Yüce Türk milleti var olsun, Hü Dost…”
Aldığınız bir bilgiye göre ise; köyde İstanbul’dan Nevruz Taci HalifeBaba’yla, Araştırmacı - Yazar Bektaşi Babası Dursun Gümüşoğlu’nun da katıldığı Bektaşi erkânıyla Zeynel Abidin Derviş ise yeni baba olmuş. (Sanırım Kırçova’daki Eyüp Baba’yı Nevruz Taci Halifebaba görmüş, tacını okumuş.)
Hem zamanımız hem de zaten maddi imkânımız çok sınırlı. Hızlıca hareket edip en azından Nadime’nin görmesi belki ilerde onun işine yararlanır düşüncesiyle, bir can dostu da ziyaret edelim, diyorum. Köye zaten yakın olan Bitola yani Manastır’a varıyoruz. Kanatlar Köyü’nden olan ve aynı zamanda bu köyde okul müdürü olan Muharrem Yusuf hocayla kent merkezinde buluşuyoruz. Kendisiyle 2007’de Cem Tv.’yi Makedonya’ya getirdiğimde de bir söyle yaptığım Muharrem Yusuf aynı zamanda Makedonca’dan Türkçe’ye; Türkçe’den Makedonca’ya çeviriler yapan bir edebiyat insanı. Hem Türk, hem Makedonya tarihini iyi bilen Yusuf, bizlere her zaman ki gibi candan davranıyor. Bir kafede buluşup sohbet ediyoruz. Ona doyamadan oradan ayrılıyoruz.
Dönüşte;
Türlü zahmetlerle dar zamana sığdırdığımız bu yolculukta, arkadaşlara yol parasını vererek teşekkür ediyoruz. Köylülerden toparladığımız kavun – karpuzları da Derviş’e getiriyoruz. Yine her tarafı gezip dolaşsak da, Makedonya’da yegâne evim, sığınağım olan Harabati Baba Tekkesi’ne varmanın keyfi dünyadaki en büyük keyif oluyor… Çok şükür, yine Tekke’ye vardım, buraya düştüm, diyorum…
(Daha sonra her zaman paylaşımcı bir insan olduğum ve konudaki araştırmalar artsın, gençlerimiz her daim bu yolda ilerlesin, düşüncesinden dolayı, Balkanlar’la ilgili elimdeki tüm görselleri, fotoğraf arşivini Yüksek Lisans Öğrencisi Nadime Kültepe’ye kendi aldığı bir hard diske kaydederek veriyorum.)
Derviş Abdülmüttalip Bekiri
Bu ziyarette her ziyaretimde olduğu gibi Abdülmüttalip Bekiri’den yeni yeni bilgiler derliyorum. Aynı zamanda Harabati Baba Tekkesi’nin son dönem Bektaşi babalarıyla ilgili detaylı bilgiler derliyorum. Ömrü uzun olsun, dervişin o olmazsa gerçek anlamıyla Türkler ve Türkiye’den gelenler burada bir bilgi alamadan elleri boş dönerler Türkiye’ye. Derviş Abdülmüttülip Bekiri bu Tekke’nin gerçekten en önemli hafızası olan kişilerinin başında geliyor.
12 Eylül 2016 Pazartesi
Öğretmen Bukuriye Gashi İseini Babası Tayyar Gaşi’yi anlatıyor…
12 Eylül 2016 Pazartesi günü, Kurban Bayramının birinci günü Gostivar’daki evinde ziyaret ettiğimiz aydın bir öğretmen olan Tayyar Gaşi’nin kızı Bukuriye Gashi İseini ve Tayyar Gaşi’nin oğlu Doktor Ali Haydar Gaşi Bey, Abdülmüttalip Bekiri’nin doğru bilgileri verdiğini, onu en iyi onun tanıdığını söylediler. Bukuriye Hanım’la uzun bir söyleşi de yaptım.
Bukuriye Gashi İseini, Gostivar’daki Hafız Yakup’un, babası Tayyar Gaşi’den çok etkilendiğini, onun yazılarını, bilgilerini değerlendirdiğini araştırmalarında ve bir kitap çalışmasında ondan yararlandığını, onunla bir dostluk geliştirdiklerini söyledi. Tekke’ye defin işlemi için de Hafız Yakup’un yardımcı olduğunu dile getirdi. Bukuriye Gashi İseini, babasına ait fotoğrafları, bazı yazıları ve emanetleri Harabati Baba Tekkesi’ne teslim ettiklerini bildirdi. Bukuriye Gashi; babam herkesi kucaklayan, çocukla çocuk olan, kavgayı sevmeyen, insanları barıştıran, tam bir muhabbet adamıydı. Misafirden kaçmazdı. Küçücük evimiz misafirlerle dolup taşardı. Zaten her zaman misafirden korkmayın, misafirin rızkı peşinden gelir, derdi. Ekmek kırıntılarını kuşlara atardı. Hep bize örnek olmuştur. Diye babasını anlattı. Bizleri de babası gibi olağanüstü karşılayan bu can aileye şükranlarım vardır. (Ayrıntısını YouTube’daki söyleşimden dinleyebilirsiniz.)
Mufka Bekiri (Abdülmüttalip Bekiri’nin eşi – (58))
Tayyar Gaşi çok iyi bir insandı. Hanımının ismi Fatıma idi. O da çok iyi bir insandı. Tayyar Gaşi’nin annesi Hasiye’de Zuydna Köyü’nden Bektaşi imi.
Edindiğimiz bilgilere göre de, Tayyar Gaşi;
- Şeyho (Şeyh) Tayyar Velesbitci (Bisikletçi)’yi derviş yapmış. Onun mezarı da Gostivar’daymış. (Daha Tekke 1994’de yeniden açılmadan önce derviş yapmış).
- Abdülmüttalip Bekiri’nin amcası, yola bağlı muhip Selam Bekiri’nin babası İbrahim Bekiri’yi derviş yapmış.
- İsmail Hakkı Emini’yi de derviş yapmış. Tarlada ölü bulunan dervişin, Harabati Baba Tekkesi’ne çok yakın olan Rasadisht Köyü’ndeki mezarını da ziyaret ettim. Dervişin kardeşi ve aynı zaman Tahir Emini Baba’nın amcazadesi olan Ali Rıza Emini’yle uğradığımız Tetova’yı tepeden gören mezarlıktaki Mezar taşında; “Dervish Ismailakı Emini – 16.11.1939-08.08. 1997” yazıyordu.
12 Eylül’de Gostivar’da yörede çok sevilen Tayyar Gaşi Baba’nın doktor oğlu Ali Rıza Gaşi’yi ziyaret ediyoruz. Bize Vrotok köyüne yani ünlü Vardar Nehri’nin doğduğu köye götürüyor. Burası seyranlık bir yer. Çünkü “göz pınarı” gibi suların doğduğu, balıkçılık yapılan, yemyeşil bir doğa içinde İsviçre Alplerinden doğan dereleri hatırlatan görünümlerin olduğu bir yer burası. Zaten zaman zaman söylerim Makedonya Balkanlar’ın İsviçre’sidir, diye. Elbette Kosova da var, Bosna Hersek de var… Demek ki, güzel her yerde güzel. Burada da doğa güzelliği benzersiz.
Tetova (Tetovo) (Kalkandelen)
Bu kent Balkanlar’da belki de en çok kaldığım ve gezdiğim kent oluyor. Çünkü ister istemez her Harabati Baba Tekkesi’ne gelince bu küçük şehrin bazen sokaklarını arşınlamak gerekiyor. Zaman zaman alış – veriş, zaman zaman gelen bazı konuklarla da olsa kentin farklı noktalarına da gidiyorum. Bu sene de yine derbeder bir şekilde gezdiğim oldu. Sonrasında bu kentte en uzun aldığım yani yaklaşık bir ay kaldığım 2019 yılı gezimde ise, sanki olgunlaşmış ya da “Tekke Teberüğü” olmuş gibi, hemen hemen hiç dışarı çıkmadığım Tekke’den bile bakınca kalesi ve Şar Dağları’nın bir bölümü görünen Tetova’yı aslında nasıl da sevdiği zaman zaman daha iyi hissediyorum.
Daha çok Sünni Arnavut Müslümanların yaşadığı kentte öyle büyük bir tekke, dergah, tarikat yaşamı olduğunu görmedim. Ama elbette benim görmediğim bu yanına da ayrıca bakmak gerekir. Kent merkezine hemen yakın geniş ovadaki tarlalardan, bostanlardan getirilen her türlü sebze ve meyvenin hem de Tekke’nin hemen yanındaki mezarlık alanında kurulduğu pazarda satıldığı Tetova’nın aslında kendi kendine yeten bir tarımı olduğunu anlıyorum. Her seferinde en çok biberlerin bolluğu dikkatimi çekiyor. Bol bol kırmızı domates, üzüm ve diğer her türlü ürünün olduğu Pazar da günlük ihtiyaçlarınızı karşılayacağınız her türlü ev eşyasına da rastlıyorsunuz. Genç, yaşlı, kadın erkek her türden satıcının olduğu pazarda, pazarcılarla anlaşmamanız için hiçbir neden yok.
Kent merkezi içinden bir dere akıyor; Çok büyük bir hacimde olduğunu, yüksekliğinin 2500 metreyi bulduğunu tahmin ettiğim, karlı zirveleriyle şehri kuşan bu dağların bir bölümünden kopup gelen sular bir dereye dönüşüyor, kentin meşhur binalarından “Alaca Camii”nin yanından ve üstündeki birçok küçük köprüden geçerek, ovalara doğru yol alıyor… Ben tüm bu ziyaretlerimde farklı noktalarını gezmeye çalıştığım bu kentte Osmanlı’dan kalan Türk konakları, ahşap virane binalar, gecekondu evleri yanında çok lüks yepyeni yapıları da her geçen gün artmış bir şekilde karşımda buldum.
Bir sanayisi olmayan, küçük atölyelerde günlük ihtiyaçları karşılayacak ürünlerin ancak üretildiği Tetova’da birkaç tane de üniversite var. Balkanlar’daki Üniversitelerin bolluğu Türk Öğrencileri de buraya çekiyor. Ama verilen eğitimin kalitesi konusunda ciddi bir bilgiye hiç ulaşamadım. Gerçekten de parayla diploma verilen yerler mi buralar, yoksa iyi hocaların da dersler verdikleri saygınlığı hak eden eğitim yuvaları mı? Farklı farklı görüşler var. Zaman zaman Bektaşi kökenli veya en azından Bektaşilere sıcak bakan Arnavut/Türk hocaların, öğrencilerin ziyaretlerinden de anladığım kadarıyla değerli öğretim üyeleri de yok değil bu üniversitelerde.
Yıllar içinde alış veriş mağazalarındaki, marketlerdeki çeşitliliğin nasıl arttığını, bollaştığını, Türk ürünlerinin her zaman belli bir yekun tuttuğunu da gözlemledim.
Cafe dedikleri ve tüm dünyada gençlerin nerdeyse sığınma yurtları olan, yerler bu kentte de her daim dolup taşıyor. Genel olarak Avrupa’da ve de tüm Balkanlar’da olduğu gibi bu kentte de en çok kahve içiliyor.
Fırınlarından taze ekmeği almanın mümkün olduğu şehirde doğal gaz olmadığı için en çok tüketilen yakacak türü odun. Her yerde odun ardiyeleri var.
Fotoğrafçısı, bilgisayarcısı her türlü hizmeti veren dükkânın olduğu Tetova’da, yaşam aslında sakin bir şekilde akıp gidiyor.
Ama insanı rahatsız eden şey; bu kadar hızlı büyümenin, Avrupa’daki tarzda bu kadar lüks arabanın bulunmasının, bu binaların ard arda yükselmesinin gizemi? Sanayisi, ihracata dayalı tarımı olmayan bu şehirdekilerin en azından bir kısmı bu kadar kısa zamanda nasıl zenginleşti? Bir yağma, bir talan kültürünün de etkisi var bu şehrin büyümesinin arkasında. Eroin ticaretinin bile yaygın olduğunu söylüyorlar.
Gençler umarsız yaşam karşısında… Ellerinde cep telefonları, kafelerden çıkmayan zamane gençliği… Yaşlı kuşak kendi geçim derdinin peşinde. Ama gördüğüm bu kentteki, tüm Balkanlar’daki insanların hayat karşısındaki dinginlikleri. Hayat öyle bir doğal akıyor ki, sanki buralarda hiç geçim derdi, kış derdi, odun – kömür, ekmek derdi yok gibi geliyor insana.
Çok da geniş olmayan sokaklardan tasasız bir şekilde geçen jipler; kimisi başörtülü teyzeler, iki büklüm bastonuyla amcalar yani bir yerlerden gelen yaşlıların arasından hızlıca hareket edip akıp gidiyor.
Dağlar yüce, bazen karlı, bazen bulutlu salkım saçak türküler söylüyorlar kendi hallerinde. Kalesinin bulunduğu yer de, onun karşısındaki, yer de, Koyun Baba Türbesi’nin bulunduğu köylere giden yerler de, nihayetinde kayak pistine giden daha doğrusu Kosova’ya giden yolların sonu da dağların belirsizliklerine, kış günleri türlü acılı masallar anlatan doruklarına doğru çıkıyor.
Bir gün can insan, Bektaşi muhibi ve Harabati Baba Tekkesi’ne kuş bakışı bir mesafede bulunan Rasadisht Köyü’nden Ali Rıza Emini beni gezi amaçlı bir dağ yamacına götürdü. Burada çok güzel yapılmış turistlik bir otel, otelin çevresinde çam ağaçları içinde bir yerleşim birimi vardı. Dünyanın her yerinde insanlar iyi yaşamanın yollarını buluyorlar.
Bu yoldan aşağı doğru inerken çok daha rahatlıkla gördüm ki, dağlarla çevrilmiş çok büyük bir ova kenti Tetova. Yani her tarafı yüksek dağlarla çevrili dümdüz bir şehir…
Şar Dağları’nda; keçilerin de otladığı, hani “eşkıya yatağı” denecek türden yerlere köyler kondurmuşlar. Tüm anladığım da, aynen Türkiye’de olduğu gibi tüm orman arazileri de yağmalayanın elinde kalmış. Yani burası biraz Karadeniz’e benzese de, hem deniz bağlantısı olmadığı için, hem de düz ovalık ve yüksekten gelen sert soğuklarla boğuşan ve karasal yönü ağar basan farklı bir yerleşim yeri. Ama olan ormana oluyor. Yine bir deride okuduğuma göre tüm Avrupa’da hava kirliliğinin de en çok görüldü kentlerden birisi de Tetova’ymış.
Ama tüm bunların dışında bizim dileğimiz, Hıristiyan bir nüfus da, hatta farklı dinlerden insanların da yaşama olanağı bulduğu bu kentteki Müslüman çoğunluk onlarca camii de ezanlar okunurken gidip orada namazlarını kılsınlar.
480 yıllık Bektaşi Tekkesi’nin işgal edilmesine alet olmasınlar, biraz Müslüman, biraz insan olarak inançlara saygı göstersinler; Harabati Baba Tekkesi’ni onun asıl sahipleri olan Bektaşilere şartsız, koşulsuz teslim etsinler…
Yazmasam Olmuyor…
Bir Derin Yaranın Ardındaki Gerçekler
Harabati Baba Tekkesi Yangını Devam Ediyor…
Şu günlerde bazı yazılarımı gözden geçirip, varsa eldeki videoları değerlendirirken, Eylül 2016’daki Makedonya Gezimin Notlarını yeniden okudum. Son bölüm arada kaynamasın, diye ayrıca paylaşayım, dedim… Muhabbetlerimle…
Her zaman Kalenderi özelliği gösteren bir insan olarak, Kanatlar Köyü’deki canlara sitemlerimi de yapıyorum. Bir büyük işgali yaşayan Harabati Baba Tekkesi’ni, Abdülmüttalip Bekiri Dervişimizi yalnız bırakmamalarını söylüyorum. Oradaki canlara, “her sene ürünlerinizi derlediğinizde Kanatlar Köyü olarak, bir motorun arkasına, kabak, kavun, karpuz, lahana, soğan koyup, Harabati’ye gelseniz, bir yardımlaşmada bulunsanız, bir muhabbet meydanı açsanız iyi olmaz mı?” diyorum. Onlar da iyi olur vs. diyorlar. Bana uzun uzun bazı dertleri de anlatmak istiyorlar. Arnavutluk’ta Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’ni, Baba Mondi’yi eleştiren bazı konulara giriyorlar… Ben aslında bunları da bilmez değilim. İyi niyetli, haklı eleştiriler var elbette. İçimizdeki sevgiden dolayı, herkesi “bacı – kardeş / çıkar beklemeyen yol aşığı” bildiğimiz için dönen dolapları görsek de, zaman zaman bunları bir kenara koyuyoruz. Ama nafile, olaylara bakınca, Hacı Bektaş’ı her seferinde daha iyi, daha iyi anlıyorum. Pir Hacı Bektaş Veli, söylediği çoğu sözleri aslında Alevi (Bektaşi) toplumu için söylemiştir, bence O en çok bu toplumdan çekmiştir, onlara karşı mücadele vermiştir, diyorum zaman zaman kendi kendime. İnsan yetiştirmek, insanlara bir şeyler anlatmak ne de zor bir şeydir, birlik kurmak, benlikle uğraşmak ne kadar zor şeylerdir, diyorum. Çünkü Türkiye’de, Avrupa’da ve dünyanın her yanında olduğu gibi Balkanlar’da da; Alevi - Bektaşi toplumunun kendi sorunlarının, çevreden gelen baskılar, kısıtlamalar, engellerle uğraşmaktan çok; kendi kendileriyle uğraşmalarından, kafa karışıklıklarının fazlalığından, çok başlılıktan, çokbilmişlikten, çıkar hesaplarından, iç çatışmalarının derin boyutlarda olmasından kaynaklandığını görüyorum.
Benliğini yenemeyen, Yola çıkar için çıkmışların elinde kalan Alevi - Bektaşi Yolu da, bu Yolun erdemlerini yaşamak isteyenler de, gençler de, geleceğimiz de kan ağlıyor; bu Yol - Hal bilmezlerin elinden…
Güzelce konuşmak, anlaşmak varken içten pazarlıklı, perdenin arkasında kendi öz benliğinin kibirleri yatan; sözde bazı dede, baba, yazar, başkan adı altındaki sıfatların altındaki benliğin yani o egolara teslim olmuş mahlûkun (mahlûkluğun) aynı mahlûk olduğunu, bunun Alevi Bektaşi toplumunu ve artık Yolu da kemirip durduğunu çok ama çok acı bir gerçek olarak görüyorum.
Makedonya’da, Kanatlar Köyü’nde…
Nedir kardeşim derdiniz sizin? Biz devletle görüşelim, bize hak versin. Tamam, versin. Biz Arnavutluk’taki Dünya Bektaşiler Birliği’ne niye bağlanalım? Peki, güzel, bağlanmayın. Burası Makedonya buranın ayrı bir birliği olsun. O da güzel, olsun. Makedon Devleti bize Bektaşi olarak haklarınızı versin. Eee versin… Bizi devlet katına çıkarsın, biz Bektaşileri temsil edelim, bakanlarla görüşüyoruz, bize hak versin, hukuk versinler, diye… Evet, güzel gibi görünen istekler, beklentiler, sözler…
Ama bu güzel düşüncenin arkasında bakıyorsun ki, yine benlik, bencillik var, çıkar beklentisi var, bir “baş” olma sevdası var, devletle her şart altında bütünleşme isteği var…
Niye mi, her şehirdeki Bektaşi varlığı Makedon Devleti karşısında kendini temsilci görürse, gösterirse, merkeze kendisini koyarsa sonuçta bu bir yarışa sebep olacak, temsiliyet krizi çıkacak da ondan. İşte burada da olan bu. Kırçova’da Paşo kardeşler (Bir aileden üç kişinin Halife baba, baba, derviş olması geleneğimize aykırı olduğu için bunu böyle yazıyorum.) Makedonya’da Bektaşileri biz temsil ediyoruz, Makedon Devleti bizi tanısın, dedi. İşte gidip Makedonya’da Harabati Baba Tekkesi’ni işgal eden Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığı’yla ortak hareket eden, Makedon İslam Dini Birliği’ne girdiler.
Buradaki kafa da aynı kafa, Kanatlar Köyü’ içinde tarihi türbeleri de olan, Makedonya’daki en çok Bektaşi’nin yaşadığı en büyük Bektaşi köyü, Bektaşilerin merkezi burası olsun, kavgası, kaygısı daha doğrusu biraz da bencilliği var burada da. (Ne hikmetse tespit ettiğimiz gibi; köy inanç olarak üçe bölünmüş durumda. Kendi durumlarına, parçalanmışlıklarına bakmadan tüm Makedonya’daki Bektaşi Birliğini biz temsil ederiz, diyorlar.)
Ta 2004 yılındaki ziyaretimizde dört beş kez ısrar edince ancak beni zorlamamla Harabati Baba Tekkesi’ne götüren yine ayrı bir baş olan, Kırçova’daki Hıdır Baba Tekkesi Dernek yönetiminin de kafası aynı kafa ürünü; Makedonya’daki Hıdır Baba türbesi çok eski bir türbedir, buradaki Bektaşileri ancak biz temsil edebiliriz, biz kimseye tabii olamayız, kör mantığının cahil kafası…
İşte 20 yıldan fazla süren Harabati Baba Tekkesi’nin işgalinin altındaki asıl nedeni gördünüz mü şimdi sevgili dostlar? Makedonya’daki Bektaşi toplumunun içine giren ya da ezelden beri var olan “benlik”, yani “ikilik” hastalığı.
Ortada 480 yıllık bir Bektaşi Tekkesi var, yüzlerce baba, derviş orada hizmet etmiş, değil Makedonya’nın tüm Balkanlar’ın en büyük tekkelerinden birisi olmuş Harabati Baba Tekkesi’nin mirasını reddedip, “baş olma” sevdası…
Ayrıca kendi gölgesinden korkan, Harabati Baba Tekkesi’nin bulunduğu şehir Tetova (Kalkandelen) ve yakın bölgedeki Bektaşiler de, bir yerlere sinmiş, saklanmış, pusmuş, korkmuş olarak, bir Tekke’nin yağmalanmasını seyretmekle yetiniyorlar. (Ama fırına kuzuyu koyunca koşup giden, yeme – içme fırsatçıları da, başka zaman değilse de o zaman meydana çıkarlar da var elbette!)
Kadim bir tekke işgal edilmiş, yağmalanmış, gerçekten de yakılmışken, doğru dürüst gidip onun yanında yer alamayan bu insanlar nasıl Bektaşi’dirler böyle? Nerde kaldı turaplık, birlik, beraberlik ey sevgili dostlar?
Ayrıca burada bir konuyu hatırlatmak da fayda var, sevgili dostlar…
Kendisiyle 2004 yılında bir söyleşi yaptığım Harabati Baba Tekkesi’nin görevli babası Baba Tahir Emini, buraya herkes gelsin, birlikte Bektaşiliği tekrar canlandıralım, burada herkese yer verelim, burası Makedonya Bektaşiler Birliği’nin merkezidir, demişti. Nihayetinde de Harabati Baba (Sersem Ali Dedebaba) Tekkesi’nin kapısında da Makedonya Bektaşiler Birliği Merkezi yazıyordu. Bu konuda da yine 2006’da Hakk’a nail olan Tahir Emini zamanında Makedon Devleti’ne resmi başvuruda bulunulmuş, Makedonya’daki Bektaşilerin merkezinin Harabati Baba Tekkesi olduğu kayıt altına alınmıştı. İşte buradaki durumun özeti de bu can dostlar.
Yeri gelmişken, canımızdan vaz geçmişiz zaten, dişimizle tırnağımızla, bin bir zorlukla, birilerine yalvara yalvara, üç-beş kuruşa, bir şeyler yapmak isterken gerek Balkanlar’da, gerek Türkiye’de “aman aman bizi çekme, bizi gösterme” diyen bazı insancıklarla da karışlaşıyoruz… Deve kuşu gibi başı yerde, gövdesi havada olan, “bizim yolumuz gizlidir, nazenindir, aman ha, bizi yazma diyenler… Zaman zaman şunu anlatır bu zavallılar; yıllar yılı bir evden ana ve oğlu ara ara, ayrı ayrı dışarı çıkarlarmış, birbirlerine “bir yere gidiyorum” derlermiş, aslında ceme gidiyorlarmış, ama birbirlerine bilgi vermezlermiş, birbirlerinin Bektaşi olduğunu bilmemişler yıllar yılı, mübarekler” diyen, bununla bir de övünen ilkel kafalar, seveyim sizin kafanızı…
Özünle benimsemedikten, bunu ifade edemedikten sonra seni zorlayan mı bu yola girmeye, yolu sürmeye? Sürekli bir nakarat halinde söylediğin gibi ne gizli “sır”larla saklı yanı vardır bu yolun, bunu da ben anlamıyorum hamlığıma, cahilliğime verin ne olur? (Kişinin Hakk ile olan gizli sırlarını, yolculuğunu zaten söyle diyen yok. Bunu kimse bilemez.) Özün neyse, sen de o değil misin? Deyişlerini okuduğun ozanların dile getirdikleri kadar Bektaşi değilsen, niye girdin bu yola? Bu yolda; Hakk – Muhammed – Ali aşkıyla “enel Hakk” deyip derisi yüzülen Nesimi’nin bir tırnağı değilsen, niye Bektaşi oldun? Her muhabbette nefesini okuduğun başını bu yola koymuş Pir Sultan’ın ismini dışarıda ağzına alacak cesaretin yoksa seni kim zorladı, birisi silah mı dayadı kafana ey ahmak, niye Bektaşi oldun?
Aman Ayhan Bey; bizi çekme, sakın ha, sakın bizi bir yerde gösterme… Zavallı hallerimizi yazsam yazı çok çok uzar gider…
Yüzyıllar boyunca Osmanlı’da Tekkeler cihan âlem için açık, korkan kaçan yok… Cümle ahalisi biliyor. 1826 yılında baskıyla yasaklanınca, 1925 yılında kanunca kapatılınca tekkelerden insanlar uzaklaşmış olabilir. Ama kendi inancını, kendi yolunu yine kendinden saklayan, bu kadar korkan, haklarını almak varken yasaklara boyun büken bir topluluğun sonu ne olur? Bilen varsa buraya yazsın.
Hani hepimizin başı Hacı Bektaş’a, Serçeşme’ye bağlıydı? Bir’e bağlıydık, sen, o, ben yok “biz” vardık… Ne oldu; o birliklere, beraberliklere, “Yola Birlikte Gidiler”, “Yol Cümleden Uludur” düşencesine?
Yazınca, konuşunca kimileri bana donuk gözlerle bakıyorlar. Evet, doğrudur, Kalenderi Dervişliğimi anlamazsınız benim; ben özümde hizmet aşkını bulmuşum, iyi kötü “benliğimi” yenmeye çalışmışım, her zaman hep birlikte, “biz yapalım” demişim… Dedikçe de, sözde dede, başkan, hatta akademisyen – yazar özde; bencil, çıkarcı kişilerce kurumlardan dışlanmışım. Zaten artık kimin sözüne bakarım. Kimsenin de avukatı, savunucusu değilim; ben sadece ve sadece Alevi - Bektaşi Yolu için mücadele ediyorum…
Yoksa Türkiye’de de, Avrupa’da olduğu gibi Balkanlar’da da en azından Arnavutluk – Makedonya’da “benlik” deyip tekelci yapı oluşturan “kafa”yı da çok iyi biliyorum.
Artık gördüm, yaşadım, duydum, anladım bir sonuca vardım. Şimdilerde herkes kendisine; bir mürit, uşak, kendisini parlatacak figüran bir tiyatrocu arıyor. Her şeyi biliyoruz, görüyoruz. Bizim temel hedefimiz ise Yol’dur, Alevi Bektaşi Yol’unun yaşaması, bu alanda yapılan hizmetlerdir. Kurumlar, kişiler aslında bizim için birer araçtır. Alevi - Bektaşi Yolu’na hizmet için her kurum bir araçtır. Ben de 30 yıldır her kurumda bulundum, bulunmak zorundaydım. Amaç Yolun ve Yolun değerlerinin yaşamasıdır. Kimse bunu anlayamıyor mu acaba? Ama ne acıdır ki, sonuçta Yol’a Birlikte Gidilir, ilkesinin yaşamadığını / yaşatılmadığını gördüm. Benim temel kaygım ve üzüntüm de bu oldu.
Hiç kimse yapamaz Alevinin – Bektaşinin kendisine, kendi kültürüne, kendi inancına yaptığını… Biz toplum olarak birlik olmazsak; tekkelerimiz, ocaklarımız, birliğimiz de elbette başkaları tarafından parçalanmak ister. Böyle olunca tüm fırsatları siz kendi ellerinizle onlara veriyorsunuz…
Sonuç
Harabati Baba Tekkesi’nin işgali karşısında; Türkiye’dekiler olsun, Balkanlar’dakiler olsun, kendilerini bazen “Aleviler”den soyutlayıp, bağımsız bir yapı olarak ifade eden, bunu da zaman zaman dile getiren, bu Bektaşi toplumunun toplu olarak bir tepkisi oldu mu, bir açıklaması oldu mu, bir girişimi oldu mu? Bunu bilen varsa lütfen buraya yazsın.
(Zaman zaman hadsiz sözde bazı Alevi kurum temsilcilerinin, bazı sözde dedelerin, sözde bazı yazarların bilinçli olarak yok sayılmaları Bektaşiler’deki dışlanma hissini arttırmakta, buna tepki göstermektedirler. Bunu da söyleyelim bu arada.)
Bunu sorduğumuzda birçoğu bunlar siyasi konular canım biz bunları bilmeyiz, anlamayız o işlerden diyen bir kafa var karşımızda.
İnancın yok ediliyor, tekken yağmalanıyor, tarihin yok ediliyor ey Baba Sultanlar, ey derviş canlar, kendine Bektaşi diyen muhip canlar, can yoldaşlar, ne siyasetinden bahsediyorsunuz sizler?
Birlik olmazsak, “Alevi – Bektaşi” aynı özde buluşmazsak, gelen saldırılar nereden, nasıl, ne şekilde gelirse gelsin hep birlikte, korkmadan, saklanmadan, Alevi - Bektaşi Yolu’nun gereği olarak tepki göstermezsek, küçüle küçüle yok olur gideriz…
Yarınlar bizden mutlaka hesap sorar…
İşi yarınlara bırakmayalım gül yüzlü canlar…
Aşk-ı muhabbetlerimle…