BÜYÜK BALKAN GEZİSİ (KASIM 2010)

Yunanistan -Makedonya-Arnavutluk-Bosna/Hersek-Kosova-Bulgaristan’da Kutsal Yerler Ziyaret Edildi…

(12-21 Kasım 2010)

 

AYHAN AYDIN

 

Traklar’dan beri dünya insanlığının ana kültür merkezlerinden birisi olan ve Anadolu’yla birlikte “Doğu ile Batı Arasında Köprü” olma görevini üstelenen Balkanlar  aynı zamanda bir Türk yurdu olmuş, erenlerin kurdukları dergahlara, tekkelere, ocaklara gelip yerleşen ozanlar, dedeler, babalar inanç ve kültürün harman olduğu bu  mekanlarda tüm insanlığa mal olmuş bir büyük felsefenin yeşermesini sağlamışlardır. 

Dergahlarda ve ocaklarda bülbüller şevke gelmiş, kinlerin, kibirlerin, benliklerin yok olduğu bir yüce İslam yorumu olan Alevi-Bektaşi İslam Yolu buralardan da geçmiş, buralarda yaşamış ve yaşamaya devam etmektedirler.

Nice ulusun, din ve dilin konakladığı aynı zamanda dünya insanlığını kana bulayan olayların da yaşandığı bu topraklarda huzur ve barış kimi inanç önderleri sayesinde yaşanır olmuştur. Nasıl ki, bir ulu kişi olarak geyikler üstünden çocuklara hediyeler ve daha önemlisi umutlar taşıyan bir Noel Baba varsa; bir Hıristiyan Aziz kılığında Hıristiyanıyla, Müslümanıyla, İnananı ve İnanmayanıyla adaleti bu topraklara getiren Sarı Saltuk’lar da tüm Balkan halklarının bir kahramanı, kurtarıcı umut ışığı olmuştur. Büyük erenler Kızıldeli, Seyyid Ali Sultanlar, Otman Babalar, Akyazılı Sultanlar, Demir Babalar, Hüseyin Babalar, Yunus Abdallar Balkanlar’da daha fazla kan akmasını engelleyen, kimsesizlerin sığındıkları, yarası olanlara merhem olarak ulaşan şifa dağıtıcıları olmuşlardır.

 

Bizler de CEM Vakfı tarafından düzenlenen inanç ve kültür turuyla bu büyük Erenler Katarı’nın izinden giderek bir büyük yürüyüş eyledik. Balkanlar’ın eşsiz doğası içinde Alevi-Bektaşi İnanç Merkezleri ve İnanç Önderlerini ziyaret ettik.

 

13 Kasım’da başlayan geziyle ilk gün Yunanistan’da Dimetoka (Didymoteichon) yakınlarındaki Küçük Derbent (Mikro Derion) geçilerek Ruşenler (Russo- Roussa) Köyü yakınlarındaki Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan Dergahı ziyaret edilmiş, Selanik’te (Thessaloniki) Atatürk Evi, Beyaz Kule ve Selanik Kalesi gezilmiş ve Selanik’te konaklanmıştır.

Sınırları aşmak, sınırları geçmek bizden farklı dillerin konuşulduğu, kültürlerin yaşadığı coğrafyalara da gitmek demektir. Türkiye’dekine Doğu, Yunanistan ve Bulgaristan’dakine Batı Trakya denilse de, harita üzerinde ayrılmış olsalar da hem doğasının, hem de tarihinin, inanç ve kültürünü bir bütün olduğu Trakya, kuzeyden güneye ortasından akan Meriç (Evros) Nehri’yle Ege’ye bir yol açmıştır. Eski çağlardan beri bilinen Vie Egnatia (Sol Kol) olarak bilinen yerleşim yerlerini birbirine bağlayan yolun geçtiği Trakya Anadolu’dan Balkanlar’a (Rumeli)’ye, Balkanlar’dan (Rumeli’den) Anadolu’ya, doğudan batıya, kuzeyden güneye bir sel gibi akan göçlerin geçiş mekanlarından birisi olurken inançları da yakınlaştırmış, ırkları birbiriyle tanıştırmıştır.

İşte Türkiye’ye çok yakın ve ondan ayrı olmayan Batı Trakya’da Rumeli’nin en büyük alp erenlerinin başında yer alan, ismi kıtalar aşan, adına yüzlerce şiir dizilen bir Kızıldeli, Seyyid Ali Sultan vardır. 1354 yılında Osmanlı’nın bir büyük yürüyüşüne tanıklık eden Trakya’yı fetheden Evronos Paşaların, İce (Ece) Sultanların, Gazi İsraillerin yol arkadaşı Seyyid Ali Sultan, Kızıldeli Sultan bir tepenin eteğine gelip yerleşirken burada kendisinden sonra bir büyük dergahın-ocağın kurulacağını acaba biliyor muydu? Çevresi orman olan, geniş tarlalarla yarılmış, yazları kurusa da suyu eksik olmayan Baba Pınarı’yla, bir yaşam kaynağı olan Dergah arazisinde nice değirmenler kurulmuş, köprüler yapılmış, yüzlerce büyük küçük baş hayvanı, onlarca atıyla altı yüz yıl boyunca büyük bir üretimin olduğu bir inanç gözesi olmuştur.

Şimdi uzun yıllar sonra nihayet yıkılmış duvarlarını tamir etmeye, gelen canların kapalı bir yerde lokmalarını yapmaları için yemekhanesi yapılmaya başlayan dergah bir ören yeridir.

Özellikle 1826 yılından sonra tarumar edilen, yağmalanan, dağıtılan, mezar taşları kırılan, hayvanları dağa taşa salınan Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan) Dergahı tüm Balkanların (Rumeli’nin) en büyük inanç merkezi olma özelliğini yüzyıllar boyunca korumuştur.

Kendisi de bir Seyyid olan Seyyid Ali Sultan (bir diğer ismiyle veya bir başka inanç önderi olarak Kızıldeli Sultan) tarihi boyunca dünyanın en büyük dört Bektaşi Tekkesi’nden birisi olmayı sürdürmüştür. Bir dönem Hacı Bektaş Dergahı kapatılınca bu ana dergahın görevini yerine getirmiştir. Evlenip, çoluk çocuğa kavuşan yani evlenmiş bir Alevi Yol ulusu, mürşidi olan Seyyid Ali Sultan’dan sonra bu ulu dergahta Bektaşiliğin gerçek kurucusu olarak kabul edilen Balım Sultan yeni bir sistem kurmuştur. Babagan Bektaşi Kolu’nun kurumlaşmasını sağlayan İkinci Pir olarak kabul edilen Balım Sultan bu dergahta yetişmiştir. Sadık Abdal gibi nice büyük ozanların da yaşadıkları ve nice seyyidlerin, dedelerin, babaların, dervişlerin, kamberlerin, ozanların, aşıkların yaşayıp hizmet ettikleri böylesine tarihi bir mekanı ziyaret etmek ister istemez insanı heyecanlandırıyor…

Bizler ilkin Ruşenler Köyü’ne geliyoruz. Burası bir Alevi-Bektaşi köyü. Dağlık/tepelik bir araziye kurulmuş köy, oldukça düzenli, temiz bir yerleşim yeri. Bir sağlık ocağının da bulunduğu köydeki binaların hemen tümü modern yapılar. Köyün girişinde köy mezarlığı var. Aynı zamanda hayvancılıkta yapılan köyde bir de cemevi var. Bizleri sevinçle, coşkuyla karşılayan köylüler arasında Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti ismiyle Kızıldeli, Seyyid Ali Sultan’ın ve Dergahın adını yaşatmak bu alanda çalışmalar sürdürmek isteyen derneğin kurucusu ve ilk başkanı rahmetli Hasan Çengel’in hanımı, oğlu ve kızı da var. Bal, kaymak ve çorbanın da olduğu zengin kahvaltımızdan sonra sarı ışıklar altında, dağ yolundan iki km. yol kat edip Dergaha varıyoruz. Kırklar Kapısı’ndan girip türbeye niyaz bent oluyoruz. Burada da bizi üç nesildir Tekkenin türbedarlığını (bakıcılığını/koruyuculuğunu) yapan ailenin şimdiki reisi Müslüm Çolak karşılıyor.

Türbe’de Kuran okunuyor, dualar ediliyor. Tekke arazisi içinde ceviz ağaçları da var. Burada aslında yapılacak çok iş var. Daha doğrusu burasının bir sit alanı olarak kabul edilip tarihi duvarlarıyla, yıkılan binalarıyla bir güzel elden geçmesi gerekir.

Huzur ve mutluluk içinde Selanik’e doğru uzanırken Yunanistan’da bir iyice ısınıyoruz. Selanik bir güzel kent. İzmir’in kardeşi olan bir şehir. Denizin kokusu aynı koku, evler aynı ev, insanlar da birbirine çok benziyorlar ama bizleri sadece sınırlar değil, kimi kafalar birbirinden iyice ayırmış. Gerçekten de Ege’nin iki yakası ele ele verse, bir olsa, beraber olsa nice zorlukları birlikte atlatamazlar mı?

Beyaz Kule’yi geziyoruz. Bir zamanlar zindan olarak kullanılan Selanik’in simge yapılarından birisi, sahilde, deniz kenarında. Sonra ise kaleye çıkıyoruz. Büyük bir kale Selanik’teki buradan kente bakması çok güzel. Hediyelik eşyalar ise ederinden daha pahalı. Türk evlerine benzeyen tarihi evler çok iyi korunmuş, kaleye çıkan dar sokaklar İstanbul’un sokaklarını andırıyor.

Sonrasında ise büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ümüzün evini ziyaret ediyoruz. Bahçesi yemyeşil bu evin önünde polislerin kordon oluşturduklarını görüyorum. İşte ırkçılık; Kıbrıs’la ilgili Kıbrıs’ı Türklerin işgal ettiklerini iddia eden bir gurup hemen yakınlarda yürüyüş yapmak istemişler ama bir avuç bile yoklar.

Buranın yemekleri bir harika; bol salata, zeytinyağlı yemekler, lezzeti Türkiye’dekilerden daha güzel. Otelimiz ise tertemiz, ışıl ışıl bir otel.

14 Kasım’da Makedonya’da Manastır’ın (Bitola) tarihi yerleri, Atatürk’ün Okuduğu Askeri İdadi gezilmiş, Turistlik merkez Ohri’yi (Ohrid) ve kentteki Sarı Saltuk’un da makamının olduğu tarihi Sveti Naum Manastırı’nın rehber nezaretinde ziyaret edilmesi sonrası Ohrid Gölü kıyısında bir otelde konaklanmıştır.

Manastır tarihi Türk kentlerinden birisi. Bir dingin zamanı yaşayan Manastır Balkanlar’ın (Rumeli’nin) de güzel şehirlerinden birisi. Kent merkezi oldukça bakımlı. Gençlerin cıvıl cıvıl şakıdıkları merkezdeki sokaklar tertemiz. Her tarafta çok iyi korunmuş tarihi binalar var.

Atatürk’ün de okuduğu Askeri İdadi Makedonların Atatürk ve Türkiye’ye verdikleri değeri gösteriyor. Çok iyi düzenlenmiş bu müzede geçmiş çağlardan bugüne ulaşabilen eserler yanında günümüzdeki Makedonya’ya da yansıtan objeler de var.

Ohri ise Makedonya’nın  parlayan incisi. Mutlaka gidilip görülmesi gereken yerlerden birisi olan Ohri turistlik bir cennet. Bir kere ismiyle anılan göl tüm dünyadaki en derin göllerden birisi. Tüm kıyısı bakımlı, tertemiz bir gölün çevresinde nice tarihi kilise ve manastır var. Ohri sadece kiliseleriyle değil camileriyle, türbeleriyle de bir inanç mekanı aynı zamanda. Tarihi unsurları çok iyi korunmuş Ohri kentinde inci bulmak da mümkün. Akasya ağaçları, çınar ağaçları altında Türk kahvesi olarak hizmet veren dükkanlar, lokantalar, kervansaraylarıyla tümüyle bir parçamız olan bir şehir burası.

Ohri’de aynı zamanda bir büyük Hıristiyan  Aziz ve Türk Eren yan yana, iç içe koyun koyuna barınıyorlar. Bir zamanlar yöredeki tüm Müslümanların ziyaret ettikleri Sarı Saltuk Makamı’nın olduğu yer emsalsiz bir güzelliğe sahip. Tavus kuşlarının özgürce gezdikleri şimdi bir manastır olarak hizmet veren bu Sarı Saltuk Makamı bilinen 12 Sarı Saltuk türbesinden (makamından) birisi.

Gerçekte yattığı yerin Romanya Babadağ’da olduğunu tarihçilerin kaydettiği Sarı Saltuk’un Balkanlar’da yedi yerde makamının olduğu biliniyor. Türkiye’de de büyük bir Alevi ocağı olarak ismi anılan Sarı Saltuk Balkanlar’daki (Rumeli) ilk büyük öncü alp erendir. 

 

15 Kasım’da Arnavutluk’ta Tiran’da (Tirane) Dünya Ehlibeyt Merkezi ziyaret edilmiş, Hacı Reşat Bardi Dedebaba’yla sohbet edilmiştir. Uzun çileli bir yaşamın izleri yüzündeki çizgilerde okunan Bardi Dedebaba sağlık sorunlarına rağmen barıştan, dostluktan bahsettiği konuşmasıyla Türkiye’den gelen ziyaretçileri selamlıyordu Dergahta.

Dergah gerçekten de görülmeye değer, muazzam bir yapı. Büyük portreler, sayısız çerçevede Bektaşiliğe hizmet etmiş baba erenler tarihin tanıkları olarak duvarlardan konukları selamlıyorlar. Bu fotoğraflar, Arnavut ressamların gözüyle Hz. Ali ve Ehlibeyt tasvirleri buradaki manevi havayı solumamıza yetiyordu. Zamanımız yok ama her anı doya doya yaşıyoruz. Canlar sorular soruyorlar. Ben CEM Vakfı’nın çalışmalarını anlatıyorum, Prof. Dr. İzzettin Doğan Hocamızın selamını kendilerine ve tüm Arnavutluk’daki Bektaşilere iletiyorum.

Daha önce Murat Küçük kardeşimiz Cem Dergisi adına buraya gelmiş, Dedebaba’yla görüşmüştü. Bir nevi bir köprü kurulmuştu ama onun devamı gelmemişti. Şimdi ise uzun yıllar sonra bir gezi programı vesilesiyle de olsa ne mutlu bize ki bu buluşmayı yaşıyoruz. Uzun yıllar, aylar geçmiş, oradan konukları ağırlayamamışız, bizler onların dertlerine ortak olamamışız, yarattıkları zenginliklerden faydalanamamışız ne gam!

Daha önce Makedonya’da Dedebaba’ya olan ilgiyi, sevgiyi, muhabbeti bizzat görmüştüm, o anları yaşamıştım. Şimdi de çok uzaklardan Türkiye’den gelen canların baba erenlere ilgisini gözlemliyorum. İşte Arzu Kahraman Dedebaba onda bir ışık olduğunu bunu hissettiğini söylüyor,  o da Dedebabanın dizlerinin dibinden ayrılmıyor, her kelimesini, her nutkunu özümsüyor. Çok selam götürün Türkiye’ye, oradaki canlara, Alevilere, diyorlar. Sıraya girmiş canlarla muhabbet bağında buluşan Reşat Dedebaba bir tedavi için gittiği ABD’den yeni dönmüş, çok yorgundu. Bu rağmen herkesi ayakta uğurladı, el salladı, bizlere son kez.

16 Kasım gecesi nasıl bir zorlukla baş edeceğimizi ben hiç düşünmemiş, hesaba katamamış, kırk iki kişilik bir gurup bu geceyi yollarda geçireceğimizi hayalimizden geçirmemiştik. Şiran’ın Yeniköy ve Kırıntı köy hatta yayla yollarından çok daha kötü yolları aşacağımızı, sel baskınına uğramış, iki arabanın geçemeyeceği yolların ülkeleri birbirine bağlayan uluslar arası yollar olduğunu, gözlerimiz fal taşı açılmış gibi, baykuş gibi gece yarısını yarı korkulu, uykusuz geçireceğimizi de hiç bilemezdik.

İlk önce Arnavutluk Karadağ sınırı geçiliyor, saatler boyunca yol alınıyor sonrasında Karadağ Hırvatistan sınırı geçiliyor. Gümrük kapılarında uzun bekleyişler, Allah’ın bir tuvaletine olan özlem, açlık…

Çileli bir yoldayız ya, gerçekten de bu yollar  bizim sabrımızı zorluyordu.

Ben ise işin alayında, coşkusunda, neşesindeyim. Dubrovnik’i görüyorum, Dubrovnik’i geçiyoruz…

Bir gelinlik kız gibi bu şehir. Kentin her caddesi, her mahallesi, her sokağı, her evinin önü ışıklı. Işıklar yıkıyor her tarafı. Gün dönüyor, gün ağarıyor, gün doğuyor içime…

Uzun yoldan sıkılan bir can “sen Polyanayı biliyor musun?” diyor. Yani her şeye rağmen neşeyi kaybetmeyen, umudu kaybetmeyen öykü kahramanını! O anda benim de içimde bir şeyler kırılıyor ama bu hınzırlık ben de iken vız gelir tırıs gider  bu gibi laflar!

Gün doğdu doğacak… Aman hiç doğmasın ben alacalıkta ebediyen girsem bu denize, bu adalara, bu ışıklara, batsam, batsam… Bu kenti gündüz gezsem ne bulacaktım, bu sabah vakti, bu tan vakti, ömrümün yorgun vakti, bir şarap vakti, içimde türküler söyleyen adamın tüm köprüleri yıktığı vakit geçtim buraları…

Her taraf çiçek, her tarafı tertemiz,  “sevgi büyüt ellerinde” tüm caddeler pırıl pırıl işte diyorum saatler sonra bir Hırvatistan huzuru.

Sonra bir bayram sabahı Bosna Hersek

Bir yanımıza Adriyatik Denizi’ni alıp ilerledikten sonra bir nehir başlıyor biz de onu takip edip gidiyoruz. Ve sonunda tarihi Mostar kenti ve köprüsü. Taş yolları arşınlayıp ilerliyoruz tarih kokan kentte. Gerçekten de görülmeye değermiş Mostar Köprüsü. Her iki yanı ahşap evlere, camilere uzanıyor… Tertemiz bir su akıyor kentin ortasından, çocuklar bayrama uyanıyorlar. Duvarlarda kurşun izleri, ağaçlarda gizli sırlar saklı. “Mübarek Bayramı” mızı kutlayan afişler bizleri selamlıyor, yol boyu.

Öğleden sonra perişan haldeki konuklar iyi bir otele gidiyorlar…

Ve başkent Saraybosna

Bu kenti görmek için bile bu çileleri çekmeye değer. Sarayova, bizlerin söylemiyle Saraybosna tarihi bir kent. İşte sokaklarıyla, insanlarıyla, yeni binalarıyla, camileriyle, çeşmeleriyle bir kültür kenti. Sizi sarıp sarmalayan şehir, ünlü köftesini yedikçe, meydandaki büyük kilisesini gördükçe, Türkçe konuşanları dinledikçe sevincinizin bir kat daha arttığı tarihi bir kent.

Balkanlar’ın göbeğinde bir büyük kıyım yaşanmıştı…

Bir büyük soykırıma tanıklık etmişti bu topraklar. Müslüman oldukları, Türk oldukları için on binlerce insan öldürülmüş, işkence görmüş, sakat kalmış, namusuna göz dikilmişti. Onulmaz, onarılmaz yaralar açmıştı insanlık belleğinde lanetle anılmış bu kıyımı yapanlar. Bu aslında insanlığın bir sınavıydı… Barbarlar çağındaydık… İkiyüzlülük çağındaydık. Üç maymunu oynuyorduk; olup bitenlere gözümüzü, kulağımızı kapatıyor, bir şey demiyorduk. Gözlerimizin önünde olup bitmişti her şey; insan olmaktan utanmamız gerekirdi. Bizler seyrettik, Avrupa denen yer seyretti, dünya seyretti katliamı. Hiçbir şey yapmayan, kılı kıpırdamayan insanlık kötü bir sınavdan geçmişti bir daha Balkanlar’da. Yapılan zulmü kelimelerle anlatmak mümkün değildi, insanlar birer hayvan yerine konulmuş, sürgün edilmiş, Birinci, İkinci Dünya Savaşları’nın bir benzeri burada yaşanmıştı. Açlık, sefalet, çile kol geziyordu sokaklarda... İnsanlar kurşunlandı, binalar kurşunlandı, evler yakıldı, yuvalar yıkıldı…

Buradaki güzelim insanlara kan kusturuldu, vahşi hayvandan daha vahşi olan suçlular yıllar boyunca kaçıp, adi bir varlık olarak saklanıp, yaşamaya devam etmişlerdi. Öfkesini, utancını, acısını yüreğine saklayan insanlarımız yeni bir hayat kurmak için çok çaba harcadılar.

Ama Balkanlar, Saraybosna kanamaya devam etmektedir.

Bu kahpeliğin hesabı sorulmamış, sorulamamıştır…

İnsanlık burada piç ve fahişe olmuştur. Haşa piç ve fahişe’ye bir şey demiyorum, diyemem; bu kelimelere yüklenen anlamları kullanmak istiyorum ama sözcük dağarcığım zayıf kalıyor yapılanları ifade ederken; Kız ve erkek çocuklara tecavüz eden şerefsizler cezalandırılmamış, insanlık kancıklaşmış, tümden oruspulaşmıştır burada. 

Harabati Dergahı’nda 12 Aralık’ta çıkan yangınla ilgili yaptığım gezide inançlı ve bu yola hizmet verme yarışındaki Didar Doko’dan (1952) da aldığım bazı bilgileri ise sizlerle paylaşmak istiyorum; Sarayova’da Bektaşiler olsa da onlar kendilerini çok gizlerler. Saray Bosna’da şu türbeler vardır: Bektaşi Tekkesi, Uryan Dede, Zincirli Dede, Barı Baba, Cabbar Dede, İskender Baba, İsa Bey Tekkesi (Mevlevi Tekkesi olmuş), Benbaşa (En büyük Bektaşi Tekkesi) Bunların hepsi yıkıktır. Ayrıca Bilinmemiş Şehitler, Yediler ziyaretleri var. Bunlar Saray Bosna’nın içindedirler. Ayrıca bizim orada Halvetiler, Kadiriler, Nakşiler (en çok), Şazili (Tuzla’da) olanlar vardır. Sinan Tekkesi var Nakşi Tekkesidir. Busovaça’ya yakın Kaçuni Köyü’nde Meyli Baba bu Türbe Nakşi olabilir. Dayım çok tanına bir babaymış. Kendisi mücerretmiş. İsmi Hüsnü Kemal imiş. Kendisine Kalender Baba, derlermiş. Makedonya Kanatlar Deryası’nda (Dergahı) Dikmen Baba’da yaşamış. O öyle bir insandır ki keramet göstermiştir. Ama kimse ona inanmamış, koymuşlar onu budala yerine. Hastaneye götürmüşler, doktor budur Allah insanı, o benden iyidir, bırakmıştır onu. 45/50 yıl önce yaşamıştır. Benim dayımı İstanbul’da Bayrampaşa’da da bilirler.

Mostar yakınında 15 km. uzaklıkta Bılagay’da Sarısaltuk Baba vardır. Buna Suyu’nun kaynağında türbesi vardır. Her Allah’ın günü oraya otobüslerle giderler. Orada şimdi balıkçılık yapılıyor. Sarı Saltuk Baba’da büyük para kazanıyorlar. Şimdi oraya Sünniler sahip çıkmıştır. Siz Mostar’a kadar gidip o türbeye gitmemişsiniz, büyük hata etmişsiniz, nasıl olur da oraya gitmezsiniz? Onun güzelliğini deyiveremem. Küçük bir deryadır, taşlar içindedir.

Buralarda Bektaşi olmak zordur. Türkiye’de ve Arnavutluk’ta bu kolaydır. Burada çok sır vardır. Biliyor musunuz, üç hafta önce de buradaki (Harabati Dergahı’nda) televizyonu çaldılar?..

 

17 Kasım’da Sırbistan’a giriyoruz sorunsuz, sorgusuz. Tüm gümrük kapılarında sorun yaşandı da görün Allah’ın işini ki bir dakika beklemeden geçiyoruz Sırbistan sınırını yoğun bir yağmur ve sis bulutu içinde. Yolları, kentleri, köyleri geçerken fazlaca gelişmemiş olduğunu görüyorum Sırbistan’ın. Duygu dolu müzikler bize eşlik ediyor tüm gezi boyunca; Ali Ekber Çiçek, Mahzuni Şerif, Aşık Ali Metin, Mahmut Erdal, Aşık Veysel, Ahmet Kaya, Güler Duman, Sadık Gürbüz dinletiyorum yolculara.

Sırbistan’dan sonra haritalarda küçük görünse de benim için büyük olan Kosova’ya giriyoruz apansız. Saatler boyunca yol almamıza rağmen hedefimize kilitlenmiş olarak ilerliyoruz dağlık yollardan. İnişli çıkışlı, tümsekli yollardan geçerek saatlerdir “nerede kaldınız, neredesiniz” diye bizlere sürekli telefon eden bir can dosta ulaşıyoruz; Yakova’ya varıyoruz sora sora, araya araya nihayetinde.

Günümüzde de varlığını yaşatan önemli bir inanç merkezimiz Kosova Y(J)akova Bektaşi Dergahı’nda Ali Naki Horasani, Mümin Lama bizi karşılıyorlar.

Gece yarısı, yıllar önce yakılıp yıkılan ve şimdiler de yeniden onarılan, dergahtan içeri giriyoruz. İnanç önderleriyle sohbetler yapılıyor. Odalarda türlü resimler, simgeler, semboller, kitaplar, dergiler… Bir büyük inancın ve kültürün yansımaları olan meydan… Yorgunluktan bitip tükenmiş olsalar da, gözleri bir büyük merakla açılan canlar sohbeti uzatmak istiyorlar, soracak o kadar çok şeyleri var ki!..  Ali Naki Dede bu siste, gece yarısı bizleri dışarı bırakmak istemiyor. Bazı canlar ise Üsküp’e varmak istiyorlar.

Nihayetinde istemeyerek te olsa onlara veda edip ayrılıyoruz, gecenin soğunda.

Yol boyu benim aklından fikrimden çıkmayan kişi ise Ali Naki Horasani Dede oluyor.

O Balkanlar deyince, Balkanlar’da Alevilik Bektaşilik denilince ilk akla gelen isimlerden birisi... Ne bileyim bir dede, bir şeyh, bir pir, bir seyyah!... Ne derseniz yakışır kendisine. On beş seneden  beri tanıyorum Ali Naki Horasani’yi. Kosova’nın ateş içinden geçtiği dönemlerden beri tanıyorum yani. Ona en büyük desteği veren kurumların başında CEM Vakfı gelir. Her türlü konuda ona yardımcı olmaya çalıştık. O da yıllar yılı tüm etkinliklerimize katıldı, geldi Balkanlar’daki, Kosova’daki Türklerin, Bektaşilerin sorunlarını anlattı duygu dolu gözleriyle, hisleriyle…

Bir bakarsınız Ali Naki sizi Almanya’dan arıyor, bir bakıyorsunuz Fransa’dan arıyor, bir bakıyorsunuz İsviçre’den arıyor… Ne de çok seveni var, ne de çok tanıyanı var. Bir gün bir kart aldım, Frankfurt’tan zarfın üstünde “Yenibosna Cemevi İstanbul Türkiye” diye yazıyor, arkasına bakıyorum ki gönderen Ali Naki Horasani.

Yine bir gün İzzettin Doğan Hocam’la Viyana’ya gidiyoruz… Bizim oraya geldiğimizi duyan Ali Naki bindiği ilk uçakla Viyana’ya bizim yanımıza geliyor!... Velhasıl ilginç bir portre Ali Naki’ninkisi.

Bu kadar gezen, bu kadar faal olması kimilerince oldukça eleştirilse, bu kadar gezmesi daha net bir ifadeyle “neye hizmet ettiği” sorgulansa da o çoktan tarihteki yerini aldı Ali Naki Horasani; Alevilerin Bektaşilerin bir yol büyüğü olarak şimdiden anılmaya başlandı bile.

 

18 Kasım’da Balkanlar’ın en güzel tarihi kentlerinden Makedonya’nın başkenti Üsküp’ü (Skopje) geziyoruz.

 

ÜSKÜP

Yeni ve eski şehir olarak birbirinden Vardar Nehri’nin ayırdığı Üsküp bir Türk kenti. Eski şehir denilen ve birçok sokağında, çarşısında Türkiye’nin bir devamı olarak tarih kokan mekanlarını hatırladığımız Üsküp’ün kalesi burada görülmesi gereken ana mekanlardan. Burası gerçek anlamıyla bir ören yeri… Uzun  zamandan beri kazı çalışmalarıyla eski uygarlıklara ait nice eser gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Kale’den sisler içindeki kente bakarken burasının ne kadar büyük bir şehir olduğunu anlıyoruz. Kale’nin yakınlarında bir çok camiyi görüyoruz. Çarşıyı gezip, heykellerle dolu ünlü bir sokağından modern Üsküp’e yöneliyoruz. Burada da gençleri buluyoruz; kıpır kıpır, hareketli gençleri görüyoruz.

 

KALKANDELEN, HARABATİ BABA DERGAHI

Tetova’da (Kalkandelen) Harabati (Sersem Ali Dedebaba) Dergahı’nda kurbanlar kesilmiş halde canları bizleri beklerken buluyoruz. Edmond Brahimaj (Baba Mondi) ve Abdülmüttalip Derviş’in öncülüğünde muhabbet ediyoruz. Nefesler söyleniyor, lokmalar yeniliyor. Baba’ya sorular soruluyor. İnsanlar daha bir kaynaşıyor Bektaşiliğin erdemleri bir kez daha yaşanmış oluyor. Bu arada gerici yobaz tayfasının buradaki işgaline konuklarımız da tanık oluyorlar. Kurban Bayramı nedeniyle yobaz molla tayfası sözde insanlara yardım dağıtmak için burayı üst olarak kullanıyorlar. Beş yüz yıllık Bektaşi Dergahı’ndaki işgal devam ediyor.

2002 yılından beri izlediğim bir işgal var burada. Sersem Ali Dedeba’nın ismiyle anılan ve kendisinin de bir makamının olduğu ve 1800’lü yıllarda hizmet gören Harabati Sultan’ın ismiyle anılan Dergah Balkanlar’daki en iyi korunmuş en büyük tarihi Alevi/Bektaşi eseri. Tarihte kimlerin burada hizmet yürüttüklerini, dergah haziresinde (mezarlığında) kimlerin yattıklarını bildiğimiz bu inanç ve ibadet, kültür merkezinde birçok hizmet binası var.

Her şeyiyle bir Bektaşi mabedi olan Harabati Sultan Tekkesi’nde meydanevi, atevi, mihman evi, kiler, derviş evi, dervişlerin, babaların, seyitlerin mezarları ve mezar taşları buranın Bektaşi varlığını tümüyle ortaya koymaktadır. (Aşağıda buradaki son rezaleti yansıtan yazıda ayrıntılar mevcuttur.)

 

O gün yine Makedonya Bulgaristan sınırı aşılıp Sofya’ya varıp oldukça iyi sayılabilecek bir otelde konaklıyoruz. 

19 Kasım sabahı kısa mesafeli de olsa otel çevresinde bir tur attıktan sonra bugünün uzun yolculuğuna başlıyoruz. Sofya’ya daha önce de gelmiş bir gece konaklamıştım. Kentin sokaklarından geçip bir lüks restorantta nefis yemekler yemiştik. Şimdi ise kent merkezinin benim hafızamda kalandan daha temiz ve düzenli olduğunu görüyorum. Gün erken başlıyor çalışanlar için. Otelimizin yanındaki fırın çoktan taze çörekleri vitrine koymaya başlamışlar bile. Caddeler bir güzel temizleniyor, işine yetişmek için koşturanlar yani yaşam aynı yaşam, insan aynı insan burada da.

 

RAZGRAT, DEMİR BABA

Saatler süren bir yolculuktan ve tenha yollardan sonra Sofya’dan Razgrat’a varılıp geç vakit te olsa Kemaller (İsperih) Mumcular Köyü (Sveştari) yakınlarındaki  Demir Baba Türbesi ziyaret ediyoruz. O akşam daha önce de kaldığım şimdi tadilattan geçen Razgart’taki otelde konaklıyoruz. Bu akşam nihayetinde dostlarla sohbet etme şansını yakalıyoruz.

Balkanların en güzel kentlerinden birisi olan Razgrat her şeyiyle bir Türk şehri. Bu kenti her gezişimde ruhum huzur buluyor. Yollardan akıp giden bisikletlere hayallerimi yüklüyorum, içinden akan küçük deresinin boylarında yeşeren otlar ve açan çiçekler beni bir saniyeliğine Munzur Gözelerine götürüyor.

Demir Baba’nın kokusu şehir merkezinden itibaren beni kendisine çekiyor. Bir gün yürüyerek Razgrat’tan Demir Baba türbesine varacağım, varacağım da heybemi açıp bir demli çayın yanında çökeleğimi yiyeceğim… Sonrasında bir yağmur altında ağaçlar altında kente geri döneceğim burada yapımı tamamlanmış Demir Baba Türk Kültür ve Alevi/Bektaşi Cemevi’nde ocakta yanan harlı ateşte kurulanacağım, Rumeli’nin ozanlarından nefesler okuyacağım, geniş rahat yatağımda bir derin uykuya dalacağım… Ne güzel bir hayal bu! Bir gün gerçek olur mu acaba?

Razgrat’ı anlatamam, Razgrat’ı dile getiremem. Oraya nice Türk köyü bağlıdır. Kemaller’e de bir yol gider buradan, Voden Milli Parkı içindeki Hüseyin Baba Türbesi’ne de, Yankovo’daki Yunus Abdal Türbesi’ne de bir yol gider. Tarlaların tüm topraklarını çiğneyerek, ıhlamur ağaçları arasından Deliorman’ın kalbindeki Dipsiz Göl içindeki Demir Baba’ya bir yol gider. Demir Baba’ya varmak isterim, eşiğine yüzümü sürmek isterim, sanki bir nur gölü ayağımı batırıp dibine dalmak isterim… türlü kuşlar türlü türküler söylüyorlar, yılan olup bu topraklarda sürünmek isterim… buradan Kerbela’ya bir tas su götürmek isterim… yakılan Evengalistlerin yangınlarını söndürmek isterim. Haydar Cemil Baba bir meydan açmış orada çerağı yakmak isterim. Eski zaman kahramanları gibi beyaz bir ata binip, İmam Ali gibi yetim çocuklara çörek getirmek isterim… çağıl çağıl çağlayıp akıp gitmek, yer altındaki bir nehre karışmak, denizler altından geçip bir çölde fışkırmak isterim…

Demir Baba halkların büyük savaşçısı, büyük yol önderi, ulusu… Haksızların, zalimlerin ürküp saklandıkları, küçük dillerini yutayazdıkları azametli, bir büyük pehlivan… öküzlerini tarlalarda sürüp ekin eken, başak biçen bir ermiş kişi… metrelerce yağan kar altında muhabbetler anı uzatır, bir aşk meclisine çevirir… ne güzel anlar o anlar, ne güzel günler o günler… bir daha yaşanmaz mı acep?

İki yüz merdivenle, erken basan akşama inat iniyoruz Demir Baba Türbesi’ne. Bir serinlik, bir hüzün çökmüş etrafa. Yüzlerce simgeyle karşılaşan turdaki canlar fotoğraf çekme yarışına giriyorlar, birbirleriyle… Demir Baba makamında hayır dualarla anılıyor, ziyaret ediliyor. Bulutlar gökyüzünü kaplarken, gün dönerken hayır dualarla andıkları Demir Baba’nın bir kayanın içinden fışkıran türbesi önünde, bu garip sessizlik altında, kuşların şakıdığı anlarda zamanın uzamasını, burada daha fazla zaman geçirmek isteyen canların kutlu dilekleri seslendiriliyor.

 

20 Kasım  2010

SİLİSTRE, TUNA BOYLARI, AKYAZILI SULTAN DERGAHI

Silistre  (Silistra) kentinde Tuna boyunca gezinti yapıyoruz. Sonbahara kasım patları ne de güzel yakışıyor! Kokusuna ve renklerine doyulmaz oluyor. Tuna’nın büyüsü herkesi sarıyor. Bir çarşıdan Türkiye’ye göre çok ucuz olan cevizlerden alanlar, kent merkezinde bir tur daha atmak isteyenlerden oluşan ekibi toplamak çok kolay olmuyor. Büyük büyük gemilerin yol aldığı Tuna’nın kenarına inince büyüsüne kapılmamak mümkün mü? Türlü balıklarıyla, kuşlarıyla, hüznüyle, alaca vakitlerde sisler içinden görünen ağaçlarıyla fersah fersah uzakları düşündürüyor Tuna, daha uzakları, daha uzakları… nice ülkeleri aşıp gelen ve bir büyük deniz’e Karadeniz’e dökülen bu nehir sayısız türküye, şarkıya konu olmuş, kıpır kıpır yürekleri hoplatan bir asi çocuk gibi.

Silistre’nin merkezinde tarihi binalar ve bir işçi önderinin heykeli herkesi etkiliyor. Sokak aynı sokak, yaşam aynı yaşam Türkiye’dekiyle. O kadar benziyor ki, birbirine Türkiye’yle Balkanlar’daki ülkeler; birbirinden kopmaz, ayrılmaz kara blokları aslında. Tuna Avrupa’nın kirini, günahlarını, cinayetlerini, gaddarlığını, yaşamın soğukluğunu getirip akıtıyor Karadeniz’e… Karadeniz’den akıp gelen bu artıklar Boğaz’ın genzini yakıyor, Marmara’da iyice mayalanan, Ege’de adalara çarpıp biraz dağılan bu atıklar Ta Antalya’ya kadar Akdeniz sahillerini sarıyor Süveyş Kanalı’nda Hint okyanusunun derinlerinde arınan günahların son kalıntıları kutuplarda donup kalıyor.

Tuna hayat veriyor buralara. Kilometrelerce uzanan tarlalarda verimli topraklarda nice ürünler yetişip, aç bedenlere gidiyor… Uzaklara doğru bakınca derinlerinde kaybolduğum ağaçlıklar, ormanlar, ekin tarlaları… Ufukta neler var, neler… Hayaller içinde, koçlar var, geyikler var, ayılar var, kurtlar, vaşaklar; muhabbet var, dem var, çerağ var, saz var, söz var, deyiş var, yüz bin emek çeksen yapılmaz yapılar var, kırılınca sonsuza kadar onarılamayacak gönüller var, türküler, hoyratlar, ozanlar var, gönüllerin kabesi var, öz su var, saçları yolunmuş nice gelinlik kızlar, uzaklarda kalmış umutlar, öfkeler, dostluklar, postlar, lokmalar var…  Tuna’ya bakmak, Tuna boyunca yürümek insanı deli eder. Ben ise zaman zaman düşünürüm acaba Tuna’ya karışsam, Tuna’yla aksam nasıl olur diye?

 

Tuna gezisi sonrasında  Balçık (Batovo) yakınlarındaki Obrociste’deki (Obrochishte) Akyazılı Sultan Dergahı ziyaret ediliyor. Burada bir yıkımı büyük hüzünle karşılıyorum. Daha haziran ayındaki gezimizde yerli yerinde olan Dergah’ın yerleşim birimleriyle sınırını çizen yarım metre boyundaki taş duvarların yerle bir edildiğini büyük bir üzüntüyle görüyorum. Dergah’taki bayan bekçiye durumu soruyorum. Ona göre Dergah yakınlarında villa tarzında binaları konduranlar, buradaki duvarın gerçek sınırı yansıtmadığını gerçek arazinin Dergah’ın içine kadar girdiğini söylüyorlarmış!

En az elli yıllık yerinde olan duvar, Türbenin hemen yanında olan duvar kanunsuzmuş!

Bu arsa mafyasının saldırıları karşısında bayan bekçi belediyeye başvurduklarını, basına haber verdiklerini, olayı takip ettiklerini söylüyor.

Şu işe bakın! Bir Türk yadigarı, abidemizi bir Hıristiyan kadın bakıcı sahipleniyor?! Biz ise uyuyoruz!!! Dulovo CEM Vakfı Başkanı Hasan Sefer’e durumu anlatıyorum.  O da ilgileneceğini söylüyor. Ben olayı öyle bırakmayacağım. (Hemen aşağıda Harabati Dergahı’yla ilgili son gelişmeyi takip ettiğimiz gibi burayı da takip edeceğiz)

Uzun bacasından sevgi ateşi yükselen Akyazılı Sultan Dergahı bir Türk Şaheseri. Mermerden ve kesme taştan yapılmış ve metrelerce yükselen Türbe duvarı göğe doğru bizi çıkarıyor sanki. Bahçesinde bir büyük Karaağaç var. Bu ziyaret ağacı. Yemyeşil bahçesinde 1950’li yıllarda yapılmış bir şadırvan, yol kenarındaki duvarının önünde bir çeşme akıyor.

Burada bir asimilasyonu daha önce de tespit etmiştim. Altı yüzyıl boyunca bir İslam eseri, Türk şaheseri olarak varlığını sürdüren bu yapı Hıristiyanlar tarafından sahiplenilmektedir. Elbette bir inanç merkezini farklı dinlerden, mezheplerden, uluslardan, kültürlerden insanların ziyaret etmeleri, ondan yardım ummaları, ibadet etmeleri çok güzel bir şeydir. Ama yüzyıllar boyunca bir büyük Alevi-Bektaşi ulusuna ait olan bu yapıyı bir Hıristiyan mabedine dönüştürmek istemek elbette hoş görülecek bir şey değildir! Belki zamanın da Hıristiyanlar da, Müslümanlarla birlikte burayı ziyaret etmişlerdir, bu gelenek bugün de devam ediyor olabilir. Türkler buralardan çekilip gidince artık Bulgarların gelip ziyaret ettikleri bir mekan olmuş olabilir ama kapısına bir haç koymak ve bir kilise dönüştürmeye çalışmak nasıl izah edilebilir? Bunu kabul etmek mümkün müdür? Belki de Türkiye’deki gibi tez zamanda sınıf atlayan uyanıkların yaptığı villaların arazi talanına dergahın bir avuç kalan bahçesi feda mı edilecek? Burada Türklerin sayısı oldukça az olduğu için, her isteyen istediğini yapacak mı?

Birçok kez gezme olanağı bulduğum Balkanlar’da Türk varlığının, Alevi-Bektaşi İslam Yolu’nun büyük tehlikelerle karşı karşıya kaldığını görmek beni derinden üzmüştür. Bulgaristan’da Alvanlar (Yablonovo)’da Şiilerin gelip bir Türk-Alevi köyüne camii yapmaları, Makedonya’da Makedonski Brod’daki Hıdır Baba Tekkesi’nin Hıristiyan mabedine çevrilmesi, Makedonya’da Ohri’deki Stevi Naum Manastırı’nda Sarı Saltuk Makamından eser bırakılmaması, yine Makedonya’da Kalkandelen (Tetova)’daki Harabati Baba Dergahı’nın İslam’ı kendilerine kılıf yapan yobaz tayfası tarafından işgal edilmesi, Akyazılı Sultan Dergahı’nın duvarlarının yıkılması, türbenin kapısına haç konulması ve Hıristiyan mabedine çevrilmek istenmesi bunlardan sadece bir iki örnektir. Tüm bunları belgeleyip kayıt altına aldık. Başta Yunanistan olmak üzere, Bulgaristan’da, Makedonya’da, Bosna Hersek’te Alevi-Bektaşi mabetleri istila edilmiş, yakılıp, yıkılmıştır. Bunun dışında Türklerden kalan camii, köprü, hamam, çeşme, medrese, bedesten, çarşı, kale gibi paha biçilmez kıymetli eserlerimizin büyük oranda barbar bir düşüncenin ürünü olarak yok edildiğini, tahrip edildiğini büyük üzüntülerle, kahrolarak görüyoruz, izliyoruz, okuyoruz. Bin yıllık süreçte Balkanlar’a barış, kardeşlik, refah, huzur, hoşgörü getiren Türklerin yaptıklarının bir soykırım düşüncesinin ürünü olarak yok edilmesi, on binlercesinin öldürülmesi, milyonlarcasının zorla yerlerinden yurtlarından edilerek sürgün edilmeleri, mübadele edilmeleri, vatandaşlıklardan çıkarmalar… bunların hesabını hiç kimse sormayacak mı, hiç kimse bunların hesabını vermeyecek mi? Bu soykırıma, bu barbarlığa, bu vandalizme kimse dur demeyecek mi?

 

VARNA, ÇERNİK’TE (KARALAR) CEM

Turistlik cennet Varna’yı geziyoruz. Bir Türk lokantasında Türk yemekleri yiyoruz. Daha önce de birkaç gez gezdiğim Varna tüm Balkanlar’ın parlayan yıldızıdır. Herkesin gelip görmesi gereken Varna, “paran yoksa yanına varma” lüks dükkanlarıyla dikkat çekiyor. Kent merkezi oldukça göz alıcı. Varna’nın Bulgaristan’ın ve Balkanlar’ın en pahalı kentlerinin başında geldiği söyleniyor. Bir yanını çınar ağaçları süslüyor, bir yanı altın kumsal sahile iniyor. Nice oteller, butikler, yazlıklar, villalarla bezenmiş bir kent. Bir Avrupa kenti adeta. Varlıklı insanların yaşayabildikleri geceleri ışıklarla aydınlanan büyük bir kiliseye ve tertemiz büyük parklara ev sahipliği yapıyor.

Gece yaşamının da hareketli olduğunu ve Tuna’dan çıkan balıkların da yenildiği Varna’yı arkada bırakıp bir büyük tılsıma doğru yol alıyoruz. Ben saatler sürse de yolculuktan sıkılmayan bir insanım. Her yeni gördüğüm ev, dağ, yol, ağaç, ırmak, göl ruhuma bir derinlik katıyor. Bizler bu kez kutsal bir iş için cem için yol alıyoruz.

O akşam Silistre Sancağı’na bağlı Dulovo yakınındaki Çernik’te (Karalar)’da bölgedeki babalar ve aşıklarla Rumeli süreğinde cem oluyoruz. Eskişehir Seyitgazi Arslanlı Köyü’nde merkezi olan Süceattin Veli Dergahı’na (Ocağı’na) bağlı bir şekilde hizmetlerini yürüten babalar aynı aşkı, sevgiyi, özlemi buralarda da yaşatıyorlar.

Aynı akşam tarihte önemli bir Türk şehri olan, Şumnu’da (Şumen) konaklıyoruz.

Şumnu’ya on yıl önce de gelmiştik. O zaman Tarihçi Yazar Rahmetli Ahmet Hezarfen ile Yazar Hakkı Saygı Baba’yla birlikteydik. O zaman bir benzinci bulmak için ne kadar zahmet çektiğimizi hatırlıyorum da şimdi birçok şey eskisine göre daha kolay. Şumnu’da büyük bir camii var; Tombul Camii. İlk ziyaretimizde eskiden Nüvap olarak (bir tür medrese) kullanılan binanın İmam Hatip Lisesi yapıldığını öğrenmiştik.

 

Son Gün…

ODMAN BABA VE BALKANLAR’A AİT BİR DEĞERLENDİRME

21 Kasım’da Haskova’daki (Haskov) Tekke köyü’ndeki Odman Baba Dergahı’nı ziyaret ediyoruz. Buradaki cemevinde yöredeki babaların ve aşıkların katılmasıyla yapılan bir muhabbet erkanına katılıyoruz.

Işıl ışıl bir günde Odman Baba Türbesi’ni ziyaret ediyoruz. Öyle ki, çektiğim fotoğraflar tüm canlılığıyla kendini gösteriyor. XV. Yüzyılda yaşamış büyük Kalenderi ulusu Odman (Otman) Baba adına yapılan türbe yine kesme taşlardan ve mermerden. Buradaki en büyük Türk eseri olan Odman Baba Tekkesi’nin çevresi uzun zamandan beri bir ilki yaşatıyor.

 

Balkanlar…

Bulgaristan’da birçok rejimler değişmişti. Bulgaristan’ın siyasi geçmişi biraz da Türkiye’ye benziyordu. Ayrıca Yunanistan’da bizlere benzemiyor muydu? Biraz da darbeler, işkenceler, faşist cezaevleri tarihi değil miydi, bu üç ülkenin tarihi. Bulgaristan altı yüz yıl boyunca Türk egemenliğinde kalmış, burası bir Türk yurdu olmuştu. Balkan Savaşları sırasında Batı Trakya’yı işgal eden Bulgaristan Karadeniz’den sonra Ege Denizi’ne de açılmış oluyordu. Balkanların tüm ülkelerinde bir hastalık vardır; hayallerindeki büyük devleti kurmak! Yunanistan, Arnavutluk, Bulgaristan hatta Makedonya hep Büyük Yunanistan’ın, Büyük Arnavutluk’un, Büyük Bulgaristan’ın, Büyük Makedonya’nın peşindedirler. Sırplar ise tüm Balkanların kendilerinin toprakları olduğunu tüm Balkanların Büyük Sırbistan’ın sınırları dahilinde olduğunu söylemektedirler.

Bin yıldan fazla bir zamandır buralara uygarlık, barış, hoşgörü, esenlik, refah, adalet getiren Türkler’e ise hiçbir hak tanınmadığı gibi kökleri bile kazınıp buradan atılmalılar, tüm dünya tarihi yeniden yazılıp Türlerin hiçbir zaman, hiçbir şekilde Balkanlar’a (Rumeli’ye) gelmedikleri tezi işlenmeli, okullarda bu tüm dünya çocuklarına öğretilmelidir!!!

Hiçbir inancı, kültürü yasaklamayan, binlerce yıl önceden gelen tarihi eserleri bile koruyan, yeryüzü insanlığına katkı sunan ve Balkanlar ve Batılıların dillendirdikleri sözde adice yakıştırdıkları “barbar Türkler” nitelendirmelerine rağmen asıl barbarların kimler olduğunu bizler çok iyi biliyoruz.

Bin yıllık Türk tarihini yok sayan, Türk varlığına tahammül edemeyen, onları asan, kesen, sürgün eden, soykırım uygulayan, tarihi eserlerini, ata yadigarı olan nice kutsal mabetleri; dergahları, tekkeleri, türbeleri, camileri yıkanlar, yakanlar, taş üstünde taş bırakmayanlar maalesef Balkanlar’daki ülkeler olmuştur.

Yazıklar olsun! Bu ne nankörlüktür, bu ne barbarlıktır sevgili okurlar.

İşte çok uzun yıllar boyunca ülkelerindeki Türk varlığını inkar eden Balkan ülkeleri bugüne kadar yani sözde  Avrupa Birliği çağına rağmen bu inkar politikalarını sürdürmektedirler.

Büyük baskılar, Türkiye’nin bir Balkan politikası olmaması, yersiz mesnetsiz göç yasaları kolaylıkları adı altında bin yıldır yurdu olmuş topraklardan koparılıp buraya getirilen ve yeterli ilgi alaka gösterilmeyen “Göçmenler”… Rumeli’nin mazlum, masum halkı.

Birileri beni yadırgayacaklardır, benim konuyu abarttığımı söyleyeceklerdir, varsın söylesinler.

Anadolu nasıl bir Türk yurduysa Balkanlar da Türk yurdu değil midir?

Balkanlar’da en uzun süre kalan, hüküm süren, oralara barış ve huzur getiren Türkler olmamış mıdır?

Kolaylıkla büyük milli davalardan dönülür mü?

Bin yıl Balkanlar’ı yurt yapan soydaşlarımız kaderlerine terk edilebilir miydi?

Evet dostlar… Maalesef acı ama gerçeği söylemek gerekirse sonuç böyle oldu.

Biz Balkanlar’ı, Balkanlar’daki (Rumeli’deki) soydaşlarımız çok çabuk unuttuk, onları kaderleriyle baş başa bıraktık, ciddi anlamda onların haklarını uluslar arası alanda savunamadık.

Onlar bizim ortak atalarımızdı, ortak atalarımızın çocuklarıydı…

Dillerini en büyük hazine olan Türkçe’yi kullanmaları yasaklandı, inançları engellendi, toprakları, evleri yağmalandı…

Dilsiz, evsiz, yurtsuz, kimliksiz yapıldılar.

Türkiye’ye gelenler bir ölçüde huzur bulurken oralarda kalanlar milyonlarca soydaşımız büyük acılar çektiler, hasret çektiler, bizlere sitem ettiler.

Milyonlarcası asimile olup yitip gittiler karanlıklar içinde…

Ha birileri diyebilirler ki, Ayhan Bey, öyle “Göçmenler var ki, yobazın yobazı, Türkiye’ye gelip niceleri köşe döndüler!..”

Sevgili canlar kimi örnekler geneli yansıtmaz. Rumeli insanı üretkendir, çalışkandır, sabırlıdır, temizdir, tarihine, kültürüne, inancına sahip çıkar…

Bunlar suç mudur? Alevisiyle, Bektasiyle, Sünnisiyle, nice tarikatlara mensup olanlarıyla buradaki insanlar bizim insanlarımızdır. Buradaki tarih bizim tarihimiz, buradaki kültür bizim kültürümüz, buradaki eserler bizim eserlerimizdir.

Bunlara sahip çıkmak insanlık görevimizdir, Türklük görevimizdir, aydın sorumluluğudur.

İşte bu kadar uzun sözü bize söyleten şudur ki, uzun yıllar boyunca bu ülkelerde Türkler, Türk eserlerinin üstüne bir çivi bile çakamamışlardır. Barbarlık ürünü olarak yıkılmamışsa da, doğal yollarla birçok ata yadigarı eserimiz yıkılmaya terk edilmiştir. Yüz yıldır Türk kültürünün kopmaz parçaları olan nice binalarımız yok oldu. Ben felaket tellalı değilim; her şeye rağmen yine yüzlerce eserimiz bugün Balkanlar’da ayaktadır. Ama sevgili dostlar bir gerçeğin ifadesi değil midir, Balkanlar’da en Anadolu’da olduğu kadar Osmanlı’nın bina inşa ettiği?

Ben değil sadece bugünkü eserlerin korunması gerektiğine, yok edilmiş tarihteki eserlerimizin de peşine düşmemiz gerektiğini söylüyorum!

Evet, arayıp bulacağız, türbelerimizi, tekkelerimizi, dergahlarımızı, camilerimizi, çeşmelerimizi, mezarlarımızı, saatlerimizi, köprülerimizi, hanlarımızı, hamamlarımızı, konaklarımızı, kalelerimizi.

İşte Bulgaristan’da milliyetçi dalganın yükselmesine rağmen, çok zor olsa da, bir Türk mabedi, bir Bektaşi Tekkesi onarımdan geçti, ona yeni binalar ilave edildi. Hak ve Özgürlükler Hareketi başkanı Ahmet Doğan’ın da büyük desteğiyle Otman Baba Tekkesi yanında bir cemevi, restoran, otel yapılmış, bahçe düzenlemesi tümüyle yenilenmiş, yeni duvarlar örülmüş, Otman Baba’nın  ve burada yatan şehit ve şuhedanın ruhu şad (şaz) olmuştur.

Emeği geçenlerden Hakk razı olsun, geçmişten geleceğe bu kutlu yolu sürenlerin, bu geleneği yaşatanların, erenler katarına uyanların, Alevi-Bektaşi İslam Yolu’na hizmet edenlerin ruhları yücelsin, Hak onlardan razı olsun, diyorum.

 

Bir büyük aşkı yaşayıp, uzun yollar kat ettikten sonra bir vatan toprağından diğer vatan toprağımıza Türkiye’ye dönüş hazırlıkları yapıyoruz. Tahmin edersiniz benim geri dönmeye gönlüm hiç razı değil, aylarca, yıllarca burada konaklamak istiyorum. Daha fazla, daha fazla dolaşmak istiyorum. Ama benim yapacağım daha başka o kadar iş var ki; buradaki dedelerle, babalarla, aşıklarla, halkımızla söyleşsem, dertleşsem diyorum. Onların inançlarını, kültürlerini, varlıklarını, sorunlarını bir iyice derleyip bir kitapla dünyaya duyursam, diyorum. Buradaki Türklerin, Alevi/Bektaşi canların bir araya gelmelerini, ortak toplantılar yapmalarını, araştırma yapmalarını, sorunlarını çözmek için örgütlenmelerine katkı da bulunsam diyorum. Ömrüm oldukça bu düşümü gerçekleştirme azminde olacağım. İnsanlar hayalleriyle yaşar, biraz da hayalleri hayat yolunu belirler. İnşallah ömrümüz vefa eder nice yazılarla sizlerle birlikte oluruz.

 

Aynı akşam yani Pazar akşamı kazasız belasız büyük bir mutlulukla ülkemize dönüş yapılmıştır.

 

 

ALİ NAKİ HORASANİ

 

BİR TÜRKMEN ÖNCÜSÜNÜ KAYBETTİK...

 

Tüm ömrü boyunca; Horasan erenlerinin günümüzdeki bir temsilcisi olarak Alevi-Bektaşi inanç ve kültür dünyasının renkli bir siması olarak Balkanlar’ın zengin dünyasını başta Türkiye olmak üzere Avrupa’ya tanıtmayı, Türk kültürünün zenginliklerini, Türk dilinin yaşamasını ve Alevi-Bektaşi İslam inancının değerlerinin yaşamasının mücadelesini veren büyük dedelerimizden birisi olan Ali Naki Horasani, 25 Haziran Pazartesi günü saat: 22.30’da Kosova Jakovo’da Hakk’a yürümüştür. Ruhu şad olsun.

Kosova Prizren’de 1928 yılında doğan Ali Naki Horasani liseye kadar eğitimini tamamladıktan sonra çok çeşitli işlerde çalışmıştır. Bu arada bir dönem hayat mücadelesini Türkiye’de de sürdüren Ali Naki Horasani çok küçük yaşlardan beri Alevi inanç dünyasının içinde olmuştur. En son Jakovo Bektaşi Dergahı’na bağlanan ve burada hizmet yürütmeyi sürdüren Alevi Dedesi Ali Naki Horasani, Balkanlar’daki Alevi Bektaşi varlığının gün yüzüne çıkması, haklarının savunulması için büyük mücadele vermiş, bu konudaki Türkiye’de, Balkanlar’da, Avrupa ülkelerinde sayısız toplantıya katılıp konuşmalar yapmıştır.

Özellikle Cem Vakfı tarafından düzenlenen tüm İnanç Önderleri toplantılarına katılan Ali Naki Horasani, başta Kosova olmak üzere Balkanlar’daki inanç önderi olan dede, baba, dervişleri bir araya getirip sorunlarının çözümü, birlik ve bareberlik için yoğun çabalarından dolayı tüm Alevi Bektaşi kurum ve kuruluşlarının takdirini kazanmıştır.

Eşi Seylan Ana’yla birlikte Ester, Canan, Hasan Ali isimli üç çocuğu olan Ali Naki Horasani’nin naşı Jakova Alevi-Bektaşi Dergahı’nda bugün (Salı) saat: 13.00’deki merasimden sonra kendi evinin önündeki türbesinde defnedilecektir.

Tüm sevenlerinin, ailesinin, Alevi-Bektaşi, Türk dünyasının başı sağolsun...

 

 

Rumeli’de Yedi Gün:

Tarihin, Doğanın ve Erenlerin İzinde…

 

Dedim ismin nedir, dedi Vatandır

Dedim başın karlı, dedi Balkan’dır

Dedim tarihi ne, dedi al kandır

Dedim ya esaret, dedi ki yok, yok

 

Dedim Karadeniz, dedi sevdalım

Dedim Trakya, dedi ipekten halım

Dedim meyve bağlı, dedi her dalım

Dedim sarı beniz, dedi ki yok, yok

 

Dedim Rodop dağın, dedi altın kaz

Dedim çok mu yoksa, dedi kelam az

Dedim insanları dedi destan yaz

Dedim var mı mutlu, dedi ki yok, yok

 

Dedim şu Dobruca, dedi ambarım...

Dedim tarlaları, dedi bir varım

Dedim güllerinde, dedi bal arım

Dedim huzur var mı, dedi ki yok, yok

 

Dedim salkım üzüm, dedi bağımda

Dedim sür davar, dedi dağımda,

Dedim bin bir hikmet, dedi çağımda

Dedim gülen var mı, dedi ki yok, yok

 

Dedim cihanda pak, dedi yüzüm var

Dedim her tarafta, dedi sözüm var

Dedim mert halkına dedi övgüm var

Dedim şan  düşmesin, dedi ki yok, yok

Latif Ali

 

AYHAN AYDIN

 

Sevgili Dostlarım, Okurlarım... Balkanlar’a (Rumeli) ilgim çok büyük... Bunu gerçekten de kelimelerle ifade etmem çok zor... Buraya birçok gezim oldu, söyleşilerim, araştırmalarım oldu. Bunları bir başka kitapta değerlendireceğimi, bu gezilerden iki tanesini sizlerle paylaşmak istediğimi söylemek isterim.

 

Tarihi boyunca dünyanın ticaret, yerleşim, tarım, ulaşım merkezlerinden birisi olan Balkanlar sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış dünyanın çok kültürlü ana coğrafyalarından birisidir.

Yüzyıllardır Anadolu’yla birlikte Türklerin ve Alevilerin-Bektaşilerin yoğun bir şekilde yaşamlarını sürdürdükleri yerlerden birisi de Balkanlardır.

Bugün de iki milyona yakın soydaşımızın yaşadığı ve Türkler tarafından “Rumeli” olarak da bilenen bu topraklar bir kültür beşiğidir.

Birçok güzel kentin bulunduğu bu coğrafyada aynı zamanda birçok Alevi Bektaşi ereni de yaşamış, bugün onların türbeleri aynen Anadolu’da olduğu gibi ziyaret edilen ana mekanlardan olmuştur.

Doğasıyla da tüm Avrupa’nın en güzel yörelerinden birisi olan Balkanlar kendisine özgü bitki örtüsü ve hayvanlarıyla dikkat çekmektedir. Derin vadilerin, dağların, ormanların, nehirlerin, göllerin bulunduğu Balkanlar aynı zamanda üç tarafı denizlerle kaplı sahilleriyle de meşhur bir turistlik cennettir.

Yurdumuzun kurtarıcısı cumhuriyetimizin kurucusu büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere nice büyük insan yetiştiren Rumeli toprakları altı yüz elli yıl boyunca yapılan binlerce han, köprü, dergah, tekke, camii, hamam, bedesten, çarşı, medrese, hastane, köşk,  su bentleri, saray, dükkanlarla… adeta bir Türk yurdu olmuştur.

Şanslı birisi olarak, binbir zahmetle de olsa, daha önce de on kez gezip gördüğüm bu toprakları ve bu topraklar üzerindeki inanç merkezlerini bir seferde görme şansına ulaşacaktım ama elbette daha önce gezip gördüğüm bir çok türbeyi ve mekanı göremezsem de aynı coğrafya üzerinde yürüyecektim uzun bir yolda.

Bir büyük inancın adı olan Alevi – Bektaşi İslam yolu, Hz. Muhammed, başta Hz. Ali ve Hz. Hüseyin olmak üzere On İki İmamların, Ehlibeyt’in, Seyyidlerin, Pirlerin, Mürşitlerin, Rehberlerin, Kırkların, Alp Erenlerin, Velilerin, Ozanların ulu yoludur.

Kendi canı yanında en sevdiği değerlerin; çocuklarının ve en yakın akrabalarının, yoldaşlarının canını zalimlerin atlılarının altında feda ederek İslamiyeti ve insanlığı kurtaran Şehitler Şahı, Kainat yıkılana kadar sevgi ve saygıyla anılacak İmam Hüseyin’le başlamıştır bu yolculuk. Dünyanın hangi ulusları onun önünde saygıyla eğilir ve onun ve yoldaşlarının anısına kaç gün oruç tutarlar; yolun sonu nereye varır, bu büyük inanç nerelerde, kimlere, nasıl, ne şekilde anlatılır bilemiyorum ama Muhammed Ali’yi ve Onu yolundan gidenleri kılavuz edinen bir büyük halk kitlesi de Balkanlar’da yaşamıştır, yaşamaktadır.

Bu kitle hakça bölüşümü, adaleti ve eşitliği yaşamlarının merkezine koymuşlardır. Eline, deline, beline hakim olarak, yetmiş iki milleti bir gören,  Şeriat-Tarikat-Marifet ve Hakikat kapılarından ve bunların içindeki kırk makamdan geçenlerce Hakk’ı insanda gören, Tanrı’ya korkuyla değil sevgiyle yaklaşıp kavuşmak için gönül kırmamayı bir inanç düsturu yapmış bir kitledir bu kitle. “Ete kemiğe büründüm – Yunus diye göründüm” diyenlerin, ağulu sözleri bala çeviren, kan göz yaşı akıtsa da, hoşgörüsünden bir şey kaybetmeyen, sadece insana değil yaratılmış tüm canlılara sevgiyle bakan bir kitledir bu kitle.

Bizim yapacağımız; tüm değer ve erdemleriyle yaşayanların büyük coğrafyalarının bir bölümünde çok kısa sürebilecek anı gezisiydi.

Eğer Alevi/Bektaşi İslam yolunda bir büyük geziden bahsetmek gerekseydi bu uğurda bir kısmı büyük çileler çekmiş şu erenleri anmadan da geçmek olmazdı: Ebu Müslim-i Horasani (ö. 755),  Beyazıd-ı Bestami (ö. Yaklaşık 875) Cüneyd-i Bağdadi (ö. 910), Hallacı Mansur (ö. 922), Koca Ahmet Yesevi (ö. 1167), Ebul Vefa (Tacu’l-Arifin Seyyid Ebü’l-Vefa Bağdadi) (ö. 1107), Dede Garkin, Haydariliğin kurucusu Kutbeddin Haydar (ö. 1221), Kalenderiliğin kurucusu Cemalü’d-Din Savi (ö. 1232/33), Şıhabeddin es Sühreverdi (ö. 1234), Baba İlyas (ö. 1240), Baba İshak (ö. 1240), Muhyiddin İbnü’l Arabi (ö. 1241), Ahi Evran (ö. 1261), Hacı Bektaş Veli (ö. 1270), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Sarı Saltık (ö. 1293), Barak Baba (ö. 1307), Tabduk Emre, Yunus Emre (1320),  Şeyh Edebali (1326),  Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Şeyh Mehmed Küşteri (I. Murat Dönemi (1362/1389), Seyyid Ali Sultan (ö. 1402), İmameddin Nesimi (ö. 1408), Şeyh Bedreddin (ö. 1416), Kaygusuz Abdal (ö. 1424) Hacı Bayramı Veli (ö. 1429), Otman Baba (ö. 1478/79), Şah İsmail gibi …

Bu uluları birbirleriden ayırmak mümkün müdür? Bir Nesimi’yi, Virani’den, Muhyittin Abdal’dan ayrı düşünebilir misiniz? Ya da Hallac-ı Mansur’u Nesimi’den; Süceattin Veli’yi Otman Baba’dan; Akyazılı Sultan’ı Demir Baba’dan ayrı düşünebilir misiniz? Farklı yüzyıllarda yaşamışlarsa da, farklı coğrafyalarda yaşamışlarsa da, onların tümü birbirini etkilemiş, birbirini beslemiş, öncekilerin ve çağdaşlarının mirasını gelecek kuşaklara taşıyan köprüler olmamış mıdırlar?

 

“….

Özünü yandırdı şem’a yapıştı

Pervaneyi gör nare sadık oldu

 

Cuşa geldi çün enelhak söyledi

Şol Mansur(u) gör dare sadık oldu

 

Postunu soydurdu Seyyid Nesimi

Nice nice esrare sadık oldu

 

Muhyiddin bülbül figane başladı

Yine taze bahara sadık oldu”

 

(İbrahim Aslanoğlu, Muhyiddin Abdal, Ekin Yayınları)

Alevi/Bektaşi inancının ana damarından beslenen yol önderlerinin yolundan giden  bir büyük kitle de çok farklı inançların ve kültürlerin harmanlandığı Rumeli dediğimiz, Balkanlar dediğimiz büyük medeniyetlerin uğradığı, büyüleyici bir coğrafyaya sahip yerlere gelip yerleşmişlerdi. Altı yüz elli yıl boyunca birbirinin içine karışa karışa, harmanlana harmanlana, değişe değişe günümüze kadar gelip varlığını sürdüren kimi zaman kendilerine Işıklar denen, Kızılbaşlar denen, Torlaklar denen, Kalenderiler denen; Batini, Tasavvufi bir İslam yolunu kuran öncüler ve onlardan derin bir şekilde etkilenmiş bir büyük halk kitlesi, bugün adına Aleviler, Bektaşiler denilen binlerce insan vardır bu topraklarda.

Balkanlar’da Türklerin en yoğun yaşadığı ülke Bulgaristan’dır. Bugün bilimsel ciddi kitapların yayınlandığı Bulgaristan Aleviliği Bektaşiliği ile ilgili daha önceki gezi notlarımızda daha ayrıntılı bilgiler mevcut olduğu için burada bazı köy isimlerini vermekle yetineceğiz: Bulgaristan Deliorman denilen bölgede; Silistre‘ye bağlı Baltacı Yeniköy (Bradvari), Söğütçük (Vodno), İlçe Merkezi: Akkadınlar (Dulovo) hemen yanında Karalar (Çernik), Razgrat’a bağlı Kemaller (İsperih) İlçesi, Balpınar (Kubrat) İlçesi arasında Demir Baba Türbesi: Mumcular (Sveştari) Köyü. Yine Razgrat’a bağlı Kazcılar (Bisertsi), Mesim Mahallesi (Mıdrevo), Caferler (Sevar), Yeniceköy (Preslavstsi).

Varna Bölgesi’nde Balçık Akyazılı Türbesi yakınlarında Kumluca (Pyasaçnik, Saçlı/Koçlu Baba türbeleri varmış.), Keçideresi (Dobric Kasabası- Poruçik Kırcıevo, Ali Dede Türbesi varmış) köyleri.

Gerlevo Bölgesi, İslimye (Sliven) İli Kazan (Kotel) İlçesi’ne bağlı: Alvanlar (Elvanlar) (Y(J) ablanovo), Veletler (Mogilets), Küçükler (Malko selo) köyleri.

Haskovo (Haskov) Ve Kırcali Bölgesi’nde: Otman Baba çevresindeki köyler: Tekke, Karalar, Paşaköy, Beyköy, Alanmahalle, Babalar, Pındıcak, Koşukavak, Kocakışla, Güveçler, Koçaşlı, Rahmanlar, Yenişarköy, Elmalı, Sürmenler, Karamanlar, Balolar… gibi.

Türkiye’ye çok yoğun göçler olup iki üç milyonla ifade edilen bir insan kitlesi “Anavatan” olarak söylenen ki, bin yıl yaşadığımız (hadi Osmanlı’dan öncekilerden az miras kalmışsa, hiç kimse tarafından inkar edilemeyen yedi yüz yıllık canlı birliktelik var) Balkanlar da Anavatan’ın bir devamı değil midir?

Gelip yerleşen soydaşlarımızın Rumeli’yle bağlarının devam etmesi için yoğun mücadele veren insanlar, kurumlar da vardır. Bizim tüm dileğimiz bir Ata yurdu, Anayurdun kopmaz bir parçası olan Rumeli’yle, orada yaşayan soydaşlarımızla bağlarımızın çok daha kuvvetli devam etmesidir. Zaten tarihsel olarak önemli bir kısmı Anadolu üzerinden bu topraklara, Rumeli’ye giden ama oralardan zorla koparılan şimdi Türkiye’nin ayrılmaz parçaları olmuş, bu toprağa ekilmiş olan bu büyük kitlenin çocuklarının yurdumuzun bir parçası olan Balkanları tanımalarını sağlamaktır. Fakat bir görev de, bunun kadar önemli olmak üzere o topraklarla fiili bir bağı olmayan “Anadolu”lu kitlenin de o güzelim ata yadigarı toprakları görmelerini sağlamaktır.

Yani Balkanların, Rumeli’nin kapısını tekrar ülkemiz insanına açmak bir insanlık görevidir.

Bu konuda çalışmak ibadettir, diyorum.

 

CEM Vakfı Tarafından Bulgaristan-Makedonya-Yunanistan’a Bir Haftalık Gezi Yapıldı

 

CEM Vakfı tarafından, “Balkanları Ziyaret İbadettir” anlayışıyla 4-11 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz altmış beş kişini katıldığı ve Cem Televizyonu’nun belgelediği Rumeli gezisiyle hem tarihi bağlarımız olan, hem inanç yönünden doğal uzantılarımız sayılan ve Türkiye’nin Trakya bölgesinin bir devamı olan Balkanlarda yedi günlük Kültür-İnanç-Doğa birlikteliğini bu tura katılanlara yaşatmaya çalıştık.

 

Gün Gün GEZi

 

4 Haziran 2010 Cuma, Hareket

 

Akşam Saat: 24.00’de, İstanbul Yenibosna Cem Kültür Evi’nden hareketle Edirne üzerinden Kapıkule’ye sabah saat: 05.00’de vardık.

 

  1. 1.     Gün, 5 Haziran 2010 Cumartesi

 

Kalbim küt küt atıyor… duygudan gözlerimden yaşlar geliyor… heyecan… hasretlik… yurt özlemi… ıhlamurların kokusu… itlerin ürüşü… yaşamayan anlamaz anlar… yüz bin yıldız altında yüz bin melek kanat çırpar… çocuklar sıcak yataklarındalar… ben ise altı kez gidip yedincide reddilen vizemle kainatın başıma yıkılışından üç sene sonra yine kapısındayım Bulgaristan’ın. Allah’ın bir Şiran’lısı niye bu kadar sever, niye bu kadar özler, neden ikinci vatan bilir bu toprakları da, sınırdan geçince inip toprağını öper? Yine büyüksün, yine ulusun Allah’ım, Şanın yaşasın.

Bu sevgimi anlayacaklardan birisi de can dostum Veysel Bayram’dır. Bu gezide Bulgaristan boyunca bizlere yardımcı olan Bayram,  bizleri tüm gece yarısı beklemeden bıkmamışcasına sarılıyor, hasretle, özlemle bizlere… Nihayet kabus bitti! Bulgaristan topraklarındayım! Beni lime lime etseler ne gam! Erenlere bin şükür…!

 

Tüm duygulardan üstün bir duygu var ya,

Şahlanır damarlarda atarak.

Bir yiğit ölümsüzlüğe yönelmiş Rodoplar’da

Onurunu gençliğine katarak.

 

Süleyman Yusuf Adalı

 

Kırcaali, Mestanlı; Elmalı Baba Dergahı

 

Otobüsler tüm hızıyla ilerleseler de burada yollar zamanı yavaşlatıyor. Kırcaali’ye (Kurdzhali)’ye bağlı Mestanlı’daki (Momçilgrad) Elmalı Baba Türbesi’ni ziyaret ilk hedefimiz.

Tarihi kayıtlarda hayatı hakkında fazla bir bilgi olmasa da bize miras kalan türbeden ve diğer dergah yapılarından buranın zamanında önemli bir inanç merkezi olduğunu anlıyoruz. Zaten büyük çabalar sonucunda  burada şimdi geniş halk kesimlerine hizmet verecek şekilde çeşitli  binalar yapılmış durumda; kurbanlıklar için kesimhane, mutfak, cemevi gibi. Bir meydan içinde bir kuyu hemen yanı başında bir dut ağacı oradaki ahengin merkezleri durumunda. Elmalı Baba türbesi ve ziyaret yeri bir tepenin eteğinde ağaçlarla kaplı bir alanda. Çevresinde ise çiftçiler güneş altında tarlalarında çift çubuk peşindeler. Bu yörede onların en büyük yardımcıları eşekler hayatın kendilerine yükledikleri kahrı çekiyorlar, mihnetsizce. Tarlalardan gelip geçen gençler bizlere selam ediyorlar. Anadolu’dan hiçbir farkı olmayan bu topraklara bir daha bir daha sağlam basıyoruz; Elimizden avucumuzdan çoktan kayıp gitmişse de boşu boşuna, geçmiş günlerin özlemiyle soluyoruz Balkan Havası’nı…

 

Haskova; Otman Baba

 

Odman Baba’nın dergâhını soranlar

Dergâhı cennettir Odman Baba’nın

Eşiğinde yaslanuban yatanlar

Dergâhı cennettir Odman Baba’nın

Meczup Abdal

 

Haskova’da  (Hasköy) 1378’de doğup 1478’de Hakk’a yürüdüğüne inanılan, asıl adı Hüsam Şah olan, Gani Baba da denilen, Oğuz diliyle konuşan, “Kutbül Aktap” yani çok önemli Alevi-Bektaşi erenlerinden Otman (Odman) Baba’nın Türbesi’ni ziyaret ediyoruz.

On yıl önce de buraya gelmiş Tarihçi Ahmet Hezarfen ve Bektaşi Babası yazar Hakkı Saygı ve Haskova’da yaşayan Hasan Asarlı Baba’yla hayır himmetlerini almak için dualarla anmıştık bu çağının büyük kutbunu. Şimdi ise özellikle son yıllarda duyduğum gelişmeleri, yenilikleri görmek beni çok ama çok mutlu ediyor. Çünkü bir dönemler çivi üstüne çivi çakılamayan tekke ve dergahlarımızda fedakar ve cesaretli insanlarımız sayesinde bugün büyük yatırımlar yapılabilmiştir. Özellikle Bulgaristan’da Türklerin haklarını korumayı öncelikli hedefi haline getiren HÖH (Hak ve Özgürlükler Hareketi) ve onun Genel Başkanı Ahmet Doğan ve yardımcıları sayesinde bir zamanlar hayal olan gelişmeler yaşanır olmuştur Bulgaristan’da.

Otman Baba’nın hayatını ve kerametlerini onun dervişlerinden Gö’çek (veya Küçük) Abdal’ın yazdığı Velayetname’den öğrenmek mümkün. Büyük evliyaların hayatlarının, destansı bir şekilde anlatıldığı Velayetnameler aynı zamanda bizler için ayrıca tarihçiler için de eşi bulunmaz yazılı kaynaklar. İşte Otman Baba Velayetnamesi’ne göre; ela gözlü, iri cüsseli, endamı encamıyla gönülleri, yürekleri titreten Otman Baba; gökteki bulutlara ve yıldırımlara hükmeden, Tanrı Zeus gibi dünyaya hakim, Zaloğlu Rüstem gibi yiğit, bir o kadar da mert, açık sözlü bir erendir. Onun nasıl davranacağını kestirmek güçtür. Dervişleriyle birlikte ta Varna’ya kadar gidip Türk illerinde dolaşan ve kendisine verilen “Hakkullahları” yani inançtan dolayı kendisine ve postnişini – inanç önderi ve yöneticisi- olduğu Dergaha bağışlanan başta koyun, kuzu gibi hayvanlar olmak üzere her şeyi toparlayıp  dervişleriyle mekanlarına getiren Otman Baba aslında Od-man Baba’dır. Cefakar, fedakar, kanaatkar, adaletli bu ateş gibi adam gücü ve kuvvetiyle dikkatleri üzerinde toplamıştır. Dergahı halka açıktır, burada açlar doyar, susuzlar kanar.

Prof. Dr. Halil İnalcık’ın da işaret ettiği gibi, İstanbul’un fethi sırasında Fatih’le karşılaştığına inanılır. Hatta ve hatta Fatih’e bile meydan okumuştur, gör ki sen mi bu mülkün padişahısın yoksa ben mi bu mülkün sultanıyım, demiştir. Günlerden bir gün sefere çıkan Fatih’in önüne çıkmış fütursuzca ona seslenmiş, nereye gidiyorsun böyle, demiş? O da sefere, deyince; o savaşta başarısız olacaksın ama ondan sonra başarılı olacaksın, Fatih olacaksın, demiştir. Nihayetinde cezalandırılması yanındaki ulema tarafından engellenmiş, fakat gerçekten bir seferde başarısız olduktan sonra İstanbul’un fethinde başarılı olunca Otman Baba’nın büyüklüğünü takdir etmiştir, büyük han Fatih Sultan Mehmet. (Doğu Batı, Halil İnalcık, Makaleler I, 2005, Sayfa: 139)

Tüm Haskova (Hasköy)’nın en önemli inanç merkezi olan bu bölge tarihçi Ahmet Hezarfen’den dinlediğimize göre aynı zamanda bir zaman yörenin en büyük panayırının kurulduğu bir düzlüğün sonunda yer alıyor. Hemen bitişiğindeki Tekke Köyü’ne hayat veren Otman Baba Dergahı tarihte oynadığı role benzer roller üstleneceğine benzer.

Çünkü oniki odasıyla, lüks bir restoranıyla, cemeviyle, bahçesiyle burası tarihinde olduğu gibi uzaklardan buralara gelecek konukları ağırlamaya namzet bir yer olmuş.

Lokmalar yenilince cem salonuna çıkılıyor. Burası oldukça ferah, geniş, aydınlık bir yer. Ayrıca özellikle kubbesiyle dikkat çekiyor. Tavanda cam üzerine işlenen On İki İmamların resimleri bizleri gözetliyor. Onların ruhaniyetine sığınarak yerlerimizi alıyoruz. Burada Çorlu’dan geziye katılan Mahrem Tezol Baba’nın duaları, Tekirdağ’dan Mehmet Tiryaki Baba’nın sazından dinlediğimiz nefeslere herkes iştirak ediyor; Allah! Allah! Nidaları cem salonunda yankılanıyor. Bir büyük yol ulusunun huzurunda,  yaşadığı dönemden beş yüz yıl sonra onun yolundan gidenler bu yolu sürüyorlar! Sınırlar kalkmış aradan, gönüller birlenmiş, büyük bir atamıza kavuşmanın huzurunu yaşıyoruz, hep birlikte. Ben ise bir başka ruh alemindeyim, nefesler okunup her bir ulu ozanın ismi anıldıkça secdeye varan başımdaki ağrılar yok oluyor, gönlümdeki gamlar dağılıp bir derviş olarak Otman Baba’nın yanına gidiyor, ona ve o ulu ozanlara yaklaşıyorum… Bu atmosferi ancak yaşayanlar anlar…

Dergahın önündeki çiçekleri koklamaya, bahçedeki dutları yemeye, kuş seslerine dinlemeye doyamadan buradan ayrılıyoruz.

Bu arada Prof. Dr. Fuat Bozkurt Hoca tüm gezi boyunca mükemmel yazısıyla notlarını sürekli tutuyor, sorular soruyor, derlediği bilgileri yazıyor.

Uzun bir yolculuktan sonra Karadeniz sahilindeki Varna’ya, otelimize varıp burada konaklıyoruz.

Odman Baba ve Akyazılı Sultan inancı çevresinde yetişen bir büyük Alevi Bektaşi (Hurufi) ozanı da Muhyiddin Abdal’dır. O da taşkın bir Ehlibeyt sevgisiyle şiirler yazarken, dünya güzelliklerini şiirlerinde konu etmiş, varlığın yaratandan dolayı güzelliğini, onun bir eseri olduğunu dile getirmiştir.

 

Hızır’ın suyu benim

Ab-ı hayat bendedir

Kevser dileyen gelsin

Kadr ü berat bendedir

 

Üş ben ile sen benim

Delil ü burhan benim

Levh ile Kur’an benim

Savm ü salat bendedir

 

Geldi iman hassası

Gitti gönül gussası

Ali Hamza kıssası

Ol hikayet bendedir

 

On dört mafsal on parmak

Can ile Hakk’ı görmek

Yedi deniz dört ırmak

Şatt ü Fırat bendedir

 

Musa ile Tur benem

Cennet ile hur benem

İki benem bir benem

Bin kainat bendedir

….

Muhyiddin’im eğlence

Düş oldum gizli gence

Hem yetmiş iki rence

Özge necat bendedir

 

(İbrahim Aslanoğlu, Muhyiddin Abdal, Ekin Yayınları)

 

  1. 2.     Gün, 6 Haziran 2010 Pazar

 

Varna, Balçık, Obreşiste; Akyazılı Sultan

 

Bende uyku ne arar. Çok erkenden kalkıp otel çevresinde ağaçlar altında dolaşıyorum. Daha önce de gelmiştim gündüzü bir başka güzel, gecesi bir başka güzel bu şehre. Işıklar caddeleri yıkıyor karanlıkta Varna’da.

Balkanlar’ın en güzel kenti kabul edilen, tatil ve turist cenneti Varna’yı otobüs içinde de olsa gezdikten sonra Balçık (Batovo) yakınlarındaki Obrociste’deki (Obrochishte) zamanın inanç önderi (kutbu) sayılan Akyazılı Sultan’ın Türbesi’ni ziyaret ediyoruz.

Bir zamanlar Türk yurdunun bir parçası olan bu yörede Türkler başta Türkiye olmak üzere başka yerlere göç etmişler. Ama burada kalan Türkler burayı korumayı kendilerine bir görev sayıyorlar.

Yine tarihi kayıtlardan öğrendiğimize göre 1478’de Hakk’a yürüyen Otman Baba’dan sonra 1495’li yıllardan sonra onun postuna oturan Akyazılı Sultan’nın Dergahı da Otman Baba Dergahı gibi kendi yöresinin inanç ve kültür merkezi olmuş, Akyazılı Sultan Otman Baba müritleri tarafından onun yerine postnişin olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

İçinde yattığı türbenin büyüklüğü ve yapımında kullanılan mermerler Akyazılı Sultan’a verilen önemi gösteriyor. Türbenin önünde büyük bir karaağaç var. Evliya Çelebi bu dergahı ziyaretinde bahçedeki at kestanelerinden bahsediyor. Yine ondan öğrendiğimize göre gelen konukları en iyi şekilde ağırlayan Dergahta görevli dervişlerinin her birinin yaptığı bir ayrı iş var; kimisi bağda, kimisi dağda-ormanda, kimisi gelen misafirlerin önünde hizmet yarışındalar… Akşamları ise sohbet, ibadet ve eğitimle zaman geçiriliyor.

 

Sevgili Dostumuz Ali Rıza Gülçiçek’in kitabında aktardığı şekliyle şunlar anlatılmıştır:

“Evliya Çelebi, 1652’lerde Balkan ülkerinde yaptığı gezisi sırasında Karadeniz’in batı kıyısında Varna ile Balçık arasında bir geniş ova içinde, koruluklar arasında yedigen biçiminde yapılmış Akyazılı dergâhını da ziyaret eder ve Akyazılı Baba hakkında şu bilgileri verir: ... Bu zat Belh, Buhara ve Horasan’da ün salan ulu atamız Türk-i Türkân Hoca Ahmed Yesevi halifelerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte Bursa fethinde bulunup, fetihten sonra izin alarak Rumeli’ye geçmiş ve post sahibi erenlerden olmuştur. Pravadi’de Dobruca kralını İslâm’a çağırdıktan sonra  Batova’da mekân tutup yerleşti...

Akyazılı hazretleri (kendisinin diktiği, söylenceye göre gösterdiği kerametle biten, sonra kutsallaşan ve  meyveleri  atların hastalığına iyi gelen) bir atkestanesi ağacının altında, yuvarlak, kurşunla örtülü kubbe içinde gömülüdür. Sandukasının dört yanında hüsnühatla ayetler yazılı olup, gülabdan, şamdan, buhurdan ile Horasankâri çerağdanlar çoktur. İnsan içeri girince vücudunu bir titreme alır. Misk ve anber kokularıyla ziyaretçinin damağı dolar. Türbedarı da her gelene gülsuyu döküp, buhur yakar. Dört tarafındaki pencerelerin çevresinde irem bahçelerini andıran gül, sünbül, nesrin ve yaseminle kaplı bahçeler vardır. Bu bahçelerde yerleşmiş, yuva tutmuş binlerce bülbülün nağmelerini dinleyen ziyaretçiler taze hayat bulurlar. Hakir bu ziyarete geldiğimde bir parça sıtmadan rahatsızdım. Bu türbeye girip yatır hazreit için bir Fâtiha okuyunca aklıma şu dize geldi:

              Humma elemin çektim yok zerrece dermânım

              Himmet et bana şimdi Akyazılı Sultânım

Bu dizeyi başucundaki duvara celi hatla yazdıktan sonra sandukayı örten yeşil sof örtünün altına girip «dahilek ya aziz» yani «sana sığındım» dedim. Allah bilir ve tanıktır, bu zavalıya bir uyku geldi, uyuyakalmışım, neden sonra uyanınca kusurlu vücudumu tere batmış buldum. Ama sanki yeniden hayata gelmiş gibi kendimi güçlü hissediyordum. Allah’a şükür böylece sıtmadan kurtuldum. Hazretin ruhuna bir hatim indirmeye başladım. Allah rahmet eyleye...

Tekke, deniz kıyısında Varna ile Balçık arasında bir geniş ova içinde, koruluklar arasında yedigen biçiminde taştan göklere baş çekmiş bir kale gibidir. Sanki İstanbul’un Galata kulesidir. Kurşun örtülü, sivri külahlı üstündeki alemi pırıl pırıl parlar. Külah ise tahtadan yapılmıştır. İçi nakışlarla bezeli tek levha tavandır. Şaşılacak şu ki böyle koca bir kubbeyi tutan tek bir sütun bile yoktur. Hemen geniş bir alana bukalemun gibi renk renk bezenmiş tavandır. Tam ortasında üç yüz kandilli bir çerağdan asılıdır. Bu da kubbe için ağır bir yüktür. Dervişler her gece bu kandilleri uyandırırlar, kubbe de pırıl pırıl aydınlanır, altında ise devişler çeşitli işlerle uğraşıp can sohbeti ederler. Denizlerde, karalarda dolaşan gezginler bu kubbenin böyle hiç dayanaksız duruşuna parmakları ağızlarında hayret içinde bakarlar. Kapudan ocağa varınca yüz ayaktır. Baştan aşağı ham mermerle döşeli beyaz bir meydandır. Ortasında bir şadırvan çağlar. Bü-tün canlar ondan içip susuzluklarını giderirler. Ortada nice yüz adam bo-yunda, her biri bir padişahın hatırası olan sarı pirinçten yapılma çerağ-danlar vardır. Hakir bu kubbe tavanının böyle durmasına hayran kaldım. Postnişin Arslan Baba’ya başvurarak iznini alıp kubbeye çıktım ve inceledim. Yüce Allah! Üstad mimarlar kubbe içinde ta alemden tavan yüzüne kadar bir uzun ahşap direk koyup nice yüz bin tahta direği de ona bağlayıp öyle yapmış ki sanki bir ağaç ormanı olmuş.

Meydanın çevresindeki demir pencerelerden çevredeki bahçeler görülür. Her pencerenin arasında kat kat derviş odaları vardır. Meydanın her yanı da çevreden gelen adaklarla, yani kurban postlarıyla döşelidir. Her postta bir görüş sahibi, Tanrı’dan bilge, gönlü yanık bir âşık oturup her biri bir işle, bir araştırmayla uğraşır. Bu degâhta iş bilmeyen bir derviş bulunmaz. Nicesi karaçalı kökünden beş yüz parça doğrama saplı kaşık, keşkül, çevgan, arka kaşağısı, hançer kabzası v.b. eşyalar yaparak «el-kâsibu habibu’llah» yani «Allah çalışanları sever» diyerek gelen geçene ar-mağan ederek birer hırka baha alırlar. Ama lokmaları ay yıl, sabah ve akşam, genç ihtiyar, fakir ve zengine açıktır. Hazretin gününden beri mutfaktaki ocakları sönmeyip her an yemekleri hazırdır. Adak ve vakıf-larından geliri çoktur. Değirmenleri, baltalık koruları, koyun, sığır, hergele sürüleri ve tarlaları çoktur... Yüz kadar dervişi vardır, hepsi de işleri-nin ehlidirler; her biri bir işle uğraşır. Kimi kayyim, kimi meydancı, kimi türbedar, kimi çavuş, kimi üstühancı, kimi ferraşbaz, kimi de misafir-hanecidir. Bu tekkeden başka bir misafirhane daha vardır. Her gece iki yüz misafir kalıp, çul ve torba çıkartmadan ağırlarlar, hizmet ederler. Misafir isterse üç gün oturabilir ama ondan sonra «safa geldin imanım» diye pabuçlarını çevirip yol gösterirler. Her gelene kahvaltı vermek âdetleridir. Bir güzel mutfağı vardır. Sözün kısası ne Anadolu’da, ne İran’da böyle bir tekke görmedim. Öyle ulu bir âsitanedir. Meğer Irak’taki İmam Ali ve İmam Hüseyin durakları ola.“ (Ali Duran Gülçiçek, Alevilik ve Onlara Yakın İnançlar: 3 Cilt, ETNOGRAPHIA ANATOLICA YAYINLARI)

 

Şimdilerde ise üstü Türk Rus Harbi’nde yakılan dergahın ana binasının duvarları ve ocağın bacası ayakta kalabilmiş. Dergahta yatan Akyazılı Sultan da diğer erenler gibi dergahları dolaşan, tüm yörede inancın canlı bir şekilde yaşaması için mücadele veren, bir yol önderi olarak anılıyor.

 

Bu dergahla ilişkilendirilen en önemli Alevi - Bektaşi ozanlarından birisi de Yemini’dir. Yemini Akyazı Sultan’ın döneminde yaşamış, aynı zamanda onun halifesi olmuş, bir dönem Demir Baba Dergahı’nda kalmış, Alevilerce çok bilinen Faziletname isimli kitabı 1519’da yazmıştır.  Yemini; Yunanistan’daki Eğriboz Adası’ndan olduğu, asıl adının Mehmet olduğu, türbesinin Manastır’da olduğu söylenen, şiirlerinde taşkın bir Ali sevgisini ortaya koymuş büyük ozanlardandır.

 

Dediler ki keramet kanı Haydar

Dayanmaz derdimin dermanı Haydar

 

Kamu mü’minlerin kalbinde mihrin

Olupdur dini hem imanı Haydar

 

Hakk’ın kudreti sende ayandır

Velayet mülkünün sultanı Haydar

….

Yemini derd-mende kıl inayet

Delalette komagıl anı Haydar

 

Yemini

 

Sonrasında Tuna Nehri kıyısındaki tarihi Silistre (Silistra)kentine gidip orada bir otelin restoranında yöreye ait balıklardan tadıyoruz.

Ben bir başka gezide bir gece yarısı Tuna’nın akışını izlemiştim, Tuna’yı dinlemiştim. Tuna’yı Avusturya’da Viyana’da da görmüştüm. Zaman zaman düşlerime girer Tuna. En sevdiğim isimlerden birisi Tuna’dır. Türlü kuşları, balıkları vardır Tuna’nın, beslenip geldiği toprakların kokuları, renkleri vardır derinliklerinde. Bir büyük denize dökülüşü mü, bunca ağaçları, tarlaları yarması mı, insanı yürekten yaralayan gece kuşları mı, içindeki gemiler midir onu ölümsüz kılan? Aha da buraya yazıyorum; olur ya bir gün artık toprak üstünde bana huzur kalmazsa derinliklerinde kaybolmak istediğim sulardan biri de Tuna’dır. Tuna bana Ana kucağı gibi yakın geliyor.

 

Tuna çocuklar çocuğu

Ta Bohemya’dan başlar akmağa

Ta Karadeniz’de bulur kendini

Tuna çocuklar çocuğu

 

Toplar sevinçleri

Avusturya, Yugoslavya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya

Yavruları türküler söylerken

Toplar sevinçleri

 

Maviyle karıştırır yeşili

Eflatunla kırmızıyı azıcık

Pembeyle sarıyı daha

Maviyle karıştırır yeşili

 

Köy oyunlarına benzer

Akar dağ bayır ova

Flüt sesleri, davul sesleri akar içinden

Köy oyunlarına benzer

 

Tuna çocuklar çocuğu

Bir ucu masal sanki bir ucu ben

Çiçek ülkeleri birleştirir çiçeklere

Tuna çocuklar çocuğu

 

(Fazıl Hüsnü Dağlarca)

 

Hüseyin Baba

 

Razgrat (Hezergrat)’a bağlı Adaköy (Ostrovo) yakınlarındaki Bulgar kral ve devlet adamlarının konaklama ve avlanma alanı da olan Voden Milli Parkı’nı ve park içindeki tarihi Hüseyin Baba Türbesi ile harabe haldeki Mazhar Paşa Konağı’nı ziyaret etmemizin heyecanı bir başka oluyor. Geyiklerin otladığı bu sık meşe ağaçlarıyla kaplı parktaki kuş sesleri insanı büyülüyor. On altıncı yüzyılda yaşamış olan çok meşhur Demir Baba’nın çağdaşı, hatta kardeşi olarak kabul edilen Hüseyin Baba yine bu yöreye manevi anlamda hayat vermiş bir Alevi-Bektaşi ulusu. 1826’dan sonra Yeniçerilikle birlikte Bektaşi Dergahlarının faaliyetlerinin yasaklanması, mallarına el konulması, inanç önderlerinin sürgün edilmesinden burası da nasibini alıyor. Dergahın mallarına sahip olan Mazhar Paşa yöredeki köylülere çok kötü davranıyor, onların da mallarını yağmalıyor, bölgede bir derebeylik düzeni kuruyor. Bu talan zihniyetinden şimdi sadece bu paşanın konağının yıkık duvarları ayakta kalmış durumda.

Burada ilginç bir doğa güzelliği de var. Yer altından akan büyük bir dere yer yüzüne yakın bir yerden geçerken keşfedilmiş ve bölgenin tüm köylerine su sağlayan ana su kaynağı olmuş. Su yatağından çıkarılarak bölgedeki köylere dağıtılıyor.

 

Zalim felek ne istedin sazımdan

Ne istedin benim tatlı sözümden

Yaş yerine kan akıttın gözümden

Dertli sazım yeter artık ağlama

Gel sinemi oda yakıp dağlama!

 

Benim dilim, senin telin bağlandı

Benim sinem, senin bağrın dağlandı

Tuz basılan kalp yaramız kanlandı

Dertli sazım yeter artık ağlama

Gel sinemi oda yakıp dağlama!

Ümmetoğlu,(Memiş Memişov) Kazcılar (Bisertsi), Razgrat, 1989

 

Yörenin inanç önderi olarak kabul edilen ve “Aga” olarak anılan Süleyman Selman Dede bizleri bırakmıyor.  Ağalar hep aynı olmaz. Öyle mi, öyle! Hiçbir ayrım yapmadan çalıştırdığı işçilerin haklarını veren, insanlara yardım eden Süleyman Selman Dede önemli bir masraf yaparak Hüseyin Baba türbesini yıkık haldeyken onarıyor, çevre düzenlemesini yapıyor. Onun şimdiki hedefi yine Dergahın virane haldeki meydanevi’ni (cemevi) onarmak.

Onun misafiri olarak Adaköy’e (Ostrovo) uğrayıp çaylarımızı içiyoruz. Bu köyde hem Aleviler, hem Sünniler, hem Bulgarlar iç içe yaşıyorlar. Köyde hem camii var, hem kilise var, yakınlarda da işte Hüseyin Baba Dergahı var.

 

Demir Baba

 

Bektaşi yolunun azametinden

Pir Balım eseri Demir Baba’dır

Akyazılı hakkın kerametinden

Beliren Hak eri Demir Baba’dır

 

Münkir’in kalbinden uzağa kaçan

Kanaralarından yıldırım saçan

Dipsiz gölde engin deryalar açan

Gerçekler serveri Demir Baba’dır

 

Sanında az gelir onun ne desen

Muhiplere aşkı sabaca esen

Batın kılıcıyla ejderha kesen

Dervişler haberi Demir Baba’dır

 

Hep akar deresi yadigarınca

Pir Hacı Bektaş’ın Akpınar’ınca

Beşparmak suyunu o çıkarınca

Gösteren hüneri Demir Baba’dır

 

Türbe kubbesinde olan nişanın

Tarzı ey Haydari Balım Sultanım,

Hacı Bektaşım söyler Beyanım

Hakk’ım erenleri Demir Baba’dır.

 

Haydar Cemil Baba

 

Sonrasında Kemaller (İsperih) İlçesi, Mumcular (Sveştari) Köyü yakınlarındaki  Balkanların en çok tanınan, on beşinci / on altıncı yüzyılda yaşamış, Akyazılı Sultan’dan sonra onun yerine postnişin olmuş Deliorman’ın büyük erenlerinden, Dipsiz Göl denilen büyük vadi dibinde iki yüz merdivenle inilen, orman içindeki Demir Baba’nın Türbesini ziyaret ediyoruz.

Balkanları fetheden alp erenlerin, erenlerin, velilerin, babaların, dedelerin sayısı binlerle ifade ediliyor. Bunlar içinde bazılarının ismi çok biliniyor. Çünkü onlar çağlarını aşan kimlikleriyle bugünlere ulaşabilmeyi başarmışlar. Akyazılı Sultan’dan sonra Balkanları fetheden büyük dalganın altın halkalarından birisi de Demir Baba’dır. Buraya Horasan’dan gelmeyip, bu coğrafyanın bir evladı olduğuna da inanılan Demir Hasan Pehlivan olarak da bilinen Demir Baba, gücü ve kuvvetiyle, güreşçi kimliğiyle, ejderhaları yenen, Hıristiyanlar tarafından da kutsanan, ünlenmiş bir Alevi Bektaşi erenidir. Yine kendisiyle ilgili bilgileri Demir Baba Velayetnamesi’nden öğrendiğimiz Demir Baba bölgede “adaletin bekçisi” olarak ün salmıştır. Her zaman fakirin yanında yer aldığı için mazlumların yardım için koştukları bir merkez olan Demir Baba Türbesi ve dergahı derin bir vadinin dibinde yer almaktadır. Buradan kaynayan billur gibi su yöreye hayat vermektedir. Çevresi tümüyle ağaçlarla çevrili bu vadinin bir yamacı küçük mağaraların, inlerin bulunduğu geçirimli bir toprak yapısına sahiptir. Vadinin içi ise burada bir yaşam alanı kurmaya imkan sağlıyor.

Bir kayanın üstünden göğe doğru yükselen taş ve mermerden yapılmış, Türk varlığının buradaki bayrağı gibi azametle duran Demir Baba Türbesi yine kendisinin zamanında ne derece öneme sahip olduğunu gösteriyor. Türbenin yanında yer alan duvarlardaki taşların bir kısmının üstünde birçok dini motif var. Taşlar işlenerek oluşturulmuş bu motiflerin doğrudan Dergahla bir ilişkisinin olup olmadığını bilemiyoruz. Belki de yakın bir yerden buraya getirilmişlerdir, ama en azından “fındık taşı” denilen ve Demir Baba’nın fındıklarını kırdığına inanılan büyük yuvarlak taş halen türbenin önünde duruyor. Vadinin bir ucunda ise demir çarıklar giydiğine inanılan Demin Baba’nın ayak izlerinin, bu arada atının ve öküzlerinin ayak izlerinin bulunduğu kayalık alan halen ziyaret ediliyor.

Canlı tanıklarımızdan dinlediğimiz gibi, daha elli altmış yıl önce, değirmenleri ve başka binaları varken, şimdi bu vadide sadece bunların temellerini bulmak mümkün. Sadece insan kıyımı değil, doğa yıkımları da tarihi eserlere, binalara büyük zararlar vermiştir. Yine öğrendiğimize göre elli altmış yıl önce bir korkunç yağmur sonrası seller geride kalan değirmeleri önüne katıp sürüklemiş, yok etmiş. Kuşların hiç dinmeyen seslerinin büyüsü içinde gür ağaçların dallarından sızan altın ışıkları gün bitmeden yakalamaya çalışırken, buradaki nem genzimizi yakıyor. Daha önce altı kez geldiğim Bulgaristan’da belki de on beş kez ziyaret ettiğim bu büyülü alanda bedenim ve ruhum aynı anda ürperiyor. Adım adım gezmek istiyorum dervişlerin bir zamanlar çiğnedikleri bu toprakları, her ininde, her bir ağaç dibinde bir kutsallık hissettiğim Demir Baba’nın aşkı sarıyor beni. Bulgar Ressam Todor Todorof, kendisiyle yaptığım bir söyleşide; ben gerçeği Tasavvufta buldum demişti, yaptığı onlarca Demir Baba türbesi resimlerini bana gösterirken. Çok iyi hatırlıyorum; esrarengiz bir ışık kaynağının altından gümüş rengiyle parlayan Demir Baba Türbesi ateşin harlandığı bir köz olarak sanki evrenin merkezini betimliyordu. Gökten ışık, yerden ateş karanlığı yarmış, hayatı bize sunmuştu, Demir Baba’nın sayesinde. Geceyi gündüz eden, karanlığı aydınlığa çeviren, bereket ve bolluk pınarı olan Demir Baba’dan ve bu tılsımlı yerden kopmak istemiyor canım, bir gece sabahlasam, günün ilk ışıklarıyla selamlasam diyorum, Demir Baba’mı.

Bu bölgeyi ziyaret etmiş şarkiyatçıların çizdikleri resimlerde betimledikleri değirmenler ve diğer hizmet birimleri aynen Elmalı Baba’da, Otman Baba’da, Akyazılı Sultan’da, Demir Baba’da da yapılır inşallah, diyorum. En azından Otman Baba’nın kavuştuğu yenilikleri dünya gözüyle bir gün diğer dergahlarda da görürüz umuduyla türlü dilekler dileyerek ağır ağır çıkıyoruz merdivenlerden.

Burada şu anda bir Bulgar bekçinin konakladığı ahşap bina ayakta kalan tek yapı birimi. Fare avlayan kediyi, birbirine sarmaş dolaş olmuş iki kara yılanı, kuş seslerini, hafif çağıldayan su yatağını geride bırakıp iki yüz yirmi merdiveni hızla çıkıp bizi beklemeden usanmış yolcularımıza dahil olup, tüm Bulgaristan yollarında olduğu gibi iki yanımız ağaçlarla bir tünelde ilerler gibi yolumuza revan oluyoruz.

Demir Baba Dergahı’na uğradığına hatta onunla görüştüğüne inanılan bir büyük Alevi Bektaşi Ozanı, ereni de Virani’dir. Alevilerin-Bektaşilerin büyük ozanlardan birisi olarak her zaman andıkları Virani Hurufiliğin etkisiyle özellikle Hz. Ali başta olmak üzere On İki İmamları yücelten, onları eserlerinde eşsiz bir şekilde anan şiirler yazmıştır.

 

İstemem alemde gayri meyveyi

Tadına doyulmaz balımdır Ali

İstemem eşyayı verseler dahi

Kokmazam sünbül ü gülümdür Ali

 

Ali’mdir kadehim Ali’mdir şişe

Ali’m sahralarda morlu menekşe

Ali’m dolu yedi iklim dört köşe

Ali’m saki-i Kevser dolumdur Ali

………

 

Nedir ey gaziler benim yandığım

Haldan bilmez yar elinden dertliyim

Bu aşkın ateşi yaktı sinemi

Pervaneyim nar elinden dertliyim

 

Gafletten uyandım gözümü açtım

Aşkın küresinde kaynadım piştim

Yavru şahan gibi tuzağa düştüm

Kurtulamam tor elinden dertliyim

……

 

Virani’yem çekem yarın kahrını

Ver doldur içeyim aşkın zehrini

Muhabbete saldık gönül bahrını

Geçti zaman zar elinden dertliyim

 

Virani

 

Akşam Razgrat’a (Hezergrat) vardık, akşam yemeğimizi yiyip bir otelde konaklamamızı yapıyoruz.

 

  1. 3.     Gün, 7 Haziran 2010 Pazartesi

 

vatan ufukları açılırken balkanlar’da,

razgrat kız çeşmesi’nden sevgiler akar,

nöbetimizi tutanlar, bize hasret oralarda.

            ninniler zamana aşı olmuş,

            ’vidin kalesi’ kalmış destanlarda…

           

şehit ağıtları söyleyen tuna bin yaşa.

plevne’den selam eder osman paşa.

tarihin bağrında donmuş al kanlar,

tırnakla et gibidir bizimle balkanlar.

            rüyalarıma girer şu bizim eller.

            ağlıyor insanıma gökteki hilaller…

 

Mustafa Ermiş

 

Sabah kahvaltısından sonra Deliorman’ın en şirin kenti ve İbrahim Pasa Camii, saat kulesi, çeşmeleri, heykelleri, kültür merkezleri ve birçok Türk Konağı’nın bulunduğu Razgrat’ı geziyoruz. Küçük ama çok temiz bir kent olan Razgrat kendine has bir dinginliği yaşar gibi. Yeşile batmış bu kenti gezerken Manastır’ı (Bitola)’yı düşünüyorum. Her iki kenti de birbirine benzetiyorum; Mütevazi ve sakin olan bu kentte sanki aşk tanrıları buralarda dolaşmış gibi. İçinden bir dere akıyor (Ak Lom) Razgırat’ın. Tiyatro ve kültür salonuyla, heykelleriyle, yeşilliğiye olduğu kadar tarihiyle de önemli bir merkez olan bu kent Bulgaristan’da benim en çok sevdiğim şehir. 

 

Niğbolu (Nikopol), Ali Koç Baba

Ocak-Dedeler-Bektaşilik- Yablonovo (Elvanlar (Alvanlar))

….

Eşiğin taşına yüzümü sürsem
Baba çeşmesinden nûş edip kansam
Çerağın şem’ine pervane dönsem
Mürüvvet senden Ali Koç Baba

Selim’in kusuru çoktur yanında
Senin muhabbetin saklar canında
Pirin huzurunda Hak divanında
Mürüvvet senden Ali Koç Baba

 

Büyük Alevi Bektaşi ulularından ve aynı zamanda 1396 yılında Niğbolu Zaferi’nde büyük yararlılıklar gösterdiği söylenen Ali Koç Baba’nın türbesini Niğbolu’da (Nikopol) arayıp bir tepenin üstünde buluyoruz. Tuna’ya ebedi istiratgahı olan tepeden bakan Ali Koç Baba önemli bir Alevi-Bektaşi ocağı ve süreğinin kurulmasına öncülük etmiş bir alp-erendir.

Kendi soyundan olanlar ve oğlu Hüseyin Baba’nın yine Bulgaristan’da, Gerlova (Burada eskiden Girlevo kasabası varmış) Bölgesi, Eski Zağra (Stara Zagora) İli, İslimye (Sliven) ilçesi, Kotel’e (Kazan) bağlı Y(J)ablanovo (Elvanlar (Alvanlar))’da olduğunu bildiğimiz Ali Koç Baba’nın kültür atmosferinden geziye katılan bu ocağa bağlı canlar duygusal anlar yaşıyorlar ortak atalarına kavuşunca.  Tepenin eteğinden bir dere akıyor. Türbenin önünde ise kurumuş olsa da dimdik ayakta duran bir kara ağaç var. Türbenin kapısında ise hem Bulgarca, hem de Türkçe bir kitabe var. Türkçe kitabede şunlar yazılı: “Niğbolun Büyük Evliyası Ali Koç Baba Türbesi Koyun Babanın Müridi Hacı Bektaş Torunu Osmanlı Zamanında Bilgilere Göre Derviş Ali Koç Baba İnsanları Allah Yoluna Davet Eden Tasavvuf Bilgilerini Nigboluda Yaymış ve Dergah Kurmuş.” Bu gezimizde  uğramak istediğimiz yerlerden birisi de Alvanlar Köyü’ydü. Gerçi yaklaşık bin hanelik yöreye nasıl köy denebilir ki? Daha önce iki kez ziyaret ettiğim köyde bir Dedeevi var. Buraya Tekke de deniyor. Dedelerin yaşadığı bu ev aynı zamanda cemevi olarak da kullanılıyor. Dede soyundan gelenlerin ayrı bir mezarlıkları var. Bu köyde belki de bin yaşını aşkın meşe ağaçları da var.

 

Ocak-Dedeler-Bektaşilik

 

Batın yüzünde biz aşk meydanında

Şahın çerağından uyandık hü dost

Gerçek erenleriz şah erkanında

Pirin ocağından biz yandık hü dost

 

Haydar Cemil Baba

 

Tümüyle Türkler ve Alevilerden oluşan köy aslında bir inancın merkezi olması bakımından da çok önemlidir. Burada Anadolu’daki Ocak sistemine çok benzeyen bir inanç önderliği kurumu var. Büyük bir erenin, velinin, ulunun soyunun uzandığı ve kutsallığına inanılan bir aidiyeti ifade eden Ocak kavramı Anadolu Aleviliğinde dedelik sisteminin bağlı olduğu yapıyı izah eder. Buna göre Ehlibeyt’e soyca bağlı, büyük kerametleri (mucizeleri) görülen erenlerin soyundan gelen, seyyidler, dedeler, Alevilerin temel ibadetleri olan cemleri yürütebilme gücüne ve yeteneğine, olanağına sahip yegane inanç önderleridir. İşte bu sistem Anadolu Alevileri’nin yüzyıllardır inanç dünyasına yön vermiş ana yapıdır. Baba Mansur, Ağucan, Seyyid Mahmut Hayrani (Kureyşan), Seyyid Cemal Sultan gibi nice ulu erenin soyundan gelen dedeler cemleri Hakk Muhammed Ali aşkıyla yürütmüşler bugün de halen bu ocaklardan gelen dedeler cemevlerinde veya kendi imkanları ölçüsünde evlerde, ibadete müsait mekanlarda cemlerini yürütmektedirler. Bu ocakların ana merkezleri yanında, o ocaktan kopup zaman içinde başka bir yöreye yerleşmiş yine ulu bir erenin, yani ilk ocağın içinden gelen başka soyların pirlerinin de kutsal ziyaret mekanları vardır.

Ama Balkanlar’da, Batı Anadolu’da durum farklıdır. Bu yörelerde belli bir erenin soyundan gelmezse bile o kutlu erenin yolundan yani inançsal-kültürel kaynağından gelenler de cemler yapabilirler. İşte burada Bektaşilik kurumu ortaya çıkmış oluyor. Yani kökü, özü Alevi İslam inancı olan, bu inancın temel değerleriyle yoğrulmuş bir tasavvuf anlayışını ifade eden Bektaşilik, inanç önderlerinin özellikleri dolayısıyla Alevilikten farklılıklar göstermektedir. Bektaşilik’te erenlerin soyundan gelen dedelik kurumuna saygı olmakla birlikte, soydan gelmeyen ama bu inanca hizmet etmek isteyen dervişler, babalar hizmet yürütebilmektedir. Bu inanca göre Alevilerin aksine, zaten bu yolun pirlerinden birisi olan Hünkar Hacı Bektaş da bir yol ulusu olarak, önemli olanın yol olduğunu, yola hizmet etmenin esas olduğunu, soydan yani babadan oğla geçen sistemin çok önemli olmadığını söylediğine hatta onun hiç evlenmediğine, mücerret olduğuna inanç vardır.

İşte başta Seyit Battal Gazi, Abdal Musa, Otman (Odman) Baba, Akyazılı Sultan, Demir Baba gibi Rumeli erenleri evlenmeden, bir mürşid (yol gösterici-aydınlatıcı), bir postnişin (kutlu postun en yetkin temsilcisi), bir şeyh olarak; yanlarındaki yüzlerce derviş ve babayla yola hizmet etmişlerdir. Hatta yolun ikinci piri olarak kabul edilip Babagan Bektaşi kolunu kurumsallaştıran ve Seyyid Ali Sultan Dergahı’nda yetişip Hacı Bektaş Dergahı’nda hizmet yürütmeye devam etmiş olan Pir Balım Sultan da bir mücerret babadır.

Yaygın inanca göre Seyyid Ali Sultan, Ali Koç Baba gibi erenler ise evlenip de bu yola hizmet etmişlerdir. Uzunca bir dönem Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli)’ın soyundan gelenler onun ismiyle ünlenen Dergahta/Ocakta hizmet etmişler; farklı nedenlerle mücerret dervişler ve babalar bu Ocakta-Dergahta hizmet etmeye devam etmişlerdir.

İşte bunun gibi inanınışa göre Ali Koç Baba da mücerretliği değil mütehhilliği yani evlenmeyi esas alıp yuva kurmuş ve onun soyundan gelenler, onun yolunu sürdürenler de Alvanlar Köyü’ne gelip hizmet yürütmeye başlamışlardır. Bu yol Ali Koç Dede’nin oğlu Hüseyin Dede’nin soyundan gelenlerce yürütülmüş.

Bizlerin de bizzat gerek Alvanlar’da, gerekse Türkiye’deki bu ocağın dedelerinden (babalarından) dinlediğimiz gibi bu iş babadan oğla geçen dedelik sistemi gibi işlemektedir. Genelde büyük oğla dedelik (babalık) geçer. Ama burada yine de bir yetkin baş dededen icazet almak bir gelenek olmuştur.

Trakya’daki, Rumeli’deki Bektaşilik’le ilgili özellikle günümüzdeki durum ve erkanlar (inanç uygulamaları)’la ilgili araştırmaları Araştırmacı- Yazar dostumuz Refik Engin yapmaktadır. Ama elbette başka arkadaşlarımız da araştırmalar yapmaktadır ve yapmalılardır da. Çünkü Balkanlar ve Türkiye Trakyası geniş bir araştırma sahasıdır ve araştırma yapmak kimsenin tekelinde değildir.

 

Bu konuyla ilgili, Çorlu’dan, erken yaşta kaybettiğimiz Mustafa Koç Baba’nın bana anlattıklarını önemlidir. Bu geziden sonra 2 Temmuz Cuma günü bizleri ziyaret eden Ali Koç Dede’nin oğlu Hüseyin Dede’nin soyundan gelen Hüseyin Marangoz Dede’den aldığım bilgilerle bu konuda daha detaylı bir bilgiye ulaştık.

 

İndim Koç Baba’yı tavaf eyledim
Bugün yaylımdır geliyor koçlar
Mübarek cemâlin seyran eyledim
Bugün yaylımdır geliyor koçlar

Biri beyaz idi biri kırmızı
Onlar da seçerdi baharı yazı
Aynen Zülfikâr’a benzer boynuzu
Bugün yaylımdır geliyor koçlar

Alnın ortası yazılı Kur’an
Hiç mahrum kalır mı cemâlin gören
Yarın mahşer günü şefaat uman
Bu gün yaylımdır geliyor koçlar

Yağmur yağar çiselenir izleri
Elham suresine benzer gözleri
Ay ile gün gibi parlar yüzleri
Bugün yaylımdır geliyor koçlar

Pir Sultan’ım biz çekeriz yasları
Dört kapıdan beyan olur sesleri
Âşıklarda söyler bu nefesleri
Bugün yaylımdır geliyor koçlar

 

Alvanlar’da Ali Koç Baba çevresinde gelişen çok büyük bir inanç yapısı vardır.

 

Mustafa Koç Baba’dan Alınan Bilgiler

Mustafa Koç Baba 1953 doğumlu. Ali Koç süreğini sürdüren ailelerden birisine mensup olan Baba, teknik liseden sonra bir süre üniversite de okumuş, bilinçli, aydın bir insan. Ali Koç Dede’nin büyük oğlu Hüseyin Dede’nin soyundan geldiklerini söyleyen Mustafa Koç Baba, kendileriyle ilgili bilgilerin Refik Engin’in çalışmalarında doğru bir şekilde aktarıldığını, yazıldığını söylüyor.

Mustafa Koç aslında kendilerinde soydan gelme bir geleneğin olduğunu ama herkesin dedelik/babalık yapamadığını, belli insanlara bu görevin verildiğini söylüyor.

Kendisini Eskişehir’de oturan Seydi Özkoç Baba’nın posta oturttuğunu söyleyen Mustafa Koç Baba, Türkiye’de şimdilik el verme, posta oturtma yetkisi vermeye karar veren iki baba olduğunu; bunların Seydi Dede ve Hüseyin Marangoz olduğunu söylüyor. Seydi Baba’nın on beş yıl önce posta oturduğu için el vermeye daha yetkili olduğunu söyleyen Koç Baba, şu anda Ali Koç soyundan hizmet yürüten 4 dedenin olduğunu belirtiyor. Bulgaristan’da Hasan Molla, Türkiye’den ise; Hüseyin Marangoz, Seydi Özkoç ve kendisi. Bunlar aynen Sultan Süceattin Veli Dergahı Postnişini Nevzat Demirtaş Dede gibi tüm taliplerin her hizmetini yapabiliyor.

Kofçaz Terzidere’de oturan Aşık Hasan ise Ali Koçlu olmakla birlikte her hizmeti yerine getirme getiremezse de hizmet yürüten değerli bir dikme dededir.

Şu görevleri yapamıyor; ahret (müsahiplik), el alma (ikrar verme) merasimlerini yapamıyor. Diğer hizmetleri yapabiliyor. (Ayhan Aydın, Anadolu ve Trakya’da Erenler Bahçesi, 2. Baskı, Can Yayınları, 2008)

 

Havada bulut yok

Söğütler yağmurlu

Tuna’ya bakıyorum

Akıyor

Çamurlu çamurlu

Hey, Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu

Tuna’nın suyu olaydın

Karaorman’dan geleydin

Karadeniz’e döküleydin

Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin

Geçeydin Boğaziçi’nden

Başında İstanbul havası

Çarpaydın Kadıköy iskelesine

Çarpaydın, çırpınaydın

Vapura binerken Memet’le anası

 

Nazım Hikmet

 

Sofya’ya (Sofia) varıp akşam yemeğimizi kent dışında lüks bir otelin restoranında yedik. Sonrasında sınırdaki işlemler sorunsuz  bir şekilde tamamlayıp Bulgaristan’dan Makedonya’nın başkenti Üsküp’e (Skopje)  varıp o gece orada konakladık.

 

  1. 4.     Gün, 8 Haziran 2010 Salı

 

Üsküp (Skopje)

 

Sabah kahvaltısından sonra tarihi bir kent olan Üsküp’e (Skopje), yüksek bir tepeden baktık. Profesyonel rehberler eşliğinde şehri gezdik. Sonrasında içinde hummalı bir çalışma devam eden kaleye çıktık. Yarı çıplak gençler toz toprak arasında alın terleriyle ekmek kavgasındalar. Ama hepsinin yüzünde bir neşe, bir sevinç… Sayısız tarihi eser kazılardan çıkarılmış. Kent içinde modern binalar göze çarpıyor. Daha doğrusu Vardar Nehri kenti ikiye ayırıyor. Eski Üsküp tarihi ahşap evleriyle, hanlarıyla, hamamlarıyla, camileriyle, kalesiyle büyük yıkımlar, savaşlar, yangınlar geçirmiş olsa da Türk varlığının buradaki simgesi gibi. Yeni şehirde ise lüks binalar yükseliyor. Bu binaların sokaklarında cıvıl cıvıl gençler, çocuklar devinim halindeler. İki üç saatlik şehir gezisi bize yetmiyor. Burada daha fazla kalıp çağlayan hayatın soluğunu daha fazla teneffüs etmek istiyorum. Cadde üstünde Yahya Kemal ismiyle karşılaşıyoruz. Burada onun adına bir kolej var. Bu büyük vatan şairi, Balkanların rüzgarıyla büyümüş, dizelerini akan nehirlere söylemiş, tüm dünya denizlerine ulaşmasını sağlamış Türkçe’nin sesinin, soluğunun.

 

Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

 

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!

Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kaafilelerle...

 

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,

Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

 

Bir gün yine dolu dizgin boşanan atlarımızla

Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...

 

Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de

Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!

 

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,

Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

 

Yahya Kemal Beyatlı

 

İçimizde türkü türkü Üsküp… Hayallerimizde hamamlarda akan suların ezgileri… Arkamızda tüm görkemiyle Üsküp Kale’si… Biraz buruk, hüzünle doyamadan ayrılıyoruz bu ata yadigarı şehirden.

Sonrasında hareketle Tetova’ya (Kalkandelen) varıyoruz.  Tüm Balkanlar’daki en iyi korunmuş tarihi Bektaşi Harabati (Sersem Ali Dedebaba) Dergahı’nı ziyaret ediyoruz. Burada Baba Mondi (Edmond Brahimaj), Derviş Abdülmüttalip (Bekiri) ve diğer canlar tarafından sıcak bir şekilde karşılanıyoruz. Kurbanları olanların kurbanları burada kesiliyor. Lokmalar hep birlikte yeniliyor. Dualar ve nefesler söyleniyor. 

Upuzun sakalındaki aklar her geçen sene artan biraz da açık kızıla dönen Derviş Abdülmüttalip, türlü çilelerin içinden sıyrılıp gelmiş gibi mahcupluğu, tebessümü altında yorgunluğunu gizleyemiyor. Ben onunla daha önce dokuz gün geçirmiştim, bu dergahta. Tarih kitaplarında okuduğumuz, Alevi Bektaşi klasiklerince bize aktarılıp kavramaya çalıştığımız “derviş”in kim ve ne olduğunu öğrenmek isteyenler onunla belli bir zaman geçirmek zorundadırlar. Bıkıp usanmaz bir çalışma azmi; bitmez tükenmez bir yol aşkı, sabır ve tevekkülü, davası için canını ortaya koymaya azmetmiş büyük bir yüreğin ifadesidir Derviş Abdülmüttalip. O da evlenmiş bir yuva kurmuş, yıllar yılı inşaatlarda işçi olarak çalışmıştır. Ama bu Ulu Yola girdikten sonra, aşk deryasına daldıktan sonra kendisini buraya, bu köklü dergaha adamış, hayatını Bektaşiliğe vakfederek, cennete bu dünyada girmeyi başarmıştır.

Alaca Camisiyle, hamam ve köprüleriyle, konaklarıyla Türklerin birçok varlığını görmemiz mümkün olan Kalkandelen, Şar Dağlarının eteklerinde kurulmuş bir kent. Kışları oldukça soğuk geçen bu yörede dağların başında halen karları görmek mümkün. Yazları ise doğanın uyandığı ağaçların yeşerdiği bir cennet köşe.

Harabati Dergahı tüm güzellikleri yanında hüzünleriyle de karşıladı bizi. Burada İslam Dini Birliği adındaki bir kurumun adamları olduklarını söyleyen bir avuç zorba arkalarında çok büyük bir güç varmışçasına hareketle burada terör estiriyorlar. Onlarca Bektaşi mezar taşı, meydanevi, at evi, kiler, mihman evi, Harabati Sultan’ın Türbesi ve diğer tüm varlıklarıyla beş yüz yıllık bir Alevi-Bektaşi mabedi olan bu dergah, binalarıyla, arazileriyle şimdi bir büyük trajediyi ve işgali yaşıyor.

Amaç “dinsiz Bektaşilerden” ve uzun süre müze olarak kullanılan ve “Hristiyanlar elinde mahrum kalan” bu binaya “İslam Bayrağı” dikmek!

Minaresi olmayan, beş yüzyıllık bir meydan evini hoparlörler marifetiyle camiye çevirmek!

Burada inançlarıyla hizmet yürütmeye çalışan Bektaşi canları buradan zor kullanarak atmak, asırlık ata yadigarı ağaçları kesmek, mezar taşlarını kırmak!

Sırpların bile yapmadığını yüce İslam dini adına, onunla hiçbir ilgisi olmayan ve burayı kendi amaçlarında kullanılmak üzere merkezleri yapmak isteyenler tarafından silahlar atılarak, insanlara korku salınarak işgal etmek!

Buna tahammül etmek mümkün mü; insanlık adına? Bu durumu öğrenen canlar daha bir hüzünleniyorlar. Buraya daha çok yardım etmek istiyorlar.

CEM Vakfı Genel Başkan Yardımcı ve Avukat olan Namık Sofuoğlu da konuyla yakından ilgileniyor. Olayın detaylarını onlardan öğreniyor ve bu davanın peşinde olacağını, elinden gelen her şeyi yapacağını, bunun hukuki mücadelesini vereceğini, oradaki dostlara söylüyor.

Sonra Gostivar, Kiçevo (Kiçova- veya Kırçova) kentleri üzerinden Arnavutluk’la Makedonya arasındaki Balkanlar’ın en derin gölü, Ohrid Gölü kıyısında Ohri (Ohrid) yakınlarındaki  turistlik Struga’da konaklıyoruz.

Yolları hızla kat ediyoruz ama tam da yanlarından geçtiğimiz Gostivar’da, Kiçevo’da da Alevi Bektaşi ulularının türbeleri olduğunu söylemeliyim. Üstelik programımızda olmadığı için kendilerini aramadığımız halde geziden haberdar olan babalar bizleri telefonla arayıp kendilerine uğramamızı istiyorlar. Yollar uzun, zaman kısa. Bir başka sefere bu ziyaretleri bırakıp otelimize yerleşiyoruz.

 

Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.

Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.

Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.

Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.

Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.

Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden

 

Yahya Kemal Beyatlı

l

  1. 5.     Gün, 9 Haziran 2010 Çarşamba

 

Struga’da Ohrid Gölü kenarındaki otelden ayrılıp sabah yürüyüşü yapıyorum. Çağıl çağıl bir su sesi beni kendisine çekiyor. Bir de bakıyorum ki bir ırmak coşmuş akıyor kent merkezine doğru. Allah, Allah! Tam tersi olmamalı mıydı? Gölden bir ırmak coşmuş akıyor? Nasıl olur? Evet, dostlar, gölün fazla suyu kendini dışarı atıyor, bir büyük kanalla kentin içinden geçip buraya bir başka canlılık veriyor. Kanalın iki yanı restoranlarla, kafelerle dolu. Ama yeşillik, türlü ağaçlar burayı süslüyor. Zaten Ohrid Gölü’nü kelimelerle anlatmak imkansız. Yüce dağların, ağaçların eteğinde, derinlerden derin, berrak mı berrak, binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce balığın korunağı bu göl dünyada görülmesi gereken ender yerlerden birisi herhalde.

 

Sarı Saltuk

 

Turistlik merkez Ohrid’yi gezdikten sonra Sarı Saltuk’un da makamının olduğu tarihi Sveti Naum Manastırı yine rehber nezaretinde ziyaret edildi.

On üçüncü yüzyılda Rumeli’yi fetheden ululardan başında yer alan Sarı Saltuk yüzyıllar boyu tüm Balkanlar’da ve Anadolu’da en etkili inanç önderlerinden birisi olmuştur. Öyle ki kendisi adına tam on yedi adet türbenin (yatır, ziyaret, makam) olduğunu biliyoruz. Anadolu’da Tunceli Hozat merkezli türbesi Anadolu’nun en büyük ulu ocaklarından birisi olarak anılmasını sağlamış, onun soyundan geldiğine inanılan dedeler yüzyıllarca cemler yürütmüşler ve de yürütmeye devam etmektedirler.

Sadece bu mu? Babaeski’de de bir türbesi halen ziyaret edilmektedir. Onun hatırana, hayır himmetlerini dilemek için mumlar yakılmaktadır.

Asıl ününün yayıldığı Balkanlar’da da birçok yerde türbesinin olduğuna inanılır. Asıl türbesinin ise Romanya Babadağ’da olduğunu biliyoruz. Fedekar bir dede soylu Alevi işadamı tarafından restore edilen türbe Dobruca’da “Babadağ” olarak yani Türkçe olarak söylenen bölgede halkın ziyaretine açık durumdadır.

Selçuklu sultanı İzzettin Keykavus’la Dobruca bölgesine gelmiş, manevi cazibesiyle Hıristiyanları da kendisine hayran bırakan, dahası kendisine bağlayıp bir postnişin, ulu şeyh, alp eren olarak ünlenen Sarı Saltuk Balkanlardaki öncü Türk ulusudur. Bilindiği gibi bin yıl öncesinden Balkanlar’a Türk akınları olmuştu. Karadeniz’in kuzeyinden bu topraklara gelen Türkler buralarda büyük yerleşim alanları kurmuşlardır. Osmanlı’dan önce Selçuklu Döneminde Kalenderi yani ön Alevi-Bektaşi inancının bir büyük temsilcisi olarak olan Sarı Saltuk bu inancın bu topraklarda yeşermesini ve uzun süre muhafaza edilmesini sağlamıştır. Kendisinden sonra Şeyh Bedreddinler, Akyazılı Sultanlar, Demir Babalar ve onların kurduğu dergahlar, dergahlarda yetişen babalar, dervişler, ozanlar bu bölgeye ve Deliorman’a etki etmiş, bir inanç ve kültür merkezi olan bu topraklarda Aleviliğin-Bektaşiliğin bugüne kadar yaşamasını sağlamışlardır.

Bulgaristan Kaliakra (Kaligra) Burnu’nun, Arnavutluk’ta makamları olan Sarı Saltuk’un bir dönem ziyaret ettiği, yaşadığı hatta Hakk’a yürüdüğüne inanılan bir yer de Ohrid Gölü kıyısında çok ünlü Sveti Naum Manastırı içindedir. Tümüyle bir manastıra dönüşmüş tavus kuşlarının koruduğu bu tarihi yapıyı yüzyıllar boyunca Müslümanlar Sarı Saltuk makamı olarak ziyaret etmişlerdir. Hatta kapıdaki bekçi de “Sarı Saltuk” diyince kafasını sallıyor ve Sarı Saltuk, diyor.

Resne (Resen)’de İttihat ve Terakki Hareketi’nin en ünlü simalarından Resneli Niyazi’nin Sarayı’nı gezdikten sonra, Pirlepe’ye (Prilep) bağlı yöredeki tek Türk-Bektaşi Köyü olan Kanatları (Kanatlarci) ve buradaki Dikmen Baba ve diğer türbeleri ziyaret ediyoruz.

 

Pirlepe, Kanatlar Köyü; Dikmen Baba Dergahı

 

Niyazına geldik Dikmen Baba’nın,

İsteriz himmeti Dikmen Baba’dan

Dertliler de derde derman ararlar,

İsteriz dermanı Dikmen Baba’dan.

 

Mehmet Baba

 

Dikmen Baba’yla ilgili bir anlatıyı üç yıl önce Kırçova’yı ziyaretim sırasında meşhur Ziya Paşo Halifebaba’nın hanımı Şefika Anabacı bana anlatmıştı. Buna göre Brod’da Hıdır Baba’nın yanında derviş olan Dikmen Baba dergaha sürekli su taşırmış. Suyu hiç dökmeden dergaha getirdiğini gören Hıdır Baba onun nasıl sadakatle dergaha hizmet ettiğini anlamış, demiş ki artık senin de bir dergah uyarman gerekir. Elindeki yanan köz halindeki odun parçasını fırlatmış atmış. O da bir ova köye düşmüş.  O da o köye gitmiş. Ama ilkin buranın insanları onu kabul etmemişler. O da uçarak şimdiki Kanatlar Köyü’nün olduğu yere gelmiş. Orada bulananlar onun kerametini anlayıp ona bağlanmışlar. Onu bir ulu kişi, ermiş bir kişi bilmişler. Öldükten sonra türbesi sürekli ziyaret edilir olmuş. Adına dergah kurulmuş, nice dervişler, babalar onun adına bu yola hizmet vermişler. Şimdi de bu aşk ve sevgi azalmadan devam edip sürüp gidiyor.

Köye gelişimizde köylüler bizlere büyük bir sevgi gösterisinde bulundular. Hemen çevremizi onlarca çocuk çevirdi. Burada Baba Cafer ile ikinci bir dergah uyarmış bulunan İdris Baba’nın oğlu Veli Baba’yı makamı olan meydanevinde ziyaret ettik.

Cafer Baba (Baba Cafer) canlarla Türbeyi ziyaret etti. Burada da Hz. Ali’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Bedri Noyan Dedebaba’nın fotoğrafları duvarları süslüyordu. Hep bir ağızdan, Mahrem Tezol’dan Baba’dan sonra Cafer Baba’nın okuduğu duaya Allah! Allah! Denilerek ortak olundu. 

 

“Bism-i Şah Allah Allah. Çün çerağı uyardık ol Hüda’nın aşkına. Dü Cihan Fahr-i Alem Mustafa’nın aşkına. Saki-i Kevser Ali-el Murteza’nın aşkına. Hem Hatice, Fatıma Hayrünnisa aşkına. On İki İmam, On dört Masum-i Pak Aşkına. Ta haşre dek yansın yakılsın billahın aşkına! Bercemali Muhammed, Kemali İmam Hasan, İmam Hüseyin, Ali ra bülende Salavat! Akşamlar hayrola, hayırlar fethola, münkirler berbad ola!”

 

Bir başka geziye bıraktığımız gibi Kırçova yakınlarında hatta buradan da bir yolun tam da ortasından geçtiği Makedonski Brod’da Hıdır Baba türbesi vardır. Ohrid Sarı Saltuk’ta olduğu gibi hemen hemen tümüyle bir Hıristiyan mabedine dönüştürülen bu Dergah ise tarihte çok iyi bilinen ve tümüyle Bektaşilere hizmet veren bir Türk inanç merkeziydi. Hatta bu Hıristiyan kuşatma sonucunda inançlarına ve kültürlerine sahip çıkan Kırçova’daki Bektaşi canlar “gurbette” yani Avrupa’da yaşayan canlarında yardımıyla çok büyük bir cem kültür evinin, (tekke veya dergahın) temelini, bizim de törenine katıldığımız, 2004’te atmış üç yıl içinde bunu bitirmeyi başarmışlardı.

İşte o ulu dergahta Hıdır Baba’nın yanında yararlılıklar gösteren Dikmen Baba bugünkü Kanatlar Köyü’ne geliyor ve burada çerağını uyarıyor, insanları aydınlatıyor, sevilip sayılıyor ve adı bugüne kadar yaşıyor.

Makedonski Brot dışında Kırçova merkezine yakın Arnavut Çervivçi Köyü’nde ise daha önce burada bir dergah uyarmış bulunan Muharrem Baba’nın türbesi ve Bektaşi mezar taşları var.

Yine 2004’de yaptığımız bir gezide, Gostivar İli yakınlarında yaşayan, Hıdır Baba Tekkesi Babası Eyüp Rakibi’yi, yaşadığı  Vardar Nehri’nin doğduğu Vrutok Köyü’nü ve köye bir km. uzaklıkta bulunan erenlerden Cafer Baba Türbesi’ni de ziyaret etmiştik.

Akşam oteldeyken telefonla bağlantı kurduğum Kanatlar Köyü’nden, Manastır’da oturan öğretmen aynı zamanda yazar Muharrem Yusuf bizleri ziyaret ediyor. Makedonca’dan Türkçe’ye; Türkçe’den Makedonca’ya çeviriler yapan Yusuf’la dertleşirken, benim çok fukara gördüğüm Kanatlar Köyü’nün aslında ekonomik yönden çok da kötü olmadığını anlıyorum. Burada tarım ve hayvancılık insanlarımızın geçimini sağlayacak ölçüde gelir getiriyormuş. Buna seviniyorum.

Neredeyse beş yüzyıllık bir köy olan Kanatlar’dan Türkiye’ye yoğun göçler olmuş, önemli bir kısmı İstanbul’a gelen Kanatlarlı canlarla bugün de temaslarımız sürüp gitmektedir. Musa Pak Baba, Derviş Kemal Kanatlı sürekli görüştüğümüz inanç önderleri. Köylülerle yaptığımız söyleşide ve aynı köyden olan rehberimiz Coşkun’un verdiği bilgilere göre yine de nüfusu binden fazla olan köyde çocuklar okullarına devam ediyorlar. Dikmen Baba aşkına kurbanlar kesilip, çerağlar uyarılıyor. Ne diyelim Bektaşilik konusunda araştırmalar yapan ve kendisi büyük uzman olarak takdim edilen İlahiyatçı kökenli Prof. Dr. Metin İzzeti’ye selam olsun diyoruz! Çünkü kendisi bu sene Çorum’da yapılan bir sempozyumda tüm Makedonya’daki Bektaşi nüfusun bin kadar olduğunu, Harabati Dergahı’ndaki işgali de bizim abarttığımızı hatta uydurduğumuzu söylemişti, toplum huzurunda.

Bense yıllar öncesine dönüyorum. Rahmetli Abidin Özgünay’ın bizler ve toplum adına açtığı büyük Cem Dergisi kapısından içeri kimler girmemişti? Sadem Açıkgöz bunlardan birisiydi. Kendisi Kanatlarlı olan bu can dost, inançlı olduğu kadar kararlı bir tutum gösterir, dur durak bilmeden inanç konusunda ödün vermeden geleneğin yaşatılması için mücadele verirdi. Kendi hazırladığı yazıların Cem’de yayınlanmasını çok isterdi. Sohbetlerimizde köklerinin olduğu Kanatlar Köyü’nden de söz ederdi.

Zaman zaman görüştüğümüz yine “inatçı ve kararlı” yol müdavimlerinden birisi, Cem Dergisi’nin de bir dönem temsilciliğini yapan de şu anda Belçika’da yaşayan Hamza Güler’i, Rahmetli Hıdır Çokçeken Baba’yı da bu vesileyle hatırlamış oldum.

Burasıyla ilgili aynı zamanda Makedonya’daki diğer ibadet merkezlerini ve Arnavutluk’ta yaşayan Bektaşilik’le ilgili bilgileri araştırmacı, gazeteci arkadaşımız Murat Küçük de çok güzel derlemişti. Şimdi onun gezi notları ve araştırmaları Horasan Yayınları’ndan çıkan “Bir Nefes Balkan” isimli ikinci baskısı yapılan kitapta yer almaktadır. Sonrasında Sevgili Murat Küçük Dostumuzun bu çalışması TRT. İçin çok güzel bir belgesel için temel teşkil etmişti. Bu vesileyle kendisini bir kez daha tebrik ediyorum. (Horasan Yayınları arasında çıkın LAMEKAN isimli romanı ise son derece sürükleyeci, Alevi-Bektaşi inanç ve kültür yapısını, temel şahsiyetleri, akımları çok güzel aktaran bir eserdir. Bu vesileyle kendisini bir kez daha tebrik ediyorum.)

Aynı akşam tarihi bir kent olan Manastır’a (Bitola) varıp burada konaklıyoruz.  

 

  1. 6.     Gün, 10 Haziran 2010 Perşembe

 

Manastır’da sabah kentin tarihi ve turistlik merkezleri ve şimdi müze olan, Atatürk’ün okuduğu Askeri İdadi  ziyaret ediliyor. 2007’de Cem Televizyonu için burada uzun bir çekim yapmıştık. O zaman da Kamereman Murat Erdoğan vardı. Yüreğimin derinliklerinden gelen duygularla Atatürk’e özlem şiirleri okumuştum.

Kent merkezindeki canlılık başımı döndürüyor. Çünkü genelde Balkan şehirleri sakin kentler görünümünde. Özellikle gençlerin sokaklardaki akını dikkat çekiyor. Anlıyoruz ki artık bugün okullarının son günüymüş. Tüm gençler kendilerini sokaklara atmış durumdalar. Kafeler tıklım tıklım, pizzalar, kolalar, dondurmalar, sarmaş dolaş gençler cıvıl cıvıl şakıyorlar. Bense televizyon kameraları karşısında oldukça çekingen olan gençlerden bir kaçını “kandırıp”  Cem Televizyonu için kısa sohbetler yapıyorum. Gençlerin tümü Türkiye’yi biliyor, tanıyor. Daha da ilginci gençlerden televizyonlarda Türk dizilerini izlediklerini öğrenmem oluyor. Bu sevimli, küpeli, saçlarını türlü şekillerde kestirmiş, taramış veya jölelemiş gençler gelecek konusunda oldukça umutlular. Kendi ülkelerinin güzelliğinin farkındalar.

 

Yunanistan, Selanik

 

Bu sefer Makedon Yunan sınırındaki işlemlerimizden sonra Selanik’e (Thessaloniki) doğru yol alıyoruz. Yol boyu Türkiye’nin kırsalına çok benzer görüntüleri arkamızda bırakıyoruz. Tarlalar, kıraç alanlar, işçiler, çiftçiler tümüyle hayatın kavgası buralarda da var. Ama Bulgaristan ve Makedonya’daki yeşilliğin yoğunluğu, ağaçların bolluğu burada yok.

Selanik’te yurdumuzun kurtarıcısı, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün doğup bir zaman yaşadığı evi ziyaret ediyoruz. Halkın heyecanı ve duyguları bir başka oluyor.

Yemyeşil bir bahçesi olan evin içindeki eşyalar Atatürk’ün yaşadığı döneme ait olmasa da özenle seçilmiş, o tarihi hatıraları hatırlatır vaziyette düzenlenmiş.

Selanik’in simgesi olarak kabul edilen tarihi Beyaz Kule’nin ziyaretleri yapıldıktan sonra Serez (Serres), Drama üzerinden müthiş güzel bir kent olan tertemiz, ışıl ışıl bir turistlik cennet Kavala’ya varıyoruz ve o akşam orada konaklıyoruz.

Kavala’yı tanıtmak, anlatmak çok zor. Yunanistan’daki belki de en güzel kentlerden biri Kavala. Ben gitmediğim için bilemiyorum ama bir Bodrum, Marmaris vd. tatil cennetleriyle karşılaştırılabilir belki.  Ben hem akşam, hem ertesi sabah bu kentin havasını daha fazla solumak için sokakları arşınlıyorum.

 

7. Gün, 11 Haziran 2010 Cuma

 

Sabah kahvaltısından sonra Kavala’da şehir turu yapıldı.

İskeçe (Ksanthi), Sofulu (Soufion), Küçük Derbent (Mikro Derio) üzerinden Balkanların öncü alp erenlerinden, velilerinden biri olan, Ruşenler Köyü (Roussa) yakınlarındaki Seyit Ali (Kızıldeli) Sultan Türbesinin de içinde olduğu Dergahı ziyaret ettik.

Yol boyu insanlara yöreyle ilgili, Seyyid Ali Sultan’la ilgili bilgiler aktarmaya çalıştım. Yörenin ünlü kurabiyelerinden almak için İskeçe’ye uğramadan geçemedik. Sonrasında ise yine yörenin ipek cenneti Sofulu’ya uğrayıp ipek hediyelik eşyalar aldık. Arkasından  Kızıldeli Çayı’nın üstündeki demir köprüyü geçtikten hemen sonra,  Çay’ın kıyısındaki patika bir yolda ağaçlar altından ilerleyip “Aşağı Tekke (Tekye)” ziyaretimizi yaptık. Burası Küçük Derbent denen köyün (Mikro Derio) hemen yakınında.

Burada Kızıldeli Sultan’ın yolundan gidenler göz yaşları içinde niyazlarını yapıyorlar.

Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti tarafından çevre düzenlemesi yapılmaya çalışılan Aşağı Tekke’de türbenin yanında kurban kesim yeri, etlerin pişirildi bir bölüm ve yemek yenilen bir alanın üzeri çatıyla kapılmış halde konuklara hizmet vermeye hazır hale getirilmiş.

Sonrasında ise Ruşenler Köyü’nün içinden geçip Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan Dergahı’na varıyoruz. Burada bizleri Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti Başkanı, dedeler ve kalabalık bir halk topluluğu karşılıyor. Daha önceden kesilen kurbanlarla hazırlanan lokmalar hep birlikte yeniliyor. 

 

KIRKLAR Ve Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan Dergahı

 

Yolumuz gözlenir karşı dağlara

Gidip bir mürşide mihman olmaya

Erenler bağında güller dermeye

Şah Kızıldeli’ye varasım gelir

 

Bağında bahçende açınca gülüm

Sevdanda tutuşur köz olur külüm

Sığmayıp bendine taşınca gönlüm

Damlanda deryanda coşasım gelir

 

Akıyor yaşlarım sellere döndü

Yakıyor hasretin bağrımı deldi

Şu ömrüm geldi ve geçiyor sanki

Zamının zet eyle himmetin gelir

 

Ayrılık ne zormuş aşık olana

Sürerek gelsem de yüzüm turaba

Cefana vefadır garip canımda

Uğruna ser verip ölesim gelir

 

Dilimde besmele özümde sensin

Dinimden imanım önümde yolsun

Nerede arasam orada varsın

Kıblemi yönüne dönesim gelir

 

Budak Ali’nim yanmışım özümden

Hiç kötülük geçmez deli gönlümden

Bilmem ki ne kalır geri ömrümden

Tabuta koysalar göresim gelir

 

Ali Kaykı

 

Türklerin, Alevi – Bektaşi öncü erenlerinin; dedelerin, babaların Balkanlar’a yani Rumeli’ye geçişleri aslında bin ikiyüzlü yıllarda Sarı Saltuk’la başlıyor. İkinci büyük göç dalgası ise 1354 yılında Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa komutasında erenlerin Rumeli’ye geçişleriyle devam ediyor. Evronos Paşa, Ece (İce) Sultan, Şeyh Bedreddin’nin dedesi Hacı İsrail ve Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan gibi öncüler bir sel gibi Rumeli’ye akıyorlar. Yüreklerindeki Hakk sevgisi, insanlık aşkı, onların sadece öncü birer alp eren olmalarıyla değil, mensubu oldukları büyük Alevi Bektaşi inanç ve kültür yoluyla açıklanabilir ancak. Çünkü çok iyi bilinen bir söylenceye göre Rumeli’nin fatihi bu KIRK EREN bu toprakları ebediyen gönülleriyle fethetmişlerdir. Gittikleri yere barış, kardeşlik, birlik ve huzur götürmüşlerdir. Gerçekten hiçbir din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan yetmiş iki milleti bir nazarla görmüşlerdir. Bu KIRKLAR, KIRK EREN anlatısı, peygamberin bile kapısında “Ahir zaman peyganberi Muhammed Mustafa’yım” dediği zaman “sen git peygamberliğini ümmetine yap, bize peygamber gerekmez, insan-ı kamil gibi bir er gerekir” diyen ve tüm canların bir cem olduğu, yani aynı-eşit olduğu “KIRKLAR CEMİ”ndeki KIRKLARIN bir devamı gibidir.

Rumeli Erenleri bu KIRK kişinin yolundan giden, izinden gidenler, üç koldan Balkanlarda ilerlemişler, Tuna’yı aşıp, Viyana kapılarına kadar ulaşmışlardır. Her gittikleri yerde kinden, kibirden, hasetten eser olmayan felsefeleriyle tekkeler, dergahlar kurmuşlar insanlara aşk, sevgi, barış, aş, iş, eşitlik, birlik, razılık, çalışkanlık, şükr, ilim, irfan, maneviyat, üretim, doğa ve hayvan sevgisi hediye etmişlerdir. Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Ahi olarak namuslu üretimle bereketi köylere, kasabalara ulaştırmışlar, sosyal hayatın canlanmasını sağlamışlar, üretimin artmasını sağlamışlar. Her bir dergah türlü yeteneklerin sergilendiği birer üretim merkezine dönüşmüştür. Binlerce hektar boş arazi göçlerle buraya gelen insanlar tarafından işlenmiş, on binlerce at, öküz, inek, koyun beslenmiş, arıcılık, ipekçilik bu yöreye bu erenler sayesinde gelmiştir. Bunlar bizim bir uydurmamız değil, tarafsız tarihçilerin birer kayıtlarıdır. Çok büyük bir uygarlık merkezi olan Balkanlar Türklerden sonra “istilayla” gerilememiş, bilakis sürekli gelişmiş, ilerlemiştir. Bugün bile Yunanlıların, Bulgarların, Makedonların, Sırpların, Arnavutların seksen beş yıldır yıka yıka bitiremedikleri eserler bunların kanıtlarıdır. Köprüler sırf askerlerin ulaşımını sağlamak için inşa edilmemiştir, binlerce çarşı, pazar, han, hamam da halkın ihtiyacı için yapılmıştır. Türklerin girdikleri tüm bölgelere bir canlılık gelmiş, Balkanlar tarihinde olmadığı kadar bir ticaret, ulaşım, kültür, alış veriş  ve inanç merkezi konumuna yükselmiştir.

Bu gelişmenin başında olan erenler ise kurdukları dergahlarla halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu en iyi şekilde göstermişlerdir. Bunun tek bir örneğini ararsanız sadece ve sadece Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) Dergahı’na bakmanız yeterlidir.

 

Seyyid Ali Sultan

 

Kendisi bir Seyyid olan yani kutsal Ehlibeyt’e bağlı olarak yaşamını sürdürmüş Seyyid Ali Sultan diğer bir ismiyle Kızıldeli Sultan, gelip fethettiği bu toprakların canlanmasını sağlamıştır. Büyük arazileri içinde yirmi dört köyün bulunduğu, onlarca değirmeninde, yüzlerce atı, büyük baş hayvanıyla çevresinin sosyal yaşamını kalıcı bir şekilde etkilemiş ve geliştirmiş olan Seyyid Ali Sultan 1354’ten sonra yarım asırda yerleştiği bu toprakların şenlenmesini, hayat alanı bulmasını sağlamıştır. Kendisinden sonra onun yolunda hizmet eden dervişler babalar aynı şekilde 1826 yılına kadar binlerce insanın geçim kapısı, uzak yollardan gelen konukların, savaşlarda yaralanan askerlerin, kimsesizlerin sığınağı, barınağı olmuş, açlara aş, susuzlara su dağıtmıştır. Bu dergah aynen diğer Bektaşi Dergahları gibi tembellerin, yan gelip yatanların, asker kaçaklarının, avarelerin değil hakça üretip, hakça bölüşüp, tüketenlerin, paylaşanların merkezleri olmuştur. Bu topraklar ipekçiliği bu dergahtaki babalar sayesinde öğrenmişlerdir. Buralar çölde birer vaha olmuştur, dağlar başında bir sığınak olmuştur. Kanıt mı? Altı yüz elli yıl boyunca nice savaşlara, doğal afetlere, baskınlara direnmiş bu dergahta ayakta kalmış hizmet yapıları, yüzlerce dervişin, babanın mezar taşları, ekili dikili araziler, korunmuş ağaçlar ve doğal örtü, burada yetişmiş ozanların divanları, risaleleri, nutukları, nefesleri, ha, ayrıca Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bu dergahla ilgili yüzlerce belge bunun kanıtıdır. İşte bir kanıt daha isteniyorsa üç göbektir burada türbedarlık yapan Çolak ailesi, bu dergahı korumak için kurulan Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti sizlere bunu anlatmaya yeter sanırım.  Bir de sevgili dostumuz Dursun Gümüşoğlu’nun büyük bir emek vererek hazırladığı bu ulu dergahtan yetişmiş onlarca ozandan birisi olan Sadık Abdal’ın Divanı’na bakmak yeterlidir. (Sadık Abdal Divanı, Dursun Gümüşoğlu, Horasan Yayınları, 2009, İstanbul)

  • Büyük emektar Osmanlı Arşiv Belgeleri’nden yaptığı çevirilerle ünlenen yazar Ahmet Hezarfen’in Seyyid Ali Sultan’la ilgili çevirilerini bir kitapta bizler toplamıştık:  Tarihi Belgeler Işığında Kızıldeli Sultan (Seyit Ali Sultan) Dergahı, Eren Matbaa, CEM Vakfı Yayınları, İstanbul, 2006.
  • Konuyla ilgili bugüne kadar yayınlanmış en ciddi eser ise Dr. Rıza Yıldırım tarafından hazırlanan eserdir; Seyyid Ali Sultan Kızıldeli ve Velayetnamesi, Türk Tarih Kurumu.
  • En son yayın ise Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Araştırma Merkezi tarafından yayınlanan bilimsel içeriği ile çok önemli bir boşluğu dolduran; Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Kış 2010, 53. Sayı Kızıldeli Özel Sayısı’dır. Yrd. Doç. Dr. Rıza Yıldırım’ın editörlüğünde hazırlanan dergi konuyla ilgili bilgileri derli toplu sunan bir yayın organı olmuştur.

 

Serez (Seres), Şeyh Bedreddin

Tabii Balkanlardan söz etmişken Şeyh Bedreddin’den söz etmemek olmazdı. Tüm gezi boyunca dolaştığımız başta Bulgaristan Deliorman, Kızıldeli yakınlarındaki Simavne (Samavna - Kyprinos)  ve içinden geçilen Serez ismi Şeyh Bedreddini hatırlatmaktadır.

Kendisi düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı düzmece bir mahkemede yargılanıp idama mahkum edilmiş bir büyük düşünür olarak her zaman büyük bir saygıyla anıla gelen Şeyh Bedreddin, Rumeli topraklarının bir evladıdır. Esas ürünlerini Anadolu’yu Mısır’ı dolaştıktan sonra vermiş olsa da, onun düşünce temellerinde Balkanların yeri çok büyüktür.

Kendisi bir kadı oğludur. Çok iyi bir eğitim almış özellikle Mısır’da bir Alevi ulusu olan Hüseyin Ahlati’den hem iyi bir ders almış hem de ondan çok etkilenmiş, ona bağlanmış, onun halifesi olmuştur. Batini tasavvuf yolunun tüm derinlikleri içinde yol alan Şeyh Bedreddin hal ve hareketleriyle bir mistik inanç önderi ve kutbu olarak saygı duyulan bir tasavvuf önderi olduğu kadar ezilen halkın yanında, ezenlerin karşısında hem halkı bizzat kendisini ve çeşitli yönetici zümreyi de yanına almayı başararak, haksızlığa karşı ayaklanmıştır. Her ne kadar ayaklanması veya bu hareketi büyük bir başarı kazanamamışsa da Batı Anadolu’da ve Rumeli’de etkisi çok uzun süren bir hareketin başlamasına sebep olmuştur. Kendisi 1360’larda doğmuş;  (1402 ve izleyen yıllarda) 1412’li yıllarda bugünkü Yunanistan’daki Serez (Seres)’de, çıplak bir şekilde ağaca asılarak idam edilmiştir.

Adına büyük destanlar yazılan, birçok ciddi kitap yayınlanan Şeyh Bedreddin’in adı yüzyıllar boyunca sevenlerince Alevi-Bektaşi toplumu tarafından yaşatılmıştır.

  • Bu konudaki ciddi bir çalışma şudur: Michel Balivet, Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.

Ayrıca onun kutlu yolundan giden, kendilerine onu bir inanç öncüsü olarak kabul eden bir Alevi-Bektaşi topluluğu da vardır. Bedreddin’e bağlanan bu inanç başta Seres olmak üzere Rumeli’de adına yapılan dergah çevresinden başlayarak göçlerle Türkiye Trakyası’na gelen mensuplarınca yaşatılmıştır ve yaşatılmaya devam etmektedir. Bu konuda kendileriyle söyleşiler yaptığımız taliplerince “Büyük Sultan” olarak da tanımlanan “Gülşeni” kolundan dedeler (babalar) halen onun anısını yaşatmaktadırlar.

 

Aynı akşam sınırdaki işlemlerin yapılmasından sonra İstanbul’a hareket edildi. Yolcularımız sağ salim evlerine ulaştırıldılar.

 

Tuna’ya Şiirler:

 

Tuna’dan çok etkileniyorum. Ben de bir kaç şiir denemesi yazıyorum.

 

Tuna’ya Bakıyorum

 

Oyun oynayan çocukların

Kaybolan zamanlarından

Rüzgarların yıkadığı altın başaklardan

Türkü söyleyen martıların kanatlarından

Tuna’ya bakıyorum

 

Ahir zaman gemilerinin yelkenlerinden

Viyana’dan, Silistre’den, Tutrakan’dan

Ihlamur ağaçlarının kokularından

Tuna’ya bakıyorum

 

Ateşle yakılan Evengalistlerin feryatlarından

Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal

Sarı Saltuk, Şeyh Bedreddin, Odman Baba

Akyazılı Sultan, Ali Koç Baba’nın kutlu nefeslerinden

Tuna’ya bakıyorum.

 

Tuna’ya Özlem

 

Düşlerime girer zaman zaman Mavi Tuna

Uykularımı böler en tatlı saatlerinde

Direkleri upuzun, kürekleri yağlı gemiler

Alıyla, yeşiliyle elleri kınalı bir gelin gider Tuna’dan

 

Tuna’ya özlem anlatılamaz ancak yaşanır

Bir Arap atının sekişi, ayçiçeklerinin gülüşüdür

Bir kimsesizin hayata feryadının

Zifiri karanlıklar içinde uğultulu akışıdır Tuna’nın

 

Razgart’ı, Dulovo’sı, Kubrat’ı, Alvanları

Çok uzaklardan da olsa işitir sesini Tuna’nın

Yaklaştıkça dayanılmaz olur özlemi kavuşmanın

Nazlı yare sarılmak gibidir ulaşmak Tuna’ya

 

Eski çağ tanrısı Apollon’un gözleri gibi mahzun

Mahzun bakar adama Tuna

Martı kuşlarının gagasındaki balık olur

Hayat verir tüm yüreği yanıklara Tuna

 

Tuna

 

En mutlu olduğum günlerden bir gün

Üstümde kucak kucak bulutlarla

Tuna’ya varacağım

Mavi meşe ağaçları altından

 

Ne nilüfer, ne orkideler olan

Bir kıyısına gidip

Hıçkıra hıçkıra ağlayacağım

Bıkıp usanmadan

 

Gönül köşkümde bir ana sevgisi

Hatıralarımda vefasız bir yar yarası

Yeşil gözlü bir oğlan çocuğu özlemi

Bayrak bayrak bir sevgi Yurdumdan

 

Kulaklarımda Mahzuni ve Bach

Kara bahtıma bakıp bakıp

Dalacağım dalacağım derinlerine Tuna’nın

Bir kez bile arkama bakmadan

 

Ayhan Aydın

 

3 Temmuz 2010, Cumartesi, Etiler-Kocasinan

 

DOSTLAR BAĞINDA GÖNÜL SEYYAHI (Alevilik - Bektaşilik / Denemeler, Yurtdışı Gezi Notları), ÜRÜN YAYINLARI, 2013, ANKARA (ÖNSÖZ), SAYFA: 217-232

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile