RUMELİ'DE YEDİ GÜN ( HAZİRAN 2010)
Rumeli’de Yedi Gün:
Tarihin, Doğanın ve Erenlerin İzinde…
Dedim ismin nedir, dedi Vatandır
Dedim başın karlı, dedi Balkan’dır
Dedim tarihi ne, dedi al kandır
Dedim ya esaret, dedi ki yok, yok
Dedim Karadeniz, dedi sevdalım
Dedim Trakya, dedi ipekten halım
Dedim meyve bağlı, dedi her dalım
Dedim sarı beniz, dedi ki yok, yok
Dedim Rodop dağın, dedi altın kaz
Dedim çok mu yoksa, dedi kelam az
Dedim insanları dedi destan yaz
Dedim var mı mutlu, dedi ki yok, yok
Dedim şu Dobruca, dedi ambarım...
Dedim tarlaları, dedi bir varım
Dedim güllerinde, dedi bal arım
Dedim huzur var mı, dedi ki yok, yok
Dedim salkım üzüm, dedi bağımda
Dedim sür davar, dedi dağımda,
Dedim bin bir hikmet, dedi çağımda
Dedim gülen var mı, dedi ki yok, yok
Dedim cihanda pak, dedi yüzüm var
Dedim her tarafta, dedi sözüm var
Dedim mert halkına dedi övgüm var
Dedim şan düşmesin, dedi ki yok, yok
Latif Ali
AYHAN AYDIN
Sevgili Dostlarım, Okurlarım... Balkanlar’a (Rumeli) ilgim çok büyük... Bunu gerçekten de kelimelerle ifade etmem çok zor... Buraya birçok gezim oldu, söyleşilerim, araştırmalarım oldu. Bunları bir başka kitapta değerlendireceğimi, bu gezilerden iki tanesini sizlerle paylaşmak istediğimi söylemek isterim.
Tarihi boyunca dünyanın ticaret, yerleşim, tarım, ulaşım merkezlerinden birisi olan Balkanlar sayısız medeniyete ev sahipliği yapmış dünyanın çok kültürlü ana coğrafyalarından birisidir.
Yüzyıllardır Anadolu’yla birlikte Türklerin ve Alevilerin-Bektaşilerin yoğun bir şekilde yaşamlarını sürdürdükleri yerlerden birisi de Balkanlardır.
Bugün de iki milyona yakın soydaşımızın yaşadığı ve Türkler tarafından “Rumeli” olarak da bilenen bu topraklar bir kültür beşiğidir.
Birçok güzel kentin bulunduğu bu coğrafyada aynı zamanda birçok Alevi Bektaşi ereni de yaşamış, bugün onların türbeleri aynen Anadolu’da olduğu gibi ziyaret edilen ana mekanlardan olmuştur.
Doğasıyla da tüm Avrupa’nın en güzel yörelerinden birisi olan Balkanlar kendisine özgü bitki örtüsü ve hayvanlarıyla dikkat çekmektedir. Derin vadilerin, dağların, ormanların, nehirlerin, göllerin bulunduğu Balkanlar aynı zamanda üç tarafı denizlerle kaplı sahilleriyle de meşhur bir turistlik cennettir.
Yurdumuzun kurtarıcısı cumhuriyetimizin kurucusu büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere nice büyük insan yetiştiren Rumeli toprakları altı yüz elli yıl boyunca yapılan binlerce han, köprü, dergah, tekke, camii, hamam, bedesten, çarşı, medrese, hastane, köşk, su bentleri, saray, dükkanlarla… adeta bir Türk yurdu olmuştur.
Şanslı birisi olarak, binbir zahmetle de olsa, daha önce de on kez gezip gördüğüm bu toprakları ve bu topraklar üzerindeki inanç merkezlerini bir seferde görme şansına ulaşacaktım ama elbette daha önce gezip gördüğüm bir çok türbeyi ve mekanı göremezsem de aynı coğrafya üzerinde yürüyecektim uzun bir yolda.
Bir büyük inancın adı olan Alevi – Bektaşi İslam yolu, Hz. Muhammed, başta Hz. Ali ve Hz. Hüseyin olmak üzere On İki İmamların, Ehlibeyt’in, Seyyidlerin, Pirlerin, Mürşitlerin, Rehberlerin, Kırkların, Alp Erenlerin, Velilerin, Ozanların ulu yoludur.
Kendi canı yanında en sevdiği değerlerin; çocuklarının ve en yakın akrabalarının, yoldaşlarının canını zalimlerin atlılarının altında feda ederek İslamiyeti ve insanlığı kurtaran Şehitler Şahı, Kainat yıkılana kadar sevgi ve saygıyla anılacak İmam Hüseyin’le başlamıştır bu yolculuk. Dünyanın hangi ulusları onun önünde saygıyla eğilir ve onun ve yoldaşlarının anısına kaç gün oruç tutarlar; yolun sonu nereye varır, bu büyük inanç nerelerde, kimlere, nasıl, ne şekilde anlatılır bilemiyorum ama Muhammed Ali’yi ve Onu yolundan gidenleri kılavuz edinen bir büyük halk kitlesi de Balkanlar’da yaşamıştır, yaşamaktadır.
Bu kitle hakça bölüşümü, adaleti ve eşitliği yaşamlarının merkezine koymuşlardır. Eline, deline, beline hakim olarak, yetmiş iki milleti bir gören, Şeriat-Tarikat-Marifet ve Hakikat kapılarından ve bunların içindeki kırk makamdan geçenlerce Hakk’ı insanda gören, Tanrı’ya korkuyla değil sevgiyle yaklaşıp kavuşmak için gönül kırmamayı bir inanç düsturu yapmış bir kitledir bu kitle. “Ete kemiğe büründüm – Yunus diye göründüm” diyenlerin, ağulu sözleri bala çeviren, kan göz yaşı akıtsa da, hoşgörüsünden bir şey kaybetmeyen, sadece insana değil yaratılmış tüm canlılara sevgiyle bakan bir kitledir bu kitle.
Bizim yapacağımız; tüm değer ve erdemleriyle yaşayanların büyük coğrafyalarının bir bölümünde çok kısa sürebilecek anı gezisiydi.
Eğer Alevi/Bektaşi İslam yolunda bir büyük geziden bahsetmek gerekseydi bu uğurda bir kısmı büyük çileler çekmiş şu erenleri anmadan da geçmek olmazdı: Ebu Müslim-i Horasani (ö. 755), Beyazıd-ı Bestami (ö. Yaklaşık 875) Cüneyd-i Bağdadi (ö. 910), Hallacı Mansur (ö. 922), Koca Ahmet Yesevi (ö. 1167), Ebul Vefa (Tacu’l-Arifin Seyyid Ebü’l-Vefa Bağdadi) (ö. 1107), Dede Garkin, Haydariliğin kurucusu Kutbeddin Haydar (ö. 1221), Kalenderiliğin kurucusu Cemalü’d-Din Savi (ö. 1232/33), Şıhabeddin es Sühreverdi (ö. 1234), Baba İlyas (ö. 1240), Baba İshak (ö. 1240), Muhyiddin İbnü’l Arabi (ö. 1241), Ahi Evran (ö. 1261), Hacı Bektaş Veli (ö. 1270), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Sarı Saltık (ö. 1293), Barak Baba (ö. 1307), Tabduk Emre, Yunus Emre (1320), Şeyh Edebali (1326), Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Şeyh Mehmed Küşteri (I. Murat Dönemi (1362/1389), Seyyid Ali Sultan (ö. 1402), İmameddin Nesimi (ö. 1408), Şeyh Bedreddin (ö. 1416), Kaygusuz Abdal (ö. 1424) Hacı Bayramı Veli (ö. 1429), Otman Baba (ö. 1478/79), Şah İsmail gibi …
Bu uluları birbirleriden ayırmak mümkün müdür? Bir Nesimi’yi, Virani’den, Muhyittin Abdal’dan ayrı düşünebilir misiniz? Ya da Hallac-ı Mansur’u Nesimi’den; Süceattin Veli’yi Otman Baba’dan; Akyazılı Sultan’ı Demir Baba’dan ayrı düşünebilir misiniz? Farklı yüzyıllarda yaşamışlarsa da, farklı coğrafyalarda yaşamışlarsa da, onların tümü birbirini etkilemiş, birbirini beslemiş, öncekilerin ve çağdaşlarının mirasını gelecek kuşaklara taşıyan köprüler olmamış mıdırlar?
“….
Özünü yandırdı şem’a yapıştı
Pervaneyi gör nare sadık oldu
Cuşa geldi çün enelhak söyledi
Şol Mansur(u) gör dare sadık oldu
Postunu soydurdu Seyyid Nesimi
Nice nice esrare sadık oldu
Muhyiddin bülbül figane başladı
Yine taze bahara sadık oldu”
(İbrahim Aslanoğlu, Muhyiddin Abdal, Ekin Yayınları)
Alevi/Bektaşi inancının ana damarından beslenen yol önderlerinin yolundan giden bir büyük kitle de çok farklı inançların ve kültürlerin harmanlandığı Rumeli dediğimiz, Balkanlar dediğimiz büyük medeniyetlerin uğradığı, büyüleyici bir coğrafyaya sahip yerlere gelip yerleşmişlerdi. Altı yüz elli yıl boyunca birbirinin içine karışa karışa, harmanlana harmanlana, değişe değişe günümüze kadar gelip varlığını sürdüren kimi zaman kendilerine Işıklar denen, Kızılbaşlar denen, Torlaklar denen, Kalenderiler denen; Batini, Tasavvufi bir İslam yolunu kuran öncüler ve onlardan derin bir şekilde etkilenmiş bir büyük halk kitlesi, bugün adına Aleviler, Bektaşiler denilen binlerce insan vardır bu topraklarda.
Balkanlar’da Türklerin en yoğun yaşadığı ülke Bulgaristan’dır. Bugün bilimsel ciddi kitapların yayınlandığı Bulgaristan Aleviliği Bektaşiliği ile ilgili daha önceki gezi notlarımızda daha ayrıntılı bilgiler mevcut olduğu için burada bazı köy isimlerini vermekle yetineceğiz: Bulgaristan Deliorman denilen bölgede; Silistre‘ye bağlı Baltacı Yeniköy (Bradvari), Söğütçük (Vodno), İlçe Merkezi: Akkadınlar (Dulovo) hemen yanında Karalar (Çernik), Razgrat’a bağlı Kemaller (İsperih) İlçesi, Balpınar (Kubrat) İlçesi arasında Demir Baba Türbesi: Mumcular (Sveştari) Köyü. Yine Razgrat’a bağlı Kazcılar (Bisertsi), Mesim Mahallesi (Mıdrevo), Caferler (Sevar), Yeniceköy (Preslavstsi).
Varna Bölgesi’nde Balçık Akyazılı Türbesi yakınlarında Kumluca (Pyasaçnik, Saçlı/Koçlu Baba türbeleri varmış.), Keçideresi (Dobric Kasabası- Poruçik Kırcıevo, Ali Dede Türbesi varmış) köyleri.
Gerlevo Bölgesi, İslimye (Sliven) İli Kazan (Kotel) İlçesi’ne bağlı: Alvanlar (Elvanlar) (Y(J) ablanovo), Veletler (Mogilets), Küçükler (Malko selo) köyleri.
Haskovo (Haskov) Ve Kırcali Bölgesi’nde: Otman Baba çevresindeki köyler: Tekke, Karalar, Paşaköy, Beyköy, Alanmahalle, Babalar, Pındıcak, Koşukavak, Kocakışla, Güveçler, Koçaşlı, Rahmanlar, Yenişarköy, Elmalı, Sürmenler, Karamanlar, Balolar… gibi.
Türkiye’ye çok yoğun göçler olup iki üç milyonla ifade edilen bir insan kitlesi “Anavatan” olarak söylenen ki, bin yıl yaşadığımız (hadi Osmanlı’dan öncekilerden az miras kalmışsa, hiç kimse tarafından inkar edilemeyen yedi yüz yıllık canlı birliktelik var) Balkanlar da Anavatan’ın bir devamı değil midir?
Gelip yerleşen soydaşlarımızın Rumeli’yle bağlarının devam etmesi için yoğun mücadele veren insanlar, kurumlar da vardır. Bizim tüm dileğimiz bir Ata yurdu, Anayurdun kopmaz bir parçası olan Rumeli’yle, orada yaşayan soydaşlarımızla bağlarımızın çok daha kuvvetli devam etmesidir. Zaten tarihsel olarak önemli bir kısmı Anadolu üzerinden bu topraklara, Rumeli’ye giden ama oralardan zorla koparılan şimdi Türkiye’nin ayrılmaz parçaları olmuş, bu toprağa ekilmiş olan bu büyük kitlenin çocuklarının yurdumuzun bir parçası olan Balkanları tanımalarını sağlamaktır. Fakat bir görev de, bunun kadar önemli olmak üzere o topraklarla fiili bir bağı olmayan “Anadolu”lu kitlenin de o güzelim ata yadigarı toprakları görmelerini sağlamaktır.
Yani Balkanların, Rumeli’nin kapısını tekrar ülkemiz insanına açmak bir insanlık görevidir.
Bu konuda çalışmak ibadettir, diyorum.
CEM Vakfı Tarafından Bulgaristan-Makedonya-Yunanistan’a Bir Haftalık Gezi Yapıldı
CEM Vakfı tarafından, “Balkanları Ziyaret İbadettir” anlayışıyla 4-11 Haziran tarihleri arasında gerçekleştirdiğimiz altmış beş kişini katıldığı ve Cem Televizyonu’nun belgelediği Rumeli gezisiyle hem tarihi bağlarımız olan, hem inanç yönünden doğal uzantılarımız sayılan ve Türkiye’nin Trakya bölgesinin bir devamı olan Balkanlarda yedi günlük Kültür-İnanç-Doğa birlikteliğini bu tura katılanlara yaşatmaya çalıştık.
Gün Gün GEZi
4 Haziran 2010 Cuma, Hareket
Akşam Saat: 24.00’de, İstanbul Yenibosna Cem Kültür Evi’nden hareketle Edirne üzerinden Kapıkule’ye sabah saat: 05.00’de vardık.
- 1. Gün, 5 Haziran 2010 Cumartesi
Kalbim küt küt atıyor… duygudan gözlerimden yaşlar geliyor… heyecan… hasretlik… yurt özlemi… ıhlamurların kokusu… itlerin ürüşü… yaşamayan anlamaz anlar… yüz bin yıldız altında yüz bin melek kanat çırpar… çocuklar sıcak yataklarındalar… ben ise altı kez gidip yedincide reddilen vizemle kainatın başıma yıkılışından üç sene sonra yine kapısındayım Bulgaristan’ın. Allah’ın bir Şiran’lısı niye bu kadar sever, niye bu kadar özler, neden ikinci vatan bilir bu toprakları da, sınırdan geçince inip toprağını öper? Yine büyüksün, yine ulusun Allah’ım, Şanın yaşasın.
Bu sevgimi anlayacaklardan birisi de can dostum Veysel Bayram’dır. Bu gezide Bulgaristan boyunca bizlere yardımcı olan Bayram, bizleri tüm gece yarısı beklemeden bıkmamışcasına sarılıyor, hasretle, özlemle bizlere… Nihayet kabus bitti! Bulgaristan topraklarındayım! Beni lime lime etseler ne gam! Erenlere bin şükür…!
Tüm duygulardan üstün bir duygu var ya,
Şahlanır damarlarda atarak.
Bir yiğit ölümsüzlüğe yönelmiş Rodoplar’da
Onurunu gençliğine katarak.
Süleyman Yusuf Adalı
Kırcaali, Mestanlı; Elmalı Baba Dergahı
Otobüsler tüm hızıyla ilerleseler de burada yollar zamanı yavaşlatıyor. Kırcaali’ye (Kurdzhali)’ye bağlı Mestanlı’daki (Momçilgrad) Elmalı Baba Türbesi’ni ziyaret ilk hedefimiz.
Tarihi kayıtlarda hayatı hakkında fazla bir bilgi olmasa da bize miras kalan türbeden ve diğer dergah yapılarından buranın zamanında önemli bir inanç merkezi olduğunu anlıyoruz. Zaten büyük çabalar sonucunda burada şimdi geniş halk kesimlerine hizmet verecek şekilde çeşitli binalar yapılmış durumda; kurbanlıklar için kesimhane, mutfak, cemevi gibi. Bir meydan içinde bir kuyu hemen yanı başında bir dut ağacı oradaki ahengin merkezleri durumunda. Elmalı Baba türbesi ve ziyaret yeri bir tepenin eteğinde ağaçlarla kaplı bir alanda. Çevresinde ise çiftçiler güneş altında tarlalarında çift çubuk peşindeler. Bu yörede onların en büyük yardımcıları eşekler hayatın kendilerine yükledikleri kahrı çekiyorlar, mihnetsizce. Tarlalardan gelip geçen gençler bizlere selam ediyorlar. Anadolu’dan hiçbir farkı olmayan bu topraklara bir daha bir daha sağlam basıyoruz; Elimizden avucumuzdan çoktan kayıp gitmişse de boşu boşuna, geçmiş günlerin özlemiyle soluyoruz Balkan Havası’nı…
Haskova; Otman Baba
Odman Baba’nın dergâhını soranlar
Dergâhı cennettir Odman Baba’nın
Eşiğinde yaslanuban yatanlar
Dergâhı cennettir Odman Baba’nın
Meczup Abdal
Haskova’da (Hasköy) 1378’de doğup 1478’de Hakk’a yürüdüğüne inanılan, asıl adı Hüsam Şah olan, Gani Baba da denilen, Oğuz diliyle konuşan, “Kutbül Aktap” yani çok önemli Alevi-Bektaşi erenlerinden Otman (Odman) Baba’nın Türbesi’ni ziyaret ediyoruz.
On yıl önce de buraya gelmiş Tarihçi Ahmet Hezarfen ve Bektaşi Babası yazar Hakkı Saygı ve Haskova’da yaşayan Hasan Asarlı Baba’yla hayır himmetlerini almak için dualarla anmıştık bu çağının büyük kutbunu. Şimdi ise özellikle son yıllarda duyduğum gelişmeleri, yenilikleri görmek beni çok ama çok mutlu ediyor. Çünkü bir dönemler çivi üstüne çivi çakılamayan tekke ve dergahlarımızda fedakar ve cesaretli insanlarımız sayesinde bugün büyük yatırımlar yapılabilmiştir. Özellikle Bulgaristan’da Türklerin haklarını korumayı öncelikli hedefi haline getiren HÖH (Hak ve Özgürlükler Hareketi) ve onun Genel Başkanı Ahmet Doğan ve yardımcıları sayesinde bir zamanlar hayal olan gelişmeler yaşanır olmuştur Bulgaristan’da.
Otman Baba’nın hayatını ve kerametlerini onun dervişlerinden Gö’çek (veya Küçük) Abdal’ın yazdığı Velayetname’den öğrenmek mümkün. Büyük evliyaların hayatlarının, destansı bir şekilde anlatıldığı Velayetnameler aynı zamanda bizler için ayrıca tarihçiler için de eşi bulunmaz yazılı kaynaklar. İşte Otman Baba Velayetnamesi’ne göre; ela gözlü, iri cüsseli, endamı encamıyla gönülleri, yürekleri titreten Otman Baba; gökteki bulutlara ve yıldırımlara hükmeden, Tanrı Zeus gibi dünyaya hakim, Zaloğlu Rüstem gibi yiğit, bir o kadar da mert, açık sözlü bir erendir. Onun nasıl davranacağını kestirmek güçtür. Dervişleriyle birlikte ta Varna’ya kadar gidip Türk illerinde dolaşan ve kendisine verilen “Hakkullahları” yani inançtan dolayı kendisine ve postnişini – inanç önderi ve yöneticisi- olduğu Dergaha bağışlanan başta koyun, kuzu gibi hayvanlar olmak üzere her şeyi toparlayıp dervişleriyle mekanlarına getiren Otman Baba aslında Od-man Baba’dır. Cefakar, fedakar, kanaatkar, adaletli bu ateş gibi adam gücü ve kuvvetiyle dikkatleri üzerinde toplamıştır. Dergahı halka açıktır, burada açlar doyar, susuzlar kanar.
Prof. Dr. Halil İnalcık’ın da işaret ettiği gibi, İstanbul’un fethi sırasında Fatih’le karşılaştığına inanılır. Hatta ve hatta Fatih’e bile meydan okumuştur, gör ki sen mi bu mülkün padişahısın yoksa ben mi bu mülkün sultanıyım, demiştir. Günlerden bir gün sefere çıkan Fatih’in önüne çıkmış fütursuzca ona seslenmiş, nereye gidiyorsun böyle, demiş? O da sefere, deyince; o savaşta başarısız olacaksın ama ondan sonra başarılı olacaksın, Fatih olacaksın, demiştir. Nihayetinde cezalandırılması yanındaki ulema tarafından engellenmiş, fakat gerçekten bir seferde başarısız olduktan sonra İstanbul’un fethinde başarılı olunca Otman Baba’nın büyüklüğünü takdir etmiştir, büyük han Fatih Sultan Mehmet. (Doğu Batı, Halil İnalcık, Makaleler I, 2005, Sayfa: 139)
Tüm Haskova (Hasköy)’nın en önemli inanç merkezi olan bu bölge tarihçi Ahmet Hezarfen’den dinlediğimize göre aynı zamanda bir zaman yörenin en büyük panayırının kurulduğu bir düzlüğün sonunda yer alıyor. Hemen bitişiğindeki Tekke Köyü’ne hayat veren Otman Baba Dergahı tarihte oynadığı role benzer roller üstleneceğine benzer.
Çünkü oniki odasıyla, lüks bir restoranıyla, cemeviyle, bahçesiyle burası tarihinde olduğu gibi uzaklardan buralara gelecek konukları ağırlamaya namzet bir yer olmuş.
Lokmalar yenilince cem salonuna çıkılıyor. Burası oldukça ferah, geniş, aydınlık bir yer. Ayrıca özellikle kubbesiyle dikkat çekiyor. Tavanda cam üzerine işlenen On İki İmamların resimleri bizleri gözetliyor. Onların ruhaniyetine sığınarak yerlerimizi alıyoruz. Burada Çorlu’dan geziye katılan Mahrem Tezol Baba’nın duaları, Tekirdağ’dan Mehmet Tiryaki Baba’nın sazından dinlediğimiz nefeslere herkes iştirak ediyor; Allah! Allah! Nidaları cem salonunda yankılanıyor. Bir büyük yol ulusunun huzurunda, yaşadığı dönemden beş yüz yıl sonra onun yolundan gidenler bu yolu sürüyorlar! Sınırlar kalkmış aradan, gönüller birlenmiş, büyük bir atamıza kavuşmanın huzurunu yaşıyoruz, hep birlikte. Ben ise bir başka ruh alemindeyim, nefesler okunup her bir ulu ozanın ismi anıldıkça secdeye varan başımdaki ağrılar yok oluyor, gönlümdeki gamlar dağılıp bir derviş olarak Otman Baba’nın yanına gidiyor, ona ve o ulu ozanlara yaklaşıyorum… Bu atmosferi ancak yaşayanlar anlar…
Dergahın önündeki çiçekleri koklamaya, bahçedeki dutları yemeye, kuş seslerine dinlemeye doyamadan buradan ayrılıyoruz.
Bu arada Prof. Dr. Fuat Bozkurt Hoca tüm gezi boyunca mükemmel yazısıyla notlarını sürekli tutuyor, sorular soruyor, derlediği bilgileri yazıyor.
Uzun bir yolculuktan sonra Karadeniz sahilindeki Varna’ya, otelimize varıp burada konaklıyoruz.
Odman Baba ve Akyazılı Sultan inancı çevresinde yetişen bir büyük Alevi Bektaşi (Hurufi) ozanı da Muhyiddin Abdal’dır. O da taşkın bir Ehlibeyt sevgisiyle şiirler yazarken, dünya güzelliklerini şiirlerinde konu etmiş, varlığın yaratandan dolayı güzelliğini, onun bir eseri olduğunu dile getirmiştir.
Hızır’ın suyu benim
Ab-ı hayat bendedir
Kevser dileyen gelsin
Kadr ü berat bendedir
Üş ben ile sen benim
Delil ü burhan benim
Levh ile Kur’an benim
Savm ü salat bendedir
Geldi iman hassası
Gitti gönül gussası
Ali Hamza kıssası
Ol hikayet bendedir
On dört mafsal on parmak
Can ile Hakk’ı görmek
Yedi deniz dört ırmak
Şatt ü Fırat bendedir
Musa ile Tur benem
Cennet ile hur benem
İki benem bir benem
Bin kainat bendedir
….
Muhyiddin’im eğlence
Düş oldum gizli gence
Hem yetmiş iki rence
Özge necat bendedir
(İbrahim Aslanoğlu, Muhyiddin Abdal, Ekin Yayınları)
- 2. Gün, 6 Haziran 2010 Pazar
Varna, Balçık, Obreşiste; Akyazılı Sultan
Bende uyku ne arar. Çok erkenden kalkıp otel çevresinde ağaçlar altında dolaşıyorum. Daha önce de gelmiştim gündüzü bir başka güzel, gecesi bir başka güzel bu şehre. Işıklar caddeleri yıkıyor karanlıkta Varna’da.
Balkanlar’ın en güzel kenti kabul edilen, tatil ve turist cenneti Varna’yı otobüs içinde de olsa gezdikten sonra Balçık (Batovo) yakınlarındaki Obrociste’deki (Obrochishte) zamanın inanç önderi (kutbu) sayılan Akyazılı Sultan’ın Türbesi’ni ziyaret ediyoruz.
Bir zamanlar Türk yurdunun bir parçası olan bu yörede Türkler başta Türkiye olmak üzere başka yerlere göç etmişler. Ama burada kalan Türkler burayı korumayı kendilerine bir görev sayıyorlar.
Yine tarihi kayıtlardan öğrendiğimize göre 1478’de Hakk’a yürüyen Otman Baba’dan sonra 1495’li yıllardan sonra onun postuna oturan Akyazılı Sultan’nın Dergahı da Otman Baba Dergahı gibi kendi yöresinin inanç ve kültür merkezi olmuş, Akyazılı Sultan Otman Baba müritleri tarafından onun yerine postnişin olarak kabul edilmeye başlanmıştır.
İçinde yattığı türbenin büyüklüğü ve yapımında kullanılan mermerler Akyazılı Sultan’a verilen önemi gösteriyor. Türbenin önünde büyük bir karaağaç var. Evliya Çelebi bu dergahı ziyaretinde bahçedeki at kestanelerinden bahsediyor. Yine ondan öğrendiğimize göre gelen konukları en iyi şekilde ağırlayan Dergahta görevli dervişlerinin her birinin yaptığı bir ayrı iş var; kimisi bağda, kimisi dağda-ormanda, kimisi gelen misafirlerin önünde hizmet yarışındalar… Akşamları ise sohbet, ibadet ve eğitimle zaman geçiriliyor.
Sevgili Dostumuz Ali Rıza Gülçiçek’in kitabında aktardığı şekliyle şunlar anlatılmıştır:
“Evliya Çelebi, 1652’lerde Balkan ülkerinde yaptığı gezisi sırasında Karadeniz’in batı kıyısında Varna ile Balçık arasında bir geniş ova içinde, koruluklar arasında yedigen biçiminde yapılmış Akyazılı dergâhını da ziyaret eder ve Akyazılı Baba hakkında şu bilgileri verir: ... Bu zat Belh, Buhara ve Horasan’da ün salan ulu atamız Türk-i Türkân Hoca Ahmed Yesevi halifelerindendir. Hacı Bektaş-ı Veli ile birlikte Bursa fethinde bulunup, fetihten sonra izin alarak Rumeli’ye geçmiş ve post sahibi erenlerden olmuştur. Pravadi’de Dobruca kralını İslâm’a çağırdıktan sonra Batova’da mekân tutup yerleşti...
Akyazılı hazretleri (kendisinin diktiği, söylenceye göre gösterdiği kerametle biten, sonra kutsallaşan ve meyveleri atların hastalığına iyi gelen) bir atkestanesi ağacının altında, yuvarlak, kurşunla örtülü kubbe içinde gömülüdür. Sandukasının dört yanında hüsnühatla ayetler yazılı olup, gülabdan, şamdan, buhurdan ile Horasankâri çerağdanlar çoktur. İnsan içeri girince vücudunu bir titreme alır. Misk ve anber kokularıyla ziyaretçinin damağı dolar. Türbedarı da her gelene gülsuyu döküp, buhur yakar. Dört tarafındaki pencerelerin çevresinde irem bahçelerini andıran gül, sünbül, nesrin ve yaseminle kaplı bahçeler vardır. Bu bahçelerde yerleşmiş, yuva tutmuş binlerce bülbülün nağmelerini dinleyen ziyaretçiler taze hayat bulurlar. Hakir bu ziyarete geldiğimde bir parça sıtmadan rahatsızdım. Bu türbeye girip yatır hazreit için bir Fâtiha okuyunca aklıma şu dize geldi:
Humma elemin çektim yok zerrece dermânım
Himmet et bana şimdi Akyazılı Sultânım
Bu dizeyi başucundaki duvara celi hatla yazdıktan sonra sandukayı örten yeşil sof örtünün altına girip «dahilek ya aziz» yani «sana sığındım» dedim. Allah bilir ve tanıktır, bu zavalıya bir uyku geldi, uyuyakalmışım, neden sonra uyanınca kusurlu vücudumu tere batmış buldum. Ama sanki yeniden hayata gelmiş gibi kendimi güçlü hissediyordum. Allah’a şükür böylece sıtmadan kurtuldum. Hazretin ruhuna bir hatim indirmeye başladım. Allah rahmet eyleye...
Tekke, deniz kıyısında Varna ile Balçık arasında bir geniş ova içinde, koruluklar arasında yedigen biçiminde taştan göklere baş çekmiş bir kale gibidir. Sanki İstanbul’un Galata kulesidir. Kurşun örtülü, sivri külahlı üstündeki alemi pırıl pırıl parlar. Külah ise tahtadan yapılmıştır. İçi nakışlarla bezeli tek levha tavandır. Şaşılacak şu ki böyle koca bir kubbeyi tutan tek bir sütun bile yoktur. Hemen geniş bir alana bukalemun gibi renk renk bezenmiş tavandır. Tam ortasında üç yüz kandilli bir çerağdan asılıdır. Bu da kubbe için ağır bir yüktür. Dervişler her gece bu kandilleri uyandırırlar, kubbe de pırıl pırıl aydınlanır, altında ise devişler çeşitli işlerle uğraşıp can sohbeti ederler. Denizlerde, karalarda dolaşan gezginler bu kubbenin böyle hiç dayanaksız duruşuna parmakları ağızlarında hayret içinde bakarlar. Kapudan ocağa varınca yüz ayaktır. Baştan aşağı ham mermerle döşeli beyaz bir meydandır. Ortasında bir şadırvan çağlar. Bü-tün canlar ondan içip susuzluklarını giderirler. Ortada nice yüz adam bo-yunda, her biri bir padişahın hatırası olan sarı pirinçten yapılma çerağ-danlar vardır. Hakir bu kubbe tavanının böyle durmasına hayran kaldım. Postnişin Arslan Baba’ya başvurarak iznini alıp kubbeye çıktım ve inceledim. Yüce Allah! Üstad mimarlar kubbe içinde ta alemden tavan yüzüne kadar bir uzun ahşap direk koyup nice yüz bin tahta direği de ona bağlayıp öyle yapmış ki sanki bir ağaç ormanı olmuş.
Meydanın çevresindeki demir pencerelerden çevredeki bahçeler görülür. Her pencerenin arasında kat kat derviş odaları vardır. Meydanın her yanı da çevreden gelen adaklarla, yani kurban postlarıyla döşelidir. Her postta bir görüş sahibi, Tanrı’dan bilge, gönlü yanık bir âşık oturup her biri bir işle, bir araştırmayla uğraşır. Bu degâhta iş bilmeyen bir derviş bulunmaz. Nicesi karaçalı kökünden beş yüz parça doğrama saplı kaşık, keşkül, çevgan, arka kaşağısı, hançer kabzası v.b. eşyalar yaparak «el-kâsibu habibu’llah» yani «Allah çalışanları sever» diyerek gelen geçene ar-mağan ederek birer hırka baha alırlar. Ama lokmaları ay yıl, sabah ve akşam, genç ihtiyar, fakir ve zengine açıktır. Hazretin gününden beri mutfaktaki ocakları sönmeyip her an yemekleri hazırdır. Adak ve vakıf-larından geliri çoktur. Değirmenleri, baltalık koruları, koyun, sığır, hergele sürüleri ve tarlaları çoktur... Yüz kadar dervişi vardır, hepsi de işleri-nin ehlidirler; her biri bir işle uğraşır. Kimi kayyim, kimi meydancı, kimi türbedar, kimi çavuş, kimi üstühancı, kimi ferraşbaz, kimi de misafir-hanecidir. Bu tekkeden başka bir misafirhane daha vardır. Her gece iki yüz misafir kalıp, çul ve torba çıkartmadan ağırlarlar, hizmet ederler. Misafir isterse üç gün oturabilir ama ondan sonra «safa geldin imanım» diye pabuçlarını çevirip yol gösterirler. Her gelene kahvaltı vermek âdetleridir. Bir güzel mutfağı vardır. Sözün kısası ne Anadolu’da, ne İran’da böyle bir tekke görmedim. Öyle ulu bir âsitanedir. Meğer Irak’taki İmam Ali ve İmam Hüseyin durakları ola.“ (Ali Duran Gülçiçek, Alevilik ve Onlara Yakın İnançlar: 3 Cilt, ETNOGRAPHIA ANATOLICA YAYINLARI)
Şimdilerde ise üstü Türk Rus Harbi’nde yakılan dergahın ana binasının duvarları ve ocağın bacası ayakta kalabilmiş. Dergahta yatan Akyazılı Sultan da diğer erenler gibi dergahları dolaşan, tüm yörede inancın canlı bir şekilde yaşaması için mücadele veren, bir yol önderi olarak anılıyor.
Bu dergahla ilişkilendirilen en önemli Alevi - Bektaşi ozanlarından birisi de Yemini’dir. Yemini Akyazı Sultan’ın döneminde yaşamış, aynı zamanda onun halifesi olmuş, bir dönem Demir Baba Dergahı’nda kalmış, Alevilerce çok bilinen Faziletname isimli kitabı 1519’da yazmıştır. Yemini; Yunanistan’daki Eğriboz Adası’ndan olduğu, asıl adının Mehmet olduğu, türbesinin Manastır’da olduğu söylenen, şiirlerinde taşkın bir Ali sevgisini ortaya koymuş büyük ozanlardandır.
Dediler ki keramet kanı Haydar
Dayanmaz derdimin dermanı Haydar
Kamu mü’minlerin kalbinde mihrin
Olupdur dini hem imanı Haydar
Hakk’ın kudreti sende ayandır
Velayet mülkünün sultanı Haydar
….
Yemini derd-mende kıl inayet
Delalette komagıl anı Haydar
Yemini
Sonrasında Tuna Nehri kıyısındaki tarihi Silistre (Silistra)kentine gidip orada bir otelin restoranında yöreye ait balıklardan tadıyoruz.
Ben bir başka gezide bir gece yarısı Tuna’nın akışını izlemiştim, Tuna’yı dinlemiştim. Tuna’yı Avusturya’da Viyana’da da görmüştüm. Zaman zaman düşlerime girer Tuna. En sevdiğim isimlerden birisi Tuna’dır. Türlü kuşları, balıkları vardır Tuna’nın, beslenip geldiği toprakların kokuları, renkleri vardır derinliklerinde. Bir büyük denize dökülüşü mü, bunca ağaçları, tarlaları yarması mı, insanı yürekten yaralayan gece kuşları mı, içindeki gemiler midir onu ölümsüz kılan? Aha da buraya yazıyorum; olur ya bir gün artık toprak üstünde bana huzur kalmazsa derinliklerinde kaybolmak istediğim sulardan biri de Tuna’dır. Tuna bana Ana kucağı gibi yakın geliyor.
Tuna çocuklar çocuğu
Ta Bohemya’dan başlar akmağa
Ta Karadeniz’de bulur kendini
Tuna çocuklar çocuğu
Toplar sevinçleri
Avusturya, Yugoslavya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya
Yavruları türküler söylerken
Toplar sevinçleri
Maviyle karıştırır yeşili
Eflatunla kırmızıyı azıcık
Pembeyle sarıyı daha
Maviyle karıştırır yeşili
Köy oyunlarına benzer
Akar dağ bayır ova
Flüt sesleri, davul sesleri akar içinden
Köy oyunlarına benzer
Tuna çocuklar çocuğu
Bir ucu masal sanki bir ucu ben
Çiçek ülkeleri birleştirir çiçeklere
Tuna çocuklar çocuğu
(Fazıl Hüsnü Dağlarca)
Hüseyin Baba
Razgrat (Hezergrat)’a bağlı Adaköy (Ostrovo) yakınlarındaki Bulgar kral ve devlet adamlarının konaklama ve avlanma alanı da olan Voden Milli Parkı’nı ve park içindeki tarihi Hüseyin Baba Türbesi ile harabe haldeki Mazhar Paşa Konağı’nı ziyaret etmemizin heyecanı bir başka oluyor. Geyiklerin otladığı bu sık meşe ağaçlarıyla kaplı parktaki kuş sesleri insanı büyülüyor. On altıncı yüzyılda yaşamış olan çok meşhur Demir Baba’nın çağdaşı, hatta kardeşi olarak kabul edilen Hüseyin Baba yine bu yöreye manevi anlamda hayat vermiş bir Alevi-Bektaşi ulusu. 1826’dan sonra Yeniçerilikle birlikte Bektaşi Dergahlarının faaliyetlerinin yasaklanması, mallarına el konulması, inanç önderlerinin sürgün edilmesinden burası da nasibini alıyor. Dergahın mallarına sahip olan Mazhar Paşa yöredeki köylülere çok kötü davranıyor, onların da mallarını yağmalıyor, bölgede bir derebeylik düzeni kuruyor. Bu talan zihniyetinden şimdi sadece bu paşanın konağının yıkık duvarları ayakta kalmış durumda.
Burada ilginç bir doğa güzelliği de var. Yer altından akan büyük bir dere yer yüzüne yakın bir yerden geçerken keşfedilmiş ve bölgenin tüm köylerine su sağlayan ana su kaynağı olmuş. Su yatağından çıkarılarak bölgedeki köylere dağıtılıyor.
Zalim felek ne istedin sazımdan
Ne istedin benim tatlı sözümden
Yaş yerine kan akıttın gözümden
Dertli sazım yeter artık ağlama
Gel sinemi oda yakıp dağlama!
Benim dilim, senin telin bağlandı
Benim sinem, senin bağrın dağlandı
Tuz basılan kalp yaramız kanlandı
Dertli sazım yeter artık ağlama
Gel sinemi oda yakıp dağlama!
…
Ümmetoğlu,(Memiş Memişov) Kazcılar (Bisertsi), Razgrat, 1989
Yörenin inanç önderi olarak kabul edilen ve “Aga” olarak anılan Süleyman Selman Dede bizleri bırakmıyor. Ağalar hep aynı olmaz. Öyle mi, öyle! Hiçbir ayrım yapmadan çalıştırdığı işçilerin haklarını veren, insanlara yardım eden Süleyman Selman Dede önemli bir masraf yaparak Hüseyin Baba türbesini yıkık haldeyken onarıyor, çevre düzenlemesini yapıyor. Onun şimdiki hedefi yine Dergahın virane haldeki meydanevi’ni (cemevi) onarmak.
Onun misafiri olarak Adaköy’e (Ostrovo) uğrayıp çaylarımızı içiyoruz. Bu köyde hem Aleviler, hem Sünniler, hem Bulgarlar iç içe yaşıyorlar. Köyde hem camii var, hem kilise var, yakınlarda da işte Hüseyin Baba Dergahı var.
Demir Baba
Bektaşi yolunun azametinden
Pir Balım eseri Demir Baba’dır
Akyazılı hakkın kerametinden
Beliren Hak eri Demir Baba’dır
Münkir’in kalbinden uzağa kaçan
Kanaralarından yıldırım saçan
Dipsiz gölde engin deryalar açan
Gerçekler serveri Demir Baba’dır
Sanında az gelir onun ne desen
Muhiplere aşkı sabaca esen
Batın kılıcıyla ejderha kesen
Dervişler haberi Demir Baba’dır
Hep akar deresi yadigarınca
Pir Hacı Bektaş’ın Akpınar’ınca
Beşparmak suyunu o çıkarınca
Gösteren hüneri Demir Baba’dır
Türbe kubbesinde olan nişanın
Tarzı ey Haydari Balım Sultanım,
Hacı Bektaşım söyler Beyanım
Hakk’ım erenleri Demir Baba’dır.
Haydar Cemil Baba
Sonrasında Kemaller (İsperih) İlçesi, Mumcular (Sveştari) Köyü yakınlarındaki Balkanların en çok tanınan, on beşinci / on altıncı yüzyılda yaşamış, Akyazılı Sultan’dan sonra onun yerine postnişin olmuş Deliorman’ın büyük erenlerinden, Dipsiz Göl denilen büyük vadi dibinde iki yüz merdivenle inilen, orman içindeki Demir Baba’nın Türbesini ziyaret ediyoruz.
Balkanları fetheden alp erenlerin, erenlerin, velilerin, babaların, dedelerin sayısı binlerle ifade ediliyor. Bunlar içinde bazılarının ismi çok biliniyor. Çünkü onlar çağlarını aşan kimlikleriyle bugünlere ulaşabilmeyi başarmışlar. Akyazılı Sultan’dan sonra Balkanları fetheden büyük dalganın altın halkalarından birisi de Demir Baba’dır. Buraya Horasan’dan gelmeyip, bu coğrafyanın bir evladı olduğuna da inanılan Demir Hasan Pehlivan olarak da bilinen Demir Baba, gücü ve kuvvetiyle, güreşçi kimliğiyle, ejderhaları yenen, Hıristiyanlar tarafından da kutsanan, ünlenmiş bir Alevi Bektaşi erenidir. Yine kendisiyle ilgili bilgileri Demir Baba Velayetnamesi’nden öğrendiğimiz Demir Baba bölgede “adaletin bekçisi” olarak ün salmıştır. Her zaman fakirin yanında yer aldığı için mazlumların yardım için koştukları bir merkez olan Demir Baba Türbesi ve dergahı derin bir vadinin dibinde yer almaktadır. Buradan kaynayan billur gibi su yöreye hayat vermektedir. Çevresi tümüyle ağaçlarla çevrili bu vadinin bir yamacı küçük mağaraların, inlerin bulunduğu geçirimli bir toprak yapısına sahiptir. Vadinin içi ise burada bir yaşam alanı kurmaya imkan sağlıyor.
Bir kayanın üstünden göğe doğru yükselen taş ve mermerden yapılmış, Türk varlığının buradaki bayrağı gibi azametle duran Demir Baba Türbesi yine kendisinin zamanında ne derece öneme sahip olduğunu gösteriyor. Türbenin yanında yer alan duvarlardaki taşların bir kısmının üstünde birçok dini motif var. Taşlar işlenerek oluşturulmuş bu motiflerin doğrudan Dergahla bir ilişkisinin olup olmadığını bilemiyoruz. Belki de yakın bir yerden buraya getirilmişlerdir, ama en azından “fındık taşı” denilen ve Demir Baba’nın fındıklarını kırdığına inanılan büyük yuvarlak taş halen türbenin önünde duruyor. Vadinin bir ucunda ise demir çarıklar giydiğine inanılan Demin Baba’nın ayak izlerinin, bu arada atının ve öküzlerinin ayak izlerinin bulunduğu kayalık alan halen ziyaret ediliyor.
Canlı tanıklarımızdan dinlediğimiz gibi, daha elli altmış yıl önce, değirmenleri ve başka binaları varken, şimdi bu vadide sadece bunların temellerini bulmak mümkün. Sadece insan kıyımı değil, doğa yıkımları da tarihi eserlere, binalara büyük zararlar vermiştir. Yine öğrendiğimize göre elli altmış yıl önce bir korkunç yağmur sonrası seller geride kalan değirmeleri önüne katıp sürüklemiş, yok etmiş. Kuşların hiç dinmeyen seslerinin büyüsü içinde gür ağaçların dallarından sızan altın ışıkları gün bitmeden yakalamaya çalışırken, buradaki nem genzimizi yakıyor. Daha önce altı kez geldiğim Bulgaristan’da belki de on beş kez ziyaret ettiğim bu büyülü alanda bedenim ve ruhum aynı anda ürperiyor. Adım adım gezmek istiyorum dervişlerin bir zamanlar çiğnedikleri bu toprakları, her ininde, her bir ağaç dibinde bir kutsallık hissettiğim Demir Baba’nın aşkı sarıyor beni. Bulgar Ressam Todor Todorof, kendisiyle yaptığım bir söyleşide; ben gerçeği Tasavvufta buldum demişti, yaptığı onlarca Demir Baba türbesi resimlerini bana gösterirken. Çok iyi hatırlıyorum; esrarengiz bir ışık kaynağının altından gümüş rengiyle parlayan Demir Baba Türbesi ateşin harlandığı bir köz olarak sanki evrenin merkezini betimliyordu. Gökten ışık, yerden ateş karanlığı yarmış, hayatı bize sunmuştu, Demir Baba’nın sayesinde. Geceyi gündüz eden, karanlığı aydınlığa çeviren, bereket ve bolluk pınarı olan Demir Baba’dan ve bu tılsımlı yerden kopmak istemiyor canım, bir gece sabahlasam, günün ilk ışıklarıyla selamlasam diyorum, Demir Baba’mı.
Bu bölgeyi ziyaret etmiş şarkiyatçıların çizdikleri resimlerde betimledikleri değirmenler ve diğer hizmet birimleri aynen Elmalı Baba’da, Otman Baba’da, Akyazılı Sultan’da, Demir Baba’da da yapılır inşallah, diyorum. En azından Otman Baba’nın kavuştuğu yenilikleri dünya gözüyle bir gün diğer dergahlarda da görürüz umuduyla türlü dilekler dileyerek ağır ağır çıkıyoruz merdivenlerden.
Burada şu anda bir Bulgar bekçinin konakladığı ahşap bina ayakta kalan tek yapı birimi. Fare avlayan kediyi, birbirine sarmaş dolaş olmuş iki kara yılanı, kuş seslerini, hafif çağıldayan su yatağını geride bırakıp iki yüz yirmi merdiveni hızla çıkıp bizi beklemeden usanmış yolcularımıza dahil olup, tüm Bulgaristan yollarında olduğu gibi iki yanımız ağaçlarla bir tünelde ilerler gibi yolumuza revan oluyoruz.
Demir Baba Dergahı’na uğradığına hatta onunla görüştüğüne inanılan bir büyük Alevi Bektaşi Ozanı, ereni de Virani’dir. Alevilerin-Bektaşilerin büyük ozanlardan birisi olarak her zaman andıkları Virani Hurufiliğin etkisiyle özellikle Hz. Ali başta olmak üzere On İki İmamları yücelten, onları eserlerinde eşsiz bir şekilde anan şiirler yazmıştır.
İstemem alemde gayri meyveyi
Tadına doyulmaz balımdır Ali
İstemem eşyayı verseler dahi
Kokmazam sünbül ü gülümdür Ali
Ali’mdir kadehim Ali’mdir şişe
Ali’m sahralarda morlu menekşe
Ali’m dolu yedi iklim dört köşe
Ali’m saki-i Kevser dolumdur Ali
………
Nedir ey gaziler benim yandığım
Haldan bilmez yar elinden dertliyim
Bu aşkın ateşi yaktı sinemi
Pervaneyim nar elinden dertliyim
Gafletten uyandım gözümü açtım
Aşkın küresinde kaynadım piştim
Yavru şahan gibi tuzağa düştüm
Kurtulamam tor elinden dertliyim
……
Virani’yem çekem yarın kahrını
Ver doldur içeyim aşkın zehrini
Muhabbete saldık gönül bahrını
Geçti zaman zar elinden dertliyim
Virani
Akşam Razgrat’a (Hezergrat) vardık, akşam yemeğimizi yiyip bir otelde konaklamamızı yapıyoruz.
- 3. Gün, 7 Haziran 2010 Pazartesi
vatan ufukları açılırken balkanlar’da,
razgrat kız çeşmesi’nden sevgiler akar,
nöbetimizi tutanlar, bize hasret oralarda.
ninniler zamana aşı olmuş,
’vidin kalesi’ kalmış destanlarda…
şehit ağıtları söyleyen tuna bin yaşa.
plevne’den selam eder osman paşa.
tarihin bağrında donmuş al kanlar,
tırnakla et gibidir bizimle balkanlar.
rüyalarıma girer şu bizim eller.
ağlıyor insanıma gökteki hilaller…
Mustafa Ermiş
Sabah kahvaltısından sonra Deliorman’ın en şirin kenti ve İbrahim Pasa Camii, saat kulesi, çeşmeleri, heykelleri, kültür merkezleri ve birçok Türk Konağı’nın bulunduğu Razgrat’ı geziyoruz. Küçük ama çok temiz bir kent olan Razgrat kendine has bir dinginliği yaşar gibi. Yeşile batmış bu kenti gezerken Manastır’ı (Bitola)’yı düşünüyorum. Her iki kenti de birbirine benzetiyorum; Mütevazi ve sakin olan bu kentte sanki aşk tanrıları buralarda dolaşmış gibi. İçinden bir dere akıyor (Ak Lom) Razgırat’ın. Tiyatro ve kültür salonuyla, heykelleriyle, yeşilliğiye olduğu kadar tarihiyle de önemli bir merkez olan bu kent Bulgaristan’da benim en çok sevdiğim şehir.
Niğbolu (Nikopol), Ali Koç Baba
Ocak-Dedeler-Bektaşilik- Yablonovo (Elvanlar (Alvanlar))
….
Eşiğin taşına yüzümü sürsem
Baba çeşmesinden nûş edip kansam
Çerağın şem’ine pervane dönsem
Mürüvvet senden Ali Koç Baba
Selim’in kusuru çoktur yanında
Senin muhabbetin saklar canında
Pirin huzurunda Hak divanında
Mürüvvet senden Ali Koç Baba
Büyük Alevi Bektaşi ulularından ve aynı zamanda 1396 yılında Niğbolu Zaferi’nde büyük yararlılıklar gösterdiği söylenen Ali Koç Baba’nın türbesini Niğbolu’da (Nikopol) arayıp bir tepenin üstünde buluyoruz. Tuna’ya ebedi istiratgahı olan tepeden bakan Ali Koç Baba önemli bir Alevi-Bektaşi ocağı ve süreğinin kurulmasına öncülük etmiş bir alp-erendir.
Kendi soyundan olanlar ve oğlu Hüseyin Baba’nın yine Bulgaristan’da, Gerlova (Burada eskiden Girlevo kasabası varmış) Bölgesi, Eski Zağra (Stara Zagora) İli, İslimye (Sliven) ilçesi, Kotel’e (Kazan) bağlı Y(J)ablanovo (Elvanlar (Alvanlar))’da olduğunu bildiğimiz Ali Koç Baba’nın kültür atmosferinden geziye katılan bu ocağa bağlı canlar duygusal anlar yaşıyorlar ortak atalarına kavuşunca. Tepenin eteğinden bir dere akıyor. Türbenin önünde ise kurumuş olsa da dimdik ayakta duran bir kara ağaç var. Türbenin kapısında ise hem Bulgarca, hem de Türkçe bir kitabe var. Türkçe kitabede şunlar yazılı: “Niğbolun Büyük Evliyası Ali Koç Baba Türbesi Koyun Babanın Müridi Hacı Bektaş Torunu Osmanlı Zamanında Bilgilere Göre Derviş Ali Koç Baba İnsanları Allah Yoluna Davet Eden Tasavvuf Bilgilerini Nigboluda Yaymış ve Dergah Kurmuş.” Bu gezimizde uğramak istediğimiz yerlerden birisi de Alvanlar Köyü’ydü. Gerçi yaklaşık bin hanelik yöreye nasıl köy denebilir ki? Daha önce iki kez ziyaret ettiğim köyde bir Dedeevi var. Buraya Tekke de deniyor. Dedelerin yaşadığı bu ev aynı zamanda cemevi olarak da kullanılıyor. Dede soyundan gelenlerin ayrı bir mezarlıkları var. Bu köyde belki de bin yaşını aşkın meşe ağaçları da var.
Ocak-Dedeler-Bektaşilik
Batın yüzünde biz aşk meydanında
Şahın çerağından uyandık hü dost
Gerçek erenleriz şah erkanında
Pirin ocağından biz yandık hü dost
Haydar Cemil Baba
Tümüyle Türkler ve Alevilerden oluşan köy aslında bir inancın merkezi olması bakımından da çok önemlidir. Burada Anadolu’daki Ocak sistemine çok benzeyen bir inanç önderliği kurumu var. Büyük bir erenin, velinin, ulunun soyunun uzandığı ve kutsallığına inanılan bir aidiyeti ifade eden Ocak kavramı Anadolu Aleviliğinde dedelik sisteminin bağlı olduğu yapıyı izah eder. Buna göre Ehlibeyt’e soyca bağlı, büyük kerametleri (mucizeleri) görülen erenlerin soyundan gelen, seyyidler, dedeler, Alevilerin temel ibadetleri olan cemleri yürütebilme gücüne ve yeteneğine, olanağına sahip yegane inanç önderleridir. İşte bu sistem Anadolu Alevileri’nin yüzyıllardır inanç dünyasına yön vermiş ana yapıdır. Baba Mansur, Ağucan, Seyyid Mahmut Hayrani (Kureyşan), Seyyid Cemal Sultan gibi nice ulu erenin soyundan gelen dedeler cemleri Hakk Muhammed Ali aşkıyla yürütmüşler bugün de halen bu ocaklardan gelen dedeler cemevlerinde veya kendi imkanları ölçüsünde evlerde, ibadete müsait mekanlarda cemlerini yürütmektedirler. Bu ocakların ana merkezleri yanında, o ocaktan kopup zaman içinde başka bir yöreye yerleşmiş yine ulu bir erenin, yani ilk ocağın içinden gelen başka soyların pirlerinin de kutsal ziyaret mekanları vardır.
Ama Balkanlar’da, Batı Anadolu’da durum farklıdır. Bu yörelerde belli bir erenin soyundan gelmezse bile o kutlu erenin yolundan yani inançsal-kültürel kaynağından gelenler de cemler yapabilirler. İşte burada Bektaşilik kurumu ortaya çıkmış oluyor. Yani kökü, özü Alevi İslam inancı olan, bu inancın temel değerleriyle yoğrulmuş bir tasavvuf anlayışını ifade eden Bektaşilik, inanç önderlerinin özellikleri dolayısıyla Alevilikten farklılıklar göstermektedir. Bektaşilik’te erenlerin soyundan gelen dedelik kurumuna saygı olmakla birlikte, soydan gelmeyen ama bu inanca hizmet etmek isteyen dervişler, babalar hizmet yürütebilmektedir. Bu inanca göre Alevilerin aksine, zaten bu yolun pirlerinden birisi olan Hünkar Hacı Bektaş da bir yol ulusu olarak, önemli olanın yol olduğunu, yola hizmet etmenin esas olduğunu, soydan yani babadan oğla geçen sistemin çok önemli olmadığını söylediğine hatta onun hiç evlenmediğine, mücerret olduğuna inanç vardır.
İşte başta Seyit Battal Gazi, Abdal Musa, Otman (Odman) Baba, Akyazılı Sultan, Demir Baba gibi Rumeli erenleri evlenmeden, bir mürşid (yol gösterici-aydınlatıcı), bir postnişin (kutlu postun en yetkin temsilcisi), bir şeyh olarak; yanlarındaki yüzlerce derviş ve babayla yola hizmet etmişlerdir. Hatta yolun ikinci piri olarak kabul edilip Babagan Bektaşi kolunu kurumsallaştıran ve Seyyid Ali Sultan Dergahı’nda yetişip Hacı Bektaş Dergahı’nda hizmet yürütmeye devam etmiş olan Pir Balım Sultan da bir mücerret babadır.
Yaygın inanca göre Seyyid Ali Sultan, Ali Koç Baba gibi erenler ise evlenip de bu yola hizmet etmişlerdir. Uzunca bir dönem Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli)’ın soyundan gelenler onun ismiyle ünlenen Dergahta/Ocakta hizmet etmişler; farklı nedenlerle mücerret dervişler ve babalar bu Ocakta-Dergahta hizmet etmeye devam etmişlerdir.
İşte bunun gibi inanınışa göre Ali Koç Baba da mücerretliği değil mütehhilliği yani evlenmeyi esas alıp yuva kurmuş ve onun soyundan gelenler, onun yolunu sürdürenler de Alvanlar Köyü’ne gelip hizmet yürütmeye başlamışlardır. Bu yol Ali Koç Dede’nin oğlu Hüseyin Dede’nin soyundan gelenlerce yürütülmüş.
Bizlerin de bizzat gerek Alvanlar’da, gerekse Türkiye’deki bu ocağın dedelerinden (babalarından) dinlediğimiz gibi bu iş babadan oğla geçen dedelik sistemi gibi işlemektedir. Genelde büyük oğla dedelik (babalık) geçer. Ama burada yine de bir yetkin baş dededen icazet almak bir gelenek olmuştur.
Trakya’daki, Rumeli’deki Bektaşilik’le ilgili özellikle günümüzdeki durum ve erkanlar (inanç uygulamaları)’la ilgili araştırmaları Araştırmacı- Yazar dostumuz Refik Engin yapmaktadır. Ama elbette başka arkadaşlarımız da araştırmalar yapmaktadır ve yapmalılardır da. Çünkü Balkanlar ve Türkiye Trakyası geniş bir araştırma sahasıdır ve araştırma yapmak kimsenin tekelinde değildir.
Bu konuyla ilgili, Çorlu’dan, erken yaşta kaybettiğimiz Mustafa Koç Baba’nın bana anlattıklarını önemlidir. Bu geziden sonra 2 Temmuz Cuma günü bizleri ziyaret eden Ali Koç Dede’nin oğlu Hüseyin Dede’nin soyundan gelen Hüseyin Marangoz Dede’den aldığım bilgilerle bu konuda daha detaylı bir bilgiye ulaştık.
İndim Koç Baba’yı tavaf eyledim
Bugün yaylımdır geliyor koçlar
Mübarek cemâlin seyran eyledim
Bugün yaylımdır geliyor koçlar
Biri beyaz idi biri kırmızı
Onlar da seçerdi baharı yazı
Aynen Zülfikâr’a benzer boynuzu
Bugün yaylımdır geliyor koçlar
Alnın ortası yazılı Kur’an
Hiç mahrum kalır mı cemâlin gören
Yarın mahşer günü şefaat uman
Bu gün yaylımdır geliyor koçlar
Yağmur yağar çiselenir izleri
Elham suresine benzer gözleri
Ay ile gün gibi parlar yüzleri
Bugün yaylımdır geliyor koçlar
Pir Sultan’ım biz çekeriz yasları
Dört kapıdan beyan olur sesleri
Âşıklarda söyler bu nefesleri
Bugün yaylımdır geliyor koçlar
Alvanlar’da Ali Koç Baba çevresinde gelişen çok büyük bir inanç yapısı vardır.
Mustafa Koç Baba’dan Alınan Bilgiler
Mustafa Koç Baba 1953 doğumlu. Ali Koç süreğini sürdüren ailelerden birisine mensup olan Baba, teknik liseden sonra bir süre üniversite de okumuş, bilinçli, aydın bir insan. Ali Koç Dede’nin büyük oğlu Hüseyin Dede’nin soyundan geldiklerini söyleyen Mustafa Koç Baba, kendileriyle ilgili bilgilerin Refik Engin’in çalışmalarında doğru bir şekilde aktarıldığını, yazıldığını söylüyor.
Mustafa Koç aslında kendilerinde soydan gelme bir geleneğin olduğunu ama herkesin dedelik/babalık yapamadığını, belli insanlara bu görevin verildiğini söylüyor.
Kendisini Eskişehir’de oturan Seydi Özkoç Baba’nın posta oturttuğunu söyleyen Mustafa Koç Baba, Türkiye’de şimdilik el verme, posta oturtma yetkisi vermeye karar veren iki baba olduğunu; bunların Seydi Dede ve Hüseyin Marangoz olduğunu söylüyor. Seydi Baba’nın on beş yıl önce posta oturduğu için el vermeye daha yetkili olduğunu söyleyen Koç Baba, şu anda Ali Koç soyundan hizmet yürüten 4 dedenin olduğunu belirtiyor. Bulgaristan’da Hasan Molla, Türkiye’den ise; Hüseyin Marangoz, Seydi Özkoç ve kendisi. Bunlar aynen Sultan Süceattin Veli Dergahı Postnişini Nevzat Demirtaş Dede gibi tüm taliplerin her hizmetini yapabiliyor.
Kofçaz Terzidere’de oturan Aşık Hasan ise Ali Koçlu olmakla birlikte her hizmeti yerine getirme getiremezse de hizmet yürüten değerli bir dikme dededir.
Şu görevleri yapamıyor; ahret (müsahiplik), el alma (ikrar verme) merasimlerini yapamıyor. Diğer hizmetleri yapabiliyor. (Ayhan Aydın, Anadolu ve Trakya’da Erenler Bahçesi, 2. Baskı, Can Yayınları, 2008)
Havada bulut yok
Söğütler yağmurlu
Tuna’ya bakıyorum
Akıyor
Çamurlu çamurlu
Hey, Hikmet’in oğlu, Hikmet’in oğlu
Tuna’nın suyu olaydın
Karaorman’dan geleydin
Karadeniz’e döküleydin
Mavileşeydin, mavileşeydin, mavileşeydin
Geçeydin Boğaziçi’nden
Başında İstanbul havası
Çarpaydın Kadıköy iskelesine
Çarpaydın, çırpınaydın
Vapura binerken Memet’le anası
Nazım Hikmet
Sofya’ya (Sofia) varıp akşam yemeğimizi kent dışında lüks bir otelin restoranında yedik. Sonrasında sınırdaki işlemler sorunsuz bir şekilde tamamlayıp Bulgaristan’dan Makedonya’nın başkenti Üsküp’e (Skopje) varıp o gece orada konakladık.
- 4. Gün, 8 Haziran 2010 Salı
Üsküp (Skopje)
Sabah kahvaltısından sonra tarihi bir kent olan Üsküp’e (Skopje), yüksek bir tepeden baktık. Profesyonel rehberler eşliğinde şehri gezdik. Sonrasında içinde hummalı bir çalışma devam eden kaleye çıktık. Yarı çıplak gençler toz toprak arasında alın terleriyle ekmek kavgasındalar. Ama hepsinin yüzünde bir neşe, bir sevinç… Sayısız tarihi eser kazılardan çıkarılmış. Kent içinde modern binalar göze çarpıyor. Daha doğrusu Vardar Nehri kenti ikiye ayırıyor. Eski Üsküp tarihi ahşap evleriyle, hanlarıyla, hamamlarıyla, camileriyle, kalesiyle büyük yıkımlar, savaşlar, yangınlar geçirmiş olsa da Türk varlığının buradaki simgesi gibi. Yeni şehirde ise lüks binalar yükseliyor. Bu binaların sokaklarında cıvıl cıvıl gençler, çocuklar devinim halindeler. İki üç saatlik şehir gezisi bize yetmiyor. Burada daha fazla kalıp çağlayan hayatın soluğunu daha fazla teneffüs etmek istiyorum. Cadde üstünde Yahya Kemal ismiyle karşılaşıyoruz. Burada onun adına bir kolej var. Bu büyük vatan şairi, Balkanların rüzgarıyla büyümüş, dizelerini akan nehirlere söylemiş, tüm dünya denizlerine ulaşmasını sağlamış Türkçe’nin sesinin, soluğunun.
Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna'dan kaafilelerle...
Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan,
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir gün yine dolu dizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla...
Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde!
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Yahya Kemal Beyatlı
İçimizde türkü türkü Üsküp… Hayallerimizde hamamlarda akan suların ezgileri… Arkamızda tüm görkemiyle Üsküp Kale’si… Biraz buruk, hüzünle doyamadan ayrılıyoruz bu ata yadigarı şehirden.
Sonrasında hareketle Tetova’ya (Kalkandelen) varıyoruz. Tüm Balkanlar’daki en iyi korunmuş tarihi Bektaşi Harabati (Sersem Ali Dedebaba) Dergahı’nı ziyaret ediyoruz. Burada Baba Mondi (Edmond Brahimaj), Derviş Abdülmüttalip (Bekiri) ve diğer canlar tarafından sıcak bir şekilde karşılanıyoruz. Kurbanları olanların kurbanları burada kesiliyor. Lokmalar hep birlikte yeniliyor. Dualar ve nefesler söyleniyor.
Upuzun sakalındaki aklar her geçen sene artan biraz da açık kızıla dönen Derviş Abdülmüttalip, türlü çilelerin içinden sıyrılıp gelmiş gibi mahcupluğu, tebessümü altında yorgunluğunu gizleyemiyor. Ben onunla daha önce dokuz gün geçirmiştim, bu dergahta. Tarih kitaplarında okuduğumuz, Alevi Bektaşi klasiklerince bize aktarılıp kavramaya çalıştığımız “derviş”in kim ve ne olduğunu öğrenmek isteyenler onunla belli bir zaman geçirmek zorundadırlar. Bıkıp usanmaz bir çalışma azmi; bitmez tükenmez bir yol aşkı, sabır ve tevekkülü, davası için canını ortaya koymaya azmetmiş büyük bir yüreğin ifadesidir Derviş Abdülmüttalip. O da evlenmiş bir yuva kurmuş, yıllar yılı inşaatlarda işçi olarak çalışmıştır. Ama bu Ulu Yola girdikten sonra, aşk deryasına daldıktan sonra kendisini buraya, bu köklü dergaha adamış, hayatını Bektaşiliğe vakfederek, cennete bu dünyada girmeyi başarmıştır.
Alaca Camisiyle, hamam ve köprüleriyle, konaklarıyla Türklerin birçok varlığını görmemiz mümkün olan Kalkandelen, Şar Dağlarının eteklerinde kurulmuş bir kent. Kışları oldukça soğuk geçen bu yörede dağların başında halen karları görmek mümkün. Yazları ise doğanın uyandığı ağaçların yeşerdiği bir cennet köşe.
Harabati Dergahı tüm güzellikleri yanında hüzünleriyle de karşıladı bizi. Burada İslam Dini Birliği adındaki bir kurumun adamları olduklarını söyleyen bir avuç zorba arkalarında çok büyük bir güç varmışçasına hareketle burada terör estiriyorlar. Onlarca Bektaşi mezar taşı, meydanevi, at evi, kiler, mihman evi, Harabati Sultan’ın Türbesi ve diğer tüm varlıklarıyla beş yüz yıllık bir Alevi-Bektaşi mabedi olan bu dergah, binalarıyla, arazileriyle şimdi bir büyük trajediyi ve işgali yaşıyor.
Amaç “dinsiz Bektaşilerden” ve uzun süre müze olarak kullanılan ve “Hristiyanlar elinde mahrum kalan” bu binaya “İslam Bayrağı” dikmek!
Minaresi olmayan, beş yüzyıllık bir meydan evini hoparlörler marifetiyle camiye çevirmek!
Burada inançlarıyla hizmet yürütmeye çalışan Bektaşi canları buradan zor kullanarak atmak, asırlık ata yadigarı ağaçları kesmek, mezar taşlarını kırmak!
Sırpların bile yapmadığını yüce İslam dini adına, onunla hiçbir ilgisi olmayan ve burayı kendi amaçlarında kullanılmak üzere merkezleri yapmak isteyenler tarafından silahlar atılarak, insanlara korku salınarak işgal etmek!
Buna tahammül etmek mümkün mü; insanlık adına? Bu durumu öğrenen canlar daha bir hüzünleniyorlar. Buraya daha çok yardım etmek istiyorlar.
CEM Vakfı Genel Başkan Yardımcı ve Avukat olan Namık Sofuoğlu da konuyla yakından ilgileniyor. Olayın detaylarını onlardan öğreniyor ve bu davanın peşinde olacağını, elinden gelen her şeyi yapacağını, bunun hukuki mücadelesini vereceğini, oradaki dostlara söylüyor.
Sonra Gostivar, Kiçevo (Kiçova- veya Kırçova) kentleri üzerinden Arnavutluk’la Makedonya arasındaki Balkanlar’ın en derin gölü, Ohrid Gölü kıyısında Ohri (Ohrid) yakınlarındaki turistlik Struga’da konaklıyoruz.
Yolları hızla kat ediyoruz ama tam da yanlarından geçtiğimiz Gostivar’da, Kiçevo’da da Alevi Bektaşi ulularının türbeleri olduğunu söylemeliyim. Üstelik programımızda olmadığı için kendilerini aramadığımız halde geziden haberdar olan babalar bizleri telefonla arayıp kendilerine uğramamızı istiyorlar. Yollar uzun, zaman kısa. Bir başka sefere bu ziyaretleri bırakıp otelimize yerleşiyoruz.
Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller. Ne giden son gemidir bu.
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu.
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki, giden sevgililer dönmeyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden.
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden
Yahya Kemal Beyatlı
l
- 5. Gün, 9 Haziran 2010 Çarşamba
Struga’da Ohrid Gölü kenarındaki otelden ayrılıp sabah yürüyüşü yapıyorum. Çağıl çağıl bir su sesi beni kendisine çekiyor. Bir de bakıyorum ki bir ırmak coşmuş akıyor kent merkezine doğru. Allah, Allah! Tam tersi olmamalı mıydı? Gölden bir ırmak coşmuş akıyor? Nasıl olur? Evet, dostlar, gölün fazla suyu kendini dışarı atıyor, bir büyük kanalla kentin içinden geçip buraya bir başka canlılık veriyor. Kanalın iki yanı restoranlarla, kafelerle dolu. Ama yeşillik, türlü ağaçlar burayı süslüyor. Zaten Ohrid Gölü’nü kelimelerle anlatmak imkansız. Yüce dağların, ağaçların eteğinde, derinlerden derin, berrak mı berrak, binlerce, onbinlerce, yüzbinlerce balığın korunağı bu göl dünyada görülmesi gereken ender yerlerden birisi herhalde.
Sarı Saltuk
Turistlik merkez Ohrid’yi gezdikten sonra Sarı Saltuk’un da makamının olduğu tarihi Sveti Naum Manastırı yine rehber nezaretinde ziyaret edildi.
On üçüncü yüzyılda Rumeli’yi fetheden ululardan başında yer alan Sarı Saltuk yüzyıllar boyu tüm Balkanlar’da ve Anadolu’da en etkili inanç önderlerinden birisi olmuştur. Öyle ki kendisi adına tam on yedi adet türbenin (yatır, ziyaret, makam) olduğunu biliyoruz. Anadolu’da Tunceli Hozat merkezli türbesi Anadolu’nun en büyük ulu ocaklarından birisi olarak anılmasını sağlamış, onun soyundan geldiğine inanılan dedeler yüzyıllarca cemler yürütmüşler ve de yürütmeye devam etmektedirler.
Sadece bu mu? Babaeski’de de bir türbesi halen ziyaret edilmektedir. Onun hatırana, hayır himmetlerini dilemek için mumlar yakılmaktadır.
Asıl ününün yayıldığı Balkanlar’da da birçok yerde türbesinin olduğuna inanılır. Asıl türbesinin ise Romanya Babadağ’da olduğunu biliyoruz. Fedekar bir dede soylu Alevi işadamı tarafından restore edilen türbe Dobruca’da “Babadağ” olarak yani Türkçe olarak söylenen bölgede halkın ziyaretine açık durumdadır.
Selçuklu sultanı İzzettin Keykavus’la Dobruca bölgesine gelmiş, manevi cazibesiyle Hıristiyanları da kendisine hayran bırakan, dahası kendisine bağlayıp bir postnişin, ulu şeyh, alp eren olarak ünlenen Sarı Saltuk Balkanlardaki öncü Türk ulusudur. Bilindiği gibi bin yıl öncesinden Balkanlar’a Türk akınları olmuştu. Karadeniz’in kuzeyinden bu topraklara gelen Türkler buralarda büyük yerleşim alanları kurmuşlardır. Osmanlı’dan önce Selçuklu Döneminde Kalenderi yani ön Alevi-Bektaşi inancının bir büyük temsilcisi olarak olan Sarı Saltuk bu inancın bu topraklarda yeşermesini ve uzun süre muhafaza edilmesini sağlamıştır. Kendisinden sonra Şeyh Bedreddinler, Akyazılı Sultanlar, Demir Babalar ve onların kurduğu dergahlar, dergahlarda yetişen babalar, dervişler, ozanlar bu bölgeye ve Deliorman’a etki etmiş, bir inanç ve kültür merkezi olan bu topraklarda Aleviliğin-Bektaşiliğin bugüne kadar yaşamasını sağlamışlardır.
Bulgaristan Kaliakra (Kaligra) Burnu’nun, Arnavutluk’ta makamları olan Sarı Saltuk’un bir dönem ziyaret ettiği, yaşadığı hatta Hakk’a yürüdüğüne inanılan bir yer de Ohrid Gölü kıyısında çok ünlü Sveti Naum Manastırı içindedir. Tümüyle bir manastıra dönüşmüş tavus kuşlarının koruduğu bu tarihi yapıyı yüzyıllar boyunca Müslümanlar Sarı Saltuk makamı olarak ziyaret etmişlerdir. Hatta kapıdaki bekçi de “Sarı Saltuk” diyince kafasını sallıyor ve Sarı Saltuk, diyor.
Resne (Resen)’de İttihat ve Terakki Hareketi’nin en ünlü simalarından Resneli Niyazi’nin Sarayı’nı gezdikten sonra, Pirlepe’ye (Prilep) bağlı yöredeki tek Türk-Bektaşi Köyü olan Kanatları (Kanatlarci) ve buradaki Dikmen Baba ve diğer türbeleri ziyaret ediyoruz.
Pirlepe, Kanatlar Köyü; Dikmen Baba Dergahı
Niyazına geldik Dikmen Baba’nın,
İsteriz himmeti Dikmen Baba’dan
Dertliler de derde derman ararlar,
İsteriz dermanı Dikmen Baba’dan.
Mehmet Baba
Dikmen Baba’yla ilgili bir anlatıyı üç yıl önce Kırçova’yı ziyaretim sırasında meşhur Ziya Paşo Halifebaba’nın hanımı Şefika Anabacı bana anlatmıştı. Buna göre Brod’da Hıdır Baba’nın yanında derviş olan Dikmen Baba dergaha sürekli su taşırmış. Suyu hiç dökmeden dergaha getirdiğini gören Hıdır Baba onun nasıl sadakatle dergaha hizmet ettiğini anlamış, demiş ki artık senin de bir dergah uyarman gerekir. Elindeki yanan köz halindeki odun parçasını fırlatmış atmış. O da bir ova köye düşmüş. O da o köye gitmiş. Ama ilkin buranın insanları onu kabul etmemişler. O da uçarak şimdiki Kanatlar Köyü’nün olduğu yere gelmiş. Orada bulananlar onun kerametini anlayıp ona bağlanmışlar. Onu bir ulu kişi, ermiş bir kişi bilmişler. Öldükten sonra türbesi sürekli ziyaret edilir olmuş. Adına dergah kurulmuş, nice dervişler, babalar onun adına bu yola hizmet vermişler. Şimdi de bu aşk ve sevgi azalmadan devam edip sürüp gidiyor.
Köye gelişimizde köylüler bizlere büyük bir sevgi gösterisinde bulundular. Hemen çevremizi onlarca çocuk çevirdi. Burada Baba Cafer ile ikinci bir dergah uyarmış bulunan İdris Baba’nın oğlu Veli Baba’yı makamı olan meydanevinde ziyaret ettik.
Cafer Baba (Baba Cafer) canlarla Türbeyi ziyaret etti. Burada da Hz. Ali’nin, Hacı Bektaş Veli’nin, Bedri Noyan Dedebaba’nın fotoğrafları duvarları süslüyordu. Hep bir ağızdan, Mahrem Tezol’dan Baba’dan sonra Cafer Baba’nın okuduğu duaya Allah! Allah! Denilerek ortak olundu.
“Bism-i Şah Allah Allah. Çün çerağı uyardık ol Hüda’nın aşkına. Dü Cihan Fahr-i Alem Mustafa’nın aşkına. Saki-i Kevser Ali-el Murteza’nın aşkına. Hem Hatice, Fatıma Hayrünnisa aşkına. On İki İmam, On dört Masum-i Pak Aşkına. Ta haşre dek yansın yakılsın billahın aşkına! Bercemali Muhammed, Kemali İmam Hasan, İmam Hüseyin, Ali ra bülende Salavat! Akşamlar hayrola, hayırlar fethola, münkirler berbad ola!”
Bir başka geziye bıraktığımız gibi Kırçova yakınlarında hatta buradan da bir yolun tam da ortasından geçtiği Makedonski Brod’da Hıdır Baba türbesi vardır. Ohrid Sarı Saltuk’ta olduğu gibi hemen hemen tümüyle bir Hıristiyan mabedine dönüştürülen bu Dergah ise tarihte çok iyi bilinen ve tümüyle Bektaşilere hizmet veren bir Türk inanç merkeziydi. Hatta bu Hıristiyan kuşatma sonucunda inançlarına ve kültürlerine sahip çıkan Kırçova’daki Bektaşi canlar “gurbette” yani Avrupa’da yaşayan canlarında yardımıyla çok büyük bir cem kültür evinin, (tekke veya dergahın) temelini, bizim de törenine katıldığımız, 2004’te atmış üç yıl içinde bunu bitirmeyi başarmışlardı.
İşte o ulu dergahta Hıdır Baba’nın yanında yararlılıklar gösteren Dikmen Baba bugünkü Kanatlar Köyü’ne geliyor ve burada çerağını uyarıyor, insanları aydınlatıyor, sevilip sayılıyor ve adı bugüne kadar yaşıyor.
Makedonski Brot dışında Kırçova merkezine yakın Arnavut Çervivçi Köyü’nde ise daha önce burada bir dergah uyarmış bulunan Muharrem Baba’nın türbesi ve Bektaşi mezar taşları var.
Yine 2004’de yaptığımız bir gezide, Gostivar İli yakınlarında yaşayan, Hıdır Baba Tekkesi Babası Eyüp Rakibi’yi, yaşadığı Vardar Nehri’nin doğduğu Vrutok Köyü’nü ve köye bir km. uzaklıkta bulunan erenlerden Cafer Baba Türbesi’ni de ziyaret etmiştik.
Akşam oteldeyken telefonla bağlantı kurduğum Kanatlar Köyü’nden, Manastır’da oturan öğretmen aynı zamanda yazar Muharrem Yusuf bizleri ziyaret ediyor. Makedonca’dan Türkçe’ye; Türkçe’den Makedonca’ya çeviriler yapan Yusuf’la dertleşirken, benim çok fukara gördüğüm Kanatlar Köyü’nün aslında ekonomik yönden çok da kötü olmadığını anlıyorum. Burada tarım ve hayvancılık insanlarımızın geçimini sağlayacak ölçüde gelir getiriyormuş. Buna seviniyorum.
Neredeyse beş yüzyıllık bir köy olan Kanatlar’dan Türkiye’ye yoğun göçler olmuş, önemli bir kısmı İstanbul’a gelen Kanatlarlı canlarla bugün de temaslarımız sürüp gitmektedir. Musa Pak Baba, Derviş Kemal Kanatlı sürekli görüştüğümüz inanç önderleri. Köylülerle yaptığımız söyleşide ve aynı köyden olan rehberimiz Coşkun’un verdiği bilgilere göre yine de nüfusu binden fazla olan köyde çocuklar okullarına devam ediyorlar. Dikmen Baba aşkına kurbanlar kesilip, çerağlar uyarılıyor. Ne diyelim Bektaşilik konusunda araştırmalar yapan ve kendisi büyük uzman olarak takdim edilen İlahiyatçı kökenli Prof. Dr. Metin İzzeti’ye selam olsun diyoruz! Çünkü kendisi bu sene Çorum’da yapılan bir sempozyumda tüm Makedonya’daki Bektaşi nüfusun bin kadar olduğunu, Harabati Dergahı’ndaki işgali de bizim abarttığımızı hatta uydurduğumuzu söylemişti, toplum huzurunda.
Bense yıllar öncesine dönüyorum. Rahmetli Abidin Özgünay’ın bizler ve toplum adına açtığı büyük Cem Dergisi kapısından içeri kimler girmemişti? Sadem Açıkgöz bunlardan birisiydi. Kendisi Kanatlarlı olan bu can dost, inançlı olduğu kadar kararlı bir tutum gösterir, dur durak bilmeden inanç konusunda ödün vermeden geleneğin yaşatılması için mücadele verirdi. Kendi hazırladığı yazıların Cem’de yayınlanmasını çok isterdi. Sohbetlerimizde köklerinin olduğu Kanatlar Köyü’nden de söz ederdi.
Zaman zaman görüştüğümüz yine “inatçı ve kararlı” yol müdavimlerinden birisi, Cem Dergisi’nin de bir dönem temsilciliğini yapan de şu anda Belçika’da yaşayan Hamza Güler’i, Rahmetli Hıdır Çokçeken Baba’yı da bu vesileyle hatırlamış oldum.
Burasıyla ilgili aynı zamanda Makedonya’daki diğer ibadet merkezlerini ve Arnavutluk’ta yaşayan Bektaşilik’le ilgili bilgileri araştırmacı, gazeteci arkadaşımız Murat Küçük de çok güzel derlemişti. Şimdi onun gezi notları ve araştırmaları Horasan Yayınları’ndan çıkan “Bir Nefes Balkan” isimli ikinci baskısı yapılan kitapta yer almaktadır. Sonrasında Sevgili Murat Küçük Dostumuzun bu çalışması TRT. İçin çok güzel bir belgesel için temel teşkil etmişti. Bu vesileyle kendisini bir kez daha tebrik ediyorum. (Horasan Yayınları arasında çıkın LAMEKAN isimli romanı ise son derece sürükleyeci, Alevi-Bektaşi inanç ve kültür yapısını, temel şahsiyetleri, akımları çok güzel aktaran bir eserdir. Bu vesileyle kendisini bir kez daha tebrik ediyorum.)
Aynı akşam tarihi bir kent olan Manastır’a (Bitola) varıp burada konaklıyoruz.
- 6. Gün, 10 Haziran 2010 Perşembe
Manastır’da sabah kentin tarihi ve turistlik merkezleri ve şimdi müze olan, Atatürk’ün okuduğu Askeri İdadi ziyaret ediliyor. 2007’de Cem Televizyonu için burada uzun bir çekim yapmıştık. O zaman da Kamereman Murat Erdoğan vardı. Yüreğimin derinliklerinden gelen duygularla Atatürk’e özlem şiirleri okumuştum.
Kent merkezindeki canlılık başımı döndürüyor. Çünkü genelde Balkan şehirleri sakin kentler görünümünde. Özellikle gençlerin sokaklardaki akını dikkat çekiyor. Anlıyoruz ki artık bugün okullarının son günüymüş. Tüm gençler kendilerini sokaklara atmış durumdalar. Kafeler tıklım tıklım, pizzalar, kolalar, dondurmalar, sarmaş dolaş gençler cıvıl cıvıl şakıyorlar. Bense televizyon kameraları karşısında oldukça çekingen olan gençlerden bir kaçını “kandırıp” Cem Televizyonu için kısa sohbetler yapıyorum. Gençlerin tümü Türkiye’yi biliyor, tanıyor. Daha da ilginci gençlerden televizyonlarda Türk dizilerini izlediklerini öğrenmem oluyor. Bu sevimli, küpeli, saçlarını türlü şekillerde kestirmiş, taramış veya jölelemiş gençler gelecek konusunda oldukça umutlular. Kendi ülkelerinin güzelliğinin farkındalar.
Yunanistan, Selanik
Bu sefer Makedon Yunan sınırındaki işlemlerimizden sonra Selanik’e (Thessaloniki) doğru yol alıyoruz. Yol boyu Türkiye’nin kırsalına çok benzer görüntüleri arkamızda bırakıyoruz. Tarlalar, kıraç alanlar, işçiler, çiftçiler tümüyle hayatın kavgası buralarda da var. Ama Bulgaristan ve Makedonya’daki yeşilliğin yoğunluğu, ağaçların bolluğu burada yok.
Selanik’te yurdumuzun kurtarıcısı, büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün doğup bir zaman yaşadığı evi ziyaret ediyoruz. Halkın heyecanı ve duyguları bir başka oluyor.
Yemyeşil bir bahçesi olan evin içindeki eşyalar Atatürk’ün yaşadığı döneme ait olmasa da özenle seçilmiş, o tarihi hatıraları hatırlatır vaziyette düzenlenmiş.
Selanik’in simgesi olarak kabul edilen tarihi Beyaz Kule’nin ziyaretleri yapıldıktan sonra Serez (Serres), Drama üzerinden müthiş güzel bir kent olan tertemiz, ışıl ışıl bir turistlik cennet Kavala’ya varıyoruz ve o akşam orada konaklıyoruz.
Kavala’yı tanıtmak, anlatmak çok zor. Yunanistan’daki belki de en güzel kentlerden biri Kavala. Ben gitmediğim için bilemiyorum ama bir Bodrum, Marmaris vd. tatil cennetleriyle karşılaştırılabilir belki. Ben hem akşam, hem ertesi sabah bu kentin havasını daha fazla solumak için sokakları arşınlıyorum.
7. Gün, 11 Haziran 2010 Cuma
Sabah kahvaltısından sonra Kavala’da şehir turu yapıldı.
İskeçe (Ksanthi), Sofulu (Soufion), Küçük Derbent (Mikro Derio) üzerinden Balkanların öncü alp erenlerinden, velilerinden biri olan, Ruşenler Köyü (Roussa) yakınlarındaki Seyit Ali (Kızıldeli) Sultan Türbesinin de içinde olduğu Dergahı ziyaret ettik.
Yol boyu insanlara yöreyle ilgili, Seyyid Ali Sultan’la ilgili bilgiler aktarmaya çalıştım. Yörenin ünlü kurabiyelerinden almak için İskeçe’ye uğramadan geçemedik. Sonrasında ise yine yörenin ipek cenneti Sofulu’ya uğrayıp ipek hediyelik eşyalar aldık. Arkasından Kızıldeli Çayı’nın üstündeki demir köprüyü geçtikten hemen sonra, Çay’ın kıyısındaki patika bir yolda ağaçlar altından ilerleyip “Aşağı Tekke (Tekye)” ziyaretimizi yaptık. Burası Küçük Derbent denen köyün (Mikro Derio) hemen yakınında.
Burada Kızıldeli Sultan’ın yolundan gidenler göz yaşları içinde niyazlarını yapıyorlar.
Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti tarafından çevre düzenlemesi yapılmaya çalışılan Aşağı Tekke’de türbenin yanında kurban kesim yeri, etlerin pişirildi bir bölüm ve yemek yenilen bir alanın üzeri çatıyla kapılmış halde konuklara hizmet vermeye hazır hale getirilmiş.
Sonrasında ise Ruşenler Köyü’nün içinden geçip Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan Dergahı’na varıyoruz. Burada bizleri Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti Başkanı, dedeler ve kalabalık bir halk topluluğu karşılıyor. Daha önceden kesilen kurbanlarla hazırlanan lokmalar hep birlikte yeniliyor.
KIRKLAR Ve Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan Dergahı
Yolumuz gözlenir karşı dağlara
Gidip bir mürşide mihman olmaya
Erenler bağında güller dermeye
Şah Kızıldeli’ye varasım gelir
Bağında bahçende açınca gülüm
Sevdanda tutuşur köz olur külüm
Sığmayıp bendine taşınca gönlüm
Damlanda deryanda coşasım gelir
Akıyor yaşlarım sellere döndü
Yakıyor hasretin bağrımı deldi
Şu ömrüm geldi ve geçiyor sanki
Zamının zet eyle himmetin gelir
Ayrılık ne zormuş aşık olana
Sürerek gelsem de yüzüm turaba
Cefana vefadır garip canımda
Uğruna ser verip ölesim gelir
Dilimde besmele özümde sensin
Dinimden imanım önümde yolsun
Nerede arasam orada varsın
Kıblemi yönüne dönesim gelir
Budak Ali’nim yanmışım özümden
Hiç kötülük geçmez deli gönlümden
Bilmem ki ne kalır geri ömrümden
Tabuta koysalar göresim gelir
Ali Kaykı
Türklerin, Alevi – Bektaşi öncü erenlerinin; dedelerin, babaların Balkanlar’a yani Rumeli’ye geçişleri aslında bin ikiyüzlü yıllarda Sarı Saltuk’la başlıyor. İkinci büyük göç dalgası ise 1354 yılında Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa komutasında erenlerin Rumeli’ye geçişleriyle devam ediyor. Evronos Paşa, Ece (İce) Sultan, Şeyh Bedreddin’nin dedesi Hacı İsrail ve Seyyid Ali (Kızıldeli) Sultan gibi öncüler bir sel gibi Rumeli’ye akıyorlar. Yüreklerindeki Hakk sevgisi, insanlık aşkı, onların sadece öncü birer alp eren olmalarıyla değil, mensubu oldukları büyük Alevi Bektaşi inanç ve kültür yoluyla açıklanabilir ancak. Çünkü çok iyi bilinen bir söylenceye göre Rumeli’nin fatihi bu KIRK EREN bu toprakları ebediyen gönülleriyle fethetmişlerdir. Gittikleri yere barış, kardeşlik, birlik ve huzur götürmüşlerdir. Gerçekten hiçbir din, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan yetmiş iki milleti bir nazarla görmüşlerdir. Bu KIRKLAR, KIRK EREN anlatısı, peygamberin bile kapısında “Ahir zaman peyganberi Muhammed Mustafa’yım” dediği zaman “sen git peygamberliğini ümmetine yap, bize peygamber gerekmez, insan-ı kamil gibi bir er gerekir” diyen ve tüm canların bir cem olduğu, yani aynı-eşit olduğu “KIRKLAR CEMİ”ndeki KIRKLARIN bir devamı gibidir.
Rumeli Erenleri bu KIRK kişinin yolundan giden, izinden gidenler, üç koldan Balkanlarda ilerlemişler, Tuna’yı aşıp, Viyana kapılarına kadar ulaşmışlardır. Her gittikleri yerde kinden, kibirden, hasetten eser olmayan felsefeleriyle tekkeler, dergahlar kurmuşlar insanlara aşk, sevgi, barış, aş, iş, eşitlik, birlik, razılık, çalışkanlık, şükr, ilim, irfan, maneviyat, üretim, doğa ve hayvan sevgisi hediye etmişlerdir. Alevi, Bektaşi, Mevlevi, Ahi olarak namuslu üretimle bereketi köylere, kasabalara ulaştırmışlar, sosyal hayatın canlanmasını sağlamışlar, üretimin artmasını sağlamışlar. Her bir dergah türlü yeteneklerin sergilendiği birer üretim merkezine dönüşmüştür. Binlerce hektar boş arazi göçlerle buraya gelen insanlar tarafından işlenmiş, on binlerce at, öküz, inek, koyun beslenmiş, arıcılık, ipekçilik bu yöreye bu erenler sayesinde gelmiştir. Bunlar bizim bir uydurmamız değil, tarafsız tarihçilerin birer kayıtlarıdır. Çok büyük bir uygarlık merkezi olan Balkanlar Türklerden sonra “istilayla” gerilememiş, bilakis sürekli gelişmiş, ilerlemiştir. Bugün bile Yunanlıların, Bulgarların, Makedonların, Sırpların, Arnavutların seksen beş yıldır yıka yıka bitiremedikleri eserler bunların kanıtlarıdır. Köprüler sırf askerlerin ulaşımını sağlamak için inşa edilmemiştir, binlerce çarşı, pazar, han, hamam da halkın ihtiyacı için yapılmıştır. Türklerin girdikleri tüm bölgelere bir canlılık gelmiş, Balkanlar tarihinde olmadığı kadar bir ticaret, ulaşım, kültür, alış veriş ve inanç merkezi konumuna yükselmiştir.
Bu gelişmenin başında olan erenler ise kurdukları dergahlarla halka hizmetin Hakk’a hizmet olduğunu en iyi şekilde göstermişlerdir. Bunun tek bir örneğini ararsanız sadece ve sadece Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) Dergahı’na bakmanız yeterlidir.
Seyyid Ali Sultan
Kendisi bir Seyyid olan yani kutsal Ehlibeyt’e bağlı olarak yaşamını sürdürmüş Seyyid Ali Sultan diğer bir ismiyle Kızıldeli Sultan, gelip fethettiği bu toprakların canlanmasını sağlamıştır. Büyük arazileri içinde yirmi dört köyün bulunduğu, onlarca değirmeninde, yüzlerce atı, büyük baş hayvanıyla çevresinin sosyal yaşamını kalıcı bir şekilde etkilemiş ve geliştirmiş olan Seyyid Ali Sultan 1354’ten sonra yarım asırda yerleştiği bu toprakların şenlenmesini, hayat alanı bulmasını sağlamıştır. Kendisinden sonra onun yolunda hizmet eden dervişler babalar aynı şekilde 1826 yılına kadar binlerce insanın geçim kapısı, uzak yollardan gelen konukların, savaşlarda yaralanan askerlerin, kimsesizlerin sığınağı, barınağı olmuş, açlara aş, susuzlara su dağıtmıştır. Bu dergah aynen diğer Bektaşi Dergahları gibi tembellerin, yan gelip yatanların, asker kaçaklarının, avarelerin değil hakça üretip, hakça bölüşüp, tüketenlerin, paylaşanların merkezleri olmuştur. Bu topraklar ipekçiliği bu dergahtaki babalar sayesinde öğrenmişlerdir. Buralar çölde birer vaha olmuştur, dağlar başında bir sığınak olmuştur. Kanıt mı? Altı yüz elli yıl boyunca nice savaşlara, doğal afetlere, baskınlara direnmiş bu dergahta ayakta kalmış hizmet yapıları, yüzlerce dervişin, babanın mezar taşları, ekili dikili araziler, korunmuş ağaçlar ve doğal örtü, burada yetişmiş ozanların divanları, risaleleri, nutukları, nefesleri, ha, ayrıca Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bu dergahla ilgili yüzlerce belge bunun kanıtıdır. İşte bir kanıt daha isteniyorsa üç göbektir burada türbedarlık yapan Çolak ailesi, bu dergahı korumak için kurulan Seyyid Ali Sultan Koruma Heyeti sizlere bunu anlatmaya yeter sanırım. Bir de sevgili dostumuz Dursun Gümüşoğlu’nun büyük bir emek vererek hazırladığı bu ulu dergahtan yetişmiş onlarca ozandan birisi olan Sadık Abdal’ın Divanı’na bakmak yeterlidir. (Sadık Abdal Divanı, Dursun Gümüşoğlu, Horasan Yayınları, 2009, İstanbul)
- Büyük emektar Osmanlı Arşiv Belgeleri’nden yaptığı çevirilerle ünlenen yazar Ahmet Hezarfen’in Seyyid Ali Sultan’la ilgili çevirilerini bir kitapta bizler toplamıştık: Tarihi Belgeler Işığında Kızıldeli Sultan (Seyit Ali Sultan) Dergahı, Eren Matbaa, CEM Vakfı Yayınları, İstanbul, 2006.
- Konuyla ilgili bugüne kadar yayınlanmış en ciddi eser ise Dr. Rıza Yıldırım tarafından hazırlanan eserdir; Seyyid Ali Sultan Kızıldeli ve Velayetnamesi, Türk Tarih Kurumu.
- En son yayın ise Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Araştırma Merkezi tarafından yayınlanan bilimsel içeriği ile çok önemli bir boşluğu dolduran; Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, Kış 2010, 53. Sayı Kızıldeli Özel Sayısı’dır. Yrd. Doç. Dr. Rıza Yıldırım’ın editörlüğünde hazırlanan dergi konuyla ilgili bilgileri derli toplu sunan bir yayın organı olmuştur.
Serez (Seres), Şeyh Bedreddin
Tabii Balkanlardan söz etmişken Şeyh Bedreddin’den söz etmemek olmazdı. Tüm gezi boyunca dolaştığımız başta Bulgaristan Deliorman, Kızıldeli yakınlarındaki Simavne (Samavna - Kyprinos) ve içinden geçilen Serez ismi Şeyh Bedreddini hatırlatmaktadır.
Kendisi düşüncelerinden ve eylemlerinden dolayı düzmece bir mahkemede yargılanıp idama mahkum edilmiş bir büyük düşünür olarak her zaman büyük bir saygıyla anıla gelen Şeyh Bedreddin, Rumeli topraklarının bir evladıdır. Esas ürünlerini Anadolu’yu Mısır’ı dolaştıktan sonra vermiş olsa da, onun düşünce temellerinde Balkanların yeri çok büyüktür.
Kendisi bir kadı oğludur. Çok iyi bir eğitim almış özellikle Mısır’da bir Alevi ulusu olan Hüseyin Ahlati’den hem iyi bir ders almış hem de ondan çok etkilenmiş, ona bağlanmış, onun halifesi olmuştur. Batini tasavvuf yolunun tüm derinlikleri içinde yol alan Şeyh Bedreddin hal ve hareketleriyle bir mistik inanç önderi ve kutbu olarak saygı duyulan bir tasavvuf önderi olduğu kadar ezilen halkın yanında, ezenlerin karşısında hem halkı bizzat kendisini ve çeşitli yönetici zümreyi de yanına almayı başararak, haksızlığa karşı ayaklanmıştır. Her ne kadar ayaklanması veya bu hareketi büyük bir başarı kazanamamışsa da Batı Anadolu’da ve Rumeli’de etkisi çok uzun süren bir hareketin başlamasına sebep olmuştur. Kendisi 1360’larda doğmuş; (1402 ve izleyen yıllarda) 1412’li yıllarda bugünkü Yunanistan’daki Serez (Seres)’de, çıplak bir şekilde ağaca asılarak idam edilmiştir.
Adına büyük destanlar yazılan, birçok ciddi kitap yayınlanan Şeyh Bedreddin’in adı yüzyıllar boyunca sevenlerince Alevi-Bektaşi toplumu tarafından yaşatılmıştır.
- Bu konudaki ciddi bir çalışma şudur: Michel Balivet, Şeyh Bedreddin, Tasavvuf ve İsyan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000.
Ayrıca onun kutlu yolundan giden, kendilerine onu bir inanç öncüsü olarak kabul eden bir Alevi-Bektaşi topluluğu da vardır. Bedreddin’e bağlanan bu inanç başta Seres olmak üzere Rumeli’de adına yapılan dergah çevresinden başlayarak göçlerle Türkiye Trakyası’na gelen mensuplarınca yaşatılmıştır ve yaşatılmaya devam etmektedir. Bu konuda kendileriyle söyleşiler yaptığımız taliplerince “Büyük Sultan” olarak da tanımlanan “Gülşeni” kolundan dedeler (babalar) halen onun anısını yaşatmaktadırlar.
Aynı akşam sınırdaki işlemlerin yapılmasından sonra İstanbul’a hareket edildi. Yolcularımız sağ salim evlerine ulaştırıldılar.
Tuna’ya Şiirler:
Tuna’dan çok etkileniyorum. Ben de bir kaç şiir denemesi yazıyorum.
Tuna’ya Bakıyorum
Oyun oynayan çocukların
Kaybolan zamanlarından
Rüzgarların yıkadığı altın başaklardan
Türkü söyleyen martıların kanatlarından
Tuna’ya bakıyorum
Ahir zaman gemilerinin yelkenlerinden
Viyana’dan, Silistre’den, Tutrakan’dan
Ihlamur ağaçlarının kokularından
Tuna’ya bakıyorum
Ateşle yakılan Evengalistlerin feryatlarından
Demir Baba, Hüseyin Baba, Yunus Abdal
Sarı Saltuk, Şeyh Bedreddin, Odman Baba
Akyazılı Sultan, Ali Koç Baba’nın kutlu nefeslerinden
Tuna’ya bakıyorum.
Tuna’ya Özlem
Düşlerime girer zaman zaman Mavi Tuna
Uykularımı böler en tatlı saatlerinde
Direkleri upuzun, kürekleri yağlı gemiler
Alıyla, yeşiliyle elleri kınalı bir gelin gider Tuna’dan
Tuna’ya özlem anlatılamaz ancak yaşanır
Bir Arap atının sekişi, ayçiçeklerinin gülüşüdür
Bir kimsesizin hayata feryadının
Zifiri karanlıklar içinde uğultulu akışıdır Tuna’nın
Razgart’ı, Dulovo’sı, Kubrat’ı, Alvanları
Çok uzaklardan da olsa işitir sesini Tuna’nın
Yaklaştıkça dayanılmaz olur özlemi kavuşmanın
Nazlı yare sarılmak gibidir ulaşmak Tuna’ya
Eski çağ tanrısı Apollon’un gözleri gibi mahzun
Mahzun bakar adama Tuna
Martı kuşlarının gagasındaki balık olur
Hayat verir tüm yüreği yanıklara Tuna
Tuna
En mutlu olduğum günlerden bir gün
Üstümde kucak kucak bulutlarla
Tuna’ya varacağım
Mavi meşe ağaçları altından
Ne nilüfer, ne orkideler olan
Bir kıyısına gidip
Hıçkıra hıçkıra ağlayacağım
Bıkıp usanmadan
Gönül köşkümde bir ana sevgisi
Hatıralarımda vefasız bir yar yarası
Yeşil gözlü bir oğlan çocuğu özlemi
Bayrak bayrak bir sevgi Yurdumdan
Kulaklarımda Mahzuni ve Bach
Kara bahtıma bakıp bakıp
Dalacağım dalacağım derinlerine Tuna’nın
Bir kez bile arkama bakmadan
Ayhan Aydın
3 Temmuz 2010, Cumartesi, Etiler-Kocasinan