Makedonya ve Arnavutluk Gezisi IV. Bölüm 2016

Makedonya ve Arnavutluk Gezisi
Makedonya Harabati Baba Tekkesi Ziyareti
20 Mart- 8 Nisan 2016 (IV. Bölüm)
 
Ayhan Aydın
 
Abdülmüttalip Bekiri ile peş peşe söyleşiler yapıyorum. Sonrasında ise bunları düzenleyip Youtoup’ta yayınlıyorum. Her bir söyleşinin arkasına fotoğraflar ekliyorum, bunları deyişler eşliğinde yayınlıyorum. Bunlar çok ilgi uyandırıyor. Derviş ve Dergahımıza her şey helaldir, ne yapsak azdır. Bu bir görev ve hizmettir. Bunları ölene kadar yapacağım… Hakk ölümün de hayırlısını versin… Kamera kayıtlarının dışında da Abdülmüttalip Bekiri’den bilgiler alıp kaydediyorum. Aslında Derviş’in Bektaşilik’le ilgili karanlıkta kalmış bir çok konuyu bildiğin şimdi daha iyi anlıyorum.
 
29 Mart Salı
Sabah konuklar gelir diye çok erken Derviş’le söyleşimizin üçüncü bölümünü yapıyoruz.
Derken konuklar akın etmeye başlıyorlar: Belçika’dan, Hollanda’dan ayrıca yine Belçika’dan Kanatlar Köylü bir Türk aile türbeyi ziyaret ediyorlar.
Derviş’e şaşıp kalıyorum. Ağzım açık kalıyor daha doğrusu. Lisede öğrendiği Fransızca’yla hem Belçikalılara, hem de Hallandalılara derdini anlatıyor… Ben ki lisede Fransızca okumuş, bir de İstanbul’da Fransız Kültür Merkezi’ne gitmiştim, farkı gördüm. Biz koyun sürüsü yerine koyulan Türkler, Türkiye’de eğitim filan almıyoruz, ezbere yaşayıp gidiyoruz ve de çoğumuz doğduğumuz gibi yine hep ezbere ölüyoruz.
 
Habil Alkanat
Makedonya Kanatlar Köyü’nden. Konuya çok duyarlı. İki dernekleri varmış. Hem Belçika’da da kültürlerini yaşatıyorlarmış. İstanbul’da Kanatlar Köyü’nün varlığını hissettiriyorlarmış.
Belçika’da Gent Kenti’nda yaşamlarını sürdürüyorlar. Kendisi ailesiyle türbeyi ziyaret etti. Çok büyük bir içtenlikle, Bektaşiliğin yaşaması konusunda çabalamak gerektiğini söyledi. İnsanların duyarsızlığından yakındı.  Türkiye’de yerlerinin olduğunu hem Makedonya’ya, hem de Türkiye’ye gittiklerini söylüyor.
Oğlu Kaya Alkanat’la da sohbet ediyoruz. Bektaşilik’le ilgili çalışmaları çok takdir ettiklerini, bu gelenekle bağlarını koparmadıklarını, gelenekleri yaşattıklarını söylüyor. Bayrampaşa’da da Kanatlar Köyü’nün varlığını köy derneğinin yaşattığını belirtiyor.
 
 
30 Mart Çarşamba
Bugün iş günü. Hava çok soğuk olduğu için ben içerdeki yeni yapılan bölüme geçiyorum. Orada odun sobası daha doğrusu görülmeye değer bir camlı soba var. Kışın önüne geçip yanan odunları ve çıtırdılarını işiteceksin! Şimdi bu sobanın odunlarını tedarik etmek lazım. Yok; öyle eski zaman dervişleri gibi çok uzaklara, dağlara taşlara gitmeyeceğim... Bu ulu dergahın dört büyük kapısı vardır. Bir kapısı da dağa doğru açılıyor. Buralar hep ağaçlıkmış, şimdilerde zamanın getirisiyle insanlar dergahın çok kıymetli arazilerini işgal ettikleri gibi, bir zamanlar dergahın vakıf arazileri olan ormanını da yok etmişler, araziler hep başkalarının eline geçmiş.
Hazır odunlar var ama öyle kolay değil, eskisi gibi olmasa da biraz dervişlik yapmak, odun kırmak lazım. Öyle az buz değil, sanki iliklerim kemiklerim titriyor, o yüzden çok odun kırmalıyım ki, onu gece boyunca yakayım, üşütmeyeyim. Epey ter dökerek kendi yakacağım odunları hazırlıyorum. Bu böyle iki hafta sürüyor. Sonra mı? İşte yaşamın sırları… Ben Sırgan (ısırgan) otundan yapılan çorbayı çok severim. Hem de bayılırım. Nerede benim anacağım, Çeşminaz ablam ki, bana burada çorba yapsınlar…Hay hayret gözlemciliğim var, elime de güvenirim… Böyle taptaze ısırganları nerede bulacağım bir daha? Onları bir güzel topladım, bol suyla yıkadım… Sonra dünyanın en kolay işini yaptım, onları ezerek pişirdim, daha doğrusu kaynattım. Buradakiler bunu sevmiyorlar, daha doğrusu bunu ancak hamur işlerinde kullanıyorlarmış. Ben iki kez pişirdim, dört - beş kez yedim. Ne ala.
Ama bunanla yetinmedim. Elden geldiğince yemekleri, gelen tüm konukların çay ve kahvelerini de ben yaptım. Üstelik hiç yüksünmediğim haliyle tüm bulaşıkları da ben yıkadım. İşte dostlar tam iki hafta böyle bir hizmetim oldu, en azından yük olmadım dergaha, Dervişe… Temizlik yaptım, gelen tüm Türk konuklara burası hakkında bilgi verdim. Artık Derviş beni bırakmıyor… Ciddi ciddi sen gel burada kal, derviş ol, sen yeterki burada ol, diyor. Can şenliği arıyor insanoğlu… Gerçekten de burada yaşasam ne gam! Neyi arıyorum ki, yaşam bu, hizmet bu, hayat bu… Yeryüzünde insan mutlu olduğu yerde yaşamalı, mutlu olduğu işi yapmalı, üstelik bir de bir işe yaramalı… Derviş; senin yaptığın da en büyük dervişlik, diyor…
Gerçekten de, İstanbul’da bir sürü itin köpeğin tasasını çekmek istemiyorsan, derdini kimseye anlatamıyorsan, git bir ulu dergaha-ocağa hizmet et!
Ah bir emekli olsam… Nasıl yaşayacağımı ben bilirim…
Dergah bir anda çocuk sesleriyle çınlıyor. Birçok kez tanık olduğum gibi  okul çocukları dergahın bahçesini dolduruyorlar. Neşe saçan sesleri beni sevinçten sevince sürüklüyor… Bir Bektaşi Dergahı’nda buraları ziyaret etmek isteyen, burada piknik yapmak isteyen çocuklar… Ne ala…
Bunun dışında ise iki çocuğun anne ve babasının profesyönel bir fotoğafraçıya çekim yaptırdıklarını görüyorum. Yarabbi, kara mollaların buraları karartırken, çocukların aydınlığı sarıyor her tarafı.
On yıl önce çok karamsar bir şiir yazmıştım, burada… Yahu şimdi ise aksi giden her şeye rağmen bir mutluluk var yüreğimde… Herhalde bazı baskılardan kurtulup özgürce burada geziyor olmamdandır bu..
 
Zaten Türbeye gelenlerin tümünü yazmak çok zor olur. Ama Eskişehir’den Harabati Baba Dergahına sevdalı olarak gelen Faruk Oktaş ile arkadaşı Servet Bilgin ile sohbetimiz oluyor. Kanatlar Köyü’nden Coşkun Recepoğlu ve yine Gazeteci Enver Taşkın’la Almanya’dan gelen bir gurup gazeteci ve sivil toplum kuruluşu temsilcileriyle saatler süren sohbetler ediyoruz.
 
31 Mart Perşembe
Hava olağüstü bir şekilde ısındı. Günlük işler devam ediyor.
Derken bir Sünni Arnavut gelip Derviş’ten el aman diliyor. Uzun süre kalıyor, kendisine kahve yapıyorum. Derviş onunla çok insanca ilgileniyor. Meğer ki onun derdi de benimki gibiymiş, o  ise hiç uyuyamıyormuş. Gitmediği doktor kalmamış, bir de bu ulu dergahta bir dervişten hayır dua almak için gelmiş. Burada epey kaldı, buranın havasını soludu. İnanç, kültür, gelenek… Dünyanın her yerinde yaşayan şeyler… Uzaktan koyunların boyunlarındaki kelek dediklerinin sesi duyuluyor. Nadime telefonla bizleri aradı, hal hatır ettik. Rahmetli Tahir Emini Baba’nın kardeşinin eşi ve benim de çok çok sevdiğim, Türkçe konuşan Nadire Teyzeyle uzun sohbetler ettik.
Yeni yapının kapılarını sağlamlaştırdı, marangozlar. Ben ise yüklendim bir canla büyük bir kapıyı götürüp getirdim, şehre. Ha şöyle Ayhan işe yaradıkça yara… Sonrasında marangoza bir güzel (!) kahve yaptım. Sanki daha önce çok kahve yapmışım ki… Ama neyse kahve mi kahve işte, kırk yıllık hatırı vardır ama hepsinin tadının aynı olması gerekmez…
 
1 Nisan Cuma
Sabah Derviş, Tetova’da bulunan Avrupa Üniversitesi”nden bir gurup öğrenciye Bektaşilik ve Harabati Baba Dergahı hakkında bilgi verdi.
Yine dergahın müdavimlerini andık ve bugün onları ziyaret ettik Dervişle: Cezayir Selimi’nin eşi hizmet ehli Emriye Selimi ve her daim dergahı yalnız bırakmayan yaşlı teyzemiz Emine Saiti’yi, Derviş’in eşi Mufka ve ameliyat olan oğlu Muharrem’i gidip mekanlarında gördük, sohbet ettik. Böyle bir candanlık, böyle bir sohbet, böyle bir insanlık… İşte yaşayan Bektaşilik diyorum, ben buna.
Öğlenden sonra hava kapandı. Bir karı koca geldiler. Baba olmadığı için Derviş’ten hayır dua alıp “baş okuttular”. Bir lokma aldılar, dua edildi. Çok özverili bir şekilde çalışıp, her daim dergahı yalnız bırakmayan, gönüllü hizmet eden Selviye Vehap dergahta büyük bir temizlik yaptı, ben de ona olduğunca yardımcı oldum.  Dergahın müdavimlerinden Selam Beqiri bir gurup arkadaşıyla gelip, sohbet ettiler.
 
2 Nisan Cumartesi
Ambarevi’nde büyük temizlik günü. Her tarafımdan ter akıncaya kadar bu yapıyı temizledim. Ellerime sağlık. Mis gibi oldu.
Derviş yaratıcı bir kişi. İşlerin görülmesi için kimi zaman güler yüzle, kimi zaman ricayla, kimi zaman masum bir ifadeyle, bazen de hafif kızarak velhasıl binbir yolu deneyip, işlerin yürümesi için canla başla çabalıyor. Çünkü para yok, adam yok, olanak yok. Ne yapsın adam, yapayalnız… Neyse ucuza bir Arnavut çiftci ayarladı. Arka bahçedeki tüm ağaçların budanması lazım, bunu da herkes yapamaz. Gitti pazardan bir ağaç makası aldı. Yaşlı adam geldi… İşe başladı, bir gün gitti, bir başka gün kayboldu. Neyse sonra tekrar geldi. Yaptığım yemekleri yemedi, meğer az yemek yiyormuş. Çay, kahve, meşrubat, ayran… Ne varsa ikramı yaptık ki, işi güzel yapsın. Neyse işini iki üç gün içinde yaptı, yaşlı Arnavut çiftci. Hele de mis gibi yaptığım Ambaraevi’nde düzelttiğimiz bir yatak da yattı… Hava serin olmasına rağmen, çok güzel dedi, çok rahat uyumuş… Ben soba karşısında donuyorum, o ise her tarafı açık bir yerde yattı!
 
3 Nisan Pazar
Emine Hala kızları ve torunlarıyla çıka geldi, kısa bir muhabbet oldu. Nadire Emini de geldi. Ferizan da geldi bugün.  O ise dertlerin dermanı. O olmazsa bazı işler aksıyor, elektirik vs. işleri o yapıyor. Onun varlığı da yetiyor. Çünkü çat pat Türkçe’siyle de benimle anlaşabiliyor. Buna da şükür, biz bu eğitimle hiçbir şey bilmiyoruz ya! Arnavut çiftçiyle işleri yoluna koymaya başladılar. Bu arada Ankara’dan bir turist gurup geldi, onlara ayrıntılı bilgiler aktardım. Çoğu bundan bayağı etkilendi.
Bu arada Dergahta’ki tamirat işleri için Bakırköy Belediyesi’nin görevlendirdiği  aslında film yönetmeni olan Ziya Plava ile tanıştık. Elvada Rumeli dizisinde görev almış, buraları çok iyi biliyormuş. Ama buradaki tamir işleri de hayli uzadığı için eleştiriliyor. Bektaşi araştırmacı Arnavutluk Tiran’da yaşayan Avni Lala ve Karadağ’dan Behlül Kanaçi ile tanıştık.
Hangi gündü şimdi tam bilmiyorum. Bir akşam üstü de Ankara Keçiören Belediye başkanı kalabalık bir ekiple çıka geldi. Bizleri epey dinledi, sohbet etti. Bir saatten uzun süre kaldı.
Başka günler ise Türkiye’den birçok turist kafilesi, araştırmacı, öğrenci, yalnız gezen, iki üç arkadaş olarak guruplar her gün Dergahı ziyaret ettiler.
 
4 Nisan 2016
Arnavutluk – Tiran
 
“Mevlüt” ve Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nde “Sünni Namaz”!
Dün gece geç vakit Abdülmüttalip Bekiri ile Tetova’dan yola çıktık. Hacı Dedebaba Reşat Bardi’nin Hakk’a yürüyüşü ile ilgili bir “mevlüt” var. Bizler de buna katılıp, burayla ilgili bilgilerimizi, gözlemlerimiz tazeleyip, yeni insanlarla tanışacağız. Sabah 05.00’de Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’ne vardık. Biraz dinlendik.
 
Yazmasam Olmuyor…
Bunları yazmasam olmuyor… Ben gerçekçi bir insanım… Bir de iyi kötü bir gazeteci kimliğim var… Aslında benim tüm amacım tarihe de bir not düşmek. Öyle büyük bir gazeteci olma özlemlerim zaten hiç yoktu. Ama her zaman yine de yazılarım, fotoğraflarım, söyleşilerim önemsensin isterdim, isterim. Normali da budur. İnsan bazen çelişkiler içinde kalır. Ama sağ duyusu ona doğru yolu gösterir.
Bugün yaşadıklarıma açıkcası inanamadım. Yazıp yazmama konusunda da bir ikilemde kalmadım değil.
25 yıldır, hadi diyelim 20 yıldır işin tam içinde olan, geleneği az çok bilen, okuyan birisi olarak şu şaşkınlığımı dile getirmek zorundayım. Ben zaten kendimi hep Alevi-Bektaşi kimliğinde birisi olarak dile getirdim. Öyleyim de, gerçeği de bu. Bu toplumun içinden gelen birisi olarak yaşadıklarımda bana çok doğal gelen ve gelmeyen yönler de oldu. Yeri geldi kimi Çelebi görünümlü, aslında ilgisi yokken Ulusoy ismini taşıyanları eleştirdim, kimi zaman dede görünümlü dede taslaklarını, kimi kurum başkanlarını, yazarları, ozanları, her şeyde önce kendimi vs eleştirdim… Ama bunun istisnası elbette Bektaşiler de olmayacak, olmayacaktı. Balkanlar benim sevdam olsa da, bundan elbet onlar da nasibini alacaklar!
Efendim ben bugün şok oldum, desem yalan olmaz. Şimdi Tiran’da, dünyanın dört bir tarafından toplanan paralarla yapılmış çok büyük bir bina var, Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nde, ismi Odeon. Devasa bir yapı; büyük mermer sütünlar, kubbesi, camlarıyla görülmeye değer bir bina. Ama bu bina artık hangi mimara niçin, ne amaçla projesi çizdirilerek yaptırıldıysa, gerçekten de hem camiden, hem kiliseden benzeşme görüntüsü verecek netlikte alıntıları olan, bir Bektaşi mabedi!
Buraya Meydanevi desen değil, dergah, tekke görünümünde desen hiç değil!
Ne diyesin ki, gerisini de gören başkaları söylesin.
Bugün; Balkanlar’dan Kosova’dan bilmem nereden ne kadar Sünni ulema varsa davet edilmiş Hacı Reşat Bardi’nin Mevlüdüne.
Bunlar da güzel…
İran başkonsolosunun olması, Diyanet İşleri Başkan yardımcısı ve yetkilisinin olması da amenna, çok keskin hocaların olması da olabilir hani, bu bir mevlüttür, davettir, “seneyi devriyesidir”,  insanlar davet edilirler. Hele de buranın yapımına epey yardımları olmuşsa! Bu kurumları zaten davet edersiniz.
Ama beklerim ki: burada kısa da olsa bir Bektaşi erkanı, çok büyük  herhangi bir camide olamayacak kadar büyük bir mihrap karşsında da olsa, yürüsün…
Nefesler söylensin…
Pir Hünkar Hacı Bektaş Veli’nin adının geçtiği de dualar edilsin…
Ne gezer… Ne gezer… Ne gezer…
Bir kısmını da tanıdığım ve tüm Arnavutluk’taki (çok hasta olup  yürüyemediği için, bir baba dışında) tüm babalar, dervişler burada. Hatta Kosova’dan Mümin Lama Baba’nın dışında, işte Makedonya’dan Harabati Baba Tekkesi’nden biz buradayız. Hatta ve hatta işte efendim Türkiye’den bu işlere gönül vermiş, Hüseyin Başar Baba’nın dervişi Mahmut Aydın ve onunla diyaloğu olan ve Bektaşiliği Bosna Hersek’te yeniden canlandırmak isteyen; Ali Armin Alikalfic, Semir Pintul da gelmişler… Üstelik hemen her tarikatın şeyhi, dervişi, temsilcisi de oradalar… Arnavutluk’tan devletten de gelen temsilciler var…  Eeee ne oldu dersiniz?
En önde Sünni mollalar, arkada bizim yaşlı başlı babalar, dervişler… Buyurun cenaze namazına dercesine iki rekat Sünni namazı kıldılar!
Şimdi diyeceksiniz ki, Sünni namazı ne, zaten namaz namazdır… Yok, öyle değil, Şiilerinkinde de farklılık var zaten o da farklı. Ama bizim Bektaşiler hep “namaz, namaz” derler… Halbuki “namaz” dedikleri, bazılarının  “akşam kılması” dedikleri kesinlikle bildiğimiz namaz şeklinde olmayan, Bektaşilere özgü, Alevi erkanına da çok yakın olduğunu bildiğimiz niyaz etmek şeklindeki ibadettir.
500 yıl boyunca bazı Alevilerin (kendilerinde aslında olduğu gibi) meydana yani ibadete (ceme) kimseye almamalarından da dolayı, “bu Bektaşiler zaten Sünnilere yakın, namaz kılıyorlar” dedikleri olayı, ne hikmetse bazı Babalar çıkıp açıklama gereği duymadıkları için, ortam öyle olduğu için, her şey birbirinin içine girdiği için, böyle yerleşmiş gitmiş… Yani “namaz” lafı var. Ama bu laf sadece bir laf.. Gerçekten Bektaşiler ibadetlerinde, meydanlarında Sünniler gibi namaz kılmıyorlar. Bunu bir türlü anlatamadık birilerine. Bektaşiler ise hep suskun kaldılar bu konuda ne hikmetse! Açık açık bunları dile getirme gereği pek duymadılar.
Ben de bu işlerin içinde olduğum için elbet “biraz avukatlık” yapmalıyım. Yok öyle şey, demeliyim. Çünkü Pir Balım Sultan’a yapılan yanlışlıkların, söylenen hakaret dolu sözlerin haddi hududu yok. Bunlar yanlış şeyler. O da bir Alevi Bektaşi ulusu olarak, kimilerinin söyledikleri gibi bu yolu yozlaştırmamış, bu yola bir düzen getirmeye gayret etmiştir. Ne O Alevi Bektaşi Yolu’nun özünü yozlaştıracak bir düzen getirmiş, ne de Alevileri bölmüştür. Çünkü şu anda tüm imkanlar eldeyken, Alevi topluluğunun Sünni devlet, Diyanet elinden asimile olduk, laflarının yanında hiç kendilerine bakmadıklarını asıl asimilasyonu kendi kendilerine yaptıklarını, cemler konusunda olduğu gibi birçok konuda paramparça olup, bir ayara gelip bir “erkanname” bile yazamadıklarını çok net görüyoruz.
Demem o ki, kimseye hakaret etmeye, suçu bir kişiye ve kuruma atmanın bir manası yok, böyle bir yere varamayız. Olaya çok yönlü bakmalıyız, çok boyutlu görebilmeliyiz dünyayı, yaşananları, elbette Alevilik Bektaşilik konusunu ve bu konuda yaşananları da…
Ben yine demiyorum ki, tek tip cem olsun. Kesinlikli hayır! Yıllar yılı Cem Tv.’de, Cem Radyo’da bunun aksini savunduğum için Cem Vakfı’nda nasıl tecrit edildiğim konusuna da girmenin yeri değil şimdi. Ama en azından bir Bektaşi (Balım Sultan) Erkanı ortaya konulmuş, Balım Sultan tarafından. Biz o erkannameden Bektaşiliğin Babagan Kolu’nun inançtaki yol ve erkanları hakkında bilgi sahibi oluyoruz.
İşte şimdi efendim, Tiran’daki Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi tüm dünyadaki Babagan Bektaşilerinin en önemli temsil noktası olarak kendilerini görüp, Balım Sultan Erkanı’nı uyguladıklarını söylediklerine göre, olay bu açıdan çok önemli oluyor.
Peki; Balım Sultan Erkannamesi’nde böyle Sünni bir namaz var mı? Kesinlikle yok.  500 yıldan da önce yazılmış bu erkannem eldedir, burada böyle bir şey yok. Balım Sultan Hacı Bektaş Tekkesi’nde gidip ne ramazan orucu tutmuştur, ne de Sünni usulüne göre namaz filan kılmıştır. Böyle bir şey yok. Bu sene Hakk’a yürüyüşünün 500. Yıldönümü (1516 Hakk’a yürüyüşü) olan Balım Sultan’ın tüm yaptıkları ortadadır.  Hacı Bektaş Dergahı’daki, Tekkesi’ndeki (Ocağı)’ndaki camii, Bektaşi tekkelerinin kapatılmasından (1826) sonra, 1836 tarihinde yapılmıştır. Bu tarihen sabittir. Yoksa sayıları yüzlerle ifade edilen, Bektaşi tekke ve dergahlarında camii yoktur. Osmanlı yönetiminin Sünni yapısına rağmen buralarda camii yapılmamıştır.
O nedenlerle Tiran’da hiç alışık olmadığımız bir şekilde, hem de tüm dünya kamuoyu önünde, Bektaşi Erkanı uygulanmak yerine, Sünni erkanının uygulanması akıl tutulması gibi bir şeydir. Bu üzerinde çok durulması gereken bir husustur, çünkü tüm dünyanın gözü önünde, kameraların karşısında bu iş olmuştur. Peki niçin bu olmuştur? Bunu iyi irdelemek, araştırmak, çözümlemek gerekir.
Bu konuyu görüştüğüm kimi Bektaşi babaları da kem küm etmekten başka bir şey söylemediler…
Kardeşim; Alevi dedelerinin arasında nasıl birlik yoksa, Bektaşi babaları arasında da bu birliği bulmak mümkün değil velhasıl.
İmam Hüseyin’in verdiği davanın yolu olan Alevi –Bektaşi Yolu çıkarsız, hilesiz, riyasız, gösterişsiz nasıl yürüyecek?
Ya Hakk sen bize yardım et!
Yoksa hepimiz mi birden yozlaştık, bu güzel yolu kendi nefsimiz için…
Yok Sünniler, Yok Devlet, Yok Şiiler, Yok Devlet yozlaştırıyor bizi, diyerek bunların arkasına sığınıp kendi egolarımız, tatminsizliklerimiz, kararsızlıklarımız, ilkesizliklerimiz,  bir araya gelememe hastalığımız, yol ve erkan kurallarını bir tarafa attığımız, maddi manevi çıkar deryasına düşdüğümüz için gerçekte biz mi asimile ediyoruz, bu güzelim yolu?
Artık bunları konuşsak, aynada kendimize baksak, ilk önce iğneyi kendimize batırsak daha iyi olmaz mı, ey sevgili okur!
Mevlüt Odeon denen binanın dış kapısında başladı. Baba Mondi Hacı Reşat Bardi hakkında bir konuşma yaptı. Sonra içeri girilip Kuran okunup, namaz kılındı. Sonrasında insanlar bahçeye çıktılar. Birçoğu Arnavutluk’ta hizmet yürütmüş Dedebaların türbelerini ziyaret ettiler.
Birçok baba, derviş, aşık veya konuya ilgili insan bir araya gelip sohbet etme şansına eriştiler. Mevlüt nedeniyle insanlara ikramlarda bulunuldu. Reşat Bardi Dedebaba çok sevilen, sayılan bir insan olduğu için katılımcı sayısı da çok fazlaydı. Bektaşi Yolu’na bağlı canlar dışında, davet edilen misafirler ve meraklılar da bugün buradaydı.
 
Diyanet Balkanlar’da…
Türkiye’de dedeler, babalar, yazarlar, kurumlar birbirleriyle uğraşırken Türkiye Diyanet’i hiç boş durur mu? Zaten 1400 yıldır harıl harıl çalışmaları hiç aralanmadı ki, hiç bitmedi ki, yeryüzünde tek bir Alevi, Bektaşi, Şii velhasıl özlerinde gördükleri “gulat, rafizi imansızlar” (!) kalmayıncaya kadar çabaları hep devam edecek. Genetik olmuş artık bu yani DNA’larına girmiş bu hastalık.
Sözde Alevilere Bektaşilere hizmet de ediyormuş bu mümtaz kurum…
Her bir sözleri kalplerimizi kıran, bizlere hakaretlerle dolu, bizi yok sayan, çok daha yeni “cemevleri bizim kırmızı çizgimizdir” diyen zihniyetin Alevilere Bektaşilere hizmeti ne şekilde olabilir? Bunda bir samimiyet beklenebilir mi? Bunu daha çok Diyanetsevere sormak lazım!
Sadece Türkiye olsa yine iyi… Devletin tüm imkânlarını kullanarak yurtdışında da, dört nala çalışmalarına devam ediyor bu kurum. Balkanlar da buna dahil. Hem de nasıl dahil.
Gözleri ışıldıyor, onların da Balkanlar, deyince; buralar “Evladı Fatihan” yurdu ya! Daha da çok Sünniliği hak ediyor, bu topraklar…
Tek bir Bektaşi –Alevi ve hatta hoşgörülü olan hiçbir farklı tarikat ve tarikatın tek bir ferdi kalmayıncaya kadar yollarına devam edecekler, bunlar…
Kan emercesine, soluk soluğa verilen bir “iman kavgası” bunlarınki, sadece parayla pulla, devlet görevi olarak yapılan bir şey değil ha!
Çok büyük bir sevabı var, bir Kızılbaşı, bir Aleviyi, bir Baktaşi’yi Sünnileştirmenin; sonu mutlak cennettir hem vallahi, hem de billahi!…
O yüzden yemeden içmeden devam ediyorlar, yüzyılladır yaptıklarına; Sünnileştirme gayretlerine.
Ne de olsa maaş var, arabalar var, olanak var, imkan var… Devlet baba arkalarında…
Ha gayret badem bıyıklılar, ha gayret Muaviye soylular…
Aleviler Bektaşiler bu kadar ağzı açık ayran delisiyken, dedeler, babalar bu kadar boş işlerle uğraşırken, sizler bize Kuran’ı da, dinimizi de, Ehlibeyt’imizi de, hatta kendi inancamızı da daha iyi öğretirsiniz…
Ha gayret boş durmayın…
Zaten durmuyorsunuz..
Hatta Pir Hürkar Hacı Bektaş Veli’mizi de sizler bizlere çok iyi öğretirsiniz!
Hiç durmayın öyle, devam edin…
Mevlüt sonrası, namaz sonrası, kapıya çıkıyoruz ki, bir de ne görelim bazı görevliler bazı kitaplar dağıtıyorlar…
Türkiye’de sözde Alevi Bektaşi Klasiklerini, “biz ayrım yapmıyoruz, bakın işte yıllardır yapılmayanı da biz yaptık, Alevi Bektaşi Klasiklerini tercüme ettik, yayınladık işte, daha ne istiyorsunuz” dercesine kimi kitaplar yayınlayan Diyanet’in “Alevi Bektaşi Sevgisinin” tavan yaptığını gözlerimiz yaşararak nihayetinde buralarda görmek nasip oldu!
 Yüce Allah’ım sana şükürler olsun, bu ne sevgi böyle, yakamızı Balkanlar’da bile bırakmıyorlar!
 
“Veprat Klasike Te Alevinjve The Bektashinjve Makalat ve Veprat Klasike Te Alevinjve-Bektashinjve 1 Tefsiri i Fjales Bismil-lah” isimli iki kitap herkese dağıtılır.
Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı’nın TDV Yayın Matbaaclık Tic. İşletmesi Basımevi (mercekle okuyabildim) 2016’da Ankara’da 5000 adet bastırdığı bu iki eser halka dağıtılıyor…
Keşke her şey samimiyetle olsa, ne gezer…
Bu Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan Alevilere Bektaşiler hayırlı kapılar açılır mı? Hayır.
Oyunlar oynanmaya devam ediyor… Balkanlar da Türkiye’den ayrı değil…
Muhabbet ehline duyrulur…
 
Pir Sultan Abdal’ım doldum eksildim
Yemeden içmeden sudan kesildim
Şahımı çok sevdiğim için asıldım
Dost senin derdinden ben yana yana
 
Zeytinağaçları Altında Bir Yemek
Balkanlar’daki Bektaşiliği araştırdığı için yardımcı olmaya çalıştığım Kayseri Erciyes Üniversitesi’den Asistan Aziz Altı da, araştırmaları kapsamında buradaydı.
Sonrasında ise; Baba Mondi misafirleri Tiran kent merkezine yaklaşık 20 km. uzaklıkta zeytin ağaçları içindeki Nano Resort Blofoot isimli bir çiftlikte yemeğe götürdü.
Ceylanların, türlü kuşların da olduğu bu mesire yeri uyanan doğanın en güzel yansımasıydı. Arnavutluk gerçekten cennetten bir köşe. Çok güzel, gezilmesi gereken bir ülke, hem de çok ucuz, tüm Balkan ülkeleri gibi Türkiye’den de ucuz bir yer. Seyahatlerimden anlıyorum ki, Gümüşhane Şiran, Edirne, İzmir, Antalya veya Türkiye’nin herhangi bir noktasında, Türkiye’de hayat Balkalar ülkelerinden daha pahalı, meyve ve sebze cenneti dense de aynen, bunlar da daha pahalı!
Hüseyin Başar Baba sayesinde Cem Vakfı toplantılarına sürekli davet ettiğimiz Montenegro (Karadağ)’dan, Ulçin Kasabası’ndan Derviş İlirKurti’yle bir masada oturuyoruz. Türkçe bilmese de, tanışıklık başka bir şey! Her zaman bizleri orada beklediğini söylüyor. Ya kısmet, belki bir gün bir rehberle neden olmasın!
Tüm Tiran çevresi bir tarım alanı, dağlık tepelik olsa da sebze meyve yetiştiriliyor. İnsanlar evlerinin önünde inek, tavuk vs. yetiştiriyorlar. Buralar ve tüm Balkanlar yazın çok ama çok sıcak oluyormuş.
 
5 Nisan 2016 Salı
Elbasan, Kruya, Kamber Ali Dedebaba Muhabbeti
 
Derviş Abdülmüttalip Bekiri, Mahmut Aydın Derviş, Ali Armin Alikalfic, Semir Pintul ile birlikte yola çıkıyoruz.
Bir önceki bölümde bahsettiğimiz şekliyle böyle şeyler gerçekten oluyor. Mart ayında ziyaret ettiğimiz Elbasan’daki Tekkeyi bu seni ikinci kez ziyaret ediyoruz. Ama bu sefer kentin dışında bir boğazlık alanda, “Büyük Tekke” denen tarihi tekkeye de gidiyoruz. Burası da tüm Alevi Bektaşi inanç ve ibadet merkezleri gibi aşk yurdu bir yer… Doğanın içinde, türlü ağaçların çiçek açtığı, yerden otların fışkırdığı bu tepelik alanda birçok babanın türbesi var. Ayrıca Faik Salmanay Baba’nın akşamları aşağıdaki yeni yapılan tekke binasından gelip buradaki türbe yakınında bir küçük binada yattığını öğreniyoruz. Yani burası boş bırakılmıyor. Burada da küçük bir meydaevi var. İbadet edilebiliyor. Burayla ilgilenen temizlik ve diğer işlere bakan bir bekçisi de var. Her yer tertemiz, ışıl ışıl, karşı tepelerde çam ağaçlarıyla kaplı bir orman örtüsü görülüyor. Mahmut Derviş işte asıl tekke burası, yaz kış burada kalınır, diyor. Bizler de ziyaretlerimizi yerine getiriyoruz.
Çok hızla yol almalıyız çünkü Kruya’daki Sarı Saltuk makamını ziyaret ettikten sonra, daha önceki Dedebalardan Kamber Ali’nin Muhabbeti için tekrar Tiran Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nde olmamız geriyor.
 
Kruya, Sarı Saltuk Makamı
Kruya’ya doğru yol alıyoruz. Mahmut Aydın’la birlikte; Mevlevi Dedesi Hasan Çıkar’la söyleşi için giderken, Hüseyin Başar Baba’nın tanıdığı ve bu yazın Silivrikapı’da ziyaret ettiğmiz Kruya’lı bir aileden de orayı dinlemiştik. Aynı güzellikleri buraya taşımışlardı, aynı doğa sevgiyi, yurt sevgisi, yaşama aşkı ve Bektaşi usulü…
Bir dağın eteğinde kurulmuş kent Tiran’a çok yakın aslında. Ama belki Tiran kadar güzel. Sessiz, sakin bir turistlik belde olan Kruya’da aslında gezemesek de bir önemli kale sapasağlam ayakta halen…
Daha önce de, 2013’de ziyaret ettiğim bu makamı ikinci kez gezme şansına ulaşacağım… Ağır ağır dolana dolana bir dağı tırmanıyoruz araçla da olsa. Dağın yamacı eteğinden çok daha güzel. İnsanlar büyük bir mutluluk içinde görünüyorlar… Uzaktan deniz de görülüyor.. Koyunlar etrafta otluyorlar. Hediyelik bir şeyler satanlar var, az da olsa. Merdivenlerle Sarı Saltuk’un gelip sığındığı, belli bir süre yaşadığı veya ibadet etmekle meşgul olduğu söylenen bu küçük mağara şeklindeki yapı bende bazı çağrışımlar yapıyor… Gösterişli cemevleri, meydanevleri, yeni tekkeler inşa eden bu Alevi Bektaşi toplumuna biraz da mütevazılığı hatırlatması gerekiyor bu mekanın diyorum…
Derin bir yarıkta çerağların isiyle simsiyah duvarlar o duvarların önünde aydınlığa açılan tertemiz aydınlık kapıları açan çerağların ışıkları… Daha aşağıda ise her deva dağın içinden gelen kutsal bir su… Biz ordayken de hayli ziyaretçisi vardı…
Sonrasında 5 Nizan 1948’de Hakk’a yürümüş olan Kamber Ali Dedebaba’nın Muhabbeti’ne katılıyoruz.
 
Kamber Ali Dedebaba Muhabbeti
Mahmut Aydın ve diğer konuklar da bu muhabbete alınıyor. Bu muhabbete de öyle herkes alınmıyor. Kamber Ali Dedebaba’nın aile yakınları ve yoldaki bazı canlar muhabbete dahil ediliyor. Burada da dualar ediliyor, nefesler söyleniyor. Bir nefes söylemek bize de nasip oluyor…
Tüm bu çekimleri biraz da, karşılıklı güven ve uzun yıllardır bu işlerin içinde olmama borçluyum. Ben de tüm çekimlerin kopyalarını kendilerine veriyorum. Bu karşılıklı güven ortamının pekişmesi için gerekli bir şey.
 
6 Nisan 2016 Çarşamba
Derviş Abdülmüttalip’le Harabati Baba Dergahı’na bir an önce varmak için, Makendoya Tetova’ya gitmek için, 09.00’da “Kombi” diye isimlendirilen münibüse biniyoruz. Çok virajla, zorlu yollar aşıyoruz. 2 saat sonra sınır kapısına varıyoruz. Çok uzun bir arama-tarama faslı yaşıyoruz. Sınırlar burada çok mu çok sıkı. Her iki ülkede de büyük ekonomik sıkıntılar var. Karşılıklı olarak her iki ülke de, özellik de Makedonya devleti kaçak işçilerin ülkelerine girmesine izin vermiyor. Gençlerin en büyük kabusu işsizlik. O yüzden minübüsün içindeki çoğunluğu oluşturan gençler çok sıkı sorgudan sualden geçiriliyorlar. Nereye gittikleri, niye gittileri sıkı sıkıya soruluyor. Bir kısmı zorlanıyor cevap vermekte. Bir de tepeden tırmağa çok titiz bir aramadan geçiyor bizim Kombimiz… Didik didik ediliyor… Neyse bu dağ başında bir umut olan izin çıkıyor da, herkes bir derin nefes çekiyor… Gençlerden birisini Derviş tanıyor… Daha önce Harabati Baba Tekkesi’nde bir tamir işinde çalışmış.. Şimdi ise yine iş umuduyla yollara düşmüş… Bunlar Makedonya’da kaçak olarak yakalanınca ceza alıyorlarmış, sınır dışı ediliyorlarmış, Makedon devleti işi şimdi çok sıkı tutuyormuş. Çünkü kendi ülkesinde de çok işsizlik olduğu için, dışarıdan başka işsizler istemiyormuş…
Peki diyorum, Derviş bu gençler buralarda nasıl barınıyorlar?
Eee be Ayhancağın sen bilmiyor musun bunları, sanki Türkiye neyse burada tamamen aynıdır be canım, gurbet, gurbet, gurbet… Sen gurbet’in ne olduğunu bilirsin değil mi canım? Diyor..
Gurbet te aynı, fakirlik de aynı, canı çıkasıca işsizlik de aynı demek ki tüm dünyada!
Hey gibi tosbağa götlü dünya, zalim dünya, derlerdi… Öyle demek ki!..
 
Ve Balkanlar’daki Evim, Harabati Baba Tekkesi!...
Dünya tatlısı 75’lik Ferizan Amca bizleri karşılıyor, nerede kaldınız be!, diyor. 3 günde hayli iş yapmış…
Reşat Bardi Dedebaba’nın çok sevdiği, Gostivar’daki köyünde her türlü sebze yetiştiren Ferizan Derviş’in eli ayağı oluyor. Her derde koşuyor, tamir işlerinden anlıyor, bir nevi gönüllü dervişlik yapıyor. İnsanların duyarsızlığından, ilgisizliğinden yakınıyor…
 
7 Nisan 2016 Perşembe
Hemen Tekke’nin yanında bir Pazar kuruluyor… Ben de diyorum, bir iyice burayı gezeyim, gözlemleyeyim bakalım ne var, ne yok? Bu pazarda, hemen her pazarda olduğu gibi her türden meyve ve sebze bulmak mümkün… Ama Türkiye’deki pazarlarda olduğu gibi ne ararsan, bulabilirsin, burası aynı zamanda hırdavatçı dükkanı da, markette…
Günlük işleri yaptık, Derviş’le söyleşiler, çekimler sürdü… Akşamsa Derviş’in tanıdığı Ressam Reşat Ahmet’in Üsküp’deki resim sergisine katıldık. Bu tip geziler, ziyaretlere katılmak önemli. Çünkü Bektaşiliği, Tetova’da Harabati Baba Dergahı’nın olduğunu zaman zaman insanlara göstermek, hatırlatmak gerekir, sorunları dile getirilmesi çok yararlı olur… Derviş, derviş kıyafetiyle, boyuyla, sakalıyla görkemli görünüyor… İlgi odağı oluyor elbette… Bu tip gezilerde bizlere Derviş’in oğlu Deniz yardımcı oluyor. Dünya tatlısı Deniz aynı zamanda bir baba. Ailesini de geçindirmesi, onlarla ilgilenmesi gerekiyor. Aynı zamanda Dergah’a da çok duyarlı, çok yararlı bir delikanlı.
 
8 Nisan 2016 Cuma
Derviş’le söyleşiler devam ediyor… Bazen kamere çekimleri oluyor, bazen de yazılı notlar tutuyorum.
Derviş Abdülmüttlip Bekiri’den bu sefer bu Tekke’de hizmet yürütmüş babaların yaşamlarıyla ilgili bilgiler derliyorum…Daha önceki notları da toparlayıp bu söyleşiden elde ettiğim bazı bilgileri paylaşıyorum.
Sonrasında ise her zaman ki gibi gönlüm buruk bir şekilde ayrılıyorum bu ulu dergahtan, en kısa sürede geri gelmek üzere…
 
Dergah kitaplığında yirmiden fazla olan bir kitap ise dikkatimi çekiyor, fazla olduğu için yeni nüshasından bir tane Derviş bana hediye ediyor.
Şemsi Tebrizi ve Mevlana hakkında Farsça yazılmış bu eseri Kazım Bakali Baba tercüme etmiş.
  • Poezi te zgjadhura nega Divani i Shamsi Tebrizit. Perktheu: Baba Qazim Bakalli, Mevlana Xhelaledin Rumi, botimet ideart, Tirane (AL), 2007
Arnavutluk’tan Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nden yine resimli takvimler ve bir kitap hediye etmişlerdi. Burada basın yayın işleriyle ilgilenen ve çok mütevazi olduğu anlaşılan Sayın Nuri Çuni bu bazılı malzemeyi bana hediye etti.
  • Udhetime i Shpirtit Bektashian, Kryegjyshata Boterore Bektashiane, Mars, 2016.
Büyük boy, kuşe kağıda basılmış bu kitapta Arnavutluk’ta geçmişte yaşamış Dedebalar, Tekkelerin resimleri ve yeni yapılan ve Odeon denilen binanın resimleri var. Bir nevi tanıtma albümü.
 
Gözlem ve Sonuç…
Şu an için kısaca şunları söyleyebilirim, belki çok daha uzun bir yazı yazmak gerekir…
  • Bu geziyle de tekrar çok net bir şekilde gördüm ki, Alevi olsun Bektaşi olsun bu kutlu büyük yolun şimdi önünde bulunan bir kısım temsilcinin işinin gücünün gösteriş, çıkar ve türlü hesaplar olduğu bir gerçektir. Yola hizmet çoğunlukla ikinci önemdedir. Türkiye’de Alevileri Bektaşileri kullanıp makam- mevki olma sevdalıları, siyasi ve maddi ikbal elde etmek isteyen hokkazların işlerini layıkıyla yerine getirdikleri dairelerine daire, mevkilerine mevki kattıları bir gerçektir. Bunlar yüz karası şeylerdir. Ağızlardan düşürülmeyen Alevilik Bektaşilik aslında bunların gerçek amaçları için perde olarak kullandıkları, sömürdükleri, asimile ettikleri bir yapıdır. Alevilik Bektaşilik konusunda çok ciddi kalıcı çabalar 30 yılda görülememektedir.
  • Türkiye’deki bir kısım Bektaşiler olsun, Balkanlar’daki Bektaşiler olsun çoğunlukla Alevileri, Alevi dedelerini, dernek başkanlarını vs. çeşitli şekillerde suçlarken, çoğunun kendi gölgesinden korkan, insiyatif almak istemeyen, Aleviliği hadi bırakalım da Bektaşilik konusunda yaşanan sorunlara son derece duyarsız, hatta bunları dile getirmekten ürken, devleti eleştirmekten gözü korkmuş, Sünni ulema ne der, kafasında olan insanlar olduğunu büyük bir üzüntüyle gördüm.
  • Türkiye’de şu anda iki dedebaba var. Bu zaten küllüyen yanlış bir şey. Bu Bektaşilerin iç işidir, aman karıştırmayalım, büyütmeyelim, diyenler var. Hiç de öyle değil, dedelik kurumu, Alevi kurumları eleştirilecekse bu sorun da eleştirilecek, masaya yatırılacaktır. Sorunların giderilmesi için bir takım girişimlerde bulunulsada bunda hiçbir mesafe alınmadığı, her iki dedebaba ve onların yardımcılarının ha bre yeni yeni babalar, dervişler atadıkları, muhibi olmayan makam sahiplerinin arttığını büyük bir üzüntüyle gözlemledim.
Neyin yarışıdır bu Allah aşkına?
Bir Bektaşi babası bana “yahu benim yüz tane alacak kargam olacağına, bir tane bülbülüm olsun, o bana yeter” demişti. Mantık bu mantık. Bu mantıkla Bektaşilik yol alabilir mi yahu? Küçüldükçe küçülüp yok olmak? Bu akıl işi mi?
Dedeler eleştirilir durulur, her dedenin çocuğu dede oluyor, bu olur mu, deniliyor, şimdi maalesef Bektaşiler de Alevilerin durumuna geldi. Her gün bir baba atanıyor, bunlara yetişmek mümkün olmuyor, bu neyin yarışıdır erenler?
Konumuz gereği gelelim sadete; yine iyi kötü yerden yere vursam da bakıyorum Alevi Dedeleri, Alevi Kurum ve Kuruluşları Bektaşilerden çok daha fazla Harabati Baba Dergahı’ndaki işgalle, yangınla, yağmayla ilgileniyor, tepki gösteriyorlar…
Nerede Türkiye’deki Bektaşiler, Bektaşi babaları, otoriteler, yazarlar-çizerler?
Neden onlardan bir ses çıkmıyor?
Bu mu Bektaşilik?
Evet demek ki şimdiki anlayış bu maalesef.
Bektaşi ileri gelenlerine bu işgali, bununla ilglii neler yapılması gerektiğini sorduğumda “Evladım bunlar siyasi şeyler, bunlara sabretmek lazım” türündan saçma sapan yanıtlar veriyorlar… Gelmiş adam seni yok ediyor, kesiyor, bunlara sabretmek lazım? Öyle mi?
Sadece bu mu?
Tüm Balkanlar’daki Bektaşi Babalarının çoğunun da aynı duyarsızlıkta, aynı vurdumduymazlıkta olduklarını derin bir üzüntüyle keşfettim.
Balkalar’daki hangi Tekke, hangi baba Harabati Baba Dergahı’ndaki zulme, işgale, barbarlığa yeterli tepkiyi vermiştir?
Hangi babalar dayanışma için Tekke’ye gitmişlerdir, Tekke’nin yanında olduklarını göstermişlerdir?
Bektaşilik yemek, içmek, muhabbet işimi midir sadece erenler?
Balkanlar’daki Bektaşiler de gerçek bir birlik olsa zaten bu işgal belki bu aşamaya gelmez, bu def edilirdi.
Türkiye’deki Bektaşiler Balkanlar’dakini tanımazlar… Balkanlar Türkiye’dekileri tanımazlar… Her gün bir baba atama yarışı… Hani kamillik, yol, erkan kuralları? Nerede kaldı tüm bunlar?
Yola nasıl gidilir erenler?
Yola birlikte gidilmez mi?
Yol cümleden ulu değil midir?
Nedir bu senlik, benlik davası…
Sadece Alevilik Bektaşilik adına bir garip gezgin olarak sizlere yazıklar olsun, diyorum.
Hünkar, Yolu sürmeyen, gösteriş içinde olan, dansöz gibi kıvartan, yola ihanet edenlerin hakkından gele…
Gün birlik günüdür…
Yüzyıllardır Pir Hünkar Hacı Bektaş Veli’yi demek ki hiç anlamamışız…
O ulu eren de şimdi çok daha iyi anlıyorum ki, ne Sünnilerden, ne başkalarından çekmiştir; yine bizim insanımızdan, bunların dedikodularından, iş bilmez, yola gelmez, benlik deryasında yüzen bencil, ham ervahtan çekmiştir…
Hünkar’ın aşkıyla…
Muhabbetler daim olsun…
Gönüller kırılsa da, yol kalmasın…
Yarınler sonra bizden hesap sorarlar…
Bu yolu gençlerimize, çocuklarımıza erenlerden aldığımız gibi aydınlık bir yol olarak çok güzel bırakmalıyız…
Aşk ola…
 
 
(Serçeşme Dergisi, Ağustos 2016, Sayı: 32, Sayfa: 34-41)
(Yazının Bir Bölümünü koymamıştım..)
 
(Bu gezinin gerçekleşmesine katkı sunan İş Adamı Adem Dağıdır ve Veli Dedemizin oğlu Hasan Akkol’a şükranlarımla)
(Yazıyla ilgili yüzlerce fotoğraf facebook sayfamda, Albümler bölümündedir.)
 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile