Türkiye'de Bir Gezi, Nevşehir - Hacı Bektaş, 2015
Katıldığım Son Etkinlikler ve Gezilerim (7 - 27 Ekim 2015)
TÜRKİYE (HACI BEKTAŞ), KOSOVA VE ARNAVUTLUK
(Türkiye Bölümü, Diğer Bölüm, Balkanlar Bölümünde Yayınlandı.)
Ayhan Aydın
Sevgili Dostlar;
20 günlük uzun ve yorucu bir dizi etkinlik ve gezi programı sonrası bugün İstanbul’a döndüm.
08-10 Ekim 2015 tarihleri arasında Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi’nin düzenlediği; “2. Uluslar arası Hacı Bektaş Veli Hoşgörü ve Barış Sempozyumu”na konuşmacı olarak katıldım.
10-12 Ekim 2015 tarihleri arasında Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’nin misafiri olarak Hacı Bektaş’a gittim. Orada bir takım ziyaretlerim ve yaşayan kadın halk ozanımız Mah Turna’yla söyleşim vardı.
12-16 Ekim 2015 tarihleri arasında ise Balkanlar’da erenlerin izinde bir gezi ve bir sempozyuma katıldım. 14-16 Ekim 2015 tarihleri arasında BAL-TAM (Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi) ve Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’nin ortaklaşa düzenledikleri; “Balkanlarda Bektaşilik ve Bektaşi Edebiyatı Sempozyumu”nda, Balkanlar’da gerçekleştirdiğim 15 yıllık gezilerimin notlarını bir bildiri halinde dinleyenlerle paylaştım.
Sempozyum sonrası; 5 gün Kosova’da, 5 gün ise Arnavutluk’ta Alevililik- Bektaşilik araştırma gezisinden sonra, epeyce yorgun, ama bol malzeme ve bilgiyle Türkiye’ye döndüm.
Son etkinliklerde bana yardımcı olan çok sevgili dostum, son dönemin en genç ve üretken, ciddi çalışmalara imza atan akademisyenlerinden Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal’a, Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği Başkanı Sayın Mustafa Özcivan ve çok değerli eşine, Kosova Prizren’de beni ağırlayan Nafiz Rekasatı’ya, Şair- Gazeteci Zeynel Bektaç’a, Gjakova’da Rahmetli Ali Naki Horasani’nin ev halkına özellikle oğlu Hasan Ali’ye; Arnavutluk Tiran’da Dünya Bektaşiler Birliği Merkezi’nden Dedebaba Edmond Brahimaj (Baba Mondi)’ye ve onun yardımcısı pozisyonundan olan Hisen Süleymani’ye içten teşekkürlerimi sunarım.
Sevgili dostlar;
25 yıldır, öğrenciliğimden beri, Alevilik Bektaşilik araştırmalarının içindeyim. Yirmi yıla yakın bir süre konuyla ilgili yaptığım çalışmalarımı, çalıştığım Cem Vakfı da dâhil olmak üzere, herhangi bir kurumun ciddi desteği olmadan, kendi özgüvenimden ve mücadeleci kişiliğimden, kendi kendime verdiğim görev ve belirlediğim hedefler doğrultusundaki faaliyetlerimden, yılmadan yürüdüğüm aşk dolu Alevi Bektaşi Yolu’nun öğretilerinden aldığım ilhamla, dostlarımın, kendini bu yola adamış insanların desteğiyle sürdürdüm.
Benim gerçekleştirmek istediğim en büyük hedeflerimden birisi; “Sözlü Kültür Ürünlerinin Yazılı Hale Getirilmesi – Sözlü’den Yazılıya Geleneği Yaşatanlar – 1000 Yazılı Söyleşi” projesidir; Alevi- Bektaşi toplumunun önder simalarıyla sözlü tarih çalışması ekseninde bilgilerin derlenmesi çalışması yani.
Ayrıca; tüm dünyadaki Alevi Bektaşi yerleşim yerleri, tekke, türbe, dergâh, ocak mekânlarının gözlemlenmesi, dernek ve vakıflarla ilgili bilgilerin derlenmesi, bunların kayıt altına alınması çalışmaları…
Bunlar başlı başına Erenleri Yolu’nda büyük projelerdir. Bugüne kadar bunların sağlıklı yürümesi için hiçbir kişi ve kurum bana ciddi bir destek vermemiştir. Ne sırtımı dayadığım devlet kurumları, ne sivil toplum kuruluşları, ne ciddi sponsor kurumları ne de iş adamları vardı.
Tüm bu çalışmalar gerçekten yoktan var etme gibi insanüstü gayretlerim, iyi niyetli kimi dostların, kurum ve kuruluşların şu veya bu şekilde, anlamı büyük, “imece” usulü yaptıkları mütevazı katkılarla gerçekleşmektedir.
Bana kapılarını sonuna kadar açan, yediren, içiren, barındıran, kendi imkânlarıyla gezdiren Anadolu ve Balkanlar'ın ve oralardan Avrupa'ya gitmiş can insanların katkılarıyla bu çalışmalar sonuca ulaştı... Onların yaptıklarının maddi bakımdan bir karşılığı olamaz. Çünkü onlar olmazsa bu çalışmalar da olmazdı. Onların tümüne minnettarım. Onların tümüne minnettarım. Bizler de; gerçekten eski dedelerin, babaların, devişlerin, âşıkların yolundan giderek, onların yaşadıkları sorunların benzerlerini yaşarak, gittiğimiz her evi kendi evimiz belledik. Her birisini, anamız, babamız, bacımız, kardeşimiz olarak gördük; sevdik, sevildik, bugüne öyle geldik… Hakk bu güzelliklerden bizleri ayırmasın, ölene kadar daim eylesin…
Bu seneki kültürel çalışmalarıma ve gezilerime maddi katkıda bulunan şu dostlarıma şükranlarımı sunuyorum. Mansur Yalçın, Şah Hüseyin Şahin, Hüseyin Çılga, Dursun Gümüşoğlu, Ümit Kuşbakan, Hıdır Elmas, Av. Hasan Gülşan, Prof. Dr. Ahmet Taşgın, İsmail Ilgın, Kutay Akın, Remzi Akbulut, Hüseyin Altun, Kazım Akşahin, Gülfer Ceylan, Kamil Baysal, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal, Şükrü Aydın, İlker Günel, Mehmet Çiçekverdi, Muharrem Günel, Hüseyin Gazi Dergâhı- Gülağ Öz, Mahmut Erik Aydın Derviş, Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü - Gülizar Cengiz. (Kültürel Çalışmalar ve geziler için toplam 4 bin Türk Lirası toplanmıştır. Unutulan dost olmuşsa özür diliyorum.)
Son gezimde hedeflediğim; Bosna Hersek’teki Bektaşi Tekkeleri (daha doğrusu geriye kalanlar) ve Mostar’daki Sarı Saltuk Makamı’nı, Arnavutluk’taki bazı tekkeleri ziyaret edemedim.
Balkanlar’la ilgili yakın dönem tarihi etkinlik…
- 8 Kasım 2015, Pazar. Yunanistan’da Seyyid Ali Sultan Dergâhı, Kasım Kurbanı Etkinliği (Her yıl geleneksel olarak yapılan, Yunanistan’daki en önemli Alevi – Bektaşi Etkinliği)
Sizlere çektiğim fotoğrafları ve gezi notlarını aktaracağım…
Bin muhabbetle…
(Not: Tüm gezi ve etkinliklerle ilgili fotoğraflarımı facebook sayfamdan takip edebilirsiniz.)
Ayhan Aydın, 20 Ekim 2015, Salı
Geziler…
Türkiye Bölümü
Sevgili Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yardımcı ve İran’dan gelen Müştak Müzik Gurubu’nun değerli üyeleriyle İstanbul’dan Kayseri’ye uçtuk. Doğanın büyüsü içinde Nevşehir’deki Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi uygulama oteline ulaştık. Zaman olduğu için Avanos içinde uzun bir yürüyüş yaptık. Sonbaharın ilk izlerini nefes nefese yaşadık. Doğa bana yaşamın ve yaşamımın en önemli öğelerinin tepesinde bir yerde gelir. Onsuz zaten yaşanmaz ben de onsuz soluk alamıyorum. Saatler boyunca yürüsem ne gam! 130 kilo olmam bir şey ifade etmez, ben yürüyen adamım. Çünkü seven adamım. Sanki her bir ağacın, her taşın, her bir karıncanın varlığını görmem, hissetmem bana hayata bağlayan ana damarlar gibi geliyor. Burayı da ben soluyorum içime. Fazla sigara içmiyorum ama kiloyla ilgili olmak üzere ne gibi problemlerim var bilmiyorum ama en derinine kadar soluyorum içime havayı, rutubetli, nemli, bu toprakların kendine has büyülü havasını… Sonbaharı solumak zaten pekmez yemek gibi; çok tatlı, besleyici… Bir de yol boyunca şimdi ve daha sonra bu yeryüzünün bir hazinesi olan, yeryüzü coğrafyasının büyüsünü taşıyan bu akıl almaz coğrafyada ne filmler çekilmez diye de geçiriyorum içimden. Zaten Kış Uykusu’nun etkisi halen üzerimde… Ama şöyle Amerikan filmleri gibi, macera dolu, geniş platolarlada da çevrilen büyük bütçeli bir film çevrilse de buralar da nerelermiş dese Batılılar… Şimdiler de Uzakdoğu’dan Japonlar başta olmak üzere keşfettiler ya bu saklı hazineyi ben dünyada daha çok insanın tanımasını isterdim doğrusu… Her bir köşesi, her bir tepesi, her bir oyuğu insana ne güzellikler sunmuyor ki!
Yarabbi; sen nelere kadirsin, bu güzellikleri insanlara bahşetmişsin, insanoğlu bundan ibret alsın diye… Ben buraya gelince her şeye doydum. Ama şu bizim Mehmet Hoca da yaman adam ha, dostluğu dostluk, dürüstlüğü dürüstlük, çalışkanlığının benzeri yok… Bir de ne güzel etti de çifte kavrulmuş kabak çekirdeğine beni alıştırdı. Yarım kilo aldım kabuğuyla bir güzel yiye yiye gezdim buraları. Ne olur ne olmaz, üçüncü dünya savaşı çıkabilir ya her an; bir ton da bir şeyler alıp o poşetlerle ne güzel seyran eyledik, hafif yağmur altında, ne de güzel çaylarımızı içtik. Var olasın Mehmet Hoca…
Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi’nin bu kadar büyük, bu kadar yeni, bu kadar modern bir binalar kompleksi olabileceğini hiç düşünmemiştim. Çok geniş bir arazi içinde kurulu üniversite henüz tam tamamlanmamış bile ama hani derler ya; “Ortadoğu’nun ve Balkanların” en büyüğü diye, evet… En büyüklerinden birisini burada var edenlere şükranlarımızı sunmalıyız… Bunların tümü bir başarıdır.
Bisiklet yarışması ve o güzelim sanat eserlerinin sergilenmesiyle başlayan sempozyum öncesi gezdiğimizde gördüğümüz bu bünyede küçük de olsa müzelerin açılması kaydedilmesi gereken güzellikler.
Üniversitenin düzenlediği ve aynı anda iki farklı salonda gerçekleşen sempozyumda bildiriler, sorular, yorumlar, değerlendirmeler elbetteki bu konudaki çalışmalara yeni ufuklar açacaktır. Her bir toplantı, panel, söyleşi, sempozyum Alevilik Bektaşilik konusundaki araştırmaların önünü açan çabalardır. Böylesine önemli bir etkinliğe ev sahipliği yapan ve konuklarla teker teker ilgilenen, bir sorun çıkmaması için çaba harcayan üniversite yönetimine; başta Rektör Sayın Filiz Kılıç’a ve bu organizasyonda diğer birçok toplantı ve etkinlikte gayretleri görülen Doç. Dr. Tuncay Bülbül’e özellikle teşekkür etmek gerekir.
Sempozyum’da; bir senedir görmediğim çok sevgili ve değer verdiğim Prof. Dr. Hüseyin Bal’la sohbet etmek şansını yakalamış oldum. Prof. Dr. Hasan Onat’la sohbetle uzun uzun konuştum.
10 Ekim Cumartesi
Bu verimli etkinlikten sonra yani 8-9 Ekimdeki etkinlik sonrası 10 Ekim’de insanların çevreyi görmesi için yapılan geziye de katıldım. Hep birlikte Hacı Bektaş’a gittik. Orada Hacı Bektaş Kültür Derneği Başkanı Mustafa Özcivan’ı da Prof. Dr. Hüseyin Bal ve Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ersal’la makamında ziyaret ettik. İlk kez türbeyi ziyarete gelen konuklar vardı. Onların merakı, aşkı görülmeye değerdi. İran’dan gelen Müştak Gurubu’nun çok değerli, can üyeleri bu kutsal mekanı ziyaret ettiler… Orada da her zaman yaşandığı gibi farklı yörelerden gelen canları görmek de çok güzeldi. Çok ilginçtir bu sene içinde Ozanlar Buluşması esnasında da yine tesadüf ettiğimiz Çorlu’dan gelen guruba başkanlık yapan İbrahim Bayır Dede halkta istek olduğunu, buraya gelip ziyaretten sonra lokmalar dağıtıp, cem yaptıklarını söylüyor.
Gezerken tam da aklımda olan şey karşımda duruyor; Mah Turna. Onunla bir söyleşi yapmak, Hacı Bektaş’ta inanç ve Alevilik Bektaşilik konularında konuşabilecek insanları düşünmüştüm daha önce. O da tam karşımda işte. Mah Turna yine bizimle birlikte orada olan ve kendisi de aslen Diyarbakır’lı, candan, çalışkan, insancıl yönü ağır basan Sevgili Bülent Akın’ın hazırladığı ve yayınlanması için çok emek verdiği “Diyarbakırlı Bir Halk Şairi: Aşık Mah Turna” isimli kitabını halka satıyor. “Ben ne yapayım, yeni kitabı hazırladım onu bastırmak istiyorum, ben bastırmasam sonra basılmaz, hem de bu yola hizmet ediyorum, o yüzden de kendi kitabımı kendim satıyorum” diyen Mah Turna’ya halkın ilgisi çok büyük. İmam Hüseyin için yazdığı şiirlerin avazlı güzel sesiyle okuyan Mah Turna’ya Prof. Dr. Hüseyin Bal da ilgi gösteriyor. Fırsat bu ya, ilk çekimlerimi burada yapıyorum. Sonra kendisinden söz alıyorum, yârin de buradayım, sana gelmek istiyorum, çekim yapmak istiyorum diyorum. O da memnuniyetle kabul ediyor.
Konferans için gelen ziyaretçileri uğurladıktan sonra ben bu sefer yine yalnız ama mutlu bir şekilde Hacı Bektaş’ın havasını solumaya başlıyorum.
Sonra Hacı Bektaş Kültür Derneği Başkanı çok sevgili Mustafa Özcivan benimle ilgileniyor. Bana Öğretmen Evi’nden iki günlük bir yer ayırıyor. Merkezde olması benim işimi kolaylaştırıyor. Sonra yine geziler, ileri geri gözlemler… Başkan beni bırakmıyor eve yemeğe götürüyor. Ama ben yine durmuyorum. Yirmi yıl önce kendisiyle yaptığım söyleşi Cem Dergisi’nde yayınlanmıştı. Yirmi yıl sonra kendisiyle bir söyleşi daha yapıyorum. Güzel bir söyleşi oluyor. Hacı Bektaş’la ilgili gelişmeleri ondan dinliyorum. Yirmi yılda neler oldu? Bunu anlamaya çalışıyorum bu ilçede. Ama yine birçok kişiden duyduğum şeyi ondan da duyuyorum: burada inançla ilgili bilgi verecek, söyleşi yapabileceğin, buraya senin sorduğun gibi sonradan da yerleşmiş, yerli de olan ne dede, ne baba, ne ozan var… Bazı şiir yazanlar olabilir ama ozan yok” diyor.
11 Ekim Pazar
Sabah çok erkenden kimseciler yokken, bilmem kaçıncı kez yine fotoğraf makinesi elimde Dergâhtayım… Ben profesyonel bir fotoğrafçı değilim, hatta nasıl olur abi ya 25 yıldır çekiyorum diyorsun, daha yakalayamamışsın ayrıntıları diyenler de hemen çıkacaktır, bu bir sanattır, her işin erbabı vardır elbette. Ben ne diyeyim, onlara kendimi nasıl anlatayım, sadece amatörüm demek yeter mi? On binlerce kare çekmişim bugüne kadar. İlk annemin gördeği parayla, Zenit 122’yi tam 25 yıl önce almışım. Bugüne kadar nasıl olur da daha iyi bir teknik yakalayamam? Bu da benim tembelliklerimden birisi işte. Yoğunlaşsaydım, kursuna gitseydim bugüne kadar diyorum. (okulda fazla bir şey öğretemediler zaten) Ama gerçekten imkânımı yakalarsam profesyonel olarak kursa gidip daha iyi çekimler yapacağım, söz sevgili okurlar…
Ama bu güzel günü, bu boş ortamı bir daha bulamam… Bulsam da olsun… Girdim avludan içeri, destur alarak Pirden… Niyazlarımı sundum… “Müze” denilen Dergâhın iç avlusundan başlayarak tüm ayrıntıları fotoğrafladım. Bu da bana doygunluk verdi… Müze görevlileri de beni tanıyorlarmış “yazar” diye söylediler. “Televizyonda çıkıyor” dediklerini duydum. Buna da sevinmedim değil hani. Onlar da dergahtaki bazı ayrıntıları gösterdiler. Bol bol çektim. Şimdi düşünüyorum; yirmi beş yılda en az yirmi kez geldiğim bu ulu dergâhta kendimi düşünüyorum, o günlerle bugünler aynı olabilir mi? Tecrübeleri bırakın makineler arasında öyle uçurumlar var ki, anlatamam. Şimdi dijitaldeyiz. Yüzlercesini arka arkaya çek. Eskiden öyle mi ya, bir makara film bitecek diye canım çıkıyordu, para yok, ya da çok az… Filmi al, çek, tab ettir, yok banyosun şu kadar, tanesi bu kadar, şu ebat filan… Şimdi her şey iyi… İyi de yetmiyor; benim hem biraz eğitim almam gerekiyor, hem de makineyi değiştirmem gerekiyor…
Ya kısmet, bugüne kadar hiç nankör olmadım, asi olmadım, şükreden oldum, yine de öyle… Ama kısmetini bu konuda daha fazla aç ki, dahi iyi hizmet edeyim ya Pirim Hünkâr Hacı Bektaş Veli, sana ayandır her şey, can kurban sana ya ulu gönüller sultanı! Diyorum dergahına niyaz olduğum ulu sultana…
Hacı Bektaş’ın manevi havasını solumak ayrı bir keyif… Hiç bitmesini istemeyeceğiniz bir keyif… Ama bu keyif kaçıyor, içimiz parça parça oluyor… Ankara’da bir büyük terör olayı oluyor… Yüz civarında insanın ölmesi bende “kahrolsun faşizm” sloganını attırıyor… Her kim yapmış olursa olsun, bu barbarlığı faşist zihniyetliler yapmıştır, diyorum. Gerçekten içim kan ağlıyor… Hacı Bektaş’ta bir “Barış Kazanacak” temalı, olayı protesto için insanlar bir anda örgütleniyorlar, farklı partilerden, sivil toplum kuruluşlarından birçok insan bir araya geliyor. Hacı Bektaş’ın merkezinde Atatürk Anıtının önünden başlayıp, hastaneye kadar gidip geri dönülen bir protesto gösterisi yapılıyor. Terör kınanıyor, lanetleniyor… Genci yaşlısı, kadını erkeği Hacı Bektaş’ta yoğun katılımlı bir protesto eylemi başarıyla gerçekleştirilmiş, buranın barış dolu, hümanist insanlarınca Hacı Bektaş’ın felsefesi gereği güzel bir eylem yapılmış oluyor.
Bunun öncesi daha önce İran’daki bir gezide birlikte olduğumuz hekim arkadaşım Hüseyin Aksoy’u makamında ziyaret ediyorum, sohbet ediyoruz.
Mah Turna
Sonra günü değerlendiriyorum; biraz yürüyüş yapıyorum, çevreyi geziyorum. Orada bulunan insanlarla hal hatır ediyorum. Mah Turna’yı tekrar buluyorum; bu sefer eve gelmek istiyorum diyorum. O da kız kardeşinde kaldığını rahatlıkla oraya gelebileceğimi söylüyor… Ben de akşam kalkıp Mah Turna’lara gidiyorum. İmkânlar ölçüsünde onunla söyleşi yapıyorum. Ama bir sanatçı olarak, ozan olarak hayata tutunma gayretiyle, kimliğini var etme, yaşatma konusunda Türkiye’de birçok ozanın özelikle kadın ozanın verdiği mücadeleleri onunda verdiğini anlıyorum. Bu dünyada gerçekten farklı olmak, farklı şeyler söylemek, farklı bir şeyler yaratmak her toplumsal kesim için de zor olan bir durum. Aslında Mah Turna’nın hemen hiçbir yerden destek görmediğini, yardım alamadığını, kendi hayat mücadelesini kendisinin verdiğini, hemen her şeyi kendisinin var etmeye çalıştığını anlıyorum. Halk içinde çalıp söyleyen, dertlerini dile getiren, hem de kendisi şiirler yazan bir sanatçı – aşığın yaşaması çok zor.
Bazı kitaplardan hatırlıyorum, bazı kadın ozanlar toplumdan yeterli desteği bulamadıkları hatta tepki gördükleri, ailesinin bile kendisini desteklemediğini söyleyerek bu sanatı bıraktıklarını belirtiyorlardı. Mah Turna biraz daha farklı. Her şeye rağmen ayakta kalmayı başarmış çok ender örneklerden birisi bence. Çünkü çok ciddi bir sanatçı kimliğinin olmaması değildir önemli olan, bir halk sanatçısının, bir kadın aşığın, ama bir kadının bugün de ben halen ölmedim, gücümce çalıp söylüyorum diyebilmesi bence önemli. Eskiden belki böyle söyleyemezdim ama yaşadıkça, gezdikçe, insanların ne kadar ikiyüzlü, toplumların ne kadar aslında dönek olduklarını gördükçe bazı başarıların bireysel başarılar ve büyük gayretlerle elde büyük emek ürünleri olduğunu şimdi daha anlayabiliyorum.
İster Alevi, ister Sünni olsun bu ülkede farklı inanç ve toplum yapıları içinde bu inanç içinden gelse de, bu inanca hizmet etse de bazı insanların işlerinin göründüğü gibi kolay olmadığını gördüm. “toplumumuza canımızı da veriyoruz” Ama dedeleri, babaları, ozanları, aşıkları, zakirleri eleştirirken, bu toplumun da bu tip insanlara bazen sahip de çıkmadıklarını görebiliyoruz. İşte Mah Turna her şeye rağmen ayakta kalmayı başarmış, çok ender örneklerden birisi… Onu sesinden, ağır eleştirilerinden, belediye alanını işgal etmesinden, aynı şeyleri söylemesinden, sesinin iyi olmadığını dile getirerek, eleştirenler oldu, oluyor da. Ama daha geniş bir açıdan bakınca Anadolu bozkırında “Kadıncık Ana Figürü”yle cisimlenen; hayatın ayrılmaz parçası olmasının ötesinde, hayatın mayası, kucaklayıcı, besleyici, koruyucu unsuru kadın maalesef ki her zaman böyle görülmemiş, çoğu zaman ikinci sınıf bir insan muamelesi görmüştür bu topraklarda.
Yârimiz olan, varımız olan, kınalı elleriyle yediren, büyüten, besleyen analarımız, kadınlarımız her zaman erkeğinin arkasında dağ gibi onu o yapan unsur olduğu halde yine de erkeğinin arkasında, gerisinde kalmıştır, bırakılmıştır. Bu nedenlerle Mah Turnaların, Şah Turnaların daha çok olması gerekirdi… Meğerki Aleviyiz, Bektaşiyiz diyorsak… Kadın ozanlar, âşıklara daha çok kol kanat germeliyiz, onları desteklemeliyiz… (Bir yazı yazsam mide bulanır, sadece şunu demeliyim, bir de başka bir mesele var: şimdilerde kendilerine “ozan-şair” diyen bazı Alevi kadın şiir yazıcıların bazı tavırları, kıskançlıkları, bencillikleri, hemcinslerine karşı söyledikleri utanılacak şeyler de var.)
Analar, Anabacılar, Anasultanlar, dervişan bacılar da bu yola büyük hizmet etmişlerdir, bunları da unutmamız gerekir.
Evet sazını İmam Hüseyin için, Hacı Bektaş Veli için, Alevilik için çalmaya devam eden, şiirlerini yazmaya devam eden, ben hayattayım, Diyarbakır’dan gelmişim Hacı Bektaş toprağının rengine boyanmışım, ona aşık olmuşum, diyen bir kadın ozan Mah Turna var Hacı Bektaş ilçesinde…
Onu saygıyla selamlıyorum.