BATI AVRUPA GEZİLERİ ALMANYA (2003)

BATI AVRUPA GEZİ NOTLARI

ALMANYA (2003)

MANNHEİM

 

AYHAN AYDIN

 

Geçen sene Türkiye ziyaretinde CEM Vakfı’nın çalışmalarını, faaliyetlerini kendisine anlatınca ve bireysel olarak da Alevilik/Bektaşilik araştırmaları içinde olduğumu anlayınca benimle daha yakın bir diyaloga geçen Heiderberg Üniversitesi’nden  Robert Langer, Almanya’da yapılacak bir sempozyuma beni davet edeceğini söyleyince aynı tarihlerde Anadolu İnanç Önderleri Üçüncü Toplantısı’nın çalışmaları olduğu için ve akademisyenler düzeyinde yapılacak böylesi bir toplantıya konunun uzmanlarının gelmesinin daha uygun olacağını düşünerek benimle ilgili daveti konuyu kulak arkası etmiştim.

Halbuki Üniversite konuya büyük önem verip ve bizlerin de çalışmalarını takip ettikleri için ısrarla bizi davet edince toplantıya katılmaya karar verdim.

Hemen bayram ertesi, 29 Kasım 2003 Cumartesi günü THY’nın Frankfurt’a giden uçağıyla Almanya’ya hareket ettim.

İlk kez uçağa binen ve ilk kez Batı Avrupa’ya gidecek birisi olarak elbette heyecanlıydım. Eşe dosta bir şeyler almanın koşuşturması, zorunlu alış/verişler de heyecanımı dindirmedi.

Şahin Demir bizi zamanında Atatürk Havalimanı’na ulaştırmıştı ama akademisyenlere hediye etmek için yanıma aldığım kitaplar o kadar ağır geldi ki görevli bayan bunlar için çok yüklü bir para ödemem gerektiğini söyleyince bayağı şaşırdım. Öyle ki istediği rakam uçak parasının birkaç misliydi. Neyse ki, kitaplardan önemli bir kısmını Yenibosna Kültür ve Cemevi’ne geri göndererek çözümü buldum.

Ağır ağır havalanan uçaktan aşağıya bakınca insanlar, binalar, yerleşim birimleri küçüldükçe küçüldü, bulutların altında kalan İstanbul bir buğulu rüya alemine büründü.

İki buçuk saat sonra ise bu sefer ağaçları, düzenli sokakları, kent görünümü göz dolduran Frankfurt  ise aynı şekilde güzelliğiyle büyüdükçe büyüdü.

Uçaktakilerin çoğu Türk’tü. Fakat Havalimanı’na inince birden yapayalnız kaldım. Bagajlarımı almam gerekecek, polise pasaportumu onaylatmam gerekecek, beni bekleyen Şahin Bal’ı bulmam gerekecek...

Bir an içim sıkıldı ve dost bir sima aradım. İşte o dost sima çıkışta beni bekleyen iki güzel gözdü. Şahin Bal’ı görünce öyle ferahlayıp sevindim ki, anlatamam.

 

29 Kasım 2003, Cumartesi

Mannheim’e doğru giderken yol boyu sohbet ettiğim Şahin Bal benim hemşehrimdi. Babası Şiran’da çok ünlenen Vahit Bal, bilgisiyle belleklerde yer etmiş birisiydi.

Kendisini bu yola veren, Aleviliğin tüm erdemlerini yaşayan ve yaşatan örnek kişiliğiyle Alevilikle ilgili, Almanya başta olmak üzere Avrupa’daki kurum kuruluşların tanıdığı ünlü bir sima Şahin Bal. O da Kuran bilgisi, Aleviliğin cenaze, nikah vb. dini hizmetlerini yerine getiren İnanç Önderlerinden, aydınlarından birisi. Kendi rahatından, yaşamından ödün vererek bildiği doğrularla yürüyen, hiçbir saldırıya aldırmadan, Aleviliğin inançsal ve kültürel yanını yaşatan bir gerçek değerimiz de Şahin Bal’dır Almanya’da.

Emeği çok geçmesinin yanı sıra, şu anda Avrupa’daki Alevilerin, bu arada Sünnilerin de çok ihtiyaç duyduklarını gördüğüm inanç önderlerinden birisi olmasının ötesinde özellikle Mannheim Alevi Kültür Merkezi’nin kendi arsasını alarak üzerinde kendine ait bir binanın yükseltilmesinde de emeği vardır sayın Bal’ın. Mannheim’da bizi bekleyen sevgili eşiyle birlikte yol yorgunluğunu giderdikten sonra; iki oğluyla, diğer akrabalarıyla ve bu arada kendi köyümden benim geldiğimi duyup hemen oraya gelen dostlarla uzun uzun konuşup, hasret giderdik geç saatlere kadar. Türkiye’deyken Almanya’ya geleceğimi haber alan İsviçre’deki Basel ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi’nden dostların ısrarı üzerine oraya hareke etme niyetiyle yattık o gece.  Yol boyu gördüğüm ve en fazla hayran olduğum tertemiz yollar, sokaklar, geniş ağaçlık alanlar, modern kent görünümü beni etkilemişti.

 

İSVİÇRE, BASEL

30 Kasım 2003, Pazar

Sabah erkenden yola koyulduk. Yol boyu Ehlibeyt aşkıyla sohbet ederken, Mahzuni’nin kaseti benim duygularımı coşturdu. Anadolu ve Bulgaristan’da yaptığım geziler aklıma geldi. Gözlerim yine doldu, yaşlar taştı yanaklarımdan. Yine Alevi erdemiyle yaşayan canların varlığı bizi buralara çekip getirmişti. Yine çok düzenli yollardan, yeşilliklerden geçip İsviçre’ye girdikten sonra bizi sınıra yakın bir yerde bekleyen Sebahattin Kaya’yla buluşup doğrudan Alevi Merkezi’ne hareket ettik.

Bizi burada Dursun  Kaya ve eşi Beyaz Hanım karşılıyor. Daha önceden telefonla görüştüğümüz bu değerli kardeşimiz bize çok yardımcı oluyor. Sürekli İnternetten Alevilikle ilgili gelişmeleri takip ettiğini söyleyen Kaya, konuya oldukça duyarlı, sıcakkanlı bir insan.

Aynı günkü, söyleşide Türkiye’den gelen, İzmir’de kendisiyle söyleşi yapma olanağı yakaladığım Ali Canpolat’ın da olacağını öğreniyorum.

Söyleşi saatine kadar kenti bize gezdiren Kaya çifti Basel’in güzelliklerini anlatırken Dursun Kaya da bana buradaki yaşam hakkında bilgi veriyor.

 

İsviçre AB.’ye üye olmayan bir Avrupa ülkesi. Ekonomisi, eğitim ve sağlık hizmetleriyle tüm dünyada tanınan bu ülkede olmak ve böylesine güzel bir kenttin sokaklarında dolaşmak benim keyfime keyf katıyor. Işıklı sokaklarından hayat fışkıran Basel tarihi bir kent. Ren Nehri’nin ikiye ayırdığı kentte o kadar çok tarihi bina var ki, modern binalar bunların yanında adeta fark edilmiyor.

Almanya’da, bu arada İsviçre’de de yaklaşan yeni yıl için hazırlıklar hat safhada. Noel Babalı vitrinler, çam ağaçları, ışıklı süslemeler kentin her yerinde varlığını hissettiriyor.

Birçok tarihi kilise yanında, geniş caddeler, özellikle toplu ulaşım araçları, yine tarihi meclis binası, lüks alış-veriş merkezleri... Çok dikkat çekici mekanlar.

Dursun Kaya’nın ifadesine göre burada oldukça fazla Türk ve Alevi nüfusu varmış. Türkler aslında buraya bir renk katmışlar. Bundan on, on beş yıl önce belli bir saatten sonra sokakta tek bir insan bulamazdınız, diyen Kaya’ya göre, Türkler sayesinde artık saat ona kadar dışarıda olmak çok da anormal bir şey olmaktan çıkmış.

Kenti gezdikten sonra söyleşi için Alevi Kültür Merkezi’ne geliyoruz. Seksen civarında dinleyicinin katıldığı söyleşiyi, bizleri halka tanıtmakla dernek başkanı Binali Akdağ açmış oldu. Panelde Ali Canpolat sözü bana bırakarak detaylı bilgileri benim vermemi rica etti. Biz de bir saat boyunca Alevilik’le ilgili görüşlerimizi anlattıktan sonra halkın bize sorduğu ve merak ettikleri, CEM Vakfı’nın Alevi inanç önderleri konusundaki çalışmaları konusunda halkı bilgilendirdikten sonra Ali Canpolat da görüşlerini anlattı.

Daha sonra sırasıyla hem kişisel görüşlerini açıklayan, hem meraklarını uzun yorumlarla soru şeklinde bana yönelten katılımcıların sorularını zaman elverdiğince yanıtlamaya çalıştım. Öyle ki ara verilmeden süren söyleşi beş saat sürdü. Bu arada inanç bazında, Kuran boyutunda Şahin Bal da sohbete katıldı.

Söyleşi boyunca halkın merak ettiği konuların yanıtlanmasının ötesinde, maksadı aşan, zaman zaman hakarete varan çeşitli tepkilerle karşılaşsak da; Alevilik’le ilgili görüşlerimiz çok net ve yapmak istediklerimiz de meydanda olduğu için, zaman zaman buraya gelip nabza göre şerbet veren, ajitasyonu benimseyerek halkın duygularını suistimal eden insanlardan da olmadığımız için, sonuna kadar herkesin eleştirilerine muhatap olup, sorularını yanıtlayıp, içlerindeki sızıları, sıkıntıları dışa yansıtmalarını sağladım.  Nihayetinde oldukça verimli bir toplantıdan sonra bir parça da hayal kırıklığı yaşasam da, mutlu ayrıldım salondan. Dursun/Beyaz Kaya çifti Şahin Bal’la beni bir Türk restoranına götürdüler. Ren Nehri’nin yanındaki bu restoranda sohbetimiz devam etti ama asıl sohbet Kaya çiftinin evine gidince başladı. Yine başkan Binali Akdağ, Sebahattin Kaya ve diğer dostlarla gece yarısına varan sohbetlerimiz oldu. Evleri de yüzleri gibi çok temiz  ve düzenli olan Kaya çiftine o gece misafir olduktan sonra yine yarın erken kalkmak üzere odalarımıza çekildik. Kaya çifti Basel’e çok yakın bir yerde yaşıyor. Ama burası o kadar güzel ki insan birkaç gün daha kalmak istiyor. Ama zamanımız yok. Doğruca Fransa’ya hareket ediyoruz.

 

FRANSA, STRASBURG

1 Aralık 2003, Pazartesi

Aynı sabah telefonla, yüreğimin derinliklerinden gelen hislerle sevdiğim, Alevilik araştırmacılığının dünya çapında büyük ismi Prof. Dr. İrene Melikoff’u arıyorum.

Ona çok yakın bir yerde olduğumuzu söyleyerek kendisini ziyaret etmek istediğimi söylüyorum. Memnuniyetle kabul ediyor. Bu benim hayatımda da önemli anlardan birisi. Öyle ya bu kadar ünlü bir insanı kendi yaşadığı Avrupa’nın bir kentinde ziyaret edip, söyleşi yapmak, çekim yapmak benim açımdan çok önemli.

Kendisine Türkiye’den götürdüğüm kitaplara, hediyelere karşı tertemiz yüreğini ve tarih kokan evinin kapılarını bize açan Melikoff güzelliğinden hiçbir şey kaybetmeyen bir Alevi Ana olarak karşımıza çıkıyor. Sağlık sorunlarından yakınan Melikoff’u zaten ziyaretimizde doktoru da kontrol ediyor. Muayenesini onun evinde yapıyor.

Yine tarih, yine Alevilik, yine insanlık, yine Atatürk, yine İstanbul sevdası... sohbetimizin ana konuları oluyor. Ben bu arada kameramı çalıştırıyorum. Seksen altı yaşındaki bu erenlerin yolunda bir ömür tüketen, gerçek değerimizden yararlanmak amacıyla, onu yormamak da isteyerek yavaş yavaş söyleşiyi derinleştiriyoruz.

Oturduğumuz koltuğun hemen üzerinde yükselen yağlı boya tabloda annesi olduğunu söylediği çok güzel bir kadın boy veriyor. Ayrıca Kafkas resimlerinin bol olduğu oturma salonunda bir çok resimler, biblolar, çiçekler tam da bir tarih ve eğitim kenti olan Strasburg’a yakışır bir şekilde beliriyor.

Çok geniş bir kütüphanesi olan Melikoff’u çalışma masasında, kitaplarının önünde, çok sevdiği İran kedisiyle birlikte bol bol fotoğraflıyorum. Öyle bir hayat ki onunkisi tam bir belgesellik olay. Rus İhtilali’nin içinden çıkıp gelen bir büyük beyin ve Alevi deyişlerinin büyüsünde ve peşinde geçen büyük bir hayat onunkisi.

Nihayetinde Heiderberg Üniversitesi Araştırma Bölümü’ne de zaten bizzat teklif ettim bunu, insanlar öldükten sonra değil yaşarken belgeselleri yapılmalı, dedim. Onun bize o kadar çok anlatacak anısı var ki, bu saatler süren bir belgesel konusu aslında.

Evet o çok şeyler yazdı, üretti, kitapları, makaleleri yayınlandı, hayattayken tanındı yani. Ama hepsi bu kadar mı? Bir biyografi yapıldı mı? Veya en azından görsel olarak elimizde onunla ilgili ne kadar malzeme var?

Umarım bu konuda bana yardımcı olurlar da ben de üzerime düşen bir görevi yerine getirmiş olurum.

Onun anılarını, görüş ve düşüncelerini uzun saatler boyunca kaydedip o yaşarken onun biyografik belgeselini deyaparım. Kent çok güzel, hatta çok hayran kaldım Strasburg’a ama ne çare ayrılmak zorundayız istemeyerek. (Melikoff’la ilgili ne tür çalışma yapıldı, ben de bilmiyorum. Benim bu konudaki tekliflerim, önerilerim her zaman olduğu gibi yanıtsız kaldı. Bunu Şahkulu Sultan yönetimine de söylemiştim ama onlar da bir şey yapmadılar. Tekrar ediyorum; acilen yapılması gereken işleri bile yapmayan, yapmak isteyenleri desteklemeyen hatta engelleyen kurumların başındaki insanlar, gerçekten insan mı?)

Bir de uzun yıllar önce bu gurbet illere gelip yerleşen ve eşini geçtiğimiz sene kaybeden Teyzem  Ektibar Aydın’ı da ziyaret etmeden geçemedim Almanya’ya. Metz yakınlarındaki Boulay’de oturan teyzem bizi karşısında görünce daha önce telefonla haber vermeme rağmen çok şaşırdı. Daha doğrusu buna inanamadı. Hem ağlayıp, hem gülen teyzemi; burada kimsesizlikle, yabancı bir ülkede biraz da zorunlu olarak kalmanın getirdiği sıkıntılarla dertler içinde kalmış olan bu zavallı kadını görünce, açıkçası benim de gözlerim doldu. Başka başka duygulara kapıldım.

Gece çok geç saatlerde artık sınır diye bir kavramın kalmadığı ve nasıl geçtiğimizi anlayamadan Fransa’dan Almanya’ya Mannheim’a geçtik.

 

ALMANYA, MANNHEİM

2 Aralık 2003, Salı

Sabah kalkıp iki günlük ziyaretimizi değerlendirdikten ve yeni bir plan yaptıktan sonra Şahin Bal’la birlikte Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ni ziyaret ediyoruz. Buranın meydana gelmesinde emeği olan Şahin Bal işadamı Alevilerin önemli destekleriyle buranın kurulduğunu, arsasının tapusunun alınarak tüm iç bölümlerinin de dayanışma içinde tamamlandığını belirtiyor. Gerçekten de içeriye girince beni çok mutlu eden görüntülerle karşı karşıya geliyorum. Geniş bir toplantı salonu, cem salonu, tertemiz büfe bölümü, kütüphanesiyle örnek bir kurum niteliğiyle görünen bu büyük merkez gerçekten de Alevilerin buradaki birliğinin ve varlığının da bir simgesi durumunda.

Alevi kurumlarına ve etkinliklerine bu arada Mannheim Alevi Kültür Merkezi’nin yapımına önemli oranda destek olan değerli iş adamı Mustafa Baklan’ı ziyaret edip, tanışıyorum. Kendisi Almanya’da başarılı iş adamlarından birisi olmasının yanı sıra, inancına, kültürüne bağlı yurtsever bir aydın portresi çiziyor aynı zamanda. Aynı gün kenti geziyoruz. Mannheim gerçekten de çok büyük ve güzel bir kent. Tarihi binalarının da oldukça bol olduğunu gördüğüm Mannheim’da gezilecek o kadar yer var ki anlatamam. Bir büyük elektronik alış/veriş merkezini ziyaret ediyoruz. Daha sonra çok büyük üç katlı bir kitap satış mağazasını dolaşıyoruz. Kitaplar, atlaslar, yeni yılın takvimleri... Bir yanda yeni aldığı kitabı inceleyenler, bir yanda çok şirin minik oyuncak alanlarında oynayan çocuklar... Her taraf ışıl ışıl ve artık Türkiye’de de örneklerini gördüğümüz gibi konularına göre sıralanmış kitap çeşitleri, çeşit çeşit raflar vb. daha sonra akşamüzeri her taraftan ışıklar yayılmaya başlıyor. Kent merkezinde küçük bir alış/veriş merkezi kurulmuş herkes mutlu görünüyor, çocuklar eğleniyor, kendileri için ayrılan yollarda bisikletini sürenlerin yüzleri gülüyor, her taraftan mutluluk ve hayat akıyor.

Tabii tüm bunları gören Ayhan Aydın, kendi ülkesi için, kendi ülkesindeki insanlar için üzülüyor, derin düşüncelere dalıyor aynı zamanda. Neden benim ülkemde de bu güzellikler yaşanmıyor? Niye tüm bu olanaklara benim insanım da sahip değil? Diye düşünüyorum. Benim cennet güzelliğindeki memleketim de, benim binlerce yıllık köklü geçmişi olan yurdumda, neden insanlarımız açlığa, yoksulluğa, düzensizliğe, disiplinsizliğe mahkum? Neden benim devletimin göklerinde dalgalanan şanlı-şerefli Türk Bayrağı aynı zamanda dünyanın gelişmiş ülkelerinin bayraklarıyla yan yana değil? Niye, neden, nasıl, niçin?.. Sorular, sorular, sıkıntılar sarıyor bir anda beni. İşte ben böyleyim. Kendimle barışığım, yaşamı seviyorum ama hiçbir şeyin tam tadını alamıyorum. Sorunlar, sıkıntılar, sorular ve bazı takıntılar... Beni hiçbir zaman yalnız bırakmıyor. Işıkların yıkadığı geniş caddelerde yürürken benim insanım da tüm bunları hak ediyor, hak ediyor, hak ediyor diyorum defalarca.

Aslında çok gezmenin vermiş olduğu sıkıntıyla değil de, tüm bunların sıkıntıları nedeniyle yorgun dönüyorum akşam eve.

 

HEİDELBERG

3 Aralık 2003, Çarşamba

Tarihi Heiderberg kentini daha iyi gezebilmek için daha önceden randevulaştığımız; Heiderberg Üniversitesi’nden Robert Langer’le buluşmadan hayli bir zaman önce biz kente varıyoruz. Yine bir Avrupa kenti... Ama bu kez çok güzel korunmuş bir Avrupa kentindeyiz. Her taraf tarih, her taraf sanat, her taraf gezilip görülecek şeylerle dolu. Ben de doymak bilmez bir açlıkla, iştahla sokakları arşınlıyorum. Ağaran saçlarına rağmen benden daha delikanlı olan Şahin Amca, bu kenti de iyi biliyor.

Kiliseleri, tarihi binaları, sokakları gezmekle kalmıyoruz; tarihi Aşk Köprüsü’ne çıkıyoruz, altından akan Ren Nehri’nin bir kolu olan Neckar’ın dinginliği gibi dört bir tarafı saran taş binalarıyla sisler içinde büyüleyici bir kent olarak Heidelberg beni çok etkiliyor.

Aynı zamanda sanat ve tarih tutkunu birisi olarak kentteki önemli bir müzeyi de ziyaret ediyoruz.  Müzenin adı Kufpfalzisches Museum Stadt Heidelberg. İki saatte gezemediğimiz bu müze öylesine zengin içerikli bir müze ki, mutlaka görülmesi gereken çok önemli kültür merkezi konumunda.

Ben Doğu Roma İmparatorluğu’nun izlerini Antalya, İzmir, Mersin gibi müzelerde, Ankara’da çok yakından görmüş birisi olarak Batı Roma İmparatorluğu’nun büyük mirasının bir bölümünü de burada görmekten büyük haz aldım. Yüzlerce tablo resim, gravür, desen, yüzyıllara göre ayrılmış bölümlerde tüm ev eşyaları, giyim kuşam malzemeleri, kitaplar, porselenler, biblolar... Sayısız eşya Batı medeniyetinin, Avrupa uygarlığının da bir özetini sunuyor insana.

Ana cadde üzerinde lüks bir kafede kahvemizi ve sodamızı yudumladıktan sonra, randevulaştığımız binada bizleri davet eden akademisyenlerle buluşuyoruz.

Sempozyumun yapıldığı binada birçok araştırmacı bir araya geliyor. Benim de daha önceden tanıdığım İngiltere Bristol Üniversitesi’nden David Shankland, Refika Sarıönder gibi araştırmacıların yanında başta organizasyonda da görev üstlenen değerli araştırmacı Dr. Raoul Motika ile Rudiger Benninghaus, İsviçre’den Lukas Kieser’le tanışıyorum. İsmini saydığım Türk olmayan araştırmacılar çok güzel Türkçe konuşuyorlar. Türkçe’yi kullanma kabiliyetleri ise insanı şaşırtacak kadar kuvvetli.

Beni hayli şaşırtan konulardan birisi de Johannes Zimmermann ve Ina Paul tarafından Cem Dergisi’yle ilgili bilimsel bir bildirinin bu sempozyumda sunulması oldu.

(On yıl boyunca yoğun bir emek vererek yerel araştırmalar yapmaya çalışsam da bir Batı dili bilmemenin, öğrenememenin eksikliğini, biraz da utancını bu sempozyumda daha fazla hissediyorum. En büyük hayallerimden birisi yine depreşiyor: bir Batı ülkesinde bir iki yıl sırf dil için eğitim almak. Ama imkan nerede? Bunu önemseyip beni okutacak, destekleyecek kurum veya kuruluşlar nerede? Biz tüm maddi ve manevi imkanlarımızı zorlasak da yapılması gereken araştırmaları, söyleşileri, gezileri bile yapamıyoruz.

Bir de zaman zaman hayıflanıyorum; Hey Ayhan, birilerini bu kadar kafaya takıp, ciddiye alacağına, kimi bencil, adam olmazların peşine bu kadar düşeceğine, seni her fırsatta engellemek isteseler de, fırsatları değerlendirip neden biraz daha fazla kendine yatırım yapmadın? Bunu zaman zaman kendi kendime sorarım. Hiç bir şey için geç değildir değil mi sevgili okurlarım?)

Genel bir tanışma ve açılıştan ve çeşitli konuşmalardan sonra bir sonraki gün buluşulmak üzere ayrılınıyor. 1998’de Birinci Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı esnasında sergilenen  ve benim çektiğim fotoğraflardan oluşan İnanç Önderleri Fotoğraf Sergisi’ni burada da açma olanağına kavuşunca açıkçası çok seviniyorum.

 

4 Aralık 2003, Perşembe

Heidelberg Üniversitesi Uluslar arası Araştırma Merkezi tarafından organize edilen; kendi alanlarında uzman birçok bilim adamının, araştırmacının katıldığı konferansın ana konusu Yezidiler, Nusayriler, Aleviler. Bu inanç guruplarının inanç motifleri ve bu inançlara sahip insanların Anadolu ve Ortadoğu dışındaki yaşam alanları, sorunları vb. konuları bilim adamlarınca uzun uzun tartışıldı, konuşuldu.

Alevilikle ilgili olmak üzere cem ibadeti, dedelik kurumu, CEM Dergisi, CEM Vakfı ve Vakfın Dedeler konusundaki faaliyetleri konuları karşılıklı olarak tartışmalı, sorulu yanıtlı güzel bir çalışma yapıldı.

Tabii ben Almanca bilmediğim için konuya yabancı kaldım ama aralarda ve Şahin Bal’ın özetlemeleriyle, zaman zaman görsel malzemenin sergilenmesi sonucunda kısmen de olsa ben de yararlandım, konuşmalardan.

Benim konumsa Almanca çevirisiyle bir buçuk saat süren CEM Vakfı Çalışmaları ve Vakfın Dedeler/ Babalar konusunda yapmış olduğu faaliyetlerdi. Konuyu detaylı bir şekilde sununca yoğun bir ilgiyle karşılandım. Vakfın yayınlarından birer örnek götürmüştüm, tüm katılımcılar büyük bir ilgiyle yayınları incelediler. Her birine Dedeler Babalar Meclisi Haber Bülteni’nden ve CEM Vakfı’nın bir el kitabı şeklinde çıkardığı tanıtım kitapçığından ve elimdeki kitaplardan hediye ettim. İlk kez Türkiye’de Alevilik/Bektaşilik/Mevlevilik’le ilgili bu kadar bilimsel ciddi çalışmalar yapan bir kurumdan haberdar olduklarını söyleyen araştırmalar birçok soruyla Cem Vakfı, Dedelik konularında bilgi istediler, her birisine yardımcı olmaya çalıştım. Konuşmamın Almanca tercümesini Dr. Hüseyin Ağuiçenoğlu, Dr. Raoul Motika  ve Refika Sarıönder yaptılar. Aynı gün bizi bir restorantta yemeğe davet eden Üniversite yetkilileri sayesinde insanlarla daha iyi tanışma ve sohbet etme olanağı yakaladık.

 

5 Aralık 2003, Cuma

Etkinliğin son gününde de benim bir çalışmam oldu. Bir bilim adamının rahatsızlığı nedeniyle toplantıya katılamaması nedeniyle kırk beş dakikalık süreyi benim hazırlıklarımdan yararlanarak zevkli bir şekilde değerlendirmek istediklerini söyleyen Dr. Raoul Motika’nın sayesinde bu sene içinde Okmeydanı Kültür ve Cemevi’nde, Hubyar Sultan Ocağı Dedelerinden değerli Eraslan Doğanay’ın yürüttüğü bir görgü ceminin belli bir bölümünü gösterip, cem hakkında açıklamalarda bulunarak bu süreyi değerlendirdim.

Bugünkü program kısa sürdü. Biz öğlen arasını yine Şahin Amca’yla çok iyi değerlendirerek tarihi bir müzeyi daha gezdik. Völkerkunde Museum der v. Portheim- Steftung isimli Afrika’nın doğal yaşamının tüm izlerinin yansıdığı müze bize Afrika’da yaşayan insanların dünyasının kapılarını açıyordu. Bu insanların doğumdan ölüme kullandıkları tüm eşyalar bu arada takılar, silahları, avlanma aletleri, evleri, giyim ve kuşamlarıyla tüm yaşam serüvenleri, orada yaşayan hayvanlardan kelebekler, böcekler, kaplumbağalar... çok bol malzemeli bu müzeyi gezerek zamanımızı çok iyi değerlendirdik.

Öğleden sonraki etkinliklere de katılıp oradaki insanlarla vedalaştık. Bu etkinlik açıkçası benim için oldukça yararlı sonuçlar doğurdu. CEM Vakfı adına yaklaşık on yıldır sürdürdüğümüz çalışmaları ve bu arada benim uğraşılarımı da ilk kez Batı kamuoyu önünde ilk kez ben anlatmış oldum.

Yeni bilim adamı ve araştırmacılarla tanıştım. Yüzyıllar ötesine giden köklü geçmişiyle Heidelberg gibi Avrupa’nın çok önemli bir kültür merkezini görme ve gezme olanağına sahip oldum.

Yeni çalışmalar için bir zemin yoklaması oldu, bu gezim. Sonuçta çok memnun olarak ayrımdım sempozyumdan. Reprecht – Karls – Universitat Heidelberg, İnternationales Wıssenschaftsforum Heilderberg’in düzenlediği bu güzel sempozyumu gerçekleştiren organizasyon ekibini teşkil eden Prof. Dr. Micheal Ursinus, Dr. Raoul Motika, Robert Langer’e; Direktör Prof. Dr. Mechael Welker’e teşekkür etmek elbette bize düşen bir görevdir.

 

WORMS, WİESLOCH ALEVİ AKADEMİSİ, MANNHEİM

 

6 Aralık 2003, Cumartesi

Avrupa gezimin en yoğun gününü yaşadığım bu sisli ve hafif yağmurlu Cumartesi gününe birçok şeyi birden sığdırdık sevgili Şahin Bal’la birlikte. Kendisi aynı zamanda hocalık da yapan Şahin Bal’a ilgi çok büyük. Israrlar sonucu yine Almanya’nın tarihi kentlerinden birisi olan Worms’a gitmesi gerektiğini söylüyor Şahin Bal. Daha önceden konuştuğum değerli bilim adamı Dr. İsmail Engin ise Berlin’den ders vermek üzere Wiesloch Alevi Akademisi’ne geleceğini o nedenle cumartesi günü beni de orada beklediğini söyledi.

Planımızı yaptık; ilk önce Şahin Bal beni Akademi’ye bırakacak, kendisi Worms’a gidip hizmetini yerine getirdikten sonra gelip beni gelip alacak. Öğlene doğru Akademi’ye varıyoruz ama burada kimseyi bulamayınca ben de Şahin Bal’la birlikte; hem kenti görmek, hem de oradaki insanlarla tanışmak için Worms’a gidiyorum. Anlattıklarına göre burası Martin Luther’in kentiymiş. Yani Protestanlığın kurulmasını sağlayan kişinin. Birçok kilisesinin, tarihi binalarının olduğunu kente varır varmaz ben de görüyorum. Burada da Aleviler bir kültür merkezi kurmuşlar.

Şahin Bal,  vefat eden Fındık Ağbaba’nın kırkı için dualar ediyor, genel istek üzerine Türkçe Kur’an okuyor, halka çok güzel nasihatlarda bulunuyor. Halkın ilgisi ise gerçekten yoğun. Burada da dernek temsilcileriyle konuşuyoruz ama bizi İsmail Engin’in sürekli aradığını, bizi beklediğini öğrenince kenti gezemeden Akademi’ye hareket ediyoruz. Akademide farklı yaşlardan Aleviliğe gönül vermiş ve bilgi alma aşkıyla dolu insanlara ders verirken yakaladığımız Dr. İsmail Engin bizi de derse alıyor.

Büyük bir nezaket göstererek benim de söz almamı ve CEM Vakfı’nın Üçüncü Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı hakkında derste bilgi vermemi sağlıyor. Derslere katılan canların sorularını yanıtlıyorum. Lafı fazla uzatmadan Dr. İsmail Engin’in konuşmalarını biz de dinleyip, çok yararlanıyoruz.

Dr. İsmail Engin dedelik kurumuna, ocaklar sistematiğine değindiği konuşmasında, özellikle Eskişehir’deki Seyyid Battal Gazi Dergahı’nın Anadolu Aleviliği’ndeki öneminden bahsediyor. Oldukça mantıklı açıklamalarıyla oldukça doyurucu bilgiler aktaran İsmail Engin’in konuya nasıl vakıf olduğunu bir kez daha görmüş oluyorum.

Bu arada Akademi’nin ikinci başkanı Ali Haydar Ova da bizi ilgiyle karşılıyor. Buradaki etkinlik bittikten sonra İsmail Engin’in organize ettiği Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ndeki bir toplantıya katılıyoruz.

Sedat Korkmaz’ın başkanı olduğu Kültür Merkezi’nde bizlerle dernek yönetimindeki değerli dostlar bu arada Hasan Yedigöl ilgileniyor.

Burada daha çok CEM Vakfı’nın faaliyetlerine önyargılı bir şekilde karşı çıkan ve zaman zaman maksadını aşan sataşmalarla karşılaşıyoruz. Her söylediğime karşı çıkıp, tüm mantıklı açıklamaları reddeden, gerek İslam’a, Kuran’a, Türkiye Cumhuriyeti’ne, Aleviliğin temel değerlerine hakarette bulunmayı bir maharet sayıp bu arada CEM Vakfı’nın yapmış olduğu çalışmaları akıl dışı saldırılarla kötülemekten başka bir marifetleri olmadığı anlaşılan bu arkadaşların, ne Alevilik’ten, ne de insanlıktan nasiplerini almamış olduklarına üzülerek tanık oluyorum. Fakat bunu tüm kurum yönetimi ve Avrupa’daki kuruluşlar için söylemek elbette abartılı bir yaklaşım olur.

Bu arada Merkez yönetimi bana yoğun ilgi gösteriyor bu arada bizler de İsmail Engin ile birlikte kimi gerçekleri açıklamaya çalışarak insanlara  gece yarılarına kadar süren tartışmalarla birşeyler vermeyi bir borç biliyoruz. Gönlümüz biraz buruk olarak buradan ayrılırken; gerek Türkiye’de, gerekse Avrupa’da daha yapacak çok işimiz olduğunu bir kez daha görmüş oluyorum.

 

WEİNHEİM

7 Aralık 2003, Pazar

Bugün artık gezinin son gününe gelmiş olduğumuz için akrabalarımı ziyarete ayırıyorum bu güzel kış gününü. Mannheim yakınlarındaki Weinheim’a yakın bir yerleşim alanında yaşayan akrabalarım gerçekten de bir cennet köşesinde yaşıyorlarmış. Burası o kadar hoşuma gidiyor ki, insan sırf burayı gezmek için Almanya’ya gelir, diyorum. Tertemiz bir çevre, sade, güzel evler, yemyeşil bir doğa, küçük göletler, inekler, ördekler, küçük ama şirin bir kent... Tam bir turistlik merkez. Haydar Günel ve eşi Gürcü Günel ve Avni Günel ile Müzeyyen Günel ile çocuklarını, diğer yakınlarını ziyaretimiz oldukça iyi geçiyor.

 

8 Aralık 2003, Pazartesi

Öğleden sonra hareket edecek uçağıma yetişmek üzere Frankfurt Havalimanı’na gitmeden önce bazı ufak-tefek alış verişlerle zamanımızı değerlendiriyor, çeşitli mağzaları, dükkanları geziyoruz. Görebildiğim kadarıyla genel anlamda yiyecek, giyecek, elektronik eşyalar Türkiye’den çok da pahalı değil. Dahası bazı ürünler Türkiye’den daha da ucuz. Buna biraz da şaşırarak bazı şeyler alıyorum. Üst üste dört alış-veriş merkezini ziyaret ediyoruz. Zaten sabahtan hazırladığım bavullarımı aldığım gibi beni günler boyunca kendi evlatlarından ayırmayan Güldane Bal’a sarılarak ayrılıyoruz, Mannheim’dan. Beni yine aldığı gibi havalimanına bırakan Şahin Bal’a bana yaptığı iyilikleri nasıl ödeyeceğimi bilemeyerek, türlü duygular içinde uçağa doğru ilerlerken, aslında bir allak bulak oluş halini de yaşıyordum.

Şahin Bal’ın insanlığı, dostluk, kardeşlik duyguları, Almanlar’ın bilimsel araştırmaya verdikleri önem, cennet güzelliğindeki yerleşim yerleri, İrene Melikoff, zayıflamış haliyle mahzun teyzem, Heildelberg’in tarihi binaları, müzeler, Mannheim’in geniş, ışığa batan sokakları, karmakarışık duygulardaki, düşüncelerdeki Aleviler, Alevilik adına yapılan rezillikler... Yüzlerce duygu ve düşünce benimle birlikte yürüyor, kimi zaman büyüyor, kimi zaman inceden inceye bir sızı gibi içime işliyor...

Bakalım başka gezilerle daha başka insanlar ve mekanlar görerek Avrupa hakkında daha neler düşüneceğim?

 

Prof. Dr. İRENE MELİKOFF

 

Starasburg Üniversitesi Emekli Öğretim Üyesi

 

Alevi/Bektaşi araştırmacılığının yüz akı, bu konulardaki çalışmanın öncülerinden İrene Melikoff’la daha önce de söyleşiler yapmıştım.

Fakat bu sefer, şu anda yaşamını sürdürdüğü Fransa’da, Strasburg’taki evinde onunla sohbet etmek gerçekten benim için de tarihi bir anıdır.

Kent merkezindeki evini elimizdeki adresle ve tarif üzerine buluyoruz; çünkü dil bilmiyoruz. Tüm gezi boyunca beni dolaştıran bu yola gönül vermiş Şahin Bal’ın içtenliği olmasa bu söyleşiyi de yapamayacaktım.

Evinin odaları, salonu, hatta yatak odası da kitap dolu olan Melikoff, ilerleyen yaşına rağmen güzelliğinden, zarafetinden, çalışkanlığından hiçbir şey kaybetmeyen bir pırlanta insan.

Duvarlar yağlı boya, karakalem resimlerle dolu.

Son derece güzel, büyük bir yağlıboya tablodan bize bakan hanım annesiymiş. Babam Kafkas, diyen Melikoff’un atalarına ilgisi olduğu duvarlardaki bol Kafkas resimlerinden anlaşılıyor.

Sohbetimizde  Ömer Lütfi Barkan’dan sevgiyle bahsediyor. Onun da bir resmi var odasında.

Binlerce kitap içinde çok önem verdiği ve kapalı bir dolapta muhafaza ettiği eserler ise Aleviliğe, Bektaşiliğe ait olanlar.

Eğitimimden dolayı zaten Arapça’yı, Farsça’yı, Türkçe’yi okulda öğrendim, diyen Melikoff’un kütüphanesinde eski yazma eserler oldukça bol miktarda var.

Odalarla birlikte hol de kitaplarla dolu. Şimdi ise çalışmalarını yatak odasında sürdürüyormuş. Burada da oldukça çok kitap olmakla birlikte çok güzel tablolar, desenler dikkat çekiyor.

Fikret Otyam’ın bir çalışmasını baş köşeye koyan Melikoff, Onu çok sevdiğini söylüyor.

Alevilik’le ilgili resimler içinde en sevdiğinin deve üzerinde kendi taputunu götüren Hz. Ali figürü olduğunu söyleyen İrene Melikoff’un yanından ayrılmayan bir İran kedisi de var.

Çiçekler, tablolar, kitaplar, biblolarla Melikoff’un evi bir müzeyi andırıyor.

Şu anda kortizon iğnesiyle, romatizma tedavisi gören İrene Melikoff buna rağmen bizi kabul edip, sorularımızı yanıtlıyor.

Kısa da olsa bu sohbeti/söyleşiyi sizlerle paylaşmak istedik.

 

Siz yüz akımız, büyük bilim insanımızsınız. Sizi çok seviyoruz. Benim işim araştırmak, öğrenmeye çalışmaktır. Bu demek değildir ki, ben her şeyi biliyorum. Bazen alimler de yanlışlıklar yapıyorlar. Belki de ben de yanlışlar yapmışımdır ama ben de araştırmaya devam ediyorum.

 

Şu anda sağlığınız nasıl? Şu anda romatizmayla uğraşıyorum. Kortizon tedavisi görüyorum.Uzun zamandan beri durumum iyi değil.

 

Strasburg’ta oturuyorsunuz? Aslında ben Paris’ten buraya geldim. Burada çok kalacağımı sanmıyordum. Ama kaldım. Strasburg çok güzel bir kenttir. İki haftadır, grev var. Her taraf kirli. Burası üniversite kendi. Bu sokağın sonunda eski Alman Üniversitesi var. Strasburg üniversite merkezidir.

 

Siz emekli oldunuz ama çalışmayı hiç bırakmadınız? Bırakmadım. Şu anda ben, Harabi’yi Fransızca’ya tercüme ediyorum. O kadar zevk alıyorum ki. Harabi’yi çok seviyorum. O bambaşka. Ama biliyor musunuz, daha çok yapacak iş var.

 

Uyur İdik Uyardılar, Gerçekten Efsaneye Hacı Bektaş Gerçeği, isimli kitaplarınız Türkiye’de yayınlandı. Şu anda yayına hazır bir kitabınız daha var mı? Şu anda Kırklar Sohbeti (Cemi) diye bir eserim, Türkçe tercümesi yapılıyor. Ama tercüme bitmedi.

 

Sizin destanlarla ilgili çok çalışmanız olduğunu biliyoruz. Ama sanırım Türkçe’ye çevrilmedi bu çalışmalar. Maalesef Türkçe’ye çevrilmedi.  Eba Müslüm kitabını Türkçe’ye çevirmek isterdim. (Şu anda bu çevrildi. 2012) Fransızca yayınlanmış örneği var.

 

Sizin ne kadar çalışmanız var? Benim eserim yüzden fazla. Kitaplarım; Umur Paşa Destanı, Melih Danişment Destanı, Eba Müslüm Horasani. Tabii makalelerim çok fazla.

 

Harabi’ye ilginiz nasıl başladı? Hurufilik çok mühim. Hurufiğin Bektaşilik üzerinde etkileri var. Çok fazla etkisi var.  Cavidanname türcüme edilmemiş.  Cavidanname zaten Farsça değil. Cavidanname’yi tercüme etmeden biz tam Hurufiliği bilemeyeceğiz. Ama İmameddin Nesimi gibi, Virani, Kul Himmet gibi bir çok  şair Hurufiliğin tesiri altında kalmışlar. Hilmi Dedebaba, Harabi de Hurufi tesiri altında kalmış şairler. Bu iş tabii Harabi’yle bitmiyor. Astrarabıtı Fazlulluh’a kadar bu meseleyi götürmek gerekir. Hatta Mansur El Hallac’a ulaşmak gerekir. Ama ben ona yaklaşmaktan korkuyorum. Masinyon (Louis Massıgnon) otuz yıl çalıştı, Hallacı Mansur üzerinde. O yüzden Hallac’a dokunamıyorum. Mansur Hallac “Enel Hakk” diyor. Aslında kendisi de bundan ben Allah’ım, lafını kabul etmiyordu. O bu laftan ben hakikatim, diyordu.

 

Mevlana’yı Aleviler arasında bile yanlış bilenler, anlamayanlar var. Sanırım, siz Mevlana’yı çok seviyorsunuz? Efendim onu yanlış anlamak, kötü bilmek cahilliktir. Mevlana, Mevlana’dır. Bektaşilik daha çok halka yakın, Mevlevilik daha çok kentli, kültürlü insanlara yakın. Mevlana çok kültürlü bir insandır. Mevlana’yı ve Mevleviliği zaten ben çok seviyorum.

 

Şu anda oturduğunuz yer Strasburg’un ana merkezi mi? Evet. Burası üniversite semti.

 

Burada bir Türkiyat Bölümü vardı sanırım? Ben şimdi o bölümde emekliyim. Ama önümüzdeki Cuma günü Paris’ten bir meslektaşımız gelecek. Çok kuvvetli bir tarihçi. Bir konferans verecek. Ben küçük bir kabul yapacağım evimde. Arkadaşları çağırdım, gelecekler. En büyük Fransız Türkolog Paris’ten, Frans de Colage’dan gelecek.

 

Yaşamınız nasıl geçiyor, neler yapıyorsunuz? Şu anda, sıhhatim ile uğraşıyorum. İhtiyarlığa karşı bir savaş veriyorum. Ben seksen altı yaşındayım. Göz ameliyatı oldum. Şimdi daha iyi görüyorum. Romatizmaya karşı tedavi yapıyorum. Şu anda Harabi’yle uğraşıyorum. Sadece bunla kalmayacak herhalde. Hurufilik ile Bektaşilik arasındaki münasebetleri inceleyeceğim. Biliyorsunuz İngiliz alim Hasluck var. Onun Türkçe’si iyi değildi. Bir tercüme  (tercüman (?)) kullanıyordu. İşin derinine giremedi. Fakat, ama onda çok sezgi vardı. O iki şey sezdi ama içine giremediği için ispat edemedi. Birinci şey; Hacı Bektaş’ın ehemmiyeti. İkinci şey; Bektaşilik’te Hurufiliğin etkisi. Hacı Bektaş’ın popüler olması, Osmanlı üzerinde etkisi de çok mühim ama ben ikincisini de çok önemsiyorum. Bu çok mühim.

 

Bir çok öğrenci yetiştirdiniz. Biz Ahmet Yaşar Ocak’ı tanıyoruz. Başka ünlü öğrenciniz var mı? Benden çok yetişen öğrenci oldu. Ama Ahmet Yaşar Ocak en çok faydalı olan, faydalanılan oldu. En mühim o. Evvela o Sünni, O Alevi değil. Belki ilk başta bu fikirlere uzaktı. Ama içine girdi, sezdi. Ne kadar mühim olduğunu anladı. Şimdi o çok benimsedi. Çok eser yazdı.

 

Siz başka kimleri seviyorsunuz? İlber Ortay’lı var, Onu seviyorum. Ama Türkiye’de alim yok. Alevi olmak, Bektaşi olmak başka. Alim olmak başka. Bektaşilik’te bir tarikat kültürü vardır. Alevi olmak, Bektaşi olmak kafi değildir. Aleviler kendi inançlarını bile anlamıyorlar.

 

Siz radikal Kürt guruplarına da, diğer guruplara da karşısınız? Tabii. Ben bütün aşırılara karşıyım.

 

Bir zamanlar Fransa’da Kürt hareketi çok fazlaydı? Hala da var. Her Cumartesi günü toplanıyorlar gösteri yapıyorlar. Türkiye’nin aleyhinde konuşuyorlar. Strasburg’ta bu devam ediyor. Avrupa Parlementosu’nun önünde yürüyüş yapıyorlar. Ama artık onlara Fransızlar da bakmıyorlar.  Öcal’anı kurtarınız, Öcal bilmem ne. Çoluk çocuk gösteri yapıyorlar.

 

Strasburg’da Aleviler çok mu? Evet. Çok. Strasburg Üniversitesi’nde de çok Alevi var.

 

Buradaki Aleviler gelip sizi buluyorlar mı, ilgileniyorlar mı? Evet. Onlarla sık sık görüşüyoruz.

 

Kızınızı bir Türk’e verdiniz. O ne iş yapıyor? O Paris’te yaşıyor. Kocası Kasım burada. Çünkü onun görevi var. Milletler arası diplomatik enstitüsünde çalışıyor. Diplomat yetiştiriyor. Ama sık sık buraya geliyor. Kızı burada, Melisa burada okuyor. Hukuk okuyor. Bir kızım benimle oturuyor. Benim üç evladım var. Melisa da hafta sonları benimle kalıyor.

 

Görüyoruz ki hiç durmadan çalışıyorsunuz? Efendim çalışma olmasaydı yaşayamazdım.

 

Strasburg’ta yaşam nasıl, çok kalabalık bir şehir değil sanırım? Sakin bir yer. Güzel bir kent. Strasburg’un bir Alman havası var. Ben fazla sevmiyorum. Hiç düşünmedim ki, ben hayatımı burada bitireceğim. Ama maalesef Paris on iki milyonluk bir şehir oldu. Orada yaşamak çok zor. Ben burayı kendi memleketim gibi hissetmiyorum. Alman huyunu sevmiyorum. Burada bir Alman havası var. Buradaki Fransızlar Almanlar’a benziyorlar; Çok ciddiler, çalışkanlar. Kavgacı değiller. Fransa’nın güneyinde olsaydım daha iyi olurdu. Ama kısmet böyle.

 

Sizin tanıdığınız isimlerden İsmet Zeki Eyüboğlu’nu geçen hafta kaybettik. Ah. Öyle mi. Allah rahmet eylesin. Çok seviyordum onu.

 

Biz size çok teşekkür ediyoruz. Tekrar buluşmak dileğiyle. Ben sizi gördüm, sıhhat buldum. Çok sağ olun.

 

Söyleşi: 1 Aralık 2003, Strasburg, Fransa

 

DOSTLAR BAĞINDA GÖNÜL SEYYAHI (Alevilik - Bektaşilik / Denemeler, Yurtdışı Gezi Notları), ÜRÜN YAYINLARI, 2013, ANKARA (ÖNSÖZ), SAYFA: 141-155

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile