İSVİÇRE'DE OLMAK ORADAN TÜRKİYE'Yİ DÜŞÜNMEK (2008)
İsviçre’de Olmak ve Oradan Türkiye’yi Düşünmek
Bir Kültür Gezisinden Notlar…
AYHAN AYDIN
Memleket isterim
Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun;
Kuşların çiçeklerin diyarı olsun.
Memleket isterim
Ne başta dert ne gönülde hasret olsun;
Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.
Memleket isterim
Ne zengin fakir ne sen ben farkı olsun;
Kış günü herkesin evi barkı olsun.
Memleket isterim
Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun;
Olursa bir şikayet ölümden olsun.
(CAHİT SITKI TARANCI)
İsviçre Basel’e; Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Birliği isimli Derneğin davetlisi olarak 16 – 28 Mayıs 2008 tarihleri arasında 13 günlük bir ziyaretim oldu.
Daha önce Sevgili Hocam Prof. Dr. İzzettin Doğan’la katıldığımız bir söyleşi programı esnasında, dernek yönetiminde bulunan dostlarımız, benim birkaç hafta kendileriyle birlikte olmamı, burada eğitim çalışmaları yapmamızı ve bazı televizyon çekimleriyle kültürümüze katkıda bulunmak istediklerini söyleyince ben bunu büyük bir memnuniyetle karşılamıştım. Dernek yönetiminin istemiyle bu çalışmaları mayıs içinde gerçekleştirdik. Cennet güzelliğindeki İsviçre’ye yaptığım bu gezi benim içinde son derece yararlı oldu. Burada birbirinden güzel, değerli insanlarla buluşup, tanışmak, konuşmak onlarla bir şeyler paylaşmak hayatımın çok da önemli tecrübelerinden birisi oldu.
Her şeyden önce yürekleri insanlık aşkıyla dolu, Türkiye’mizden kopmamış, Alevi-Bektaşi inanç ve kültürünün tüm erdemlerini, değerlerini bu güzel ülkede yaşayan, yaşatan, var eden bu dünyalar tatlısı insanlar bana da bambaşka kapılar açtılar.
Demokrasinin, insan haklarının, hukukun, tabiat güzellikleriyle birlikte insanlığa sunulduğu böylesine bir ülkede, yani tüm dünya insanlarının gıptayla baktıkları bu ülkede, çok sıkı çalışma koşulları altında hayatlarını sürdüren ve bambaşka bir kültür atmosferinde bulunan bu canlarımız nasıl olmuştu da, dillerini, kültürlerini, inançlarını, gelenek ve göreneklerini yaşatmışlardı, hem de İsviçre’ye uyumlu bir halde; Buradaki insanlarla uyumlu halde, buradaki yaşamla uyum içinde? Aslında bu sorunun cevabı çok basitti: yaşadıkları, yaşatmaya çalıştıkları inanç yani Alevi-Bektaşi İslam inancı bu olanağı olanlara vermiyor muydu?
Onlar bu inancı ve kültürü yaşadıkları içindir ki, Sünni kökenli olmuş, İsviçre’li olmuş, Afrika kökenli olmuş, Yahudi olmuş tüm insanlarla barış içinde yaşayabiliyorlardı. Yetmiş iki millete bir nazarla bakmak nazariyesi sözde kalmayıp uygulamaya geçince, yani Alevi-Bektaşi inancı yaşanır olunca sorun da kendiliğinden çözülüveriyordu.
Gittiğim her yerde, konuştuğum herkeste bunu gözlemledim. Nihayetinde ben de kendilerine bunu hatırlattım birçok kez. Özellikle genç kardeşlerime.
Eğitim Çalışmaları, Seminerler…
Burada başta Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Kültür Birliği’nin çok değerli başkanı Hulusi Yıldız, başkanla birlikte çalışan yönetimdeki çok değerli dedemiz Ali Dedeoğlu’nun ve diğer yönetim kurulu üyelerinin istekleri doğrultusunda bir dizi eğitim seminerlerimiz oldu. Genellikle, daha müsait oldukları için, işten gelen canlar akşam saatlerinde, otuzar- kırkar kişilik guruplar halinde toplanıyorlardı.
Oldukça ilgili, meraklı, inançlı, tertemiz insanımızın katılımıyla gerçekleşen seminerler ikişer-üçer saat sürdü. Konuşmalarımdan sonra söz alarak, yöneltilen soruları yanıtlayarak bu dostların meraklarını giderdiğimiz gibi, yeni yeni dostluk köprüleri de kurduk.
Alevilik/Bektaşilik Temel Kavramlar ve Tarihsel Süreç, İnançsal Boyut gibi konuların yanı sıra; Dedeler, Babalar, Bektaşilik, Balkanlar, Alevilerin Yaşadıkları Güncel Problemler, CEM Vakfı Çalışmaları, Yazarlar, Günümüzde Yaşayan Halk Ozanları ve Dünyalarının anlatıldığı seminerlerimizle bilgi birikimimizi halkımızla paylaştık. Bu arada dernekten dostlarımızın katkılarıyla çekimlerimiz oldu.
Bir oturumumuzu da gençlere ayırdık. Bizden kaynaklanmayan çeşitli aksaklıklarla randevumuza çok gecikmiş olsak da, çok meraklı pırıl pırıl aydınlık yüzlü gençleri bizi bekler bulmak; üstelik kırk beş dakikalık programı kendi istekleriyle bir buçuk saat yapmamıza rağmen büyük bir ilgiyle konuşulanları dinleyen, sorular soran, sorularının yanıtlarını alma konusunda da çok istekli olan bu yürek parçalarımıza verdiğim bu semiren benim açımdan da çok önemliydi. Bir ölçü de onların dünyalarına inerek, üslubumla, hareketlerimle biraz da başka bir dilden yaptığım konuşmayı gerçekten ben de çok beğendim. Keşke bunu kameralar da kaydetmiş olsaydı.
Bizi bağırlarına basan bu dostlarla daha günler boyunca bir araya gelip sohbet etmek isterdim. Bir seminerimiz de Soloturn Alevi Kültür Merkezi’nde oldu.
Burada da aynı şekilde Alevi-Bektaşi inanç ve kültürünün tarihsel boyutu yanında, güncel sorunları ve özellikle Diyanet İşleri Teşkilatı’yla ilgili yorumlarımız, eleştirilerimiz ilgiyle dinlendi.
Bizlere yöneltilen soruları yanıtladığız bu derneğimiz de özellikle Hemşerim İzzet Bey’i ilgisinden söz etmeliyim. Bu genç kardeşimiz Şiran’dan kalkıp, geldiği bu güzel şehirde çok güzel bir restoran sahibi olmuş. Ama aynı zamanda halkımızı da toparlamayı başarmış.
İsviçre’de, Avrupa’da Örgütlenme…
Gördüğüm kadarıyla Sadece Basel’de değil tüm İsviçre’de yoğun bir Alevi kitlesi var.
Bu büyük kitle inanç ve kültürlerini yaşatmak için de bir çok dernek kurmuşlar. Şu ana kadar çeşitli süreçlerden geçseler de şimdi aklı başında insanların elinde, inançlı, mantıklı insanların elinde daha güzel günlere doğru koşuyorlar.
Bu arada çok sevindiğim bir olay da, buradaki farklı şehirlerden bir araya gelen derneklerin bir çatı altında toplanmak için çaba harcıyor olmalarıydı. Biel Alevi Kültür Merkezi, Langenthal Cemevi, Soloturn Alevi Kültür Merkezi, Cenevre Alevi Kültür Derneği, Lugano Alevi Derneği özellikle Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Kültür Birliği’nin önderliğinde bir araya gelmişler.
Hatta şimdiden bir tüzük çalışması da yaparak İsviçre’de yaşayan canlarımızın ihtiyaçlarına bu ülkenin de kanunları çerçevesinde inanç ve kültürlerini yaşamaları konusunda rehberlik yapacak bir yapı oluşturmuşlar bile. Umarım bu birlik kurulur, diğer şehirlerden de derneklerimiz canlarımız, aydınlarımız, dedelerimiz bu oluşum içinde yer alırlar ve tarihi bir adım atarak, Alevileri-Bektaşileri toparlarlar. Bu konuda dernek yöneticilerinin çok istekli olduklarını büyük bir sevinçle gördüm. Bu samimiyet umarım yakında meyvesini verir. İsviçre’de yaşayan özellikle çocuklarımız, gençlerimiz için gelecek vaad eden bir örgütlenme sağlanır.
Burada da en önemli sorunlardan birisi kurumların kendi binalarına sahip olamayışlarıdır. Tümü oldukça yüklü kiralar vererek bu kültürün yaşaması için çaba harcıyorlar.
Bazen ben de şaşıp kalıyordum, sanki burada para basılıyor, Türkiye’deki tüm kurumlar da, ihtiyaç sahipleri de, özellikle para göz sanatçılar da dört gözlerini açmışlar buraya bakıyorlardı (bakıyorlar). Avrupa’daki kişiler, dernekler, vatandaşlar paraları toplayacaklar, çuval çuval Türkiye’ye gönderecekler, getirecekler! Sanki onlar parayı sokaktan topluyorlar! Bu ilkel anlayışın halen devam ettiğini büyük bir üzüntüyle görüyorum. Türkiye’den giden yanına bir bohça alan, yanına bir rehber tutan şehir şehir Avrupa’yı arşınlayıp para topluyor.
Yahu oradaki kurumların kendilerinin ihtiyaçları yok mu?
Bu paralar kolay mı kazanılıyor?
Yıllar yılı, altlarına kırmızı halılar serilerek bavulları parayla doldurulup şimdi ayyaşlıktan konuşamayan sanatçı bozuntularına ne demeli, yıllar yılı Avrupa’yı sömürdükleri yetmiyor mu?
Ya Avrupa’dakilere ne demeli? Sömürülmekten bazıları zevk mi alıyorlar, bundan kimler nasıl menfaatleniyorlar?
Buradaki dostlar da bana anlattılar. Keşke kendi binaları olsa da daha rahat çalışsalar, gençlere, halka daha iyi hizmet verseler. Ben de kendilerine dedim ki; Arkadaşlar, Türkiye’de yardım etmediğiniz, dernek, kurum, cemevi, dede, ebe, sanatçı, yazar, etkinlik kalmadı. Artık yetmiyor mu? Kendi içinizden çıkan değerlerle buradaki eğitim-kültür-inanç kurumsallaşmasını yapamaz mısınız? Sürekli Türkiye’den gelen insanlarla, sürekli oraya para akıtarak bunun sonunda ne elde edeceğimizi sanıyoruz? Çocuklarımızın, gençlerimizin kaç tanesi Türkiye’ye dönecek? Burada, bu topraklarda kendi inanç ve kültürümüzü daha iyi yaşamak için kalıcı çalışmalar yapsak, cemevleri, dernek-vakıf-araştırma merkezleri, enstütiler, kütüphaneler kursak, bilinçli insanlar yetiştirsek daha iyi olmaz mı? Dedikçe hepsi bana hak verdiler.
Hem de artık her mahallede bir cemevi yaparak biz ne yapacağız? Hele de bazısında bazı çıkarcılar buraları ele geçirip bir menfaatlenme merkezi haline getirdikçe bunun sonu ne olacak?
Velhasıl dostlar, İsviçre’de, başta Basel olmak üzere Alevi/Bektaşi canlarımızın kendilerine ait bir binalarının olması; bir katında gençlerin sadece bağlama değil her türlü eğitsel çalışmaları yapacakları atmosfere sahip olmaları, bir katında halkın eğitimini, bir katında araştırma-inceleme merkezinin, bir ana kütüphanenin oluşturulması gerekiyor. Herkes Alevilik-Bektaşilik’le ilgili temel değer taşıyan kitapları gelip oralardan alabilsinler. Yani gerçek anlamda Aleviliğimizi-Bektaşiliğimizi yaşabileceğimiz mekanlarımız olması bir zorunluluktur.
İsviçre Cennetten Bir Köşe..,
Dostlar; İsviçre gerçek anlamıyla cennetten bir köşe. Tam da benim hayallerimde yaşattığım, çok sevdiğim bir yer. Tabiat aşığı birisi olarak, ağaçlara, yeşile aşık birisi olarak tabiatın bin bir renginin hakim olduğu bu ülkeyi nasıl sevmezdim? Nehirse işte Avrupa’ya hayat veren su kaynaklarından, yaşam kaynaklarından Ren (Reine) Nehri, İşte dağlar, işte göller… Allah vermiş, insan da geliştirmiş. Burada her şey insan için, insan yaşamı için.
Avrupa burası daha önce de birkaç geldiğim Avrupa’nın farkı burada ortaya çıkıyor. Yollar ışıl ışıl, geniş, rahat. Trafik denilen canavar burada yok. Çünkü bu en kötü canavarı, Türkiye’de olduğu gibi ne devlet ne de insanlar birlikte yaratıyorlar.
Burada ağaçlar, otlar, çiçekler doğal olarak büyüdükleri ortamda korunuyorlar. Akçaağaçlar burada özgür. Ama bu Türkiye’de hayal edilemeyecek bir olay, yani doğal olarak bir bitki örtüsü varsa, kendiliğinden büyüyen çalılar, ağaçlar varsa onlar ilk önce budanacak, yok edilecek sonra onların yerine iğrenç yapmacık sözde parklar, yeşil alancıklar kondurulacak. Yüzde doksanı betonlarla örülü alanlardan arta kalan yerlere yani.
Tüm tarihi binaları korumak, yeni yapılacak tüm binaları kontrollü bir şekilde inşa etmek modern olanı iğreti durmadan yapmak bir mimari deha olmadan başarılıyor. Türkiye’deki gibi devlet denetim ve kontrolünde hiçbir altyapı kuralına uymadan, birbiri içine girercesine, tarihi ve tabii dokuyu yok edercesine akıl almaz bir şekilde bina yapılmıyor. Burada yaya kaldırımlarından dilediğiniz gibi yürüyebiliyorsunuz. Rahat bir şekilde, soluk alarak, kimseye çarpmadan, kimse size çarpmadan. Türkiye’deki gibi birbirini tepeleyerek, üst üste, bazen de kasıtlı olarak birbirine çarparak yürüyen yayalar yok burada. Yayalar ve sürücüler birbirine karşı son derece hoşgörülü. Hız limitini aşarak sizin üzerinize araç süren canavarcıklar yok burada. Şehirler arasında koyun sürüsü taşırcasına on binlerce kişiyi oradan oraya taşıyan çoğu zaman acaba tabut mu olacak?, diye korkarak bindiğiniz otobüslere de rastlamıyorsunuz şehirler arası yollarda. Çünkü burada tümüyle raylı sistem tıkır tıkır işliyor. Yüz yıl önce alt yapı oluşturulmuş. Her sokağa tramvay olduğu gibi tüm yerleşim birimlerine de trenler var.
Dünyanın en pahalı benzinini kullandıran devleti yönetenler, ABD.’deki ağabeylerinden daha fazla halkı sömürmenin yollarını biliyorlar. Bu Türkiye’de oluyor. Böyle sömürü düzeni Avrupa’da yok.
Vatandaşı enayi olarak gören, yolunacak kaz olarak gören, zenginden az, fakirden çok vergi alan bir devlet anlayışı Avrupa’da, İsviçre’de yok. İnsanı köle olarak gören, milyonlarcasını, el kadar çocukları çalıştıran, çalıştıranlara göz yuman, emek sömürüsüne çanak tutan bir devlet anlayışı Avrupa’da, İsviçre’de yok.
Hastasını madur eden bir hastane anlayışı İsviçre’de yok. Hastasının cebine göz dikmiş, vergi kaçırmayı aklına koymuş, zaman zaman organlarını kesip satan, sağlam gözünü kör eden hekim tipleri İsviçre’de yok.
Yeşile hasret ve hayran olan ben günde birkaç saat bu muhteşem parklarda, yollarda, caddelerde yürüme şansına eriştim. İstanbul’da bu şansım olabilir mi? Tüm insanların birbirlerine hoşgörüyle baktıklarını, selam verdiklerini, yardımcı olmak istediklerini de gözlemledim.
Elbette burada yaşam kusursuz değil, elbette benim de eleştireceğim çok yönler var. Burada sistem disiplin üzerine kurulmuş. İnsan yaşamları önemli oranda iş düzenine göre belirlenmiş. Çok yoğun çalışma saatleri var. İş disiplini en üst düzeyde. Dolayısıyla emekli olan yaşlı insanların bir yorgunluk içinde olduklarını gözlemledim. Tüm bunlara rağmen yaşlı insanlar yine sokaklarda, parklarda, hayatla iç içeler. Sosyal güvenceleri var.
Hastaneler olağanüstü. Pülümür Hacılı köyü’nden bir canımızı ziyaret için bir devlet hastanesine gittim. Her taraf ışıl ışıl. Tam üç kişi geldi hastayla ilgilendiler. Ayrı ayrı sordular, bir isteği olup olmadığını, hatta öğlenleyin ne yemek istediğini vs. sordular. Ne güzel ki genç bir doktor da Türk’müş. Türkler şimdi okudukça, eğitim aldıkça dünyanın dört bir tarafında yüzümüzü ağartıyorlar. Hasta odaları geniş, ferahlatıcı, camları büyük insanın içi açılıyor. Tüm insanların tedavi olma hakları var. Birisi hastalandığında ilk önce “parası var mı, sosyal güvencesi var mı” gibi haysiyetsiz sorular onlara sorulmuyor. Hipokrat yemini eden hekimler burada gerçek hekimler. Nihayetinde hem hastaneye, hem de benimle on üç boyunca ilgilenen can dost İbrahim İbili’nin temrinine onunla gittim. Yani kontrolüne. Burada hasta hakkı çok önemli bir hak olarak takdirle izlediğim bir sosyal güvence. Dikkat ettiğim tüm hastaların, hasta bakıcıların, doktorların birbiriyle selamlaşması, birbirlerine nezakette kusur etmemeleri. Nerede Türkiye’deki gibi birbirlerini doktor sırasında beklerken döven hastalar, hastalara hakaret eden doktorlar, hemşeriler?
Çocuklar, Gençler…
Çocuklar, gençler… cıvıl, cıvıl hayat kaynakları… kulaklarım öylesine sevinç çığlıklarıyla doldu ki adeta bunları unutmuş birisi gibi uykumdan uyandım.
Hani zaman zaman sokak aralarında İstanbul şehrini her an yeni yerleriyle keşfeden bir kaşif olarak sokaklardaki çocuk çığlıkları beni doyurur ya. Hani bilyelerinin, peşinden koşuşturdukları topun arkasından haylaz, umarsız ve mutlu çocuklar beni mutlu eder. Analarının, babalarının, yöneticilerin, devletin aymazlığı nedeniyle tekerlekli sandalyeye mahkum edilmiş, engelli binlerce çocuğu da görür üzülürüm ya ben, zaman zaman da yaşadığına isyan eder bu vefasız dünyaya ağlarım ya, on binlerce genci işsiz, güçsüz, engelli sokakları dolduran bir memlekette yaşadığım için çok hüzünlerim de, sevinçlerim kursaklarımda kalır ya, işte burada, İsviçre’de buna daha çok hissettim ve yaşananlara isyan ettim.
Bir anda yirmi, otuz çocuk bisikletlerinde, kendilerine ayrılan yolda şarkılar söyleyerek yanımdan geçince, hayvanat bahçesinde kendilerine rehberlik edenlerin arkasında dünyada yaşayan tüm canlıları bir arada görebilecekleri olanaklar kendilerine sağlandığı için neşeler saçarak, haykırarak, mutluluk çığlıkları dünyayı dolduran bu çocukları görünce bizim ülkedeki çocuklar daha çok aklıma düştü. Aynı sırada beşer kişi yan yana, kışın soğuğunda getirdikleri tezekleri yakarken can veren öğrenciler, yolda donan öğretmenler geliverdi birden bire aklıma.
Cennet düşleriyle, cehennem görüntüleri yan yana, iç içe geçiverdi birden gönül ufuklarımda. Alaca şafak güneş kızıllığını beklerken, aniden bastıran yağmur gibi hülyalarım yağmurlarla denizlere karıştı.
Okul eğitim evi, yuvası olacak, bilim yuvası, hoşgörü, kaynaşma, sosyalleşme merkezleri olacak. Bu İsviçre’de böyle. Ya bizim ülkemizde?
Bin dört yüzyıldır Muaviye’nin çaktığı kazıklarla din sömürüsünü devam ettirenler nedeniyle bir gelecek veremediğimiz gençlerimize, çocuklarımıza ayıracağımız kaynakları, Diyanet İşleri Teşkilatı adı altında, bilmem hangi kurumlar adı altında, kolaydan bir meslek edinen, din duygularını sömürüp bunu meslek edinenlere aktaran bir devlet yönetiminde nasıl olur da okullar bir eğitim/kültür/bilim evleri, merkezleri haline getirilebilir?
Dinle, cehennem zebanileriyle korkutup, hayallerini kararttığımız çocuklarımız, gençlerimiz masallar dinleyip yedi başlı ejderhaları yenen prenslerin, erenlerin ve alp erenlerin dünyalarından, mutluluk çığlıklarıyla doldurmaları gereken oyun parklarından, sinemalardan, tiyatrolardan, müzelerden habersiz; lağım akan sokakların aralarından sonu olmayan bir yola atılıverip, bir otomobil atölyesinde, yüzleri yağdan kapkara, üç kuruşa mahkum edilmiş bir şekilde yaşatılacaklar.
Vah vah benim memleketime, vah vah benim insanıma, gençlerime, çocuklarımıza…
Kültür- Tarih Müzesi
Basel’de Halk Ozanı Orhan Sunan’la bir kültür-tarih müzesini gezdik. “naturhistorisches museum”’da bir maceraya atıldık adeta. Fosil halde veya dondurulmuş bir şekilde yeryüzünün geçirdiği evrimi de gözler önüne seren bu müzede bin bir türlü canlının yaşam evrimini size o kadar güzel, pürüzsüz, net bir şekilde sunuyorlar ki, şaşırıp kalmamak mümkün mü? Binlerce kuş dondurulmuş, aslının tıpkısı gibi karşınızda, sesiyle soluğuyla sizinle. Bu muazzam müzeyi ancak iki saatte gezebildik, o da bir bölümünü. Diğer bölümü kapalıymış. Asıl burada söylemek istediğim ise, gençlerin, çocukların burada ders çalışırcasına meraklı gözlerle adım adım, her yönüyle sergilenenleri izlemeleriydi.
Can dost Orhan Sunan da tam benim kafamda birisi. Tabiat, tarih aşığı. Öyle de güzel sazı, sözü var ki sormayın, gizli değerlerimizden birisi. Kendisi Erzincan’lı, gül yüzlü eşi ise Tunceli’li. Bana bir bulgur pilavı yaptı ki, kırk yıldır (yani yaşım kadar) böyle bir pilav yemedim, yiyeceğimi de sanmıyorum. Bu tertemiz, gül yüzlü insanlar dünyanın gerçek varlıkları.
Yine Orhan Sunan’la Basel tren istasyonu “Banof”un arka tarafındaki evinden, bir koruluğu, parkı aşıp geniş tarlalara doğru yol alırken, Basel bu sefer bambaşka güzellikleriyle bizi selamlıyordu. Yemyeşil alanda yürürken doya doya sohbet ettiğim Orhan Sunan buradaki insanların saygısından, sevgisinden bahsetti. Kendisini çeşitli hobilerle yaşama bağlayan yüreği coşkulu ozanımızla birkaç saat yol yürüdükten sonra tramvaylara binip inerek, gezerek şehri daha iyi tanıdım.
Bu parklar, bu yeşil alanlar insanın tüm stresini, fazla enerjisini almaz da ne yapar? Tren istasyonu ise muazzam. Onlarca tren aynı anda yolcu alıp veriyor. On dört milyonluk İstanbul’daki Haydarpaşa’dan da, Sirkeci’den de daha yoğun bir çalışma var burada. İsviçre’nin toplam nüfusu zaten yedi milyon. “Demir ağlarla yurdu örnek isteyen” büyük önderin arkasından gitmeyenler, bu güzelim ülkemize ihanet etmişlerdir. Kendi değerleriyle, Batı’nın gelişmişliğini, modernliğini almak için hayat boyu mücadele eden Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm idealleri para babaları, sömürücüler, asalaklar, beyinsizler tarafından yok edilmiş, güzelim memleketimiz bir Ortadoğu ülkesi yapılmıştır.
Ren Nehri, Tabiat, Kent ve Tarihi Doku…
Ren Nehri Besel’e hayat veriyor. Burada uzun zamanlar nehir taşımacılığı yapılarak ekonomik bir girdi sağlanmış. Şimdi de bunun yanı sıra İsviçre, Basel bir nehri, Türkiye’deki yüz nehrin yapamayacağı şekilde değerlendirip bir yaşam kaynağına çeviriyorlar.
İsviçre belki denizlerle çevrili değil, bir denize kıyısı da yok. Ama olsun, ne gam, nehir var, göller var. Sen ister ki yararlanmasını bil, gerisi kolay. Türkiye’nin üç yanı denizlerle çevrili de neye yarıyor? Denize küsmüş, İstanbul’da yaşadığı halde deniz görmemiş milyonlarca insanın yaşadığı bir garip memleket ve, memleketimin garip insanları. Aman denize yaklaşmayın, nehirlerden yararlanmayın, tüm gölleri kurutun yoksa onlar sizi yok eder ha! Tüm sulak alanları kurutun, tüm kuşları Türkiye’den kaçırtın belediye reisleri, yoksa reisliğiniz de ortadan kalkar, insan canını alan reislere benzer yanlarınız olmazsa nasıl olur da, reisliğinizi hak etmiş olursunuz?
Ren nehrinin tüm balıkları, kuşları koruma altında ama İsviçre’de. Burası bir sanayi kenti ama doğasını korumak birinci görevleri buradaki belediyelerin. Sulak alanlar, göller ise yaşamın ta kendisi. Dağlar, ormanlar, nehirler, dereler olmazsa yaşam nasıl olabilir ki?
Biz ormanı yok ettikçe, su kaynaklarımızı yok ettikçe, betona tapar oldukça daha iyi yaşadığımızı sanıyoruz Türkiye’de, yazıklar olsun!
Bu güzelim ülkeyi, İsviçre’den özde farkı olmayan, olamayacak bir ülkeyi bir Arap devletine çeviriyoruz.
Kent merkezinde birçok tabii ve sonradan yapma park var. Basel’deki insanlar bu parklarda nefes alıyorlar. Ağaçlar altında sabah, öğlen, akşam her vakit koşan, yürüyen her yaştan insanı görürsünüz. Ayrıca bir çok kuş çeşidi doğal olarak buralarda yaşarken, ötüşleriyle de yaşamı renklendiriyorlar. Bir de tabii şu var burada; köpek sevgisi. Hemen herkesin bir köpeği var. Bu hayvanlara o kadar güzel bakıyorlar ki sabah akşam bakımları tam. Onlara yürüyüş yaptırıyorlar. Ve elbette parklarda gezinen bu hayvanlar pisleyince tüm köpek sahipleri yanlarındaki taşıdıkları poşetlerle hayvanlarının pisliklerini elleriyle topluyorlar, her yerde göreceğiniz çöp kutularına atıyorlar. Bizde ise Etiler’in zenginleri de dahil evlere hapsettikleri zavallı köpekleri yol boyu gezdirip kaldırımlara pisleterek rahat nefes alıyorlar!
Cenevre’de, Lozan’da, Soloturn’da, Luzern gezdiğim kentlerde tarihi dokuyla, tabiat dokusunun muazzam uyumuna tanık oldum. Hayatın ritmi, sadeliği, ama canlılığı çok ilginç bütünlükler oluşturuyor İsviçre’de. Bu zamana, bakış açısına göre değişiveriyor. Hafta sonları insanlar meydanlarda, caddelerde. Hafta içi sabahları herkes işinde gücünde, akşam geç saatler ise sokaklar çok tenha. Sokaklarda bir sadelik, bir sessizlik biraz insanı huzursuz ediyor sanki. Bu da İstanbul’un, Türkiye’nin hengamesine alışmış insanlara göre bir yorum. Ama kafasını dinlemek, uğultudan kaçmak isteyenler ise bire bir. Üç-beş dakikada bir duraklardan geçen tramvaylar gece yarısına kadar insan taşıyor. Burada taksi terörü yok İstanbul’daki gibi. Özel halk otobüsleri, belediye otobüsleri bilmem ne minibüsleri birbirleriyle yarışıp insanı canından bezdirmiyor. Bir kere çok sınırlı sayıda taksi var. Onu da telefonla arayacaksınız, müsaitse gelir.
Tarihi tüm binalar korunmuş, onarılmış, otantik haliyle şehrin ana sülietini oluşturuyor. Bir gürültüye, patırtıya tanık olmazsınız, bir kavgaya, tartışmaya tanık olmazsınız sokaklarda, caddelerde.
Yalnız burada araba parkı önemli bir sorun. O da medeni bir şekilde çözülüvermiş. Saatlik, parayla çalışan saatli park sayaçları işi çözüveriyor. Kaç saat park yapacaksınız o kadar para atıyorsunuz sayaca, arabanız güvenle orada kalıyor. Saatinizi geçirmişseniz, ceza verebiliyorsunuz.
Küçük Basel, Büyük Basel binbir sürpriziyle sizi bambaşka alemlere götürebiliyor. Kiliseler kent yaşamının içinde dingin, ritmik çan sesleriyle ve tarihi yüzleriyle, aynen Basel’in büyük tarihi giriş kapılarıyla olduğu gibi geçmiş çağların esintileri gibi sizi sarıyor. Saat kuleleri, köprüler, ana caddeler mutlaka büyük ağaçlarla bütünleşmiş bir halde.
Kent merkezinden uzakta bir tarihi kiliseye götürdü İbrahim dost beni: Maria Stein.
Kayalar içine oyulmuş ve burayı ziyaret edenlerin dileklerinin yerine geldiğine dair yazıların da olduğu bölümleriyle bu kilise bir ziyaret yeri. Yalçın kayalar üstünde, çam ormanları içinde, geniş tarlalarla bir bütün ve bir çiftliğin içindeki bu kilise tam bir kutsal mekan, her inançtan insanın ziyaret etmesi gereken yöredeki en ilginç, manevi hazzı veren bir otantiklikle bir huzur kaynağı.
Yönetimten Yüksel Şengür’ün www.TurkurRadyo.Net üzerinden yayın yaptığını öğrendim. Ozanların büyülü dünyası tüm Türklerin, Alevilerin, Bektaşilerin ortak duygularını da yansıtıyor. O nedenle burada da türkü demek, deyiş demek, Pir Sultan demek büyük anlamlar ifade ediyor.
Söyleşiler…
Basel’de sadece ben konuşup, anlatmadım, diğer dostlarla da söyleşilerim, sohbetlerim oldu.
Bu davada çok uzun zamandan beri var olan, mücadele insanı, inanç ve yürek insanı Hulusi Yıldız arayıp bulunamayacak bir kurum önderi. Birleştirici, bütünleştirici, enerjisini, tüm gücünü inancının, kültürünün yaşaması için harcayan gerçek bir dava ve inanç adamı. Yirmi yıldır İsviçre’de ve dolayısıyla Avrupa’da Alevilerin bir araya gelmesi için insan üstü çaba harcayan bu güzel insan gerçekten de hiçbir karşılık beklemeksizin bu yoğun koşuşturmanın içinde. Hakk uzun ömür versin diyor, bu davaya katkılarından dolayı kendisinin önünde saygıyla eğiliyorum. Çünkü o benliğinden soyunup Alevi Yolu için çabalayan bir dost isim.
Ali Dedeoğlu ise dedeliğinin erdemlerini bu ulu yolun yaşaması için sergileyen, özverili, yüreği tertemiz bir inanç önderi. Halk tarafından çok sevilen ve Aleviliğin değerlerinin yaşaması için büyük mücadele veren bu dost ve candan, yüreğinden kopan duyguları sazıyla sesiyle benzersiz bir şekilde insanlığa sunan aynı zamanda bir iş adamı olarak da başarıyla Türk insanın Basel’de temsil eden dedemi sevgiyle selamlıyorum.
İbrahim İbili
Bu can dost gerçek anlamda yürekten seven birisi. Aslında kendisi saflığının da bir ölçüde cezasını çekmiş bir dostumuz. Türkiye’de bir akrabasına aşırı güvendiği ve saflığı nedeniyle ailesiyle birlikte birikimlerini bir anda kaybedip sıkıntı içine düşmüş. Bu aslında Avrupa’da yaşayan bazı dostlarımızın başına gelen bir hadise. Bir ev almak, bir iş kurmak için güvenilen akrabalar, bazen dostlar insanın dünyasının kararmasına neden olabiliyorlar. Aşırı güven sonuçta büyük üzüntüler yaşatabiliyor insana. Böyle durumda olan birçok insanla karşılaşılıyor. Kendisi ve eşi bana büyük bir sevgi gösterdiler. İbili on üç boyunca sürekli benimle birlikte olan, ilgilenen, Aleviliğin erdemlerini gerçekten de yaşayan bir dost insan. Elbette yönetimde olan Baki Tosun gibi daha birçok insanın içtenliklerinden bahsetmek gerekir.
Hasan Kamber
Bu genç yeteneğimiz ise Basel’de yüzümüzü ağartan isimlerden. Basel parlementosuna çok genç yaşına rağmen germeyi başaran, buradaki Türkleri bu parlementoda başarıyla temsil eden Kamber Anadolu’dan çıkıp Avrupa’nın en ileri ülkelerinden İsviçre’de büyük bir başarıyı yakalayabilmiş bir canımız. Ticaretle, sporla, kültürle iç içe olan yaşamını taçlandıran unsurlardan biri de Türkiye’ye olan ilgisi ve bağlılığı. Türkiye’deki tüm gelişmeleri yakından takip eden Kamber tam bir inanç ve kültür insanı. Kendiyle Cem Tv. Adına parlemento önünde önünde bir söyleşi yaptım. Sevgili Hocamız Prof. Dr. İzzettin Doğan’la da daha önce buraya geldiğimizde bizleri ağarlayan Kamber, heyecan ve sevecenlik içinde İsviçre’nin ve Basel’in tarihi hakkında da bizleri aydınlatmıştı.
Mustafa Atıcı
Yine oldukça genç bir yaşta Basel’de büyük bir başarıya imza atan bir isim de Mustafa Atıcı ismi. Kendisi bir başarılı iş adamı olarak sivrilmekle kalmamış aynı şekilde Basel Parlementosu’na girmeyi başarmış gerçek bir temsilcimiz. Burada sadece Türklerin değil farklı uluslardan, kültürlerden insanların da haklarının savunulması konusunda öncü çalışmaları olan Atıcı, bizleri bir akşam yemeğinde ağırlayarak, İsviçre’de yaşayan Türklerin sorunları üzerinde, görüşlerini bizlerle paylaştı. Oldukça pratik düşünen, inanç ve kültüre önem veren ve sürekli koşturan Atıcı’nın burada aktif olduğu görülüyor. Onunla ortak noktalarımızdan birisi de, artık Avrupa’da da, İsviçre’de Alevilerin kendi kurumlarına sahip olmaları, yetişmiş insanların buralarda insanımıza hizmet etmeleri, dedelerin çok önemli olduğu inanç dünyamızda onların yanında daha fazla olarak, onların daha iyi olanaklarla yetişmelerine imkan sağlanması.
Mehmet Kul
Bu tam bir can dostu insansa, yörede kimin bir sıkıntısı varsa koşup yetişen, Hızır gibi yardımsever, gerçekten de dar günlerin insanı. Gönlü insanlık sevgisiyle dolu olan Kul, insanlığın değerlerinin yücelmesi için mücadele veriyor. Nihayet kendisi de bizleri yalnız bırakmayarak burada insanlarımızın kendi gelenekleriyle yaşamaya devam ettiklerini gösterip hoşça vakit geçirmemizi sağladı.
Mürsel Ece
Dost yüzlerden Mürsel Ece’yle yani yola gönül vermiş, hizmet etme aşkıyla dolmuş bu candan insan da benimle ilgilendi. Birlikte kenti gezdik, oldukça otantik bir restorantta yemek yedikten sonra, oldukça büyük hayvanat bahçesini gezdik. Kendisi burada iş kurmuş, yaşamını sürdürürken, Alevilik/Bektaşilik’le ilgili eserleri okuyan, araştıran, inancı yaşatan bir ocakzade olarak karşımıza çıkıyor. Sohbetler içinde çok sevdiğim Hüseyin Yorulmaz (Ozan Seyfili)’nin de yeğeni olduğunu öğrendiğim Ece candan bir insan.
Dursun Kaya
Bu sevgili dostumuz da uzun yıllardan beri Basel’de yaşıyor. Evrensel bir dünya görüşüne sahip olan Kaya, internetten, kitaplardan tüm dünyayı ve özellikle ülkemizdeki gelişmeleri merakla izliyor, takip ediyor. Sevgili eşi, baldızı ve yakınlarıyla benim seminerlerime de katılan ve Alevilikte bilimsel araştırmaların önemine inanan Dursun Kaya uzun süredir de burada Alevi kurumları için gönüllü olarak çalışıyor.
Dostlar; yukarıda söylediğim gibi buradaki derneklerimizin önemli bir kısmı dar imkanlarla çalışmalarını sürdürüyorlar. Bu vesileyle bizlerin on günlük bu geziler, çalışmalar, televizyon çekimlerimizi destekleyerek kültürümüze katkıda bulunan duyarlı insanlarımız da oldu.
Bu vesileyle; Başta yukarıda da saydığım dostlara, Derneğin yöneticilerine, Sayın Mustafa Atıcı’ya, Sayın Kamil Akçay’a, Büklü Market’in sahiplerine, Turan Ercan’a, Hacı Atıcı’ya, Steinen Grill’den Nasır Bey’e, Mehmet Kul’a içten teşekkürlerimizi sunuyoruz.
Cem Televizyonu adına yaptığımız söyleşiler, seminerler profesyonel bir kameraman tarafından çekilmesine rağmen, Cem Televizyonu’ndaki idari eksiklikler nedeniyle bunlar yayınlanamamıştır. Bu affedilecek bir hata değildir. Bu vesileyle dernek yönetiminden ve bizleri destekleyen tüm dostlardan kendi adıma özür diliyorum.
İsviçre Alevi Topluluğu (İAT) Bildirisi
İsviçre Alevi Topluluğu'na (İAT) bağlı kuruluşlar olarak Avusturya'da AABF’nin bir kaç yöneticisinin Avusturya Alevi İslam İnanç Toplumu’nun (IAGÖ) Alevileri, İslam topluluğu olarak, temsil etme hakkını kazanmasına itirazlarını kınıyoruz.
AABF geçenlerde mahkemeye verdikleri itirazlarında Aleviliğin İslam’ın dışında olduğunu savunduğu görüşler tamamen temelsizdir. Bu görüşlerin ne Dinbilimi (Teoloji), ne Dinler tarihi, ne İslam tarihi ve mezhepleri, ne Türk ne de Anadolu Dini inançları açıdan ilimle, bilimsel araştırmalarla ve yaşanan dini gerçeklerle hiç bir ilgisi yoktur.
AABF'nin itiraz müracaatında, 4.1.3 ün Almanca’dan yapılan tercümesinde “Alevi inanç teolojisi ve pratiği Muhammet ve Ali’nin ölümünden sonra ortaya çıkan İslam pratiği ve inanç teolojisi ile uyuşmamaktadır (..) Bundan ötürü „İslam“ etiketi bizim için kabul edilemez” (Die Bezeichnung “islamisch” ist mithin für uns inakzeptabel) diyorlar.
Kelimelerle oynamayalım. “İslam pratiği” derken “İslam”dan “Emevi Sünni İslam” pratiği kastediliyorsa tabii ki bu “Alevi Batıni İslam” edep-erkânı ve dinbilimi ile uyuşamaz. Ama bu onun “İslam dışında” olması demek değildir. Çünkü İslam’da sadece Emevi Sünni İslam görüşü yoktur. Nasıl ki Hıristiyan inançında Ortodoks, Katolik, Protestan, vb.. gibi ayrılmalar oldu ve bunların pratiği birbirleriyle uyuşmaz; İslam dininde de Ehl-i Sünna, Ehl-i Rafz (veya Ehl-i Bidat yani Ebu Bekir, Ömer ve Osman'ın halifeliğini tanımayan Hz. Ali taraftarı “Şia-i Ali”) ve Harici diye üç temel ayrılık oldu ve bunlarında erkanı ve felsefesi birbirleriyle uyuşmaz. Aynı kutsal kitaba (Kur'an'a) inanıyoruz ve aynı peygambere (Hz. Muhammet'e) bağlıyız ama Kur'an'ın Batıni anlamı, Vahiy, İmamet ve Velayet gibi bir çok konularda yorumlarımız ve pratiğimiz ayrılığa varacak kadar tamamen farklı. İslam dünyasında, dârına durduğumuz Hallac-ı Mansur gibi veya Anadolumuzdan Pir Sultan Abdal veyahut Nesimi gibi Hz. Ali yanlısı İslam erenleri ve ulu ozanları her zaman Emevi sünni İslam görüşüyle tamamen uyumsuz olmuş; hatta inandıkları “değişik” İslam yorumlarını savunmak için hayatlarını bile feda etmişlerdir. Üstelik biz bu “değişik” İslam yorumuna Anadolu medeniyetleri hamurunda yoğrulmuş bir kültür farkıyla yaklaşmış ve islamiyetin zenginliğine kendimize özgü Anadolu ve Hacı Bektaş Veli yorumu getirmişiz.
AABF'nin itiraz müracaatında görüşlerini, 4.1.3 te “Aleviliğin öğretisi İslam’ın öğretisinden esastan ayrılmaktadır. Bu özellikle farklı tanrı ve insan anlayışı, Kuran’ın anlamının farklı yorumu ve farklı inanç uygulamalarında kendisini göstermektedir” diyerek devam ediyorlar. Siz bir cehalet örneği olarak, yine 4.1.3 ve 4’te, Kur'an'daki on üç asırlık yaradılış görüşünü (Nûr sûresi 45. ayet: Allah her canlıyı sudan yarattı); Kur'an'nın Zahir ve Batın olarak değişik ve değişen algılamalarının olduğunu (“El-Kehf” Mağara sûresi 60-82. ayetler); beş ibadetin Batıni İslam’da ne olduğunu; on iki asırlık İslam Tasavvufunun “Vahdet-i Vücut” Tanrı ve İnsan tanımı ve ilişkilerini; Kamil İnsan felsefesi ve eğitimini İslamdan saymayacaksınız ama yine de bütün bu ilkeleri alıp “İslami kökleri olan (mit islamischen Wurzein)” fakat İslam dışı bir Aleviliği icat edip onun temeli yapacaksınız. Üstelik bu İslam dışı inança İslam’ın 4. halifesi Hz. Ali'nin adını vereceksiniz. Sorarız kendilerine: Şayet Cemlerinizi yapıyorsanız ve Cemlerde Hak-Muhammet-Ali yolunda olduğunuzu söylüyorsanız; Kur'an'dan ayetleri Türkçe okuyorsanız; cemlerinizde Tevhid ve Miraçlama varsa; 12 hizmet veriyorsanız; 12 İmam’ın adını zikrediyorsanız; Vahdet-i Vücut sufi anlayışını “4 kapı, 40 makam” eğitimiyle verip Kamil İnsan olmak istiyorsanız... nasıl oluyorda “İslami kökleri olan ama İslam dışı” bir inanç olduğunuzu iddia edebiliyorsunuz? Yok bunların hiçbirini yapmıyorsanız niçin bunları yapan Alevilerin “İslam’ın içinde” olmasına itiraz ediyorsunuz?
Çarpık görüşlerini “Hem AABF Alevileri hem de Müslümanlar Alevi öğretisinin İslam öğretisiyle temelden farklılık gösterdiği hususunda tam bir görüş birliği içerisindedirler” diye devam ediyorlar. AABF yöneticileri Müslümanlardan bahsederken köktendinci üç-beş vahabi-sellefi müslümanları mı kastediyor acaba? Diyanet İşleri başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez bile, 4 Şubat 2011’de, “Aleviliğin sözlü ve yazılı kaynakları ortada iken İslam dışında bir din olarak algılanmasının bilimsel ve tarihsel bir karşılığı yoktur” diyerek Türk Sünni inanç topluluğunun görüşünü açıkladı. AABF yöneticileri “İslam’ın içinde olmadıklarını” söylüyorlar, bu kendi bilecekleri iştir. Herkesin inancına saygımız var. Ama buna Hz. Ali'nin adını karıştırmasınlar.
Bizim kimseden Alevi inancını benimsemesi için bir beklentimiz yok. Biz de Aleviliğimizi, “Hak-Muhammet-Ali” yolunda, atalarımızdan, Horasan ve Anadolu erenlerinden, ulu ozanlarımızdan öğrendiğimiz gibi Batıni İslam ve tasavvufu çerçevesinde serbestce devam ettirmek istiyoruz. Aleviliğimizi yok etmeğe ne Selçukluların ne de Osmanlının gücü yetti. Avusturya'da ki Emevi sünni müslümanların, AABK daki ve Avrupa'nın diğer ülkelerindeki yolunu şaşırmış birkaç yöneticinin görüşleri de bizi hiç etkilemez.
Alevi olduklarını söyleyip, tarihi ve dinbilimi gerçeklerini çiğneyerek “Alevilik islamın dışındadır” diyenler bunu ya bilinçli bir şekilde kötü niyetle ya da cahillik ve bilgisizliklerinden söylüyorlar. Sebep ne olursa olsun Alevileri bölmek ve karanlık politik amaçlarına alet etmek isteyenlerin bu iddialarına karşı Alevi İslam inanç toplumu her zaman sert tepki göstermiştir. Göstermeye de devam edecektir. “Yolum Hak-Muhammet-Ali yoludur” diyen bütün Alevi canlara Cemlerimiz ve Kurumlarımız her zaman açıktır. Diğerleri istedikleri yola istedikleri gibi devam edebilirler.
İAGÖ'nün çalışmalarını ve gayretlerini can-ı gönülden destekliyoruz.
İsviçre Alevi Topluluğu (İAT)
Langenthal
27.03.2011
Yönetim Kurulu
Basel ve Çevresi Alevi Bektaşi Kültür Birliği
Biel ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi
Cenevre Alevi Dostluğu
Langenthal Merkezi Alevi Cem Evi
DOSTLAR BAĞINDA GÖNÜL SEYYAHI (Alevilik - Bektaşilik / Denemeler, Yurtdışı Gezi Notları), ÜRÜN YAYINLARI, 2013, ANKARA (ÖNSÖZ), SAYFA: 164-176