AVRUPA'da ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA 4. YAZI

AVRUPA’DA ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA 100 GÜN (2013/2014)

Ayhan Aydın

TEKRAR ALMANYA

21 Mayıs 2013, Salı

AACHEN

Burada hemşerim Mimar Kemal Gündoğan’da kaldım. Onun girişimleriyle Almanca Alevilik’le ilgili kitaplar yazan aslen mühendis kökenli Anton Josef Diriyl’i bakım hanede ziyaret edip, söyleşi yaptım. Son çalışmaları Hacı Bektaş’la birlikte anılan ve Alevilik Bektaşilik’teki önemli figürlerden birisi olan “Kadıncık Ana” ve onun Hacı Bektaş ve Alevilik üzerindeki etkileri üzerineymiş. Yazarın bir kitabı Anadolu Aleviliği ismiyle 1990’larda Ant Yayınlarından çıkmıştı.

Sonradan internette fotoğraflarına baktığım Aachen aslında birçok tarihi binayı barındıran tarihi bir kentmiş. Ama bu şehri üç kez gitmeme rağmen gezemedim. Neyse alacağım olsun. Ama Kemal Gündoğan’ın kendi elleriyle yaptığı cam piramide benzeyen evinin salonunda çay içmek de yeter!

Anton Josef Diriyl

Kendisiyle yaptığım söyleşiyi 2014’de tekrar kendisine götürüp, olası yanlışlarını düzeltme gayretimizde bu sefer benim Kerbala’ya gittiğimi, İran’a gittiğimi öğrenince fotoğraf çektin mi? Diyor. Beni ismimle çağırıyor.

Kitaplarına bir bakıyorum da; Kendi kitabı; Anton Josef Dierl, Geschechte und Lehre des Anadolischen, Alevismun- Bektaşismus, Dağyeri Verlag, Frankfurt, (Main), 1985, Yunus Emre, The Sufi Poet in Love, Zekira Dome, Çağlayan A.Ş., İzmir, Turkey, 2010 diyor. 1917 yılında Almanya’da Velâyetname yayınlanmış.

Avrupa Avrupa duy sesimizi diyor, bizim futbol holiganları. Sesinizi duysa ne olur, duymasa ne olur.

Burası da bir ülke, burada da insanlar yaşıyorlar işte.

Bir yazar olan Anton Josef’in yaşadığı bakımhane iyi sayılır ama. Allah düşürmesin.

Ben şahsen birden bire ölmeyi her zaman tercih ederim (yüce yaratanın bileceğidir, kader yazılmıştır, bu bizim elimizde de değildir gerçekten ama yine bir dilek, temini, yakarış…), kimsenin bakımına ihtiyaç duymak istemem. Beni kibirli filan sanmayın… Ne kendime, ne başkasına yük olmadan bir güzel temiz ölümle ölmek isterim. Ağrısız sızısız… Yahu şimdi aklıma geldi, Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir yazmıştı da, tertemiz ayaklarımı kimse görmesin mi filan demişti?

Bölüm sonunda bu kısa söyleşiyi okuyabilirsiniz.

Ali Biçer: Beni sevgiyle karşılayan Ali Biçer’i Cem Dergisi’ne ilgisinden tanıyorum. Uzun süre sonra tekrar konuşma şansına ulaşıyorum. Bu sefer Onu evinde ziyaret ediyorum. İzzettin Doğan’ı Akil Adamlar’a girmesinden dolayı tüm Avrupa’da destekleyen üç kişiden birisi.

Ali Haydar Avcı

Belki de Avrupa’daki Alevilikle ilgili en önemli hazinelerden birisine; arşiv ve kütüphanelerinden birisine sahip Ali Haydar Avcı özellikle Alevi halk hareketleri ve Pir Sultan Abdal ile ilgili yaptığı çalışmalarla tanınıyor. Yazmış olduğu kitaplar birer kaynak eser niteliğinde. İlk başta beni oldukça soğuk karşılasa da, eşinin hazırladığı lokmalarımız yedikten ve bazı ortak yönlerimiz konusunda söyleştikten sonra, hava biraz değişiyor, belki duruşu böyledir diyorum sonra, kendisiyle bir söyleşi yapıyorum. Dışarıda yoğun bir yağmur var.

Ali Haydar Avcı’nın evinin altında binlerce kitap, harita, gravür var. Hazine burada. 1700’lü yıllarda basılmış bazı haritalara ve kitaplara, ansiklopedilere sahip Ali Haydar Avcı şu anda Türkiye’de daha çok Hacı Bektaş Dergâhı Postnişini Veliyettin Ulusoy’a yakın bir insan. Ayrıca Sünni kökenli yazarların Aleviliği tahrip ettiğini, onların elinden bunların alınması gerektiğini, Alevilikle ilgili bilimsel çalışmaların yapılmadığını, araştırma merkezlerinin kurulamadığını, Alevi yazar ve araştırmacılara yeteri kadar önem verilmediğini söylüyor. Kendisiyle uzun ve verimli bir söyleşi gerçekleştiriyorum.

Daha önceden görüştüğümüz ve Wippartal’da yaşayan Sultan-Veli Demirdizen çiftiyle aslında buluşmak istiyorum. Ama benim hedefim bir gün sonraydı. Birden onları karşımda buluyorum. Ali Haydar Avcı onlarla görüşmüş. Onlar da atlayıp gelmişler, bu yağmurda yağışta!

Aachen’de dükkânları gezerken, bir dönerci gençle sohbet ettim ayaküstü. Kendisi Şırnak’tan buraya gelmiş bir işçi. Aylık olarak yaklaşık bin avro para kazandığını ama bunun geçinmesi için yetmediğini söylüyor. Türkiye’dekilerin ise Avrupa’da yaşadığından dolayı kendisine imrendiklerini, çok para kazandığını sandıklarını, rahatının çok iyi olduğunu düşündüklerini söylüyor. Hâlbuki burada yaşamaktadan da, çalışmaktan da aslında çok memnun değilmiş.

Yine sokaktan geçen insanlarla sohbet ediyorum. Bu da iyi bir deneyim oluyor. Yine bir guruba yaklaşıyorum sohbet ediyoruz;  Konu çok çocuk meselesine geliyor. Meğer kendileri Aleviymiş. Onlar ise bunu çok gülünç bulduklarını, çok çocuk sahibi olmanın bir anlam ifade etmediğini söylüyorlar.

Yol boyu sohbet ettiğim Sultan – Veli Demirdizen çifti Alevi yolunun gerçek yolcuları, inançlı, bilinçli insanlar. Yürekleri sevgi dolu. Onlarla geçirdiğim günleri asla unutamayacağım. Çok içten ve samimi bir şekilde benimle ilgilendiler.

Aachen’dan sonra Wippartal’da çok inançlı bir ailenin yanında 4 gün kaldım.

Sultan – Veli Demirdizen çifti; beni sarıp sarmalıyorlar. Her ikisi de birbirinden iyi niyetli, bilgili, aşk dolu bu can çiftin birçok dedeyi, yazarı tanıdıklarını, geleneksel Aleviliği yaşatan çiftler olduklarını anlıyorum. Köklerini asla unutmayan, geçmişin anılarıyla dolu bu çift Avrupa’da Alevilerin büyük sorunlar yaşadıklarını, cemevlerinde her şeye rağmen insanları bir araya gelip inançlarını sürdürme konusunda bir uğraşlarının olduğunu söylüyorlar. İki çocuklarını yetiştirdikten sonra da boş duramayan çiftin kendi kendilerine biraz haksızlık yaptığına inanıyorum. Artık gerçekten de mutlu olma dönemlerinde halen çalıştıklarına tanık oluyorum.

Onlara göre buralarda cenaze yıkayacak adam bile bulmak bir mesele. O yüzden bilgili, yetişmiş dedelere çok ihtiyaç var.

 

22 Mayıs Çarşamba

Wuppertal’da da yürüyüşler yaptık. Burası da ağacı bol, tarihi dokusu yanında modern binaların da yükseldiği bir kent.

 

Veli Demirdizin (1943)

Ankara, Kalecik, Hançılı Köyü

Garip Musa Ocağı Talibi

Ayhan Bey, aynı zamanda bizim mürşidimiz Hıdır Abdal Ocağı’dır. Bizde tam 50 yıldır Cemevi mevcuttur. Her sene bizim köyde cem yapılırdı. Ankara’da ODTÜ’de 1965-1973 yılları arasında çalıştım. 1973’ün üçüncü ayında Stutgrat’a geldim ilkin.

Ayhan Bey, benim baldızım terziydi, hanımım da terziydi. Beraber çalıştılar. Yüzlerce öğrenci bile yetiştirdiler, kendilerini çok geliştirdiler. Biz burada çok şehir gezdik, çok yerlerde işler yaptık. Hannofer, Düsseldorf, Frankfurt, Köln’de bulunduk. Frankfurt merkezli bir şirket bile kurduk. Yıllar yılı işlerimiz çok iyi gitti. Yani sizin anlayacağınız bizler hanımla çok girişimciydik, ben kendi işimden, iş yerimden emekli oldum. 2005 yılında resmen emekli oldum. Büro bir süre devam etti. 3 yıl oldu onu kapattık.

Bizler inancımızı tam yaşadık sanırım.

Benim babam Hüseyin Demirdizin 1986’da 84 yaşında öldü. Kendisi cemlerde âşıklık yapardı. Kendisinin de demeleri vardı. Bu yola çok bağlıydı, ben de ondan etkilendim herhalde.

Onu temiz ahlaka ve dürüstlüğe çok önem verirdi, hayat boyu haram lokma yememiştir, bizleri de öyle yetiştirdi. Dünyada en çok önem verdiği helal kazanç, helal lokmaydı.

 

Sultan Demirdizen (1950)

Ankara, Kalecik, Hançılı Köyü

 

Ayhan Bey, biz Aleviliği buraya gelmeden Türkiye’de yaşadık. Bizler o inancın içinden yetişip geldik. Bizlerde dedeler çok önemliydi. Bizim dedelerimiz Sivas Höbek’den gelirdi. Bizler tam Aleviliği yaşardık. Görgü cemleri, Müsahiplik, Abdal Musa cemleri hepsi yapılırdı. Ben hepsini çok iyi biliyorum. Dedeye büyük saygı ve hürmet vardı. Dede olmadan Alevilik olmazdı. Görgü, sorgu, saygı, edep, erkân bizlerde çok önemliydi. Biz öyle bir devirde yaşadık ki, Aleviliğin tüm kuralları bizim orada yaşanırdı. Bir olay bile yıllar yılı anlatılırdı. Nerde boşanmak? Bizde boşanma diye bir olay yoktu. Biz de görgümüze aykırı bir iş yoktu. Bir kaçırma olayı olmuş, yıllar yılı o anlatılırdı, ne kötü bir şey, denirdi. Büyük disiplin, saygı vardı.

Biz eşimle 1966 yılının on birinci ayının yirmi beşinde evlendik. 1973 senesinin üçüncü ayının yirmi beşinde de Almanya’ya geldik.

Ayhan Bey, ben günde en az 18 saat çalıştım. Bizler kendi firmamızı kurduk. Çok çalıştık, çok mücadele ettik, belli başarılarımız oldu.

Alevilik dünyanın en güzel şeyidir ama Aleviler Aleviliğe inanmıyorlar, Aleviliklerini yaşamıyorlar.

Bizim de Mürşitlerimiz Divriği’den Hıdır Abdal’lı dedelerdi. Onlar Köse Hasan Efendi ve onların çocuklarıydı.

Pirlerimiz yakın köy olan Avşar’dan Garip Musa dedeleridir.

En son mürşidimiz Ahmet Başar; en son pirimiz Seyid Ağa Dede ve Veli Ağa Dedelerdir.

Yöremizde mürşidini, pirini, müsahibini tanımayan yoktu.

Köyde büyük evlerde cemler olurdu. 1956 yılında bizim köyde Cemevi yapıldı. Bizim yöremizde mutlaka cemler olurdu. Abdal Musa cemine herkes katılırdı.

Ama bizlerde müsahipli olmayanlar erkândan geçemezlerdi. Müsahipsiz olanlar lokma yiyemezlerdi. Normal cemlerde gençler, çocuklar olsa da, eğer müsapli cem ise müsahip lokması onlara verilmezdi.

Bizde ilk öne Abdal Musa lokması verilir, Abdal Musa cemi yapılır ondan sonra görgü cemleri yapılmaya başlanırdı.

Hatırlıyorum Ahmet Başar bizde saz çalardı.

Bizim mürşidimiz İsmail Aslandoğan idi o Hakk’a yürüdü. O Hamm derneğinde dedelik yaptı. Hamburg’da yaşıyordu.

Bunların dışında burada çok değerli dedeler, başkanlar da var. Garip Eken Dede var Amasya’lı. Ali Rıza Dede var Malatya’lı. Kendisi öğretmen emeklisidir. Disburg’ta Başkan Veli bey var. Tunceli’li çok iyi bir insandır. Burada aslında çok da hizmet eden, değerli insanlar var ama şimdi artık bu işler tamamen değişti, her kafadan bir ses çıkıyor.

Bizim yaşadığımız Wuppertal ve çevresinde de 9 cemevi var. Onlar yerlerini satın aldılar, çalışmalarını sürdürüyorlar. Zaman olsa sizi götürebilsek.

 

Çevredeki Alevi Köyler:

Elmapınar

Avşar

Yüzbe

Karatepe

 

Düsseldorf

Fazilet Yoleri

Sultan- Veli Demirdizen bana yardımcı oldular ve işi başından aşkın Fazilet Yoleri’nden bir randevu alarak kendisini yaşadığı evinde ziyaret etmek için yola çıktık.

Aman Allah’ım bu ne güzel bir şehir böyle! Her ne kadar Avrupa’nın daha çok gördüğüm için Almanya’nın güneyinden kuzeyine, doğusundan batısına aynı şehir yaşamı, aynı alt yapı, birbirine çok benzer kentler desem de, tabii bu genel bir değerlendirme olur. Şimdi ise bambaşka bir şehirdeyim. Şöyle bir araba parkı için bile olsa gezindiğimiz Düsseldorf sokakları buranın apayrı bir şehir olduğunu gösteriyor.

Düsseldorf’ta İzzettin Doğan’ı en çok seven ve Cem Vakfı’nı destekleyenlerin başında yer alan Gazeteci Fazilet Yoleri’ni evinde ziyaret ettik. Kendisi için Cem Vakfı adına kurmaya çalıştıkları federasyonun şu an için bittiğini, kendisinin federasyonda çok emeği olmasına rağmen bunun hasıraltı edildiğinden dert yandı.

Loş bir ortamda, mütavazi evinde bizi ağırlamanın neşesini ve koşuşturmasını yaşayan Fazilet Yoleri Almanya’daki yaşamın güçlüklerinden, zorluklarından bahsediyor. Yeteri kadar büyük bir evde oturamamanın ve daha çok misafir ağırlayamamanın ezikliğini yaşadığını dile getiren Baba Mansur Ocağı mensubu bir ailenin ferdi olan Yoleri inancını tüm canlılığıyla ve dinamiğiyle yaşatan ve yaşatmak isteyen bir gönül insanı.

Onun yaşamı da yine burada bir başarı öyküsü aslında. TRT’de veya ciddi bir yayın kurumunda şöyle bir programlar dizisi yapsam ne iyi olurdu. Avrupa’daki Aleviler: Açmazlarıyla, Dertleriyle Ve Başarılarıyla Aleviler… İşte öyle çok portreler var ki burada. Bunlardan birisi de hiç şüphesiz Fazilet Yoleri’dir. Yoğun olarak evde çalışan, yazılarını, araştırmaların evinde yapan Yoleri burada Almanya’da, bir Alman gazetesinde yazıyor. Ama onun en büyük aşkı, sevdası Alevilik ve Türkiye… Türkiye’yi çok seviyor, zaman zaman gelip-gidiyor. Hakk’a yürüyen babasının hatırları onda halen çok canlı. Annesini ve kardeşlerini de Türkiye’de tanıma şansına ulaştığım Yoleri ailesi bu yolun gerçek yolcuları.

 

Fazilet Yoleri (52)

(Baba Mansur Ocağı)

Gazeteci

Tam on iki yıl öğrenci vizesiyle burada kaldım. Sürekli vizeyi yenilemek, burada kalıp kalmayacağım konusundaki belirsizlikler tam bir eziyetti. Sonunda gazeteci kimliğimle oturma iznimi aldım.

Ben misafiri çok isterim ama imkânlarım çok sınırlı. Ama Ayhancığım senin gözlemlerine katılıyorum, ben de gözlemliyorum, Avrupa’da Türkler bu arada Aleviler de misafir kabul etmek istemiyorlar. Bu bizim yolumuza ihanettir. Bizim yolumuz bunu kabul etmez. Misafir tanrı misafiridir ama bizde ise mihman Ali’dir. Bunu çok iyi gözlemliyorum ve de duyuyorum. İnsanlar çeşitli bahanelerle misafiri kabul etmek istemiyorlar. Hele yeni nesil artık misafiri hiç istemiyorlar.

En büyük arzum bir gün daha büyük bir evimin olması ve orada aşure kaynatıp dostlarım, hısım ve tanıdıklarımı çağırıp onlara aşure dağıtmak.

Burada yolumuzu yürüten çok değerli dedelerimiz var: Niyazi Bozdoğan Dede çok güzel cem yürütüyor, ben ondan çok etkilendim. Yusuf Garip Dede çok iyi bir dede. Cafer Kaplan yine çok iyi bir dede. Son derece bilgili bir dede. Mustafa Aklıbaşında Dede Hakk’a yürüdü. Burada bizim dedelerimiz çok emek vermişler, çileler çekmişler ama gerçek dedeler yine de burada da cemlerini yürütmüşler. Ama burada çok büyük bir engelle karşılaşmışlar ve bu engel devam ediyor. Turgut Öker’in temsil ettiği zihniyete dedeye düşman, inanca düşman, yola düşman, erkâna düşman. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Aleviliğe hizmet etmiyor bence. Yolumuz yozlaştıranlar orada yönetici oluyorlar. Dedelik olmadan, inanç olmadan, erkân olmadan, cem olmadan, Ali olmadan Alevilik olmaz. Ben burada bu konuda İzzettin Doğan’ı çok takdir ediyorum, Cem Vakfı’nın çalışmalarını çok takdir ediyorum. Bu nedenle sevgili Ayhancağım senin de çok iyi bildiğin gibi burada bir birlik kurulmak istendi. Her şeye rağmen buna destek oldum, omuz verdim. Rahatsız olduğum, işlerimin yoğunluğuna rağmen destek oldum. Ama benim de soğuduğum alanlar oldu. Ama bunlara rağmen Avrupa’da Alevilik adına doğru yapılan, inançla ilgili yapılan her şeye destek veriyorum. Vermeye devam edeceğim.

Ben Aleviliği Almanca yazmak istiyorum. Bunun birçok dilde yazılması gerekir. İngilizce Alevilik yazılmalı. Belki vardır ama birkaç kitapla bu olmaz. Onlarca kitabın yazılması gerekir. Batı Aleviliği bilmiyor. Hiç durmadan Alevilerin çalışmaları gerekir ama biz inançsız insanlarla uğraşıyoruz, birbirimizle uğraşıyoruz. Aleviliğin güzellikelerini ne olup olmadığını batılılara anlatacağımız, Sünnilere anlatacağımız, gençlerimize anlatacağımız yerde, birbirimizle uğraşıyoruz. Boş işlerle uğraşıyoruz.

Ben çok küçük yaşlardan beri çalışan birisiyim Ayhancığım. Ben Türkiye’den emeklilik hakkımı aldım. Ama burada daha çalışmak istiyorum. Ama en büyük hayalim kesin dönüş olmasa bile, kendi geleceğimi güvence altına alabilmek. Hayat çok zor. Yaşamak zor. Yaşam koşulları her geçen gün insanları zorluyor.

 

Evet, sevgili okur;

Türkiye ve devamında Almanya Bochum’da okuyan, 17 yıldır yaşadığı 50 metre karelik evinde, türlü sıkıntılarla boğuşsa da içindeki sevgiyle dünyaya bakan ve duvarlarındaki resimlerinin çerçevelediği odasında ve yüreğinin derinliklerinde hep bir baba sevgisini taşıyıp, Baba Mansur Ocağı mensubiyetini büyük bir bilinç, aşk ve dirençle sürdüren bir insan Fazilet Yoleri.

Almanya’da emekli olması için daha 15 yılı varmış. Ama ben ancak 5 yıl daha çalışabilirim, diyor. Ama Türkiye’ye de kesin dönüş yapmak istemiyor. Belki de döner! Şartlara da bakması gerekir. Dünya, hayat ne gösterir kim bilir?

Bir de baktım ki, benimle örtüşen birçok yönünden biri de; kendini çok yorgun, halsiz, bitkin hissetmesi. Sağlık sorunları, yaşam sorunları ve hayatın gerçekleri onun yakasını bırakmıyor bir türlü aynen benim gibi.

Bir güvencin kanadında insanlar günün aydınlığını yakalamaya çalışırken, sisli, puslu, bulutlu havaların altında, kar yağmış toprağın üstünde sonsuz aydınlık içindeki papatya bahçelerini özler durur.

Gerçek bir dost bulmak, arkadaş bulmak çok zordur. İnsanları hayatta tutan, ayakta tutan inançlarıdır, hayat felsefeleridir, sahip oldukları değerlerdir.

Onları yaşam şevkiyle, direnciyle ayakta tutan geleceğe ilişkin umutlarıdır. Büyütülebileceği kadar büyütülsün bu umut tarlaları, bahçeleri…

Yeşerebileceği kadar yeşersin toprağın gözeneklerindeki gibi insanın damarlarından yaşama aşkları…

Umut filiz versin çiçek açsın.

Kimileri iki yüzlülükleriyle, hiç utanmadan oynadıkları rollerle, şizofren kişiliklerini ustaca gizleyip, gününü gün edip, apartmanlarına apartmanlar, dairelerine daireler katarken; çengilerle gönül eğlerken kimileri sararıp solsunlar… Bu nankör dünyanın bir oyunudur!

Ama işin ilginci ben dünyaya ne diyebilirim; anası belli değil, babası belli değil… Onu yetiştirenler, büyütenler belli değil, kimin elinde oyuncak olduğu belli değil… Yüce Allah’ın adını kullansalar da, burada yaşamın kanununu koyan şerefsizlerin pusulası belli değil, oynadıkları oyunların haritalarının kullanma kılavuzu, gizli sandıklarının şifresi belli değil, kahpeliğin kime düşeceği, zararı kimlerin çekeceği ise kimsenin umurunda değil…

 

Dost sırrı kutsaldır nadana denmez.
Namert sofrasında bal olsa yenmez.
Sıtkı sadık olan ikrardan dönmez.
Didari ummana dalda öyle gel.
Verdigin ikrarda kal da öyle gel.

(Gülçi Akça'dan...)

 

23 Mayıs

Köln

Uzun yıllar Almanya’da Alevilik denince, hep Derviş Tur, Hüseyin Temiz, Niyazi Bozdağan gibi kimi dedelerin isimlerini ezberlemitim. Bir de nasılsa Cem Dergisi’nden dolayı mıdır, nedir bilmiyorum. Köln Hacı Bektaş Veli Cemevi ismini. Çünkü bu kurum Cem Dergisi’ne Avrupa’da sahip çıkan en ciddi ve belki de tek kurumdu. Oradaki insanların çok sevgi dolu olduklarını, inancımızı yaşatmak için mücadeleler verdiklerini, cemler yaptıklarını filan bilirdim. İşte orada yaşayan ve isimin çok iyi bildiğim dedelerimizden birisi Celal Bektaş ise diğeri de Yusuf Karip idi. Meğerse Sultan-Veli Demirdizen çifti de dedeyi çok seviyorlarmış. Öyleyse diyorum, bu gün de benimle ilgilenebilir misiniz, o çok merak ettiğim dedeleri de bir göreyim, dedim. Onlar da elbette dediler. Bugün de sizin sayenizde bizler de o dedeleri görmüş oluruz, dediler.

Bizler de yine derin sohbetlerle, muhabbetlerle, her bir köşesi yeşillik olan Almanya’nın yollarında yol alarak Köln’e varıyoruz. Bu arada düşünüyorum da, bu inanç için gerçekten de bu ülkede kaç kişi kaç yüz bin kilometre yok kat etti. Bunu da bir gün birisi yazsa, tam anlamıyla, dedim. Yani gerçekten büyük fedakârlıklarla bulunup şehirler, ülkeler aşan nice insan oldu. Hep birlik olalım, inancımızı yaşatalım, cemlerimiz sürdürelim, dernekler kuralım, diyen. Bunlar elbette boşa gizmeyen çabalardı. Her birisi diğerinin önünü açtı. Yollar böyle geldi, zorluklar böyle aşıldı.

Evet, ulu bir yolumuz vardı ama o yolun yaşaması da yine karlı, boranlı, engelli, engerekli, kayalı, uçurumlu, sancılı, meşakkatli yolların aşılmasıyla mümkün olabilirdi. İşte bu anda da gerçekten onları düşündüm.

Onları büyük bir sevgiyle andım.

Çünkü ben de aynı büyük zorlukları yaşıyordum. Bu çok zor bir iştir. Hele de karşılık beklemeden yapılıyorsa, imkânsızlıklarla yapılıyorsa, bu daha da zordur. Birilerinin inanç ve sevgileriyle yaptıkları bazı çalışmalar ne yazık ki; başka birileri tarafından kullanıldı ve kullanılıyor.

Aslında tam anlamıyla Alevi Bektaşi yoluna büyük zararlar veren, aslında çok bencil, başkalarının kötülüğünü isteyen, onları yok etmeyi planlayabilen çok tehlikeli bazı şerefsizler birilerinin çok büyük zorluklarla oluşturdukları, açtıkları yollardan yürüyüp kendilerine menfaat kapıları açtılar. Bunun böyle olduğunu nereden biliyorsun mu diyeceksiniz?

Kendimi ön plana çıkarmayayım da, Cem Vakfı’nda benim, aldığım sabit ücretle yapmaya çalıştığım insanüstü gayretler sonundaki çabaların birileri tarafından kendi menfaatleri için kullanılmasından biliyorum.

Bu konuda hiçbir emek vermeden, hazır önlerine konan lokmayı utandan sıkılmadan yerken o sofrayı kuranları yok etmenin yöntemlerini bilen; bencil, adi kafaların varlığından biliyorum. Onları da uzun uzun bir gün yazacağım.

Cem Vakfı’nın arabasını özel arabası gibi kullanıp, benzinine acımayan adi müdürleri de, onları çok hoşgörürken, vakıf için zorunlu çabalar için it eziyeti çekmemizi sağlayan yöneticileri de, bir gün yazmak gerekir.

Kendi menfaatleri için bu vakıfları, dernekleri babalarının çiftliği gibi kullanan, Aleviliğe zerre kadar yararları olmayan, bu konuda uğraş verenleri yok etmek isteyen şerefzileri de elbet bir gün yazmak gerekir.

Şimdi düşünüyorum da, sırf inançları için Avrupa’da da emek verip, yıllar yılı karanlık yollardan geçip, zorlukları aşanlar, “Ulu Alevi Bektaşi Yolu”na hizmet etmek aşkındayken yolları yine sözde kimi Aleviler ama özde şerefsizler tarafından kesilenler, bağırlarına hançerler sokulanlar, tekerlerine dinamitler konulmaya çalışılanlar, hatta hatta abartı değil tam bir gerçektir; “size cem yaptırtmayız buralarda” deyip demir çubuklarla insan dövenler…  Bunlar da var Alevi tarihinde…

İşte şimdi duyuyorum…

Aman bunları yazma, yazma, yazma…

Diyen kendine güveni olmayan kişiliksiz insanlara sesleniyorum; size göre, Alevilik ulu bir yol iken, bu yolda ilerlemek isteyenleri yok etmek isteyen şerefsizleri yazmak bizim inancımıza zarar veriyor, öyle mi?

Yani bunları yazarsak Alevilik zarar görür, diyorsunuz?

Be beyinsiz, yarım akıllılar; Yol mu uludur, sen mi ulusun? Demezler mi adama?

Yolu yok etmek isteyen kim olursa olsun, o yola ihanet ediyorsa, o yoldan çıkmışsa, Alevilikte’teki en kutsal değer insanın canına kast ediyorsa; onu dövüyorsa, onun yollarını baltalıyorsa, onu ekmeğinden ediyorsa, Alevilik adına insan darp ediyorsa, iftira atıyorsa, kumpas kuruyorsa, örneğin Bulgar devletine Bulgaristan’a o adam gitmesin, onun ismini orada yaşatmayın diye, bir kişiyi ihbar ediyorsa, o şerefsizi yazmak Aleviliğe zarar verir, öyle mi?

Vay beyinsiz, vay…

Böyle düşünenler yüzünden bugünlere geldik.

Ama Ayhan Bey, öbürlerinde de neler oluyor, bak onlar açığa veriyorlar mı kendilerini? Diyenler var.

Aleviliğin “diğerleri” dediklerinden ne farkı var biliyor musun? Hani Aleviler inanmıyor mu, en temel ilkeleri değil mi?; “ölmeden önce ölmek”, “hesabını bu dünyada vermek”, “yola zarar vereni yoldan atmak”!

Tüm bunlara ne oldu?

Alevilik adına adam yola çıkacak, yaptığı tüm işler Aleviliğe aykırı olacak. Biz de o dededir, babadır, yazardır, çizerdir, kurum başkanıdır, profesördür, dekandır, şudur budur diye, ona bir şey yapmayacağız, öyle mi? Ona dokunmacağız, yani yaptığı yanlışlarını sineye çekeceğiz, kabul edeceğiz öyle mi? O zaman orta da Alevilik Bektaşilik diye bir şey kalır mı o zaman?

Üstelik burada mevzu bahis olan Alevilik. “Öbürler” dediğiniz kesimle niye kıyaslıyorsunuz? Üstelik kıyaslasanız ne olur? Onlar da insan değil mi? Hani 72 Millet bir idi? Ne oldu bu birliğe? Hoşgörüye, insan ayırmamaya?

 

Neyse Yazı uzayıp gidecek…

 

Kafamda yenemediğim tartışmalarla birden bire merkezinde kendimi bulduğum Köln’e nasıl geldiğimizi de anlayamadım. Bu bir gerçek tüm bunlar kafamı doldurmuştu, hemen her zamanki gibi.

 

Köln
Yusuf Karip (1955)

(Ağuiçen Ocağı Seyyid Mençek Kolu

Erzincan Kıtmane (Ilıdere) Köyü)

05. 11. 1955 doğumlu olan Yusuf Karip Dede ve çok güler yüzlü ve nurlu eşi Saadet Ana (03.05.1953) bizleri kapılarının önünde karşılıyorlar.

Kahvaltıyı birlikte yapalım, diyorlar. Sevgili dedemiz çalışıyor bugün de işine gidecek. Son derece düzenli, intizamlı ışıl ışıl olan evinde sohbete koyuluyoruz. O da beni yıllardır görmek istiyormuş.

Dede Erzincan Beybağı Mahallesi’ndenmiş. Ağuiçen Ocağı Seyyid Mençek Kolu’ndan olan dede aslen Erzincan Kıtmane (Ilıdere) Köyü’nden. Bu köy Ulalar beldesine yakınmış. Lise mezunu olan dedemiz kendi işinin işçilik olduğunu söylüyor.

Sevgili dedemiz 3 çocuk sahibi. Almanya’ya 02.09. 1971’de gelmiş. Türkiye’den geldikten sonra burada sanat okulunu okumuş. Disburg’dan sonra 1978’den beri Köln’de yaşıyormuş.

Köln Hacı Bektaş Derneği 1985 yılında kurulmuş. 1988’de Linpez’de küçük bir yer tutulmuş. 1992’den  bugüne kadar da hizmet etmeye çalışmış. Yönetim kurulu üyesi olarak, sekreter olarak, diğer alanlarda da uzun yıllar Hacı Bektaş Derneği’ne hizmet etmiş. Cem yürütmüş, cenaze hizmetlerinin tümünü yerine getirmiş. Ulm dahil Almanya’nın çok uzak bölgelerine kadar inanç hizmetlerini sürdürmek için gitmiş. En büyük oğlu mühendismiş, ortanca meslek okulunu bitirmiş, en küçüğü ise lisede, ticaret okulunu okuyormuş.

Dede Köln’ün bir milyon nüfusu olduğunu, çevresinde 5.000’den fazla Alevi yaşadığını, derneğin 450 üyesi olduğunu söylüyor.

 

Sevgili dedemiz son yaşanan bazı olaylardan dolayı çok ama çok dertli. Köln Hacı Bektaş Cemevi yönetimiyle kendisi arasında sıkıntı yaşanmış. Bu konuda çok sitemkâr ve çok dertli. Aynı zamanda Saadet Ana da bu konuda çok dertli. İşte kurumlar arası olduğu gibi kurum içinde de sıkıntılar yaşanıyor Alevi Bektaşi dünyasında. Umarız bu fırtınalar bir gün diner.

 

ŞİİR

 

Ağaç bütün
Işık bütün
Meyve bütün
Benim dünyam paramparça.

Büyük bir ayna kırılmış
Kırılıp yere dökülmüş
Kâinat içine düşmüş
Düşmüş amma paramparça.

Yaprak yaprak yapıştırdım
Diyar diyar dolaştırdım
Bir alevdir tutuşturdum

Yandım amma paramparça.

 

Bedri Rahmi Eyuboğlu

 

Köln Hacı Bektaş Veli Cemevi

Köln’deki en köklü Alevi kuruluşu olan Hacı Bektaş Veli Cemevi’ne gidiyoruz sonra. Burada Celal Bektaş Dede’yle sohbet ediyoruz, söyleşiyoruz. Sonbaharda geldiğimde evinde de kaldığım dedeyle sonrasında bir de söyleşi yapıyorum.

Köln Hacı Bektaş Cemevi yörenin en önemli inanç merkezi. Cemlerin yapıldığı, Alevilik’le ilgili her türlü inanç hizmetlerinin verildiği Cemevi yörede en çok bilinen Alevi kurumu. Uzun yıllar Niyazi Bozdoğan Dede burada dedelik hizmetlerini yerine getirdi. Şu anda da gelin Gülsüm Bozdoğan bu kurumun başkanı.

Oğlu Abidin Bozdoğan da çok inançlı, bilinçli, Alevi yolunun burada yaşamı için emek veren insanlardan birisi. Kendileriyle diyaloglarımız devam etti. Benim ise arzum burada bir panelde yöredeki canlara seslenebilmek.

Ya kısmet.

2010 yılında tanıştığım Meryem Bulut hocamızla burada buluşma konusunda anlaşıyoruz. Gerçekten Avrupa’da da yaşamak zorluklarla dolu. Kentler arasında mesafeleri metrolar aşsa da, yine de insanın insana kavuşmasını yaşam koşulları engelliyor! Ben pat diye kapı çalan, şurdan şuraya savruyan, elimde çanta sürekli seyahate hazır birisi olduğum için mi, nedir buradaki sistemleri pek anlayamıyorum. Açakcası da kafam almıyor. Ama anladığım tek şey var; burada insanlar birbirlerinden uzaklaşmışlar.

 

Bohum’dan yine federasyonda yer alan ve Hoca’ya ve Cem Vakfı’na çok bağlı Meryem Bulut ise bu çalışmaları destekliyor, Turgut Öker ve ekibinin yaptıkları rezaletlere karşın Prof. Dr. İzzettin Doğan Hoca’nın her şeye rağmen en iyi lider olduğunu söylüyor.

 

Meryem Bulut (1946)

(İslahiye Kabaklar Köyü,

İbrahim Sani Ocağı)

Emekli Öğretmen

Ben zihinsel engelli çocukların öğretmeniydim. Şimdi emekli oldum. Aleviliği inanç ve kültür boyutuyla yaşayan bir ortamdan geldim. Şimdi tüm kurumlara eşit mesafedeyim, kim ki bu yola hizmet ediyorsa, ben onun yanındayım.

Ayhancığım ben hatırlıyorum, ahır damları temizlenip cemler yapılırdı. Bizden önce bu inancı yaşatanlara gönül dolusu şükran borcumuz var. Kim samimi bir şekilde bu yola hizmet etmişse, ediyorsa onlara çok saygım var. Dedeler hep adil olacaksın, derlerdi. Bu adalet bizim inancımızın temellerindendir. Bence dedelik kurumu çok önemli ama bir divana bağlı olunması gerekir. Orada da seçimlerin olması gerekir.

Aleviliğe yakışan işler yapmak lazım, önümüzü temiz tutmamız lazım. Kul hakkını reddeden Allah’tır. Kul hakkıyla Hakk’a varılmaz. Alevilerin kendi inançlarının değerlerini tam bildiklerini sanmıyorum. Eskiden daha büyük çileler çekildi ama inanç daha sağlamdı.

1960 yıllardan sonra insanlar dağılınca dedelerin anlattıkları bilgiler de ortadan kayboluyor. Eskiden doğru dürüst kitap bulunmazdı. Yayın yoktu. Zaman içinde gelişmeler oldu. Benim en büyük endişem çocuklarımıza Aleviliği kimler öğretecekler?

Alevi derneklerinde, müzik, semah, saz var. Bunlar güzel de Alevilik anlatılmıyor. Bunu kimler, nasıl anlatacaklar?

Ayhancığım; dedeler buraya işçi olarak, çalışma gelmişlerdi. Onların imkanları yoktu. Aleviliği araştırmak için gelen yoktu ki Almanya’ya. Sabahın dörtünden akşamın yedisine kadar çalışan insan ne yapabilir? Yine de burada çok iyi niyetli insanlar sayesinde çok güzel işler yapıldı. Burada bence, Almanya’da insanların Aleviyim, diyebilmelerini dedeler sağlamışlardır. Onlara Alevi toplumu çok şey borçludur. Dedelerimize sahip çıkamadık, onlara sahip çıkabilmeliyiz. Burada bile insanlar Aleviliklerini gizliyorlardı, okulda, iş yerinde bile Aleviyiz, diyemiyorlardı. Türkiye’de korktukları için burada bile Aleviliklerini söyleyemiyorlardı. Burada da çok sıkıntılar çekildi. Bence Alevilik tam yaşansa, yaşatılsa, gençlerimize öğretilse ne iyi olur.

Sevgili Ayhan, benim kapım sana her zaman açık. Gel, bizde de kal, seni misafir etmek isterim.

Benim tanıdığım insanlar içinde; Ahmet Aydemir emekli bir öğretmen olarak bu konularda çok emek veren bir insan. Kamber Kutlu var. O da Wuppertal civarında. O da güzel hizmetler veriyor. Metin Gür var, yazardır. Onun da çok güzel çalışmaları var. Yayınlanmış kitapları var.

 

Metin Gür

Gazeteci- araştırmacı- yazar Metin Gür, yoksul bir ailenin çocuğu olarak 1939'da Malatya ilinin Arapgir kazasına bağlı Cücüğen (Ormansırtı) köyünde doğdu. Akranları gibi 13 yaşında Ankara'ya göçtü. Eğitimini tamamladı, politik ve sendikal çalışmalara aktif olarak katıldı. 1968'de işçi olarak Almanya'ya gitti. 1971'de, Avrupa'da yaşayan Türkiyeli ilericileri, aydınları içinde toplayan ve merkezi Köln'de olan Avrupa Türk Toplumcular Federasyonu (ATTF) başkanlığına seçildi. 1984'te, Ruhr Bölgesi'nde Dortmund kentine yakın bir madenci kasabası olan Bergkamen'da, Kültür Müşavirliği'nin daveti üzerine, "Geleneksel kent yazıcısı" (Stadtschreiber) olarak görev yaptı; maden ocaklarında zor koşullar altinda çalışan yaklaşık 500 Türkiye kökenli işçilerin iş ve aile yaşantisini çok yönlü araştırdı.

Metin Gür, Federal Almanya'daki Türkiyeli işçilerin sorunlarını dile getiren yazılar yazdı, bildiriler, gazeteler çıkardı. Milliyet, Cumhuriyet gazetelerinde yayınlanan dizi yazılarıyla, Almanya'daki Türk İslam kuruluşları ve Alman cezaevlerinde yatan Türkiyeli gençler ve uyuşturucu bağımlıları üzerine yaptığı araştırmalarıyla tanınır.

Alman Gazeteciler ve Yazarla Birliği'nin üyesi olan, Avrupa Türk Gazeteciler Cemiyeti'nin 1991, 1992 yıllarının Başarılı Gazetecilik Ödülü'nü kazanan Metin Gür'ün, "Meine fremde Heimat" (Benim Yabancı Yurdum /1987), "Warum sind sie kriminell geworden?" (Neden Suçlu Oldular? /1990), "Türkische islamische Vereinigungen in der Bundesrepublik Deutschland" (Almanya'daki Türk İslam Kuruluşlar /1993), "Otuz Yılın İçinden /1993", "Die Solingen Akte" (Solingen Dosyası /1996), "Neden Suçlu Oldular? /1997", "Şeriat ve Refah /1997", "Kaçışın Öyküsü /2001", "Diyardan Diyara TKP'nin Avrupa Yılları / 2002", "Sütü Küstürmek /2004", "Kınanın Soluşu / 2006" "Avrupa'da İslamcı Kuruluşlar( Türkiye Kökenli) 2013" yayınlanmış belgesel yapıtları bulunuyor.

 

Şiir

 

Şu karşıki dağlar Alpler olmasa Bozdağlar olsa 
Ya bu akan İsar Menderes'e hiç benzemez 
Özlemlerimizi duyuramıyoruz Almanlara 
Yollar kapandı mı kardan mektuplar da gelmez 

Bir lokma ekmek için bizi kim attı buralara 
O güzelim konukseverlik düşlerde var 
Benzin kokuları içinde asfalt yollarda 
Yüreğimiz bizim onlar için çarpıyor

 

Fethi Savaşçı

 

Gülüzar Cengiz

Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü Başkanı

 

Kendisini çalışma ofisinde ziyaret ettiğimiz ve son yıllarda adından söz ettiren Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü’nün Başkanlığını yapan Gülüzar Cengiz’le uzun uzun sohbet etme şansına ulaşıyorum.

Kendisi Sivas’lı olan Gülüzar Cengiz’in ailesini de tanıyorum. Hem eşi, hem kızı, damatları de çok sevdiğim, saygı duyduğum, hem samimi, hem inançlı bulduğum çok güzel insanlar.

Onlar Köln’de, görmezden gelinemez ve yaptıklarıyla saygı duyulması gereken bir aile.

 

Gülüzar Cengiz anlatıyor ben de not alıyorum…

 

Babamın ismi Derviş’ti. Kendisi de Alevi yolunun dervişiydi. Halil İbrahim Karabulut amcam kendi devrinin önderiydi. Annem Sultan Hanım da çok bilinçli bir insandı. Bizler inancımızla siyasetimizi birbirine karıştırmadık. Bizler cem cemaat bilen insanlardık. Geçmişimize sahip çıkan, inancımızı bırakmayan insanlardık. Bizim erkânımız var. Bizler ezilmişlik edebiyatı yaparak inancımızı yaşatmıyoruz. Alevilik bir inançtır. Siyasi mücadeleler ayrıdır. 1968 kuşağı kavramı ayrıdır, her birinin yerleri ayrı ayrıdır. İnancımızı, kültürümüzü, tarihimizi araştırmadan bizler bir şey yapamayız. Bizler buna inanıyoruz.

Muharremde kadeh kaldırıp, cemden, cemaatten, inançtan aslında haberi olmayan Alevi önderleri var. Görgüden, sorgudan, dededen haberi olmayan bir Alevi olabilir mi, bir Alevi önderi olabilir mi?

Bizler değerlerimizi yaşatmak zorundayız, değerlerimiz her şeyin üstündedir. Muharremde kahkaha ile gülünmez, düğün dernek yapılmaz, matem ayıdır, şimdi Alevi ileri gelenlerinin bundan haberi yok. Bu nasıl bir Alevilik anlayışıdır?

Hüseyni bir şeriat vardır. Şeriatı olmayanın tarikatı da olmaz. Hep ağlamakla bu iş olmaz, hep basit açıklamalarla bu iş olmaz. Şimdi Aleviliğin değerlerinden habersizler Aleviliği müzelik yapmak için adeta yarışıyorlar.

Hem Alevilik, Hem Bektaşilik kutsal değerleriyle, aile yaşamıyla, insan ilişkileriyle bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. İnsanlar bu inançta birbirlerine karşı sorumluluklar üstlenirler. Birbirinden haberdar olmayan insanlar hangi inancı, kültürü yaşatabilirler.

Müsahip olmak güzel bir şey ama onu yaşatmak kolay bir yol değildir. Önemli olan kurallarıyla yolu yaşatabilmektir.

Bektaşilik’te bir kural konulmuş, o gün ikrar verdiğin kişiler, yola girip, ceme dahil olduğun kişiler senin müsahibin oluyor. Yani orada bulunan herkesle zaten müsahip oluyorsun. Senin mürşidin yani bağlandığın, ilminden, irfanından yararlanmak istediğin senin yol göstericinin huzurunda diğer birlikte ibadet yaptığın canlarla müsahip oluyorsun. Bektaşiliğin bulduğu ve müsahipliğin var olmasına vesile olan güzel bir yol ve yöntem bu.

Hakk’ın muhabbetinde kadın-erkek ayrımı yok. Hepsini Hakk yaratmış. O nedenle hepsi bir, hepsi beraber.

Alevilik’te Mürşit Ocağı kavramı var. Ama aynı zamanda onun altında Pir Ocağı var, onun altında Rehber Ocağı var. El Ele El Hakk’a ilkesi var. Aslında Alevilik yüzyıllar boyu kendi kural ve kaideleriyle bugünlere gelmesini başarmış. Kurallar, kaideler bütünüdür Alevilik Bektaşilik.

Mürşidin huzurunda kimse kimseden üstün değildir. Aslolan aşktır, inançtır, insandır.

Ayhcan Can; sen de çok iyi bilirsin, kuralsızlık içinde kural olmaz. İnancımız kurallarla örülüdür. Belli kurallar olmasaydı bu yollar her coğrafyada, her çağda, her şart altında yaşayamazdı. Biliyorsunuz Yahudilik dünyanın en katı kurallarının olduğu dinidir. Ama bugün bakın dünyayı Yahudiler yönetiyorlar.

Bizim inancımızda teslim olmak vardır. Hakk’a teslim olmak vardır. Mürşit huzurunda yola teslim olmak vardır.

Alevilik’te 12 İmamların soyundan gelenler mürşitlik yapar. Alevilik aslında en büyük hazinedir ama bazıları onun farkında değil. Hani derler ya Alevi uluları, bu bir darı tanesi değil, camii avlusuna saçamam hoca, diye. İşte Alevilik içinde nice gizli hazineler saklıdır. Önemli olan bu inancın derinliklerine girip, onun değerleriyle yaşamasını sağlamaktır. Lafla, sözle inanç olmaz. İnanç yaşanırsa inançtır. İnanç değerlerine sahip çıkılırsa inançtır. Alevilik’teki elini-dilene-beline sahip ol ilkesi çok basit formüle edilmiş bir sistemdir ama gerçekten çok basit bir olay değildir. Onu hayata geçirdiğiniz zaman yaşamınız da düzene girmiş, örnek bir insan olmuş olursunuz.

Bizler işte Aleviliğin, Bektaşiliğin değerleriyle yaşatıldığı bir bir dergahın, inanç merkezinin yürümesi için çaba harcıyoruz.

Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü olarak bizlerin en büyük hayali, bilimsel araştırmaların artması, oluşturulacak arşivin gelecek kuşaklara ulaşıp onları aydınlatması, kalıcı işlerin yapılması, yolumuza sahip çıkacak gençlerin yetişmesidir.

 

Sonrasında tekrar Wuppertal’a dönüyoruz.

 

Sultan – Veli Demirdizen çifti de bu görüşmelerden çok memnun olduklarını, bu uğraşların çok güzel uğraşlar olduğunu, benim çok önemli işler yaptığımı söylüyorlar.

Şimdi bir mesele var. Aslında ben Almanya’dan Türkiye’ye dönmeyi planlıyordum. Planlamak ne kelime, dönüş biletimi Köln için almıştım. Ama gelen haberlere göre Avusturya Viyana’da çok büyük bir birlik toplantısının yapılacak olması, halen çalışmakta olduğum Cem Vakfı Başkanı Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın da bu toplantıya gelecek olması, planlarımı değiştirdi. Ben de bu toplantıya katılmak istiyorum. Bektaş Ceren’e göre ise Almanya’dan bu toplantıya katılacak başka insanlar da var. Hatta Ali Bulut’ta bu toplatıya İsviçre’den katılacak. Sonradan Kassel’deki Ali Rıza Ağırgöl Dede’nin de kardeşiyle birlikte bu toplantıya katılacağını öğrenince ben de bu toplantıya katılayım diyorum. Böyle bir karar alıyorum ama bir sürü telefon etmek zorunda kalıyorum.  Neyse sonunda Kassel’e Ali Rıza Ağırgöl Dede’ye ulaşmayı, onun arabasıyla bu uzun yolu kat etmeyi planlıyorum.

Dolayısıyla şimdi Kassel’e gitmek gerekir. Trene binsem bir hal, binmesem bir hal. Çünkü trenler iyi de, aynı tren her köye uğramıyor ki! Bir sürü çanta. Bu konuda da Gülüzar Hanım imdadıma yetişiyor. Benim de çok sevdiğim ve saygı duyduğum çok değerli inanç önderlerimizden ve Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü’nün görevli dervişi Haydar Soylu’yla bu işi çözüme kavuşturuyoruz. Haydar Soylu beni Wuppertal’dan Kassel’e götürmeye söz veriyor.

Nihayetinde aynı şehirde oturan ama birbirlerini tanımayan Sultan-Veli Demirdizen ve Haydar Soylu’yu buluşturmak da bana düşüyor.

 

24 Mayıs

 

Haydar Soylu

(Haydar Derviş)

(Erzincan Çayırlı Peyler (Esentepe) Köyü

Kureyşan Ocağı)

 

Kahvaltı yapmak için Sultan – Veli Demirdizen çiftinin evine gelen Haydar Soylu Dedemi, şimdilerde Dervişimi burada da bırakmıyorum.

Şu anda Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü’nün can damarlarından birisi olan Haydar Soylu’nun en büyük hedeflerinden birisi emekli olmak ve emekli olduktan sonra Alevi Bektaşi Kültür Enstitüsü’nün şu andaki yönetim yeri ve inanç merkezi olan Dergâhta yaşamak ve hizmetlerine orada devam etmek. Ben de aslında o günleri bekliyorum! Nasıl yani? Evet, Haydar Soylu Dervişimiz gibi kâmil bir insan orada hizmet yürütürse ben de en azından sene de bir iki ay orada kalır, hem oranın olağanüstü havasını alır, hem de inanç ve kültür yolculuğumu orada sürdürürüm diyorum.

Yalnız Haydar Soylu Dervişimiz çok kederli ve düşünceli, üzüntülü şu günlerde. Hayat arkadaşı sevgili eşi kanserle boğuşuyor. Ciddi sıkıntıları, acıları var. Buna bizler de çok çok üzülüyoruz. Teselli etmeye çalışıyoruz.

Buradaki birçok insan gibi emeğiyle hayatını sürdüren bir insan olan Haydar Soylu Dervişimiz şöförlük yapıyor. Beni alıp Kassel’e bıraktıktan sonra gelip işine bakacak. O benim gibi daha nicelerine, dervişlik yapmış, yardımcı olmuş. Ama kadir kıymet bilmek gerek. Bunların emeklerini inkâr etmemek gerek. Nankör insan en tehlikeli en adi insandır benim nazarımda da.

Erzincan Çayırlı Peyler (Esentepe) Köyü’nden olan Dervişimiz bir ocakzade, Kureyşan Ocağı’na bağlı bir dedemiz.

 

Ama başlıyor konuşmaya Haydar Derviş, ben de yazıyorum kara kaplı defterime…


Hz. Ali turaptır. Onu kendi kendini yüceltmiştir. O yaptıklarıyla, sözleriyle, eylemleriyle nasıl bir örnek şahsiyet olduğunu bizlere kendisi göstermiştir.

Adam olmak, insan olmak için dünyaya gelmek aslında bir şanstır. Önemli olan ne kadar adam olduğumuzdur. Önemli olan yaşadığımız dünyada insan olmak, insan kalabilmektir. İnsan eşit doğmaz ama eşit olmak insanların kendi ellerindedir. Marks dünyada ezenle ezilenin olmadığı eşit insanlardan oluşan bir dünya için bir sistem önerdi. Bunu ne kadar yapabildiler, yapamadılar o ortada. Bir siyasi sistemle bunu denediler ama olmadı.

Hacı Bektaş bir büyük düşünür ve inanç önderi Alevi Bektaşi toplumunun önder isimlerinden birisi olarak o da Tanrı aşkı ve sevgisiyle dolu bir insandı. O da tüm insanları bir ve eşit gördü. 72 millete bir nazarla bakmayan bizden değildir, diyen Hacı Bektaş’ın kendisidir. O da bir inanç sistemi içinde insanların eşitliğini, birliğini savundu. Hacı Bektaş kadınlara önem verdi, kadınlarınızı okutunuz, dedi. Bizler Bektaşi olarak Hacı Bektaş’ın kurmuş olduğu ilkeler üzerinden dünyaya bakıyoruz. Tüm dünya insanlığının barış içinde yaşaması için tümünü eşit gördüğümüzü haykırıyoruz, savunuyoruz, bu ilkelerle yaşıyoruz.

Türbeler insana elbette ilham verir, oraları ziyaret eden insanları etkiler. Ama önemli olan canlı olan insana değer vermektir, insanlığa değer vermektir, insanın düşüncelerine değer vermektir. Yoksa cansız duvarlar insana bir şey vermez. Oralar ilahi nurla dolu olsa da, insanın özünde bir şey varsa, onu hissedebiliyorsa ondan bir şey alabilir. Ama insanın olmadığı hiçbir yerde ne inanç yaşar, ne kültür yaşar.

Bizler işte Hz. Ali’nin, On İki İmamların, Hacı Bektaş Veli ve tüm erenlerin yolundan giderken insana değer verirken, onların düşüncelerine değer verirken Bektaşiliğin ilkelerine uyarak, canlı olana, yaşayana, düşünceye yönelip ondan ilham alıp yolumuzu yaşatıyoruz.

Alevi Bektaşi yolu ikrara bağlıdır. Bir pirin eteğinden tutmayan, mürşidini tanımayan, rehberini bilmeyen Alevi Bektaşi yolunda bir yere ulaşamaz, bir menzile eremez.

48 yaşında tercüman ikrarı verdim. İkrar mürşide verilir. O mürşit nerede?

Bu yolun temelinde olan ilkeleri sayarlar ve sorarlar; ikrar verdin mi, rehberin var mı, mürşidin var mı, yol nedir, müsahip nedir, ikrar nedir, cem nedir, dört kapı kırk makam nedir? Bunların tümünü sorarlar bu yolda.

Bektaşi yolunda hakikat gerçek bir insan olabilmektir.

Dervişlik bir makam değil, hizmetin kendisidir, bir hizmet makamıdır. Hizmet edene derviş derler. Kişi her yönüyle, tüm yetenekleriyle, imkanlarının tümünü kullanarak hizmet eder. Derviş kişi, hizmetten kaçmayan, her hizmete koşan, hizmet almaktan üşenmeyen, bundan zevk duyan, hizmete atılan kişidir. Gerçek bir derviş olmak yolun yükünü çekmek demektir. Yoksa zaten bu yolda adam olmak kolay bir sanat değildir. Her şeyden önce kişinin iyi bir derviş olması gerekir.

Burada hizmet her şeyden öncedir. Ama bunların da başında öz gerekir. Öz her şeyin başıdır.

Dedelik çok önemli bir kurumdur. Ocakzade olup, dede olmak cem yapmak çok güzel bir şey.

Ama bizler artık Bektaşi yolunda Dervişlik hizmeti yapıyoruz. Bence bir kişinin bu yolda hizmet etmesi için Ehlibeyt soyundan gelmesi zorunlu değildir. Öz önemli dedik. Eğer bu yolda kendisini yetiştirmiş bir kişi varsa, o kişi de bu yolda her türlü hizmeti yerine getirebilmelidir.

Şimdi düşünün hizmetler var Alevilik’te olsun, Bektaşilik’te olsun. Seyyid-i Saadet, Evlad-ı Resul yani ocakzade değil diye o hizmetleri insanlar yapamayacaklar mı? Bir cemi neden bir dede olmayan yürütemiyor? Ehlibeyt soyundan gelmedi diye, bir kişi dua okuyamaz mı, cem yapamaz mı?

Benim dedelikle ilgili fikirlerim de farklı.

Bir kere dede çok bilgili olmak zorundadır. Çünkü dedenin en önemli görevi taliplerini aydınlatmaktır. Kişinin Hakk’la arasındaki ilişkiyi kurmak aslında dedenin görevi değildir. Önemli olan dedenin insanın yetişmesinde görev almasıdır. Mürşit gerçek bir mürşit olursa o iyidir.

Hacı Bekaş’a “Hacı” derler. Evet, o bir hacıdır. Ama haç olarak onun belli bir mekânı ziyaret etmesi önemli değildir. Önemli olan bir yere gitmek değil, gönlüyle de, gönül gözüyle de olsa, içinden de olsa ulaşabileceği yere ulaşmak, ereceği menzile erebilmektir. İnsanın gönlü de bir haç yerine geçer. En büyük günah bir insan gönlü yıkmaktır. Gönül yıktından sonra, insan incittikten sonra hiçbir inancın, hiçbir dinin bir önemi kalmaz. Çünkü Allah’ın insanların ibadetlerine ihtiyacı yoktur.

Talip, talep eden kişi, demektir. O öğrenmek isteyendir. Aslında Hacı Bektaş’taki Hace kelimesi gerçek anlamda, öğreten, eğiten, anlatan, bilge kişi demektir. Burada Koca Ahmet Yesevi’yi anmamız gerekir. İşte bunlar öğretmen, eğtimen, önder kişilerdir. Koca Ahmet Yesevi, Hacı (Hace) Bektaş Veli gibi ulu kişiler eğiten insanlardır, önder insanlardır.

Müslümanlığın özü insan olabilmektir. İslam inancında Tanrı insana şah damarından daha yakındır.

Gönül gözü açık kişi, gerçekleri görebilen insandır. Herkesin gönül gözü açık değildir. Önemli olan gönül gözünün açık olması veya gönül gözü açık olanlardan ilham almaktır.

İyi bir talip mürşidinin sözlerinden iyi ilham alabilen insandır.

Ayhan Can;

Bizim inancımızda yolun başı Hakk Muhammed Ali’ye bağlıdır.

İnsan insan olunca, dede dede olunca, baba baba olunca insanların gözlerindeki perdeler aralanabilir. Yoksa dede de, baba da insanla kul arasındaki bir aracı değildir.

Hiçbir ocak, hiçbir dede, hiçbir dergah ve hiçbir baba birbirinden üstün değildir. Önemli olan insanın eğitimden geçmesi, olgunlaşması, gerçekleri görebilecek bir kıvama gelebilmesidir. Bir söz vardır, taşı hamur gibi yoğurmak. İşte insan da böyledir. Hamur gibi yoğrulabilen yani hamlıklarını atabilen, olgunlaşan, teslim olan insan gerçeklere doğru yol alır. Bir başka açıdan da taş gibi kalpleri olan kişileri yumuşatmak da taşı hamur gibi yoğurmak gibidir. İnsanların yaşadıkları çağdaki tüm ilimleri bilmeleri gerekir. İnsan hoşgörülü olmalıdır, bilgili olmalıdır, merhametli olmalıdır. Bizlerin en büyük görevlerinden birisi de merhamet değerleri çok yüksek insanlar yetiştirebilmektir.

Yazarlar, aydınlar, gazeteciler; hep insanların duymak istediklerini değil de gerçekleri yazıp dile getirmelidirler. İnsanları bilinçlendirmek zorundadırlar. İnsanlar duymak istediklerini değil, doğruları öğrenmek zorundadırlar.

 

Haydar Soylu Derviş; beni alarak, büyük zahmet ederek, Kassel’e kadar arabasıyla götürüyor. Ve beni Ali Rıza Ağırgöl Dede’nin evine bırakıyor.  İşe yetişme gayretiyle burada kalamadan hemen geri dönmek için müsaade istiyor.

Ona ne kadar teşekkür etsem azdır.

 

Not: Sevgili okurlar maalesef Haydar Soylu Dervişin eşi bu geziden bir süre sonra Hakk’a yürüdü. İstanbul Yenibosna Cemevi’nde bir cenaze merasimi düzenlendi.

Çok sevgili Sultan Demirdizen’in ise bir beyin kanaması sonrası Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu Ali Haydar Avcı 2014 gezisinde bana söyledi. Geçen yaz kendisini aramış uzun uzadıya sohbet etmiştim.

Bu iki ölüme çok üzüldüm. Her ikisinin de menzilleri mübarek olsun, Hakk’ın cemaliyle cemallenen nurlu yüzleri hiç solmasın, bizler de onların yanlarına gideceğimiz ana kadar, sonsuz ışıklar içinde Fatma Anamızın, Hatice Anamızın ve tüm Ehlibeyt analarının yanlarında sonsuz huzur içinde, kalsınlar.

 

25 Mayıs

 

Hessen Eyaleti

Bad Wildungen

(Kassel Yakınları)

 

Ali Rıza Ağırgöl Dede

Erzincan’lı olan Ali Rıza Ağırgöl dedemiz ve amcasının oğlu Kemal Ağırgöl İzzettin Doğan ve CEM Vakfı’nı Almanya’da en çok destekleyen kişilerdenler.

Ali Rıza Ağırgöl samimi, inanmış bir Alevi. Uzun yıllar boyunca çalışan kendi hakkıyla emekli olma yolunda olan (çoğu Türk malulen emekli olma yoluna gidiyor, Avrupa’da) emektar Ağırgöl’ün durumu çok iyi. Kendisinin bir kez İzzettin Doğan’ı ağırladığını söyleyen Ağırgöl yine İzzettin Doğan’ı ağırlamak istediğini söylüyor.

Burada çok önemli bir kaledeki müzeyi gezdim. Burada Viyana kuşatması sırasında el konulan bir Türk Çadırı ve kılıçlar, oklar, yaylar olduğu gibi bir bölümde sergileniyor. Bununla ilgili bir kitap da aldım. Duyduğuma göre Viyana’daki savunmaya katılan Avrupa’daki şehirler (askerleri ve şurakasıyla) geri dönüşte emanet olarak orada buldukları eşyaları kendi şehirlerine getirmişler.

Yine çok ilginç olmak üzere kent merkezindeki tarihi bir kilisede mermer lahitte Viyana Savaşı küçük heykellerle canlandırılmış. Burada yalnız Türkleri aşağılayan bir figür yoktu. Yalnız Viyana’da durum böyle değilmiş. (2014 yılında Sayın Kazım Balaban Askeri müzeyi bizlere gezdirirken bizzat soyluların altında başları ezilen yençeri askerlerinin mermer heykellerdeki hallerini kendi gözlerimizle gördük.)

Burası da ayrı bir güzel kent, yemyeşil her taraf. Ama burası bir sağlık sıhhat merkeziymiş aynı zamanda. Yani romatizma hastalarının, solunum yetmezliği olanların gelip şifa aradıkları bir yermiş burası. Zaten haritalarda “Bad” kelimesi varsa orada bir su kaynağı dahası, ılıcaların olduğu, sağlık merkezini işaret eden bir imgeymiş Bad kelimesi.

Bad Wildungen küçük ama çok şirin bir kent. Burası Almanya’nın en küçük ikinci kentiymiş. Otlar diz boyu. Üç yüz, dört yüz yıllık evler halen ayakta. Burası açık hava müzesi gibi. Sokaklar, kaldırımlar, her taraf ışıl ışıl ve tarihi yapılarla dolu. Avrupa’nın aynı zamanda en büyük yapma parklarından birisi bu şehirdeymiş. Burada her şey yabani bir şekilde fışkırıyor. Gençekten burası yalancı bir cennet! Şu ana kadar Almanya’da gördüğüm en güzel yer burası. Burası Almanya’nın da en büyük “kür” sağlık merkezlerinden birisiymiş. Kalp, damar hastalıkları için doğal sular, ılıcalar, sıcak banyolar Almanya’nın her tarafından gelenleri ağırlıyor.  Bende durmak ne arar, yetişebilen yetişsin bana. Bu arada bir tarihi büyük kiliseye giriyoruz. Burada da çok ilginçtir Viyana Kuşatmasından bir sahne mermerle yapılmış heykellerin olduğu özel ve önemli bir bölümde sergileniyor. Çok ilginç! Sadece bir müzede değil, bir kilisede de “Stadkirche Bad Wildensgen”, Viyana Kuşatması gravürleri var. Ama burada da aynı şekilde bir yeniçeri askeri diğer lortlarla aynı boyda yapılmış, bir hakaret unsuru yok. Bu şaşırtıcı değil mi sevgili okurlar, belki de bizim bu konuda fazla bilgimiz olmadığı için çok bilinen şeylere şaşırıyoruz. Ama olsun bana yine de ilginç geldi, bir kilise de bir yeniçeri askerinin büyük mermer heykelini bulacağımı hiç düşünmezdim.

Friedrichstein Şatosu olmuş bir tarihi ve özellikle askeri müze. Yüksek duvarlarından kentin bir bölümü görülüyor. Her taraf yemyeşil ve kente hakim bir tepede. Burada savaş araç gereçleri, oklar, yaylar, silahlar, giysiler vs. var. “Löwe und Holbmond –Ein Prunkzelt und Waffen aus dem Osmanischen Reich” isimli bir kitapta aldım. Elbette Almanca ama müzedeki eşyaların çok net resimleri var. Kitapta detaylı bir şekilde buradaki Türk eserleri var. Belki bir gün birisi olur, birinin işine yarar! Ve sokaklarda gezdirirken dedenin annesiyle de karşılaşıyoruz. Alış veriş için sokağa çıkmışlar. Ayaküstü sohbet ediyoruz.

 

Tabii o an düşünemiyorum. Yazıyı kaleme alırken net bir şekilde Avrupa’nın elbetteki Almanya’nın bir kaleler, şatolar cenneti olduğunu şimdi daha iyi canlandırıyorum gözümde. Yahu ben sinema delisi bir insan değil miyim? Yüzlerce değil, binlerce film izleyen ben değil miyim? Taa çocukluğunda televizyon, sinema hastası olan ben değil miyim? Elbette ki benim! Hem de her türden film izleyen, özellikle macera, bilim kurgu, doğa temalı, belgesel niteliğinin yanında çocuklardan daha çok çizgi film beğenen, izleyen ben değil miyim? Evet! Eee? Eee si var mı kardeşim, müze de müze. Müze de müze. Müze de müze! Tutturmuş gidiyorsun bir müzedir diye. Elbette en büyük aşklarından birisi müzeler, resimler, heykeller… İyi de pörtlek gözlü Ayhan’ım, işte surlar, kaleler, kiliseler, şatolar, göller, nehirler, ormanlar, dereler, meralar, çayırlıklar, tarlalar ve bu arada birer sanat eseri olan binaların içindeki müzeler, müzelerdeki her şey… Tüm bunları bu kadar çok sevmenin bir nedeni de bilinç altıdaki bu çizgi kahramanlara duyduğun aşk değil mi? O kahramanların dünyasında yaşayan bir Ayhan Aydın elbette ki herkesten çok zevk alacaktı buraları gezerken. İçindeki çocuk ruhunu her şeye rağmen yok ettirmeyen, korumaya çalışan Ayhan Aydın elbette bu gezilerden bambaşka hazlar alacaktı. Aynı mutluluğu duymasını başkalarından nasıl bekleyebilirdi? Hele hoşgörüsüz, sevgisiz, çıkarcı, dost gibi görünüp düşmanlık yapanlara nafile anlatmışsın sevgilerini, aşklarını, özlemlerini, iç dünyanı alık Ayhan Aydın. Sen seni anlayacak bir dost bulabildin mi? Ey garip Ayhan, zavallı Ayhan, heyhat… Ömürler geçmeden, daha çok yolculuk ette, belki az da olsa avuntun geçer ey Ahmak Ayhan Budalası!

 

Burada çarşıyı gezmek, kaleyi gezmek, müzeyi gezmek, ormanı gezmek zaten insanı iyi ediyor. Bir de sularına girsek demek ki, tam şifa bulacağız. Bu arada her taraf yemyeşil dedim ya, burası sulak bir yer gibi. Yahu her yer ıslak! Öyle güzel ağaçlar var, o kadar güzel çiçek açmışlar ki, ah ah diyorum bir dijital makinesi edinemedim.

 

Eşek hamallığı yapacağına, biraz da çalıştığın kurum üstlenseydi yaptığın onca hizmetin bir kısmını.

Bir tek gezine harcırah verdi mi bu kurum? Yani kendi adına yaptırdıklarına harcırah verdim, o tümüyle vakfımızın olanaklarıyla bu işleri yaptı, diyebilirler mi? Örneğin tek bir fatura çıkarabilir mi karşına, tek bir uçak bileti, Ayhan Aydın adına kesilmiş? Çıkaramazlar değil mi? Çünkü yok.

 

Anadolu’da, Balkanlar’da, Avrupa’da tümüyle bir başkasının evinde kaldın, yedin, içtin… Belki bu biraz doğal gibi gelebilir. Ama bunlar tümüyle bir zorunluluktandı. Neden zorunlu olarak bir başkasınmın evinde kalaydın? Bu vakfın işi değil miydi?

 

Neden vakfın müdürleri ve başka çalışanları evlerde yapmayıp, otellerde kaldılar. Sen keyfine mi gezdin?

 

Yok, yok biraz da sen alıştırdın onları…

 

Şimdi de çalışmalarına sahipleniyorlar…

 

Acaba hangi ezikliğinden yararlandılar senin, hangi mahkûmiyetinden ve niçin bu kadar ödün verdin onlara? Mecbur muydun, örneğin bir kürek mahkûmu muydun? O aşağlanmalara, hakaretlere, iftiralara niye katlandın?

 

İşin için, yolun için, Alevilik araştırmaları için?

 

Şimdi düşünüyorum ve diyorum ki, olmaz olsaydı öyle iş, öyle yol, onların Aleviliği.

 

Bunca yıl sabrettin şimdi yazabilirsin…

 

Ama yerimiz kısa…

 

Çok uzatmadan… Yazarsan kitap yazarsın sen… Hani seni küçümsüyorlardı ya çoğu zaman, hakaret ediyorlardı, seni çok basite alıyorlardı, ama sen bir yazarsın... Yazabilirsin… Bir kitaplık malzeme var çünkü…

 

Müdürlerin fuzuli olarak bindiği uçakların tutarı ne kadardır acaba, birisi merak edip bakabilir mi? Hani vakıflar bağışlarla yaşıyorlar ya, boşuna para harcanmamalı değil mi?

 

Bu vakıf için iş yaparken bile Vakfın arabasına kaç kez bindin, yani müdürlerin özel makam arabası olan arabaya?

 

Kaç gece yattın koltukların üstünde toplantılar için?

 

Zatürre oldun, orta kulak iltahabı oldun, ülser oldun, gördüğün psikolojik baskı yani hukuk diliyle “mobing” yüzünden, yani somut şiddet yüzünden deprasyon hastası oldun sonunda, ne elde ettin?

 

Altına Jaguarı çeken, abartmanın dikenler yanında yüzlerce hakarete uğramadın mı?

 

Şimdi de gelmişsin buralarda avunuyorsun, avunmaya çalışıyorsun?

 

Çektiğin on binlerce fotoğrafın tamam anladım, hemen tümü senin ürünün, bunların sahibi sensin de, kendi paranla aldığın makineyi, aynen kameraları olduğu gibi de çarçur ettin.

 

Onca yüklerinin bedeleni sen ödedin. Senin belki de özveriyle yaptığın gezilerden en azından birisinin parasını bir gecede bir yemeğe verirler, ama bir de yine senin çalşımalarına el koymak isterler, ama sen yine de akıllanmazsın ey çocuk ruhlu Ayhan sen!

 

El âlem bankadaki hesaplarını şişirirken, senin onca parasızlıktan ezildiğini kaç kişi biliyor?

 

Yazarları, çizerleri, onca yıl hizmet ettiğin dedelerin, ozanların bile sanıyorlar ki tümünü Cem Vakfı üstleniyor, sana yardımcı oluyor…

 

 

Hani Ahmet Kaya söylüyor ya, iste sen, iste sen…

 

Bir kuş oldun gökyüzünde uçamadın sen

Nehir oldun, ırmak oldun taşamadın sen

Çocuk oldun sokaklarda oynamadın sen

Doğdun da büyüdün de yaşamadın sen

 

Şimdi düşün, onca yalvardın kimse sana bir dijital makine aldı mı? Mangalda kül bırakmayanlar, sözde Alevi – iş adamlarından bir yardım gördün mü?

 

Daha neler neler çekerdin, bir dijitalin olsaydı.

 

Ama sen hep saf, hep çocuk aklınla baktın dünyaya…

 

Belki de doğrusu buydu ama şimdi öyle değil, devir değişti artık.

 

Sen değişmedin. Sen değişmedin.

 

Ölmeden biraz akıllanacak mısın, akıllanabilir misin sen?

 

Bilmem… Bakacağız… Göreceğiz…

 

Bazı kapıların önünde birkaç kuzu ve koyun var! Bunu İsviçre’de de görmüştün. Demek ki hem İsviçre’liler, hem de Almanlar Türkler kadar akıllı değil. Kim bakacak bunlara, bir iki koyundan bir şey mi olur, diye hayvancılığı yok etti ya Türkler. Demek ki bu köylü Avrupalıların aklı Türklerden daha çok çalışıyor! Onlar daha fakirler, bir koyun bir koyundur deyip onun sütünden yararlanmak istiyorlar. Ama Türkler öyle mi, öyle bir zenginlediler ki, hele de bir emekliyseler, artık hayvanı, kokmuş koyunu ne yapacaklar! Hepsini kesip yesinler bir güzel… Fırın nerede, nerede o köy ekmekleri, kasabadan nasıl olsa hazır gelir. Bekler çeşmenin başında gelecek bir münibüsü veya kasabaya iner, köy bakkalından alır fabrika ürünü ekmeğini. Çünkü çok yorulmuştur, çok yıpranmıştır o!

Artık köy bitti Türkiye’de sen duymadın mı halen Ahmak Ayhan!

Tezek kokusu yok Türkiye’de, Türkiye çok ilerledi, zenginledi, büyüdü, gelişti artık!

Senin dünyadan haberin yok. Öyle imrenme el âlemin, Alamanın kuzusuna, koyununa, çayırına, çimenine…

Ağzın açık ayran delisi gibi, öylece bakakalırsın işte. Yaaa. Hayat sana daha dersler verecek bakalım, daha kazıklar sokacak bakalım! El âlem kırı, kırsalı, köyü, kapısındaki koyunu koruyor. Senin ülkende bu gidişte öyle köyleri bulman için çok gezmen gerekir.

Hele de gençler ve çocuklara acıyorsun, doğru. Bak işte orası doğru. Apartmanlaşmada Avrupa’yla yarışan Türkiye’de Anadolu’nun bomboş kırsalı bile apartmanlardan geçilmez oldu. Pınarın suyu kesildi, kuzunun otu kurudu, Ayhan’ın hevesleri kursağında kaldı.

Hele gel Ayhanım gel, belki bir yerlerde bir gölgesinde dinleneceğin, müziğini dinleyip şiir kitabını okuyacağın bir ağaç gölgesi bulunur.

Hele gel, Türkiyemiz de güzeldir, hele gel… Ağzın açık ayran delisi gibi, elin memleketlerinde çok da gezme, heveslenme… Sen oralarda yaşayamazsın, edememezsin, barınamazsın. Hadi burada dil biliyon, iyi kötü konuşursun. Oralar da dil de bilmiyon lo, başına bir iş gelse ne olur sonun, n’ic olur, lo?

 

 Almanya’ya devam…

 

Bir lokantada bir hemşerimin yemeklerinden tadıyorum. Bu arada aynı zamanda doktor olan ve benim Alevilik’le ilgili ilk okuduğum kitaplardan birisi olan ve de günümüzde bazı Alevilerin Hz. Ali’nin üstünlüklerini ve Muaviye’yle giriştiği mücadelede ne denli haklı bir insan olduğunu göstermek için delil diye gösterdikleri, dört ciltlik bir kitabın yazarı Mehmet Ali Derman’ın oğlunun da burada oturduğunu öğreniyorum.

Avrupa’da her nereye gitsem İzzettin Doğan buraya geldi, burada kaldı, diyorlar. Ne dersin, dedelik, akademisyenlik, devlet adamlığı, başkanlık, seni sevenlerin bulunması, zenginlik ayrı bir şey. Onun gitmesi çok doğal da, bizim gibi bir garibanın buralara gelmesi meselesi önemli olan. Bu başarı önemlidir.

Avrupa’ya geleli bir ay oldu. Hava devamlı kapalı, soğuk veya serin.

Son derece anlayışlı olan Dedemiz benim Viyana’ya kadar olan trenimin biletini aldı da, beni büyük sıkıntıdan kurtardı.

Bir de beş on tane film alıp hediye etti.

Bundan daha büyük hediye olur mu!

Ama gözüm arkada kalıyor. Çünkü çok büyük bir Herkül heykeli kentin tüm yollarının kesiştiği yüksekçe bir yerden çok rahatlıkla görülüyor.

Aktarma yerimi bu sefer iyice öğreniyorum, başıma İsviçre’den gelen olaydan sonra bu benim için bir ders oluyor. Aktarma istasyonum Würzburg.

Bu satırları buz gibi bir havada Würzburg Tren İstasyonu’nda yazdım. Bir saatlik yolculuğum müthiş güzeldi. Yalnız buradaki trenler sanki İsviçredekilerden daha hızlı ve sessizler. Yalnız trenlerde büyük hengâmeler oluyor. Evet, Avrupa’dayız, burası çok güzel de, bakıyorum insanlar sanıldığı gibi çok kibar ve sakin değiller; paldır kültür birbirini eze eze inen, binen çok sayıda yolcu var. Herkeste bir koşuşturma. Tamam, anladık, bunun bir saati var. Ama asıl mesele “vakit nakittir” anlayışı.

Türkler cimriliği, nekesliği, tutumlu olmayı, abartmayı Almanlar’dan öğrenmişler elbette. Ama bir gün onları geçerseler kötü olur. Kim bilir “Alman usulü” lafının yerini bir gün, “Türk usulü” lafı alır.

Bir farkı da olursa, bol bol ve çok ustaca ağlama edebiyatıyla kendini fakir gösterme, para vermek yerine almanın yollarını arayan bir kafa, Türklere hâkim olur. Dilencilik işinde hiç değilse epey başarılı olur Türkler. Niçin mi? Avrupa’da Avrupalının takip etmediği, takip etmeyi düşünmediği, aklına bile getirmediği tüm hilebazlıkları Türkler biliyorlar, onları takip ediyorlar. Devletten tek bir kuruş almak için atmadıkları fink kalmayan Türklerin bu durumlarını yansıtan öykülerini dinleyince biraz midem bulanıyor. Hiç abartmıyorum, bu böyle.

Ama yine gerçeği söylemek gerekirse, bu paralar bu trenlere çok! Koltuklar kullanışlı değil, koridorlar yeteri kadar büyük değil! Yo, sakın demeyin ki, kiloların artmış, sana öyle geliyordur, hayır bu böyle. İnsanlar inip binemiyorlar. Niye mi? Hem onca yük, hem de insanların her tren istasyonunda inip binmeleri bu sıkıntıyı yaratıyor da ondan. Ah gözü çıkasıca para. Paran olacak, bineceksin birinci konpartımana, kimse seni rahatsız etmesin! Aktarmadan sonra yol aldık Viyana’ya doğru. Ama her yerde inenler, binenler…

Bir de şu kafama takıldı, bu Türk devleti ve hükümetleri kimin için varlar, kimin devleti ve hükümetleri bunlar? Şimdi eleştirsem faşist beni kominist ilan edecek! Varsın etsin. Hükümet yalakaları hükümeti eleştiriyor, devlet düşmanı diyecek. Vah, vah, vah… Gerçek bir devlet olsa, o devletin de bayrağın da gerçek sahibi benim aslında.

Avrupa’da devletleri ilk önce benim çifçimin ürünü satılacak, onun ürünü satılmadan asla ürün almam, diyor. Biz ne diyoruz, ne yapıyoruz; çifçi, köylü, hayvan sahipleri ilkel, geri. Yok, olursa olsunlar, ilk önce biz ithal edelim, hele sonra köylüye, çifçiye, malcıya bakarız, diyorlar. Yeryüzünde adam dövmek, cezalandırmak hem ayıp, hem günah, hem de suç. Bu böyle.

İçimden diyorum ki, kendi köylüsünü, çifçisini korumayan bakanı da, milletvekilini de, bürokratını da alacaksın eşek sudan gelene kadar bir güzel sopalayacaksın, götleri pişene kadar sopa indireceksin onlara.

Ülkeyi asıl satan, yok eden, kendi insanına düşman, toprağına düşman, buğdayına, danasına, ineğine düşman hainleri bir güzel cezalandıracaksın.

90 yıldır sömürülen Anadolu vah Anadolu, vah Anadolu.

Hey, hey, hey… Hey ki hey…

 

Nice nice nehirler, tarlalar, dağlar, vadiler aşıyorum; Kassel, Fulda, Würzburg, Wiels, Linz, Amstetten, St. Pölten ve nihayet Viyana’ya varıyorum.

 

Bu arada bir ara yazı…

 

Osmanlı çadırı Almanları büyülüyor

 

1717 yılında Osmanlı ordusuna karşı savaşarak Belgrad’ı ele geçiren Avusturya birliklerinin ‘ganimet’ olarak ülkesine getirdiği Osmanlı çadırı ve silahlar, yıllardır Friedrichstein Şatosu’nda saklanıyor. Binlerce Euro harcanarak restore edilen çadır yeniden sergilenmeye başlandı.

ALMANYA’nın Hessen Eyaleti’nde bulunan Friedrichstein Şatosu, Osmanlı ordusuna ait çadır ve silahlardan oluşan bir kolleksiyonu yıllardır muhafaza ederek bugünlere gelmesini sağladı. 
Sultan III Ahmet döneminde Osmanlı ordusunun Avrupa birliklerine yenilmesi ve 1717 yılında Belgrad’ı kaybetmesinin ardından ele geçtiği tahmin edilen çadır, bölgenin gözbebeği. Almanların ‘Türkenzelt’ olarak tanıdığı çadır, bugün müze olarak kullanılan şatoda yıllardır sergileniyor. 
Bölge halkının 55 bin Euro’luk bağışı ile restore edilen çadır ve silahlar, üç yıl aradan sonra 1 Eylül’den itibaren yeniden görücüye çıktı.
 
70 parçadan oluşuyor 
Açılış nedeniyle düzenlenen etkinliğe çok sayıda ziyaretçi katılırken, Berlin’den gelen Mehter Takımı’nın gösterisi ise beğeniyle izlendi. 
70 parçadan oluşan ‘Aslan ve Yarım Ay’ adlı sergide 100 kilogram ağırlığındaki çadırın yanı sıra kılıç, tüfek, ok ve bıçak gibi çeşitli savaş aletleri bulunuyor.
 Çadırın restorasyon çalışmalarının büyük bir titizlikle yapıldığını belirten Kassel Müzeleri sanat yetkilisi İna Brandt,
 “Hessen ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki ilişkileri de yeniden inceleme fırsatı bulduk. Bu vesileyle elimizde bulunan eserlerin sandığımızdan daha eskiye dayandığını tespit ettik” dedi.
Osmanlıya karşı savaştı Alman uzmanlar, çadırın ve silahların tam olarak Alman topraklarına nasıl geldiğinin bilinmediğini, kayıtlardan bunun net olarak anlaşılmadığını söylediler.
 Verilen bilgiye göre şatonun sahibi Kont Karl von Hessen Kassel, oğlu Maximilian’ı Osmanlı ordusuna karşı savaşmak için Balkanlara gönderdi. O dönem Hessen’den çok sayıda birliğin bunu yaptığı hatırlatıldı. 
1717’de Belgrad’ın ele geçmesinin ardından Alman askerlerinin çadırı Hessen’e getirdiği tahmin ediliyor. Yetkililer, “Müzede sergilenen silahların hepsinin bu şekilde buraya geldiğini sanmıyoruz. Bazılarının hediye edildiği veya satın alındığını düşünüyoruz” dediler.

Prof. Atasoy’un kitabından faydalandık
OSMANLI çadırı ile ilgili yapılan araştırmalar çerçevesinde Prof. Nurhan Atasoy’un ‘Otağ-ı Hümayun-Osmanlı Çadırları’ kitabından da faydalandıklarını belirten İna Brandt, şöyle konuştu: 
“Elimizdeki eserlerle ilgili daha yanıtlanması gereken bir çok soru var. Bu amaçla önümüzdeki dönemde Türkiye’den uzmanlarla da görüşmeler yapmayı planlıyoruz. Ayrıca sergi çerçevesinde çıkan ve eserlerin detaylı şekilde tanıtıldığı kataloğu Türkçe’ye tercüme ettirerek bilim alanındaki diyaloğa katkıda bulunmak istiyoruz.” 
Dışı yeşil, içi kırmızı bezden 
3.20 metre yüksekliğinde, 3.80 metre enindeki ve 6 metre uzunluğundaki çadırın işlemeleri göz kamaştırıyor. Dış bezi yeşil, iç bezi ise kırmızı olan çadırın toplam ağırlığı 100 kilogram. Yaklaşık 300 yıllık olan çadırın üst düzey bir askeri yetkiliye ait olduğu tahmin ediliyor.
Nasıl gidilir
Hessen Eyaleti’ne bağlı Bad Wildungen’de bulunan tarihi Friedrichstein Şatosu, Schlossstr. 23 adresinde. Müzeyi salı-pazar günleri saat 10-17.00 arası gezmek mümkün. (8 Eylül 2012 - / Ahmet ATAK / BAD WİLDUNGEN)

 

Ali Rıza Ağırgöl (1960)

Erzincan, Üzümlü, Balaban Sarıkaya (Çaykomu Mezrası)

Şah Ahmet Dede (Şah Ahmet Tubi) Ocağı

 

Şah Ahmet Dede Elazığ Şah Hasan Köyü’ndendir. Ama bir de Şah Hasan türbesi var. Bizimkisi onunla aynı değil. O da Elazığ’dadır ama bizimkisi farklıdır. Bizim atamız Şah Ahmet Tubi de Şeyh Hasan Köyü’ndedir.

Şah Hasan Köyü’nde Şah Ahmet Tubi Dede Türbesi vardır. Orada Efendigiller denilen soy isimleri Gültekin olan Ocak ailesi de bizim akrabalarımızdır. Mazgirt’te Düzgüngiller vardır, onlar da bizim akrabalarımızdır. Biz aslında Zeynel Abidin Evlatlarıyız. Ayhan Can; sen gittim diyorsun, işte büyük Alevi ozan Teslim Abdal’ın da Şah Ahmet Tubi’nin evlatlarından birisi olduğu söyleniyor.

Bizim mürşit kapımız; Doğanlar’dır. Yani İzzettin Doğan’ın ailesidir. Pirimiz; Malatya Arguvan Kuyudere Köyü denilen eski ismiyle Mineyik Köyü’ndeki Zeynel Abidin Ocağı’dır. Rehber ocağımız da yine Doğan ailesidir. Bizler de aslına bakarsanız Doğan ailesinin rehber ocağıyız.

Bizim dedelerimiz dedelik yapmıştır. Benim dedem Mürşit Postu’na oturmuştur. Dedemin ismi Seyyid Gülüm, babamın ismi Seyyid Mehmet’tir. Benim babam aktif olarak dedelik görevini yapmıyordu. Sülalemizin halifesi yani Mürşit Postu’na benim amcam, Hüseyin Efendi otururdu. Onun lakabı Pir Bababax’tır. Halen sevgi ve saygıyla anılan bir pirdi.

Köyde doğdum. 11 yaşına kadar köydeydim, ilkokula gittim. Annem ve babam 1970’lerde Almanya’ya gelmişlerdi. Bizler 1972’de buraya gelmiş olduk. Babam 1992’de, Annem Elif Ana (87) burada yaşıyor. İkisi erkek, dört kız kardeşiz, bizim beşimiz Almanya’da, birimiz Türkiye’de yaşıyor.

Bad Wildungen hep burada yaşamımızı sürdürdük. Okula gittim.

Burada aslında devletinde gizli bir politikası vardı, Türklerin de acizlikleri vardı ama; burada yabancıları hemen çalıştırmak istiyorlardı. Devlet yabancıların okumasını pek istemiyordu. Bu da belki bizimkilerin işine geliyordu. Ah bir araştırılsa bu ülkede neler neler yaşandı, neler döndü, ne dümenler yaşandı, yabancılar üzerinde. Bu bir gün iyice ortaya çıkarılır umarım.

Ben 1977 yılında çalışmaya başladım.

1989’da Kassel’de kurulan Alevi Derneği Federasyonu kuran ana derneklerden birisidir. Ben de bir dönem Kassel Alevi Kültür Derneği’nde başkanlık yaptım.

Bu arada bazı dostların çabasıyla kurulmak istenen Cem Alevi Federasyonu’na en azından gözlemci olarak katıldım, çalışmaları izledim. Kassel’de tahnimime göre beş bin civarında Alevi vardır. Burada da diğer şehirlerde yaşanan sorunlar yaşanmaktadır. Aleviliği inanç boyutuyla yaşatmak isteyen çok insan var. Ama olayı tümüyle siyasete alet edenler de var. Burada iş yapmak zor. Kassel Derneği senede iki kez cem yapar.

 

SİVAS YOLLARINDA

 

Sivas yollarında geceleri

Katar katar kağnılar gider

Tekerleri meşeden.

Ağız dil vermeyen köylüler

Odun mu, tuz mu, hasta mı götürürler?

Ağır ağır kağnılar gider

Sivas yollarında geceleri.

 

Ne, yıldızlar kaynaşır gökyüzünde,

Ne, sevdayla dolar taşar gönüller,

Bir rüzgâr eser ki bıçak gibi

El ayak şişer.

Sivas yollarında geceleri

Ağır ağır kağnılar gider.

 

Kamyonlar gelir geçer, kamyonlar gider

Toz duman içinde,

Şavkı vurur yollara,

Arabalar dağılır şoförler söver,

Sivas yollarında geceleri

Katar katar kağnılar gider.

 

Cahit Külebi

 

Kemal Ağırgöl (1958)

Erzincan, Üzümlü, Balaban Sarıkaya (Çaykomu Mezrası)

Şah Ahmet Dede (Şah Ahmet Tubi) Ocağı

 

Hüseyin Ağırgöl benim babamdır. Sözü geçen mürşitlerden birisiydi. Her şey ondan sorulurdu. 1972’de öldü. Türbesi bugün de ziyaret edilen bir yerdir.

Erzincan, Hınıs, Tunceli bölgelerindeki Balaban Aşireti’nin bizler mürşitleriyiz. Onlar bizlere bağlıdırlar. Balabanlar Türkmenistan’dan gelen Türk aşiretleridir. Mehmet Ali Balaban bu konularda daha iyi bilgiye sahiptir.

Almanya’ya gelen ilk kuşak, sonraki kuşak büyük zorluklar çekmişler. Uyumsuzluklar yaşamışlar. Burada yaşamak çok zor olmuş. Aslına bakarsanız da şimdi de çok değişen bir şey yok. Almanlar Türkler üniversitede okusalar da, onlara işçi çocuklarının, dışarıdan çalışmak için buraya gelmişlerin çocukları olarak bakarlar. Dil bilmeniz, burada yaşamanız, buraya uyum sağlamanız bir şey ifade etmez. Almanlar asla sizi kendileri gibi kabul etmezler. Bu bir gerçektir. Ama yine de burada insanlar yaşıyorlar, okuyorlar, kendi işlerini kuruyorlar. Yabancı olmak çok zor bir olay kültürel uyumsuzluk çok büyük, dil birliği yok. Almanlar Türklere, Türk çocuklarına çok sıcak bakmıyorlar. Almanlar Türkleri kendilerinden daha alt katmanda insanlar olarak görüyorlar.

Kassel Alevi Cemevi’nin ismi değişti. 300’e yakın üyesi vardır. Kültürel etkinlikler devam etmektedir. Derneğin yeri kendilerine aittir. 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile