BÜYÜK AVRUPA GEZİSİ 10. YAZI
AVRUPA’DA ALEVİLER BEKTAŞİLER ARASINDA 100 GÜN (2013/2014) 10. YAZI
Ayhan Aydın
AVUSTURYA VE ALMANYA GEZİSİ (20 EKİM – 1 ARALIK 2014)
STUTTGART VE ÇEVRESİ
(19 KASIM – 1 ARALIK 2014)
19 KASIM ÇARŞAMBA
Eskiden beri ismini sıkça duyduğum Stuttgart’ın bu kadar güzel olabileceğini doğrusu düşünememiştim. Her taraf orman, yeşillik içinde bir büyük bölge burası. Zaten bir eyaletin başkenti olan Stuttgart kent merkezi dışında yakın çevresinde on beşe yakın küçük kent barındıran ana merkez. Bir ifadeyle tencereye benziyor. Dört bir tarafı yükselti içinde çukurda bir yer. Yazları da, kışları da diğer bölgelere göre daha sıcak bir yer. Avrupa’da her yerde olduğu gibi ama merkez çok yoğun bir yaşam-iş- alış veriş ve eğlence merkezi. Burada ev fiyatları, kiralar çok yüksek. Ama şehrin hemen dışında tepelerde asıl zenginler otuyormuşlar. Özellikle yazları oralar çok iyiymiş.
Ben kent merkezine çok yakın Heymaden’de Şiran’lı hemşehrilerim Gülbahar – Ayhan Doğu çiftine misafir geliyorum. Misafir bir gelince bir daha gitmiyorsa vay ev sahibinin başına gelene! Bir kere geldik, pir geldik, kal kalış kaldık. Telefon bağlantıları, alışkanlık gibi ve ilk konaklama nedeniyle buradan ayrılamadım, iki haftaya yakın burada kaldım. Burası benim Stuttgart’taki merkezim oldu. Ama sürekli dolaşarak epey bir iş yapmaya gayret ettim.
Gülbahar - Ayhan çifti anlayışlı, hoşgörülü, candan insanlar. Gülbahar Ablam uzun yıllar öncesinden sürekli okuyan, araştıran, sorgulayan ve Alevilik uğraşılarından dolayı Cem Vakfı’nı gönül vermiş bir canımızdır. Uzun yıllar öncesinden tanışıyoruz. Aleviliği bu kadar benimseyen, özümseyen, yaşayan bir başka bayan bulmak zor şu Avrupa’da. Herkesi hayat bir yerlere savurmuş, ya da insanlar isteyerek kendi kendini savurmuş. Birileri de bu arada Gülbahar Abla da kendi köklerini yaşatmayı başarmış. Gülbahar Doğu; kendi değerlerine sahip çıkan, inancını yaşayan ve yaşatan can insanlardan birisi.
Ben burada kaldığım müddetçe sürekli yürüyüş yaptım. Hava şansıma çok soğuk değil. Almanya’yı, Avrupa’yı bu nedenle seviyorum işte; doğanın korunduğunu görüyorum.
Her şey doğal, böylece insanlar da biraz daha doğal kalıyorlar. Çevreye duyarlı insanların yaşadığı bir memleket Almanya.
Hemen her yerde bir yürüyüş yapacak bir “yürüyüş yolu” bulmak mümkün. Ormanların derinliklerine kadar yollar var; yürüyüş yolları ve sürekli yürüyen insanlar var. Ben de on gün boyunca bundan doyasıya yararlandım.
Kitap okudum, televizyon izledim.
Ama en çok ta can dostlarla buluştum, onlara ulaştım, kentleri gezdim.
20 Kasım Perşembe
Bugün uzun zamandır çevredeki Alevi kurumlarıyla içli dışlı olan, bir dönem yöneticilik yapmış, inanç insanı Dilek Parlakyıldız’la tanışıyorum. Kendisi bana buradaki derneklerden, örgütlenmeden, insanların sosyal yaşamından bahsediyor. Hayat dolu, neşeli, inançlı, gençlerin okumasını isteyen candan bir insanla tanışmış oluyorum. 23 Kasım’da Fildırlstadt Alevi Kültür Merkezi – Cemevi’nde cem yapılacağını not ediyorum. Buraya yakın; Calw – Ludwigsburg, Neufen, Fildırlstadt, ATAK, Nurtingen, Göppingen gibi derneklerin varlıklarını öğreniyorum. Bir üniversite kenti olan Tibingen’de Alevi Akadamisi Başkanı Sayın Av. Sedat Korkmaz’ın bir konferansı olduğu bilgisini alıyorum.
21 Kasım Cuma
Hüseyin Temiz Dede
Uzun yıllardan beri tanıdığım daha önce söyleşi yaptığım, Hüseyin Temiz Dede’me de bugün ulaşıyorum. Epey sohbet edip, dertleşiyoruz. Dede çok uzun yıllar önce, yaklaşık 44 yıl önce buraya gelip yerleşmiş. Şimdi emekli olmuş. Sonradan tanıyacağım çocuklarını çok bilinçli bir şekilde yetiştirmiş. Torunları da, tüm ailesi de inanç dolu insanlar. Böyle yozlaşmamış, temiz aileler görünce, okuyan gençler görünce bu uğraşların boşuna olmadığını daha iyi görüyorum.
Hüseyin Temiz Dede sayesinde Stuttgart merkezini bir baştan bir başa kat ediyorum. Sarayları, geniş yolları, alış - veriş merkezlerini, hele de üniversiteli oldukları her halleriyle belli olan gençleri.
Ama ben yine boş durur muyum? Roma Dönemi’ne ilişkin bir serginin de yer aldığı kent merkezindeki bir müzeyi geziyoruz. Dede kent hakkında bildiklerini bana anlatıyor. Bu arada burada büyük bir proje yürüyor: uluslar arası trenleri yer altına almak da dâhil bir takım çevre düzenlenmesi var Stuttgart’ta. Epey maliyetli bir proje, şimdiden sorun yaratmış. Hem parası, hem de uzun sürmesi nedeniyle eleştiriler çoğalmış.
Dedeyle birlikte sonra bir Türk lokantasından dönerimizi yiyip sevgili dedemizin kızının evine mihman oluyoruz. İşte ışıl ışıl insanlar, işte Alevilik. Hele de iki genç giriyor içeri. Birisi yakınlarda, birisi ise Ulum’da üniversite okuyan bu candan gençler hemen yanıma geliyorlar, sohbet ediyorlar, birçok gencin aksine sıkılmadan dinliyorlar, empati kuruyorlar. Hüseyin Dede’nin de torunları böyle olmalı diyorum, içimden.
22 Kasım Cumartesi
Yine bugün güneşli bir günde uzun uzun yürüyüş yaptık adaşım Ayhan Doğu’yla birlikte. Şuradan buradan bahsederken, insanlardaki değişimin, yozlaşmanın, dejenerasyonun sebeplerini de ben sorguluyorum için için.
Bugün kendisini sürekli göremesem de, ismi hep aklımda kalmış Halk Ozanı Adem Gazeloğlu’na ulaşmayı hedefliyoruz. Kendisi SchWabisch Gmünel’de oturuyormuş. Stuttgart merkezden epeyce uzak, yüz km. kadar uzak bir yer. Ama büyük bir zenginlik içinde yol alıyoruz; buradaki tarlalar, ormanlar, evler beni büyülüyor. Sanki buraların tümü normalde yaşanan yerler değil de, tümüyle tatil beldeleri gibi. Aslında Şivebiş bir terim gibi de burada. Geleneklere bağlı, eski bir yerleşim yeri. Ama burası bir doğa mucizesi.
Leinzell’deki iki katlı evlerinde bizi bekleyen Turna - Adem Gazeloğlu Çifte çok sevimli bir köpekleriyle bizi karşılıyorlar. Adem Gazeloğlu uzun zaman çilesini çektiği içe kapanma, bel ağrılarından bir ölçüde bu köpek sayesinde kurtulduğunu, köpeğin kendisini yürüyüşe alıştırdığını, ormanlarda yürüye yürüye kendine geldiğini anlatıyor. En büyük amacım ise ozanla bir söyleşi yapmak.
Epey söyleşiyoruz, muhabbetimiz daha çok yaşam, buradaki Aleviler ve sosyal ilişkiler üzerine. Ayrıca bölgede Ankara Büyükavşar’lı dernek başkanı Hasan Beştepe’yi de görmek istiyoruz ama kendisine ulaşamıyoruz. Bu arada başkanın babası Bayram Beştepe’nin bir şiir kitabı olduğun öğreniyorum.
Ağu içen Ocağı’ndan Hüseyin Güler Dede’nin yöredeki derneğe geldiğini, hizmet yürüttüğünü, kendisini de uğradığını söyleyen Gazeloğlu insanların yanlış tutumlarından, Aleviliği yozlaştıranların durumlarından bahsediyor.
Büyük bir huzur içinde evin yolunu tutuyoruz.
23 Kasım Pazar
Cem
Fılderstadt Alevi Kültür Merkezi – Cemevi’ndeki ceme kalıyoruz.
Cem tüm ahengiyle yürüyor. Hizmet sahipleri yerlerini alıyorlar. Herkes büyük bir aşk içinde Hakk Muhammed Ali diyerek aşka geliyor. Hizmetler tamam olup, gönüller birleniyor. İnsanlardaki aşk, sevgi, sohbet, muhabbet inancımızın tüm boyutlarıyla burada da yaşadığını çok güzel göstermiş oluyor.
Hüseyin Temiz Dede’nin dışında bir de Türkiye’den çok iyi tanıdığım Şimdi rahmetli olan Mekanoğlu Dede’yi tanıyan; Seyid Bilal Ocağı Dedelerinden Tokat Reşadiye Büşürük Köyü’nden, Duran Dede’nin oğlu ve “İnanç Kurulu”nda yer alan Celal Güler Dede’yle tanışıyorum.
Bir büyük cezbeyle ve bazen tevhide düşerek sazlarını aşkla çalan Zakir Hüseyin Kaya’yla, İsmail Aslandoğan Dede ve eşiyle, onların çocukları Deniz Aslandoğan’la yine çok sevdiğim Mahmut Gökçe dedenin kızı olduğunu öğrendiğim gelinleriyle, derneği sekreteri Açıl Süslü’yle tanışıyorum.
İnsanların bana ilgi gösterdiklerini, televizyonlardaki programlarımdan, gezilerimden ve özellikle dedelerle ilgilenmemden dolayı beni daha çok benimsediklerini büyük bir mutlulukla görüyorum.
Beni en çok etkileyen ise cemde gençlerin ve çocukların varlığı oluyor. Hele onların hizmet almaları beni daha çok sevindiriyor.
Burada söylemek zorundayım ki, Hüseyin Temiz Dede’nin üniversiteli torunlarının kalkıp halıları toplamaları, insanların yardımlaşmaları beni çok duygulandırıyor. Zaman zaman isyan etsem de, bu yola hizmete devam, diyorum.
24 KASIM PAZARTASİ
Bugün yine olağanüstü bir gün. Kitap okuyorum, televizyon seyrediyorum, yürüyüş yapıyorum. TRT Belgesel’de bir söz: “İskeçe’de altın Şinik’le ölçülürdü.” Diyor. Şiran’da büyükannemin de köyü olan Şinik’in anlamıyla bir ilgisi olabilir, diyorum.
Benim canım ablam Gülbahar’la birlikte bu sefer yine Ezeli Doğanay’ın tavsiyesine uyarak, ablamın bacağı ağrımasına rağmen, bir değerli büyüğümüzü ziyarete, söyleşiye gidiyoruz; Aşık Feryadi’ye, Mustafa Kaya’ya gidiyoruz.
Biz Türkleri ancak çatı katlarında bulursun böyle, diyor. Bir babacan insanla, bir ehli kamil dostla, erenlerin yurdundan kaçıp gelip Stuttgart’ta da erenler yurdunu kurma yoluna girmiş bir ozanla karşılaşacağımı bilemezdim, ama hayatın bana bazen güzel yüzünü de gösterdiğini de biliyordum.
Böyle bir güzellik nerede bulunur? Bu insanlık nereden alınır, bu saflık nasıl elde edilir? Bilen var mı ki? Stuttgart’ta bir baba sultan’la, bir gül yüzlü bilgeyle karşılaşacağımı nereden bilecektim?
Bir deryaya girdik, ayağının ağrısı geçen ve beni bıraktıktan sonra oğlunu görmeye gidecek Gülbahar Ablam tüm acıları geçmiş bir şekilde dilden dökülen cevherle ihya oluyor, benim gibi. Teypler açılıyor, sohbet uzuyor ve doyumsuz bir söyleşi yapmış oluyoruz.
25 yıl önce değiştim, eşimden ayrıldıktan sonra, herkes bana bacı-kardeş oldu, kendimi içimden geldiği gibi “muhabbet yolu”na verdim diyen Âşık Feryadi, derin, tatlı, anlamlı hayat öyküsünün yanında, kurduğu dostluk köprülerinden bahsediyor. Kendisini özellikle gençlerin önemsediklerini, sevdiklerini, dinlediklerini, etkilendiklerini söyleyen Âşık Feryadi özellikle şimdilerde İsviçre’ye gidiyor. Oradaki canlarla sohbetler yapıyor. Daha önce gitmediği şehir kalmadığını söyleyen Mustafa Kaya, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün ardından doğduğu için kendisine bu ismin verildiğini söylüyor.
Bu tadına doyulmaz sohbetten sonra; laf lafı açıyor, Zeynep Enhas’dan ve onun amcası geçen sene evlerinde kaldığım İsviçre Cenevre’deki Hüseyin Enhas’tan bahsedince, öyleyse onlarla seni buluşturayım, diyor. Zeynep ve Bedriye Enhas’la sizleri buluşturayım, diyor. Ben de çok iyi olur, diyorum.
Yakınlarda bulunan Bedriye Enhas bizleri arabasıyla alıyor. Bizler ise uzun yıllar önceden Yenibosna Cemevi’nden tanıştığımız Zeynep Enhas’ın evine ulaşıyoruz. Gül yüzlü iki çocuğunu, kütüphanesini, el işlemelerini gördüğüm Zeynep Keskin çalışan bir anne. Ama o bir sanatçı. Sesi güzel. Sazım fazla yok, bir zamanlar çalıyordum, şimdi ders almam gerekir, diyen Zeynep Enhas candan bir insan. Hele hele ablası Bedriye Enhas (Kazım Yağmur) bu gece beni bırakmak istemiyor, onlarla birlikte kalmamı istiyor. Gelecek sefere, diyorum. Böyle güzel insanlarımız, hayatın tüm zorluklarını yenip karanlıkları aydınlıklara çevirmiş erenlerin yolundan giden gerçek canlar olarak; Almanya’nın tüm ağır yüklerinin üstesinden gelmesini başarabiliyorlar.
Ne mutlu onlara, selam olsun o gerçek canlara…
Daha önce Mannheim’de Şahin Bal’ın evinden telefonla görüştüğüm, Almanya Kırıntı Köy Dernek Başkanı Ayhan Bakar’ı bir kez daha arıyorum, birkaç saatliğine de olsa sizinle tanışmak istiyorum, Hüseyin Dede var o arabasıyla götürüp gelecek, diyorum. Ama başkanın zamanı yokmuş, bir haftası hep doluymuş, görüşmemiz mümkün olmuyor. Eee… Ne dersin… Burası Almanya… Yaşam koşulları zor ve de her adamla öyle kolay görüşemiyorsun!
25 KASIM SALI 2014
ALMANYA’DA BİR ANADOLU GERÇEĞİ…
KILAVU (ECEVİT) BAKIR…
Rahatsız olduğu için izin alıp evde dinlenen ve uzun süredir görüşüp, tanışmak istediğim yola turap ve gerçek bir hizmet ehli olduğunu hissettiğim Kılavuz (Ecevit) Bakır’ı ziyaret etmek istediğimi söyleyince Hüseyin Dede hiç tereddüt etmeden, elbette gideriz, diyor. Bu öyle bir sevinç ki bilenler bilir. Yol bilmezsin, dil bilmezsin, paran yok… Birisi yardımcı olmazsa ne yapabilirsin ki! Var olsun şu güzel dedem, onun sayesinde bir canlar canıyla daha bir araya geleceğiz…
Tübingen’e yakın Hechingen’de oturan Kılavuz Bakır’ın evi görülmeye değer bir ev. Öyle sıradan bir ev değil burası. Duvar boyu büyük yağlıboya tablolarıyla sizi içine alıyor, bir daha çıkmak istemiyorsunuz. Her taraf resim, fotoğraf, cd., kitap, oyuncak dolu… İşte en sevdiğim ev tipi.
Bir de baldan tatlı çocuklar çıktı içerden; canımın kurban olduğu Nesimi, İkrar, Seyid Hasan… Bir insan böyle mi inancıyla birlikte yaşar?
Sen ne güzel bir insanmışsın, canmışsın Kılavuz?
İnsan bunları yaşayınca tüm yorgunlukları, tasaları, içlenmeleri, öfkelenmeleri birer birer yok oluyor.
Bir can insan, bir dost insan, erenlerin, ozanların izinde; bir büyük sanatçı insan Kılavuz (Ecevit) Bakır.
Elleri marifetli, gönlü yüce, ozanlar yurdu Anadolu’nun gerçek bir dervişi.
On parmağında on hüner.
Sazını çalar, kitabını yazar, resmini yapar, derlemeler için zahmetleri çekip yollar kat eder… Hele bal tadında oğullar, kızlar yetiştirir.
Yahu bu nasıl iştir böyle? Ben düşündüm ki, bu mutlaka 55 yaşlarında biri olmalı, öyle tahmin ettim, resmini de görmemiştim; daha 40 yaşındaymış!
Maşallah…
Bin kere maşallah…
Bu bir şans..
Bu Türkiye’nin, Almanya’nın, Alevilerin, Bektaşilerin şansı…
Aşk olsun sana…
Helal olsun sana…
Kılavuz Bakır kendi imkânlarıyla “geleneği yaşatan” ozanların, dedelerin, âşıkların izinde ömür sürüyor. Yüzlerce kasette, cd’de, orijinal olanı derliyor. Anadolu yollarında yolumuza hizmet ediyor.
O bir ressam. Yağlıboyanın büyüsünde bizi alıp başka âlemlere götürüyor. O abdalları, dervişleri, erenleri resmediyor. Hele hele de şimdi “40 Ereni” yapıyor. 40 tablo bitince bir sergide semahlarıyla, sazlarıyla, aşklarıyla erenlerle bizleri buluşturacak.
Son olarak Şah Nefesi kitabını yazarak, ozanlara ilgisini, bu konudaki yeteneğini göstermiş oldu. Günümüz büyük Alevi-Bektaşi şairi (ozanı) Kemal Özcan (Derviş Kemal)’in hayatını, şiirleriyle, söyleşileriyle Alevi Yayınları’ndan çıkan bir kitapta toparladı. Emeğine sağlık.
Evet… Ne güzel bir dünya bu dünya… Yaşam her şeye rağmen ne güzel… Böyle güzel insanlar var... Benim işim gücüm de zaten üç kuruşluk adamları eleştire eleştire, dünyada Alevi Bektaşi Dünyası’nda, bu güzelliklerin olduğunu, gerçek yolun bu olduğunu göstermek. Çıkardan, riyadan, gösterişten uzak... En büyük hayalim; Erenlerin, atalarımızın, dedelerimizin, babalarımızın, ozanlarımızın yolundan gidenlerin yetiştirilmesi. Bize düşen görev; yetişenlere sahip çıkmak, yola sahip çıkmak, yolumuzu yolsuzdan yozdan korumak, gençlere bu geleneğin tüm değerlerini ve tüm güzelliklerini aktarabilmek…
Aşk olsun; Kılavuz Bakır’a,
Aşk olsun; Kılavuz Bakır gibi gönlüyle yolumuza hizmet edenlere,
Aşk olsun; bu aşkla dolup taşan gençlerimize onlara sahip çıkan gerçek dedelere, yazarlara, dernek ve vakıf başkanlarına…
HÜSEYİN TEMİZ DEDE’DEN ALINAN BİLGİLER
Bizim yöreden Fakiri Baba vardır. Ama kendisini Bektaşilik’le bir ilgisi yoktur. 1932 yılında vefat ediyor. İsmail Özmen yazdığı kitapta birçok hatayı doğru gibi yazıyor. Kendisini iyi tanırım. Bizzat bizim yöredendir, yakından tanırım. Sözlerinde, konuşmalarında çok hatalar vardır. İşi tam kavramadan yazmıştır. Bir kere kendisinin söylediği gibi Hacım Sultanlılarla bir ilgisi yoktur. Mullo Haydarlılar bizim köyde gerçek Hacım Sultanlı dedeler onlardır. Ama onlar dedelik yapmazlar, ama dede soyundandırlar. Kınık’a göçenler dedelik yaparlar. Onlar Hekimhan Kınık’ta dedelik yaparlar. Karaca’da yani bizim köyde yapmıyorlar.
Hekimhan’ın Basak Köyü var bir kısmı Kınık’a gitmiş. Kınık’taki Kızılbaş dedeler de bizzat bizim ocağın talipleridirler. Aslında ise onlar bizi Karaca’ya götürenlerdir.
Leğenuşağı’nın (İsmail Özmen’in kendi köyü) Kolu Açık Sultan’lı dedeleri değillerdir, uzaktan yakından ilgileri yoktur. O yalan yanlış yazıyor. Almanya’da ise Krelfelt’te Kolu Açık Sultan’lı dedeler vardır. Onların soy isimleri Koluaçık’tır. Kınık, Basak Köyü’ndeki Kolu Açık Hacım Sultan dedelerinin soy isimleri Koluaçık’tır. Ben onların hepsini tanırım. Eskiden Ali Abbas Dede vardı. Tarihi bir şahsiyetti. Çok bilgiliydi. 1969’da vefat etti. Şimdi o ala da sen ona kitap yazdırasın, çok bilgili bir dedeydi.
Yine bizim talip Ocağımız olan Seyyid Ali Sultan (Kızıldeli) Ocağı vardır. Malatya Fethiye ve Gaziantep’de bu ocaktan dedeler vardır. Gaziantep’deki dedelerin soy isimleri Kızıldeli’dir. Senin de çok iyi tanıdığını anladığım, Ali Kızıldeli ve eşi Zeynep Kızıldeli benim çok sevdiğim insanlardır. Gözübüyük Dede vardı, o işte Zeynep’in babasıydı. O beni çok severdi. Benim babam erken öldüğü için o dede beni alır, kendilerine götürür, çok bakarlardı, beni çok severlerdi. Elif Ana vardı, Zeynep’in annesi, gerçek bir Fatma Ana gibiydi, çok çok iyiydi.
Fethiye’deki Kızılıdeli Ocağı Dedelerinin soy isimleri farklı farklıdır; Aydoğan, Akşahin de vardır.
Kolu Açık Hacım Sultan’ın kendi türbesi Uşak’da, Banaz’dadır. Onun soyundan gelenler XVI. Yüzyılda gelip bizim köye, Malatya Karaca Köyü’ne yerleşiyorlar. Bizim köyün yerlisi ise Yavuz Sultan Selim zamanında, Dulkadiroğulları zamanında gelmeymişler. Zaman zaman farklı yörelerden gelenlerle bir köy olmuşlardır. Bizim sülalemiz olan Zeynel Abidinliler ise 1865’te bu köye gelip yerleşmişlerdir.
Karaca
Dört parçaymış. Yavuz zamanında obalar halinde yaşayan insanlar bölüm bölüm gelip yerleşmişler. Köyde tabii o zaman boşluklar varmış, insanlar bir arada değillermiş. Karacabeyler’den bir kısım insan gelip köyün şimdiki yerine yerleşmişler. İlk gelip yerleşenlere “Selimuşağı” deniliyor. Köye yarım saat uzaklıkta olanlar Caneytuşağı (Şimdi Kandemir Soy isimliler) gelip yerleşmişler. Sonra işte Dabgızuşağı’ndan gelip yerleşiyorlar. (Soy isimleri Cengiz). Mullah (Mollo) Haydar ise soydan yani Kolu Açık Hacım Sultan’dan, Uşak’tan gelip yerleşmişler. En son gelen ise Leğenuşağı (Levent (Levi)) 18. Yüzyılda gelmişler (İsmail Özmen’ler) onlar ise çok geniş bir sülale olup, çok soy isimleri vardır. Bir de Mehmet Ali Uşaklılar var. 18. Yüzyıl başında geliyorlar. (O soydan gelen Selmanlar var, Soy isim Poyraz). Kel yaablar (Yakuplar) var. (Soy isimleri; Hakverdi.)
Köyde bir zamanlar 60 hane insan yaşarmış. Hatta 1967’de 200 haneyi bulmuştu. Şimdi ise 30 civarında hane var. Şimdilerde çoğunlukla yaşlılar kalıyorlar. Bizim köyde bir tatlı rekabet vardır. Bir çalışma, başarma azmi vardır.
Şimdi ise toplamda yaklaşık 500 hanelik bir köydür. En çok Almanya’da yaşarlar; 170 hane kadar. İstanbul, Ankara, İzmir’de yaşayanlar var. Bizde devlet memuru çoktur. 60 yaşın üstündekilerin yüzde yetmişten fazlası üniversite mezunudur. Bizde Yusuf Kenan Doğan (Seyfi Oktay’ın müsteşarıydı), İsmail Özmen, Veli AĞbaba (Milletvekili), Hüseyin Özcan (milletvekili), ozan Fakiri Baba (iyi bir ozan) gibi ünlüler vardır. Ankara’da en az 30 avukatımız vardır.
26 Kasım Çarşamba
TRT Belgesel’de “Sisler Dağılınca” Belgeselinde Lazlar, Gürcüler’le Karadenizde yaşamın tüm renklerini gördüğüm çok güzel bir belgesel izliyorum. Ayhan Doğu adaşımla uzun bir yürüyüş yapıyoruz.
ACIYI BAL EYLEDİK
Bak şu bebelerin güzelliğine
Kaşı destan gözü destan
Elleri kan içinde
Kör olasın demiyorum
Kör olma da gör beni
Damda birlikte yatmışız
Öküzü hoşça tutmuşuz
Koyun değil şu dağlarda
San kendimizi gütmüşüz
Hor baktık mi karıncaya
Kırdık mı kanadını serçenin
Vurduk karacanın yavrulusunu
Ya nasıl kıyarız insana
Sen olmazsan öldürmek ne
Çürümek ne zindanlarda
Özlem ne ayrılık ne
Yokluk ne yoksulluk ne
İlenmek ne dilenmek ne
İlenmek ne dilenmek ne
İşsiz güçsüz dolanmak ne
Gün gün ile barışmalı kardeş kardeş
Duruşmalı koklaşmalı söyleşmeli
Korka korka yasamak ne kahrolasın demiyorum
Kahrolma da gör
Beni kanadık toprak olduk çekildik
Bayrak olduk döküldük
Yaprak olduk geldik bugüne
Ekmeği bol eyledik acıyı bal
Eyledik sıratı yol eyledik
Geldik bugüne ekilir ekin geliriz
Ezilir un geliriz bir gider
Bin geliriz beni vurmak kurtuluş mu
Kör olasın demiyorum
Kör olma da gör beni
Hasan Hüseyin KORKMAZGİL
KEMAL YALÇIN VE ANADOLU’NUN EVLATLARI KİTABI
Kemal Yalçın’ın “Anadolu’nun Evlatları – Yüzyılın Tanıkları” isimli kitabını okuyorum. Güzel Anadolu’muzda yaşarken buralardan uzaklaşmak, kaçmak zorunda kalan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı “Gayrimüslüm”lerin dramlarıyla dolu bir kitap. Hem de çok ağır bir kitap. Türkiye’nin karanlık günlerini anlatan, acıtıcı bir kitap. Türkiye’deki baskıcı dönemin ürünü olarak ortaya çıkan toplumsal olaylar, sağ- sol geriliminde devletin bazı kurumlarının içine sinmiş gizli faşizmi, devletin işkenceyi ve ayrımcılığı nasıl da kendi eliyle beslediğini anlatan, yakıcı bir kitap.
Özellikle 6/7 Eylül 1955’de meydana gelen olayların derin etkileri var kitapta söyleşi yapılan, yaşamöyküleri anlatılan insanların üzerinde. O etkiyi çok net bir şekilde hissediyorsunuz, üzülüp, ürperiyor, öfkeleniyorsunuz.
Rumlar, Ermeniler, Lazlar, Yahudiler, Marksistler… Birçok insanın acı dolu öyküleri var. İçlerinde derin bir Türkiye sevdası, özlemi, kokusu olan bu insanların Avrupa Ve Amerika’daki yaşamları, İstanbul sevdaları, başarı öyküleri ama en çok da yüz kızartıcı insanlık suçları anlatılmış kitapta. Bazıları çok sert ve acımasız bulabilir anlatılanları. Ama gerçek hemen her zaman acıdır. Türkiye’yi yönetenlerin aynada yüzlerine bakması gereken, insanın yüzüne bir tokat gibi inen gerçek yaşam öykülerinin toplamı kitapta anlatılanlar.
Anadolu’nun bir başka yanı; bizim görmek, duymak istemediğimiz belki de unutmak istediğimiz yaşanmışlıklarıyla; aslında onlarsız daha da fakirleştiğimizin farkına varamadığımız, Türkiye’nin olmazsa olmazlarını, bizi bütünleyen eksik parçalarımızın öyküleri var bu kitapta.
Baştanbaşa dikkatlice okuduğum bu kitap acı öyküler demeti. Kitabın kapağında bir çiçek demeti var. Ama herhalde sevgi, dostluk, barış duygularını özleyen bu resim yerine başka seçenekler de konulabilirdi. Bu bilinçli bir seçimdir bence. Her şeye rağmen bu topraklardan koparılmış olsalar da, çok uzak diyarlarda, bambaşka yaşamlar içinde olsalar da, özlemler içinde kavrulanlar, onlar Anadolu’dan koparılmış bu toprakların gerçek ve öz çiçekleridir.
İşte yazar bu kitabıyla Anadolu’nun solmaz renkleri olan, bu toprakların aslında ayrılmaması gereken parçaları olan, Anadolu’ya Anadolu yapan gerçek değerlerinin bir kısmının yanık türkülerini söyletiyor, yaptığı söyleşilerle…
Elbette bu ülkede ayrımcılığa uğrayan daha nice toplumsa kesimler var ki, burada hepsi anlatılamamış; Aleviler gibi. İnançları yasaklı Aleviler, inançlarından, kültürel farklılıklarından dolayı yüzyıllar boyunca aşağılanmaları yetmezmiş gibi; Dersim’i, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı, Gazi Mahallesi’ni yaşamak zorunda bırakılan ve ötekileştirilen, kendi yurduna yabancılaştırılan Aleviler – Bektaşiler.
Vah bana, vah bana…
Anlatılsa insanın yaşamdan kopacağı nice olaylar, nice ayrımlar, yaralar…
Ama umut, sevgi, dostluk ve barış hep olmalı ve yaşamalı. Bu ülkeyi ırkçığın kan kokan ellerine bırakıp dünyanın çok gerilerde bıraktığı faşizmi bu güzelim ülkenin, güzelim insanlarına yaşatmak için fırsat kollayan “gerici- faşist” gurupların hep var olduğunu, devletin kimi organlarında yuvalanıp, her zaman bir zemin bulup inlerinden çıkacakları günü bekleyen insan olamamış, insan denen varlık aşamasına kavuşamadan inlerinde yaşamlarını sürdürenlerin de var olduğu, bir gün kapılarınızı çalabiliriz, diyenler de yaşadığı bir ülke burası.
Faşizm ne zaman gelir, ne zaman hortlar bu ülkede? Bunu kimse bilemez.
Ama umut ederiz ki, yobazlara karşı, faşistlere karşı hep barış, kardeşlik, hoşgörü kazansın; bu güzelim ve herkese yetecek kadar ekmek, su, ışık, sevgi olan ülkenin topraklarında.
Ve bu öyküleri cesurca bize anlattığın için; selam olsun sana Kemal Yalçın Hoca…
Remzi Kaptan ve Aleviliğin Sorunları
Genç, çok yakışıklı, candan bir arkadaş Remzi Kaptan. Yazdıklarını, yorumlarını, konuşmalarını daha önceden biliyordum. Onunla Gülbahar Abla sayesinde buluşmak benim için de hoş bir anı oldu.
Evet, hep söylediğim gibi, umutsuz, ümitsiz değilim elbette. Ama insanlığın en değerli hazineleri olan değerlerle dolu yolumuzun, erkânımızın yüzyıllar boyunca olduğu gibi yaşaması, gelecek kuşaklara ulaştırılması, anlatılması, yaşanması, yaşatılması çok önemli bir görevdir. Bunu da elbette büyüklerimiz, bizden önceki yol önderlerimiz yerine getirmişler, getirmeye devam ediyorlar. Bu bundan sonrası önemlidir. Milyonlarla ifade edilen nüfusumuzun önemli bir kısmı gençlerden oluşuyor. Bunların bir kısmı bilinç, eğitim, kültür yönünden gerçekten bizleri umutlandırsa da, yine de büyük bir boşluk içindeyiz. Bunu inkâr edemeyiz. Devekuşu gibi kafamızı kuma gömemeyiz. Benim hayat ilkem olan fazla olanı, eksik olana devretme (zenginden al, fakire ver anlayışı gibi) zihniyetinin en iyi işleyeceği alan bilginin ve kültürün aktarımıdır. İnanç insana özgü, ona ait olsa da, inanç değerleri de bilginin içindedir. Tüm bunların aktarılması gerekir. Bizde potansiyel var. Nerede bu potansiyel, daha doğrusu nerede saklı, ya da hazır duruyor? Toplumsal bellekte (hafızada).
Alevilerin Bektaşilerin kuvvetli birer bellekleri var mı? Her şeye rağmen çok şükür ki var.
Peki, bu belleğin varlığı, onun korunması ve aktarılması için yeterli bir nedensellik midir? Hayır.
Bellek olsa da, bu nasıl korunacak, nasıl aktarılacak, daha doğrusu ne şekilde, kimler tarafından muhafaza edilip, saklanıp, yaşaması, yaşatılması için aktarılacak?
İşte Alevi Bektaşi öncülerinin; dedelerin, babaların, ozanların, aydınların, yazarların, bilim insanlarının, anaların… Düşünmeleri gereken şeyler.
Aman Ayhan Bey, çoook düşünüyon, çok da gonuşuyooon, diyenler var.
Birileri düşünmeyip, konuşmayıp, yazmazsa halimiz vahimdir.
Güvenilen dağlara kar yağar. Ama çok daha acısı, ağustos sıcağında karın erimesi gibi erim erim eririz. Ve de eriyoruz da. Çokbilmişlerin, daha doğrusu iş bilmezlerin sayesinde kan kaybediyoruz.
Son elli altmış yılda Anadolu toprağındaki erozyon gibi, Anadolu ve Rumeli toprağındaki kültür erozyonu gibi biz Aleviler Bektaşiler de büyük bir erozyona uğradık.
Değerlerimiz, ilkelerimiz sağa sola savruldu. Ayaklar altında çiğnendi.
İster devlet deyin, ister gerçek bir Marksist olmadan sözde ve sahte solcuların oyunları deyin, ister Diyanet deyin, ister Sünni otorite deyin, ister yaşam koşulları deyin, ister köyden kente göç deyin. Dahası; ister değişim deyin, ister sanayileşme deyin, ister okullaşma deyin, ister televizyon deyin, ister kimi cahil dede, yazar, baba, âşık gibi gelenek içindeki kimi insanlar deyin, ister siyasiler deyin, ister Türkiye’nin konjonktürel değişimi deyin…
Deyin de deyin…
Ne derseniz deyin ama bu sarsıntıyı, rihter ölçeğinde 10 şiddetindeki sarsıntıyı, hissetmeyen zaten Alevi Bektaşi de olamaz. Sorun burada. Şimdi ne yapmalıyız? Bu sarsıntıyı kabul etmek zorundayız, sorunlar çığ gibi büyümüş, hatta “Ayhan Bey, Ayhan Bey değirmen suya gitmiş, sen hala çakçakasını arıyon” dedikleri gibi umutsuz bir vaka da olsa.
Asla hiçbir şey bitmiş değildir. Sorunları göreceğiz, toplumumuzun yapısını göreceğiz, çözümler bulacağız. Bulmak zorundayız. Kimilerinin beni inkâr etmeleri, sevmemelerinin nedeni “götünüz deri koltuk gördü bir kere” deyip kimi kurum başkanlarını çok sert eleştirmemi, bunu ağır bulmuş olmaları olabilir. Zerre kadar umurumda değil, beni görmek istemeyin, yok sayın; ama gerçekleri ne kadar gizleyebilirsiniz?
Birçok hatadan dolayı, altın değerindeki zamanlar kayboluyor; ağustosta kar gibi eriyoruz, demem bir şey ifade etmiyor, ama ben yine söyleyeyim; eriyoruz.
İşte sevgili okurlar;
Bizler kütüphanelere sığmayacak kadar büyük bilgi birikimi içeren “belleğimizin” varlığını korumayı tam başaramasak ta, her şey bitmiş değil, çok şükür.
Ama biz böyle devam edersek bu tükeniş hızlanacak.
Orijinal tüm hazine varlığımız; Alevi Bektaşi belleğini oluşturan değerler ve ilkeler manzumelerimiz, tüm inanç ve kültürel birikimimiz eriyip, tarihe karışacak.
Yıllar yılı söyledim, yazdım; tüm farklı semahlar, cemler, anmalar, geleneksel etkinlikler görüntülenmeli, fotoğraflanmalı, yazılıp çizilmelidir, diye.
Yaşayan tüm “kültür hazinesi” değerlerimizle söyleşiler yapılmalı, bir “sözlü tarih çalışması” yapılmalıdır, diye.
Tüm Alevi Bektaşi köyleri taranmalı; tüm türbeler, tekkeler, dergahlar ve kalıntıları envanter halinde tespit edilmelidir, diye.
Tüm yerel âşıkların, bilgili insanların hafızalarındaki dü(u)vezimamlar, deyişler, nefesler derlenmeli, kayıt altına alınmalıdır, diye…
Daha niceleri.
Kurumları yönetenlerin söyledikleri ise her zaman; eleman yok, para yok, oldu.
Eleman yoksa yetiştir, para yoksa bul!
Orada durmuş daha ne halta yarıyorsun?
Yirmi beş – otuz yılda çok işler yapıldı elbette ama asıl yapılması gerekenlerin önemli bir kısmı yapılmadı, yapılamadı.
Bir de bu konuda çalışma yapmak isteyenlerin yolları, önleri kesildi adice.
Otuz yıldır; çimento, demir, tuğla harcında yoğrulduk. İşimiz gücümüz bir cemevimizin olmasıydı. Peki, oldu, oluyor, buyurun alın işte bomboş cem evleri, şimdi ne yapacaksınız? İyi, güzel bir mekânımız olsun, kapalı bir alanımız olsun, başımızı sokacak inanç mekânımız olsun, cenazelerimiz dışarıda kalmasın, cem evimiz olsun, dendi. Elbette ben de diyorum, herkes te der. Tamam, işte oldu. Sanki yüzyıllar boyunca cemler yapılmamış, bu ibadet yirmi beş yıldır icat edilmiş gibi, cemevleri gereğinden fazla önemsendi. Sanki cenazeler hiç toprağa girmemiş gibi cemevleri çok önemsendi.
Tamam, bu ihtiyaçlar çoğunlukla giderildi.
Peki, bu Alevileri, Aleviliği kurtarmaya yetti mi, yetecek mi?
Şimdi ne olacak?
Devlet eliyle Sünnileştirilen bir büyük kitle var; kafası karmakarışık edilmiş bir büyük kitle. Diyanet’e girelim mi, girmeyelim mi, dedeler devletten maaş alsın mı, almasın mı?
Doğru dürüst tartışılmayan, artıları, eksileri ortaya tam konulamayan derin mevzular.
Peki, hepsinden önemlisi; bu gelenek nasıl yaşatılacak, atalarımızdan aldığımız şekliyle Alevilik Bektaşilik nasıl yaşanacak, nasıl yaşatılacak bunu niçin tartışmıyoruz?
Bize tarihler boyunca rehberlik yapmış; dedeler, babalar, ozanlar, âşıklar, sadıklar, kamberler, dervişler nasıl bu topluma yeniden hizmet verecekler, bunun olanakları, imkânları nelerdir?
Bu konuda neler yapılmalıdır, diyen var mı?
Alevi Bektaşi kurum temsilcileri, aydınları, yazarları, bilim insanları neden bir araya gelip konuşup tartışmazlar, bu konuda stratejiler üretmezler?
İşte kafamda tümüyle bunlar var.
Bunları konuşmaya çalıştım sevgili Remzi Kaptan’la.
Kendisi çok inançlı, geleneksel yapısıyla Aleviliği yaşayan, yaşatan, anlatan yetişmiş, bilinçli bir genç yazar arkadaş.
Onun gibi düşünen nice inançlı, bilinçli, araştıran gencin olduğunu da görüyorum Avrupa’da. Hele şimdi Stutgrat’ta ATAK (Alevi Toplumu – Alevitische Gemeinde) isimli bir dernek bile kurmuşla. Özellikle üniversitede okuyan, üniversiteden mezun olmuş; Aleviliği değerleriyle, ilkeleriyle inanç boyutunda yaşayan, yaşatan bu haliyle yaşatılması gerektiğini savunan pırıl pırıl genç insanlar bütünü.
Remzi Kaptan ise bu gençler arasında yıldız gibi parlayan, özü sözü, yüreği bir ve tertemiz bir arkadaş. Makaleler yazan, kitaplar hazırlayan imkânlar ölçüsünde tümüyle gönüllü bir şekilde insanlara bunları ulaştıran, aydın bir gencimiz Remzi Kaptan.
Hakk yolunu açık etsin.
Ayrıca bugün telefonda da olsa; Yazar Murat Küçük ve Gazeteci Fazilet Yoleri’yle uzun uzun konuşup dertleşiyorum.
27 Kasım Perşembe
Televizyonda Ahmet Maranki hocayı dinliyorum. Söyledikleri bana çok mantıklı geliyor. Aslında uygulamaya geçsem, benim için yararlı olacak. Çünkü sonra bu güzel yolumuzun yeni zenginliklerini ve daha nice güzel günler görmemizi, ben göremeyebilirim. 140 kg. ile, bu stres, bu gerilim, bu sağlıksız beslenme, uykusuzluklarla, bırakılması gereken kimi alışkanlıklarla yol alamam.
YÜCEL ÖZTÜRK (MÜHENDİS)
Bugün yine genç ve kendisini yetiştirmiş bir arkadaşla buluşacağım; Yücel Öztürk’le buluşacığım. Daha önce onu Muharrem Temiz Dedemle yine kaldığım evde tanıştırmıştım.
Bugün beni alıp bir Stuttgart akşamında gezdirmek istiyor. Ben de elbette, diyorum.
Kent merkezi cıvıl cıvıl, havada yeni yıl kokusu var. Avrupa’nın belki de en renkli dönemi. Sokaklar renkli, insanlar mutlu, şehir neşeli, çocuklar gülüyor… Kent merkezi aydınlık içinde. Herkes şimdi merkezde. Mutlaka bugünlerde şehir merkezine geliniyormuş. Bir restorantta oturup epey konuşuyorum Yücel Öztürk canımla. Onunkisi de bir başarı öyküsü aslında. Tek başına, türlü imkânsızlıklar içinden sıyrılıp buralarda üniversite okumak, mühendis olmak kolay değil. Türkiye’de de üniversite okumuş hem de iki bölüm birden okuyarak insanları şaşırtmış zekâsıyla. Burada da yine iyi bir işe girip, kendi geleceğini kendi elleriyle var ediyor. Bravo ona ve onun gibi idealist gençlere. Hayat çok zor buralarda diyor, Yücel canım. Hayat pahalı, zorluklarla dolu.
Bizim Türklerin durumu ise hiç de iç açıcı değil.
Ben genel değerlendirmeler bölümünde çok şeylere değineceğim ama yine de şimdiden bazı acı biberler dökelim yemeğe!
Bu Malezya mutfağında tepemden alev, dilimden ateş çıkması da iyi oldu hani. Acılı sos iyi geldi.
Yücel Öztürk’ün anlattıkları ise gördüğüm, duyduğum kimi şeylerin gerçekçi bir su içimi gibiydi.
Bir de yaşadığımız yöre de çok önemlidir elbette; Doğu’da yaşamakla, Ege’de yaşamak ne de olsa farklıdır. Kıyaslama yapmış olmayalım da evet bir aslında ben muhafazakârlığın ana merkezlerinden birisindeymişim. Stuttgart aslında tutucu bir yöreymiş, zamanında. Tutucu Almanların yaşadıkları bir yer. Nazi Almanyası’nda en büyük destekçi yörelerden birisiymiş. Hatta yanlış hatırlamıyorsam “Şüvebiş” diye bir kelime bile varmış, tutuculuğu anlatmak için kullanılan. Katı, kuralcı, yabancı düşmanı bir dünyadan bahsediyoruz. Neyse ki çok şükür yabancı işçi ve öğrenci akınına uğrayan kent merkezinde bunlar artık gerilerde kalmış. Ama yine de bu bölge böyle bir özelliğiyle anılıyormuş.
Bir kere Türklerin durumları vahim buralarda. Biz burada ne denirse densin, Almanların gözünde “işçiyiz”! Bazılarının gözünde halen “yabancıyız”! Bazılarının gözünde ise biz “ötekiyiz”! Bu net bir şekilde böyle.
Türkler burada; Almanca’yı tam konuşamayan, ciddi uyum problemleri olan, ısrarla kendi geleneklerini yaşatma konusunda baskın olmaya çalışan, kural ve kaidelere uymak istemeyen bir kitledir.
Türkler kendilerini zerre kadar geliştirmek istemeyen, yeniliklere kapalı, yaşadıkları bu toprakların insanlarına ellerinden gelse kafa tutacak cesarette, okul okumayan, daha çok para kazanmaya odaklı bir toplum.
Gençlerde de çok ciddi problemler var. Yabancı olma duygusu gençleri etkiliyor, ama daha ciddi sorunlar var; Türkler gençleri okumuyorlar, okumak istemiyorlar.
Alevi dernekleri yeniliklere kapalı, dar kalıplar içinde kalmayı tercih eden, hafta sonları kahvaltı yapıp, bir araya gelmeyi bir fazilet olarak gören insanlarla dolu mekânlar. Buralarda inanç, kültür, eğitim bulmak mümkün değil. Eğer özveriden kasıt, geleceğini tehlikeye atıp, Almanca’yı bir tarafa atıp, iş ve okul yaşamında gelişigüzel yaşamaksa hep özverili modunda kalmak gerekir. Ama özverili yaşam aslında; bazı şeylerden daha fazla fedakârlıkta bulunup dilini geliştirmek, daha çok okumak, biraz daha Alman’la zaman geçirip onlarla bütünleşmek, kendini kültürel yönden ilerletmek neden olmasın?
28 Kasım 2014 Cuma
Bugün Tibüngen’de Alevi Akademisi Başkanı Av. Sedat Korkmaz’ın katılacağı bir Alevilik söyleşisi var. Söyleşi Almanca olarak yapılacak. Ama benim hedefim zaten Mannheim’de göremediğim Korkmaz’la görüşmek. Bu bir fırsat oldu. Derya Hanım’la soğuk bir günde üniversite içindeki bir salonda yapılan söyleşi için bir üniversite şehri olan Tibüngen’e hareket ediyoruz.
Etkinlik öncesi; aslen Sivas Zara, Balucan Köyü’nden olan ve zakirlik hizmeti yapan Hüseyin Çamlıbel’le tanışıyorum. Daha doğrusu kendisi bana doğru geliyor. İsmen bana hitap ediyor, televizyondaki programlarımdan hatırlıyor beni. Hoş sohbet olan ve etkinlik öncesindeki nefesleri çok güzel çalıp söyleyen Hüseyin Çamlıbel de buralar için bir şans. Gelenek içinden gelen zakir bulmak kolay değil elbette.
Derken anfi salonu doluyor gençlerle. Bu arada ismini çok duyduğum Derya Demir’le tanışıyorum. Sevgili Av. Sedat Korkmaz’la ayaküstü olsa da selamlaşıyoruz. Etkinlikte bir de Dr. Börbel Dümler konuşma yapıyor. Gösterdiği haritalarda Türkiye’deki Rumların, Ermenilerin, Yahudilerin nüfuslarındaki azalışların grafikleri var. Zaten Türkiye’deki azınlıklarla ilgili bir konuşma yapmış, Kürtlere, Alevilere de değinmiş. Tahmin ettiğim gibi kimi bilgi hatalarıyla da dolu konuşmasında, Türkiye’ye, İstanbul’a geldiğini buradaki dergâhlara uğradığını (Şahkulu Sultan Dergâhı var), bu bir iki geziyle bazı çıkarımlarda bulunduğunu anlatmış. Konuşmanın tüm metnini bilmiyorum, tam ne anlattığını da bilemem. Ama her zaman söylediğim gibi, sadece Türk araştırmacı, gazeteci, bilim insanları değil, dünyanın her yerindekiler de dâhil kaba bir iki gözlemle, söyleşiyle bilimsel sonuçlara varılamaz. Bizim kurum temsilcileri de (aynen benim gibi) dil bilmezler, çoğunlukla konuğun yanında gelen kendine tercüman (yardımcı vs.) denilen kişinin bilgisine, tercüme gücüne inanarak anlatıp dururlar, kendi kafalarındaki şeyleri. Ama bilmezler ki, onlar elma derken, karşı taraf armut anlıyor. Veya elmayı armut diye yazıyor. Ah dertlerim ah, hangi birini yazam, hangi birini söyleyem?! Dil bilen elemanın olmazsa neler neler, hangi yanlışlıklar olur bunu düşünemiyoruz bile!
29 Kasım 2014 Cumartesi
OKTAY TEMİZ
Bugün Mehmet Erköse’yi ziyaret etmeyi planlıyorum. Ama önce çok sevgili dedemin yine gül yüzlü bir delikanlı olan Oktay Temiz’i ziyaret var. Esslingen’de özel bir klinikte görev yapan ve çok bilinçli olan Oktay Temiz bizimle ilgileniyor. İlgilenmekle kalmıyor büyük bir pizza yememi de sağlıyor. Burada da kent merkezi çok renkli. Ama burada geleneksel tarzda yemekler yapan, çadırlar kurmuş, metal ve ahşap eski işçilik marifetlerini sergileyen ustalara da rastlıyoruz. Uzun ve verimli bir sohbetle gerçek bir yeteneğimizi daha görmenin, tanımanın kıvancıyla doluyorum. İşte bunlar beni mutlu ediyor; okuyan, okumuş, belli bir branşta uzmanlaşmış gençlerimizin sayısının artması benim en büyük mutluluğum olacak. Oktay Temiz de çok inançlı, bilinçli, kültür bir genç.
Eh buraya kadar gelmişken, 2007 yılında gözümü elimden almayı para düşkünlüğü sayesinde göz ardı etmeyen, Hipokrat yeminini boşa çıkarmış Ankara’dan bir sahtekâr Doktor Murat Emir’in elinden helak olacak gözümü bir kez de bu gence göstereyim, dedim.
Sol gözümdeki yapı, bir lazer için kesinlikle uygun olmadığı, göz zarında zaten doğal bir incelik olduğunun hemen anlaşılmasına rağmen, yok sende hiçbir şey yok, çok rahatlıkla lazer olabilirsin, deyip beni masaya yatıran sözde Alevi, sahtekâr doktordan sonra dünyam kararmıştı. Bir ay iyileşmeyen gözümü kaybetmekten şans eseri daha doğrusu mücize eseri kurtulmuştum. Kimileri “meslek dayanışması” ile kem küm etseler de, gerçek ortaya çıkmış Murat Emir’in ciddi bir hata işlediği anlaşılmıştı. İtler gibi pişmanım ki ona yargı karşısında hesap sormadım. Beni vazgeçiren ise çok sevdiğim bir Bektaşi babasıydı. Şimdi halen bu pişmanlığım devam ediyor. Şimdi yine rahatsızlık devam ediyor, lazer olduğum halde gözlük takmaya devam ediyorum. Bu ameliyattan dolayı görme kaybına uğradım. Acı bir hikâye. Ama başkalarının da başına gelme ihtimali olduğu için halen üzülüyorum, pasif davrandığım için.
Neyse ki, dünya sadece kötülerin elinde değil. Çok iyi insana can veren doktorlarımız halen var, Hipokrat Yemini’ni unutmuyorlar, hizmetlerini hakkıyla yerine getiriyorlar.
Sonra ise bir değerli ozanımız için yollara çıkıyoruz.
MEHMET ERKÖSE (ERKÖSE CAN)
Bir Can İnsan; Mehmet Erköse
Ezeli Doğanay Canım var olsun. Stuttgart’a gidersen mutlaka git onu bul, dediği isimlerden birisi de Mehmet Erköse’ydi. En az on kez aradım. Hatta onun da çok sevdiği Ozan Feryadi’yi ziyaretimiz esnasında devamlı aradık, ulaşamadık. Ama bıkmadım, usanmadım. Bunca söyleşi, binlerce km. yol kat ederek, bazılarca nankörce inkâr edilse de, yaptığım bunca işler öyle kolay olmadı. En son Türkiye’ye dönmeye yakın yine bir başka telefondan aramayı denedim. Ve başardım. Meğerki Stuttgart’a biraz uzakmış ozanımızın oturduğu yer. Bir gönül insanı ve gerçek bir dede olan Hüseyin Temiz hiç tereddüt göstermeden, tabii ki gideriz, dedi.
Sisli yollardan geçip yol aldık gideceğiz yere; bu bölge Almanya’nın Karaorman Bölgesiymiş. Yani ormanlarıyla ünlü bir bölgeymiş.
Eee Ayhan Bulgaristan Deliorman Bölgesi’nde, Veysel Bayram’la yaptığı gezilerden sonra şimdi de Hüseyin Temiz Dede’yle Almanya’nın Karaorman Bölgesinde, yani; VİLLİNGEN SCHWENNİNGEN, SCHWAR WALD’da (KARAORMAN BÖLGESİ).
Şu dünya ne güzel bir dünya, ne yaşanmaya değer yer şu yeryüzü.
İşte bir can dosta dünyanın bir köşesinde yine ulaştık. Canlar canı, gönül insanı, bir ezgili yürek, bir güzel insan Mehmet Erköse’yle de bu dünyada tanışacak kısmetimiz varmış demek ki! Kısmet, daha nice böyle buluşmalar nasip etsin yüce yaratan.
Hayat öyküsünü anlattı, tevazu içinde. Yaşadığı zorlukları, çok da planında olmadığı halde Almanya’ya gelişi, burada çektiği sıkıntılar, derneklerde aldığı görevler, tıpatıp Türkiye’de olduğu gibi yolsuzların eline geçen kurumlardan dışlanmalar, soğumalar ve uzaklaşmalar. Çetelerin güzü de, Alevi Bektaşi kurumlarına çöreklenmelerinin öyküleri birbirine ne kadar da çok benziyor her yerde; Kimi Ateist, Kimi Kürtçü, Kimi Türkçü, Kimi sözde Marksist, Kimi şu yöreden, kimi bu aşiretten… Velhasıl abartmadan söyleyelim; yüzlerce bu yolun gerçek yolcusu nice gerçek dedeler, babalar, ozanlar, âşıklar, sadıklar, araştırmacılar, bilim insanları ve de gençler, okumuş yazmış, bilinçli gençlerimiz, inançlı insanlarımız Alevi Bektaşi kurumlarından sözde sebeplerle uzaklaştırıldılar, soğutuldular. Meğerki biraz daha ağzı iyi laf yapan, daha kurnaz, daha iyi iş bitiren kimi soysuzların devranı yürüsün, diye. En büyük kurumlarda bile nice hırsızların, şerefsizlerin başköşelere oturduğunu görünce insanın midesi bulanıyor… İçindeki Eba Müslim ruhu bazen uyanıyor, sonu ne olursa olsun; Ahmet Arif’in dediği gibi yürü üstüne üstüne hayının, diyesi geliyor insanın…
İşte böylesine candan bir insanı da üzmüşler, dışlamışlar…
Varsın olsun…
Belki de daha iyi olmuştur bu durum…
Mehmet Erköse Can; yazan, üreten, koşturan sevgi insanı, gönül insanı, aşk insanı.
O her şeyden memnun; Yunus Emre gibi. Ama o haksızlığa göz yumamıyor Pir Sultan Abdal gibi. Nasıl Yunus Emre, nasıl Pir Sultan Abdal’ı, Mahsuni Şerif’i örnek almasın, o ki bir halk ozanıdır.
Kendisine yazılı olarak verdiğim aşağıdaki soruları bir hafta olmadan yanıtlayıp bana ulaştıran işine sadık, çalışkan, üretken, sanatçı Erköse Can’ın sazı da çok güzel. Aynen Ali Ekber Çiçek’in “Kerem” dediği sazı gibi bir sazı var; kendi elleriyle yaptığı. Bir ozan olarak, bir zakir (aşık) olarak çalıp söylemesi var… Almanya’da gerçek bir zakir bulmak Türkiye’den daha zor. İşte gerçek bir değer ellerinin altında duruyor, ama onun değerini nereden bilecekler? İşin kolayı varken, bulurlar bir sanatçı adam deyiş yerine başlar türkü söylemeye cemde. Kim bilecek gerçek zakirleri, kim yetiştirmek isteyecek, bol keseden atıp, nutuk söyleyip gençleri yalan sözleriyle yanlış yerlere sürüklemek varken!
Neden? Adamsızlıktan. Doğru adamsızlıktan, adam olunsa, gerçek Alevi olunsa bunlar zaten yaşanmaz ki! Bu Alevi kurumlarının yapacakları o kadar çok iş var ki aslında! Slogan atar gibi konuşmayı bir tarafa bırakıp iş yapsalar bu topluma o kadar büyük iyilik yaparlar ki! Medyada görünmek, konuşmak, tanınmak! Çağın hastalığına başta Alevi kurumlarının başındakiler yakalanmış. Hakk şifasını versin, kolay kolay geçecek bir hastalık da değildir, bu hastalıklar. Bencillikler, yüksek egolar, çıkar hesaplarını yeryüzünün en iyi makyajlarıyla cilalamak, olmadığı gibi görünmek, inanmadığı bir işi çıkarı için yapmak. Bu hastalığa ve hastalar ciddi müdahaleler gerekir!
Sülük gibi yapışmışlar, yirmi yıldır, yirmi beş yıldır gitmiyorlar kardeşim kuramların başından. İyi bir söz ustası olmuşlar. Zaman zaman bir dansözden çok çok daha iyi kıvırıyorlar. Okumayan bu zavallı toplumun açmazlarını öyle kurnazca keşfetmişler ki, sen ne olursan ol, yeter ki güzel konuş, yeter ki şöyle güzel giyin, takım elbise giy, kravat tak, adam oluyorsun, bu toplumun gözünde. Nasrettin Hoca boşuna mı söylemiş “ye kürküm ye”! diye. Konuş şarlatan konuş! Sen güzel konuş, kendini haklı çıkaracak yol ve yöntemi keşfetmişsen artık kim tutar seni? Şunun bunun aleyhinde de olsa, İnancımızın temel değerlerini ayaklar altına alsan da, sen yeter ki konuş, taraftarların en azından sana yeter! Seni sırtında taşırlar. Menfati olanlar menfatleri için taşır, olmayanlar ise senin gerçek yüzünü görene kadar o köprülerden geçersin, bile. Bu devran böyle kurulmuş, bu çarklar böyle dönüyor dünyada. Özellikle de az gelişmiş, geri bırakılmış toplumlarda. Maalesef ki bir aydınlık kapısı olan Alevilik Bektaşilik’de de bu böyle.
Kurumlar birbirine giriyor. Kim kazançlı çıkıyor bundan? Kurnaz laf ustaları! Bakıyorsun her türlü öğüdü veriyor topluma, ama kendisi en adi bir insan gibi yaşıyor, cebini dolduruyor, ahlaksız bir yaşam sürüyor, Alevi toplumunun temsilcisi olarak devlette veya herhangi bir protokolde “Alevi Temsilcisi” olarak en önde masaya oturuyor. Kimi kurban mafyası kurmuş dergâhta, kimi cebini doldurma sevdasında, kimisi Alisiz Alevilik diye bağırıp yırtınıyor, kimisi belini terletiyor… Bakılacak yüzleri kalmamış ki insan azmanlarının!
Türklük, Kürtlük, İslam İçi- İslam Dışı, Dersim, Türkiye nefreti, Bayrak düşmanlığı, Atatürk karşıtlığı ne dersen de, bir yerlere kendini dayayıp, anırıp duruyorlar.
Kime hizmet ettiklerini, ne dediklerini, nasıl bir yol tutturduklarını kendileri belki tam bilmiyorlar ama kendi sürüklendikleri çukura bu zavallı toplumu da sürüklüyorlar.
Bunların bu topluma ne faydası oldu, inancımıza ne faydaları oldu ve oluyor?
Belki birileri macera sever gibi koşup gidiyor üç kuruşluk adamların peşinde ama ya bilgisiz, cahil bırakılmış, derin boşluklar içinde yaşayan geniş halk kesimlerinin durumu? Onların durumu ne olacak?
İşte bu düşünceler içinde, yollardaki sisler içinde, ormanlar içinde bir dosta vardık, bir can insana ulaştık, şad olduk. Hiç değilse kafamızdaki bulutlar biraz dağıldı onu görünce, dinleyince.
Yollardaki, ormanlardaki sisler de iyice dağılmıştı, bizim kafamızdaki isler de gitmişti biraz olsun.
Nice ozanların, dedelerin, babaların, yazarların, bilim insanlarının dünyalarına yeni yolculuklar dileğiyle, ozanımızın fikirleriyle baş başa bırakıyorum sizleri…
30 Kasım Pazar
YOL KULÜP VE TÜBİNGEN AKM
Bugün yine Hüseyin Temiz Dede’yle birlikteyiz. Bu sefer Tübingen’e hareket ediyoruz. Tübingen Alevi Kültür Merkezi’nde Yol Tv.’nin kahvaltısı var. Yol Kulüp (Clup) Başkanı Sayın Taner Boyraz’ın yönettiği sohbet – söyleşiye katılmak çok iyi oldu.
Sevgili başkan meslektaş da olduğumuz için beni işaret ederek bazı soruları bana yönlendirdi. Uzun bir sohbet söyleşi yaptık. Soruları çoktu. İlgi yoğundu. Bayburt’lu hemşerilerim de vardı. Halkımızın kafasında bin bir soru var. Burada on yıl başkanlık yapmış beyefendi kişiliği olan Sayın İpek Alpay ve yeni başkan Mehmet Yıldırım bana ve dedeye ilgi gösterdiler. Bizi tekrar aralarında görmek istediklerini söylediler. Hoş sohbetten sonra izin isteyip oradan ayrıldık.
30 Kasım Pazar
GÖPPİNGEN YAKINLARI
HASAN ÖĞÜTCÜ
Sonrasında ise Avrupa’da Alevi örgütlenmesinde büyük emekleri olan ve özellikle akademik çalışmalarla menzil alınabileceğini savunan değerli insan sevgili Hasan Öğütcü’yle buluşup sohbet ediyoruz. Onun da tüm gayesi ve gayreti bilimsel çalışmaların yapılması, yapay gündemlerle halkın kafasının işgal edilmemesi. Birçok konuda hemfikir olduğumuz Hasan Öğütçü, bizi kendi evine de davet ediyor. Kendisiyle bir söyleşi yapmak istediğimi söylüyorum, umarım bir başka Almanya gezisinde kendisiyle söyleşi yaparım.
Hasan Öğütçü 6 yıl boyunca Ravensburg Alevi Kültür Birliği Başkanlığı’nı yaptı. Bu çalışmalar boyunca Ravensburg ve Weingarten Cemevi’nin bitirilmesi için insanüstü bir gayret gösterdi. Başta eşi olmak üzere kendisini destekleyenlerin gayretleriyle çok güzel barış köprüleri, dostluk köprüleri kurdu. Projeler geliştirdi, söyleşiler yaptı ve yaptırdı. Akademik düzeyde çalışma yapmak isteyenlere yardımcı oldu. Üniversitelerdeki akademisyenlerle işbirliği yapıp, üniversite bünyelerinde Aleviliğin bilimsel olarak anlatılması, araştırılması için gayret sarf etti. Türkiye’ye sevdası ve inanç ve kültür bilinci bu konuda da onu çalışmaya itti. Türkiye’de Malatya’da Şah İbrahim Veli’yle ilgili bir uluslar arası sempozyum yaptı.
En son ise bu sefer insanları buluşturan, kaynaştıran bir etkinlik olan spor dalında da bir öncülük yaptı. Kıtaları buluşturan “Avrasya Maratonu” için yaşadığı şehirden Ravensburg Belediyesi çalışanlarından oluşan bir ekiple İstanbul Maratonu’na katıldı. 28 koşucuyu aileleriyle birlikte, 36. İstanbul Maratonu’nda koşturttu. Ülkemizin kültür elçisi oldu. Aynı zamanda Şahkulu Sultan Dergâhı’nı ziyaret ettirerek, inancımızın mekânlarını Alman konuklarımıza göstermiş oldu.
Emeklerin var olsun, senin gibi insanların bu toplumda değeri bilinmezse, bu toplum nasıl karınlıktan aydınlığa çıkar?
GÖPPİNGEN AKM 20. YIL ETKİNLİĞİ
Sonrasında ise birlikte Uhingen’de Saray Düğün Salonu’nda düzenlenen Göppingen AKM 20. Yıl Etkinliği’ne katılıyoruz. Etkinlikte Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı Sayın Hüseyin Mat bir konuşma yapıyor.
Bizler ise etkinlikten erken ayrılıyoruz.
Hüseyin Temiz Dede ile birlikte kaldığım ev olan Gülbahar – Ayhan Doğu’lara gidiyoruz. Ertesi gün gideceğim için birkaç dost bir araya geliyoruz. Böylece daha önce birbirlerini görmemiş olan Mustafa Kaya (Aşık Feryadi) ile Hüseyin Temiz Dede’yi; yine aynı şekilde Kılavuz Bakır ile Mustafa Kaya’yı buluşturuyorum. Sohbete Kılavuz Bakır’ın yeğeni de katılıyor. Gerçekten de çok hoş bir sohbet oluyor.
Sonrasında ise Derya Demir de geç olsa da söz verdiği gibi geliyor. Dilek Hanım’ın, Yücel Can’ın, Remzi Kaptan’ın mazeretleri oluyor.
DERYA DEMİR
Derya kardeşim de aynen Remzi Kaptan gibi Aleviliği inanç boyutuyla algılayan, yaşayan ve yaşatmak için çaba gösteren bir yetenekli gencimiz. Kendisi bu sene Tibüngen’deki üniversitesinden mezun oluyormuş. Sosyoloji ve Dini bir bölüm okuyor. Gençlerle diyalogları çok iyi. ATAK’ta çok güzel çabalar içinde. Onun da tüm gayreti inancın, gerçek dedeler, gerçek kurum yöneticileri sayesinde yaşaması ve yaşatılması. Geleceğe umutla bakan Derya Demir kapılarının her zaman bana açık olduğunu, dilediğim zaman ATAK’ta Alevilik Bektaşilik’le ilgili söyleşi yapabileceğimi söylüyor.
Uzun ve hoş sohbetlerle dolu bir günün sonunda ertesi günü düşünüp televizyonda belgesellere dalıyorum.
1 Aralık Pazartesi
İSTANBUL
Uygun bir fiyata bulduğum uçakla Türkiye’ye hareket için havalimanına doğru yol alıyoruz, can dedem, bana bu gezide büyük yardımı olan Hüseyin Temiz’le birlikte. Vedalaşıyoruz ve Türkiye’ye sorunsuz bir şekilde varıyorum.
Detaylarda yazacağım gibi bir kolektif çalışmanın ürünü olan bu gezide bana yardımcı olan tüm canlarıma şükranlarımı sunuyorum. Bu gezi bana sahip çıkalar sayesinde gerçekleştirilebildi. Kendi imkânlarımla bu geziyi başarılı bir şekilde, bu kadar uzun bir süre sürdürebilmem mümkün değildi. Hakk tümünden razı olsun… Bin muhabbetle…
SÖYLEŞİLER…
ANTON JOSEF DİERL
SÖYLEŞİ: AYHAN AYDIN
ÇEVİRİ: KEMAL GÜNDOĞAN
Bu sene yine Kemal Gündoğan’la bu sefer; Ali Haydar Avcı, Nihal – Ezeli Doğanay çiftini de yanımıza alarak Anton Josef’i ziyaret ediyoruz. Hal hatır soruyoruz. Adamcağız bir bakım hane de yaşıyor ama yine her tarafı kitaplar dolu. Ayakları yalın ayak yere basıyor, yanıyormuş. Durumu geçen seneye göre değişmemiş. Ayhan Bey, diye bana seslendi. Beni tanıdı. Geçen sene kendisiyle yaptığım söyleşinin metnini getirdim. Çoğu kez yaptığım gibi “sağlamasını” yapıyorum. Olası hataları düzeltiyorum, anlayamadıklarımı tekrar soruyorum. Ama o bazı konularda ısrarlı, kendi fikirlerini savunuyor; bir ikinci Hacı Bektaş var, diyor. Aşağıda 18 Kasım’da kendisi son halini verdiği söyleşi metnini sizlerle paylaşıyorum. Bu bir nostalji; hatırlayan ve sevenlerine selam olsun… Bu arada Deniz Atıcı isimli bir öğrencinin Anton Josef’in çalışmalarıyla ilgilendiğini, onları derlemeye çalıştığını öğreniyorum. Mutlu oluyorum.
Kendi kitabımın, Cemal Şener Ant Yayınlarından yayınlandığı dönem herhalde 20 yıldan fazla oldu. 1990’lı yıllarda, 23 yıl olabilir hep kafamda o güzel yazılar var ama ne kadar çevrildi bilemiyorum. Okudunuz değil mi benim kitabı mı?
Kafamda, unutmuyorum. Semah yapan bir kadın kitabın kapağı.
Türkçe'sini bilmiyorum, bana bir şey sorulmadı. Benim kitabımda orijinalinde kapakta Ali ve Aslan resmi var. Benim kitabımı bana sormadan tercüme ettiler. Oradaki kitabı çıkaran yayınevi sattı galiba.
Size telif ödendi mi?
Hayır.
Cemal Şener’in yüzlerce hatasından birisi daha çıkıyor ortaya; Almanca’dan bir kitap çeviriyor, hiçbir telif ödemiyor, kitap yayınlanırken yazarına bile danışılmıyor!
Sonradan gördüm o kitabı; üzüldüm tabii. Yayınevinin sahibi bir de Alevi. Kim olursa olsun hep cebine çalışıyor.
Bize her zaman olduğu gibi klasik yaşam öykünüzü anlatın, nerede doğdunuz, ne okudunuz, neler yaptınız, ilk önce sizi tanıyalım?
O zamanlar Büyük Almanya İmparatorluğu’nun dâhilindeki Çekoslovakya’da, 10 Aralık 1939’da doğmuşum. Aynı şehirde babam ve kardeşim doğmuşlar. Ama biz Alman’ız. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Nürnberg’e geldik. Çekoslovakyalılar bizi Hitler yüzünden sürdüler. Savaştan sonra 3 milyon insanı kovmuşlar. Oesdorf denilen yere gelmişler iki büyük şehrin arasında.
O göçleri, zorlukları hatırlıyor musunuz?
Ben büyük Almanya'da doğdum. 3 milyon kişiyi sınır dışı ettiler, 250 bin kişiyi öldürdüler. Annem Baybrn Bölgesi Şivesi Almancası konuşuyor, babamı doğu cephesinde savaşta kaybettim, askerdi, Rus Savaşı’nda şehit olmuş.
Küçüklüğünüzden kafanızda neler kaldı?
Sürgünleri hatırlıyorum. Ben çocukken Amerikalılar ve İngilizler üzerimizde uçuyordu. Tarlalarda boşluklar vardı, bomba atılan yerlerde çukurlar oluşmuştu. Biz gece Nürnberg şehrinin yandığını görüyoruz. Bizim oturduğumuz Aachen ve Nürnberg savaşta yerle bir edildi.
Anılarınızı, o günleri hiç yazdınız mı?
Her şey kafamda, biliyorum her şeyi.
Babanız ölünce yalnız kaldınız, nasıl yaşadınız?
Savaştan sonra neredeyse açlıktan ölecektik, hep aç kaldık. Annem çiftlikte ücretsiz çalıştı sadece yemek yemek için çalıştı. Önlerine gelenleri bombalamışlar. Bu sıkıntıyı 10 sene çektik. 10 sene sonra Amerikalıların bir planı vardı, sonra bize biraz iyi gitmeye başladı. Millet ne yapacağını bilmiyordu, şaşırmışlardı. Amerikalılar yardım etmeseydi millet kaçacaktı. Amerika yardım etti Almanya’ya para verdi, fabrika kurması için. Amerika; Almanya’nın başka yere gitmemesi için kendi şeyine yaklaşması için yardım etti fabrikalar kurdu bizi biraz kurtardı. Almanya NATO’yu kurduğu zaman çok para harcadı. Oradan 1 Nisan 1946’da oradan gönderildik yani.
Eğitim ve meslek nedir?
Eskiden köy okulları vardı. Önce köy okulunda okudum biraz çalışkan olduğum için beni sanat okuluna gönderdiler. Sanat okulunu bitirdim. 20 yaşlarında yol yapım inşaatlarında çalıştım. Başka eyaletlerde su eğitimi üzerine bir okul var, diye duydum, o zamanlar su mühendisliği fakültesi vardı Hamburg ve Hannover arasında. Bize Su Mühendisliği öğretildi. Boş bir alan gösteriliyor, buranın nasıl işletilmesi gerektiğini öğretiyorlardı.
Münih’de çalışmak için resim gönderdim, Bavyera Üniversitesinde Su Mühendisi olarak isim yaptım. O zaman üniversite de kanunlar çok yoktu ama çalıştığımız zaman kanunlara çok uyuluyor. Ben eğitim almasını, okumayı seven biriyim.
Bir gün eve geldiğimde annem bana Alman dergisi gösterdi su ve zemin üzerine orada bir yazı gördüm. Aachen Üniversitesi Sosyoloji öğrencisi arıyor, sonra gittim oraya sosyoloji okudum. Ben çok mutluyum; hem okudum, hem de eğitim kolaydı.
O dönemde Almanya genelinde üniversite gençliği isyandaydı. O dönem de öğrenciler çok haklar kazandı, biz o dönemde Almanya genelinde çok isyankârdık, hem komünistler, hem de Maolar Almanya genelinde ayaklanmışlardı. Aachen Üniversitesi'nde 5 tane Mao grubu vardı. Troçkistler vardı, genç sosyal demokratlar vardı, sosyalist gençlik grubunda ben de vardım. 1976’da Mao öldüğü zaman üniversitede bir grup onun resimlerini astılar.
O komünistlik artık bitti.
O zamanlar Türkler, İranlılar, Araplar da vardı. Hepsiyle arkadaşlık kurduk, Araplarla da arkadaşlık kuruyorduk.
Ben bir de tercüme yapmaya başlamıştım o zamanlar.
Bir İran’lı için İngilizce’den çeviriler yapıyordum. Almanca’ya ama bir İran’lı için. Bu kitapta Hz. Ali’nin konuşmaları, fikirleri vardı. Ayrıca Hasan ve Hüseyin için de kitap çevirdim o zamanlar. Yani İran’lı Şeyh Sanan Zayit isimli bir kişinin kütüphanesi için İngilizce’den Almanca’ya tercümeler yaptım.
Bir de İngiliz yazar John Kingsley Birge'ün “The Order of Dervishes” (Bektaşiliğin Tarihi) kitabını o zamanlar okumuştum. Orada hep Bektaşilik bahsi geçiyordu. İstanbul’daki Bektaşi tekkelerinden söz ediyordu. Bu ilgimi çekti. Alevi lafı da geçiyordu. Kimdi bu Aleviler?, diye merak ediyordum.
Yazmaya ne zaman başladınız, kimlerden etkilendiniz?
Okumasını sevdiğim için yazmaya başladım, böyle bir sebep olmadı. Kimseyi örnek almadım.
Alevilik Bektaşilik üzerine yazmaya başladığım zaman önce araştırma yaptım. Ülkeleri anlatan bir dergi vardı, o dergiyi okudum. Ama içinde Alevilikle ilgili bir kelime bulamadım. İslam, Kuran ve şeriat üzerine çok yazılar vardı. Alman üniversite hocası Alevilikle ilgili yazdığı halde bu dergide yazmamışlardı. Başı örtülü kadınlarla ilgili yazı yazmışlar dergi de, İstanbul’da ki camileri yazmışlardı ama Alevilik yazılmamıştı.
İlk tanıdığım Türk Tuncelili arkadaşım Kemal. Buradaki Türk arkadaşlar Aleviliğini inkâr ettiler, benim annem babam Alevi ama biz değiliz, diye söylemişler. Ben komünistim, Marksistim ama Alevi değilim, demişler. Bir kadın tanıyorum Meral Duman adında, Almanla evli ama bu kadın direk söyledi ben Aleviyim, dedi. Meral Duman camiye gitmiyordu, hacca gitmiyordu, namaz kılmıyordu. Şinasi Koç diye birini tanıdım, Dersim'den Pertek’ten dede ailesinden geliyor. Ankara’da Alevilik üzerine 4 kitap yazmış. Almanya’da Aleviliği ilk canlandıran kişilerden biridir o sonra Ankara’da vefat etmiş. İsmail Akdağ diye birini tanıdım tabi ki başkalarını da tanıdım.
Eserinizi, Anadolu Aleviliğini hatırlıyorum. Aleviliğin Anadolu’ya özgü bir yapı olduğundan bahsediyordu. 23 yıl oldu okuyalı, güzel şeyler anlatmıştınız. Eserinizden bahsedebilir misiniz?
4 kitabı öğrendim. Ben Osmanlı’yı Selçuklu’yu biliyordum. Batı dinleri Anadolu’dan geliyor. Aleviliği ve Bektaşiliği nasıl anlatırsın, diye sorulduğu zaman; Allah ile kul arasında bağlantı var. Aleviler o konularda daha serbestler, bakış açıları Sünnilerden daha farklı. Beş vakit namaz; sabah erken güneş doğmadan başlayacaksın, beş defa namaz kılacaksın, öğleden sonra akşam gece karanlıkta tekrar kılacaksın. Aleviler böyle bir şey düşünmüyor onlarda bunlar yoktur. Tevrat’ta beş defa namaz yoktur.
Alevilikle ilgili başka bir çalışmanız var mı, başka kitaplarınız var mı?
Cem üzerine bir kitap yazdım. Hanfret Backhausen diye bir adamla cem üzerine bir kitabı beraber yazmıştık.
Cem nedir?
Cem Alevilerin yaptıkları, inandıkları ritüel. Cem Alevi ibadetidir. Kadın erkek yan yana; iç içedir. Kadınların başörtüsü yoktur.
Kökü nereden geliyor. Kırklar cemi var mı, size göre?
Bu cemde Selman’ı Farisi de vardı. Benim düşünceme göre ise cem asıl; Hacı Bektaş ve Kadıncık Ana’dan geliyor.
Yunus Emre bize ne diyor?
Yunus Emre çok değerli bir Hümanist. Onun görüşüne göre dört kitap bir kitaptır. Ben de onun üzerine çalışıyorum. Bir derleme yapıyorum.
Hacı Bektaş?
Süper bir Hümanist.
Aleviler ve kadınlar; Hatice Ana, Fatma Ana, Kadıncık Ana, Fatma Nuriye var...
Kadıncık olmasaydı Alevilik olmazdı. Kadıncık Ana’yı Aleviler unuttu. Kadıncık Ana, Hacı Bektaş’ın ölümünden sonra Aleviliği o yönlendirdi. En azından 50 sene Bektaşiliği yürüttü. Bir tane esas Bektaş var, bir de ikinci Bektaş var. Birinci Bektaş öldü 50 sene kadın yönlendirdi sonra ikinci Bektaş tekrar doğdu. Reenkarnasyon oldu. İkinci Bektaş Mongol (Moğol) kökenli bir Erzincanlı. Mongollor geldiklerinde Erzincan’ı kuşatmışlar. Kadıncık Ana o Mongolistanları Aleviliği öğretti ama sonradan unutuldu. Velâyetname’de Hacı Bektaş'la ile ilgili iki şey var. Velâyetname'de diyor ki; birinci Bektaş ikinci Bektaşı yarattı ama gerçekte böyle değil. Gerçekte ikinci Bektaşı yaratan Kadıncık Ana'dır.
İkinci Hacı Bektaş dediğinizin başka ismi olabilir mi, Abdal Musa gibi?
Hayır Ayhan Bey, öyle değil. Bence iki Hacı Bektaş var. Birinci Hacı Bektaş öldükten sonra ikinci Hacı Bektaş aynı işleri devam ettiriyor. Onun en büyük yardımcısı Kadıncık Ana oluyor. İkinci Hacı Bektaş Erzincanlı’dır. Mongollor (Moğallara) benziyor. Kadıncık Ana Hacı Bektaş’ı Hacı Bektaş ediyor. Bu benim görüşüm. Bu konuda hayli çalıştım, çalışıyorum. Çok yazı yazdım.
Şimdi neler yazıyorsunuz, neler okuyorsunuz, nasıl geçiyor günleriniz?
Şimdi sıkıntıdan roman okuyorum. (Yazar oldukça hasta, ayakları şişmiş yürüyemiyor, bakım hanede) Suriye hakkında bir kitap yazıyorum; Alman savcısı var Osmanlı Tarihini çok iyi biliyor. Arap Alevileri, Suriye’yi kitaba dönüştürüyor. Dört kere Suriye’ye gittim.
Suriye Aleviliğini mi yazıyorsunuz, Suriye’nin hepsini mi yazıyorsunuz?
(Kemal Gündoğan) Suriye’nin hepsini yazıyor. İlk eşi Alevi kökenli. Anton Erzincan’a geldiği zaman herhalde kadın duyuyor ki, Alman bir yazar gelmiş Aleviliği araştırıyor. Kadın buna bir aracı göndermiş konuşmak istiyorum, diye. Sonra tanışmışlar. Demiş ki; evlenmek istiyorum ama ilk evliliğimden bir de çocuğum var, Anton Almanya’ya geliyor düşünüyor, Türkiye’de de yaşarım güzel bir bayan, diyor. Türkiye’de evleniyorlar, bu sefer kadın Almanya’ya gidelim orada çalışma şartları daha iyi, diyor. Erzincan’da da butik çalıştırıyormuş benim butiğim demiş, aslında onun değilmiş. Almanya’da bu evlilik fazla sürmüyor. Kadının bir sahtekâr olduğu anlaşılıyor. Kadın sonra boşanmak için müracaat etmiş, yalan söylüyor, sonra kadını çocuğuyla birlikte Türkiye’ye sürmüşler. Ama Ayhancığım çok ilginç bir olay oldu. Bu kadın şimdi Belçika’da. Almanya’ya giremiyor, yasaklı. Kadın bir yolunu bulmuş yine Avrupa’ya gelmeyi başarmış! Şaşırtıcı ve gülünecek bir şey. Neyse…
Siz yeniden evlendiniz mi?
Benim bir evlilikten canım yandı daha evlenmem.
Hem Alevi köylerini, hem Sünni Köylerini bir de karışık köyleri tanıdım. Bir köyde Nakşibendîler vardı. Alevi köyüne gittim tamamen değişik.
Suriye’yi takip ediyor musunuz?
Olaylar oluyor.
Şiiler var, Aleviler var, Nusayriler var, Türkmenler var, Halep Türkmenleri var, Kürt Aleviler var, Afrin Muhabbetli beldesinde tamamen Kürt Aleviler. Ben gidip gördüm, cem de yaptılar.
Arap Alevileri % 10, Kürt Alevileri Kamışlı da var, Dürzîler % 2, Şiiler% 1, Lübnan da daha çok Şiiler var, Türkmenler çok az.
Çok teşekkür ediyorum.
SÖYLEŞİ: AACHEN ALMANYA, 20 MART 2013
18 KASIM 2014 (DÜZELTMELER)
CELAL BEKTAŞ DEDE
(SİVAS - ZARA – ŞEREFİYE NAHİYESİ GÜLLÜALİ KÖYÜ
ŞIH ÇOBAN – 1958)
KÖLN, ALMANYA
23 Mayıs’ta kendisiyle Köln Hacı Bektaş Veli Cemevi’nde uzun uzun sohbet ettiğim Celal Bektaş Dede’nin kendi ocağıyla ilgili, çocukluk günlerinin anılarıyla dolu dünyasından bir kesit sunmak istedim.
Şöyle bir geçmişinize, çocukluğa, köy yaşamına dönersek neler söylersiniz, nerede, ne zaman doğup büyüdünüz, çocukluk hatıralarınız nelerdir?
Yaşam tabii ki o zamanın koşullarına göre güzeldi, her zaman özlemle anıyorum. Fakir çocuğuyduk, ilkokulu okurken çobanlık yapıyorduk. Çocukluk köyde geçti. Kendi malımıza, davarımıza koşuyorduk. Dede çocuğu olduğumuz için bizim durumumuz daha farklıydı. Dedeler misafir gelseydi, başka misafirler gelseydi, Hızır Günlerinde, ceme katıldığımızda oradaki güzelliği görüp, Ya Hüseyin deyip gözyaşını döken büyükleri gördüğümüzde çok etkilenidiğimizi hatırlıyorum. Tabii o zaman cemevinde çıktığımız zaman güzelliğin tüm çevrede olduğunu, insanlarda olduğunu ve her tarafa nur yağdığını hissediyorduk. Verilen lokmaları, Hakk lokması olarak görüp bir tanesini yere düşürmeyip te kutsallığını kabul edip özen gösterip onu yerdik. O zaman ki Alevi kitlesinin görünümü buydu, inanç vardı, itikat vardı.
Bir dedegan çocuğun kapıdan geçerken zorla ellerimize gelmeleri, bir külehteki eğer açılmamışsa ağa dede çocuğunun elinin vurulmasının istenmesi, ilk kaşığı o dede çocuğuna verilmesi, oradaki un ambarı açılmamışsa, o dede çocuğu elini sokup ilk kez o ambardaki undan almasını istemelerini hiç unutamıyorum. Bunun tam nedeneni bilmesem de bize gösterilen büyük ilgi, sevgi, bizleri bağırlarına basmaları, bize küçük bir hediye de vermeleri elli kuruş, bir lira, bir yumurta bizi hem şaşırtır, hem de çok sevirdiririrdi. Zamanla bundaki manevi anlamı çok daha iyi anlayıp, bunun çok derin bir şey olduğunu hissettim. Ben her zaman o hislerle dolu bir şekilde yaşadım, yaşıyorum da. Yani o çocukluk günlerinin ilk sevgisi, hiç bir zaman benden uzak olmadı. O günleri her zaman özlemle anıyorum. Kışın bilhassa Perşembe günleri, akşamları herkes kendi gücüne bir tas çökelekle, bir kömbeyle ocağımıza gelmeleri... Misafirlerin bize gelmeleri, bizden şifa bulmak için gelenlerin sevinçlerini hiç unutmuyorum.
Bizde piri olmayanı hor görürlerdi, muhakkak ki birinden el etek tutman gerekir, denirdi.
Seyyid Hamza’nın bizim köye atıyla gelmesinde, taliplerine gelmesinden dolayı, köyün yerleşimi hoşuna gidip, atını satıp arazı alması, sonra taliplere gitmememis, benim dedemin genç yaşta bir kerameti loğ (luğ) taşıyla bir hikmet götermeleri sonucunda sevgi pınarları çoğalmış. Hakk’a genç yürüyen dedemdem sonra babam ve amcam küçükken yetim kalıyorlar. Biz on beş yaşında bu güzellikleri arkamızda bırakıp Avrupa’ya gittik. Avrupa’ya gittiğimizde Köln’e yerleştik.
Köylümüz, komşumuz, Ali Koçyiğit aile dostumuz beni götürdü. Ekonomik durumu bundan iyiydi. 5 Ekim 1972’de, on beş yaşındayken oraya gittik, Köln yakınlarında bir köyde yerleştik. O zaman köyde Avrupa’ya yerleşen Alevi inancına bağlı olan Alevi toplumun Alevi sorununun varlığının farkına varmadan, sadece iş derdinden başka bir şey düşünmeden sorunların çocuklar arasında yaşamayacağını farz edip yaşadılar. Rahmetli İsmail Abim, Hamza Abim ise Belçika’ya yerleşmişlerdi.
1985’de Şinasi Koç Dede’nin Avrupa’ya gitmesinde, Niyazi Bozdoğan Dede başta olmak üzere, bunları dara kaldırmaları, sizin çocuklarınız Alevi kurallarınca yaşamıyorlar, Alevi Yolu yürümüyor deyip, Almanya’da bir Alevi dergahı (derneği) kurulması yönünde onlara telkinde bulunuyor. Bunun gibi öneriler, zorlamalar sonuç veriyor.
Köln’de yıllardan beri bir Hacı Bektaş Kültür Derneği’nin varlığını duyarız. Orada Cem Dergisi’nin okurlarıyla buluşması için emek verildiğini de çok iyi biliyorum, her zaman sizlerin ismini duyarız.
1985’deki Niyazi Bozdoğan Dede ve arkadaşları Köln ve Çevresi Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği’ni kuruyorlar. Bunu beş sene kendi evini adres gösterip, yaşatmışlar. Burdaki çalışmaları Leyla Ana’yı da analım ki, onun da üstün hizmetleri ve gayretleri sonucunda bu işler hep evinde yürüdü. Ben de abimin, git Niyazi Bozdoğan Dede’nin derneğine git, kayıt ol, deyince, 1991’nde resmen bu derneğe üye oldum.
18 Mart1993’de dernek başkanı olarak seçildim.
1993’de 2 Temmuz Sivas Olayları’nda Federasyonun Genel Sekreteri Ahmet Aydemir bizleri olağanüstü bir toplantıya çağırdı. O toplantıya çağırdığından federasyon üye dernekleri yüzde yüzü bir kaç üyeyle hazır bulundular, salon tıka basa doluydu. Bizler orada dedik ki, daha bizi ne kadar yakacaklar ki biz birleşelim. Turgut Ökerler, Necdet Saraç ve diğerleri de bir ağızdan biz de birlikten yanayız, dediler. Ayrıca üç ay sonra yapılacak genel kurulda bizlere de seçme ve seçilme hakkı verilirse onlarla bir araya gelebileceğimizi söyledik. Derneklerin tümünün orada bulunmalarını, herkesin oylamaya katılmasını şart koştuk. Sizin amacınınız eğer Alevilik’se, Alevilik konusunda çalışmaksa buyrun sizinle çalışılım, dedik. Yani seçme ve seçilme hakkı bakımından eşitlik olsun istedik.
31 Ekim 1993’de Frankfurt Üniversitesi’nde, İzzettin Doğan’ın da olduğu bir genel kurulda, seçim oldu ve Derviş Tur’un da onların tanıtımını yapmasının da katkısıyla; Köln Alevi Kültür Merkezi’ne üye olan başta başkan Ali Rıza Gülçiçek, Necdet Saraç ve Gülizar Cengiz, Hamburg Alevi Kültür Merkezi’nden Turgut Öker ve ekibi seçilip yönetime geldiler.
Gelmelerinde başta bir böl yönet siyasetine girdiler, ya kendi doğrultularında bir yönetim belirlediler ya da mevcut yönetimi şekillendirerek böylece yükseldiler ve federasyonun başına böylelikle geçtiler.
Kendi kafalarında olmayan, kendilerine rızalık vermeyen, kendi kurallarıyla orada bulunmak isteyen bazı dernekleri federasyondan ihraç ettiler.
1995 yılında yapılan genel kurulumuzda beni dörtte üçlük bir çoğunlukla başkanlığa getirmişlerdi. Aynı yıl bizim derneğimizin içine karıştılar. Yirmi kadar kişiyi bizden kopardılar, bizi zayıflatmak istediler başaramayınca başka oyunlar denediler.
Bunlar da tuttular, yönetimi kendi doğrultusunda şekillendirmeyince aynı yıl, 1995’de İzzettin Hocamızı konuşmacı olarak götürdüğümüz için İzzettin Doğan düşkündür, sizler de düşkünsünüz deyip, Köln Hacı Bektaş Veli Derneği’ni Federasyon’dan ihraç ettiler.
İzzettin Doğan ve Cem Vakfı’nı benimsiyorduk bu konuda her zaman bizim dernek açık olmuştur. Alevi inancı çerçevesinde bazı çalışmaları yaptık, paneller yaptık, kurslar verdik.
2001’e kadar ben yönetimde kaldım. Yönetimden ayrıldım. Yeniden yapılan bir seçimle 26 Ocak 2013 elimizden geldiği kadar Aleviliği kendi özüyle yaşaması için yaşaması için çaba yapmaya devam ediyoruz.
Alevilerin yurtdışındaki karşılaştıkları en önemli sorunlar nelerdi, siz neler gözlemlediniz?
Alevi toplumunun sorununlarından en büyük sorunun Alevilik sorunu olduğunu görmekteteyim. Çünkü Alevilerin inanç önderleri olan dedeler hiçbir devlet tarafından kendilerine dedeliklerinden dolayı bir kolaylaştırma getirilmediği için ne yapabililerdi. Dedeler, kendi çocuğuna ayırmaları gereken zamanları bile kendilerine ait olan zamanları bile evlatları olarak biltikleri taliplerine ayırdılar. Bu da yeterli yeterli olmadı.
Mesala uyum sorunları, dil, kültür çatışmaları, gençler...
Eskiden yaşlı olmalarına rağmen her kapıya gittiğin zaman iş bulmak kolaydı. Şimdi maalesef meslek yaptığı halde iş bulma sorunları var. İş sorunu aşmadıkları gibi, kültür sorunlarını da beraberinde yaşayırlar. Bir Avrupa’da dünyanın her inanç ve kültür insanların burdaki Alevi toplumundan yeterli bilgileri almadıkları için diğer kültürler ve inançlar karşısında bocalamaktadır. Gençlerimiz sıkıntı içindedir.
Uzun yıllardan beri Köln Hacı Bektaş Derneği’nden cemler yapılıyor. Dedeler kurulu olarak başta cenaze hizmetleri, her cumalık cemlerimizi yapmaktayız. Mesala hafta içerisindeki Alevilik içerisine dersler, On İki Hizmet kursları, semah kursları vermektediyz. Dedelik yetiştirme, cem yapmayan dedelere de cem yapma yeteneği yapmaya öğretiyoruz. Oradaki sorunları gidermek için çaba harcıyoruz.
Yönetimiziniz de kimler var?
Yönetim kurulu başkanı; Yüksel Söylemez, 2. Başkan Erdal Gedikoğlu, Haydar Polat, Gülhan Dursun, Kamil Kaplan yedinci kişi olarak dedeler kurulu başkanıdır. Bu değişmez şu anda da ben bu görevi yerine getiriyorum.
Şıh Çoban Ocağı hakkında neler söylersiniz?
Secerede yazılan, Anadolu’ya Şıh Çoban Şah Haydar Sultan olarak geldiğinde deyimlere göre Sarı Saltuk, Kızıldeli’yle müsahip olmuş.
Sarı Sartuk Balkanları irşat ettiği vakit, Şıh Çoban bir koyun peşine düşüp Doğu Anadolu’ya, Tunceli’ye, Güneydoğu’ya Mazgirt ilçesine kadar gidip orada kaybettiği koyunu bulup sütünü içip, bugün Kırklar, denilen yere yani Şıh Çoban türbesinin bulunduğu yere geliyor. Koyunun peşine düşmesinden dolayı ismi Şıh Çoban olarak anılıyor. Kırklara geldiği anda koyunun ne ileri, ne geri gelmemesi nedeniyle, Şıh Çoban’ın koyuna elindeki asayla dokunması sonucu koyunun yerinde kıpırdanmasından, hidetlenip yere vurunca asayı onun yeşerdiğini görmesinden burdaki Hakk’a göçeceğini görmesi, orada da Hakk’a yürümesi sonucu anılan Şıh Çoban orada vefat ediyor ve oraya defnediliyor.
Orada bulunan Şıh Çoban evlatları, 1134’de Anadolu’ya geldiği soysecesinde yazılmaktadır.
Mazgirt’deki Şıh Çoban Evlatları bazı evlatları Erzincan Tercan Elmalı Köyü’ne yerleşmeleri olmuştur. Burdaki talipleri Tunceli, Erzincan, Sivas, Çorum yörelerinde Gavli (Kavli, (Gevi)) Aşireti, Pendik gibi aşiretlerin taliplerimiz olduğu, bilhassa Gavli Aşireti’nin Çorum’dakilerin dedelerin senede bir kez oraya gidip cem yapmaları yeterli görmeyince bazı insanları elçi olarak bizlere gönderip en azından bir kişinin kendilerine gönderilmesini yani onlara yakın oturmasını istemeleri sonucunda; bugün Çorum’da Alaca’da Nesimikeşliği diye adlandırılan Nesimi Dede’nin oraya gitmesi, ev yapmaları, mekan vermeleri sonucu orada yerleşmişlerdir. Dolayısıyla kendi pirlerini kendilerine yakın götürmüşler bu yol orada sürmüş. Nesimikişliği’nde Nesimi Dede’nin bir kardeşi Alaca’ya bağlı Mollahasan Köyü’ne yerleşmiştir.
Bizler de; Seyyid Hasanoğlu, Seyid Hamza gençken bizim ata binip Sivas’a bağlı Zara Şerefiye Nahiyesi Güllüali Köyü’ne yerleşmişlerdir. Bugünden geriye gidersen; 160 seneye kadar gidir. Tercan Elmalı doğumlu olan Seyyid Razı, oğlu Seyid Hasan, oğlu Seyyid Hamza (babamın dedesi), Seyyid İsmail, oğlu Seyyid Aziz (babam), babamın abisi Seyyid Hubyar tüm bunlar Güllüali Köyü’nden. Ben Seyyid Aziz’in en küçüğüyüm: diğerleri. İsmail, Rıza, Hamza, Hüseyin kardeşlerim. Seyyid Hubyar yani amcamın tek oğlu Seyyid Dursun’dur.
Amcazadelerimizin birisi de İmranlı Yazı köyü’ne gitmiş yerleşmişlerdir.
Şıh Çoban’ın Sivas merkezinde, Kale’nin altında da bir Türbesi vardır.
Erzurum Horasan’ın Deliler Köyü’nde de Şıh Çoban Türbesi vardır.
Pirimiz Ağucanlar, Rehber’imiz Şıh Çobanlılardır.
Derviş Gever (Gevr) Ocağı, Şeyh Berhi Berhican Ocağı dedeleri de Şıh Çoban Ocağı’na kelle kesmişlerdir, bizlere bağlıdırlar.
Alevilik denilince neler söylesiniz?
Alevilik İslam’ın gülen yüzüdür. Alevilik İslam’ın güzel ahlakıdır, Hakk Muhammad Ali yoludur. Alevilik önemlisi eline-beline-diline sahip olmanın yoludur.
Dedeler kimlerdir, gerçek bir dedenin özellikleri nelerdir?
Dedeler Hz. Muhammed ve Fatma Anamız ve Ali’den onların soyundan gelen Seyyid-i Saadet, Evlad-ı Resul olan genellikle de İmam Musay-ı Kazım soyuna dayanan onların evlatlarına denir.
Dedede olan özellikler: eline diline beline sahip olmazsa, Hakk Muhammed Ali yoluna turab olması, kendisinin benliğini içinden atıp, pir huzurunda, özünden kendini ve Hakk’a teslim etmesi gerektiğini, nefsine ağır geleni bir başkasına yapmamasını, Alevilikle ilgili özelliklerin kendinde toplanması gerekir. Kul Hakk’ı yememesi gerekir, nefsine sahip olması gerekir. Yuyucu pak olmazsa pak olunmaz. İçindeki kini kibiri, her şeyi atıp temiz bir özle Hakk’a yaklaşmalı. Talipten de bunu bekleyebilir. İlk önce dede bunu yapacak ki, talibi de aynı yola getirebilsin. Aleviliğin dini İslam, kitabı Kuran’an. Ali bendesi olması gerekir.
Başta Alevi dedelerin, din önderlerinin üstündeki vasıfların neler olması gerektiğini, her attıkları adımdan sorumlu olmaları gerektiğini, dürüstlüğün başta olması gerektiğini düşünüyorum. Bununla bir dede de özellikle hiç kimsede dargın ve küskün olmaması gerektiğini, müsahiplik, görgü kavlinin gerektiğini düşüüyorum. Hz. Hüseyin, Hz. Hacı Bektaş Veli postuna oturmak bununla mümkündür. Ceminin, cematinin bilinçli dedelerin yetiştirilmesi gerektiğine inanıyorum.