IRAK’TA KERBELA GEZİSİ
IRAK’TA KERBELA GEZİSİ
(1-5 HAZİRAN 2014)
Ayhan Aydın
Kerbela'da uçan dertli turnalar
Bakın Hüseyin'e yarelendi mi?
Zalim Yezidlerin kanlı eliyle
Mübarek bedeni parelendi mi?
Hüseyin'e değdikçe hançerler oklar
Arşa direk oldu ahu firkatlar
Perişan oldu mu Masum-u Paklar
Evlad-ı Aliler zarelendi mi?
Derviş Kemal der ki unutma dünü
Canlar Kerbela'ya çevirmiş yönü
Muharrem ayında aşure günü
Muhammed ümmeti karelendi mi?
(Günümüz Alevi-Bektaşi Halk ozanlarından Kemal Özcan (Derviş Kemal))
İmam Hüseyin Efendimizin doğum yıldönümü münasebetiyle bu yıl 10. Kez uluslararası boyutta düzenlenen ve merkezleri Kerbela’da bulunan, çok önemli dini - sosyal kurumlar olan İmam Hüseyin Türbe Müdürlüğü ve Hz. Abbas Türbe Müdürlüklerinin birlikte hazırladıkları; “İmam Hüseyin’in Doğumu ve Şehitleri Anma Programı” 2-4 Haziran tarihleri arasında Kerbela‘da yapıldı.
3 Haziran’da Hz. İmam Hüseyin’in, 4 Haziran’da da Hz. Celal Abbas’ın doğum günleri nedeniyle; 49 ülkeden bine yakın davetlinin katıldığı devasa organizasyonla Ehlibeyt temsilcileri ve sevdalıları buluştu.
Üç gün boyunca aynı alanda olan İmam Hüseyin ve Celal Abbas Türbeleri’nin de içinde bulunduğu büyük külliye içinde İmam Hüseyin, İslam, Kuran, Hoşgörü, Terbiye, Çocukların Yetiştirilmesi gibi birçok konunun işlendiği söyleşiler yapıldı. Tüm Konuşmalara Kuran’ı Kerim okunarak başlandı. Zaman zaman çocukların hazırladıkları ve sundukları; Irak’ın parçalanması, İslam adına yaşananların anlatıldığı dramlar gösterildi.
Tüm etkinlik Kerbela’dan yayın yapan bir televizyon tarafından da canlı yayınlandı. Bu büyük organizasyonla, bir nevi kurultayla, dünyanın dört bir yanında bulunan Ehliyet’in temsilcileri, ona can ve Gönül verenler bir araya geldiler, bir büyük buluşma yaşamış oldular. Katılımcılardan önemli bir kesim iyi bir hizmet örneği veren Medal East Hotel’de ağırlandılar.
Türkiye’den de; Bağımsız Türkiye Partisi Başkanı Sayın Prof. Dr. Haydar Baş’ın çalışma arkadaşlarından Başkan Yardımcısı Selim Katıl, Başkan Yardımcısı, Meltem Medya Grup Başkanı Yazar ve Emin Koç, Başkan Yardımcısı Op. Dr. Ahmet Hamdi Kepekçi, Ahmet Turan Yiğit, Hacı Ali (Ömer) Nezir, İsmail Baki; Caferi ileri temsilen Hamit Turan; Zuhur Televizyonundan gazeteci Eray Hazar gibi isimlerin bulunduğu ekibin dışında tüm dünyadan bu arada; Gürcistan, Azerbaycan ve Balkanlar’dan, Batı Avrupa’dan, Uzak Doğu’dan gelen Ehlibeyt sevdalıları buluştu.
Ben ise; Gürcistan Tiflis’ten toplantıya katılan Iasın (Yasin) Aliev; Azerbaycan’dan Milletvekili ve Televizyoncu Etibar Hüseyinov, Gazeteci Yazar ve Demokratik Jornalist Cemiyeti Başkanı Yadigar Mehmetli; Zuhur Tv.’den genç gazeteci Atıf Ismayıl ile sohbet ettim. Bu arada yine Türkiye’den etkinliğe katılan Burcu Kurt’la tanışma fırsatı yakaladım. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Kurt’un özellikle Irak’ın sosyal yapısıyla ilgili çalışmalar yaptığını öğrendim. Hamit Turan Hoca ise 8 Haziran’da Türkiye’de Marmara Ereğlisi Yeniçiftlikte Hz. Abbas Camii’nin açılışlarını yapacaklarını söyledi.
2 Haziran, Pazartesi
Kurban olam kalem olan koluna
Su yolunda şehit olan Abbasım
Mertçe gittin Şah Hüseyin yoluna
Su yolunda şehit olan Abbasım
İki kolun kesilip te düşdün mü
Ehlibeyt’in ciğerleri pişti mi
Zeynep Ana yaraların deşti mi
Su yolunda şehit olan Abbasım
Masumların bağrı susuz yandı mı
Fırat Nehri ahınla boyandı mı
Kafir Yezit kanın içip kandı mı
Su yolunda şehit olan Abbasım
Sancağını Kerbela’da koydun mu
Ehlibeyt’in katarına uydun mu
Şah Hüseyin’in nidasını duydun mu
Su yolunda şehit olan Abbasım
Rıza der ki yaralarım kanıyor
Dilim dilhun olmuş seni anıyor
Aşkın ateşiyle sinem yanıyor
Su yolunda şehit olan Abbasım
(Aşık Ali Metin Dede)
THY’larının, gece yarısı saat: 03.30’da bindiğimiz uçağıyla, üç saat süren yolculuktan sonra saat: 06.30’da Irak’a yani bambaşka bir diyara geliyorum. Bizi, organizasyonu büyük başarıyla yapan kurumun temsilcileri 8 kişilik 8 jiple alıp hiç durmadan otelimize götürmek için hareket ediyorlar. Necef’i (Hajaf) pek göremeden, en az on kez arama noktalarının bulunduğu silahlar altındaki sınır karakollarından bunaltıcı bir sıcak, arabalardaki öldürücü klima soğuyla yoğrula yoğrula Kerbela’ya (Karbala) doğru yol alıyoruz. Biz eğer bu toplantıya resmi davetli olmayıp, davet eden kurum çok önemli bir kurum olmasıydı vay başımıza geleceklere! Burada şimdi seyahat bir büyük zulümdür.
Yaklaşık bir buçuk saatlik tüm yol boyunca düzenli bir yerleşim yeri yok, ekili dikili bir alan yok, inek, öküz, koyun yok, yeşil bir alan yok... Her taraf çöp yığınlarıyla dolu...
Küçük bir kent olduğu anlaşılan Kerbela’ya gelir gelmez otelimize yerleşiyoruz. Ben hiç beklemeden Pirler piri, ulular ulusu, şehitler serdarı İmam Hüseyin Efendimize ve diğer Kerbela şehitlerine koşuyorum. Ziyarette ilk önce Hz. Celal Abbas Efendimize yüz sürüyorum.
İçimdeki duygular, yıllar yılı birikmiş hüzünler, isyanlar ortaya çıkıyor, yüreğim coşuyor, çoşuyor... Kim durdurabilir beni...
Daha onları uzaktan görünce seller boşalıyor gözlerimden. “İki kolları kalem olan Abbas’ım”... “Kerbala’da İmam Hüseyin”... Âşık Ali Metin sanki şu anda sazını çalıyor, tüm Kerbela, Irak, Ortadoğu bunu dinliyor gibi geliyor bana...
O içimde çaldıkça ağlıyorum, ağladıkça söylüyorum, eşiğine yüzler sürüyorum...
Sırf ben mi yüz binler gelmiş dünyanın dört biryanından; uzunu kısası, zayıfı şişmanı, modern giyineni, çoluğu çocuğu, sakallısı, bıyıklısı, genci, uzun entarilisi, kızıl saçlısı, tekerlek sandalyelisi, inciklisi boncuklusu, rengârenk giyineni, kadını, kızanı, Afrikalısı, Japonu, Azerisi, Ürdünlüsü, Kudüslüsü, dertlisi, tasalısı, gamlısı, sakatı, gürbüzü, koca mavi gözlü erkek çocukları, ergen kızları... Tavah ediyorlar...
Burası dünyanın bir insanlar mozaiği, bir insanlar geçidi...
Ama istisnasız tümünün yüzünde aynı duygu var... Yeryüzünde insanları bu kadar birleştiren bir duygu var mıdır? İmam Hüseyin Efendimize ve Celal Abbas’a Kerbela şehitlerine dökülen göz yazları, edilen dualar, açılan eller, kılınan namazlar, okunan Kuranlar...
Ben de yeni yazdığım şiiri okuyorum...
Aşkın badesini sun bana bana
Gözümden akıttım kanlı yaş sana
Canımı versem de az gelir valla
Medet Mürvetinle İmam Hüseyin
Cellâtlar vursunlar başıma balta
Kanım aksın Kerbela’da dört yana
Yalvarsam yakarsam az gelir sana
Medet Mürvetinle İmam Hüseyin
Canımı alsınlar etsinler kurban
Derimi yüzsünler versinler ferman
Sürsünler bu canı çeksinler kervan
Medet Mürvetinle İmam Hüseyin
Fazlım lime lime eylesinler bu teni
Versinler bana böyle tasa bu gamı
Fatma Anamın feryadını ahını
Medet Mürvetinle İmam Hüseyin
(Ayhan Aydın, 2 Haziran 2014)
Türbenin içinde pervaz vurup uçan kuşlar...
Türbelerin kubbeleri altın...
İçi gümüş, alyans, seramik, çini...
Buraya gelenlerin gönüllerindeki yücelikleri tüm güzelliklerine rağmen yansıtabilir, onlara verilen değeri simgeleyebiliyor mu buradaki güzellikler?
Yüz bin kişi gelmiş niyaz ediyor...
Yüz bin kişi gelmiş dilek diliyor...
Yüz bin kişi gelmiş önünde eğiliyor...
Onlar insanlığın efendileri olup ta bu fakir, fakirlerden fakir; dünyada inançlarından başka hiç bir şeyleri olmayan Ortadoğu’nun ezilmiş mazlum halkları mı onların önünde niyaz bent durmayacaklar?
Ağla Ayhan ağla... Coşa coşa ağla... Sular seller gibi ağla...
Yüreğinin tüm yağını erit te ağla...
Dünyadaki zulme, savaşlara, aç kalmış çocuklara ağla...
Anasından babasından koparılmış körpecik yavrulara ağla...
Zevkü sefası için, biraz daha lüks yaşamak için tüm dünyayı talan eden, insanlığı ayaklar altına alanları düşündükçe ağla...
İnsanın insana, ülkelerin birbirlerine yaptıkları haksızları düşün de ağla... Türkiye’de rahatları kendilerine batanlar adına ağla...
Kimliğinden habersiz beyinsizler adına ağla...
Aleviliği yok etmek isteyenlere karşın koyun beyinli olarak türkü çağırıp boş boş gezenler adına ağla...
Vermiş Allah bir kazan keşkek, bir davul bir zurna... Oynadıkça haykıranlar, değerlerini kendisi yok eden, kimliksizleşmeye, kendi kendine yaptığı asimilasyonla yok olma sürecine doğru koşan Aleviler adına ağla...
Yozlaşmış, bozulmuş, köklerini yitirmiş, cemini, semahını, sazını folklora çeviren, Alevililiğin içini boşaltmaya çalışan, hainlerin, işbirlikçilerin, çıkarcıların oyunlarını düşündükçe, buna kanıp kimi Alevileri kullanıp kendi çıkarları için siyasi bezirgânlık yapan satılmış, sahte, çıkarcı, hırsız dernek ve vakıf başkanlarının, sahte dedelerin, anaların, şeyhlerin, sözde yazarların ardından koyun sürüsü gibi gidenler için ağla...
Aleviliği götürüp eski çağlardaki paganist dinlerin devamı olan ve kutsal değerleri olmayan, Kuran’sız, Peygambersiz, Ehlibeytsiz, İmam Ali’siz, ibadetsiz; putperestlikler karması, günümüzde onların yoğrulmuş yeni bir dini olarak yazan onursuz yazarlar ve bu yazarların kitabını bilinçli bir şekilde cemevlerinde satanlar, buna hiç düşünmeden alıp okuyan ve ısrarla bunları savunanlar adına ağla...
Dernek ve vakıfları babalarının çiftliğine çevirip buraları soyanlar, siyasi bazı basit hesaplarla Aleviliği, Alevileri kullananlar tarafından aldatılan saf Aleviler adına ağla...
Eğitilmeyen, yetiştirilmeyen Alevi gençler adına ağla...
Dertlendikçe ağla, inliye inliye ağla..
Çözüm ağlamakta değildir, diyenlere karşın ağla...
İşkence çekenler için ağla...
İmam Hüseyin’in boyasına boyanmış Horasan’ın Yiğidi Eba Müslim Tebardar için ağla, Hallac- Mansur için ağla, derisi yüzülen Seyyid Nesimi için ağla, Şeyh Bedreddin İçin ağla, Pir Sultan Abdal adına ağla...
Maraş için ağla, Çorum için ağla, Sivas için ağla...
Birileri çok duygusal olmamak lazım, akıl mantık daha önemli dese de ağla...
Derdine dert katanlar için ağla...
Ağla ağla.. İçin için ağla, hıçkıra hıçkıra ağla...
İlle de en başta tüm bunların başı; Kerbela’da tüm varlığını insanlığa adıyan İmam Hüseyin Efenmiz, Celal Abbas, Ehlibeyt evlatları için ağla... Çoluk Çocuk kesilenler, susuz bırakılanlar adına ağla.. Bıkıp usanmadan, doya doya ağla...
Tarihinden, inancından, kültüründen habersizler için ağla...
Ağla Ayhan ağla... Dök sineni ağla... Gönlünce ağla...
Ortalık cennet aydınlığında, işte sen, işte o ulular, o ulu pirler...
Evet sevgili okurlarım; aynı bu şekilde ağladıktan, yakardıktan, dualarımı ettikten sonra; yıkanıp arınmış, ak pak duygularla Celal Abbas ve İmam Hüseyin Efendimizin türbelerini bu arada İmam Hüseyin’in hemen ayak dibindeki Şehit Kasım’ı tekrar tekrar ziyaret ediyorum...
Ben ağladıkça kara bulutlar üzerimden kalkıyor...
İçim ap aydınlık oluyor...
Tüm Kerbela şehitlerini kendimde, özümde hissediyorum...
Onlara manen sarıldıkça sarılıyorum... Hasret gideriyorum...
Bu büyük aşkı yaşamak bugüne kısmetmiş diyorum. Allah buna vesile olanlardan razı olsun, diyorum.
Sonra tekrar Otelimize dönüyoruz. Yemeklerimizi yedikten sonra yine tekrar türbelerinde içinde bulunduğu büyük külliyeye dönüp etkinliğe katılıyoruz. Onlarca televizyon kanalının çekim yaptığı organizasyonda her kıtayı temsilen konuşmalar yapılıyor. Sonrasında bizler ziyaretlerimizi tekrar yaptıktan sonra otele dönüyoruz.
3 Haziran Salı
Necef , Hz. Ali Türbesi
İstemem âlemde gayrı meyvayı
Tadına doyulmaz balımdır Ali
İstemem eşyayı verseler dahi
Kokmazam sünbülüm gülümdür Ali
Ali'mdir kadehim Ali'mdir şişe
Ali'm sahralarda morlu menekşe
Ali'm dolu yedi iklim dört köşe
Ali'm saki Kevser dolumdur Ali
Ali vahid şah-ı Resul kibriya
İmam Hasan Hüseyn Şah-ı Kerbela
İmam Zeynel-Aba ol sahib-liva
Büküldü kametim dalımdır Ali
Muhamrned Bakır'dır tendeki canım
Ca'ferüs -Sadık'tır dinim imanım
Musa-i Kazım'dır derde dermanım
Varlığım kalmadı malımdır Ali
Aliyyür -Rıza'dır Şah-ı Horasan
Taki ile Naki gösterdi burhan
Hasanül-Askeri mah-ı dırahşan
Yokladım talihim falımdır Ali
Muhamrned Mehdi'dir sahibüz-zaman
Oniki İmam'a kul oldum heman
Ma'sum-ı pakandır envar -ı cihan
Esrar-ı Huda'ya alemdir Ali
Virani'yem düştüm şimdi derdine
Vücudum gark oldu çile bendine
Gönül sormaz oldu kendi kendine
Söyler dehanımda dilimdir Ali
Bugün bize gezi boyunca da rehberlik yapan, organizasyonda Türkiye’den gelenler için yoğun çaba gösteren Mısır El Ezher Üniversitesi’nde de okuyan Hacı Ali (Ömer) Nezir’in de girişimiyle Kerbela’nın güneyindeki Necef’e gidiyoruz. İmamların başı, Evliyalar Şahı, Hz. Ali Efendimizin türbesini ziyaret ediyoruz. Saatler boyunca ibadetle, duayla günümüzü geçiriyoruz. Gelenek üzerine ben bir köşede yatıyorum. Rüyama çok sevdiğim köylüm fotoğrafçı ve ressam Cevat Günel ve Amcam Muharrem Aydın giriyor... Ne mutlu onlara... İmam Ali Efendimiz için türlü duygular içindeyken onlar rüyama giriyorlar...
Yolumuzun ulusu, bir rahmet kapısı, Kâinatı var eden yüce Rabbimizin kâinatı kalbinin atışından izlediği, varlık deryası Hz. Ali Efendimizin türbesinde olmak anlardan bir an, günlerden bir gün, asırlardan bir asır...
Türbeyi ziyaretten sonra çevreyi geziyoruz. Karşıda bir mezarlık var. Oldukça bakımsız ve pislikleri içinde bir mezarlık... Ama ölüm her yerde ölüm, acı her yerde aynı acı... Arabalarla ölenler getiriliyor ama tümü bu mezarlığa defnedilmek için değil... Belki de dünyanın dört bir tarafından bazen özel yöntemlerle cenazeler buraya geliyor, sonra İmam Ali Efendimizin türbesinin çevresinde dolaştırılıyor, türbenin girişinde bir yerde namazlar kılınıyor. Sonra baktım ki gün içinde kırk elli cenaze geldi... Can aynı can, gözyaşı aynı gözyaşı... Kadınların feryatları, sevenlerinin ağlamaları değişmiyor... İster kara çarşaflı olsun, ister olmasın, ister genç olsun, ister yaşlı... Kendini yerden yere vuranlar da var...
Mezarlığa bakıyorum hiç değilse mezarlık olarak belli yerler, hatta genci yaşlı resimleri bile mezar başlarına asılmış... İrili ufaklı mezarlardan oluşan mezarlık uzanıp gidiyor. Türbenin çevresi ve mezarlık çevresi incik boncuk, oyuncak, kılık kıyafet, küçük alet edavet eşyaları satan barakalarla dolu...
Türbenin tüm çevresinde pis bir koku var... Her taraf çöp yığınları... Rezillik diz boyu... Lokantalardan daha doğrusu Restorant’lardan yemek yemek ne mümkün!..
Dünyaya nur doğan, varlık deryasının türbesi bir yanda yüz metre ilerde dünyanın her türlü kiri, pisliği...
Bunu nasıl yorumlamak lazım? Hepsi bir arada oluyor... En güzel ve en çirkin şeyler yan yana... Dünyanın şifresi de burada saklı mı desek? Yoksa “bu Araplar ne biçim mahlûklar yahu İmam Ali, İmam Hüseyin, Celal Abbas... Dünyanın efendisi bu büyük insanların türbelerinin yanında bu koku, bu pislik, bu çirkeflik... Bu nasıl bir iştir, bu nasıl kafadır” mı demek lazım? Bunlar yıkım yaşamış, savaş yaşamış, yok edilmek istenmiş bir devletin insanları mı demek lazım?
Hindistan vari görüntüler yani... Her türlü insan hali iç içe, yan yana... Bunu pek aklım almıyor... Hava çok sıcak... Koku her tarafı sarıyor... Ara ki bir ağaç gölgesi bulasın... En azından şuna isyan ediyorum... Yahu hiç bir şey yapamıyorsanız kuyu suları var. Sürekli yıkayın şurayı... En azından kokmasın... Belki de onlar alışmış böyle yaşamaya onlara bu kolu, bu pislik, bu rezillik çok doğal geliyor... Ama mutlaka bizden önce de bunu söyleyenler olmuştur, ama bu devirde bu ilkellikler... İmamlara bu yaşatılamaz... Savaş, yoksulluk bunlar bu görüntünün, bu durumun gerekçesi olamaz.
Hani derler ya; “Medeniyetsizler!” Gerçekten bu söz buralar için geçerli...
Türbeyi tekrar ziyaret edip, Külliye içindeki bir odada dinleniyorum.
Akşam geç vakit tekrar Kerbela’ya dönüyoruz.
4 Haziran Çarşamba
Kerbela’da yine türbe ziyaretlerimizi yapıyoruz. Sadece benim değil herkesin gözlerinden yaşlar akıyor...
Dualar, namazlar, Kuran okumalarıyla yol önderleri anılıyor.
Burada özellikle söylemem gerekir ki tüm samimiyetleriyle ve ruhlarıyla Selim Katıl, Ahmet Turan Yiğit, Hacı Ali (Ömer) Nezir, bir başka arkadaş bu aşkı tümüyle yaşıyorlar... Buradan gerçekten de feyizleniyoruz. Onların nurlarından almaya gayret ediyoruz. Otele dönüyoruz. Sonrasında yine Külliye içindeki bir etkinliğe daha katılıyoruz.
Bu arada Hacı Ali (Ömer) Nezir bana zaman zaman konuşulanlardan özetler sunuyor. Burada konuşmalarda ahlak üzerinde durulurken, dinde, İslam’da en önemlisinin her şeyden önce ibadet olduğunu konuşmacıların yinelediklerini söylüyor.
Bu etkinlikten sonra da çarşıyı geziyoruz. Alış – veriş yapıyoruz. Burada bu toprakları yansıtan hemen hiçbir şey yok. Her taraf kılık kıyafet, incik boncuk... Ben ise seramik atlara heves ediyorum. Onları burayla özdeş görüyorum.
Bu arada “Allı Turna’nın, özellikle inanç bazında turlar yapan bu şirketin müdürü olan Hüseyin Karakuş’un durumunu daha iyi anlıyorum. Türlü eleştiriler olsa da imkânsızlıklar içinde yapılan bu turlar hiç de kolay değil. Buralarda insanları bir arada tutup, bilgilendirerek gezdirmek bir başarı.
5 Haziran Perşembe
Ben hiç uyumuyorum. Otelin holünde sabah dört olmasını bekliyorum. Dörtte diğer canları uyandırıyorum. 04.35’de hareket ediyoruz. Saat: 08.05 uçağına biniyoruz. Saat: 11.05’de İstanbul’da oluyoruz. Ben bu geziden çok derin bir şekilde etkilendiğimi İstanbul dönüşünde çok daha iyi görüyor ve yaşıyorum.
Daha Kerbela’dayken ve İstanbul’a dönünce çok ilginçtir, mübalasız gözümün önüne gelen Celal Arslan Dedem aklıma düşüyor. Her daim sohbet ettiğim, yarenleştiğim, canım dostum, yoldaşım, sırdaşım canım dedem... Sohbetleri bal tadında, gülüşleri aydınlık, gerçekleri dile getiren, Alevilik için, Alevi sorunları için kafa yoran, Aleviliği yozlaştırmak isteyenleri eleştiren, gül yüzlü dedem aklıma düştü. Bu bir telepati gibi bir şey, içe doğum gibi bir şey oldu. Keşke keşke o da benim yanımda olaydı... Düşündükçe Celal Dede’yi bir yıl önce Hakk’a uğurladığımızı hüzünle hatırladım. Evet, bir yıl önce, 7 Haziran 2013’de yani bu zamanlarda aramızdan sonsuzluğa akıp gitmişti; sevenlerini ve beni büyük üzüntülere terk ederek. Her toplantıya, etkinliğe, panele beraber gitmeye gayret ettiğim, nurlu yüzünden feyz aldığım, sahtekârlara bu arada Alevi sömürülerine yalın kılıç hiç bir beklentisi olmadan Alevi damarından, demokrat yapısından dolayı eleştiriler yönelten Pirim Celal Arslan... Sen ne çok yakışırdın buraya... Ve de sonrasında Mehmet Yaman Dedem’i düşünüyorum. Daha yakın bir zamanda Celal Dede’den sonra kaybettiğimiz bir büyük değerimiz. Benim özümle sevdiğim masum bakışıyla, bilgili, donanımlı, hoşgörülü gül yüzlü dedem. Değeri yaşarken yeteri kadar anlaşılamayan dedem... Sen de öyle... Keşke sizler de aramızda olsaydınız... O ululara ancak sizin gibi büyük değerlerle gidilebilir... Şimdi çok iyi hatırlıyorum... Âşık Ali Metin Dede ve Mehmet Yalvaç Kerbela’ya gitmişler, bunu nasıl da anlatıyorlardı...
Bir gün olur gerçek alemde tüm sevenlerimle buluşursam, ölümsüz bir tatla bir cem kurulur, dar meydanında rızalık alındıktan sonra, sazların avazıyla bir semah dönerim... Döne, döne uçarım... Sonsuz bir uykuda gibi orada da aşk badesini yine de içmemiş, içememiş, ruh ikizini arayan, hiç bulamadığı kendini arayan, sonsuz bir huzur arayan, garip bir derviş olarak yolculuğuma devam ederim, diyorum.
Gözlemler – İzlenimler...
İnsanlar, Yaşam...
Emperyalizmin bir kaç yüz boyunca bölüp parçalamak için çok iyi bir Cadı Kazanına, Truva Atı’na çevirdiği, kendisi için dünyayı sömürmenin iyi bir laboratuarı olan Ortadoğu’nun bir parçasında yaşamın keşmekeşliklerini hemen gözlemlemek mümkün... Sanki burada zaman içinde bir yolculuk yapıyoruz. Buradaki yaşam insanca değil... En azından bu çağa uygun bir yaşam değil. İnsanların fakirlikle süründükleri, bir türbe ziyaretini en az on arama noktasında silahların gölgesinde yaptıkları bir yer normal bir yer olamaz. Bu sefer işte Ortadoğu denen bir yerlerde olduğunuzu anlıyorsunuz. Kan ve gözyaşıyla beslenmiş, dert ve tasayla yetişmiş insanların yaşadıkları sokaklarda umudu, mutluluğu bulamıyorsunuz. Çocukların bir kaç kuruş için insanı utandıran şekilde sizi paçanızdan tutup bırakmayarak yalvarmaları, dilencilik için iyi öğrenilmiş bir sanat olarak yorumlanamaz. Burada fakirlik diz boyu. İnsanların perişanlıkları, yoksullukları, yoklukları her hallerinden belli. Ayakları yarılmış yarı baygın bir şekilde yol kenarlarında yatanları görünce durumun vahametini daha iyi anlıyorum. Burada her şey çok ucuz... Ama en ucuzu insan hayatı. İnsanların hiç bir can güvenlikleri, gelecekleri yok. Sokakları dolduran binlerce çocuğun hiçbir gelecekleri yok. Karanlığın ve boşluğun olduğu, hiç bir umudun olmadığı sistem kötü bir sistemdir, böyle bir yer insanlığın yüz karasıdır, utancıdır.
Çok yemekten irileşmiş beyaz tenleriyle köpeklerine insandan çok değer verip onlara büyük paralar harcayan Batılıların görmezden geldikleri, duymazdan geldikleri bu insanlık dramlarında aslında onların da katkıları olduklarını düşündükçe öfkem artıyor.
Ey batılı, ey batılı...
Benim keyfim yerinde olsun da, dünyanın geri kalanı batsın, umurumda değil anlayışıyla lüks ve rahat içinde yaşayan Batılı!..
Görmezden geldiğin ve kendi rahatın için yarattığın Ortadoğu’ya, Ortadoğu’da yok ettiğin bu dünyaya bir gel... Gel de gör; yakıp yıkılmasına sebep olduğun, seyirci kaldığın her gün kan ve gözyaşı akan bu topraklara...
Ama onlar çok kurnazdır, keyiflerine çok düşkündürler, öyle kolay kolay gelmezler...
Şöyle tüm Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yaşayanları on biner, on biner getirip şu topraklarda gezdireceksin...
Gelmek istemeyen çok şımarıklarını da zor kullanıp getireceksin ki, onların çıkarını koruyan köpeklerinin ileri karakolu olan Ortadoğu’daki insan halkları nasıl ayaklar altında, bu insanlar nasıl bir yaşam sürüyorlar, bunu bir görsünler. Ben bunu çok isterdim şahsen...
Bu konuya duyarlı elbette Batı’da bir yığın insan vardır... Ama burada sürekli bir savaşı canlı tutarak, sadece petrolle değil başka amaçlarla da burada olup buranın parçalanmasını sağlayan, bu sefalete sebep olan, insanları birbirlerine kırdıran bir sistemin lüks budalası yüzbinlerce, milyonlarca halkını zorunlu olarak buradalarda değil ki bir ay, bir gün tutmak onlara iyi bir hayat tecrübesi olup, dünya gerçeklerini görmelerini sağlar...
Sadece bu mu, dünyanın cenneti olan ülkemizi bölmek, sömürmek, talan etmek isteyen güçlere karşın kendisini ezse de sadece otoriter bir güce tapan Türkiye’deki milyonlarca köksüz, soysuz yığını da getirip burada tutacaksınız ki, hak yemek neymiş, ırk, mezhep çatışması nelere sebep oluyormuş, emperyalizme hizmet etmek ne biçim bir şeymiş onlar daha iyi görsünler... Bir güzel ülkede hep birlikte yaşamanın mutluluğu varken, rahatlığı varken, hep birlikte barış içinde yaşamak varken bunların tümünü görmeyen körleri buraya getirmek lazım... Türkiyemizin güzellikleri onların iyi algılamalarını engelliyor olabilir. Gözlerindeki gözlükleri çıkarmaları için Türkiye’deki beyinleri durmuşları da buraya getirmek lazım, diye düşünüyorum.
Ey Ayhan Bey sen nerede yaşıyorsun, Türkiye’de de tüm bunlar zaten yaşandı, yaşanıyor, senin haberin mi yok? Diyenlere karşın hayır Türkiye’de fazla bir şey yaşanmıyor her zaman güzellik uykusunda olan Türklerin uyanmaları için daha etkili silahları yemeleri lazım, o da Ortadoğu’da mevcut, demeliyim.
İşin bir başka boyutunu düşününce ben de diyorum ki, burada yeryüzü insanlığının en büyük felaketlerinden birisi yaşandı. Tarihler durdukça anılacak bir vahşet yaşandı. Burada bir dinin kurucusu olan Peygamberin soyu kesildi, toptan yok edilmek istendi.
Peygamberin torunun kesmek kendisini kesmektir.
Peygamberini doğrayan kendilerine Müslümanım, diyen bir sapık gürüh, zalim gurup bu topraklarda doğdu, gelişti, büyüdü ve bugün de halen de temsilcileri yaşamaya devam ediyor.
İmam Hüseyin Kerbela’da yeryüzü insanlığının destanını yazdı...
İslam’ın sancağını ilelebet yok olmaktan kurtardı, İslamiyet’i insanlığa tekrar hediye etti...
Zalimlerin atlıları altında canını ve canıyla birlikte en sevdiklerinin canını seve seve feda ederken bir kaderci değil; zalimin zulmüne boyun eğmeyerek ölümsüz bir yiğit önder olarak şehit oldu.
İmam Hüseyin’in şahadeti insanlık onurunun; çıkar, hile, korku, desise, fitne, iftira, ihtiras, şehvet, iktidar hırsı, benlik duygularının tümünün üstünde gerekirse kanla kazanılan bir abide olduğunu yeryüzü insanlığına öğretmiş ve bunu ona inananlara en büyük miras olarak bırakmıştır.
Kerbela’da yazılan tarih; zalimlerin yazdıkları tarihin hiç bir hükmü olmayan bir paçavra olduğunu, tarihin mazlumların yazdığı tarih de olduğunu gösteren en büyük meydan savaşının tarihidir.
Bugün sözde bazı Alevi kökenli, Sünni, Şii ve her din ve dilden insanlar tarafından yazılanlarla sıradanlaştırılan, sıralandırılmak istenen Kerbela olayı ne Arapların kendi içlerindeki bir iktidar kavgası, ne hilafet kavgasıdır. Bu Kerbela destanını basitleştirmek için uydurulan yalanlardır. Hiç bir kimse iktidar için bunları, bu kahramanlıkları yapmaz, yapamaz... Bu sadece yeryüzünde bir kez yaşanmıştır, bir başka kez yaşanmayacaktır. Bu Kerbela’dır.
Bu sebeple bugün bu ülkeyi yönetenlerle birlikte, dünya liderleri gidip diz çökerek İmam Hüseyin’in huzurunda ondan, Kerbela Şehitlerinden af dileyerek, tövbe ederek, ona yakararak, göz yaşı dökerek dünya insanlığına katkıda bulunabilirler.
Türbeler – Külliye...
Büyük yoksulluk içindeki bu toplumda; Celal Abbas, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali Türbeleri ve çevresindeki külliyeler çöl içindeki vahalar gibi...
Altından kubbeleri olan bu büyük ziyaretlerin sadece türbeleri değil çevresi de bir yaşam alanı. Aynı zamanda mermer sütunlarla daha bir ihtişamlı olan türbenin de içinde bulunduğu için küllinin ziyaret alanlarının tüm çevreler bölümleri büyük salonları zaten aynı zaman da camii olarak işlev görüyor. Daha doğrusu burada camii; Türkiye’deki gibi kafalara yerleşmiş şekliyle, sadece namaz kılınıp kapısı kapatılan bir yer olarak algılanmıyor. İnsanlar saf saf olacaklar, önlerinden kimse geçmeyecek, cetvelle çizilmiş gibi aynı hizada olup namaz kılacaklar, sonra çekip gidecekler... Anlayışının sadece Türkiye’de olduğunu görüyorum, anlıyorum. Burada insanlar istedikleri her yerde namaz kılabiliyorlar, külliye içinde. Hemen türbenin yanında, yanındaki her ne boşluk varsa herkes her vakit namaz kılabiliyor, duasını edebiliyor. Kişinin önünden geçilmesi namazı bozmuyor, bundan kimse rahatsızlık duymuyor. Bu büyük salonlar hem ibadet için hem de eğitim için kullanılıyor. Nihayetinde yüzlerce kişinin katıldığı, onlarca televizyonun yayın yaptığı, fotoğraflar çektiği “Doğum Günü Organizasyonu” da bu külliyeler içinde yapıldı. Yani bu külliye (kompleks) içinde her şey iç içe. Burada nice farklı konuda hizmet veren odalar, yemek salonları, eğitim odaları var. Çok geniş büyük boşluklar da insanlar; namaz kılıyorlar, dua ediyorlar, dinleniyorlar, sohbet ediyorlar, çocukları eğitiyorlar, seminer veriyorlar, ders çalışıyorlar.
Türbe ve külliyelerde onarımlar bitmiyor. Burası yüz binlerce insanı ağırlayan yerler olduğu için hiçbir zaman da bu tadilatlar bitmez. İnsanlar yüzlerini, vücutlarını sürdükleri türbelere aynı zamanda kıyafetlerini, yanlarında getirdikleri yeşil bezleri ve her şeyi sürüyorlar. Türbenin devasa sandukaları üzerinde çuval çuval bez ve kıyafetler vb eşyalar birikiyor. Görevliler bunları topluyorlar. Buralarda fotoğraf çekmek, kamera kullanmak kesinlikle yasak. Zaten hiç kimsenin cep telefonu dâhil bir elektronik eşyayla bu külliyelere girmeleri yasak. Her tarafta görevliler var. İnsanları onlar yönlendiriyor, uyarıyor. Abartısız yüzlerce tekerlekli sandalyeli sakatı, hastası, yaşlısı insanların türbeleri ziyaretlerini yakınları ve külliyenin görevlileri sağlıyorlar. Büyük klimalar burayı değil serinletmek soğutuyor.
Burada öyle bir inanç atmosferi var ki, taş olan canlanır, lal olan dillenir, gönlünde insanlığın en ufak bir kıvılcımı olmayana bile aşka gelir, gönlü çoşar, gözü dolar.
Külliye sınırları için olsa da binaların dışındaki avlular insanlarla dolu. Yatan, dua eden, yiyen içen, çocuklarına bakan dünyanın dört bir tarafından gelen hacılar burada bir huzur yurdundalar, onlara karışan yok. Daha doğrusu hemen hemen hiç kimsenin kimseye bir şey söylediği, dediği yok.
İmam Hüseyin Dergisi
Kaldığınız otelde masaların üzerinde Fransızca, İngilizce, Almanca ve Türkçe aynı isimli bir dergiyi görünce meraklanıyorum. “El-Nahyda El-Hüseyni” isimli; İmam Hüseyin Türbesinin Sezonluk Kültürel Dergisi, adıyla çıkan bu dergi yazı ve fotoğraflarıyla göz dolduruyor. 01 – 2014 – Sayı: 4 denilen derginin bu sayısında Tarihin Aydınlanması için açılan yeni bir kapı: İmam Hüseyin Müzesi kapak konusu. Bunun yanında içerde bir çok yazıya yer verilmiş. Yazı İşleri Müdürü Sabah et- Talagani’nin Başyasıyla başlayan dergi 50 sayfadan oluşuyor. İmam Hüseyin Türbesi Uluslararası Medya Bölümü Sezonluk Kültürel Dergi’sinin web sitesi: www.imhussain.com, e-Mail adresi ise; Bu e-Posta adresi istenmeyen posta engelleyicileri tarafından korunuyor. Görüntülemek için JavaScript etkinleştirilmelidir. .’dir.
BAZI GERÇEKLERİ SÖYLEMENİN ZAMANI GELDİ...
Ben bir inanç insanıyım. Tüm değerlerimin yanında bu yönüm de çok canlı. Bu üç günlük gezi beni sonsuza kadar değiştirdi. Kiminin rüyasına aksakallı bir pir gelir onun elinden bade içer. Bana bunun kadar etkili olan bu ziyaretle daha bir haller oldu... Bugüne kadar zeminin oluşturduğum her gördüğümü doğru bir şekilde yazma ve söyleme konusunda yeni tayf yakaladım. Artık daha çok Yunus’a bezenmek istiyorum...
Artık bazı gerçekleri de daha açık söylemenin zamanı geldi... Onlar da bir başka yazıya…
Ömür bahçesinin gülü solmadan,
Uyan gel gözlerim gafletten uyan,
Ecel bir gün bize haydi demeden,
Uyan gel gözlerim gafletten uyan.
Niçin gaflet ile mağrur olursun,
Geçer kervan gider yolda kalırsın,
Be vallâhi sonu pişman olursun,
Uyan gel gözlerim gafletten uyan.
Yûnus artık yeter sözün tutulmaz,
Senin kumaşların burada satılmaz,
Yûnus yatmak ile dosta gidilmez,
(Böyle yatmakla menzil alınmaz)
Uyan gel gözlerim gafletten uyan.
++++
Ehlibeyt’e mensup olan canları
Ölümle mi sınıyorsun Kerbala
Akıtmakla bunca yüce kanları
Yezit’e hak tanıyorsun Kerbela, Kerbala
Fırat fırat asi misin
Gözümüzün yaşı mısın
Hüseyin’e su vermedin
Hüseyin’in düşmanı mısın
Lanetlenmiş yüz karası halinle
Ehlibeyt’e tuzak kurdun çölünle
Evladı Ali’ye bizzat elinle
Ölüm zehri sunuyorsun Kerbala, Kerbala
Fırat fırat asi misin
Gözümüzün yaşı mısın
Hüseyin’e su vermedin
Hüseyin’in düşmanı mısın
Muharrem ayında kan ile doldun
O kanlı vahşete seyirci kaldın
Dermanı bulunmaz bir yara oldun
Kalbimizde kanıyorsun Kerbala Kerbala
Fırat fırat asi misin
Gözümüzün yaşı mısın
Hüseyin’e su vermedin
Hüseyin’in düşmanı mısın
Derviş Kemal der bak etti halimi
Hayince zulmedip büktün belimi
Alçakça yaptığın bu mezalimi
Unuttuk mu sanıyorsun Kerbela, Kerbela
Fırat fırat asi misin
Gözümüzün yaşı mısın
Hüseyin’e su vermedin
Hüseyin’in düşmanı mısın
(Derviş Kemal (Kemal Özcan) – Müzik: Aşık Ali Metin)