Hasan Hüseyin Yalvaç'la Uzun Soluklu Bir Söyleşi...

Hasan Hüseyin Yalvaç'la Uzun Soluklu Bir Söyleşi...


Şiir dünyamızın önemli isimlerinden aynı zamanda yazar, Sone Yayınları'nın Sahibi ve Yayın Yönetmeni ve benim de çok sevdiğim Hasan Hüseyin Yalvaç ile Sultanahmet'te uzun soluklu bir söyleşi gerçekleştirdim. Yaşamı, şiirleri ve Sone Yayınları üzerinde şiir tadında bir sohbette bulunduk... Umarım bu söyleşilerimiz devam edecek... Çekimleri yapan ve bize kapılarını açan İlkezgi Sanatevi Sorumlusu can insan Mustafa Karaçiftci'ye çok teşekkür ediyoruz...

11 Ağustos 2018

Sultanahmet, İlkezgi Sanatevi

Ayhan Aydın

SONE YAYINLARI SAHİBİ

ŞAİR, YAZAR, EDEBİYATÇI

HASAN HÜSEYİN YALVAÇ

İLE SÖYLEŞİ

 

Evet, sevgili dostlar, canlar, yurdumuzun, gönüllerinde Atatürk sevdasını taşıyan yurtsever insanları, merhaba. Uzun zamandan beri özlemini çektiğim bir söyleşiyi yapmanın mutluluğu beni sardı. Bir haftadır gerçekten de bir rahatsızlık vardı, içimde gülücükler açtı çünkü bu bir görevdi benim için. Hadi gidelim, dedik, Saray’a, hadi yapalım, dedik ama olmadı. Ama onu da yapacağız, oraya da gideceğiz, o güzellikleri de derleyeceğiz.

Sevgili dostlar, canlar, edebiyatımızın, şiirimizin sevdalıları, bugün büyük emektarımızla buluştuk, sohbet edeceğiz. Kendisini gerçekten yürekten seviyorum, emeğine büyük bir saygı duyuyorum. Bu emek, alın teri, namusunun getirmiş olduğu bir emektir. Bu emek, özden, yurdumuzun özünden gelen bir emektir ve bitmez tükenmez bir sevdadır. Hasrettir, özlemdir, aşktır, şiirdir. Dolayısıyla Hasan Hüseyin Yalvaç ismi, Sone Yayınları, Türk edebiyatında, yayıncılığında olduğu kadar kültür dünyamızda da bir büyük nefes açan penceredir. Bu bir abartı değildir. Yayınlanan birçok kitabını okuduğum bir yayınevinden bahsediyorum ki kendi kitaplarından da hemen hemen tümünü okudum. Kendisiyle de yazılı bir söyleşimiz de olmuştu daha önce zaten. Ekin dergisinde de çıkmıştı.

Evet, sevgili dostlar, canlar; şiirden, edebiyattan, kültürden, yurdumuzdan konuşacağız, emperyalizmden konuşacağız. Hasan Hüseyin Yalvaç abimizi sizlere biraz anlatmaya çalışacağız, kendi sözleriyle, dizeleriyle. Her şeyden önce, çok ciddi rahatsızlıkları da aşarak, yaşam savaşında, ben ona öyle diyorum, ulu ozanların yardımıyla yeniden hayat bularak bizlere kavuşan, yakın zamanda da çok sevdiği hayat arkadaşını kaybetmesiyle yeise de kapılsa, şiir aşkı, yaşam aşkı, mücadele direnci onu tekrar bizlerle buluşturan, Hasan Hüseyin Yalvaç abimiz.

 

Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz, sağ olun var olun.

 

HHY: Sen de sağ ol.

 

AA: Bu heyula içerisinde… Cağaloğlu’nun yokuşu, güzel yokuşlar, bizim kalbimiz dayandıkça çıkacağız bu yokuşları. Abi sen de o sıkıntılara rağmen bu sevdayı sürdürüyorsun.

HHY: Değil mi, hayat biraz da yokuş yani? Işıl Özgentürk’ün bir kitabı var, Yokuşu Tırmanan Hayat diye, onun öyle bir şeyi var. Hakikaten yokuş… Ha bizim gibi insanlar için yokuş, bazılarına iniş tabii. Ha bire iniyor, bakalım nereye inecek? Çıkabileceği yere inseler rahatlayacağız da… Bazılarına hep iniş geliyor hayat, bize yokuş tabii. Neden yokuş? E tabii insan olmanın erdemi biraz da yokuş, ermişlik, öyle düşün, arınmak… Nedir? Her engeli, her kötülüğü bir kabul edersen, onu aşıyorsun. Arınmak için, güzelleşmek için. Biz de tabii, yayıncılık Cağaloğlu’nda olduğu için biz de Cağaloğlu’nun yokuşunu tırmandık bakalım işte. Sen de az tırmanmadın canım.

 

AA: Bizimki bir şey değil sizinkinin yanında. Bizimki de tabii ki güzel şeyler ama… Bu yokuşa, biraz başlara dönelim. Hani insan hayat öyküsünü anlatırken, çok şeyler var, hangi birini anlatayım diyebilir. Anılar biriktirir insan, acılarla yoğrulan anılar ama anı her zaman güzeldir bence. En azından geçmişte kalmıştır acılar, onların derin izleri olsa bile anılar önemli. Niçin anılar önemli ve bellek nedir sevgili üstadım?

HHY: Ya anı neden önemli, demin Ayhan söyledin de, şimdi eşimi ben kaybettikten sonra hemen hemen her gün mezarlığa gidiyorum, orada bir tane kameriye var işte, bir tane kitap alıyorum, oturuyorum… Bakıyorum şimdi, koskoca mezarlık suskun ama seni orada var eden şey, suskunluğu karşın anıla. Çünkü senin eşin olabilir, çocuğun olabilir, tanıdığın olabilir, onu orada görmenin nedeni, onun yanında olmayı hissetmenin nedeni anılar. Birlikte kotarılan, birlikte güzelleşen…

Aslında belki bu belki dünyanın genel analizinde de belki yapılması gereken bir şey, insanlar bir araya gelip bizleştikçe anılar da bizleşiyor, yani bir bağ lazım orada. E anısız da olmuyor, anı bir noktada da, şöyle bir çözümleme de yapılabilir, şimdi sen sorduğun için doğaçlama yanıtlıyorum, anı bir anlamda da, insan egosunun önüne geçen, egoyu besliyormuş gibi olan ama o paylaşım anlamında da egonun önüne set vuran bir kimlik anı. O anlamda da çok önemli. Şimdi anını paylaşıyorsun, orada egonu tatmin eder gibi oluyorsun ama o anı başkalarıyla birleştiği için otomatikman bizleşiyor, çoğalıyor, çoğaldığı zaman hem senin egona tatmin edici bir ket vuruyor, hem de toplumsal bir kimliğe getiriyor. E tabii anı bize, herkesin mutlaka anısı vardır ama ortak anıları bulmak, yaşanılan kenttir, köydür, ülkedir, coğrafyadır, onun sosyolojik, tarihsel birçok şeyini de yeniden örmeye başlamak demek yani. Anılara bir baktığın zaman, belki o ülkenin tarihini yeniden yazabilirsin. Mesela geçmiş siyasetlerde de böyle. Ben mesela çok severim edebiyatın anılarını. Hatta biraz önce buraya gelmeden önce, Bağlam Yayınları’ndan Sabit Abi’yle konuşuyoruz, Sabit Abi bana diyor ki, yaz bunları, anlat bunları filan. Neden? Çünkü çoklu ilişkilerimiz var, giden insanlarımız var.

Şimdi ben bir çalışma yapıyorum, “Ey Türk edebiyatı kendine gel!” diye. Neden “kendine gel” diyorum? Mesela Mahmut Alptekin diye bir benim hemşehrim, Denizlili, çok güzel bir insan. Öykücü, ödüller alan bir adam, bir sürü kitabı olan bir adam, öldü gitti, kimsenin haberi yok. Gazetede haber bile olmadı. Hatta rahmetli, sağlığında gelirdi, Samatya’da filan buluşurduk bir arkeolog arkadaşıyla beraber. Konuşuyoruz, bir gün dedi ki, Hasan ne olacak bu kitaplar… Bir sürü kitabı var, Varlık’ta çıkmış, Cem’de çıkmış bilmem ne, bunlara binaen. Tamam, dedim, Mahmut Abi, beraber, Cağaloğlu dediğin işte o yokuşun birçok yayınevine gittik, bu adamın kitaplarının yeni baskısını yaptıramadık. Onun yüzündeki ifadeyi hala unutmam yani. Sabahattin Ali Ödülü almış, bir sürü ödül almış yani bu adam. Şimdi onu yazacağım zaten, o ayrı bir şey. Şimdi bunun sahibi yok.

Şimdi gene o sözünü ettiğim, “Ey Türk edebiyatı kendine gel”, düşünüyorum, mesela Maraşlı bir Şevket Yücel vardı, yok, unutuldu, öldü gitti, adam unutuluyor ya. Silifke’de mesela hiç unutmuyorum, Eğitim-Sen’de bir konferans veriyoruz, çıktık, bitti konferans, dışarıda bir yaşlı geldi, Köy Enstitülüymüş. Evladım, dedi, burada mısın, buradayım amca, dedim ben, hayırdır? Yahu, dedim, benim bir kitabım var, eve gidip onu alıp geleceğim. 80 yaşında filan bir adam, bastonla. Dedik, birini gönderelim alsın, yok yok ben kendim alırım, dedi. Kendisi, o 80 yaşındaki adam, bir felsefe kitabı bastırmış, aşkı görüyor musun aşkı? O felsefe kitabını aldı getirdi, şimdi duruyor benim kütüphanemde. İşte bunlar görülmüyor. Mesela Yüksel Bütün var, gene Silifkeli bak. Şimdi, Silifke ADD’ye gittim, bu adam emekli albay. Bizim Karakeçililerden. Orada, merhaba merhaba, ne yaptın, kütüphane böyle güzel bir kat. Dedi ki, hocam burayı ben satın aldım, dedi. Nasıl satın aldın abi? 20 tane bizim gibi arkadaş birleşmişler, herkese düşmüş, diyelim o zaman dairenin fiyatı 80 bin lira, 20 kişi, adam başı 2 bin lira para. Yani 2 bin lira, Hasan Hüseyin 2 bin, Mustafa 2 bin, gidin bankadan mı çekersiniz, ne yaparsanız yapın. Tamam, mı kardeşim, tamam. Gitmiş herkes çekmiş mi 2 bin lirayı, gelmiş onu almışlar mı, ADD’ye. Şimdi bu bizim emekli Albay Yüksel Bütün, Kaynak Yayınları’yla, birçok yayınlarla ilişkiye geçmiş. Atı da var. Biniyor, heybelere kitap dolduruyor, Yörüklere, dağlara, sata sata, o destek olan arkadaşlarının paralarını da iade ediyor, bak o kitaplarla. O ADD’ye de bir tane daire kazandırıyor. Bu bir emek abi. Düşünebiliyor musun, bir emek yani. Dehşet bir şey.

Şimdi ben geçen, Dostlara Mektuplar diye bir şey var, orada da yazıyorum. Bizimkiler neyi belliyor abi, Nazım Hikmet Kültür Merkezi, bilmem ne kültür merkezi… Şimdi ben de diyorum, geçen gün bunu Cazim Abi’ye de yazmıştım, sağcı, Necip Fazıl Kısakürek Kültür Merkezi, ulan Ziya Gökalp yok mu bu ülkede? Değil mi? Yusuf Akçura yok mu? Mehmet Emin Yurdakul yok mu? Anlatabildim mi? Mesela Cemal Süreya’nın yakın arkadaşı, şair Sezai Karakoç yok mu? Değil mi? Bunların adı yok. Şimdi emperyalizm öyle akıllı bir şey ki, sola da şöhreti dayatıyor, sağa da şöhreti dayatıyor.

Şöhret ne demek? Alttan gelen kuşağa, bak şöhretli olursanız sizin adınıza da… Yani toplumsal olmayın, bireysel olun, şöhrete yönelin. E biz de, Sabahattin Ali adına bir kültür merkezi açın değil mi, Hasan İzzetin Dinamo adına bir kültür merkezi açın, Hasan Hüseyin Korkmazgil adına bir kültür merkezi açın, Enver Gökçe adına bir kültür merkezi açın, değil mi? Bunlar yok. Direkt akla gelen Nazım Hikmet. Burjuvazi bunu kullanıyor bak. Çok ilginç Ayhan, yemin ediyorum, geçen gün Yapı Kredi Yayınları’nın kendi açıklaması bu, hiç unutmuyorum: Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna’sı 1 milyon satmış. Bankanın açıklaması. 1 lira kalsa 1 milyon lira yapar. Peki, bu 1 milyon lira, kızı Filiz Ali bilir ama ben karışmam, benim aklımdan geçen… Bu adam Gümülcine doğumlu, Gümülcine’ye götürüp bir taş mı diktiler, Kırklareli’nde öldürüldü, öldürüldüğü yerde gidip bir şey mi yaptılar, Gönen’de çocukluğu geçmiş, Gönen’e bir şey mi yapmışlar? Yani buralarda edebiyatçılara, gerçekten, aydınlara, çok büyük görev düşüyor. Tabii bu görev şu anlama da geliyor benim için, elini taşın altına koymak eylemi. Elini taşın altına koymak istemeyenler de, bana ne, diyor, unutulsun gitsin, diyor. Unutup gidiyorsun işte ya.

Enver Gökçe’yi nasıl 12.30 Köyü’nde sağken unuttuysa bu düzen, öldükten sonra gene orada unuttu. Dinamo 89’da öldü, 20 Haziran 1989’da, kaç kişi anıyor, ne yapıyor? Böyle bir şey var mı abi?

Sen o zaman ne yapacaksın, edebiyatçı olarak, herkes kendi sokağından sorumlu olacak kardeşim, kendi köyünden sorumlu olacak, kendi ilçesinden sorumlu olacak. Kim yaşamışsa orada, sen Şiranlısın, Şiran’da bir Ayhan Aydın var, bunu oraya kazıyacak, çevre kazıyacak onu. Yoksa Ayhan gidip Şiran’a, ben buranın yazarıyım, araştırmacısıyım, demez. Toplumsal kimlik onu dedirtmez, o yaşama biçimi onu dedirtmez ama çevre, bu bizim bir kültür değerimizdir, ona sahip çıkalım, derse, oranın devlet adındaki kurumu da, kaymakamlığı, valiliği bilmem nedir, halkın seçtiği belediye başkanıdır, bununla uğraşmak zorundadır, mecburdur buna. E sahip çıkmıyorsun. Ben şimdi Tekirdağ-Saray’da, bir gazetede köşe yazarlığı yapıyorum haftada iki gün, orada bir edebiyat eki çıkaracağım, onu düşündüm…

Kepirtepe Köy Enstitüsü, Trakya’daki köy enstitüsü bak, çok ilginç, yedi yüz araştırma yaptım, Menekşe diye bir abimiz, şu anda hastanede o, acil şifa diliyorum, 90 yaşlarında, iki tane böyle devasa kitabı var, Köy Enstitüleri Gerçeği ve Kepirtepe ve Köy Enstitüsü diye. 709 mezun vermiş Ayhan, Kepirtepe Köy Enstitülerinde. Neresi var; Kırklareli, Edirne, Tekirdağ, üç vilayet ve ilçeleri. Ben araştırma yaptım, oradan, sen biliyorsun, ilgileniyorsun, emekli öğretmen abilerimle filan, 25-30 tane adam bulduk. Ya bir daha Kepirtepe açılmayacak 1954’te kapattı bunu, resmen yasa olarak kapattılar, Menderes döneminde kapatıldı. Türkiye’nin aydınlanmasının kilit kurumlarından birisini kapattılar bu gericiler. E şimdi sen onu niye yaşatmıyorsun ya? Kepirtepe Köy Enstitüsü’nden yöremiz mezunları, öğretmen abilerimiz, ablalarımız, oranın eğitim camiamızı düz akları… Ulan bir duvara mermer yap be, isimlerini kazır, çoluk çocuk desin ki, a bak benim dedem, falancanın dedesi, ablası, nenesi, anneannesi… Bir tane Kepirtepe Köy Enstitüsü yok, anlatabildim mi? Bir daha Alpullu Şeker Fabrikası yok, anlatabildim mi? Yani bunu aydın, sanatçı kavrayacak. Kavradığı zaman, o zaman ne olacak, ha diyecek ki, ona sahip çıkmazsam bana da sahip çıkmayacaklar. Ona sahip çıkma, buna sahip çıkma diye ilçen elden gidecek. En sonunda belki öyle bir noktaya geleceğiz ki, ulan bana ne, ben öldükten sonra dünya ölsün, diyebilecek kadar küçüleceğiz yani, cahilleşeceğiz. Anlatabildim mi?

 

AA: Anılar bizi buraya getirdi. Anı toplamak, bellek sahibi olmak, kimlik sahibi olmak, yurt sahibi olmak, bütün bunlar bizi yurt sahibi olmanın temellerine götürdü.

HHY: Sahip olmak, tapu anlamında söylemiyorum, yaşamak da bir tapudur ya. İnsana yakışır bir yerde yaşamanın tapusu olur mu? Çünkü kendini inkâr edersin öyle bir belge alsan ama insansan, insana yaraşır bir yer yaratmak zorundasın. O da belge istemez çünkü hani bir laf var, çok uygun düşer mi düşmez mi bilmiyorum da, aslan yattığı yerden belli olur, derler. Sen yaşadığın yeri yeşil yaparsan, meyvelik yaparsın, börtü böcek, doğa canlanırsa, sana tapu vermeye gerek yok ya, bakman yeterli be, bakman bile tapu ya. Oradaki börtü böceğin yaşamasını. İşte anılar hep böyle bir şey aslında. Toplum bunu bir türlü toparlayamıyor. Bu genetik bir sorun mu, onu da düşünüyorum. Yani kromozomlara yüklenen, o X-Y kromozomlarının getirdiği bir şey mi, onu da çok net bilemiyorum ama bir sorun var yani, insana ilişkin bir sorun var.

 

AA: Evet, bizler hep ezgili yüreğiz, ezgili, ezilmiş, yaralı ama umut dolu. Nasıl ki gerçekten bir ekmeği bölüşmek, bir çay içmek, bir sigara vermek, yarasını hani dosta gösterir gibi göstermek ya… Şairlerin dili hep ortaktır. Biraz Denizli’ye gidelim isterseniz, Denizli nasıl bir yer, sizin doğduğunuz diyar?

HHY: Denizli memleket bizim de ben Bodrum Yalıkavak doğumluyum da… Şimdi Denizli, işte biz Türkmen’iz biliyorsun, gelmişler Orta Asya’dan 11. Yüzyılda, Isparta Yalvaç’a gelmişler. Ondan sonra bir 300 sene kadar önce, bizim boy diyeyim, Denizli’ye göçmüşler. Orada çok göç vardır biliyorsun; Burdur, Beykent, Toroslar, Toroslardan işte Antalya, o yaylalar, Teke meke, oradan Kıbrıs… Kıbrıs’a İngiltere filan yani… Bizim Yörük yürümekten geliyor ya, ha bire yürümüşler yani. Denizli çok güzel bir yer Ayhan.

Yani ben Kentlere Yolculuk diye de bir çalışma yapıyorum, orada Denizli’ye anlatırken, dedemin köşkü vardı orada, Kiremitçi Mahallesi’nde, böyle iki üç dönümlük bir bahçe içerisinde, binlerce meyve çeşidi ve o çocukluğumda hatırlıyorum, bütün evler bahçeliydi ve bahçelerin içinden ark geçerdi, su arkı, bütün bahçeleri dolaşırdı ve bahçeler o arklardan sulanırdı. Suyu da oturup avcunla içebilirsin yani, bizim kaynak suları gibi. O dönemde, böyle not düşmüşüm belleğime, çıkmaz bir şekilde düşmüşüm, bu tür yazı yazdığım zaman hep o aklıma geliyor: Sabahleyin, çok iyi bir müezzin vardı, dehşet bir ezan okurdu, sesi mükemmeldi. Su sesi, kuş sesi, ezan sesi, Denizli’de belleğime yer eden şeylerden birisi. Tabii çok da dolaştım. Üniversiteyi bitirdikten sonra da oralarda dolaştım, mesela çamlıklar, Babalar tarafı var, Pamukkale zaten meşhur, girişte Sarayköy var, solunda Güney var, Çal var, Çivril var, böyle… Sonradan göç aldı. Bir de Denizli, Antep’le beraber o küçük sanayinin çok gelişkin olduğu yerlerdendir. Göç alınca işte o, iskân hareketleri de Türkiye’de çok tehlikeli ve bilinçli, yukarıdan yapılan bir şey yani, politik bir seçim oldu. İskân hareketleri, toplumları birbiriyle kaynaştırmak yerine birbiriyle çatıştırmayı yeğliyordu. Yani şimdi mesela biliyorsun benim öğretmenlik, babam da memurdu benim… Şimdi o zamanlarda bizim doğu hizmetlerimiz olurdu, 3-5 sene, CHP, Mustafa Kemal döneminden gelen bir şey o, çok güzel bir şey. Nasıl güzel bir şey? Herkes ülkesini tanıyordu, insanlarla kaynaşıyordu. Anlatabildim mi? Bir güzelliği vardı fakat daha sonra yapılan iskan hareketleri, bu güzelliği yeğlemek yerine baltalamaya döndü. Hani ırksal kışkırtmalar, mezhepsel kışkırtmalar… Yani işte gene Denizli’ye dönersek, ben de yani 20.33 var. Ben yani memleketim olmasına rağmen çok kalan değilim, bir lise biri orada okudum, çocukluğumda gittim geldim filan. Bir yerleşme kültürü de yok, Yörük’lüğün de öyle bir kötü yanı var. Mesela bir köyüm yok, bir tane dikili ağacım yok, toprağım yok. Bazen düşünüyordum, ulan yürümeseydik, bir yerde kalsaydık, kaldığımız toprakta…

 

AA: Peki bunu düşündünüz, buradan biraz girsek böyle, ben de mesela bir gezgin olarak, her gittiğim yeri seviyorum, bir aşk duyuyorum, doğasına, köyüne, tabiatına ama işte bu kendi köyümmüş gibi sevsem de, ben de konargöçer, biz de göçeriz, gidiyoruz her gün bir başka yere, yöreye… Ama burada kalsam, orada yer yurt olsa, orada hayvan olsa, oraya bir şeyler versen, orada var olsan… Ama gezdikçe de diğer yerleri de sevmek… Böyle bir ikilem.

HHY: Aslında güzel bir tespit yaptın bak şimdi, onu düşündüm, aynı şeyi düşündüm. Bak şöyle; benim köyüm olsun, toprağım olsun noktası, ben şimdi emekli birisiyim, evim filan yok, kira vermek zorunda değilim. Şimdi oradaki mesela bahçemde bir tere yetiştirebilirdim, soğan yetiştirebilirdim, tavuklarımla veya köpeğimle, kedimle filan, bu aldığım maaşla biraz rahat edebilirdim anlamında bir köy isteme bu. Tamam mı? Yoksa aynı şeyi ben de istiyorum, ben hemen hemen Türkiye’nin her yerini gezdim, her yerinde dostum var, arkadaşım var, Hakkari’den tut, işte Edirne’ye kadar… Cahit Külebi’nin şiirindeki gibi, Ardahan’dan Edirne’ye kadar, gerçekten öyle. Ardahan’ı, Iğdır’ı, Digor’u, Datça’sı, Fatsa’sı, aklına ne gelirse gezdim yani ben. Geçenlerde bir istatistik yapıyordum, bu işte Kentlere Yolculuk’ta, babamla birlikte 27 yer dolaşmışız, 39 evde de kiracı kalmışız. İlginç bir şey bak.

 

AA: Çok önemli, çok fazla.

HHY: Not çıkarttım işte öyle, kentlere yolculuk bağlamında, 27 yere de babam da sürgün olmuş, ben de sürgün olmuşum ve 39 tane evde kiracı kalmışız. Orada işte belki bir köy özlemi, yahu yani kendi toprağına sırtını vermek, kendi gökyüzünü izlemek, kendi yağmurunda ıslanmak gibi, biraz bencilce ama yurtseverce, biraz bencilce ama dünyaca yani, onları tabii kafamızın arkasında devrimci bir kimlik var, biz hiçbir zaman çıkarımız için böyle bir şey yapmayız. Zekamız da buna uygun, öyle durumlar da uygun.

 

AA: Şimdi, nur içinde yatsın, dedemi hep anarım çünkü dedem benim için öncü bir insandı, dedem inşaat kalfasıydı ve İş Bankası’nın işlerini yapar, birçok yerde. Dedem öylesine yaşama aşkla bağlı bir insandı ki, işte o anıları, gittiği yerlerdeki insan ilişkilerini bana anlatırken, benim Reşat Nuri Güntekin, en çok okuduğum, o lise döneminde, öykücüydü, onun gibi tat verirdi, ondan daha fazla belki tat verirdi.

HHY: Notladın mı bari onları, notluyor musun?

 

AA: Şimdi, kafamın içinde, onları yazmam lazım. Şimdi, gidiyor işte güneydoğuda, doğuda, batıda iş yaptığı yerler, nasıl onlarla diyalog kuruyor? Ben de, sizde de aynı aşkı görüyorum. İş için, babanızdan dolayı ya da kendi işinizden dolayı gidiyorsunuz, bu insan olmak… Şimdi belli bir inançla belli bir yörede olmak değil, oradaki insanlarla o diyalogu kurarak bu işleri yapabilmek. Mesela diyor, anlaşamayabiliriz, zor insanlar, bir işçi bulacağız, gelmiyorlar, gitmiyorlar, konuşarak, görüşerek, onların dünyasına inerek işini yapabilmek ama sonrasında da dost olmak. Oradaki işçiler sonra gelip senin Ankara’daki evinde kalıyor, bir kalfa olarak.

AA: Aynen, bu dedenin o kimliği aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci kimliği. Bak şimdi nereden nereye, laf lafı açıyor, dolaşıyoruz dedin ya, Kurtalan, ben demiryollarını çok severim, Kars’a, ta Rusya’ya kadar… En son istasyon, şimdi adını değiştirdiler, Akyaka yaptılar, oraya kadar gidiyorsun. Şimdi hala düşünüyorum. Şimdi sen dedenden o anekdotları aktarınca aklıma o geldi. Şimdi bir kere temel, sevgi ile yoğruluyor. Bütün istasyonlar bak taş binadır, hepsinin bahçesi vardır, idare binaları, lojmanları, hepsi yapılmıştır, bahçelidir ve oradaki insanlar o trenlerle aşk halindedir. O trenin gelmesi, gitmesi, insanlar. Şimdi oradaki bu sevgi bu şeyi çoğaltıyor. E şimdi deden gidiyor inşaatı yapıyor, kalfalık yapıyor, ustalık yapıyor, yanında kesercisi var, malacısı var, sıvacısı var, onlarla ilişki kuruyor, akşam otururken konuşuyor, oğlum nereden geldin, çocuk acaba neden kaçmış, evlenmek için para biriktirmeye mi gelmiş, bir kan davası mı var… O büyük, kalfa olduğu için yaşça da diğerlerinden büyük, onları dinliyor, akıl veriyor, yol gösteriyor. E tabii doğal olarak kendisi de o hayattan biriktiriyor, anlatabildim mi? Yani bence hakikaten Türkiye Cumhuriyeti, devrimci Türkiye Cumhuriyeti bak o, dedenin kimliği. Çünkü o zaman aşk var abi, gerçekten aşk var. Neden? Gidersin, o dönemde bakıyorum da hemen hemen, birçok yer gördüm ya… Bak mesela Hakkari’de, Zap Suyu’nun kenarındaki bostanların kokusu benim hala burnumdadır. Yemin ediyorum bak, 83 müydü 84 müydü, o zaman gittim ya, kaç yıl geçti. Neden? Hissediyorsun. Sevdiriyor seni. Yahu doğa sana düşman değil. Aslında insanlar içinde yaşadığı doğayla biraz samimi olabilseler, kendi düşmanlıklarını da yok edecekler ama işte kötülükten beslenenler, yani affedersin bokböcekleri gibi tipler de var, o güzelliği yok ediyor, boğuyor filan. Yani vallahi bence yaz tabii bunu, hiç ihmal etme. Dedenin anılarını da, sana anlattığı, hatta araştırmaya yer, tarih, zaman da bulabilirsen var ya, çok önemli şeyler ya.

 

AA: O da bizim tembelliğimiz ama içimin derinliklerinde sizin gibi, sizi görmem, dedemi görmem… Zaman farkı olabilir, hiç önemli değil. 2000 yılında Hakk’a yürüdü, 79 yaşında. Şimdi neyi gördüm, sizde de bunu gördüm, işte oradan devam ediyoruz, bir haneye gidiyorlar misafir çünkü kendisi de hanesi açık olduğu için köyden, bir iş için gelen, hastalık için gelen, hastaneye gidecek, ilk önce Ahmet Zenci Aydın’ın evi var canım zaten bizim orada, ona gideriz, o bize yardımcı olur. Ankara’dayken öyle. Kendisi de oradan gelen bir aşkla, insanlarla samimi olabiliyor; rengine, ırkına, mezhebine, şuna buna bakmıyor, görev farkına bakmıyor, hiçbir insanı birbirinden ayırmıyor. Getiriyor, işçisi, aynı yemek, alıyor lokantaya götürüyor. Ondan sonra derdine derman oluyor. Hiçbir işverenin yapmadığı şekilde o 5 tane işçisini sigortalı göstererek emekli ediyor. Yani böyle insanlar.

HHY: Bizim insanımızın, demin dedim ya hani, o kromozom meselesi, genetik de okudum ben ama tam kafam netleşmiş değil ama şimdi dedenden hareket ederek, o natura, insanın naturası gerçekten çok önemli. Benim bir mesela tanıdığım var, Şiran’dan gelmiş Ankara’ya, o zamanlar tabii Ankara devasa kent değil, o feodal kimliğini de koruyor onlar. Benim tanıdığım insanlar var, çok ilginçtir, o insanlar ne yapıyor abi, çok ilginç bir şey, kapıdan geçip gidiyor adam, benim o dediğim, tanıdığım da, oturmuş orada, bey nereye hayrola, yahu işte şeye gidiyorum, gel gel otur hele, gel otur. O adam işte oturur. Hanım, çayın varsa bir çay getir. Bir bakarsın… O işte müthiş bir şey. Aslında bütün insanlar insanlığa aç ama bu açlığı başka türlü doyurmayı, yani açlığın ana nedeni olan insanlıkla değil de başka bir şekilde doyurmayı… Sistem yönlendiriyor tabii, sistemin işi bu. Ondan sonra ne oluyor, dünya kötü, e tabii kötü olur kardeşim. Sen işte o kapını açmazsan, ben o kapının açık olduğunu bilmezsem, hayatımda bak kaç tane soru işareti birden çıkıyor ama köyden gelen Ankara’da bir kapısı, evi olduğunu bildiği için adam hafifliyor ya, o dertten kurtuluyor. Ha, geliyor benim doktor işimi veya nüfusta bir işim var onu, falanca, deden için örneğin, dedenin çözeceğini bildiği için o yükten kurtulmuş olarak geliyor.

 

AA: Peki, çok sevgili üstadım, bu hazineler, gerçekten çoğunu okuduğum bu hazineler sizin iç dünyanız, yaşamınız, sevdanız, bitmez tükenmez o şiir aşkınız… Ama tabii ki deminden beri anlatmaya çalıştığımız o bütünlükte Anadolu da var, Anadolu’nun yansıması, ışığı var, Atatürk devrimi var, yurdumuz var, ulusumuz var, emperyalizm var.

Şimdi, yurt sevgisiyle kazanılıyor her şey ve yaşamın özü de bu, yurdu sevmek, eli sevmek. Alevi-Bektaşi toplumunun özüne indiğin zaman “eline, beline, diline” der ama el derken sadece bu tuttuğumuz el değil, zaten bu el her şeyi yaratan bu el. El emek, el alın teri, el her şey, yaratan, üreten, tokalaşan ama aynı zamanda il, yurt, yuva… İşte hep anlatıyoruz, yurda, yuvaya sahip olmak, köye sahip olmak. Köyler bitirildi, insanlık bitirildi, gerçekten maddi değerler her şeyin üstüne çıktı ve bu bir dayatma dedik, emperyalizmin dayatması, tek tipleştirmesi, kapitalist dünyanın…

HHY: Üretimi bitirdi ya, adam üretimi bitirdi. Senin ana karakterlerinden biri olan, insana yakışan üretimi yok etti adam ya. Böyle ilginç. Bu da belki başını Ayhan düşününce, senin düşünme yeteneğini bile yok ediyor adam, yani robotlaştırıyor seni. Ulan üretim bitti oğlum, ben sabahleyin domates yiyeceğim, e bunu yemem için ekilmiş olması lazım değil mi? Salatalık yiyeceğim, maydanoz, tere yiyeceğim, semizotu falan filan yani… Üretim bitiyor ve üretimin bittiğini sen unutuyorsun. Çok ilginç bir şey var, Osman Nuri Koçtürk, ben 69’larda üniversitedeydim… Biz üniversitede okurken; Dr. Hikmet Kıvılcımlı, İlhan Selçuk, Osman Nuri Koçtürk bize ayrıca derse gelirlerdi, sosyal der bunlar, anlatırlar. 69’da rahmetli Osman Nuri Koçtürk, hiç unutmuyorum ben, Türkiye’nin nüfusu o zaman 35 milyonmuş, belleğimde öyle kalmış, 35 milyonken ülkenin nüfusu, şu andaki tarım üretimimiz 100 milyona bakacak durumda, diyordu. Yani 3 katı neredeyse. Yani ürettiğin şey bir kendine, iki de başkasına düşüyor. E ne oldu abi? Ufaktan ufaktan, o gelmedi, bu bitti, soğan çıktı bilmem nereye, patates nereye çıktı, saman bilmem hangi devletten gelmeye başladı…

 

AA: Yabancılaşma dediğimiz bu değil mi?

HHY: Tabii aynen öyle. Düşünebiliyor musun, bir tane böcek, çocuğum, benim torunlarım işte, çocuk böcekten korkuyor ya, köpekten, kediden… Yani bu doğanın içindeki, ben son dönemde çok belgesel izliyorum, bu tanrısal kavramda da bir kafamda başka bir şey olduğu için, bakıyorum dünyada neler var, nasıl bir denge var. Biz bunların hepsinden çıkıyoruz abi, o küçücük aklımızla… Şimdi bu neye benziyor, bazen, kulakları çınlasın, Arif Tekin’le de bunu bir iki sefer konuştum, adamın ulan şu kadar aklı var, o şu kadar aklıyla kendi yaratıcısına yön veriyor. Ulan seni yaratan, Allah, tanrı, adına ne dersen de, kendi aklıyla ona yön veriyor bak. Bu da değişik bir çürüme, aynı işte yabancılaşmanın başka bir biçimi. Allah’a yabancılaşıyorsun, onun peygamberine yabancılaşıyorsun, kitaplarına yabancılaşıyorsun, doğaya yabancılaşıyorsun, kediye yabancılaşıyorsun, köpeğe yabancılaşıyorsun, servi ağacına, nar ağacına… Ulan, yabancılaştığın zaman Ayder Yaylası göçüyor çünkü sen kabul etmiyorsun, onun aşkını anlamıyorsun. Hani o bizdeki şeyler öyle basit öykü değil yani, Ferhat gidip orada, niye dağı delsin lan, dağ mı deliyordu, dağ delinir mi? Ama delinir, neden delinir, oradaki o aşk, oradaki o ruh halini düşünebiliyor musun? Doğu Perinçek’in büyük dedesi Akça Ağa, köylüleri topluyorlar, Eyüp ve Kemaliye’de kayaları yarıyorlar, Abdülhamit döneminde ya, köylü vatandaş bunlar ya. Aşk var aşk. İşte o aşk halini kaybettikçe yabancılaşıyorsun. En sonunda kendine yabancılaşıyorsun tabii.

 

AA: Şimdi, insanın yabancılaşması var, diyelim ki insan, hepimiz yaşıyoruz, kendini insan dinlese her şeyi görür. Ben kendimden de bahsederek konuşmayı seviyorum, Hisarüstü’nde oturuyorum, orada çok akrabam var, çok yoğun bir diyalogum var çünkü onlarla hem halim. Benim köyüm, Kırıntı, Yeniköy, Kayacık gelmiş orada Hisarüstü’nde yaşıyor. Ben de orada yaşıyorum ama köylülerimle iç içe yaşadığım için o doğallığı, o samimiyeti yaşıyorum. Çok yoğun yaşıyorum, her gün yaşıyorum fakat bir gün gidince köye, işte zaman zaman, o köydeki doğal ortama dönünce, o daha yaşlı kalan teyzelerle ki hepsi de çok sevdiği için, diyalog da hep çok canlı, o sohbet de daha başka bir tatlı. Yani Hisarüstü’nde yaşadığım sohbet başka ama köydeki daha tatlı.

AA: Bak o da çok ilginç saptama, coğrafya değişiyor. Aynı coğrafyanın insanları burada da var ama bu coğrafyaya geldiğin zaman, demek ki o zaman konuştuğumuza da önemli bir destek bu, bulunduğun coğrafya seni oluşturuyor. Yani oradaki kadının veya erkeğin, Ayhan hoş geldin, demesindeki ses tonu, Hisarüstü’ndeki, Ayhan hoş geldin, demesindeki ses tonunda farklıdır. Coğrafya böyledir, rüzgârı böyledir yani. Onun için önemli bak. Düşündükçe çıkıyor. Şimdi bizimkiler düşünmekten korkuyorlar.

 

AA: Evet Mustafa Abi, ne yapalım, çayımızı içelim mi, bir ara verelim mi üstadım?

HHY: Benim için fark etmez.

 

AA: Evet, can dostlar, çok sevgili şairimiz, yayıncımız, yazarımız, üstadımız, büyüğümüz, sevgi yumağı, birçok insanın da yürekten sevdiği Hasan Hüseyin Yalvaç büyüğümüzle söyleşimizin ikinci bölümüne geçiyoruz.

HHY: Fakat Ayhan burada sözünü keseyim, bu hitap biçimine ben itiraz edeyim, bu kadar rütbe verdikten sonra…

 

AA: Hepsi, az bile… Evet, birinci bölümde sevgili dostlar, anılar dedik, Denizli’ye gittik, köylere gittik, yerelliğe gittik, insanlığa gittik, insanlık aşkına gittik. Tabii ki kadir kıymet bilmez bir toplum olarak da vurgular yaptık, bazı yazarları andık. İşte yerelden evrensele gidilir diye, belki de oradan başlayalım. Çok güzel bir vurgu yaptınız, benim de yıllardır üzerinde durduğum ama bizim kalemimiz o kadar yetmiyor, Nazım Hikmet, Orhan Kemal, can kurban, zaten onlarla biz varız ama nice nice insanlar var. Kültür merkezi veya başka bir etkinlik olduğu zaman Cumhuriyet Gazetesi’ni açarım, sağ olsun var olsunlar, bir kültür hizmeti, benim dedemden bana emanet, ilkokul 3’ü bitirmiş dedemin Cumhuriyet gazetesi okuduğunu söyleyeyim bu arada, dedemi bugün çok andık, hayat boyu Cumhuriyet. Ondan geçti her şey, Aleviliği ondan öğrendim, Cumhuriyet okumayı ondan öğrendim. Açıyoruz, belli isimler. Yahu yok mudur başka isimler? Anadolu var Anadolu!

HHY: Ayhancığım, doğaçlama yürüyelim, aklıma da geliyor şimdi. Geçenlerde, geçenlerde dediğim epey oldu, bu İletişim Yayınları’ndan Turgut Uyar’ın çocuklarıyla ilgili bir kitap çıkmıştı, sonra tabii şairlerle ilgili olunca merak ediyoruz, öğrenmek için okurken, onu okurken, Turgut Uyar, askeriyede görevli, subay mı, askeri memur mu tam bilmiyorum, Posof’a gidiyor. Çocuklarından birisi onun, büyük çocuğu herhalde, tam şimdi anımsamıyorum, o dönem bak, 50 küsurlu yıllarda veya 50’ye varmadan işte, 50’ye yakın, o yıllarda, Posof’ta Varlık ve Kaynak dergisi var. Şimdi, dedin ya, deden Cumhuriyet okur, bak şimdi kültür böyle bir şey. Bunu o zaman cumhuriyet sağlamış işte, Halk odaları, Halkevleri, neler neler… Yani burada şunu da düşünmek gerekir, nereden geldik, neredeyiz, bu bulunduğumuz yer bizi nereye götürecek? Şimdi, dedenin, müthiş bir şey ya, Cumhuriyet gazetesi okuyor adam ya. Aydınlanmacı kimlik karanlığa izin verir mi? Vermez. Torununu, torununun çocuklarını aydınlık yetiştirir. Bak şimdi sen deyince aklıma geldi ya, 50’lere yakın tarih, Varlık dergisi ile Kaynak dergisi varmış Posof’ta ya.

 

AA: Peki güzel üstadım, benim meramım buydu, birçok şeyler var, işte hep aynı dili kullanıyoruz, aynı yüreğin insanları olduğumuz için… Gerçekten de baskın kültür, bunu bilinçli olarak yok ediyor değil mi? Yereli, ya onlar kaybolsun… Yerellik… Mesela burada bahçede bir ağaç büyüyor, sen belgesel izlediğini söyledin, ben de belgesel delisiyim, gece gündüz onu izliyorum, ne yapayım, başka ne izleyeyim? Çok ciddi bir şekilde, bulgularla, hayvanlar birbirinin düşmanıysa, birbirini yiyip bitirecekler işte veya rakipler, aynı cinsten de, bitkiler bundan aşağı mı, daha güneşe yakın olmak için aşağıdaki bitkiyi resmen boğuyor, onu yok ediyor.

HHY: Ama o hayvansal bir yapı. Sen insansal bir yapıdan söz edersen, aynı işi yaptığımız zaman farkımız kalmıyor.

 

AA: Aynıyız işte o zaman?

HHY: Şimdi ben sana çok basit, kendimden bir örnek vereyim bak. Şimdi benim şurada, Kahrolsun Emperyalizm, Taksim Taksim, Amerika Katil Katil gibi kitaplarım en az satan kitaplarım. Bak şimdi ben buradan da akıl yürütüyorum. E şimdi nedir, aşk geçsin içinde, satılıyor kitap. E kahrolsun emperyalizm demek de bir aşk. Filistin de bir aşk. Yani bu toplumda çok değişik bir şey, yani o tespitin doğru ama bir çiçek ya da o ağaç, söz ettiğin ağaç tamam yaşamak için şey yapacak ama onun aklını kullanma, zekâ şeyi insan gibi değil ki ya.

 

AA: Siz mi okursunuz?

HHY: “Filistin / camlarda yağmur ağıtları / sesler satılık / bir çocuk çığlığı / yalansız dolansız / isyan bayrakları unutulmuş / nakışlı sandıklarda kimilerinin / çölde vahaya dönüşmüş mermiler / sol yanında derin bir yanma var / kendini vuran ihanet suskunlukları / kendi ırmağına düşman sular // yangına dönüşen son nefesler / milyon anlara kurban edilen insanlık / nedense hep mağlup izlerle kimileri / alışık yaşamlarına devam ederler / ben bölmedim insanları ırk ırk / din din / yalvardım, unutmayın diye insanlığınızı / korkak yanları, çıkarcı yanları yaşadı / döndüler birer rüzgargülüne / öyle kahraman göründüklerine bakma / abdestleri bozulmadan giriyorlar kan gölüne // dünyanın her yanı Filistin / kör değilsek bizi vuran tüm mermiler kendimizden / 44.30 / her köşe başında iyi bilirdik yalanı / yaşı cinsi yok ölümün / ecel nerede, Azrail olmuş emperyalizm her yerde / yangını seyredenlerin sinsi gözleri / av arıyor öldürenler emrine / namussuzlar keyif çatarken sofrada / namuslu yürekler yanıyor Gazze’de / yağmur yıkar mı kanı camlardan bilemem / haklılar kazanmadıkça kimseye dur demem”

 

AA: Saygıyla eğiliyorum, aşk olsun. İşte Filistin’in şiiri bu.

Evet, sevgili dostlar, bir şair ki böyle işte. Şiir demek ne demek, şiir demek evren demek, yaşam demek, insanlık demek. Duygusu olmayan şair olabilir mi?

İnsanlık idealiyle, insanlık aşkıyla yanmayan şair olabilir mi? Biz diyoruz ki, derin karanlıklardan uyanalım, insanlıkta buluşalım, aydınlıkta buluşalım.

Sevgili dostlar, canlar… Ne demiş şair?

“Rüzgar sesini yitirmiş sevdasında bir çölün / başıboş savrukluğuna esir, dolanır / Mecnun’la Leyla’sı gereklidir, aranır / o çölde rüzgar sessiz, Mecnun çığlık çığlığa / şiir düşer peşine bu onulmaz aşkın / divanlara yönelir, hecelere bölünür / utanır, fotoğrafını çekmez şiir, günahtır / Mecnun çığlık, rüzgar ölü, aşk delidir // gider oldum bir serabın peşinden, gelmeyin / yanar yakılır yüreğim, dilleri lal / her gece gündüz, her gündüz gecedir aşka / susmuş, dilini gömmüşüm çöl kumlarına / ne saçının kokusunu getiren yel vardır / ne gören, çarığı, asası, bir de gezgin / giderim peşinden, serap olsa da aldırmam / Leyla uzaktır, çöl yakar, sevda vazgeçilmezdir // düşler kendini eksiltiyor eski bir kentte / gelişi olmayacak, gidişlerin denklemine esir / ne bölünüp çarpılacak / ne toplanıp çıkarılacak yaşam / kapısını açmıyor artık yorgun yüreğindeki aşkın / tutkun dudağı ilk öpüşmenin hazzıyla kapanıyor / pencere, kapı duvarlarla gidip geliyor, sessiz / ara ara yaşanmışlığı anımsıyor / ömür biter, iyileşir yara / tutku ölmezliktir”

 

Evet, şair şiir yazar ve insanlığın destanını dile getirir, yaralarımızı, acılarımızı. Peki, böyle gideceğiz tabii, insanlıktır, çok sevdiğiniz şairler, yazarlar var, onlara da geleceğiz, belki başka bir bölümde ama diyorum ki can dost, sevgili üstat, bu serüvenimize bir bakalım, bize dönelim, yani size bir dönelim. Kaç kitabınız oldu bugüne kadar?

HHY: Vallahi Ayhan, şimdi tam söyleyemeyeceğim ama 40 civarı, 41 filan, tam şimdi aklıma onu şey yapmadım ama…

 

AA: 40 kitap. Şiir ağırlıklı, denemeler, öyküler, geziler, her şey var.

HHY: İki üç tanesi düzyazı, üç dört tanesi anı, arkadaşlarım, edebiyatçı abilerim için. İşte “Bu bir Rıfat Ilgaz kitabıdır, “Bu bir Hasan Hüseyin Korkmazgil kitabıdır”, bu bir “Hasan İzzettin Dinamo” kitabıdır… Mesela bir öldürülen arkadaşım var, devrimci, “bir insan: Yusuf Metin” bu tür çalışmalar var. Aslında o tür çalışmalar, elimde şu an 100’e yakın kitap var ama bastırma şansı yok, para ile ilgili bir şey. O demin sana söyledim belki, o zaman kayıtta mıydı bilmiyorum da, yani bu 40 kitaptan 4-5 tanesini, işte Toplumsal Dönüşüm 3 tanesini yayınladı, Göl 1tanesini yayınladı, Berfin 1 tanesini yayınladı… Ha şeyden, “Adı Barış” filan çıkmıştı, onların dışındakilerin hepsini ben parayla kendim yayınladım yani.

 

AA: Şimdi, bu emektarlığı da gören bir insanım, ben 30 yılımı da basın yayın olarak buralarda geçirdim. Şimdi, İnsancıl’da gördüm, diğer dergilerde gördüm, kim ne derse desin, işte Enver Ercan’a gitmiştik, diğer dergileri, yayınevlerini gördük, şimdi de benim en büyük arzularımdan birisi de, Alevilik-Bektaşilik’le ilgili bu kadar yoğun çalışıyoruz, kitaplar oluyor fakat kendi özümde, kendi gölgemde kalan, üzüldüğüm bir nokta da bu işte, edebiyat sevdalısı olmam, yayın dünyasının sorunları, bunlarla ilgili de birkaç deneme olursa ne mutlu olur bana.

Şimdi üstadım, o zaman konuşalım, Sone Yayınları’nı konuşalım. Buradaki macerayı, sıkıntıları, dertlerimizi bir dökelim bakalım. Yani Türkiye’de bir yayıncı olmanın sorunları nedir, dramı nedir, sizin bizzat yaşayarak, zaten içinde olduğunuz bu yapıya bir kulak verelim.

HHY: Şimdi bu yayın işini ben, Sone Yayınları’nı, Sone Yayınları da benim, aslında bir Fransız şiir biçimi ama çocuklarımın isimlerine denk geldiği için onları kısalttım, yaptım. İzmir’de 95’lerde filan kurdum ben bunu, kendi kitaplarımı çıkartmak için filan. O arada bir iki kişinin de kitabını yayınladık. Sonra İstanbul’a geldim ben İzmir’den, 99 Depremi’nden sonra. Bunu sürdürdük. Buradaki amacım benim şöyle bir şey; edebiyatın içindeyiz, bir kere bu işe tutkuluyuz, sevdalıyız yani, bu bir. İkincisi, adamın bakışı, ben mesela diyelim ki, yaklaşık 64-65 desem, 53 yıl, ilk şiirimin yayımlanmasından bu yana 53 yıl geçmiş, 53 yıldır ben bunu iyi kötü, edebiyat tarihini de biliyorum, edebiyatçılarla ilişkim de var. Adam sana şöyle bakıyor, bir de hani halk arasında bir şey vardır, büyük olasılıkla sen de bilirsin onu, ev danasından öküz olmaz, derler, adam senin şair olduğunu bilir ama senin kitabını yayınlamak için şey yapmaz. Şöyle bir soru sorar, satar mı. Edebiyata böyle bakılıyorsa, satar mı diye bakılıyorsa, düşün halimize. Ama adam şeyin içerisine baldır bacak doldurur, satar o, sattırır. Emperyalizm ve onun işbirlikçisi yayınevleri sattırır tabii. Hatta kitap çıkmadan nasıl bir fizibilite hazırlıyorlarsa, yüz bin basıyorlar, iki yüz bin basıyorlar. Biz zaten, şimdi şiir kitapları düşmüş üç yüze filan… Neyse, burada böyle bir düşünce hakim oldu bende, hem kitaplarımı çıkarmak, hem de tabii devrimci olduğumuz için, yayınevi aynı zamanda bir örgüt gibi de düşünülmeli. İnsanları yan yana getirmek, en azından sen yayınevine kaç sefer geldin, işte Ahmet, Mehmet geliyor… E sen şarabını alıyorsun, öbürü votkasını alıyor, oturuyoruz, edebiyat konuşuyoruz, şiir konuşuyoruz… Bir de kaynaştırma anlamında önemli.

 

AA: Kültür otağı ya, kültür merkezi işte yayınevi.

HHY: Evet. Yoksa gider adam matbaaya bastırır, kazık atar çünkü ticaret olarak baktın mı amacın kar olacak.

 

AA: O kazığı yemek için oraya gidenler de var hocam.

HHY: Var tabii. E bir de burada senin, yani Sone Yayınları’ndan kitap çıkartırken şöyle bir mecburiyet de meydana geliyor otomatik olarak, konuşmak zorunda. Konuşmak için, sen diyelim Ayhan orada, Alevilik konusunda, Bektaşilik konusunda donanımlı, ne yapacak, seninle konuşabilmek için kendini geliştirmek zorunda veya bir şair, bir romancı. Öyle bir baskıcı yanı da oluyor. Baskıcı derken, yararı anlamında bireye. Bunu şey yaptık, yürüdük. İşte benim bu rahatsızlığım filan, bir iki sene önce… Fakat ben tabii yürütemedim, ekonomik gücüm yok benim…

 

AA: Biraz üstadım anlatalım, mesela belki bu bölüm bile bir şey olur, şimdi ömür olur mu, imkan olur mu, para olur mu… Ben böyle 10-15 yayınevi sahibiyle de görüşüp de yayınevi…

Peki, kuruluşu biraz daha anlatır mısınız, yani siz kendi kitaplarınızı da yayınlamak üzere ilk başta başladınız, ondan sonra nasıl gelişti? Sone Yayınları’nı biraz anlatın bize.

HHY: Sone Yayınları şöyle gelişti, işte seni tanıdım, Ayhan kitap çıkaracak, ne yaptık, tanıdık, matbaaları aradım ben, yani benim mantığımı söyleyeyim, kardeşim 64 sayfa bir kitabımız var, bunu nasıl yaparız, kaç paraya çıkar bin tanesi, beş yüz tanesi, işte onu seninle konuşuyor. Adam diyelim ki, ondan bir fiyat aldım, yani dizgicisi, kapak resimleyicisi, matbaacısı, ciltçisi filan, bir fiyat aldım. O fiyatın üzerine de yayınevi adına, vergi mergi, cüzi bir para koydum. Yani genelde benim koyduğum 250-300 lira gibi bir şey oldu fakat aradan geçen süreçte, şimdi kitapları yazarlarına veriyorum, gönderiyorum. Bir de benim Sone Yayınları’nın şöyle bir avantajı oldu benim için, yayınevine gelen herkese diğer çıkan kitaplardan verdim, birbirlerini tanımaları için çünkü onun parasal bir dönüşü yok. Şimdi şöyle düşün, benim kendim, yani iyi kötü bir çevrem var, sosyal ilişkilerim var, bin tane bastığım kitap, bir de konferanslara, söyleşilere, imza günlerine giden bir adamım, bin kitabı bir senede bitiremiyordum ben, kendim. İkna edemiyorsun tabii o gençleri, herkes bir anda kitap çıkınca kendini Nobel’lik zannediyor… Bu tür benim gibi yayınevlerinin türemesinde üreticinin de payı büyük. Yani düşünebiliyor musun, mesela Ahmet Muhip Dıranas’ın kitabı öldükten sonra çıktı, Ahmed Arif’in bir tane kitabı sağlığında, işte Hasretinden Prangalar Eskittim, öldükten sonra çıktı öbürleri de… Şimdi böyle bir şey yok.

 

AA: Belki de Mehmet Emin Yalman mıydı, onun da hacimli bir kitap çıktı, derlenmiş toplanmış, ölümünden sonra…

HHY: Ölümünden sonra çok var öyle derlenen toplanan. Şimdi burada tehlike şu, sistem bunu provoke ediyor. Şimdi ne oluyor, alabildiğine şair, alabildiğine yazar ve alabildiğine bir okumazlık. Şimdi ben bunu çok iyi bilirim, Türkiye’de de en iyi bilenlerden birisiyim yani. Bu kadar savlı konuşuyorum, benim kütüphanemde 20 bine yakın kitabım var, takip ediyorum, şey yapıyorum. En azından para gücüm yetmese bile, Ayhan’ın şu kitabı çıkmış, bunları hep not ediyorum, biliyorum. Bu beni zenginleştiriyor. Bulduklarımı alıyorum, okumak da beni zenginleştiriyor. Şimdi adam kitap çıkarıyor, yüz tane Türk şairi say desen sayamaz, romancı say desen sayamaz, çok ciddi şeyler bunlar yani. Yahu Facebook’ta benim şiirim Edip Cansever’den fazla tıklanıyor, Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan fazla tıklanıyor diye bunu bana aktaran ruh hastası tipler var ya. Adam bilmiyor yani Edip Cansever kimdir, Fazıl Hüsnü Dağlarca kimdir, anlatabildim mi? Ama bunların arkasını ben hep siyasi olarak okuyorum, siyasetin dayattığı bir şey. Hani demin o emperyalizmi konuşurken, böl parçala yönet diyorduk ya, bu da bir parçalanma, burada müritler oluşuyor, burada da tekkeler var. O tekkenin etrafında birbirine yalakalık, birbirinin reklamını yapmak filan… Parayla, kitap tanıtım yazıları yazılıyor ya, bunlar basına çıktı. Böyle şartlarda biz yayınevini sürdürmeye çalıştık ama ben gittikçe çöktüm tabii. Mesela öyle şey oldu ki…

 

AA: Neler yaşadınız hocam anlatın?

HHY: Mesela birinin romanını bastık, romanını basarken iki arkadaşını daha getirdi yayınevine. Onun derdi şu, o ikisinin kitabını çıkartacak, bir de çalıştığı kurumun kitabını çıkartacak, üç, onun romanını bedavaya getirmek. Ben dedim, böyle bir vicdansızlık yapamam. Dedim kardeşim, fiyatları bu, herkese de söylersin. O iki arkadaşı buldum, şiir kitapları çıkaranlar, dedim ki, böyle böyle, bu adam dürüst bir adam değil, bana böyle bir öneri getirdi, fiyatları bu filan diye. O arada da o 500 lira benim tavrımdan dolayı 1500 lira para verdi, kitap 400 sayfalık kitap. Yani yaklaşık 4000 lira, düşün. 500 lira verdi, acil istedi, 150 kadar da kitap gönderdim ben ona acil. Öbür çocuklar paralarını gönderdiler benim hesabıma, onlarla bir sorun yaşamadık, anlatabildim mi? Ondan para gelmiyor. Nerede bu para? E yok, arabayı tamire verdim, evi boyuyorum filan. Ulan dedim, burada çeşme akmıyor, kağıtçıya para veriyorum ben, dizgiciye, matbaaya. Düşün yani, 500 lira verdi adam, yaklaşık 3500 lira taktı. Böyle düşün, 2 bin, bin, beş yüz filan derken, bir tek emekli maaşı olan bir adamım ben ya.

 

AA: Bu işe sevdalısınız, ticari olarak da pek yaklaşmıyorsunuz, bu kervan yürüsün, bu şairlerin şiir kitapları çıksın… Çünkü aldığınız fahiş bir fiyat da yok, ben de biliyorum 15 yıldır.

Şimdi üstadım, bunun dışında, böyle sıralarsak, insanlara bir iki şey verirsek, yayınevi olarak, hani bu kişilerle yaşadığınız sorunların dışında neler yaşıyoruz?

HHY: Şimdi çok Ayhan’cığım, benim kendi kitaplarım için hiçbir yayınevine müracaat etmişliğim yok. O çıkan kitapların kendisinden teklif geldi, işte Berfin’den, bu “Taksim Taksim”, Gezi Olayları’nı anlatan özellikle, o da çok ilginçtir. Geçen gün yayıncısı diyor ki, satmadı bu kitap. Şu kitap, çok ilginç, İsmet bastı bunu, Berfin Yayınları’ndan, içindeki fotoğraflar da İsmet’e ait olmasına rağmen bu kitabın içindeki tüm şiir ve yazılar Türkiye’nin birçok dergisinde yayınlandı. Ona göre satmadı bu. Şimdi neye geleceğim, olayın ilginç yani şöyle bir şey: Şimdi ben kendim için yayınevine gitmedim ama Ayhan için gittim yayınevine, başka arkadaşlarım için de. Birçok yayınevine gittim; Kırmızıkedi’sinden tut, Tekin’ine kadar, Ozan Yayınları bilmem ne, anlatabildim mi, Everest’e kadar… İsim de veriyorum bak. Kitapları götürdük, şey yaptık ve tanıdıklarım var, editörler bilmem ne… Ya bu çok iyi bir roman, çok iyi bir şiir kitabı, çok iyi bir öykü kitabı diye özellikle vurguladığım, gerçekten de öyle ama arkadaşım olduğu için söylemedim, okudum çünkü ben onları, hepsini okudum. Abi altı ay, bir sene geçiyor, bir tane adam dönmüyor. Bak çok ilginç olay anlatacağım sana, Hakan Sürsal’ı sen tanıdık, Hakan’ın bir kitabını bir yayınevine gönderdik, altı ay bir sene yanıt gelmeyince Hakan yayınevine telefon açıyor, diyor ki, benim kitabımın dosyasını bana geri gönderin, diyor. Gelen yanıtta da diyor ki orada, dosyayı bulamadık, size göndereceğiz bulunca. Hakan diyor ki, abi ben dosya göndermedim, diyor, internet üzerinden gönderdim ben, diyor. Düşünebiliyor musun, bu kadar uzak, düzensizlik. E bu şartlarda adam ne yapıyor, okuyan kişi, Hakan iyi bir şair benim için, iyi bir öykücü, e şimdi adam, Hakan diyor ki, ben yazmıyorum şimdi, geçenlerde konuştum, nefret ettim, diyor. Ama ulan bir bakıyorsun, ulan sapık supuk bir sürü kitap çıkıyor. İşte o sapık supuk kitap çıkması benim yayınevi gibi yayınevlerinin varlığından, anlatabildim mi? Parayı bastırıyor, o da diyor, bana telefon ediyor, abi şu yayınevini tanıyor musun, tanıyorum, e bize işte aldı şu kadar para verdik de, şu oldu bu oldu… Ulan niye para verdin, ne konuştun, ne bileyim, çıkacak dedi, aldı paramızı, şimdi yok kitap. Dolandırma da var. Kitap çıksa diyeceksin ki, örnek elde, para vermiş de… Örnek de yok. Sahtekarlığa giriyor. Adam nefret ediyor. Bir taraftan medya, sistem seni kışkırtıyor, şair ol, resim çektiriyorlar bilmem ne, büyük şair bilmem ne… Ben sana bir şey söyleyeyim, çıkan kitabının 5 tanesini paket yapıp Nobel’e katılan adamlar bile var, kendisi gönderiyor ya.

 

AA: Peki hocam, şöyle diyelim, yani ben, hatta bir yazı da yazmıştım, benim web sitemde yayımladım, bayağı da okunmuş… Hani çıkan kitaplardan bana hediye ettiniz, ben de okudum…

HHY: Sen hemen hemen çoğunun içinde yazı yazdın…

AA: Hayır yani çok beğeniyle okudum, isimleri Türkiye’de belki duyulmamış, kardeşim duyulmamış diye ne yapalım, bu gerçek bir şair, ben alıyorum, şiir tadını buluyorum. Peki ne oluyor, bu Sone Yayınları, yıllarını veriyor, şairler giriyor, çıkıyor. Bir kuşatma mı var? Bu yayınevleri…

HHY: Sistem tabii, politik sistemle ilgili bir şey. Ben sana bir şey diyeyim mi, o dediğin görüşe katılıyorum, Bizde yayınladığımız çok iyi roman, şiir kitapları var, çok iyi. Yani Türkiye’deki ortalamanın üstünde kitaplar var. Ha kötü kitaplar da yok mu, var ama dediğim nokta bu. Ama bunun önünü kesiyorlar, adam kesiyor ya. Şimdi çok ilginç bir şey var, çok ilginç bak, bu da ilginç, sorduğun için, en azından bilgi anlamında. Bir arkadaşımız, iyi müşavir, birileri tarafından, yine bu piyasanın bilinen böyle, arada gezinen şairleri vardır, tip tip, oraya buraya çıkar böyle, onlar tarafından şiiri de iyi görünüyor karşıdan. Daha sonra yeni çıkan kitaplardan birisinde Mustafa Kemal’den söz ediliyor, hemen bunun şiirini beğenenler cephe alıyor. İlişkiyi koparıyorlar, anlatabildim mi? Bu şu anlama geliyor; o kitap hakkında yazı yazdırmıyorlar, o kitabın tanıtımını yapmıyorlar, oraya buraya çağırmıyorlar, imza günü düzenlemiyorlar. Şimdi şöyle düşün, Sovyetler Birliği’nin reel sosyalizminin yıkılmasıyla, bak bunlar hep birbirine bağlı şeyler, adam ne yapıyor, kapağı gibi, öbürü cicili bicili… Gene Hakan’ın da bugün epey kulağını çınlattık, onun Doğu Almanya’da bir arkadaşı varmış, bu Doğu Almanya ve Batı Almanya birleşmiş,  duvar meselesinde, o Doğu Almanya’daki arkadaşı, ya biz zannettik ki o zaman, diyor, hepimize birer tane BMW verecekler. Bunlar da bunu provoke ediyor. Bakıyor adam çıkmış şair, yayımcım, diyor ki, bak bir de öyle konuşuyorlar… Ulan halbuki, ben kendimi söyleyeyim, parayla bastırdı bunu yani, benim gibi bir sürü yayınevi var. Şimdi o anlamda ne oluyor, adam provoke oluyor, provoke olunca parayı harcıyor abi. Birden çok kötü diyebileceğimiz, bizim Şaka, o şiir kitabını getirmedim de, o Şaka’da, Hakan’la ortak, bu edebiyat dünyasını anlatan bir kitabımız var Şaka, aynı durum şöyle, şimdi para veriyor ya adam, bu sefer kitabı… Ben mesela bütün arkadaşlarıma istisnasız söylemişimdir, kardeşim para kolay kazanılmıyor, acele etme, dergilere gönder, bilmem ne, çıkartma… Kaç sefer dedik. Adam ille, parayla değil mi, diyor, çıkarıyor. Çıkarıyor, çıkardıktan sonra parayı geri almak istiyor. Bu sefer ne yapıyor, şunu görüyorsun, fuarlarda, bu kitabı ben yazdım, şair, yazar, düşünebiliyor musun, fuarda dolaşan insanlara, bu kitabı ben yazdım, bunu alır mısınız… E ne oluyor, bu çürüme orada başlıyor.

 

 

AA: Evet. Şimdi, ekonomik sıkıntılar, bu engeller, yani bilinçli engeller, tırnak içinde söylüyorum, yüreği çok büyük ama büyüklük neye göre ölçülür bilmiyoruz ama kendine büyük diyen yayınevleri, Kültür Bakanlığı olsun, diğer yerler olsun, kendilerini bir yerlere ulaştırıyorlar, maddi, manevi, neyse, besleniyorlar. Fakat emeğiyle var olma mücadelesi olan yayınevlerine bir kuşatılmışlık var, ekonomik sorunlar var. Zaten genel olarak ekonomik sorunlar var çünkü dönüştüremiyor, kâğıt ücretleri artıyor, kiralar artıyor, derken bunlardan konuşurken başka sorunlar da geliyor. En sonunda, çok şükür ki devam ediyor Sone Yayınları’mız, belki mekân değiştirdi ama siz yüreğinizle, varlığınızla bunu yaşatıyorsunuz, ben size çok büyük bir saygı duyuyorum, gerçekten. Özellikle bu Sone Yayınları’nı dile getirmeyi bir görev ve borç bildim.

Sevgili üstadım, şimdi biraz şiirlere geçelim. Şiir bambaşka bir şey, şiir hakkında konuşmak da kolay değil. Şiir hakkında yazan yazarlarımız ve şairlerimiz de var, hem şair ama şiir üzerine düşünen, kafa yoran insanlar da var. Çok basit şey yapalım, bizi her kesimden insan izliyor, zorlaştırmayalım.

Size göre şiir nedir?

HHY: Yani aslında Ayhan, bu bir türlü tanımı yapılamayan bir şey yani.

Şiir nedir? Şiir kamildir. Şiir dostluktur. Şiir rüzgardır. Şimdi, hani düzyazının dışındaki bir yazı, biçim olarak bir yazı ama şiir sözcüklerin az kullanılması, çok büyük bir hacme sahip olması gibi de bir özelliği var şiirin. Yani az sözcük olacak, dinlemesi çok geniş, çok büyük. Bir edebiyatın bir türü. Ben tabii anlamdan yanayım, onu politik olarak da vurgulamak gereğini duyuyorum. Yani ben çok şey şiir yazabilirim, yani o İkinci Yeni gibi bilmem ne anlamsız çok şey yapabilirim ama ben anlamdan yanayım. Sanatın da bir araç olduğuna, insanlık tarihinin gelişmesi adına bir araç olduğuna inanan insanlardan biriyim. Devrimci, toplumcu gerçekçi, sosyalist gerçekçi denilen bir çizgide yazıyorum. Şimdi burada şöyle bir şey, sen en azından, yani yakından tanıyorsun, mesela ben doğaçlama şiir okumayı da çok seviyorum, bunu şuna bağladım, bir kere sevda. Yani edebiyat, sanat bir kere tartışmasız büyük bir sevda. Büyük sevdanın yerine gelmesi, yaşanılır olması için bir gözlem, konuşmamızın başında dedik ya; kentler, köyler, insanlar, içi okumak, başkalarının gözüyle başka hayatları tekrar kendi hayatının içerisine almak. Tüm bu yoğunluğu içselleştirmek. Yani sen sözcüğü ağzından çıkardığın anda arkadan öyle bir sözcük baskısı gelmeli ki o sözcük tek kalmamalı, yalnızlaşmamalı ağızdan çıktıktan sonra. Şiirin böyle bir özelliği var. Tabii edebiyatın diğer dalları için de geçerli, roman için de geçerli, belki resim için de geçerli. Şimdi bazen ben ressam arkadaşlarla konuşuyorum, şimdi sana demin gene söyledim ya hani, eşim öldükten sonra her gün mezarlığa gidiyorum, mezarlıkta bakıyorum, yahu renk skalasında, boya fabrikasının bile renk skalasında bu kadar yeşil yoktur. Yağmurun yeşili başka, güneşin yeşili başka, çamın başka, sedirdin başka, kayının başka… Anlatabildim mi? Bu nedir, hayatı ve o hayatın gücünü kavramak demektir. Sanatçı bunu kavrayıp içselleştirdiği zaman, sanatı hiç farkına varmadan yerine getirebilir çünkü bilir o, yağmurdaki yeşille, güneş açtığı andaki yeşilin farkını görmüştür, bir kez, iki kez, üç kez veya Ayhan anlatmıştır veya başka birisi anlatmıştır. Ne bileyim, Zap Suyu’nun köpürerek akışını, belki o Zap Suyu’nda boğulan Selahattin Şimşek müfettişimiz not düşmüştür, biliyorsun, neydi onun oğlu, Oktay, Hakkari 71.45’leri diye babasının o kitabını bastı, neydi yayınevinin ismi, o da iyi bir arkadaşım… Yani Zap Suyu’nun çağlayanını Selahattin Hoca’nın boğulmasında görebilirsen şiir yazarsın, anlatabildim mi?

 

AA: Yani şiir, dediğiniz gibi tanımlara, tarife sığmaz, duygu olacak, coşku olacak ama ben şimdi diyelim ki klasikleri, Latin Klasikleri, İş Bankası’ndan şuradan buradan çıktı, alıyorum okuyorum, bana geçiyor, yani ben onu alıyorum. Bana veriyor çünkü zaten kalmış, adamlar da demiş ki, bu şair, gerçekten aşkı, şunu bunu tarif ediyor. Yani bir kelimeyle değil, seni gelip doyuracak, sana gelecek… Yaşanmışlıklar, olanı, o acıyı ama ben yine de her şeye rağmen, ne kadar çok şiir okunursa okunsun, ne kadar çok şey olursa olsun, yeryüzünde arı balı yaparken bir mucize yaratıyor ve süt bir mucizedir, yaşam bir mucizedir, doğa bir mucizedir ama bütün bu mucizelerin içinde en büyük mucize şiirdir. Ben şiiri o kadar derinden seviyorum ki yani şiir bir mucize diyorum ben.

HHY: Mucize olduğu şundan belli, arının bal yapması, bilmem ne yapması gibi, oradaki olay ne? Şimdi sen onu ele alırken şöyle düşündün, nicel birikimlerin nitel dönüşümü diye düşündün. O Nitel dönüşüm tekrar nicelleşiyor. Yani hayatın devinimi de bu, tamam mı, çelişkilerin harekete kaynaklık etmesi gibi nicel birikimlerin nitel dönüşümleri de bu hareketi yürütüyor. E ne yapıyor şiir, çoğalıyor, otomatikman çoğalıyor. Yani bir iki üç değil, başlıyorsun bitmiyor şiir. Şimdi kameranın kayıt olayını düşün, bu da bir şiir gibi. Onun Mustafa kapattığı kapanıyor, kapanmadığı zaman, cereyanı olduğu müddetçe çekecek o. Hayat da böyle, şiir de böyle. Bak, yaratıyor. Renk yaratıyor abi, şiir yaratıyor, öykü yaratıyor. Betimlemeler önemli. Hani sen diyorsun ki, mesela beyaz köpüğüyle bir at gibi şahlana şahlana akan su gelip ayaklarıma dolandı. Şimdi başka birisi diyor ki o anda, su köpürmüştü, farkında değildi nereye gittiğinin, deli gibi koşturuyordu, koşturuyordu, ayaklarımdaki su o su değildi. Binlerce böyle düşünebiliyor musun, betimleme yapabilirsin. Bu neden? Dediğin şeylerden işte, Şiran’daki çiçeği tanıdığın için Hakkari’deki çiçekle akrabalık kurdurabilirsin çünkü senin bilgi dağarcığınla ilgili. Anlatabildim mi? Yani bu anlamda şiir gerçekten bir mucize ama mucizenin sahibi dünyanın kendisi. Dünyada yaşayanlar, insanlar, börtü böcek.

 

AA: Ve bizatihi dünyanın kendisi değil mi? Mesela insan ayrı bir evren. Yani dünyanın içinde evrenler var diyorum. Yani ben yeşile bu kadar mı sevda… Demek ki bensem, herkeste de vardır bu gen veya bu ruh. Ağacın, farklı ağaçlar, farklı çiçekler, farklı atmosfer, serinlik, bir his kaplıyor benim… Dünyanın içerisinde yürüdüğüm hissi, ben şair değilim ki dökem dizelere ama onlar beni doyuruyor. Yeryüzünde, bu kadar obur bir insan olmama rağmen, yeryüzündeki en obur insanlardan birisi olmama rağmen çünkü doyumsuzluk var, onun da bir psikolojik alt eşiği vardır mutlaka, beni hiçbir şey doyuramıyor ama o tabiatın doyurduğunu hissediyorum, beni o doyuruyor. Demek ki tabiat ve doğa kendi kendine bir mucize.

HHY: Çok önemli, bak şimdi neden çok önemli, rahmetli Tarık Akan’ı da anmış olalım. Tarık Akan’ın okulu Taş Mektep’e ben bir iki sefer konferansa gittim. Şimdi onun, çok güzel bir salon var, orada şiir atölyesi bile vardı bilir misin? Rahmetli çok dehşet işler yapmıştı, şiir atölyesi vardı çocukların. Neyse orada konuşuyor, çocuklara şunu söyledim ben, dedim ki, hiç bir ağaçla yarım saat konuştunuz mu. Çocuklar böyle tuhaf tuhaf bakıyor. Şimdi oradan şuna getireceğim bak, şimdi şiirle uğraşan adam ağaçla konuşan adamdır. Şiirle uğraşan adam bir suyun koluna girip denize gidebilir. Şiirle uğraşan adam hiç akıl almaz bir dağ doruğunda açan kardelen çiçeğine bir şeyler anlatabilir. Yani onun mucizevi kimliği hem bilinç birikimden kaynaklı, hem bulunduğu dünyayı algılamaktan kaynaklı. Sen bulunduğun dünyaya, hani vatan filan dedik ya, işte onu sahiplenirsen, dünyayı vatanın görürsen, yaşadığın coğrafyayı vatanın görürsen, vatanına sahip çıkarsın. Sahip çıktığın zaman oradaki papatya da seni tanır, gelincik de seni tanır, oradan bal yapmak için polen toplayan arı da seni tanır. E sen ne yapıyorsun, otomatikman bu tanımalarla zenginleşiyorsun ve sözcüklerle kurduğun dünyayı da ister istemez gelişkin kılıyorsun yani.

 

AA: Şimdi üstadım, daha nice yayınlanacak kitap var, şiirlerinizin çoğunu okudum… Şimdi şöyle düşündünüz mü, şair, o potansiyeli var, dolu, onunla yaşıyor… Ben zaten ortaokuldayken şunu hissediyordum, Orhan Veliler şunlar bunlar, acaba diyordum, şairler normalde gördüğümüz insanlar mı yoksa değişik bir insan ırkı mı, diye kafamdan geçiriyordum çünkü ben o kadar şairlere ve şiire o kadar akıl almaz bir sevdam vardı ki o hiçbir şey de onu dindiremedi. Alevilik-Bektaşilikle de uğraşsam, yine de toplamda en çok şiir kitabı okurum. Bir de ozanlar var ki o da ayrı bir şey, halk ozanlığı türü, Karacaoğlanlar filan, belki onunla ilgili de bir soru soralım. Şimdi, hani o potansiyel var ya, mesela hani bir coşku gelir, bir uzun şiir yazar, kitaptır zaten. Her şey bitmiştir ama hangi, kurgulama değil de, şairlerde şu var mı ya da sizde var mı; yer yurt, doğa, çocuklar, böyle kafanızın içinde onları biraz bekletiyorsunuz, yeri gelince onları ele alıp yazıyor musunuz? Bir anda hani şiir, diyorlar ki bir anda gelir ama potansiyel varsa zamanla çıkar.

HHY: Hayır ben tam, yani ikisinin dışında da bir şey söyleyeceğim, ben kendim için söyleyeceğim, ben her zaman söylerim yani, ben o yoklamalarda, devletin yaptığı yoklamalarda mesleğini şair diye yazdırmışımdır. Ben şair olarak şiiri her zaman yazabilirim çünkü şiirin gerektirdiği bütün namusluluğu şiire karşı göstermiş adamım, göstermeye de devam ediyorum. Onu her zaman besledim, elimin tersiyle itmedim. Doğayla besledim, kitapla besledim, arkadaşlıkla besledim. Yani onun yaşam bulması için elimden gelen her şeyi yaptım, o da ben istediğimde benim yanıma geldi. Şiirin böyle bir yanı var, halk ozanlarının da öyle bir yanı var. Tabii bazı teknik çalışmalar vardır, bilmem ne vardır, bu ayrı bir şey ama şiir içselleştirilmiş bir şeydir yani. İçinde olan bir duygudur ama duygunun akıllı halidir. Hiç akıllı duygu gördün mü sen? Ama şiir böyle bir şeydir. Onun için şiirin ben her zaman yazılabileceğini düşünüyorum. İlham bir ateşleyici olabilir, tetik düşürücü olabilir yani ama iyi bir birikimli insan buna gerek duymaz yani. Ha şiirin tabii değişik yazma biçimlerini filan düşünmek lazım, çok yoğun, çok sıkı örülebilir de çok sıkı örüldü diye şiir de olmaz tabii. Yani anlamsız, uçuk uçuk yani, demin dedin, çok güzel söyledin, o da ilginç, hani Orhan Veli’yi, ortaokulda, şairler bizim gibi mi… Bizim gibi bir insan.

 

AA: Gerçekten bu böyleydi bak, bunu böyle söylüyorum, bu olan bir şey. Bazen böyle kafamda duruyor, diyorum, bunu bir fırsat olsa da söylesem.

HHY: Tamam canım işte aynı bizim gibi adam ama şimdi ne diyor, geçen gün bir sarayda, şoför bir arkadaş var, abi insanların içini anlamak için kalbini kıracaksın. Şimdi onun da, senin benim gibi insan ama yoğunluğun oluşturduğu farklı davranış biçimlerine, şair ne yaparsa yeridir falan dememek koşuluyla, o duygu fazlalığından olabilir yani.

 

AA: Evet, şimdi güzel üstadım, şöyle, isterseniz birkaç şeyle bunları toparlayalım, sonra serbest sohbetimizde de devam eder ama Hakk ömür verirse bize, bir de sarayda böyle gidelim de hem gezerken, hem otururken, hem ortamda, sarayın içinde de bir çekim yapalım.

HHY: Ama şeydeki, Tayyip Erdoğan’ın sarayından olmaz.

 

AA: Aman aman! Saraya gidenlerden de değiliz. Şimdi, bir de hani, Denizli dediniz de aklıma geldi, Kazak Abdal’ın yurdu, Kazak Abdal’ın türbesi orada deniyor. Karacaoğlanlar, Dadaloğlu, tabii ki Yunus mesela, her birisi ayrı ayrı konuşulacak ama Pir Sultan Abdal… Peki bu halk şiiri nedir, halk ozanları diyoruz?

HHY: Bir kere halk ozanlarını ben halkın devrimci öncüleri olarak görüyorum. O yeteneklerini, tabii bunu biraz da bizim Türk kültürüne bağlamak lazım, yani Aleviliğe, Bektaşiliğe bağlamak lazım. Şöyle bağlamak lazım, bizim, ırksal bir söylem değil bu söylemek istediğim, dilsel anlamda da böyle bir düşüncem yok ama bizim naturamızda paylaşımcılık, birliktelik, insanlara saygı duymak gibi birçok özellik olduğu için, buna öncülük yapan insanlar bu tür şeyleri kendilerinde toplamış ve sazla, seslerin, notaların yardımıyla, uyak, klasik bizim işte halk şiiri tarzını biliyorsun işte… A, B filan şeklinde kendi uyak sistemine göre kurmuş. Heceler işte 6+5’lik, 7+4’lük değişik kalıplarına göre bulunmuş ama o öncülüğün, halk ozanlarının devrimci öncülüğü şuradan, o yörenin herkesin bildiğinin dışındakileri bilme özelliği var. Herkes bilir, oradaki otları motları bilir, madımağı bilir, bilmem neyi bilir ama orada diyelim ki bir nal çiçeğini o ozan bilir. Hiç dikkat çekmemiştir halk için ama onun kırmızısı örneğin Pir Sultan’ı etkilemiştir, anlatabildim mi? Yani oradaki halk ozanlarının avantajı o, o da birikim. Yani ilkokul bitirmemiş diyorlar, bilmem ne diyorlar, bu ayrı. Şimdi burada tanrısal bir misyon yüklemek istemiyorum ama yetenek var. Tanrısal değil, gözlem gücü çok önemli. Hani biliyorsun  gene bizim halk, ayak verme vardır, ayak verirsin, adam o ayağa göre şiirini yazar, tamam mı? İğne batmaz der, hangi sessiz harfleri nasıl kullanacağını bilir. O da onun kültürünün getirdiği şeyler tabii. Mesela ben Kars’tayken, Murat Çobanoğlu’nun babası vardı, Aşık Gülistan, onun yanında gider gelirdim. Kars’ta bir de aşıklar kahvesi vardı. O kültürden öyküler anlatırlardı mesela, şiirsel öyküler, aşıklarda çok yaygındır. Destan gibi, yani bizim işte Fuzuli’nin yazdığı, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, bunlar aslında o halk ozanlarının kurguladığı, yaşanmışı ele aldığı fakat o yaşanmışlıkları kurgulayarak, ölümsüz aşklar destanı diyelim yani. Kerem ile Aslı’yı düşünebiliyor musun ya? Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun… Hani şey diyor ya padişah, ulan bu kara kuru kız için mi… Sen, diyor, onu bir de benim gözümle gör, diyor ya Mecnun… Şimdi öyle bir şey hani, o göz, nasıl bir gözle görmek, nasıl bir sabır değil mi? Sen git dağı del. Anlatabildim mi? Yani orada öncü oldukları kesin yani Ayhan, ben o konuda halk ozanlarının gerçekten öncü olduklarına inanıyorum çünkü ben bu genç kuşağı da tanıdım; Aşık Mahzuni’yle dostluğum oldu, Aşık İhsani’yle dostluğum oldu, Kul Ahmet’le dostluğum oldu mesela, bunlarla oturup çok sohbetim olduğu için, yani adamla konuşurken, sen kitabi konuşabilirsin ama o yaşamdan konuşuyor. Senin söylediğin aynı şeyleri o yaşamdan söyler, anlatabildim mi? Öyle bir tür. Nasıl olacak abi bu kültür? Otomatikman öncü olacak işte, halkın öncüsü olacak yani.

 

AA: Şimdi, halkın öncüsü olmak, hani derler ya, halkın sözcüsü olmak, bekçisi olmak, çok fonksiyonlar var, mesela saz çalmış, inançsal bazda da bir şeyler söylemiş olabilir, Alevi-Bektaşi kültüründe öyle bir yapı da var fakat onun dışında direnç var, sevda var, yani şairler hakkında ne varsa, halk ozanları da birer şair, onlarda da var. Yani şiir şekli farklı diye bir şey olmaz.

HHY: Olmaz. Söyleyecek sözü var, onu o şekilde söylüyor yani. Ressamınki söz değil mi? Renkler de bir söz, notalar da bir söz değil mi? Bir şey anlatıyor yani, bir şey var. Pir Sultan, yani el vermek, sen benden daha iyi bilirsin, el vermesen geliyor mu? El veriliyor onlara. Ben gittim, mesela Aşık Veysel’in Sivrialan’a gittim, Ortaköy’e gittim kaldım oralarda…

 

AA: Evet değerli üstadım, yaklaşık 2 saat… Benim de en büyük muratlarımdan birisi oldu, gerçekten. Söyleşi de böyledir, motomot olarak biz zaten biyografi şeyi yazmıyoruz, o da ayrı bir şey. Zaten daha önce konuşmuştuk, nehir söyleşileri diye, bu onun öncüsü olsun. Benim arzum bu. Biz hiçbir şey beklemeksizin sizin bu derin, zengin güzelliklerini toparlama aşamasında elimize düşen, gönlümüze düşen, üzerimize düşen ne varsa yaparız fakat bu 2 bölümlük, 2 saatlik söyleşimiz de sevgili dostlar, Sone Yayınları’nın yayın yönetmeni, yazarımız, şairimiz, gül yüzlü sultanımız Hasan Hüseyin Yalvaç üstadımızla şiire yolculuk yaptık. Anadolu’ya, Anadolu insanına, değerlerine, özüne doğru bir yolculuk yaptık, güzelliklerine doğru bir yolculuk yaptık. Dolayısıyla bitip tükenmez bu aşk hali, biz de usanamıyoruz ama varsa birkaç, ozanımızdan şiir dinleyerek söyleşimizi şimdilik burada nihayetlendirelim. Bu emeği veren can dostumuz Mustafa Karaçiftçi, gönlü, yüreği açık, onun İlk Ezgi Sanatevi’nde, ofiste yaptık. Arkamızda da Müzeyyen Karaçiftçi’nin, önderimiz, rehberimiz, her şeyimiz, büyük önder Atatürk’ün portresi var. Memiş Hocam da bizi sonra geldi dinledi, nice dostlar da geldi. Onlarla biraz sohbet edeceğiz. Dolayısıyla sohbetler devam edecek. Şimdi üstattan dinleyelim. Eyvallah.

HHY: Şimdi 3 tane şiir okumak istiyorum. Birisi eşime, vefatından önce yazdığım, 2000’den önce yazdığım, “bu şiirin imgesi eylül değil” ilk şiir bu. “yangınlar sarmışken her yanımızı / su olduk başka yangınlara / verdik sevgimizi, sunduk dostluğu, çaresiz kaldık / sevdim yolculuklarımı, parmaklık parmaklık / yan yanadan uzak kaldık / firarlarım bitip tükenmedi / üstüne bir de çocuk toprağa verdik / kolay değil elbet birliktelik / zor bir yola yolcuyken ben / sen acılarla yatıp kalkıyordun / en yakınlarının karabasanlarında / çocuklar ki dizin dibinde hasret / sıcacık bir merhabaya / ama bak akıyor hayat / yirmi beş yıl olmuş ayaktayız / kim dönek diyebilir bize / kimse sevgisiz / çünkü cehennemi geçtik / cennet zaten yüreğimiz / merhaba sevgili / acıların ortasında dimdik duran 90.15 / bugün yirmi beşinci yılı / fırtınalar ortasında yaprak dökmeyen sevdanın / tüm sevdalara merhaba / ağla, sıkıl, isyan et ama / sevdandan vazgeçme asla”

 

AA: Aşk olsun. Ruhu şad olsun, sonsuz ışıklar içinde yatsın.

HHY: Şimdi o demin gene aslında şiire yanıt vermekle ilgili bir şey, mesela bu okuyacağım şiir, “Bingöl’de bin göl yok”. Bu bir garson çocuk, Hasan Karasu, İzmir’de yaşıyor, Alevi bir arkadaşımız, onunla ilgili. Yani şiirin at koşturduğu alan anlamında da okunabilmeli. “91.05 Bingöl olmasan / gördüm Dağkale Tepesi’nden / Göğnük ile Perisuyu’nu / Murat oldum Yukarı Fırat’tan 91.14’a aktım / beni bana bırakmadılar Urartular, Asurlular / beni bana bırakmadılar Persler, Sevkinler / beni bana bırakmadılar Romalılar, Bizanslılar / Beni bana bırakmadılar Selçuklular, Osmanlılar / ben, ben bildim / buzul göllerinin kenti miydim / Bingöl’de bin göl yok güzelim / yoksulluk salkım saçak / hüznü tartacak terazi olmaz / varsa yürek kanar / kanar kan bu yörenin sabahında / bir efsaneyim, kuşa can veririm / görünce avcıları bin parçaya bölünürüm / bir efsaneyim, üç köpük suyumla yiğit olur Köroğlu / ölümsüzleşir kır atı / doymaz, bir de babam derse / bölünür bir yerde olurum / bir efsaneyim, doğmazları doğurtur 91.06 / Er Gölü’mden güçlü olur erkekler / Kıllı Göl’de kıllanır gençler / iyileştiririm 91.15 / Miskin Gölü’nden cüzzamı / tekliğim az gelir / çoğalır çoğalır bine varırım / bir efsaneyim, kıyılarımda oynanır / el çırpma, gemim götürme / diz vurulur, omuz sürülür / adım 92.29 olur Meyrano / Horani, Çaça derken çoğalır bini vururum / bir efsaneyim, 91.25’te demirim dövülür / Murat’ta suyum girilir / dallarımda umut görülür / Yukarı Fırat’ım adıma Bingöller denilir / Bingöl’de göl be güzelim / su eski bir coğrafyadır / acıları ölçecek metre olmaz / yüreğin varsa kanar / kanar düşünce yörenin tarihinde / 92.56’um Bingöl’üm / terk edilmişliğin kenti / bir acılı coğrafyada tükenmekteyim / alsın insanlar alsın göllerimi / alsın göllerimi alsın göllerimi / efsanemi onlar yaşasın / yeter ki insani günlerimi bana bıraksın / ben bir kentim etrafım dağlar / gözyaşı utanmaz bende ağlar / sokaklarında dolaşır rüzgar / göllerim kendinle oynaşır / ah insanlar ah insanlar”

 

AA: Ya nasıl bir şey ya! Vay be! İşte şiir diyoruz diyoruz, işte bu.

HHY: “Arpaçay’da Beyaz Üşür // Arpaçay’a kar yağar / beyaz üşür / yalnızlığını kendi bölüşür / yürüyorum umuda / ayaklarımda sevda / ellerimde türkü / kar düşerken toprağa / kilisede İsa minarede ezan üşür / ne biçim yaşamak bu / yürekte kan üşür // Arpaçay’a kar yağar / renk üşür / çiçeklerin içinde neden gelincik üşür / yürüyorum aşka / ayaklarımda hasret ellerimde kavuşma / bahar düşerken toprağa / neden son cemre üşür / ne biçim yaşamak bu / ağızda söz üşür // Arpaçay’a kar yağar / zaman üşür / terk eder insanları onu / 94.38 / yürüyorum çoğalmaya / ayaklarımda yel / ellerimde merhaba / gün doğar batmak bilmez / bu yüzden karanlık üşür / ne biçim yaşamak bu / insanda can üşür // biraz Arpaçay’dayım biraz Yalvaç / yani Türkiyeli, dünyalıyım sonuçta / yorganım sırtımda dürülür / o nedenle bende insan üşür / ne biçim yaşamak bu / yaz günü yorgan üşür” diyeyim kapatalım.

 

AA: Evet, Mustafa Abi. Evet, alkışlıyoruz, tüm Türkiye alkışlıyor. Böyle büyük bir ozanımız, yazarımız, bizi gerçekten çok mutlu etti. Hayatımın güzel anlarından birisiydi. Çekimler için, onları da düzenleyecek, yayınlayacak güzel abimiz Mustafa Karaçiftçi’ye tekrar teşekkür ediyoruz. Yeni söyleşilerde, dosttan dosta gönül sohbetlerinde buluşmak dileğiyle. Hoşça kalın efendim.

 

HHY: Eyvallah.

 

 Deşifre: ÖZGÜR OZAN DEMİREL