HAYRETTİN GAŞ

GAZETECİ / REJİSÖR

 

Kendisini bir Bektaşi Babası sayesinde tanıdığım oldukça mütevazi yaşamıyla İstanbul’u yurt edinmiş, Kosova’nın Balkanlar’ın kültür rüzgarını kendisiyle buralara getirmiş, bir dönemin ünlü dizisi 4. Murat’ın senaristliğini yapmış, gazetelerde çalışmış, çeviriler ve derlemeler kaleme almış bir öğretmen Hayrettin Gaş. Kendisi Kasım 2013’de Kosova Priştine’yi bana gezdirirken nasıl bir kültür insanı olduğunu bir kez daha gösteriyordu…

 

 

Sizi yakınan tanımak isterim...

 

1940 (Resmi olarak 23 Ocak 1941) Kosova’da o zamanlar kasaba şimdiler de şehir olan Gilan’da doğmuşum. 16 Kasım 1944 yılında Gilan’ın kurtuşudur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman işgali bitiyor, Almanlar çekiliyor.

 

Gilan Katliamı

 

Almanlar kasabadan çekildikten sonra; 23 Aralık’ta Gilan’da büyük katliam oluyor, yani kurtulduktan sonra.

7 bin nüfuslu kasabada bostanda karpuz seçer gibi en saygın, dürüst insanları, o gece kurşuna dizdiler, hatta ve hatta öldürmek denmez hunharca bir katliamdır bu; çünkü baltayla bile insanları kesmişler. Şu anda bile mezarları bilinmiyor. Ben araştırma yaptım, öldürülenlerin sayısı 450’i buluyor. Bunların teker teker isimleri tespit ettim. Bunlar arasında babam da var, o zaman 41 yaşında…

Ben; 22 Aralık akşam üzeri 5 askerin kapılarımızı kırarak eve girip babamı aldıklarını hatırlıyorum.

Babamın giderken bize öyle bir acı acı bakışı vardı ki onu tüm hayatım boyunca unutamadım… Yedi kardeştik, onu hatırlıyorum. O görüntü hiç aklımdan çıkmıyor, ölünceye kadar benimle birlikte kalacak. Benim babamın mezarı şu anda yok, bilinmiyor.

Bu katliamları yapanlar General Draja Mihayiloviç’in askerleri, partizan şapkaları takarak (kokartlarını çıkarıyorlar, onun yerine partizanların yıldınızı takıyorlar) ve böylece katliama yapıyorlar. Onlar aslında partizan değil, onların kılığına giriyorlar, bu katliamı yapıyorlar. Eski emellerini gerçekleştiriyorlar, yani Müslüman halkı temizlemek için bunu yapıyorlar. Öldürülenler arasında Arnavutlar, Türkler, Boşnaklar var.

Güya burada bir oyun oynanıyor. Sırpların kışkırttığı bazı kendini bilmez Arnavutlar oyuna geliyor ve güya kasabayı Tito’nun adamlarından kurtaracağız, diye ilk önce Arnavutlar kente geliyorlar. Onların amacı hem Sırplardan, hem partizanlar burayı kurtarmak. Ama Ufak tefek çatışmalar oluyor. Sonrasında gizlenen Sırplar emellerine ulaşmak içini oyunlarını yapıyorlar. Bu sefer de diyorlar ki; şehri işgalci Arnavutlardan kurtaracağız!

Böylece asıl gizli emelleri olarak kentin en saygın ve önemli kişilerini daha önceden planladıkları gibi toplamaya başlıyorlar ve fazla bilinmeyen bir şekliyle güya Arnavutlar’dan şehri kurtardık, yalanın arkasında bunu yapıyorlar.

Aynı oyun 20 gün  önce 2 Aralık Ferzovik kentinde oynanıyor. Bu Arnavutların büyük hatasıdır, çünkü Sırplara kandılar, Tito’dan şehri kurtaracağız, yalanı arkasında bu katliama sebebiyet verdiler.

Bu katliam hiç konuşulmadı. Gilan Katliamı’yla ilgili ilk defa Altan Deliorman Büyük Darbe kitabında 1975 veya 76’da bahsetti. O da bu katliamın nasıl olduğunu ve öldürülenlerin isimlerini veriyor. Bu öldürülen insanların sonrası Gilan’da yerleşen hükümet eskiden kurtuluyoruz diye, bütün tarihi binaları ne varsa yıktılar. Çok büyük bir konak olan ve tarihi bir özelliği olan, Sırbistan’da tarihi binalar kitabında yer alan, Bahtir Beyin Konağı yıkılıyor. Çok çok güzel bir binaydı. Binanın haremliği, selamlığı hatta mahkemesi varmış. 1804’de Bahtir Bey aslında ilk Sırp Ayaklanması’nı bastırmak için Gilan’dan Belgrat’a gidiyor. (Onunla ilgili bir de kitap yayınlandı)

Bizler bu olaya tanıklık edenler bu menfur olayı asla unutmadık, herkese anlattık. 67 yılında da biz bunu İstanbul’daki Kosova Gilanlılar Derneği’nde geçen bir anma toplantısı yaptık. Niçin Yaptık? Barış içinde yaşayan insanlar arasında yeni acıların yaşanmaması için milli faciaları hatırlamak ve hatırlatmak zaferleri hatırlamak ve hatırlatmak kadar kutsal olduğunu biliyorduk. Bu nedenle bunu yapıyoruz. Yanlış anlamasınlar diye, benim babam şehit olduğu için bu olayın içinde bulunmak istemiyordum. Ama onlar beni bırakmadı, ben de katılıyorum.

 

Böyle bir büyük katliamın gölgesinde çocukluğumuz geçti?

 

Evet. Benim annem müftü kızıydı. Çok iyi yetişmiş, at binen, silah kullanan ve rahat rahat o yörenin dillerini konuşan birisiydi.

1947 yılında halası oğlunu ölümle cezalandırırlar. Gizli yollardan Belgrat’a gidir, Belgrat meclis başkanına İvan Ribar (Yugoslov milli kahramanı İvo – Lola Ribar’ın babası), benim oğlumu ölümle cezalandırmışlar, der. O parti kurucularından yaşlılar 8, 10 yıl cezayla cezanlandırılırken, yaşlı parti üyeleri oğlumu 18 yaşında nasıl ölümle cezalandırılır, diyor. Ve sonuçta oğlunu kurtarıyor, yirmi yıl hapislik alıyor.

Annem mücadeleci, kararlı, gözü pek bir insandı. Kardeşlerimizin hepsini okumaya teşvik etti. Büyük ablam sekiz yıllık okulu, kral zamanında, 1933 yılında bitiriyor. İkinci ablam; beş yılda bitiriyor. Üçüncü ablam; dört yıllık okul bitiriyor.

O zamanlarda Türk olarak tek kız öğrenci benim ablalarımdır. Sırplar içinde kız olarak okuyan sadece benim ablalarımdır. Abeyim de yüksek teknik okulunu, mimarlık bölümünü bitirdi. Mimar olarak Gilan kentindenki tüm köprülerin, camilerin, okulların ve yolların yapımında beni abimin emeği vardır. Bizim kentte şöyle söylenir, hayattayken birinin anıtı dikilecekse, benim abim olan İsa Gaş’ın anıtı dikilmeli, diye halk söyler. Ve de belediye meclisinde başkanlık yapan bunu diyor. Maalesef abim 2002’de vefat etti.

Benim yeğenlerimin çocukları da hepsi üniversite mezunlarıdır. Aynı zamanda yeğenlerim; Gilan El Topu Takımı’nın en iyi oyuncularıydı. Türkiye’deki Cumhuriyet Gazetesi Spor Sayfası’nı hazırlayana demiştim ki; büyük harflerle başlık atacaksın Yogoslavya’lı Türk Ailesi Türkiye’ye Karşı. Ondan sonra eğer Türkiye’de benim ailemi yenecek olan takım varsa, tüm masraflar bize ait, biz gelelim yarışalım. Yoksa eğer onlar yenilirse masraflar onlara ait olsun, demiştim, 1978’de. Ekibimiz Yugoslavya’nın birinci Hentbol ekibine girmek üzeriyken Vişegrat’ta yapılan bir oyunda abimin büyük oğlu, Muharrem Gaş, gol atıyor ve can veriyor. O büyük bir trajedi olarak, tüm televizyon kanalarında bu gösterildi. Ve bütün spor yarışlarında birer dakikalık saygı duruşu yapılıyor, benim yiğenimin anısına. Kendisi Yugoslavya’da 1977 yılının Yılın Sporcusu ilan edilmişti. 

 

Annemin büyük desteğiyle böyle okuduk. Ben de ilkokulu üç buçuk sınıfını Arnavutça okudum. 1951 yılında Kosova’da Türkçe eğitime geçildiği sıralar; ikinci yarıyılımı Türkçe bitirdim. Sekiz yıllık okulu böylece Türkçe bitirdim.

Liseyi Sırp-Hırvatça okuyarak bitirdim. Sonra şimdi Sırbistan sınırları içinde olan tarihi Niş şehrinde mimarlık fakültesine yazıldım. İkinci seneden sonra Niş İnşaat firmasının Üsküp’deki bir şantiyesinde çalışmaya başladım.

1966 temmuzundaki büyük Üsküp depreminde çalıştığım binanın hasar görmemesine rağmen “bileydik ki yeryüzünde ölüm var / taş üstüne taş komazdım” diyerek inşaatçılığa ara verip Gilan’a döndüm.

Öğretmen okulunda lise ve teknik okulda üç dilde matematik, fizik, tasarı geometrisi derslerini okuttum. 1964’den 1974’e kadar bu işi yaptım.

Bu iş zamanında Türkolog Prof. Dr. Süreya Yusuf’un teşvikiyle Türkoloji’ye (Türk Yüksek Pedegoji) kayıt yapıp bitirdim.

Bir de aynı zamanda Priştine’de Fizik ve Genel Teknik Yüksek Pedegoji Okulu’nu bitirdim.

Yani öğretmenlik yaparken bu okulları da bitirdim, o okullardan da diplomam vardır.

1974’de Priştine Televizyonu’nda Türk dili yayınlarında gazeteci olarak çalışmaya başladım. Sonrasında sorumluluk da aldım, aynı zamanda sorumlu yazar olarak da çalıştım.

Aslında Karmaşık (Bileşik) Yayınlar sorumlusu olarak 1999 Martının sonuna kadar çalıştım.

 

Ama maalesef emekli olamadınız?

 

Evet maalesef...

24 Mart’ta 1999’da NATO güçleri Priştine’yi bombaladıktan sonra, bizi on dakika içinde, apar topar, evlerimizden sürgün ettiler, Makedonya’ya doğru. 7 gün Makedonya Kosova sınırında kaldık. Soğuklar bizi perişan etti. Makedonya bize geçit vermiyordu. Son anda karar değiştirdiler, biz geçtik ama sonra tekrar sınırı kapattılar. 9 Nisan Üküp’ten Türk Hava Yolları’nın uçağıyla, Çorlu Havalimanı’na küçük kızım ve hanımımla indik. Ve orada benim arkadaşım olan Gazeteci Yalçın Bayer ve Turgay Vardarlı beni karşıladılar bir gece orada otelde kaldık.

İstanbul’dan benim çok sevdiğim ve şimdi rahmetli olan Turguy Vardarlı beni İstanbul’dan arabasıyla gelip aldı ve İstanbul’a getirdi, o zaman teyzemin oğullarında kaldık. Sonra Florya’da dinlenme tesislerine geçtik.

 

Ne zaman evlendiniz?

 

1964’de Gilan’da Gülferide Hanım’la evlendim. Daha önceden tanıdığım ve sevdiğim bir insandı. İki kız, iki oğlan çocuğum oldu. Büyük kızım Şarkiyat okudu. Büyük oğlum inşaat yüksek mühendisi oldu. İkinci oğlum tıp teknisyenidir. Küçük kızım Nafiye Gaş; ekonomi fakültesini bitirdikten sonra, 1999’dan sonra Kosova’ya onlar döndükten sonra, Kosova Demokratik Türk Partisi milletvekili oldu. Ve aynı zamanda meclis başkan yardımcısı oldu. Şimdi cumhurbaşkanlığında topluluklar sekreteridir. Sağlık Bakanı danışmanı ve uluslararası barış büyükelçisidir.  Görevi gereği birçok ülkeyi gezdi.

 

Size tekrar döneyim. Aile Makedonya’da mı kalmıştı?

 

Maalesef benim ailem bostan arabasından düşen karpuz gibi parçalanmıştı.

 

Büyük kızım Bülent üç çocukla: küçük oğlum Tamer ve hanımı ve kırk günlük ikizleri ve bir oğluyla, 24 Mart 1999’de Makedonya’ya geçmek üzere yola çıktılar. Makedonlar sınırı kapadıkları geri dönüyorlar ve Karadağ’a gidiyorlar. Ben onları Makedonya’ya gittiler diye biliyordum. Geceleyin Titograt (Karadağ’ın başkenti) telefon açıyorlar, orada olduklarını bildiriyorlar. Ve yarım saat sonra, haberlerde izliyorum, ABD. Güçleri Karadağ’a roket atmış. Büyük sarsıntı geçirdik. Yoksa dedik, onları ecel mi Karadağ’a çekti, diye büyük üzüntü yaşadık. Onlar ise tam 47 gün çile çeke çeke Türkiye’ye geliyorlar.

 

Büyük oğlum Levent; Gilan’dan telefon açıyor; baba ortalık çok karışık, herkes bir tarafa kaçıyor, ne yapayım, diye bana soruyor. Ben de, oğlum sen küçük değilsin, yüksek mühendissin, seni çağıran ses varsa, o sese doğru git, dedim. O da son anda otobüse biniyor, iki çocukla, hanımıyla, Niş’ten Dimitrotrag üzeri Bulgaristan’a geçecekken, tam Yugoslav topraklarından çıkıyorlar, sınır kapanıyor, NATO bombardımanı var, diye kapanıyor. Onlar da Bulgaristan’a geçiyorlar. Bulgaristan’dan da Türkiye’ye Kapıkule’de naklen yayın yapan TRT televizyonunda otobüste torunumumu biberonda süt emerken gördüm, dünya benim oldu. Yani onlar 25 Mart’ta Türkiye’ye gelmiş oluyorlar. Türkiye’de akrabalarda kalıyorlar. Oğlum bir inşaat firmasına çağrılıyor, akrabaların aracılığıyla. Ve o inşaat firmasında bir aylık denemeyle hiç bir karşılık istemeden anlaşıyor. Kendi sahasında çok becerikli olduğu için çalıştığı firmada dört mühendisin işlerini tek başına yürütüyor. Firma sahibinden büyük ilgi gösteriliyor. Orda üç ay çalışıyor. Onun altına araba veriyorlar. Herkes ondan memnun. Dört dili anadili gibi biliyor. Uzman bir insan. Sırp güçleri Kumanova Anlaşması’yla Kosova’dan çekiliyor ve göç edenlerin büyük kısmı geri dönüyorlar. Bizim çocukta geri dönüyor.

 

Küçük kızım Kosova’da BM. Gözlemcileri ile ekibinde çalışıtğı için daha önce Makedonya Ohri’ye gitmişti. Sonra Üsküp’te birleştik. Küçük kızık ve hanım benimle İstanbul’a geldiler.

Hepimiz buluştuk sonunda. Florya Büyükşehir Belediyesi Dinlenme Tesisleri’nde bize iki daire verdiler, orada kaldık. Onlar gittiler ama ben orada iki sene, 2001’e kadar kaldım.

Sonra devlet bakanlığı tarafından İkitelli’deki Göçmen Konutları’nda bana bir daire verdiler. Ben hala orada kalmaktayım.

 

Sayın Gaş çok zengin bir aile yapınız var. Bir gazeteci, televizyoncu yönünüz var...

 

1959’da Üsküp’te çıkan dergi, gazete, Üsküp Televizyonu Türk yayınlarına Kosova muhabiri olarak programlar hazırladım, yazılar yazdım, haberler geçtim. Balkan Folklor Festivali’nde, Sturaga Şiir Akşamları’nda Priştina Televizyonu’na haberler, yorumlar yaptım. Böylece büyük sayıda yazar, folklorcu, şair, sanatçı tanıdım.

Yugoslavya’nın 6 cumhuriyet, 2 özerk bölgesinde de ad yapmış, yazarlarla temaslarım oldu. Bana büyük ilgi gösterildi. Her gittiğim yerde sevgiyle karşılandım, çok dostlar edindim.

1970’li yılların sonunda Slovenya’da düzenlenen Portoruj Tv. Yarışmalarında Doğu Makedonya Yörükleri isimli televizyon programıyla katıldım. Bu program büyük ilgi gördü ve Belgrat Televizyonu’nda aralıkla iki kere yayınlandı. Portoruj’a gelen yabancı heyetler arasında Türkiye’li rejisör Yücel Çakmaklı ile tanıştık. Onun ısrarı üzere 4. Murat Televizyon Dizisi’nin, Priştine Televizyonu’yla ortak yapım olarak hazırlanmasına katılımımı istedi. 1980’lerde yayınlanan bu dizi çok beğenilmişti. Aynısını da Kosova’da yayınladık. Bu dizede hem rol aldım (yeniçeri başını oynadım) hem de başkoordinatördüm. Ayrıca filmin banyolarını vs. Belgrat’ta ben yaptım.

Ondan sonra Hacı Arif Bey Dizisi’nde de görev aldım. Dört tanınmış Yugoslav sanatçısını bu filmde oynattım. Onların çevirilerin de ben yaptım.

Üçüncü çalışmamız; Aliş ile Zeynep’ti. Bu da televizyon dizisiydi. TRT Sarayova Televizyonu işbirliği ile bu dizi gerçekleşti. Ben bu dizide de başkoordinatördüm, reji asistanlığı da yapıyordum. Yani Yücel’in sağ koluydum.

 

Bunu biraz açalım, bir Civan Aliş Destanı var, onunla mı ilgili, mesala Bulgaristan’da bunun öyküsü var?

 

O bir melodramdı. Aliş aşık oluyor Zeynep’e. Fakat Zeynep’in zengin babası buna karşı geliyor. Kızını bir fakire vermek istemiyor. Bu hikaye bunun üzerine kuruluyor. Aliş kızı kaçırıyor. O kaçma sırasında, bütün Balkanlar’ı geziyorlar. Sonunda Aliş Tuna’dan atla geçerken köprüden düşüyor. Orada Zeynep Aliş’in peşine düşüyor, bunalım geçiriyor, tüm Tuna boyunca Aliş’ini arıyor. Ve herkese soruyor; Alişim gördünüz mü, gördünüz mü?

Ve bir türkü söylüyor: Alişim kaşleri kare... Sen açtın sineme yare... Bulamadım derdime çare... Ah gördünüz mü Civan Alişimi... Tuna boyunda... Serez Yolunda... 

Bu bizim yörede de biliyor. Biz Aslan Alişim, de deriz...

 

Bir de Şenol Demiröz’le, Avrupa’da İslam Eserleri altı bölümlük bir belgesel hazırladık. Piriştine’de TRT’de yayınlandı. Ayrıca diğer televizyonlar da bu görüntüleri aldılar.

 

Hangi yıllarda televizyonculuk yaptınız?

 

1974-1999 arasında ben televizyon gazeteciliği ve sorumluluğu yaptım. Dizileri de bu zaman içerisinde gerçekleştirdim. Hatta söyleyeyim ki ben çocukken de bu işlere meraklıydım. 1952’de çocuk olarak, Üsküp tiyartro sanatçısı Şerafettin Nebi’nin Ay Bulut’a Giriyor piyesinde rol aldım.

1965’de Halit Gaşi Tiyatro eserini sahneye koydum, rejisörlük yaptım. Belgrat Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nünde “Amatör Tiyatrolar Rejisörü Diploması”nı da aldım. Abimin reji yaptığı ve başrolü oynadığı piyeslerde asistanlık yaptım. Abim Monserat Piyesiyle Aralık ayında sanatçı ödülünü kazandı. Benim abim çok büyük bir sanatçıydı. Aslında o mimardı ama tiyatroyu çok seviyordu ve çok başarılıydı. Yılın sanatçısı seçildi. Her role uygundu. Gilan’daki Arnavut ve Türk Tiyatrosu’nun kurucularından birisidir. O altı oyunda başrol oynadı, reji yaptı. Şu anda Kosova’da, Gilan’da yayınlanan kültür kitaplarında ondan bahsedilir.

Ben 1960 ve 1961 Üsküp Azınlıklar Tiyatrosu’nda da profesyonel sanatçı olarak çalıştım.

 

Yazılı Basın?

 

Üsküp’te yayınlanan Birlik Gazetesi, Sesler Dergisi; Pristine’de çıkan Tan Gazetesi, Çevren Dergisi’nde yazılarım yayınlandı.

Ayrıca o televizyon dizileri döneminde Pristine’de Türkçe Gazetecilik Okulu’nda dört yıl ders verdim.

Aleni Enformasyon Sistemi dersi ve Gaztecilikte Anlatım Şekilleri dersini verdim.

Benim yüzlerce öğrencim var. Onlar çok başarılıdır. Benim öğrencilerimden yirmi tanesi Kosova milletvekili, üçü bakan oldu. Ayrıca her meslekte çok başarılı öğrencilerim vardır. Ayrıca çok fazla şimdi öğretmen olan öğrencim farklı yerlerden de gelirlerdi.

 

Öğretmenliğinizde en önemli özelliğiniz neydi?

 

On beş sene öğretmenlik yaptım ama öğrencilerimin hiç birisine çık dışarı, sus, demedim. Buna ihtiyaç duymadım, hepsi beni dinlerdi. Ben orkestrada şeflik yaptığım için ondan dolayı da severlerdi, hayran kalıyorlardı. Ben de; keman, gitar, ut çalıyordum. Herkes bana hayrandı.

 

Denemeleriniz, şiirleriniz, anılarınız?

 

Bir şiir yazdım, antolojiye girdi, bir daha yazdım. Denemelerim var. Anıları derlemedim.

 

Siz bir çok toplantılara gidiyorsunuz, izliyorsunuz, zamanınızı boşa geçirmiyorsunuz, sürekli de okuyorsunuz?

 

Hayatım boyunca ya okudum, okuttum. Ben hiç boş durmadım. Türkiye’de 1999 yılından bugüne kadar 1285 tek konuşmacısı olan konferansa katıldım. Benim de çeşitli çeşitli konferanslarım oldu; derneklerde, vakıflarda, üniversitelerde, Balkanlar’la ilgili olarak. Çünkü Balkan dillerini, dillerin şiirlerini, şarkılarını, çalgılarını çalmasını bildiğim için az çok, her Balkan halkının tarih felsefeleriyle yakından ilgilendim.

Benim hemşerim Rahmetli Şair Muammer Hacıoğlu’nun dediği gibi; ben yeniden yazdım duvarlara – sizin duvarlardan sildiğinizi. Birçok şey biliyorsunuz haklısınız ama bilmiyorsunuz ne biliyorsunuz… Dediği gibi gerçekten de doğru olduğunu bildikleri yanlışların varlığına tanık oluyorum.

Toplantılara niye gidiyorum? Ben her şeyi bilmiyorum, öğreneceğim çok şey var, benden daha çok bilenlerin varlığına inandığım için bu toplantılar hep katılıyorum. Büyümenin tek şartı budur. Yani senden daha çok şey bilenler olduğuna inandığın andan itibaren büyürsün.

 

Şu anda neler yapıyorsunuz?

 

Şu anda genellikle, Türkiye’de yaşamış veya yaşayan; Gilan ve Kosova’lı bilim adamları, şair, yazarlar hakkında bilgiler topluyorum. Onları kitaplaştırmak istiyorum. Bunu onların hak ettiklerine inanıyorum. Örneğin Ordinaryus aynı zamanda Kore gazisi, tıpçı, Prof. Dr. Necmi Şar var. Onların hayatını araştırıyorum, yazıyorum. Dedemin öğrencisi, Alim Ali Yakupi Cenkciler var. Onunla ilgili bilgileri topluyorum. Bunu da Gilan’daki yakınlarına aktarıyorum. Aynı şekilde Muammer Hacıoğlu ölümünün yirmi yılı anma toplantısını Gilanlılar Derneği’nde düzenledik. Bu tip çalışmalara devam ediyorum.

 

Gilanlılar Derneği nerede?

 

Aksaray’da. Bizde bir söz vardır: “dünyada Gilan, Ahirette iman – inanmazsan düş içine yan”.  Fakat Gilan’ı ziyaret edenler o yanmayı dünyanın en misafirperver şehri olduğunu kabul ediyorlar. Bunu Türkiye Turizm Bakanlığı Müsteşarı Üstün Ete de televizyon ve gazetelere verdiği beyanatta söylemişti. Bizim Gilan’ın müziği çok zengindir. Gilandaki Esmer Vatandaşlar o kadar güzel türküler şarkılar söylerlerdi ki, herkes beğenirdi.

4. Murat toplu çekimlerinde, mehter takımında “ah Yıldız Dağı ne gezersin piyade – eş ararsan ben kalmışım ziyade – kolu bağlı götürürler beni saraya – yok mu arzuhali yazan paşaya” ben söylüyordum, mehter çalıyordu.

Analar gününde Sultanahmet Belediye Başkanı, analar marşını biliyor mu?, diye sordum. O bilemedi, ben söyledim: “Yüksel ey kadınlık gayrı analık – size el verir mi bunca sefalık – size yakışır mı bunca sefalık – evlat vatanın annesisin sen – sevgili vatanın ninesisin sen”.

 

Gelelim Balkanlar’a...

 

Balkanlar’ı anlatmak çok zordur. Geriye ne kadar gitseniz bunu anlatmak çok zordur. Balkanlar’ın tarihi, milattan öncesi, sonrası, Türkler ve Balkanlar hepsi zor konular.

Türklerin Balkanlar’a Süleyman Şah’la geçiş ediyorlar. Ama bir de görüyüruz ki, Malazgirt Meydan Savaşı’nda; Balkanlar’dan gelenler düşman askeri olarak karşılarında Alparslan’ı ve askerlerini görünce aynı dili konuştuklarını görüyorlar. Ve onlar kucaklaşıyorlar. Bu kucaklaşmanın Alparslan’ın fethini kolaylaştırıyor. Bunu Ahmet Kabaklı’nın bir şiirinde görüyüruz: Balkanlılar Malazgirt Savaşı’nda. Balkanlı Uz ve Peçenek kıtalarının önemli kesimi, soydaşları olan Alparslan’ın Selçuklu safına geçmişlerdi.

Ben altmış yıl yaşadım Balkanlar’da. Her zaman bir Türk olduğum için Türkler hakkında kim konuşsa, ne konuşsa hep bakarak konuşurdu. Ben de Türk tarihine merak bağladığım için ailem de tarihi gerçeklerle konuşulduğu için konuşanların masallarına hiç kızmazdım ve konuş konuş derdim, o zaman susardılar..

Onlar da kendilerine göre bir tarih yapmak isterdiler, oysa tarih ne bana göre, ne onlara göredir. Tarih, tarihtir. Tarih ancak gerçeği yansıtırsa tarihtir, gerisi masaldır.

Lisedeyken Sırp sınıfında bir tek ben Türktüm. Tarih hocamız Karadağ asıllı çok iyi bir hocaydı. Türklerin Balkanlar’ı istila ettiğini, Türklerin Balkanlar’ı köleleliştirdiğini söylerdi. Dersten sonra, yanlış anlama, tarih böyle bir şey derdi, böyle anlatılması gerekiyor, derdi. Ben de hocam sen dert edinme, Bulgar arabacı, Sırplıyı arabasına alıyor. Giderken Kral Marko’yu soruyor, arabacı. Sırp da diyor ki; Kral Marko Makedon’dur, diyor. Bulgar da hayır o Bulgar’dır, diye ayak diretiyor. Sırplı ise kesinlikle Makedon’dur, deyince; Bulgar arabayı durduruyor ve Sırp’a in aşağı, diyor. Araba hareket eder etmez, Sırp hemen sesleniyor arabacıya; sen hangi Marko’yu soruyorsun, diye. Kral Marko’yu, diyor. Oooo Kral Marko Bulgar’dır, diyor. Bu sefer tekrar Sırp’ı arabaya alıyor. Ben de diyorduk ki, eğer sen tarihi gerçek olarak anlatırsan seni arabadan indirirler, derdim. Siz bize tarih anlatırken ne diyorsunuz? Balkanlar’da Roma Dönemi, sonra Bizans Dönemi ve Osmanlı esareti, diye anlatıyorsunuz. Osmanlı Dönemi, demiyorsunuz. Belki size böyle bir görev verilmiş, onu yerine getiriyorsunuz, diyordum.

Altı yüz yıl hiç kimseyi esaret altında tutamazsın.

Osmanlıların gelmesiyle, Balkanlar’da mimari, edebi, tarım her alanda büyük atılımlar yaşanmış, devrim olmuş. Ve Osmanlı barbar değildir. Tanıdığım yaşlı Sırplar, vay o eski Türkiye, bir guroş bir okka şekirdi, şimdi şekeri bulamıyoruz, diyorlardı.

Balkanlar’daki olayları izlemek yalnız Balkanlar açısından yeterli değil. Çünkü bizim için Balkanlar’ı nasıl kaybettiğimizin değil, nasıl kazandığmızın üzerinde durmamız gerekir. Eğer kazandığımız gibi davranmış olsak oraları kaybetmezdik. Fakat bu kaybını izleyebilmek için yalnız Balkan ülkelerindeki halkların tarihini incelemekte yeterli olmuyor. Bir İngiliz tarihini ve Balkanlar’la ilişkilerini, İngilizler’in Ruslar’la ilişkilerini de bilmek gekeriyor. Fransa’yı, Almanya’yı ve onların Balkanlar’la ilişkilerini de çok iyi bilmek lazım. Fransa’daki ihtilali, Rusya’daki ihtilali’de bilmemiz gerekir.

Fransa’da milliyetçiliğin ortaya atılması Osmanlı bünyesinde olan halkları da ordaki Türkler’de bile daha geç uyanıyorlar.

Her imparatorlukta olduğu gibi Osmanlı’da da (bence Osmanlı imparatorluk değildi) bir gerçek vardı ki; dinde ayrıcalık yapmıyordu, bilimde ayrıcalık yapmıyor, beceri de, maharette de ayrıcalık yapmıyordu. Becerikli olan başa geçiyordu, hangi halktan olursa olsun, becerikli olanı Osmanlı başa geçiriyordu. Osmanlı’da sadrazamların, kaptan-ı deryaların her halktan insan vardı. Bunlar sayesinde de bu imparatorluğun büyüklüğünü hem korumak hem kollamak, yaşatmak mümkündü. Fakat çınar ağacı gibi, bin yıl büyür, bin yıl güçlenir ve bin yılda yok edilir. İyi ama çınar ağacının da yine bir tohumu olursa onun yeniden yeşermesi mümkün olur.

Balkanlar’ın en yakın tarihini iki yüzyılı bir gözden geçirirsek ayaklanmalarla; Sırp, Bulgar, Yunan Ayaklanmalarıyla başlayan Doksanüç Savaşı (1877/1878) Rusya’nın sıcak denizlere çıkmasıyla Rus – Türk Savaşı Rusları Yeşilköy’e kadar getiriyor. Ayastefanos Antlaşması bozuluyor Berlin Kongresi’nden sonra Türkler yeniden Balkanlar’ın bir bölümüne sahip çıkıyorlar. Bosna Hersek Avusturya’ya veriliyor. Kıbrıs İngiltere’ye veriliyor. Bu parçalanmalardan sonra Osmanlı’da büyük bir moral bozukluğu oluyor. 8 Ekim 1912 yılında Karadağ Devleti’nin harp ilan etmesiyle Birinci Balkan Savaşı başladı. Osmanlı Ordusu savaşı kaybetti. Ve Balkanlar’daki topraklarımızın Çatalca’ya kadar Bulgarlar’a bırakmak mecburiyetinde kaldık. 3 Aralık 1912’de Osmanlı Devleti’nin ateşkes isteği kabul edildi. 30 Mayıs 1913’de Londra Antlaşması imzalandı. Balkan Savaşı 2500 yıllık Türk tarihinin en büyük felaketlerinden birisidir. Beş elli yıllık Türk toprağı olan Rumeli Osmanlı’nın elinden çıkmış oldu. Sonra Birinci Dünya Savaşı geliyor, yeni kayıplar da beraberinde geliyor.

 

Balkanlar’a kültürel bir bakış yapalım?

 

Balkanlar’da medreseler çok güçlü kadrolar çıkarmış bulunuyor. Her sahada olduğu gibi ad yapan yazarlarımız var. Fakat son zamanlarda bunların üzerinde duruluyor.  Bir zamanlar Türkçe’yi bilmek çok önemliydi. Şehirli olmak manasına gelirdi. Bugünün İngilizcesi gibiydi.

Türkler Balkanların kültür dünyasına yön vermiş bir millettir. Bugün Balkanlar’dan söz ediyorsak bu biraz da Türklerin sayesindedir. Türkler her alanda çok büyük insanlar yetiştirmişler ve büyük eserler ortaya koymuşlardır. Yukarda da söylediğim gibi Osmanlı’nın bence en önemli özelliği yetişmiş insanları değerlendiriyordu, kökenine bakılmıyordu, hiçbir toplum bir bölgeye altı yüz hükmedemez… Burada çok fazla millet ve din, inanç var. Burayı yönetmek Türklerin başarısını gösterir. Balkanlar çok kültürlü bir yapı ortaya koyar. Burada çok ozanlar, yazarlar, sanatçılar yetişmiştir. Balkanların çok kültürlü yapısı her zaman yaşamış, bugünde her şeye rağmen yaşamaya devam etmektedir. Bugün Türkiye’de de nice ünlü insan Balkan kökenlidir. Bu da unutulmamalıdır. Türkiye’de büyük bir Balkan kökenli nüfus vardır, onlar da bu topraklara çok şey katmıştır, katmaktadır. Balkanlarsız Türkiye, Türkiyesiz Balkanlar bence düşünülemez.

 

SÖYLEŞİ: 11 NİSAN 2013

 

 

DEDE SENİ SEVEN BİR TORUN

MEKTUP YAZAR ANLAŞIR

HEM KÜSER HEM BARIŞIR

NİYE GİTTİN HAYRO DEDE

 

HANİ DEMİŞTİN

İNSAN İNSANIN AYNASIDIR

 İŞTE SEN BENİM AYNAMSIN

 NİYE GİTTİN HAYRO DEDE

 

SENİ GÖRDÜM SEVİNDİM

SANKİ DÜNYA DURMUŞ GİBİYDİ

DÜNYA HAYRO DEDE DİYE BAĞIRIYOR GİBİYDİ

AMA NİYE GİTTİN HAYRO DEDE

 

ŞİİRİMİ YA BEĞENDİN YA BEĞENMEDİN

ARTIK ORASINI BİLMEM

TÜRKİYEDE BİR ÇOCUK GÖRDÜĞÜNDE

ONU TORUNUN GİBİ SAY

O ÇOCUK BEN ARZU, GAMZE, UMAY, İLAY, OKAN, TOLGA, EBRU, DEMEK, VE METİN SAY AMA ONU ÖPME

ÇÜNKÜ BOZUŞURUZ SADECE GERÇEK TORUNLARINI ÖP

HERKESE SELAM SÖYLE

 

HAYRETTİN KAŞ’IN TORUNU TUĞBA KAŞ 8 yaşında

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile