HÜSAMETTİN AYDIN

HÜSAMETTİN AYDIN

(GAZETECİ  - YAZAR)

Çok sevgili dostum Hüsamettin Aydın'ı 10 Ocak'ta kaybettik... Bir karlı kış gününde Karacaahmet'te sonsuzluğa uğurladık. Çocukları, yakınları vardı... Onun kalbi ise neşeyle dolar, sevgiyle atardı, herkesi kucaklardı bir anda. Cem Vakfı'nda birlikte çalıştık. Sonra oradan ayrıldık, dostluğumuz artarak sürdü... Sultanahmet'i mekan tuttuk... Divriği Gazetesi'nde, İlkezgi Sanatevi'nde, Can Yayınları'nda... Ama tüm sokaklar bizimdi... Hep sohbet, söyleşi, muhabbet... Zengin bir yaşam tecrübesi vardı. Hayatın türlü çileleriyle olgunlaşmış hayatı aslında daha detaylı yazılmalıydı. Rahmetli buna çok yaklaşmıyordu... Hayatı olduğu gibi yaşayan, algılayan birisiydi. Arkasında çok güzel sohbetler, muhabbetler bıraktı. Onu sonsuza kadar unutmayacağım... Benim çok sevgili dostum, sonsuzluk alemine bu kadar erken çekip gidiş niyeydi? Çok bıktın yaşamdan, bu kadar erken bıraktın bizleri?

Söyleşimizde bakalım bizlere neler anlatmıştı...

Bir Seyyid ailesine mensup olan Hüsamettin Aydın çok yönlü bir insan. Bir gazeteci olarak birçok insanla çalışmış, çeşitli derlemeler yapmış, çeviri kitaplara imza atmış, özellikle müzikle de içli dışlı olmuş bir aydın sima olan Hüsamettin Aydın’ın hayatından derlemeye çalıştığım hatıraları sizlerle paylaşmak istedim…

 

YAŞAMI, TANITIĞI GAZETECİ – YAZAR – OZANLAR.

 O DÖNEMDEKİ DURUM...

Ben 1952’de Diyarbekir’de doğdum. Nüfus kaydım Mardin olarak geçiyor. O yörenin, Güneydoğu’nun, Diyarbekir, Siirt, Mardin, ve Urfa’nın bir kısmını alacak şekilde etkili olan bir Seyyid Ailesinin torunuyum.

Dedem Şeyh Hamid Şahı Mardin lakabıyla geçer. Nesep itibariyle Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin’in Aliyul A’araç Kolu’ndanız. Seceremiz Bağdat, Musul, Mardin ve Diyarbekir Nakıbül Eşrafları tarafından tastik edilmiş olup, eski Bağdat Müftüsü Ruhul Maani tefsiri sahibi Seyyid Alüsu tarafından şiir şeklinde nazmedilmiş olup, bu şecere için; “bu şecerenin misni ve menendi yoktur” denilir. Bu şecere her yenilendiğinde 250 sene önceki şecere kaynak alınarak tastik edilmiş, demektedir. Dedelerimizin çoğunluğu Nakübül Eşraflıklar yapmışlardır, emir olarak görev almışlardır. Mesala dedelerimizden birçoğu Memlük Sultanı Padişah Kalavun zamanında Sultaniye Şehri’nde (Hazar Denizi’nin kıyısında) Katübül Eşraflık yapmışlardır. Sonra Musul’a geçmişlerdir. Oradan Siirt’e gelmişlerdir. Ordan da dedem Şeyh Hamit Mardin’e gelmiştir. Mardinlilerin isteği üzerine de orada kalmıştır. Türbesi Mardin Savur Yolundadır. Şeyh Hamit Kubbesi meşhurdur, civardan görülür.

Şeyh Hamit Dedemin torunlarından Seyyid Abdurrahman Hamidi, Abdülhamit zamanında saraya davet edilmiş ve altı ay Yıldız’da misafir edilmiştir. Ve o dönemde en müşkil matematik problemlerini halletmiştir. Ve çok enteresandır, beş yüz yıllık takvim yapmıştır. Dedem Şeyh Hamit’in torunu Sayidi Dara taa Çeçenistan’a kadar etkili olmuştur. Ne tekim, bu etkiyle olsa gerek Kızıltepe Viranşehir’deki Çeçenler bize bağlıydılar; dedem Şeyh Necim ve Şeyh Saiyid Dara’ya bağlıydılar.

Bizim şarkta üç yerde medresemiz vardı; şarktaki mollaların birçoğu bu medreselerden mezun olmuşlardır; Ahmediye Medresesi, Aynkaf Medresesi, Tınat Medresesi.

Aynkaf’ta yaşayan dedemin yeğeni olan Şeyh Fethullah El Hamidi, 1914 yılında Süryanilerin çıkarmış oldukları Aynvert İsyanı’nda hükümet ve o yörenin insanlarının bunları linç etmek istemesi nedeniyle o zamanki Süryani papazlarının Şeyh Fethullah Efendi’ye gelerek yardım istemesi sonucu; bu mübarek seyidimiz kendi oğlunu ve yiğenini o Hıristiyan köye göndermek suretiyle, hükümet ve halka demişler ki, “bunlar da benim yiğenimi ve oğlumu öldüreceklerdir, ben onlara emanet bıraktım; Bunlara kimse dokunmayacak ve zarar vermeyecek”.

O günden beri o yörenin Süryanileri bu Seyyidimiz Şeyh Fethullah Efendimize karşı bir şükran minnattarlığı içerisindedirler. Her Süryani evinde Şeyh Fethullah Efendi’nin fotoğrafını görmek mümkündür. O yöre insanının bize karşı çok büyük saygıları vardır.

Bizim atalarımız, dedelerimiz, seyyid olarak o yöredeki sadece barışı sağlamak üzere bir misyon üstlenmişlerdir.

Kendi müritleri olan yöre insanlarından; Türk, Kürt, Çeçen, Arap ayrımı yapmaksızın onlara doğru yolu, Hakk’ı tanıtmak, İslam irşadını, İslam tebliğini yapmaya çalışmışlardır. Ve mümkün mertebe itilafları çözmeye çalışmışlardır. Yöre halkı tarafından bilinir ve söylenir ki, bizim soyumuzudaki 7 yaşındaki bir çoçuk bir köye gittiği zaman, o köyde birlik ve beraberliği sağlamaya yetmiştir.

1926 yılında, bizim soyumuz yediden yetmişe kadar kadını erkeğiyle; Konya, Manisa, Balıkesir, Çorum illerine sürgün edilmişlerdir. Ancak o dönemin Ankara Hükümeti’nin bakan ve paşaları sürekli dedelerimize mektuplar yazmak suretiyle de özür dileme yoluna gitmişlerdir. Neticede 1930 yılında da kendi memleketlerine dönme fırsatını bulmuşlardır.

Anne tarafım ise; Tillo Şeyh Fakirullah diye bilinen Abbas soyundandır. Anne tarafım bir taraftan İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun torunudur. Yani annemin babası olan Şeyh Reşit Dedem, hem İbrahim Hakkı Erzurumlu’nun hem de Tillo Şeyh Fakirullah Hazretlerinin torunudur. Zaten soyadımız olan Aydın da, Tillo’daki Aydınlar Köyü’nden gelmedir. O yüzden bize Aydın denilmiştir.

Böyle bir ortamda Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde doğdum. Ancak bazı sebeplerden dolayı, rahmetli babam Seyyid Cemalettin’in, ben o zaman 10 yaşlarındaydım, vefatı (55 yaşında)  nedeniyle, bir müddet sonra Konya’ya geldik. Oradan Ankara’ya geldik.

Ben 1969 yılında İstanbul’a geldim.

Gazeteci olarak Bab-ı Ali’de Sabah Gazetesi’nde işe başladım. O dönemde çok meşhur gazeteciler vardı; mesala Mehmet Akif’in arkadaşı Eşref Edip Bey’le aynı gazetede çalıştık, Münevver Ayaşlı Hanımefendi’yle tanışma ve çalışma şerefine nail oldum. Ayrıca; basın sektöründe o zamanlar Necip Fazıl Kısakürek, Falih Rıfkı Atay, Mümtaz Faik Fenik, Burhan Felek, Ahmet Kabaklı, Ergün Göze gibi gazetecilerle ve yazarlarla da tanışma şerefine nail oldum. Birçoklarıyla oturduk, sohbet ettik, yemek yedik, arkadaş olduk.

Tarihçi Cemal Kutay’la tanıştım. Konyalı İbrahim Hakkı Konyalı’yla bizzat çalışma şansına eriştim. Bu arada Klasik Türk Musukisi’nin üstatlarıyla da tanışma şerefine nail oldum. Mesala Kemal Batanay (Ercüment Batanay’ın babası, hattat ve hafız Kuran’dır, Kadıköy’de otururdu.) Munir Nurettin (Selçuk), Yesari Asım Arsoy, Mehalat Pars (ondan bizzat ders aldım, Kadıköy’de), Amir Ateş, Kani Karaca üstatlarla tanıştım, müsiki dünyasında. Beraber Musiki meşk ettim. Nişantaşı’nda Musik Akademisi vardı. Bekir Sıtkı Sezgin, Cahit Atasoy gibi zatlarla, müsiki meşk ettik, müsiki celseleri yaptık.

Ayrıca İstanbul’un ileri gelen meşayıhı (Şeyhleri, Mürşitleri); Cerrahi Şeyhelerinden Nurettin Dergâhı (Karagümrük) Postnişini aynı zamanda sahaf olan Muzaffer Ozak Efendi’yle, Sefer Baba’yla, Uşaki Dergahı’yla, Eyüp’te Ümmi Sinan Dergahı’nın yöneticileriyle, Cerrahpaşa’da Raik Baba’yla, Küçükyalı’da Rasim Mutlu Baba’yla tanışma şerefine nail oldum, sohbetlerine katıldım, onlara eşlik ettim, onlardan sevgi ve saygı gördüm.

 

O zamanlardaki hayat nasıl bir hayat tarzını yansıtıyordu?

 

O dönemlerde hayata hâkim olan tarz tefekkür hayatıydı. Yani kalem erbabı, aynı zamanda müteffekkir erbabıydı. O zamanki üstatlar şimdiki gibi dedikodu yazarlığı yapmıyorlardı. Çünkü sonuç itibariyle o dönemin insanlarla, Peyami Safalar, Mahir İzler, Falih Rıfkı Atay, Halit Fahri Ozansoy, Orhan Şaik Gökyay, Orhan Seyfi Orhon’la çok iyi diyaloglarım vardı. Arif Nihat Asya, Ali Nihat Tarlan, Abdülkadir Karahan, Muharrem Ergin gibi hocalar, Nurettin Topçu gibi sosyologlar...

Bunlar elbetteki tefekküre dayalı kalemler idiler. Tefekkürün dışındaki bir kalemin meşhur olması mümkün değildi.

 

Biraz daha anlatın bu ozanları...

 

Orhan Seyfi Orhon mesela Şişli’de otururdu. Çok kibar, nezih, Osmanlı kültürünü olduğu gibi üzerinde taşıyan birisiydi. Yani insan onunla konuştuğu zaman, onda Osmanlının manevi rayihasını (kokunu, karakterini) özelliklerini görebilirdi. Onunla ve diğerleriyle edebiyat sohbetleri yapıyorduk.

 

Söyleşiler yaptınız mı?

 

Hayır, söyleşi değil de ev sohbetleri şeklinde oluyordu. Onun evine gidiyorduk.

 

Ev sohbetlerinde hangi konuşmalar oluyordu?

 

Şimdi ev sohbetlerinde daha çok efendim, hikmetli şeyler anlatılır, Sadi-i Şirazi’den, Fuzuli’den, Mevlana’nın Mesnevisi’nden şiirler okunur, çok güzel insanı tatmin edici sohbetler yapılır, günlük dedikodulara pek yer verilmezdi. Zaten o günün siyasi havası da buna pek elverişli değildi. Olaylar günlük tarzda haber konusu olmazdı. Ayda yılda bir hadise olduğu zaman onun üzerinde köklü tahliller yapılırdı. Politikadan çok, felsefe kelam, sanat üzerine konuşulurdu.

 

Cemil Meriç’in de evine gittim. Cemil Meriç’in Cemil Topuzlu Caddesi’nde güzel bir villası vardı (Cadı Bostanı’nda, aslında o semtin adı budur yani Cadde Bostan değil!). Zaman zaman gazteciler, yazarlar oraya gelirlerdi. Cemil Bey, enteresan hayat filozofisiyle ilgili orijinal, fikirler serdederdi. Her konuşması değerli altı çizilmesi gereken cümlelerden ibaretti.

 

Daha çok muhafazakâr denilerek belli bir katagoride sınıflandırılıp, sınırlandırılan Cemil Meriç, Nurettin Topçu gibi aydınları solcu yazarlar niye yeteri kadar değerlendiremedi sizce?

 

Esasında bu muhafazzarkarlık yaftası yanlış bir yaftadır. Muhafazakârlık konserve etmek demektir. Bu anlamda bunlar muhafazakâr değildi. Nitekim o dönemin solcuları da benim âcizane kanaatim, Marksizmi dahi anlayacak bir seviyede değillerdi. Onların daha çok dine karşı olmak, sadece slogan aydını olarak, devrimcisi olarak ön plana çıkmak, solculuk, eşitlik, özgürlük, demokrasi gibi kavramları ön plana çıkarmak suretiyle, bir tür topluma elma şekeri veren, yani gıda yerine, gıda olmayan şeyi yedirmenin peşindeydiler. Bence onlar Cemil Meriç gibi, Nurettin Topçu gibi zatları değerlendirebilecek bir seviyede değillerdi.

Mesala Nurettin Topçu Batının en üst düzeydeki filozoflarını tercüme ettiği gibi aynı zamanda tenkit edebilecek bir seviyedeydi. Mesala Ekssistansiyalizm, Varlık Felsefesi’ni gündeme getiren Nurettin Topçu idi. Jean Paul Sarte gibi filozofları bize tanıdan Nurettin Topçu idi. Bodleri (Charles Baudelaire) bize tanıdan Necip Fazıl Kısakürek idi. Sosyoloji’de Mustafa Şekip Tunç diye bir zat vardı; bunlar aynı zamanda hem felsefe, hem sosyoloji alanında söz sahibi kitapların sahipleriydiler.

Cemil Meriç gibi, Nurettin Topçu gibi, Peyami Sefa gibi gerçekten tefekkür abidelerini muhafazakârlıkla suçlamak haksızlık olur kanaatindeyim.

 

Evler dışında buluşma noktaları vardı?

 

Evet. Biz ayrıca Marmara Kıraathanesi dediğimiz, yazın da Küllük diye adlandırılan meşhur bir yer vardı ki o zamanın meşhur yazar, şair, gazetecileri oraya gelirlerdi. Oraya da giderdik. İşte mesala Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi kişiler (şairler – yazarlar) oraya gelirlerdi, değişik enteresan kişilikler oraya gelirdi. Çok ama çok güzel sohbetler olurdu.

Hatırlıyorum Filozof Cemal diye bir zaat vardı. Mesala halk tipinde filozoflardan Hilmi Oflaz vardı. Bunlarla değişik konularda sohbetler yapılırdı, edebiyat sohbetleri yapılırdı. Gece saat bire kadar oturulur; gece saat birden sonrada Cemberlitaş’ta işkembe çorbası içilirdi. Ve Sirkeci’ye araba vapuruna binilirdi, karşıya geçilirdi. O zamanlar İstanbul’da hayat çok canlıydı.

Milliyetçi kalemlerden; Necdet Sevinç, Ergün Kaftancı, Ergün Göze, Osman Yüksel Serdengeçti gibi çok önemli kişilerle de arkadaşlığımız, dostluğumuz vardı.

Ben Ortadoğu gibi milliyetçi gazetelerde de yazdım. Aslında ben taraf tutmuyordum; hem Müslüman, hem de milliyetçi çevrelerle temasım vardı. Ama mesala Konya’dan Devrimci Yol öncülerinden olan Deniz Gezmiş’in arkadaşı olan Nahit Töre ile de bir samimiyetimiz, arkadaşlığımız vardı, bir dostluğumuz vardı.

Üsküdar’da Özbekler Dergâhı vardı, oraya da giderdik. Orda da sohbet ederdik.

 

Eğitim dünyanıza girelim.

 

Lise’yi Konya’dan sonra İstanbul Üsküdar Lisesi’ne gelip buradan mezun oldum. Sonra İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi’ne girdim. Önce iki yıllığını bitirdim. Sonra dışardan Sosyoloji Fakültesi’ni bitirdim. Sonra Açık öğretim, dışarıdan 2 yıllık İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim. Bu arada kitap tercümeleri, kitap redaksiyonları yaptım. Şu anda da yapmaya devam ediyorum.

 

Okuldan sonra hangi işleri yaptınız?

 

Gazetecilik yapıyordum zaten.

 

Nasıl başladınız?

 

Gazeteciliği Konya Anadolu’da Hamle Gazetesi’nde başladım. Orda köşe yazarlığı da yaptım, genç yaşımda. Sonra İstanbul’a geldim Babıali’de Sabah Gazetesi’nde yazarlığa başladım. Aynı zamanda Haftalık Papağan Dergisi’nin redaksiyon işlerini de yapıyordum. O dergiyi Ahmet Koçer çıkarıyordu. Papağan Dergisi’ne çok ünlü isimler gelip gidiyordu. Bunlardan birisi Aziz Nesin’di. Necmi Rıza gibi ünlü karikatürstleri vardı. Papağan Dergisi haftalık mizah dergisiydi. Ama çok etkili bir dergiydi. Siyasi mizahlar yapıyordu. Papağan Dergisi Akbaba Dergisi’nin (Yusuf Ziya Ortaç’ın çıkardığı) derginin bir başka versiyonu veya rakibiydi. Etkili bir siyasi mizah dergisiydi.

Ahmet Koçer bizleri çok seven, mizahsever bir insandı. Yaşım çok genç olması ve arada büyük yaş farkları olmasına rağmen, bana “muhterem” adını takmıştı. Benim adım onun gözünde muhteremdi. Muhterem aşağı, Muhterem yukarı, derdi. Çok zarif bir insandı.

 

Babıali’de Sabah Gazetesi

 

Mehmet Şevket Eygi’nin gazetesiydi. Aynı zamanda Bugün Gazetesi de onun gazetesiydi. Altlı üstlüydüler ve Sultanahmet Adliyesi’nin çıkmaz sokağındaydılar. Üç veya dört katlı bir binaydı. Bina komple kira olarak ona aitti. Alt katta matbaa, üst katta Bugün en üstte de Babıali’de Sabah Gazetesi vardı. Etkili bir gazeteydi. Ünlü kalemler yazardı orada. Gazete dindar olmasına rağmen mesala Bülent Şeren gibi, Foto Nazım gibi enteresan şarapçılar da vardı. Bunlar gece gündüz kafayı çekip içerlerdi. Kalpleri pırıl pırıl olan insanlardı. Foto Nazım hem foto muhabiriydi hem de Beyoğlu’nda bir kaç sinemada kameramanlık yapıyordu. Onun sayesinde sinemalara bedava gidiyorduk. Beyoğlu’ndaki sinemacılar da bizleri tanımışlardı, Foto Nazım’ın arkadaşları, diye bizi içeri buyur ediyorlardı.

Armağan Tekin diye mimar bir arkadaşımız vardı, Denizli yörüklerindendi. Çengelköy’de bir villa tutmuşta ama içini çamurla sıvamıştı. Bunun da enterasan tarafı Çengelköy’de onun hesabına köftemizi yerdik, çünkü onun talimattıydı, herkes aşağıda Çengelköy’de herkes köftesini yiyip, bana gelecekler, derdi. Orada da çayımızı içerdik.

 

Niye Çamurla sıvamış?

 

Köy evi havası vermek için. Hatta evin içinde kuş yuvaları vardı. O evin çok da güzel bir bahçesi vardır. Armağan Tekin ilk defa o zamanın aktrisleriyle kapalı giyim defilesi düzenleyen bir arkadaşımızdı. Armağan Tekin’le olan kavgalarımız da meşhurdu. Ben Klasik Türk Musikisi’ne meftun bir insan olarak onun evinde bir gün arkadaşları topladım, tabii saz heyetiyle birlikte. Armağan Tekin ilk önce dinledi ama sonradan da kıyametleri kopardı. O daha çok Anadolu sazına meftundu. Osmanlı musikisini sevmezdi, yabancı görürdü. Bu konuda da sık sık münakaşalar yapardık.

Ben diyordum ki Abdülkadir Meraği’inin eserler de türkülerimiz kadar millidir. O kabul etmiyordu. O bir yörüktü.

Armağan Tekin ile her hafta muntazaman Münevver Ayaşlı Hanımefendi’nin Beylerbeyi’ndeki villasanı gider sohbet ederdik. Akşalları da oradan Özbekler Dergâhı’na gelirdik. Ayrıc azaman zaman Çengelköy’deki Sadullah Paşa Yalısı’na da giderdik.

Münevver Ayaşlı hem eşi hem de babası sefir idi. Enterasan bir Osmanlı Hanımefendisiydi. Tasavvufa düşkün, mürşitlere düşkün birisiydi.

Kenan Rifai gibi, Ahmet Tahir Maraşi, Muzaffer Ozak gibi mürşitleri çok sever, yalısına davet eder veya kendisi onlara gidirdi. Yaşı 85’i geçkindi.

 

Gazete neler yapıyordunuz?

 

Röportajlar yapıyorduk. Tefrikalar yapıyorduk. Günlük yazılar yazıyorduk.

 

Nasıl röportajlar?

 

Daha çok fikri anlamda röportajlar yapardım. Daha çok filozofiye dayalı röportajlar yapılırdı. Değişik ilim adamlarıyla, sanat insanlarıyla söyleşiler yapılırdı.

 

Ne kadar çalıştınız orada?

 

İki sene çalıştım. Fakat hiçbir yere mensup olmadığım için orayı da Hüseyin Hilmi Işık’ın müridanları idare ettiği için gizli bir şekilde ben onlardan, onlar benden rahatsız oluyorlardı.

 

Niçin?

 

Mesala Amerika’dan bir doçent gelmişti, Hamid Algar diye. İlk defa benimle tanıştı, ben ona tarikatlar konusunda bilgiler vermek isterken, buna mani olmak istediler.

İki; peşin hükümleri vardı; Alevileri sevmezlerdi. Sapık olarak görürlerdi, bunu açık açık söylerlerdi. Ayrıca Mısır mütefekkirlerinden Seyyid Kutup gibi zatları eften püften sebeplerle tenkit ederlerdi. İki misal vereyim; Seyyid Kutup’ın yazmış olduğu İslam’da Sosyal Adalet Kitabı’nda üçüncü halife Osman bin Affan’dan bahsederken şöyle tenkit eder; “bu zat 80 küsur yaşını gaçtiği için, bütün ipleri Mervan’ın eline vermişti. Bu İslam dünyası için büyük bir kırılma noktası olmuştur.” Bu adamlar Seyyid Kutup’un bu görüşünü bir sahabeyi tenkit ediyor diye, afaroz ederlerdi. Hele de Osman’ı tenkit ediyor diye onu sevmezlerdi.

Bunun gibi sebeplerle ayrıldım.

 

Ben bir şey duydum. Bu gazetede Aleviler aleyhine bir yazı çıkınca; Mehmet Yaman Dede, Av. Hasan Gülşan gibi bazı isimler orayı basmıştı. Bunu duydunuz mu?

 

Benden sonra olmuştur. Bunu duymadım. Annem (rahmetli) kanser olmuştu, Ankara’ya taşınmak zorunda kaldım.

Ankara’da iki, üç yıl kaldım. Ama orada da Rüzgarlı Sokak’ta Ankara Adalet Gazetesi’nde çalıştım. Avni Dilligil’in kardeşi olan Turan Dilligil çıkarıyordu. Orada da Hami Tezkan gibi yazarlar vardı. Orada da gazetecilik yaptım.

Sonra yeniden İstanbul’a döndük. Baştürk Ajansı’nın temsilciliği aldım. Bahariye’de Sakızgülü Sokak’ta. Üç sene orayı çalıştırdım. Bu arada siyasi olaylar giderek tırmanıyordu 1976 ile 1979 yılları arasında, sağ sol çatışmaları giderek hız kazanıyordu. Mesala ben Acıbadem’de oturuyordum, Acıbadem otobüsüne (Kadıköy’e yakın olmasına rağmen) bazı guruplar otobüse binip insanlara sağcı mısın, solcu musun, diye sorabiliyorlardı. Bizler de onların kimler olduğunu bilemediğimiz için cevap veremiyorduk. Çok karanlık ve berbat bir durum vardı. Halk bıkmış, usanmış, artık bu işler bitsin, diyordu. Millete gına gelmişti. Eve bile rahat gidemiyorduk. Bizzat benim ajansımda oturururken bir polis kurşun attı, bir teröristti kovalıyormuş, benim camı deldi. Bize isabet edebilirdi o kurşun.

Benim o yazıhaneme çok ünlü yazarlar, şairler, musikişinas, ressamlar gelirlerdi.

 

Başka hangi Gazetelerde çalıştınız.

 

Yeni İstanbul Gazetesi’nde yazmaya başladım. Tiyatrocu rejisör Üstün İnanç abimizin Yeni İstanbul Gazetesi’nde olması hasabiyle biz de orada yazı yazıyorduk. Tabii bu arada bu işleri yaparken büyük üstatları yine ziyaret ederdik. Her hafta bir evde mutlaka bir musiki meclisi olurdu. Oraya giderdik.

 

En yakın arkadaşlarınız kimlerdir?

 

Aydın Tarı, (İlahiyatçı ve Musikişinas), Udi İhsan Bursalı (Musikişinas), meşhur Burhan diye bir sanatçı vardı, o zaman Osmanağa Camisi’nin meşhur müzezzini Fahri Kaya (Gönenli “İnşallah Maşallah Fahri Kaya” derlerdi.) kimseyi reddetmeyen bir insandı. 80 yaşındaki kadın bile beni ne zaman evlendireceksin, diye sorardı. O da bir defter açıyordu, işte yazmışım, sana arıyorum, en kısa sürede bulacağım, derdi. İşte o yüzden İnşallah Maşallah Fahri Kaya, diye ismi kaldı.

O zamanın meşhur Mevlüthanları gelip giderdi yazıhaneye. Beni de alırlardı yanlarına Arapça üslupla Kuran’ı Kerim okuturlardı. Kani Karaca gibi, Aziz Bahriyeli gibi hocalarla giderdim.

Zaman zaman bu guruplarla meşhur bir yoğurçuya yoğurt yemeye giderdik.

Sık sık Hidiv Kasrı’na giderdik. Ve muhakkak Musikişinas Nezih Uzel’le Bey’le Üsküdar’da Kanaat Lokantası’nda yarım kiloya yakın dondurma yerdik. Keçi sütünden muazzam dondurma yaparlar.

 

Doğduğunuz topraklara dönelim... Güneydoğu’ya... Ben hep Fikret Otyam’ın fırçasındaki kadınlarıyla tanıdım Güneydoğu’yu. Sizler neler anlatacaksınız?

 

Esasında ben Diyarbekir doğumluyum. Diyarbekir, derlerdi. Benim ecdadımın etki alanı dört vilayeti kapsar, seyid olmak hasebiyle; Siirt, Mardin, Diyarbekir ve Urfa. Orada çok geleneksel bir yapı tarzı vardır. İslami diyemeyeceğim ama İslami formda gibi bir hayat tarzı var. Şunu şöyle ifade edebiliriz; oradaki insanların hayat tarzı tamamen çok katılaşmış bir gelenek hayat tarzıdır. Ve din kılıflıdır. Din içerikli değil din kılıflıdır. Mesela; size şöyle bir örnek verebilirim çok enteresan, bana ilginç geliyor bilmiyorum size nasıl gelir? Meşhur “şaki”lerden (dağa çıkmış, adam öldürmüş kişidir. Şekavet kökünden gelir; isyan etmiş, günah işlemiş manasında) Tevfo (Tevfik) Ağa Emel Sayın’ın da dedesi olur vardı. Bu zatın yüz tane adam öldürdüğü söylenir. Benim dedemin huzuruna gelirmiş el pençe dururmuş.

Dedem de ona yahu Tevfik Ağa, sen katil bir adamsın bu kadar adam öldürmüşsün, bizimle ne işin olabilir, bize niye geliyorsun, diye şaka yollu takılmış ona.

O da demiş ki, muhterem seyidim ben katilim ama benim de bir yüreğim var, benim de size ihtiyacım var, ben de Allah Resulünü ve torunlarını seviyorum, buna hakkım yok mu? Demiş. Böyle ilginç insanlar.

Yine Felemez diye bir adam vardı. Bu adam meşhur bir hırsızdı masala. Açık açık hırsızlık yaptığını söylerdi. Bizim ailenin büyükleri de ona nasihatlerde bulunurlardı, yapma etme, diye. Bir gün ben de ona dedim ki, ya mademki bu alışkanlığını terk edemiyorsun, o zaman bari fakir fukaranın malını çalma, çalacaksan da zenginlerin malını çal. O da bana demişti ki, seyidim ben zaten fakir fukaranın malını çalmıyorum, diyordu.

Böyle enteresan profiller vardı, Güneydoğu’da…

Çocukluğum Diyarbekir’de geçti.

Diyarbekir insanlarını çok enteresan bir yapısı vardı. Şimdi Diyarbekir’den birkaç çizgi anlatalım; o zamanlar şimdiki şehir yoktu, o zamanlar şehir içi dediğimiz sur içi vardı. Sabahleyin kalktığınızda Diyarbekir’deki sokaklarda su toprak karışımı muazzam güzel bir kokuyla karşılaşırdınız. Çünkü sabahleyin erkenden her evin hanım efendisi kapısının önünü mutlaka su dökerek yıkardı. Ve sabahleyin kalktığınızda etrafa müthiş güzel bir koku salınmış olurdu. Çünkü Diyarbekir’lilerin inancına göre sabah evini, kapısını temizlemeyen yıkamayan eve lanet yağar inancı vardı. O yüzden her evin hanımefendisinin işi evinin önünü temizlemek, süpürmekti. O zaman çöpçüler filan da yoktu.

Mesala mahalle fırınları aynı zamanda evlerdeki hamurları alırlar sadece pişirme parası alarak bir işlev görürlerdi. Ayrıca börektir, baklavadır, kadayıftır, patlıcan yemekleri  bir pişirme parası karşılığı oraya verir pişirirdiniz. Böyle bir fonksiyonları vardı.

Diyarbekir’de her sokakta “kastel” adı verilen çeşmeler vardı. Bu su çeşmelerden tertemiz su sabaha kadar akardı. Çok bolluk ve bereket vardı o zamanlar. Hevsel Bahçeleri’nden yetişen göbekli marulları, patatesleri, salatalıkları, karadutları, değişik meyveleri çok ucuz bir şekilde alma imkânına sahip idik. Yoğurçu pazarı vardı, Karacadağ yöresindeki Yörükler buraya tahta külekler içerisinde on kilo, on beş kiloluk kaymaklı yoğurları getirirlerdi, bizler bunları satın alırdık. Enteresan tipleri vardı; mesela Şeyh Güzel diye bir zat vardı. Bu zat bir adamın beline yumruk atarsa o adamın hastalıkları iyileşirdi, inancı vardı. Bir adam iki defa dükkânının önünden geçti mi o da fırlar adama bir yumruk atardı. Afganlı Kadri Kahvesi vardı. Orda çok enteresan kişiler toplanırdı. O zamanın siyasi, fikri kişilikleri orada toplanırlardı. Mesela iyi hatırlıyorum bazı dindar bürokratlar bile çay içmeye oraya gelirlerdi.  O kahvenin ilginç bir yapısı vardı. O kahvenin benim âcizane kanaatim; bazı devlet birimleriyle de bağlantısını olduğu kanaatini taşıyorum.

 

Ne tür hayvanlar vardı?

 

Mesela Diyarbekir’de köylerde, Kürtler’de tilki ve kirpi yenirdi. Güneydoğu’da ceylanlar, göçebe kuşlar, kelaynak kuşları vardır. Dicle’nin toprak duvarlarında Şarur dediğimiz çok renkli bir kuş vardı. Diyarbekir’de kuşbazlar vardı. Özel güvercin meraklıları vardı. Bizim dönemimizde Kuşbaz Yaşar vardı, (Kuşbaz Yaşo) yüzlerce güvercini vardı.

 

Yemekler?

 

Çok enteresan yemekleri vardı; paça, işkembe, özel kebaplar, iç pilavlar, burma kadayıfı, bademden yapılan levzuniye tatlısı, Nuriye tatlısı vardı, bunlar oranın özel yemekleridir.

Müzik dünyası çok renkliydi. Daha çok cura diye bir saz çalınırdı, tambur ve cura çalınırdı. Kör Tarık diye bir zat vardı. Bütün düğünlerde şarkı ve türkü söylerdi. O zamanların en ünlü ses sanatçısı Celal Güzelses’ti. Diyarbekir’liler Celal Güzelses’le Malatyalı Fahri’yi karşılaştırırlardı. Gerçekten de güzel sesliydiler ve müziği hakkıyla icra ederlerdi. Diyarbakır’ın hayatı tamamıyla bir Osmanlı hayatıydı. Gece saat on iki bire kadar hayat vardı. Herkes birbirine gelir gider misafirlikler olurdu. Çok güzel bir hayat vardı.

 

Mardin?

 

Mardin’li olmamla birlikte orada hiç yaşamadım.

 

Urfa?

 

Folklor itibariyle Diyarbekir’e çok benzeyen bir yerdir. Davranışlar, yemekler, oyunlar… Urfa’nın meşhur ilçesi Siverek Diyarbekir’e bağlıydı.

 

İnsanlar nasıl bir mizaca sahipti?

 

Güneydoğu insanı genelde; iyi niyetli, misafirperver, hikmete elverişli bir insan tipolojisinde idi. Bizim mahalle bakkalı Arif Amca vardı. Arif Amca’nın çok güzel bir sloganı vardı hiç unutmam: “Allah var, gam yok”. Bunu sık sık tekrar ederdi. Adam borcunu mu ödeyememiş, Arif Amca ona moral verirdi: “ Allah var, gam yok, korkma ödersin.” O zaman marketler yoktu. Her şeyimizi Arif Amca’dan alırdık. Peynirden sebzeye oradan alırdık. Her ailenin ayrı bir kasabı vardı. Kasaplar Çarşısı vardı. Ayrıca mahalle arasında da bazı kasaplar vardır. Mahallemizde mesala çok ünlü kuruyemişçiler vardı.

Diyarbekir’de o zamanlar Yahudi Mahallesi vardı. Biz oraya “Gavur Meydanı” derdik. Ama Süryanilerle çok iç içeydik. Meşhur Bedri Ayseli (türkücü) bizim mahallenin çocuklarından birisiydi.

Orada çok lezzetli bir hayat vardı. Mahallelerde Berduşlar vardı. Onlar mahalle mahalle gezerlerdi. Ama bu berduşlar, dini kişiliklere çok saygılıydılar. Çok enteresandır bu berduşlar yeri gelince Allah’a küfrederlerdi, ama beş dakika sonra bir seyyid, bir şeyh geçince de gidip onların ellerini öperlerdi, bu nasıl Allah’a küfretmekse? Yine bu berduşlar hem Allah’a küfreder, hem de yerde bir ekmek parçası görseler öper yükseğe koyarlardı ve derlerdi ki bu Allah’ın nimetini kim yere atmış, derlerdi. Benim babam derdi ki, onların Allah’a küfretmelerine bakmayın, onlar sinirlenmişler, küfrediyorlardır. Bu berduşlar son derece namuslu, mahallenin kadına kızına asla göz dikmezler ve dikilmesine de asla izin vermeyen tiplerdi. Bir tanınmayan adam bir sokaktan iki üç kez geçince o berduşlar o adamı hesaba çekerlerdi; sen burada ne arıyorsun, ne yapıyorsun, diye.

 

Gaziantep’te farklı değil?

 

Tabii, bunlar aşağı yukarı aynıdır. Adıyaman, kısmen Malatya, mesela Bingöl’lü Zazaların Diyarbekir’de bir mahalleleri vardır. Buralar birbirine çok benzerler.

 

Cahit Tanyol’un Gaziantep’i tarifini unutamıyorum. O diyor ki bir günlük çocukluğumu bana versinler, tüm ömrümü vereyim.

 

Doğrudur. Şunu ifade edeyim. Diyarbekir’de dini bir hayat vardı ama aşırılık yoktur. Kimse kimseye baskı da yapmazdı. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında muazzam bir uyum vardı mesala. Diyarbekir’in kendisine ait bir Türkçesi vardı mesela. Mesela; tut’a kara höbür derlerdi.

 

Ziya Gökalp Diyarbakır’lı?

 

Tabii Ziya Gökalp, Cahit Sıtkı Tarancı, Süleyman Nazif (Sait Paşa’nın oğludur), Sezai Karakoç gibi çok şair ve yazarları vardır… Hasılı Diyarbekir bir kültür şehriydi.

 

Siz nasıl yaşadınız?

 

Benim daha çok çocukluğum orada geçti.

 

Kimlerden etkilendiniz?

 

Doğrusu ben o zamanlar çok genç yaşta kitap ve gazete okumaya başladım. Daha çok Peyami Sefa, Necip Fazıl gibi yazarlardan etkilendim. O zamanlar Tercüman Gazetesi’nde Kadircan Kaflı diye bir zaat vardı. Onun yazılarını okurduk. Günlük basını tam takip etmesek dahi, iki üç günde bir gazete alırdık muhakkak.

 

Necip Fazıl’ı okurken sonra onunla çalıştınız?

 

Onu Büyük Doğusu vardı. Ondan etkilendim. Büyük Doğu’nun hastaları, takipçileri vardır. Ben onu Diyarbekir’de okudum İstanbul’da Babıali’de Sabah Gazetisi’ndeyken onunla tanıştım. Hatta İstanbul’a gelir gelmez onun evine gitmek ilk işim oldu.

 

Söyleşi:20 Ağustos 2013 ve 28 Ocak 2014

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile