RECEP BİLGİNER

Hayatın Aynası; Tiyatro

 

Bir Anadolu çınarıyla, güzel bir insanla yaptığım söyleşiyi sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.

1922 yılının Mayıs ayında Adana’da başlıyor hayat öyküsü. Ama onunkisi öyle bir hayat öyküsü ki birçoklarından ayrılıyor yaptığı işler ve kişisel özellikleri itibariyle; gazeteci, sanatçı, tiyatro yazarı, bir kültür insanı, bir dostluk, sevgi, barış insanı.

Anadolu’da insanları gerçekten kaynaştırmak için yoğun uğraşlar veren bir büyük insan, bir büyük isim: Recep Bilginer.

 

Hocam siz daha çok tiyatro eserlerinizle anılıyorsunuz. Gerçekten bu güzel eserlere değineceğiz. Anadolu’nun bilgelerine uzandınız Yunus’a, Mevlana’ya, Hacı Bektaş’a uzandınız. Onların emsalsiz yaşam öykülerini çok lirik bir şekilde aktardınız, anlattınız eserlerinizde.

Ama siz çok yönlü bir insansınız; gazetecisiniz, aslında sanatçısınız. Yani tabii ki yazmak bir sanat uğraşı hele hele tiyatro böyle. Yaşamın sevinçlerini, dramlarını, hüzünlerini binlerce insana aksettirmede bir araç olan tiyatro gibi bir sanat dalıyla uğraşmakta ayrı bir yetenek. Çünkü çok hassas olmak gerekiyor, insanı tanımak gerekiyor, yaşamı tanımak gerekiyor.

Peki nasıl başladı tüm bu uğraşlar. Yüreğiniz nasıl kaynadı coştu da bu güzel serüvene katıldınız hocam?

 

Herhalde bir tutku bu. İnsanın iradesi dışında, ya olaylar ya yaşamdan kaynaklanan algılamalar insanı bir yola itiyor. Ben okulda futbol oynadım, voleybol oynadım, tek adımda oldukça iyi derecelerim vardı. Bir de okul müsamerelerine çıkardım devamlı, her sene okulun verdiği temsillerde başrol oynardım. Hatta bu işle uğraşan hoca da, sene sonunda kendi dersinden beni imtihan etmezdi, çünkü sana birkaç kitap dolusu rol ezberletirlerdi. Bir ara konservatuara gitmek istedim hatta muamelelerim oldu ama bazı özel ailevi sebeplerden dolayı bıraktım döndüm. Okuldayken şiir yazardım, zaten bu yazı hayatına da böyle hasret şiirleri yazmakla başladım.

Doğup büyüdüğüm Adana’dan, ailem Konya’ya göç edince, Konya’dan da Beyşehir ilçesine… böyle Adana burnumda tütmeye başladı. Trenleri, rayları yazardım şiirlerde, ki beni bir an önce Adana’ya kavuştursun, diye. Böyle böyle şiir yazmaktan, dergilerde yazılar yazmaya, dergilerde yazılar yazarken de gazeteciliğe başladım.

Gazetecilik uzun sürdü, 1945’te Eskişehir’de ki gazetelere yazdım, dergilere şiirler yazdım.

Sonra 1946 ortalarında Söz Milletin diye bir gazete çıkardım. Çok kavgacı bir gazeteydi. Düşünce diye bir aylık dergi çıkardım. Böyle iktidara o zaman tek parti dönemi çatan yazılar olurdu. Fakat 1947 yılında Vatan gazetesine intikal ettim. Ben intikal ettiğim gün İstanbul’da tutukladılar, Eskişehir’de çıkan bir yazımdan dolayı. Yazının içeriği de bir şiir. Diyor ki şiirde, benim hapse girmeme sebep olan şiirde köylüye anlatıyor.  Köylü milletin efendisi diyor;

 

Yağ çıkarır bal çıkarır yiyemez

Bayramda da yeni bir şey giyemez

O derdini kimselere diyemez

Milletimin efendisi işte bu. (O zamanlar çok moda ya köylü milletin efendisidir.)

Bir gün onu bir jandarma çağırdı

İşitmedi çünkü biraz sağırdı

Bir ses ona eşşek diye bağırdı

Milletimin efendisi işte bu

 

Hükümetle rabıtası teması

Tahsildarla jandarma köy ağası

Her üçü de milletin baş belası

Milletimin efendisi işte bu.

 

Hadi 159’ncu madde hükümete zabıta kuvvetlerine hakaretten İstanbul’da tutukladılar ertesi gün Sultanahmet Cezaevi’ne gönderdiler. Oradan Eskişehir’e sevk ettiler. İşte üç ay yattıktan sonra çıktık. Başladı gazetecilik böyle, gazetecilikte bir tutku vardır. Çünkü büyük bir mücadele vardı o zaman, tek parti dönemi. Benim neslim hatta benden sonra gelenler de şu tek parti dönemi bitsin çok partili bir demokrasi gelsin bütün sorunlar çözülür, dertlerden kurtuluruz... dedik. Şimdi çok partili bir hayat hatta üçlü çok partili bir hükümet çok partili bir meclis var ama dertler devam ediyor. Belki eskisinden fazla devam ediyor. Demek ki sorun tek partiden korunup çok partili bir demokratik hayata kavuşmak değil. O özgürlüğü temin edecek yasalar çıkarmak, o yasaları da iyi uygulamak. O eski ilk çağlardaki filozoflar iyi yasalar mı, iyi vatandaşlar mı, iyi uygulayıcılar diye mi çok tartışılmış ama Türkiye henüz ne iyi yasalara, ne iyi yöneticilere, ne de bu yasaları iyi uygulayan siyasetçilere kavuşmuş durumdadır. Ama bunu halk her halde değiştirecektir.

 

Etmek zorunda çünkü sadece siz değil, siz sadece bir kuşağın temsilcisi olarak gerçekten de onlarca, yüzlerce gazeteci, yazar, şair adına belki konuşuyorsunuz. Hangi siyasi görüşte olursa olsun, gerçekten demokrasi tutkunu olan yazarlarımız, aydınlarımız, gazetecilerimiz; hep kendi insanının, kendi ülkesinin iyiliği ve güzelliği için yazıp söylediler, konuştular, mücadele verdiler ve bu demokrasi mücadelesi uzun yıllar devam etti, devam edecek. Gerçekten de yöneticilerimizin sizin yazdıklarınızı sağlıklı bir şekilde değerlendiremedikleri, okuyamadıkları belli oluyor. Çünkü siz doğrudan, güzelden yana tavır koyuyorsunuz, haklıdan yana tavır koyuyorsunuz. Geleceğe umutla bakıyorsunuz... Biraz daha fazla okusalar, biraz daha fazla sağduyu sahibi olsalar, biraz daha insanını düşünseler herhalde gerçekten çok basit olan bu antidemokratik uygulamalarda ortadan kalkacak. Ama maalesef okunmuyor, kulaklar tıkanıyor, herhalde hocam?

 

Şimdi bütün iş geldi maddiyata dayandı. Bu milletin çok iyi okuması, çok iyi algılaması ve milletin geleneklerine, kendi ulusal kimliğine sahip olması gerekir; milletin şimdi estetiği öldü. Müzikte öldü, başka şeylerde öldü. Neden öldü? Peki o televizyonları dolduran gece beş milyar, on milyar bazı ulusal günlerde 25-30 milyar alanlar nota bilmiyor, çoğu piyasa türküleri söylüyorlar, çoğu oyun, göbek havaları söylüyorlar, çoğunun bütün marifeti göğüslerini göbeğe kadar açmak, çoğunun bütün marifeti yan yırtmaçları dolayısıyla kalçalarının üstüne kadar her yerlerini göstermek, sanki televizyon değil de et teşhir eden kasap dükkanına dönüyor. Kimse o söylenen türkülerin, şarkıların müzik sanatı adına bir milyardan geçirmek niyeti var mı?, yok. Döndü dolaştı bakın o güzelim Türk türküleri, Anadolu türküleri tarihten gelen yahut klasik Türk musikisi döndü dolaştı, Kıl oldum abiden yahut da bilmem ne olduktan sonra şimdi yirmi televizyonda her gece Bebeğim türküsüne kadar dayandı. Bununla bir millet bir yerden bir yere gelir mi? Gelemez.

Hacı Bektaş’ın Sevgi ve Barış diye bir piyesi var. Bu Hacı Bektaş, kardeşinin idam sırasında öldürülüşünü gören, beni kurtar, diye bağıran sesini duyan, ondan sonra Sulucakarahöyük’e gelip insanlardan, insanların kötülüklerinden uzak bir yerde mekan tutan ve Hünkar diye anılan insan.

Hala 700 seneden bu yana Türkiye’de bir inanç özgürlüğüne saygı yok. Bu adamın getirdiği, Hacı Bektaş’ın getirdiği, sadece Tanrı’ya giden yolu, çok güzel sevgiyle, barışla, dostlukla, kardeşlikle anlatmaktan başka hiçbir suçu yok üstelik iyiliği var. Ne diyor? Diyor ki; “Karşındaki düşman da olsa insandır.” Ona hoşgörüyle bakıyor. Onun da bir insan olduğunu unutma diyor. Onu sev diyor.

Mevlana ne diyor oğlu Veled’e; Oğlum Veled diyor, yahut da Alaattin’e söylüyor, “Eğer bir kimseye iyi gözle bakarsan, eğer onun hep iyiliğini istersen, senin çevren çiçeklerle, ağaçlarla dolalı o cennetin ta kendisidir. Ama sen bir insanı kötülükle anarsan, onun için kötü düşünce de olursan senin etrafını yılanlar, çıyanlar sarar. Bu bir cehennemdir, bundan sakın.” Hoşgörü, diyor. Biz diyor Mesnevi’sinin bir iki dizesinde “Biz aşktan doğan aşkız. Anamız aşk, babamız aşk, aşk çocuğu aşkız diyor. Aşk da bir sevgi, barış.

Hacı Bektaş Tanrı’ya giden yol sevgiden ve barıştan geçer, hoşgörüden geçer, diyor. Hala bu 21. asra girdiğimiz bu dönemde bu kadar hoşgörüsüz bir ülkede yaşarsak, Türkiye’nin bütün kaderi televolelere, paparazzilere bağlanırsa bu dostluğu, kardeşliği nasıl yapacağız? Onun için bir yazar, bir edebiyat meraklısı söz sanatının gücüne sığınıyor. Nedir o? Gazetecilik. Gazetecilik bir mücadele aracıdır.

Tiyatro, şiir, roman da söz sanatıyla toplumdaki kötülüklere bir hücum sanatıdır.

Onun için gazeteciliğin yavaşladığı bir dönemde ben tiyatro yazmaya başladım. Çünkü tiyatronun bütün büyüsü insana insanla fikir vermek, onları yaşam sevincine yöneltmek, onları hayatta kötülüklere karşı mücadeleci yapmak. Tabii bunları yaparken de kendi ülkesini ve dünyadaki bütün yöneticileri biraz hedef alarak onları da daha iyi yönetmeli.

 

Çizmeli. Şimdi politikacılarımız çok alınganlar. Onları eleştirenleri anlamaya, dinlemeye hiç gayret etmiyorlar. Karikatürler var, köşe yazarları söylüyorlar, şairler, ozanlar tiyatro eserlerinde dile geliyor. Gerçekten de çok güzel özetlediniz fazla söze gerek yok. İşte sanatçı insan, sanatçı ruhuna sahip olan insan güzelliklerle karanlıkları, kötülükleri, çirkinlikleri yok etmeye çalışıyor. Barış var, kaynaşma var. Bir köşe yazarının, gerçekçi bir köşe yazarının bir eleştiri yazısından, köşe yazısında topluma bir doğru yol gösterme var. Evet fakat hiç okumuyorlar mı, dinlemiyorlar mı, tiyatroya gitmiyorlar mı bu politikacılar? Gerçekten insan düşünüyor en güzel yollarla onları uyarıyorsunuz, sizler yazarlar en güzel yöntemlerle, en insancıl yöntemlerle, en tatlı yollarla, yöntemlerle politikacıları uyarıyorsunuz. Ama duyan kim?

 

Sanat ileriye doğru bir ışıktır, ileriye doğru gerçeklerin bir haykırışıdır. Ama politika bir çeşit esnaflığa dönüştü. Politikacı zamanını kurtarmaya bakıyor, politikacı söylediği sözün yahut vaat ettiği ufukların kendisine ne kadar oy getireceğini düşünüyor. Gerçek dışı bir şey politika, ama dünyada insanları da idare etmenin çok üstün seviye de bir sanatıdır politika. Ama bu idealde var, uygulama da yok. Hele bizim gibi yeteri kadar aydınlanmamış, yeteri kadar fikir ve kültür sahibi olmamış bir ülkede politika bir aldatma sanatı oluyor maalesef. Her halde çok değerli insanlar da politikaya giriyorlar ama politikanın icadı mesela ben sık sık gazeteci olarak TBMM’ye giderim, milletvekilleri kuliste başka türlü konuşurlar, kürsüde başka türlü konuşurlar. O kuliste konuşan insan kürsüye çıkınca başka bir insan oluyor. Ve şimdi bir koalisyon hükümeti olduğu için bütün partiler kendi adamlarını korumak durumundalar ve dikkat ederseniz kimin hakkında gensoru verilirse hiçbir neticeye bağlanmıyor. Hemen partizanlık egemen oluyor o kimse kendisini mahkemeye düşmekten böylece kurtarmış oluyor.

 

Şimdi efendim tabii tiyatro apayrı bir sanat bence yazarlığın da içinde apayrı bir yeri var. Çünkü belki roman da, öykü de daha çok da romanda edebiyat dili bakımından insan biraz daha rahat. Dilediğini, istediğini geniş bir şekilde yansıtabiliyor. Yani gücü ve kuvveti varsa tabii o değerini tartışmıyoruz ama boyut bakımından romanın bir rahatlığı var. Şiir ve tiyatroya gelince aynı rahatlık yok. Siz mümkün olduğunca kısa bir şekilde çok anlam yükleyerek bir şeyleri vermek zorundasınız tiyatroda. Çünkü zamanla yarışıyorsunuz, çünkü sahnelenecek bu eseri insanlar izleyecekler. Aynı anda hemen sıkılma başlayabilir uzadığında gereksiz detaylara girildiğinde böyle zorlukları var.

Ben de bir tiyatro izleyicisi olarak ki büyük bir haz alıyorum, sinemayı çok seviyorum ama tiyatroyu da seviyorum, hiç de kolay değil, değil mi hocam, eser vermek tiyatro alanında?

 

Ama çok büyük bir tutku, çok heyecan verici. Bir roman alır okursunuz yorulduğunuz zaman bırakırsınız bir gün, beş gün bir ay sonra devam edersiniz. Bir tiyatro eserinin sırat köprüsü 2 saattir, ve romanın meraklıları vardır o tip romanı okuyanlar alır ama tiyatroya cumhurbaşkanıyla, kapıcı aynı sırada gelir seyreder. Bu kademeler arasındaki kültür anlayış farkına rağmen tiyatro eseri hepsini kapsar, kucaklar, hepsine bir şeyler verir. O nedenle tiyatronun zorluğu buradadır, bir piyes bir gecede deyim yerindeyse gümbeleyip gider bir daha uzun süre elen alınmaz. Ama roman öyle değil, roman zaman içerisinde okunur. Bu nedenle tiyatroda söz ekonomisi çok önemlidir. Romanda istediğiniz kadar yazın...

Mesela Yaşar Kemal’in Deniz Küstü romanında denizin köpürüşü 44 sayfayla anlatılır. Ama bir tiyatro eseri zaten 60 sayfadır. Yani böyle birtakım zorlukları var yazarı da disipline eder, fazla gevezelik yapmasın, diye.

 

Ama çok araştırıp, inceliyorsunuz?

 

Onu inceleyeceksiniz. Çünkü bizim mesela biraz önce sözünü ettiğimiz Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bektaş’ın 700 sene önceki yaşamlarıyla ilgili ayrıntı yok. Siz yazar olarak o ayrıntıları onların şiirlerinden çıkaracaksınız. Şiirlere göre onlar hayatlarında neler yapmışlardır?, onlara bakacaksınız. Birtakım söylenceler var, efsaneler var. Bazı tarihçilerimiz diyor ki, eğer yazılı belge yoksa o rivayetler tarihtir, diyor. Nitekim Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş’ın hayatları biraz da Mevlana’nın hep bu söylentilere dayanıyor.

Hacı Bektaş hakkında Vilayetname diye kitap var, orada kendi öleceğini bilip kendisi gelir kendi cenazesini kendisi kaldırır, der. Bu bir keramet işidir, değil mi? Ben öleceğim, diyor yanındaki adama Sarı İsmail’e bir atlı gelecek, boz atlıdır, tozu dumana katarak gelecek, benim tabutumu yapacak ve defnedecek, diyor. Birisi geliyor aynı tarif ettiği gibi hakikaten sonra bir farkına varıyor ki adamı bu gelen, kendi cenazesini kaldıran Hacı Bektaş’tır. Bu 700 seneden beri inanılmış bir efsanedir. Bunu bir tarih olarak kabul ediyoruz.

Şimdi bütün bu keramet sahibi insanlar halkın gönlünde birer veli sayılmışlardır, veliler biliyorsunuz Muhammet’in yakın dostlarıdır, Peygamber efendimizin. Hacı Bektaş’ın da koyduğu esaslar; insanlığın dürüst, insanların namuslu, insanların birbirlerine kötülük etmeden yaşamaları esasını koyuyor. Zaten bunların yolları olan adeta sistemleri olan tasavvuf da dinin baskısından halk ve insanlar lehine bir özgürlük penceresi açmaktır.

Yunus Emre ne diyor; “İnsan insanı tarif ederken onun anlayışına göre, Tanrı böyle saraylarda beylerin, sultanların konağında değil, fakirlerin gönlündedir. Onun için elinden gelirse hoca bir yol yap, diyor. Hacca gitmenin önemi şey değil” diyor.

Kendi müritlerinden bir vezir hanımı “Mevlana hazretleri ben Hacca gitmek istiyorum ama çok uzak ve tehlikeli” diyor. “Hayır, çok yakın Pencereden dışarı bak Kabe’yi göreceksin” diyor. Kadın pencereden dışarıya bakıyor yıldızlardan başka bir şey yok. “Ben göremedim Mevlana hazretleri” diyor. “Gel bak, duvardan duvara komşun Kabe’dir, diyor. Komşuyu ziyaret edersen Kabe’ye gitmiş gibi olursun” diyor.

Ve bütün bunların söyledikleri gönül yıkmama esasına dayanır.

Yani insanları kırmamak insanların gönlünü hoş etmek.

Fakir Yunus dediğimiz, “ben Yunusu biçareyim” diye kendisini zavallı gösteren Yunus Emre, “Tanrı cevher yarattı kendinin kudretinden nedir o? İnsan. Dönüp baktı cevhere yani Tanrı insana döndü baktı eridi heybetinden” diyor.

Tanrı yaratıyor insanı ama insanın heybetinden Tanrı bile ürküyor, Yunus Emre’ye göre.

Söyle söyle kamuya ne kansın ne de madensin

Mana ile dolusun padişahı sen de bul, diyor. Sen padişahsın. Ne diyor tasavvufta, Tanrı insanın simasında tecelli eder.

Mevlana’ya, çarşıda birisini asarlarken bir Rum gelip haber veriyor. “Efendi hazretleri diyorlar Suryanis adında bir Rum’u kadı efendi asıyor”. Hemen feracesini atıyor koşuyor çarşıya bir de bakıyor ki dar ağacı kurulmuş, Suryanis asılıyor. Hemen feracesini atıyor “Kadı efendi, as asabilirsen” diyor. “Ama o Tanrı, Mevlana Tanrı’dır, diyor. Dönüyor sen benim için Tanrı mı dedin, diyor, o Suryanis’e, Rum delikanlısına. Hayır efendim ben Mevlana bize Tanrı’yı tanıtan adamdır, dedim. Dönüyor kadıya “Kadı efendi sen hala Allah olamadın mı?” diyor. Tövbe, diye söyleniyor. Peki yaklaş diyor yanıma, hoh de, diyor. Kadı efendi hoh diyor sen ikilik kokuyorsun, diyor. Tanrı ayrı, insan ayrı mı?” Yani ve sonra böyle kadınlar geçiyor çarşıdan böyle fıkır fıkır oluyor şeyler giyinmişler. “Sultana gideceğim bir yasak çıkaracağım, kadınlar çarşıdan böyle geçmesinler” diyor. “Kadı efendi sen kadınları ne kadar örtün diye zorlarsan, onlar aksine açılmak isterler. Böyle yasaklarla filan hürriyet kaldırılır mı?” diyor.

 

Evet efendim bu verdiğiniz örneklerin tümü Aşuk ve Maşuk isimli eserde o kadar güzel anlatılmış ki! Okumak gerek. Ben gerçekten bu eseri okurken Mevlana ile ilgili daha önce okuduğum eserlerden farklı olarak bir tiyatro eserinden çok öte bir eser gördüm. Yani burada tiyatroda sergilenmek için ele alındı ama ben hararetle tavsiye ediyorum Recep Bilginer’in eserleri sadece gidilip oyunları izlenecek eserler değil. O kadar lirik, akıcı bir üslupla, o büyük insanların yaşantıları, o kadar özlü bir şekilde verilmiş ki buralarda bin bir mana yüklü. Dedik ya, sözü en özlü şekilde söylemek sanattır, maharettir tiyatroda. İşte onun en güzel örneklerindendir diyebilirim Recep Bilginer’in eserleri için ben rahatlıkla, tiyatroyu seven ve izleyen bir insan olarak.

Peki sevgili hocam şimdi Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş. Tabii sizin daha birçok tiyatro eseriniz var oynandı yıllar yılı.

 

17 tane.

 

Çok da değerli eserler var İsyancılar, Ben Devletim, Politikada Bir Sarı Çizmeli, Sarı Naciye, Parkta Bir Sonbahar Günü, Gazeteciden Dost... daha niceleri. Bazı eserlerinizde de Anadolu Türk halk kültüründe büyük yerleri olan, halkın gönlünü fethetmiş insanların yaşamlarına yöneldiniz.

Kısmen açıkladınız ama aslında bu tiyatroculuğumuzda da belki örnekleri var elbette Nezihe Araz’ların ve diğer insanların açtığı yolu inkar edemeyiz, onları da saygı ve sevgiyle selamlıyoruz. Ama siz bir amaca hizmet için herhalde bunları yaptınız?

 

Bunlar çok örnek insanlar. Bunlar Anadolu’nun bağrında yetişmişler, Anadolu’nun acılarıyla yetişmişler, Anadolu’nun dini, dili ve insancıl duygularıyla yetişmişlerdir. Bir Yunus Emre ilk Türkçe’nin şiir dilini ortaya koymuştur. Yani Karlı dağların başında/ Salkım salkım olan bulut... Yaşın döküp/ Saçın çözüp/ Benim için ağlar mısın?, diye 700 sene evvel öyle bir mısra söyleyen bugün böyle bir şair var mı? Yok. Dertli dolaplar... Ben Yunusu biçareyim/ Aşk elinden avareyim/ Baştan ayağa yareyim/ Gel gör beni aşk neyledi, diyen Yunus Emre gibi duru, açık, vurucu söyleyen bir kimse var mı? Yok.

Mevlana gibi şiire felsefeyi sokan, şiir yoluyla Kuran-ı Kerim’i çok açık bir şekilde tefsir eden bir şiir adamı, bir şair var mı? Yok.

Şimdi eğer bugünkü kuşak ve gelecek dönemin kuşakları, bu geçmişteki bu büyük insanları tanımazlarsa, bu insanların felsefesini öğrenmezlerse ne olur?

Hacı Bektaş ne diyor; “Kızlarınızı okutunuz ve okutturunuz” diyor.

 

Çok bu eserlerin üzerine ayrı ayrı programlar yapmamız gerekir.

 

Şimdi bir telefonumuz var, onu alalım izninizle sayın Hocam...

 

Yüksel Çavuş, Razgrat, Bulgaristan; Evet ben kendimi tanıtmakla vaktinizi alırım. Beyefendi müsaadenizle Razgard Tiyatrosu rejisörü olarak kendimi tanıtmakla yetineyim. Bulgaristan Türklerine ait o zamanki tiyatroda 25 veya 30 yıl bir süreçte eserler, yapıtlar sahneleştirdik, özellikle Bulgar tiyatrosunda, neyse bu konuyu başka zaman yine anlatırız.

Ben Sayın Recep Bey’i dinlerken başka bir yere gittim, tiyatro dünyasına. Vaktiyle diyorum görüşlerimiz hocamızla kendisini hiç tanımasam, bilmesem de bu anda sanki asırlar boyunca öyle geliyor bana ki onun elini, dahilerin kitaplarını koklamış, öpmüş oluyorum. Gıyaben kabul etsin, can sağlığı, uzun ömürler, ağzına sağlık, nefesine sağlık diyorum. Neyse birden aklıma Nazım Hikmet’in bir şiiri geldi; aşkı içten duydum arşa yükseldim, kalpten temizlendim huzura geldim, ben de müridiyim işte Mevlana.

O Mevlana’nın yanına götürdü Sayın Recep Bey bizi. Bizim bir ricamız var Şeyh Bedrettin’e ait bir eser, bir yapıt varsa rica ederim, bizlere de ulaştırın belki bir taraftan canlandırmak kuvveti buluruz onlara.

Özür dilerim çok heyecanlıyız, bizi aydın insanların yanına götürdünüz, aydın insanların tüm hepsine can sağlığı.

 

Recep Bilginer: Orhan Asena’nın Şeyh Bedrettin, diye bir piyesi var.

Şeyh Bedrettin Türkiye’de bizim neslin çok iyi bildiği bir şeyhtir, Serez Çarşısı’nda biliyorsunuz idam edilmiştir, asılmıştır. O aydın ileri fikirli bir insan olduğu için o dönemin hacıları, hocaları efendim onu çekemedikleri için o kadar kötü bir şekilde Serez’de muhakeme etmişler ki o zaman Şeyh Bedrettin bu işkenceden kurtulmak için ben de idam fermanına imzamı atıyorum, demiştir.

Orhan Asena’nın bir piyesi var ben onu bir vesile ile Cem Radyo’daki Ayhan kardeşimize ulaştırırım o vesile oradan temin edebilirsiniz.

 

Sevgili Cem Radyo dinleyicileri her zaman söylüyoruz, bizi Bulgaristan’dan, Deliorman’dan, Razgrad’dan dinleyen yüzlerce dostumuz, canımız var. Onları bu vesileyle selamlıyoruz.

Sevgili hocam, siz gazetecisiniz bu iletişim denen organ ne güzel ki kilometreleri aşıp geliyor, insanlar konuşuyor, görüşüyor, buluşuyor. Bir radyo bile burada dar olanaklarla yayın yapıyor ama ta Bulgaristan’a, Almanya’ya ulaşıyor.

 

Çok büyük bir hizmet sizi kutlarım.

Her zaman İnsan önemli. Bu eserler de bunu anlatmak istiyor, insanı anlatmak istiyor. Ama insanın kendisine özgü bir kişiliği var insanın yaşadığı toplumun bir bilinci var. El verir ki, Türkiye kendi toplumunun, ulusunun kişilik bilincini elden kaybetmesin de dışarıdaki Türklere de böyle yardım etsin.

 

Evet şimdi bunu yaratan yüreği sevgi dolu insanlık dolu insanlar. Çünkü Alevi olmuş, Sünni olmuş, hangi inançtan insan olursa olsun fark etmez. Bugün sayısız Sünni kökenli yazarımız, ozanımız, gazetecimiz Alevi/Bektaşi kesiminin haklı davalarına sahip çıkmak için uğraş veriyorlar. Ve sevgili Recep Bilginer de bu oyunların sergilenmesi için çok büyük mücadeleler verdi, biz bunu biliyoruz. Bu uğraşlarından ötürü de kendisine çok teşekkür ediyoruz.

Hocam entrikaları biliyoruz bu oyunların oynanmaması için yapılan düzenleri de biliyoruz.

 

Çünkü bu oyunları devletin tiyatrosu İstanbul Belediyesi’nin tiyatroları kendi kişisel çıkarları için tiyatroyu araç olarak kullanıyorlar. Türk kimliğini, Türk kişiliğini hatta Türk dilini bile bozma uğruna böyle birtakım havai şeylerle yabancı hayranlığıyla sürdürüyorlar. Oysa Türkiye’nin fikir, tasavvuf, sanat, estetik yönünden yabancılardan ithal eser getirmeye ihtiyacı yok.

 

Efendim çok teşekkür ederiz.

Evet sevgili Cem Radyo dinleyicileri bugün aydınlık bir yüzü, Anadolu çınarlarından Recep Bilginer’i konuk ettik. Belki zamanımız yetmedi sınırlıydı ama bazı konulara da olsa değindik. İnşallah kendisiyle bir söyleşi daha gerçekleştirmek istiyorum çünkü yoğun işleri, çalışmaları var. İlerleyen yaşına rağmen bu mücadelesini, bu üretimini durdurmadı devam ettiriyor.

Saygı ve sevgiyle önünde eğiliyoruz hocam çok sağ olun.

 

Ben de sizleri kutluyorum.

 

Söyleşi; Ayhan Aydın, CEM RADYO - DOSTTAN DOSTA PROGRAMI -  09.04.2002

 

 

 

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile