Muzaffer Bal'la Şiran'da Alevilik Üzerine...
Muzaffer Bal’la Söyleşi (II.)
Alevilik - Şiran Köylerinde Alevilik, Yazın Çalışmaları…
Söyleşinin bu ikinci bölümünde Muzaffer Bal’ın Şiran’da Kırıntı merkezli Alevi köylerindeki Alevilikle ilgili kimi gözlemlerini paylaşıyorum.
Uzun yıllardan beri tanıdığım, saygı duyduğum, ilkeli bir yaşam sürdüğüne inandığım, hayata rasyonel bakan, devrimci dünya görüşünü devam ettiren, kültür, sanat, edebiyat, çevre konularında yenilikçi ve gerçekçi düşünebilen çok değerli Muzaffer Bal’la uzun zamandan beri bir söyleşi yapmak istiyordum.
İstanbul’a öğrencilik dönemimde geldiğimde ilk tanıdığım simalardan birisi olan Muzaffer Bal’ı, Cağaloğlu’ndan Kor-Koral Yayınları’ndan tanıyorum. Aslında birçok ortak noktamız var ama her zaman da yakın olamadık… Ama üreten, yaratan, gerçekleri dile getiren, duygusal, sürekli okuyan, araştıran, yenilikçi hayatı olduğu gibi kavrarken tüm güzellikleri ve çirkinlikleriyle hayat denen muamma içinde kendisi olmayı başarabilen çok sevdiğim bir kişilik olarak da hep saygı duyduğum bir figür olarak karşımda duruyordu. Aslında onunla bir on gün kadar baş başa kalmak iyi olurdu… Her zaman Altınoluk’a davet etti, ben gidemedim… Herhalde bir zaman yaratıp bunu gerçekleştireceğim…
İçimizden birisi olarak, solcu olsun, sağcı olsun “gündem belirleyen” medyanın yok saydığı, benzerleri gibi, bir değerli yürek, bir araştırmacı, şair, çevre aktivisti olarak Muzaffer Bal’la bu söyleşinin çok yerinde olduğunu düşünüyorum… Evet, ülkemizde binlerce kitabı olan, tanınan, meşhur olan yazar çizer var… Ama binlerce de, “isim yapmamış” yazar var… Ülkemizin bir garip hali de budur… Dergiler, solcu gazeteler de hep belli isimler üzerinden yürür gider… Artık binlerce kez tekrarlanan, tüm yaşamı binlerce kez yazılan solcu yazarlar- şairler dışında da, çok ünlü olmasa da yüzlerce çok değerli yazar, ozan var bu ülkede… Onlara da kulak verilmelidir…
Ayhan Aydın
Siz okuyan, araştıran bir insansınız. Alevilik konusunda, Kürtler konusunda da hayli kitap okudunuz, ayrıca sohbetlerden, dostluklardan, söyleşilerden de büyük bir izlenimiz oldu.
Siz Alevilik konusunda neler söylersiniz?
Ben daha çok Alevilik olarak kullanmak isteniyorum, Kızılbaşlık olarak kullanmak istiyorum. Alevilik üst kimliktir. Kızılbaşlık ocak geleneğini içerir. Eskiden Kızılbaşlık olarak bilinirdi, bence de doğrusu budur. Ben Kızılbaşlık olarak kullanmak isterim.
Nedir o zaman Kızılbaşlık?
Kızılbaşlığı, çok tanrıcı bir inancın devamı olarak görüyorum.
Özellikle Tabiat Tanrı dediğimiz, dağlara, taşlara, sulara önce tanrılaştırıp, sonra kutsallaştıran bir inanç olarak görüyorum Kızılıbaşlığı. Bu sadece Kızılbaşlar’a da özgü bir inanç değil, bu bence bütün insanlığın, inançların geçtiği bir evredir. Tek bir inanca doğru evrilmeye başlandığı zaman, Yahudilik Hristiyanlık, Müslümanlık tek tanrıcılığa doğru evrilirken, Kızılbaşlar da aynı şekilde tek Tanrıcılığa doğru evrilmeye başlar. Fakat bir farklılık gösterir. Bu farklılık da şudur; Kızılbaşlılar da Tanrı artık gökyüzünde değil, kendi içlerindedir ve Tanrı’yı insanlaştırarak insanı tanrı olarak kabul etmeye başlar. Ulu ozanların söylediği gibi, ben olmasaydım, sen olmazdın, derler Tanrı’ya. Bu olmasaydı zaden Kızılbaşlık’taki, ben seni yarattım, sen sonra beni yarattın görüşü olmazdı.
Aynı zamanda Kızılbaşlık, eski tabiat inançlarını yok etmemiş, silip atmamıştır. Örneğin Dağ Tanrısı’nı kutsal hale getirmiş, Tanrılıktan çıkarıp kutsal hale getirmiş. Suyu aynı şekilde Tanrılıktan çıkarıp kutsal hale getirmiş.
Hepimizin bildiği gibi Ardıç Ağacı Kızılbaşlık’ta çok kutsal bir ağaç. Onu hala korumakta ve bu geleneği sürdürmektedir.
Bu tabiat inancı, tabiatın korunmasını da beraberinde getirmiş ama ne zamana kadar?
İslamiyet’in Kızılbaşlar üzerinde etkili olduğu zamana kadar bu inanç devam etmiş. Ondan sonra tabiata eskisi kadar değer verilmemiş, zaman zaman ormanlar kesilmiş, yaktırabilmiş. Fakat bunu İslamiyet öncesinde göremiyoruz. Daha öncesinde tabiata daha bağlı, tabiatı daha fazla koruyan bir topluluk olduğunu görüyoruz.
Örneğin Hıdırellez (Hıdırlez) günü bir gün bile olsa bu önemli günde, yaş bir şeyin koparılması yasaklanmış, inanç olarak. Yaş hiçbir şeye dokunulmuyor Kızılbaşlık’ta o gün.
O gün çalışılmıyor, tabiata zarar vermiyor. Bunu çok bilinçli mi yapıyorlar, yapmıyorlar mı, bilmiyorum ama bu bence Tabiat Tanrı’dan dolayı bu kalıntıyı sürdürüyorlar. Bu başka toplumlarda da var. Zeus Ateri (Büyük Tanrı) kutsal orman ilan ediyor. Ormanları kendi toplumundan korumak için kutsal ormanlar ilan ediyor. Buraların Tanrılar tarafından korunduğu söylüyor. Böylece o ormanların kesilmesini engelliyor. Kendisi de tabiata çok inanmış, tabiatın unsurlarını tanrılaştıran bir toplum var.
Bana göre, kısaca tek tanrıcılığa doğru evrilen Kızılbaşlık, esasında bir göçebe toplumların inancı, yerleşik toplumların inancı değil.
Bu inanç içinde sizin de her zaman söylediğiniz Cem önemli bir yapı aslında. Cem hakkında neler söyleyeceksiniz?
Cem de yerleşik toplumların kendi iç dirlik ve düzenini oluşturmak için kurumlaştırdıkları bir yapıdır. Cemin önemi, cemin iki yapısı var: inanç boyutu var. İnanç boyutunda bildiğimiz işte On İki Hizmet yürütülür. Bu on iki hizmetin Semah Bölümü Tanrıyla buluşma bölümüdür. Artık Tanrıyla buluşma, Tanrıyla bütünleşme bölümüdür. Semahta dönerek Tanrı’ya ulaşma vardır. Bunda yer yer Şaman inancının da katkıları vardır ama bu sadece Şamanitik değildir. Kızılbaşlık birçok inançtan figürler almıştır.
Bu ibadetin dışında cemin bence en önemli yapısı ise yargılama sistemidir. Kızılbaş toplumu kendi toplumunun arasındaki sorunları orda yargılar, çözer. Orada suç varsa ceza belirlenir. Suçun oranına göre de ceza oranı artar. Bu, ciddi namus meselesi gibi olaylarda suçlu tamamen toplum dışına atılabilir. Küçük suçlarda daha küçük cezalar verilir. 7 yıl ceme sokmama olabiliyor…
Burada dikkatle bakılması gereken şey, Kızılbaş toplumları köy olarak yerleşik haline geldiği zaman kırsal alanlarda, hala kendi sorununu cemde çözmeyi yeğlemiştir, bunu uygulamıştır. Ne zamana kadar? Şehirleşene kadar. Devletle ilişkisinde devlete hiçbir zamana güvenmemişlerdir Kızılbaşlar. Ve devletin mahkemelerine, kadıya devlet oranlarına müracaat etmiyorlar. Suç oranı daha düşük kalıyor. Şehirleşmeyle beraber devletle ilişkiler gelişince, mahkemelere gidince bunun suç oranını artmasıyla paralel olduğunu görüyoruz.
Ceza niye var?
İnsanoğlu yapısal olarak hata yapar. Tarlaların sınırları yüzünden birbirine girer insanlar, köylerde en büyük kavgalardan birisinin nedeni budur. Kızılbaş köylerinde ahlaki yönden, çok ciddi suçlar kolay kolay işlenmez, ama diğer sorunlar yüzünden aileler birbirine girince bunu çözüm yeri cem olmuş.
Cem de başka neler görüyorsunuz?
Cem insanların halkalar şeklinde aynı hizada oturdukları bir yapıdır. Birinci, ikinci, üçüncü halkalar vardır. En öndekiler en yaşlı müsahiplilerdir; İnanç liderleri, yol gösterici olanlardır. Dedenin yardımcıları olarak orada kurulan mahkemeyi kadınlı erkekli olarak en önde yetki sahibi olan yaşlılar yaparlar. Dede hiçbir zaman tek başına karar veren kişi değildir.
Peki dedeler kimlerdir?
Bunu ben tam çözemedim. Bir gelenek var onu biliyoruz. Belli ocaklar kendilerine dede denilen kişilerle yürümüştür. Burada bir şey var, belki şu; o dönem okuma yazma olmadığı için aynı soydan (çocuklara bilginin aktarılması nedeniyle) bu geleneği insanlar sürdürmüştür. Bunu Şamanlarda da görüyoruz. Şamanlarda da aynı soydan insanlar tarafından gelenek devam ediyor.
Ocak sahibi olmak o ocaktan her yetişenin dede olacağı anlamına da gelmiyor. Bu işi yapabilecek kişi özellikle seçilir ve bilge insanlar tarafından bu kişi eğitilir. Kendi köyümüzden örnek verirsek, Hüseyin Şıh (Dede, Sarıbal Ocağı Dedesi, Gümüşhane Şiran Kırıntı Köyü) öldükten sonra İbrahim Şıh (Dede), Hüseyin Şıh’ın ölmesine rağmen, köyde bilgileriyle ünlü Vahit Bal, Cicim Ali (Ali Bal) gibi isimlerin eğitmelerinden sonra posta oturmuştur. (Benim kendisiyle yaptığım söyleşide de bunu dile getirmişti İbrahim Dede (A. Aydın)
Bu yol gösteren ama dedelik yapmayan, ocakzade olmayan insanlar da dedeleri yetiştirip, onları dede yapabiliyorlar.
Müsahiplik bu yapıda çok önemli bir kurum?
Evet, bizde müsahiplik çok önemli.
Ben müsahipliği kısa olarak açıklamak isterim. Bir defa şunu belirtmek gerekiyor, belli bir dönemde müsahibi olmayanlar ceme alınmıyormuş. Çünkü yola girmenin, daha doğrusu sadece Kızılbaş anadan, babadan doğmak, kendisini Kızılbaş olarak ifade etmek yeterli değildir. Kızılbaş’ta önemli olan yola girmek müsahiplikten geçiyor. Müsahiplik mutlaka evli çiftler arasında oluyor. Bazı bölgelerde bekârları da müsahip yapıyorlar. Bazı yörelerde olduğunu duydum. Bu müsahipliğin yapısına aykırıdır bence. Nedeni dört baş, tek vücudun oluşması müsahipliğin temelidir.
Kefen gibi çarşafın altında (ölmeden önce ölüp tekrar dirilmenin adıdır) olur. Neden dört? Müsahipler kardeşten çok daha ileri bir yapı oluşturuyorlar. Müsahip çiftlerin çocukları evlenmiyor. Kardeşden de ileri görülüyor.
Peki, bekâr insanları müsahip yaptın. Evlendiler. Kadınlar veya erkekler anlaşamıyorlar. Nasıl sürdürecekler bu müsahipliği?
Buradan da baktığınız zaman müsahiplik evli çiftler arasında yapılır. İkincisi çok eski uygulamalara döndüğümüz zaman müsahip olacak çiftler, kendi aralarında karar verdikten sonra müracaat ederler, dedeye. Biz müsahip geçiniyoruz, biz müsahip olmak ki istiyoruz, derler. Dede bir tane olgun, kâmil insan haline gelmiş kişilerden, müsahip olacak kişileri eğitmek üzere atar (görevlendirir) . O görevi müsahip olacakları sürekli eğitir, gözetler, denetler, öğütler verir, olgunlaştığına kanaat getirirse, iki ailenin sorun çıkarmadan müsahipliği yerine getireceğine karar verdikten sonra, kendi öncülüğünde cemde meydana getirilir, (müsahip olacakları hazırlayanlar “mihman” deniyor) dede ve diğer cemde olanların huzurunda duaları okunur ve müsahip ilan edilirler. Dede tekrar uyarır, onları yetiştiren öncülük yapan kişiye rağmen, tekrar uyarır, bakın der, müsahiplik öyle kolay bir iş değildir. Keseniz bir olacak, müsahibini incitmeyeceksin, müsahibinin yaptığından sen de sorumlusun, hatta evinin üstünden hızlı geçip onu rahatsız etmeyeceksen. İşte bu kadar ince bir yapı müsahiplik.
Peki, kurban sizce nerden kaldı. Çünkü cemler, mesela müsahiplik kurbansız olmuyor, Kurban bayramında Aleviler kurban keserler. Sizce bu kadar yoğun kurban olayı niye var Kızılbaşlar’da?
Kurban tarihi çok eski bir tarih. İnsanlığın belli bir gelişim sürecinden sonra kurban kesildiğini görüyoruz. Bana göre kurban, Tanrı’lara verilen rüşvettir. Doğa tanrısına bize zarar verme, diye kurban kesilir. Bu gelenek Anadolu Kızılbaşlarında sürmektedir. Her dağa bir yatır koyarak, bu kurbanlar devam etmektedir.
Orta Asya’da ise kanlı ve kansız kurban sistemlerini görüyoruz. Kansız kurban, dağlara, serpilir içki şeklindedir. O bölgede hangi içki varsa o serpilir. Daha sonra bu suya dönüşmüştür. Yılbaşlarında çeşmelerden getirilen taze suların evin çevresine, avluya, bereket, sağlık, bolluk getirsin, diye serpilmesi bu kansız kurbanın devamıdır.
Kanlı kurban hayvan kesmektir, Tanrıya. Fakat eskiden benim küçüklüğümde de vardı bu gelenek, en az 3 yaşındaki bir hayvanın kesilmesi gerekir. Orta Asya’dan gelen bir gelenekle kurban olarak Alaca Koç kesiliyor. Yani dişi de kesilmiyor. Dişi kurban yok. Bu sonradan uydurulmuş. Dişi üremenin bir sembolü olduğu için belki bu yapılmıyor.
Orta Asya’da en önemli kurban at.
Bugün büyük bir yozlaşma yaşıyor Kızılbaşlar? Nedenleri neler olabilir?
Buradan yola çıkarak geriye doğru bakmak lazım. Başta söylediğim gibi, ben Kızılbaşlığı göçebe toplumların ve kırsal alanın bir inancı olarak görüyorum. İnsanlar arası ilişkiler daha sıcak, daha samimi. Kapitalizmin gelişmesiyle beraber Kızılbaşlık inancı hem yozlaşıyor, hem de farklılaşma başlıyor, insani boyutundan çok İnanç boyutu vurgulanmaya başlıyor.
Bunda Sünni devlet kuşatması etken değil mi?
Kızılbaş’ın üstünde hep Sünni baskısı vardır. Selçuklu’dan başlayıp günümüze kadar devam eden bir devlet baskısı var. Bunların hepsinde İslami devlet baskısı vardır. İslamiyet’in Kızılbaş’lık üzerine baskısı var. Hep Kızılbaşlığı “sapkın” inanç olarak görmüş ve yok edilmesi gereken bir inanç olarak kabul etmişlerdir. Böyle düşündükten sonra Kapitalizm aileleri, toplumları parçalıyor. Menfaatler üzerine kurulu bir düzen yaratıyor. Kızılbaş inanç olarak da düşünsek, Kızılbaş yoluna girmek müsahiplikten geçiyor. Kapitalizm’le müsahiplik olabileceğine inanmayanlardanım. Sembolik olarak müsahip olabilirsin ama müsahipliğin getirdiği şeyleri uygulaman mümkün değil. Hangi apartmanı paylaşacaksın müsahibinle? Müsahiplikte kesen bir olacak, derdin bir olacak, tasan bir olacak… Onun yaptığın tüm hatalardan da sorumlu olacaksın. Bir bakkal işletiyorsa, bakkalda insanları kazıklıyorsa müsahibi ondan sorumludur. Diğerinin hiçbir suçu olmadığı halde ondan da sorumludur.
Ama Alevileri yani Kızılbaşları da eleştiriyorsunuz? Az okuyan, kendini geliştirmeyen, kendini yenileyemeyen bir toplum olarak da görüyorsunuz?
Ayrıca ve giderek İslamiyet’in tutuculuğunu kendisi de kabullenmeye, yani tutuculuğu kabullenmeye başlıyor. Kızılbaşlar çok özgürce tartışamıyoruz. Şu senle yaptığım söyleşideki konuları dedesiyle, dervişiyle de tartışamıyoruz.
Tartışma kültürü kalmamış mı?
Sorgulama kültürü kalmamış. Çünkü Kızılbaşlık sorgulama üzerine kurulmuş bir yapıdır. Kızılbaş ozanlar Tanrı’yı sorgulamıştır. Biz ise kendimizin yazılı belge de olmadığı için, kendi tarihimizi ortaya çıkarabilmek için ne tartışabiliyoruz, ne de sorgulayabiliriz. Bunları tartışanlara da çok tepki gösteriyoruz. Bu anlayış böyle giderse bana göre; Kızılbaşlık devam etse bile, giderek, Sünnilik içinde boğulup kalacaktır.
Kitap da okumayan bir toplum?
Tabii.
Peki, bu kuşatma hiç mi yarılamaz?
Kuşatma tabii ki yarılır. Hem de çok kolay yarılır. Özellikle Kızılbaş önderlerinin bunlar dede olabilir, öğretim üyeleri olabilir, dernek başkanları olabilir… Bunlar yeni görüşlere açık olmalıdırlar. Arıca da çok cesaretli olmalıdırlar.
Şöyle bir şeyi tespit edebiliyoruz. Birçok insan, eğitim almış birçok insan. Dedeler içinde de çok ciddi yetişenler var. Bunların bir kısmı topluma ters düşmemek için halk dalkavukluğu yapıyorlar. Ben biraz da toplumla çatışmak gerektiğine inanıyorum…
Yöreye bakalım. Gümüşhane Şiran Kırıntı, Yeniköy, Çal bağlamında Kızılbaşlık’la ilgili neler gözlemlediniz? Köye gidip geldikçe, insanlarla içli dışlı oldukça bu yörenin kültürü hakkında neler söylersiniz.
Evet, kültürle olabilir ama inançla ilgili söylemeyeceğim. İnançta ise tek bir ocağa bağlılık var. O da Sarıbal Ocağı var. Bir de Şinik (Dilekyolu ve Çambaşı Köyleri) de bu ocağa bağlılar. Şunu belirtmekte yarar var. Geleneksel bir şey var; bizde olan bazı uygulamalar, Antalya’da veya başka yerlerde çok yok. Bizde cem kışın yapılıyor.
Ciddi kültür farklılıkları var. Çal ile Kırıntı ile Yeniköy ve Şinik arasında da farklılıklar var. Giyim kuşama varıncaya kadar farklılıklar var. Yeniköy ile Kırıntı birbirlerine daha yakın, belki birbirlerine çok etkileşim olabilirler. Çal da farklılar var.
Şunu demek istiyorum, yaşamları tümüyle son kırk elli yıla kadar, kır yaşamı, yani göçebe yaşamı tarzında mıydı?
Hayır, göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçilmiş. Köylerin bir geçmişi var. Daha öncesinden bunlar çeşitlere boylara bağlı.
Kırıntı ve Yeniköy’deki sülalerin farklı yerlerden geldiği ortaya çıkıyor. Kırıntı’da Çepni boyu var. Bu Çepni boyu aslında Yeniköy’de de var. Şefelliler Çepni boyundadır. Kırıntı ve Yeniköy’deki Şefelliler akrabadır. Öztürk soy ismini alanlar Çepni boyundandır.
Burga Baba Şenlikleri, Hıdırellez Şenlikleri, Yılbaşı törenleri (bizde çok önemli) Sayı Sayma Olayı, (başka bir zaman daha uzun konuşmamız gerekir) var.
İlginç bir şey de, Kırıntı ve Yeniköy’de düğünde gelin inerken damat dama çıkar ve elma atarlar. Bu benim çok dikkatimi çeken bir şeydir. Niye böyle bir gelenek var? Bir şeyin mutlaka bir kökü vardır, kimse bunu uyduramaz. Ben yıllarca bunu araştırdım. Sonra İngiliz bir tarihçi seyahatnamesine, orta Asya seyahati yapıyor, elma ağacının altında yatan kadınlara rastlıyor. Rehberine sorduğu zaman, bunlar çocuğu olmayan kadınla, elma ağacı o zaman kutsal görülüyor, doğurganlığın simgesi olarak kabul ediyorlar. Atın üstündeki gelinin eteğine atılınca da o bunu görüyoruz. Yere düşerse uğursuz, kısır olacağı, eteğe düşürse uğurlu doğurgan olacağına inanılıyor..
Mesela bizim yöremizdeki “Mezarlık Üstü” çok önemli. Sadece bu gelenek mezarlıkta yemek yemek anlamında değildir. Kızılbaşlıkta ruh çok önemli bir sembol. Ruhlar ölmez inancı var. Burada gördüğümüz aslında, ruhların doyurulması olayıdır. Ölülere yemek yapıyoruz dediğimiz şey, onların doyurulması olayıdır. Bu Tahtacılar’da devam ediyor…
Tahtacılarla Kırıntı Yeniköylüleri kıyasladınız mı?
Semahları hariç (ciddi bir fark var), biz pervane dediğimiz semahı Türkiye’nin hiçbir yerinde görmedim. Birçok şeyde benzerlik var. Mezarlık üstü var her iki yerde de var. Tahtacılar 6 Mayısta mezarlıklara gidiyor, onlar orada lokma yapıyorlar. Bizde ise evde yapıp götürüyoruz.
Müsahiplik, cem törenleri çok benzer.
Bence Şiran’da Kırıntı ve Yeniköy’deki semahlarda Şaman etkileri çok fazla.
Giyim kuşam?
Tahtacılarla bizim yörenin giyim kuşam o kadar çok benziyor ki, üç etek ve kuşak olayı bizim yöredeki kadınlarınkinin nerdeyse aynısı. Baş bağlaması var. Kapılarda yaşlı kadınların oturması, sohbet etmeleri çok benzer yan gördüm.
Köy tarihini kapsayan, hatta ailenizin köklerine doğru yolculuk yaptığınız araştırmalarınız da var?
Kırıntı köyünün çeşitli kabilelerinin farklı yerlerden geldikleri belli. Başka sülalerin tarihiyle ilgilenmediğim ve de çok bilgi sahibi olmadığım için kendi sülalemiz olan Baloğulları ile ilgili bilgiler derlemeye çalıştım.
Baloğulları bir aşiretten kopma. Bunu gözlemler ortaya koyuyor. Gelenek, görenek, örfler bunu gösteriyor. Şimdi böyle değil, eskiden böyleydi. Çok basit bir örnek vereyim. Kırıntı Köyü’nün tümü Kızılbaş olmasına rağmen, başka sülalelerle kız alıp vermiyor Baloğulları. Kararı tamamen Baloğuları’nın kendi içerisinde bir küçük yapı var büyüklerden oluşan, buna onlar karar veriyor. Kimin kiminle evleneceğine genellikle o kurul karar verir. Burada ise eğer bu kıstaslar olmazsa, birbirini seven çiftlerde kaçmalar olmuştur. Böyle katı kuraları vardır. Bu beni o tarafa yönlendirdi. Bir aşiretten kopmuş olabilirler, bir kan davasından kaçmış olabilirler. Kabilelerin nereden geldikleri tam belli değil. Yaygın bir söylence bizler Horasan’dan geldik, diyorlar.
Çepnilerin Karadeniz üzerinden geldikleri, Güvenç Abdal’a bağlı oldukları vs. biliniyor. Ama onun öncesi yok. Diğerleriyle ilgili bilgi sınırlı.
Kendi dedeniz ile ilgili bir araştırma yapıyorsunuz? Cicim Ali kimdir, sizi niye bu kadar etkiledi, dedeniz olmasının dışında?
Beni etkilemesinin birinci nedeni, Cicim Ali’nin dedem olmasıdır. İkincisi ise dedem beni büyüttü. Hatta ortaokuldayken bile dedemle yatıyordum. Ona çok aşırı bağlıydım.
Dedemle çok geniş sohbetler yapıyordum. Ve çok renkli bir hayatının olduğuna kanaat getirdim. Hem kendisini anmak, hem de o döneme, tarihe bir not düşmek için dedemin anlattıklarından yola çıkarak, babam ve amcam İbrahim’in de katkılarıyla dedemi yazmaya karar verdim.
Nasıl bir metin ortaya çıkıyor?
Birinci Dünya Savaşı, Topal Osman, Ermeni Sürgünü, Rum Sürgünü… Bütün bunları içine alan artık okuyucuya bıraktığımız anılarla yüklü hikâye veya roman türü bir yazım eseri. İçinde ayrıca; inanç boyutu, düğün gibi gelenekler de var. Bunları detaylı bir şekilde anlattım. Gelecek kuşak, Kırıntı’da düğün nasıl yapılıyormuş, Hasan Derviş’e nasıl inanılıyormuş, Teberük neymiş, Güneş’e yönelme nasıl oluyormuş? Tüm bunları buradan öğrenecek. Kızılbaş inancının büyük bir kısmını burada işledim. Kitapta ekoloji de unutmadım.
Yazımı bitti mi?
Evet.
Bastırmak istiyorsunuz?
Elbette.
Kitabın ismi?
Cicim Ali.
Alıp bir an önce okumak isterim. Size sevgi, saygı ve muhabbetlerimi sunarım. Başka söyleşilerde buluşmak umuduyla kendinize çok iyi bakın…
Her zaman Altınoluk’a seni bekliyorum.
Söyleşi: Nisan 2017, İstanbul