TEOMAN GÜRE (HALİFE BABA)’yla Söyleşi…

TEOMAN GÜRE (HALİFE BABA)’yla Söyleşi…

 

Anadolu ve Balkanlar’da Alevi Bektaşi inancını günümüze getirmiş ve bugünde yaşaması için çaba harcayan dedeler, babalar, âşıklar, ozanlarla söyleşilerimiz devam ediyor.

Antropolog, yazar İsmail Engin dostumuzla birlikte Hacı Bektaş’ta, Bektaşi halife babası Halife Teoman Güre’yle yaptığımız söyleşide de göreceğiniz gibi bu insanlar aynı zamanda Alevi Bektaşi toplumunun aydınları, yol göstericileri olarak önemli konumlarını muhafaza ediyorlar. Alevi Bektaşi topluluğunun önde gelen isimlerinden Turgut Koca’dan etkilenerek bu yola giren;  Dostluk, barış, sevgi diyen Teoman Güre Halife baba aynı zamanda Bektaşilik içindeki babalık, halife babalık konularında da bizleri aydınlatıyor.

 

Ayhan Aydın

 

Sizin çok değerli Alevi Bektaşi aydını ve inanç önderi Turgut Koca’dan etkilenerek bu yola girdiğinizi, intisap ettiğinizi biliyoruz. Dervişlik ne kadar sürdü?

 

İstanbul’da sık sık toplantılarım oluyordu, öğleden sonra saat ikide toplantı olurdu, oraya gidiyordum. Dolayısıyla sabahleyin Bostancı’da trenden iner, Mürşidim Turgut Koca’nın evine giderdim. Akşam trenle geri dönerdim. Kendilerini çok sevdim, daha görür görmez kanım kaynadı, içim ısındı, sohbet ettik. Ondan sonra sizin tabirinizle, bu yola girmek, intisap etmek istediğimi söyledim.

29 Mayıs 1985’te nasip aldım. Bir yıl sonra derviş yaptılar. Bir yıla yakın 24 Mart 1985 de Derviş oldum.  Dervişlikte 85’dan 88’e, üç yıl bekledim.  Ne derviş, ne halife baba, ne de baba olmayı talep etmedim. Onlar  “Böyle olacak” dediler, “Eyvallah” dedim.

 

Turgut Koca mürşidinizdi. Onun da sizin üzerinizde etkisi fazla oldu. Ondan ve kişiliğinden biraz bahsedebilir miyiz?

 

Mesleğinin makine mühendisliği oluşu, bahriyeli oluşu, beni hiç ilgilendirmiyor. Ben, Turgut Baba’yı içinde bulunduğumuz tasavvuf okulunun en yetkin ağzı olarak kabul ettim. Başka yetkin insanlar da var, ama beni alâkadar etmez. Beni, mürşidim ilgilendirir. Bazıları, “Mürşitlik devri artık bitmiştir.” der, Bektaşiliğe giriş merasiminin sonunda da  “Seni senden aldık, sana verdik” derler. Dolayısıyla da, Birçoğu meseleyi kavramadıkları için, abuk sabuk konuşuyorlar. Mürşitsiz hiçbir şey olmaz. Allame-i cihan olsa, mürşidi yoksa hiçbir şey olmaz, taklit olur. Turgut Koca derken, dikkat ederseniz, hiç “Allah rahmet eylesin” demiyorum, ölene “Rahmet olsun” denir. Benim mürşidim mekân değiştirdi, hâlâ hayattadır. Elinin, teninin sıcaklığını, kokusunu duymalıyım. Bunlar duygusal lâflardır, ama biz öyle düşünüyoruz. İmkânlar el verdi, onların da şahsi bazı işleri vardı. Çok sık Ankara’ya gelme imkânları oldu. Geldikleri zaman da iki üç hafta kaldılar, fakirhanede misafir oldular. Uzun sohbetlerimiz, notlarımız, kasetlerimiz oldu ve böylece bilgilenerek bir yerlere geldik.

 

Ne zaman halife baba oldunuz?

 

4 yıl sonra,  7 Kasım 1992’de Cumartesi günü. Turgut Baba’nın halife olarak yetiştirdiği yegâne evlâdıyım, başka yok. Ama görev gereği, yapılması gereken hizmetler gereği, birilerinin bir yerlere gelmesini düşündüler ve eyvallah kulu olduğumuz için, “Seni derviş yapacağız” dediler, “Eyvallah” dedim. Bana, “Derviş yapacağız, ne diyorsun?” diye sormadılar. “Seni baba yapıyoruz, şurada toplantı var, hadi gel.” dediler. Gittik, baba yaptılar. Mürşidime bu derece teslim oldum, onu demek istiyorum.

 

Bedri Noyan Halife baba ile Bektaşilik içinde yeni bir dönem açıldı. Bu dönemi biraz değerlendirir misiniz?

 

Bektaşilik, çok disiplinli bir okul. Bu disiplin kendi içinde katıdır, bile denilebilir. Bektaşi çok yumuşak bir insan, zaten bunu bütün Bektaşi fıkralarında görürsünüz. Asla gidip birine bulaşmaz. Gelir sorarlar, ona cevap verir, ama bu cevap herkesi memnun eden, herkesin hoşuna giden bir cevaptır. Bu derece yumuşak, ama kendi okulu içinde ise, kendi bünyesinde disiplinlidir. Bedri Noyan Dede babamızın, o tarihte vefatında 37 yıllık deneyimi, rahatsız olması ve iyileşecek diye beklenirken birden ağırlaşması, sistemin işleyişinde bazı aksaklıkların çıkmasına sebep oldu. Yoksa Bektaşiliğin bölünmüş olması veya birbirlerine rakip olmaları söz konusu değildir. Çünkü Bektaşilik ne bir mezhebin bir alt koludur, ne de bir başka tarikattan çıkmış yeni bir tarikattır. Bektaşilik, başından beri Bektaşiliktir ve kendisinden sonra gelen kolları olmamıştır. Yapısına aykırıdır.

 

Sizin uyguladığınız adâp-erkâna, cemlere, meydana uyulmadığı zaman, Bektaşi olunmuyor mu?

 

Olunmaz. Bektaşi erkânnamesi vardır, bunun üzerinde tartışma olmaz. Ama o kişi buna uymuyor. O, bizi hiç alâkadar etmez. Eğer buna uyuyorsa, Bektaşi’dir. Bunda nikâh akdi ve erkânından tutun, çocuğun sünnet edilme erkânı, çerağların uyandırılması merasimi, bir kişinin yola alınışı, derviş yapılışı, babanın özellikleri, halife babalık, dede babalık... Hepsi,  günlük okunacak dualardan -ki biz onlara “EVRAT” diyoruz.- hepsi sünnetiyle, farzıyla bunun içinde yazılı. Birine “Erkânnamen var mı, yok mu?” diye sorduğunda, “Yok” diyorsa, o, kendine göre Bektaşilik oynayabilir ve bu da bizi alâkadar etmiyor.

 

Kuralları çok sıkı?

 

Evet, kuralları var. Bakın burada, İslâmiyet, Zahirilik, Batınilik, Meşarilik, İşrakilik var. Bizi  alâkadar eden Batınilik ve o da  ikiye ayrılıyor; Tarikatlar ve  teşeyyuatlar. Biz tarikatlardan devam ediyoruz. Tasavvuf okulu burada başlıyor. Onlarda tasavvuf yok. Bize tasavvuf yorumu açan da Hz. Ali’dir.

Hz. Ali’den yol, Selmanilik, Vahdet-i Vücutçuluk, Vahdet-i Kusud yani Basri’lik ve Üveysiylik var. Yani Vahdet-i Vucud, Vahdet-i Şuhut, Hamzavilik, Melâmilik ve Nakşibendilik. Bakıyorsunuz Selmanilik, Selman-ı Farisi yoluyla gelen bir tek yol. Bektaşiliğin ne evvellinde kollar var, ne de sonrasında.

Bu güzel yola inanmışların Alevilerin, Bektaşilerin, Mevlevilerin hepsi Allah der, Muhammet der, tarikatların hepsi Ali, der.

Mevlevilik’te; gidin Mevlâna Müzesi’ne, duvarlarda pek güzel “Ya Ali” yazısı vardır, süslemişlerdir. Kimse reddetmez. Ama Hz. Ali’ye çıkışımız Selman’la olduğu için, Selmanilik’tir.

 

Bektaşiler arasındaki ayrılık neden oluştu?

 

Bunda gizli bir şey yok. Dede baba sırlandıktan sonra (sırlanmak, gömülmektir.), bütün dede babaların daha önceden çıkarmış olduğu halife babalar var. Hepimiz toplanıp, dede babayı tespit edecektik. Bu yapılamadı. Yılların verdiği bir durgunluk, bir acemilik ve iyi niyetten kaynaklanan hassasiyetle Halife Babalar dağıldı. Dede baba adaylarından biri Trakya’da, biri İstanbul’da, biri Ankara’da, öbürü İzmir’de; bir araya getirilemiyor. Neticede organizasyon yapıldı, bir araya getirildi. Gelinemiyor derken, mazeret olarak söylemiyorum, bir beceriksizlik oldu, bir atalet geldi. 7 halife baba, 7 uyurlar gibi oldu. Bu tâbiri aynen kullanabilirsin. Sonra seçime geçildi. İzmir’de toplandık. Seçim; kimimize göre şartlara uygun yapıldı, kimimize göre yapılmadı. Şimdi 7 kişi var ve usulün şöyle olması lazım; kimse kendine oy veremez. Oy verilir, sayım yapılır. Diyelim 7 kişiden birinde 4’ünde oy var, 3’ü muhalif. Tıpkı Papa seçiminde olduğu gibi, halife babalar salınmaz, bir gün, üç gün, beş gün orada kalırlar ve halife babalardan birine altı tane oy çıkar. Bu, şu demek oluyor; “Biz, sizi bu göreve tâyin ettik.” Kendiside oy veremediği için, ittifakla bir kişiye altı oy çıkacak. 6 oy çıktıktan sonra, artık o kişi, “Sizin tâyininizi kabul ediyorum” manâsında, o da kendine oy verecektir ve dolayısıyla 7 oy alacaktır.  7 adayın o kişi dede baba seçilmiş olacaktır. Zabıtları tutulur, seremonileri vardır, okunacak ayet-i kelimeler vardır, sembolik hareketler vardır, biat merasimi vardır. Biat merasiminde, dede baba seçilen. Bütün o seçimi takip için gelmiş olan insanlardan önce, halife babalar, arkadan dede baba gelir. Halife babalar,  herkesin önünde dede babaya biat ederler. Sonra diğerleri gelir, tebrikte bulunurlar. Dede baba da görevine başlar. Şartlar böyle olmadı. Orada zabıt tutulurken, yanlışlıklar yapıldı. Bir daha da toplanılmadı. Olmadı yani.

Bu arada 3 oy almış olan birisi, Ercan Bey kalktı, “Ben dede babayım” dedi, ona biat edilmedi.

 

Ona biat eden var mıydı?

 

Hayır, yoktu. Ama 3 oyu vardı.

 

Seçim geçersiz mi sayıldı?

 

Evet.

 

Daha sonra neler yaşandı?

 

Daha sonra toplanılmak üzere,  bu geçersiz sayıldı. Sonra Ankara’da, benim büromda toplanıldı. Halife babalar geldiler ve dede baba seçimi yapılabilmesi için, Hacı Bektaş’ta toplanılmasına karar verildi. Ekimin 15’inde, toplantı yapıldığında, bir inşaat işim vardı, toplantıya katılamadım. Toplantının sonucu bana bildirildi. “Mustafa Eke dede baba seçildi, sen ne dersin?” denildi. Ben de seçimin sonucunu kabul ettim, muhalefette olmadım. Seçim mutlaka uygun yapılmıştır. Dede babalık görevini alacak kişilerde, sen-ben davası yoktur. Birinin başta görünmesi lâzım. Ben, yazılı olarak biatimi bildirdim ve ertesi gün gidip, elini öptüm. Bugün de canlar gördüler, sokakta karşılaşmama rağmen elini öptüm, buraya geldi, kendisini dede baba olarak gördüm. Biat ettim. Cülus merasiminde ben yönlendirdim.

 

Demin, 6’sının oyu lâzım, demiştiniz. İkinci seçim toplantısına katılmayanlar buna “Hayır” diyorlarsa ne olacak?

 

Siz bir karar alın” demiş olabilirler. Edirne’den,”Gelemiyorum.” demişlerdir. Halil Tiryaki İstanbul’da, onunla nasıl temas kuruldu, bilmiyorum.

 

Bektaşilik nereye gidecek?

 

Kendi yolunda yürüyecek. Dede babası olacak. O,  kültür mertebesi; onun halifeleri vardır. Kadroda eksik halifeler vardır. Meselâ 11 halife olması gerekir. Dede baba,  halifelerine  danışarak boş olan kadrolara, yeni halife babalar tâyin eder. Bir de kendisi, 12 kişilik bir kadro olacak, erkânları yürüyecek, çalışmalar devam edecek.

 

Bir halifebaba bu seçim sonucunu tanımadığını, kendi dedebabalığının devam ettiğini söylerse, Bektaşilikte iki başlı bir görünüm olabilir mi?

 

Olamaz. Bektaşi asla 2 başlılığa itibar etmemiştir. Haydar Beyin bir şey deme durumu yok. O toplantının oy dağılımından 3 oy almıştı. Seçimin devamı için en az 4 oy alması lâzımdı. “Ben dedebabayım” diye ortaya çıkamaz. O da “Dedebaba” dedi. Yanında ağzı lâf yapan iki adam var. Çocuğu kandırmışlar. Başka Bektaşilerin üzerinde de aynı şeyi yapmak istedi. Bektaşi Derneği yok, Bektaşi Kültür Derneği diye bir şey var.  Sadece Ankara’daki Gaziler Dergâhından 30 kişinin bir araya gelip kurduğu bir dernek bu. Kültürel faaliyetlerde bulunur, konser verir, kitap çıkarır, başka bir şey yapmaz. Ankara’da yapılan toplantıda, bunun kendi başına baba çıkardığı, halife çıkardığı sözleri üzerine, bunu yapmaması için ikaz ettik. Buna rağmen, eyleminde ısrar ettiği için, yol düşkünü ilân edildi, yoldan çıkarıldı. Yolda olmadığı için, bir hak talebinde bulunması ne derece makuldür bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Dedebaba seçimlerinin, tatlılıkla geçilmesi taraftarıyım. Tutar “Yanlış davrandım, eski statüme sahip olmak istiyorum” derse, dedebabanın başkanlığında halife babalar toplanır, eski itibarını verirler. Belki bu da olabilir.

 

23 Nisanda baba olanların  konumu ne olacak?

 

Yol düşkünü olmadan, yoldan düşürülmeden evvel, baba yapabilirdi. Halife baba sıfatıyla nasip de, derviş de verebilir, baba da çıkarabilir. Ama dedebabalık sıfatını kullanarak halife babalığa çıkardığı istihbarat edildi. Onun üzerine kendisine, “Ne yapıyorsun? Ayıp değil mi?” denildi, cevap alınmadı. Bu tip şeylerden olabildiğince uzak durmaya çalışıyorum.   Ben,  Mustafa Eke Baba’yı tanırım dede baba olarak. Ama hata kabul edilmez.

 

Biz de dedebaba olarak onu kabul ediyorsunuz, bu arada Ali Haydar Ercan Dedebanın seçtiği babalar ve halife babaların durumu ne olacak?

 

Dedebaba ve heyetleri, kısa bir ritüel uygulamasıyla aynı sıfatlarını verebilir. Halifebabalar da “Durumun böyle olduğunu bilmiyorduk.” diyebilir. Onlar da gene affa mahzar olur diye düşünüyorum. Bu, yumuşak bir uygulamadır. Diğer halifebabaların da böyle yapacaklarını düşünürüm, fakat yapmayabilirler de. “Bilseydin. Niye gittin de o adamdan babalık aldın?” da diyebilirler. 7 kişi bir araya gelmiş, 3 oy almış. Bir baba, 3 oyla seçilemeyeceğini bilmiyor olamaz. İnsan bir takım dünyevi düşüncelerle yanlışlık yapabilir. İyi niyetle de yapabilir.

 

Tatlıya bağlanacak mı?

 

Bağlanacaktır, başka yolu yok.

 

Alevilik ve Bektaşilik arasında farklılıklar olsa da, özde felsefi bir yakınlık var. Yeni ayrımlar, yeni farklılıklar olması, milletin açıkçası bu vakıfların ve derneklerin çok başlılığından rahatsız olmasına sebep oluyor. İnşallah bu olay dallanıp budaklanmaz.

 

Baba,  özellikleri olan bir insandır. Yani sadece baba değildir, İlm-i ledüna sahiptir. Allah’la kul arasında olan bazı sırlar vardır, bu sırra o insan sahiptir. O sırra sahip olduğunu söyleyemez. Başkaları onun bu sırra sahip olduğunu sezer, bu konular konuşulmaz. Sıradan bir baba değil. Sözü geçen, ilmi ve irfanıyla babalığı tescil edilmiş bir insandır.

 

 

 

TEOMAN GÜRE HALİFEBABA - BAYRAM ALİ BABA (Arıcı Baba)

(DR. İSMAİL ENGİN’İN DE YER ALDIĞI) ORTAK SOHBET

 

 

- Diyelim ki bir kişi yola girdi, hizmet edecek. Herhangi bir nedenden dolayı, derviş olmadan reddedilebilir mi?

 

BAYRAM ALİ BABA:

 

- Anadan doğup da dergâhın rehberine teslim olduğu saate kadarki geçmişi,  Bektaşi’yi ilgilendirmez. Aldığı telkinlere uymadığında, evvela ihtar yapılır. İkinci seferde, bir mahkeme yapılır. İki danışman görüşü vardır. Üç kişi divan kurar ve bu, mahkemeye gitmeden halledilecekse halledilir. Halledilecek bir şey değilse, mahkemeye verirler.

 

- Hacı Bektaş Veli kimdir? İnsanlık için ne ifade ediyor?

 

- Hünkâr Hacı Bektaş Veli gelmezden evvel, “Hz. Mehdi mağarada sır oldu” derler. Biz o düşüncede değiliz. Sır olması; gözden kaybolması, suikasttan kaçırılmasıdır. Bu dört emanet, erkân-ı kadim İmam Mesut’tan Hacı Ahmet Yesevi Sultan’a gelene kadar, üç salarla (idareci) idare edildi. Hacı Ahmet Yesevi Sultan dahi bu emanetleri kullanamadı. Kırklardan Mehdiye, On iki İmama kadar bu emanetler sırda kaldı, kullanılamadı. Bunun sahibi İmam Mehdi ismi ismiyle, cismi cismiyle, işaretiyle gelecek, emanetler ona teslim edilecekti. İşte Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin ismindeki öteki varlık, Mehdi idi. Bu da Muhammet isminde olduğu için, aynı isimle geldi. Sonradan dört isim katıldı: Hünkâr Hacı Bektaş Veli Hazretleri,  Lokman Perande Hazretlerinden nasip aldı, derviş, baba oldu. Lokman Perande, hilâfeti Hacı Ahmet Yesevi Sultan’dan aldı. O zaman bu işaretleri gördü, “Emanetlerin sahibi geldi.” dedi. Burayı mekân tuttu. Ahir-i Veli denmesinin sebebi de budur. Çünkü emanetler Muhammet-Ali’den sonra, Hünkâr’a dönmüştür. O, bu dört emanete sadıktır. Dört kapının kırk makamı oldu. Ufacık bir değinme yapayım. 1826’ya kadar  kadim  erkâna değinilmedi. Ama 1826’da, dergâhlar yakıldı, mürşitler öldürüldü. Sonra bunu  topladılar, tam 60 sene, 291’de tekrar bir tadilâta uğradı. İşte o tadilât, müteşerrilikle harabatiliği meydana getirmiş oldu. Kısaca diyebiliriz ki; 1291 hicriye kadar Muhammet-Ali’den, kırklar meclisinden Hz. Hünkâr’a gelmiş ve 28 tane dedebaba geçmiş, fakat hiç tadilâta uğramamıştı. Ama oradan buraya tadilâta uğradı. Şimdi çok seyrek harabati kaldı. Bu seçimlerin anormal olmasının nedeni de oradan geldi.

 

- Birçok Bektaşi tekkesini Kızılbaşlar yürütüyorlar. Bunlardan bir tanesi de İstanbul’daki Şahkulu.  Nereden geliyor bu kargaşa?

 

TEOMAN GÜRE:

 

- Ben, Ankara’da Gaziler Dergâhı postnîşiyim. Bende bir tane Kızılbaş yok. El aldığım Turgut Koca halifebaba mürşidi, İstanbul’da Eryak dergâhı postîşini. Ortada dergâh yok, yıkılmış bilmem ne. Gaziler dergâhı, aslında Hüseyin Gazi Dağı’nın tepesinde. İstanbul’daki Şahkulu dergâhının bir diğer adı da Merdivenköy. Şahkulu’nu fazla kullanmadık, çünkü tarihte iki tane Şahkulu var. Biri; İstanbul’un fethinden önce, Osmanlıyla Maltepe muharebesinden sonra, Bizanslılarla bir anlaşma yapılıyor.  Bizanslılar, “Surlarımıza bulaşmayın, size şu kadar para verelim” diyorlar. O zaman Osmanlı kumandanı Şahkulu da “Biz burayı çok sevdik, burayı da bize verin.” diyor. Şimdiki Şahkulu dergâhının bulunduğu yer, imparatorun av köşkü. “Tamam, burayı da size verelim.” diyorlar. Bir öncü kalesi olarak orayı alıyorlar. Bir adı da Göztepe’dir. Gözcübaba var orada, misyoner, silâhsız gidiyor. Silâhlı olanları da, tahta kılıç kuşanmışlar. O Şahkulu’nun, 15 yy.da Osmanlı’ya isyan eden Şahkulu ile alâkası yok. Şimdiki Aleviler, ikisini karıştırıyorlar. Dergâhlar kapalı olduğu için, bizim oraya yapabileceğimiz bir şey yoktu. Bunlar allem ettiler, kullem ettiler, “Orayı restore edeceğiz.” dediler. Tarihi Yüksek Eserleri Koruma Kurumundan, oranın vakıf olarak çalışması için izin alan da benim. Orayı gerçekten güzel restore ettiler, kurbanlar kestiler. Aralarında ihtilaf çıkıyor. Birbirlerini karalıyorlar. Sürekli başkan değişiyor. Bir şeyler oluyor. Oradan ayrılan, gelip bu aşağılardan ev alıyor.

 

Bu niçin oluyor?

 

- Ben, diğer tarikatlarla beraber, hasbelkader aynı muameleye tâbi tutulmuş bir okulum. Onlarla hiç alâkam yoktu. Şimdi burası müze meselâ, devlet buraya sahip çıkmış, bir türlü kullanamıyorlar. Restorasyon, tamir yaparken, baştanbaşa yanlış yapıyorlar. Şengül Hamamına çevirdiler orayı. Olmaz öyle şey. Bektaşi taş kullanmış, mermer kullanmamış. İşin içinde başka işler var. Bir sebeple devlete meşruiyetimi kabul ettirirsem, “Burayı berbat ediyorsunuz. Bana verin, yaptığımı kontrol edin. Bütün geliri devletin olsun. Etmeyin, şurayı yapamıyorsunuz, yürütemiyorsunuz, bekçisi olmuyor.” diyeceğim. Tutup, meydanın ortasına kocaman bir çam ağacı dikiyor. Tarihi yerlere ağaç dikilmez, oranın genel görüntüsünü bozar. Olmasa olmaz fikrim şu: Bir; gözü kara, cesur, hür olacak. Aklı, vicdanı, düşüncesi, inancı hür... Birinden falso veriyorsa, onu Bektaşi olarak yetiştiremezsin. Biz onu öğrendik ve doğruluğuna inanıyoruz. Şu baba erenlerin size büyük bir cesaretle bu şeyleri anlatışının sebebi; fikrinin hür oluşundan kaynaklanıyor. İnsanı insan yapan, hürriyet anlayışıdır. Bu fikir insanlarda çok geç oluşur, ama oluştu mu bir daha kaldırmanın imkânı yoktur. Nasıl bir hikmetse, bu genlerine giriyor işte. DNA’sında var artık.

 

- Hak Adem’de deniyor.

 

- Adem tek başına beş para etmez, yanında eşdeğeri olacak. Avrupalının “Eve”, bizim “Havva” dediğimiz. Aslında Havva kelimesi, Riştranı Habeşi’de, Etiyopyaca lisanında “eşdeğer” demektir. Eşiti değil, eşdeğeri. Kadın-erkek eşit olur mu hiç? Eşit haklara sahip olur. Bu yüzden, Kadın Hakları Derneklerine karşıyız biz. Kadın hakları varsa, erkek hakları da var. Ama bir tane Erkek Hakları Derneği yok. Çok acıklı konuştum, değil mi? Onun için bunların eşdeğeri olacak, olmazsa olmaz.

 

- Bektaşiliğin Tanrı-insan-yaşam anlayışından, felsefi boyutlarından biraz bahsedebilir misiniz?

 

- Önce hangisini istiyorsunuz?

 

- Hak Adem’dedir, yani Tanrı-insan.

 

- Orada delil olarak Kur’an-ı Kerim’i kullanacağız. Diyor ki, “Ben bilinmek istedim ve nefsimden üfledim. İki elimde şekil verdim.” Burada Allah’ın dediği iki el, bildiğimiz iki else, o zaman Allah’ın gözü, kulağı, daha başka şeyleri de vardır ki çok karışık olur. Demek ki başka bir şey diyor. Bunlarla yaratmıştır. “Ve ben, ona şahdamarından daha yakınım.” diyor.  Elimi böyle tutarsam, içindeki çizgileri görmüyorum, ama belli bir mesafeden bakarsan, her birini söyleyebiliyorsun. O zaman yakınlığında belli bir oran ve nispet aramak lâzım. Yine ayet-i kerim, “Allah görür, işitir, her yerde olan biteni bilir ve gizlidir” der. Ben bulutların üstündeki Allah’ı ne yapayım? Herkes Allah’ı görmüştür, ama gördüğünün Allah olduğunu bilmez. Siz buraya gelene kadar, Hacı Bektaş sokaklarında belki çok karşılaştık, ama sizin fakirden, fakirin de sizden haberi yoktu. Birbirimizin ne olduğunu bilmeden, yanımızdan geçtik. Lâfla tanıştık. Biz şimdi hanımefendiyle tanıştık. Şimdi ona “Yok” diyebilir miyim? İşte duyan, benimle konuşan, dediğimi anlayan, şımardığım zaman bana şefkat gösteren, medeni, asil, güzel bir Allah olması lâzım. Çocuğunuz var mı?

 

- Yok.

 

- Bekârsın herhalde. Kızın eline bebek ver, oynasın. Sonra bebeği şömineye atmasını iste, bakalım atar mı? Allah, kendi yarattığı bebeği ateşe atar mı? O kadar nazik, o kadar terbiyeli ki, altı bin yıldır kendisine yapılan iftira ve hakarete tahammül ediyor. Ben böyle Allah’ı seviyorum. Bulutların üzerindekiyle işim yok benim. Aman, Ankara’ya gittiğimizde bizi vurmasınlar, “Bu melun ne biçim Allah arıyor?” diye. Biz burada tek başımıza, dağ başında otursak, hiç olmazsa otla, çiçekle meşgul oluruz. Nerede olduğu, rotası belli değil, nereden nereye gittiği belli değil, canı sıkılmaz mı onun? Kuluyla karşılıklı oturmalı, sohbet etmeli, arada şakalar yapabilmeli. Bırak, arada ona küfür etsin. Neyzen Tevfik’in kafası bozulmuş bir gün, dümdüz gidiyormuş. Sövmüş süpürmüş, ne Allah’ı bırakmış, ne peygamberi. “Hop” demişler, “Öyle lâf denir mi?” “Hadi oradan” demiş, “Ben öyle bir dergâhın köpeğiyim ki, arada havlarım.” Ben bunu yapabilmeliyim. Allah’ıma içten olabilmeliyim. “Onu yapma, bunu yapma, salt otur, sağa baktın günah, sola baktın günah, hiç bakmadın daha günah.” Onun için, “Didâr görmeyen yoktur” derler, ama gördüğü didârın didâr olduğunu bilmezler.

 

- Tam Bektaşi erkânlarına uymasa da, kendini Bektaşi olarak nitelendiren bazı kesimler var. Bektaşilik karşısında diğerleri sürek oluyorsa, Aleviler ne oluyor? Düzey bakımından Bektaşiliğe daha mı yakın, daha mı uzak?

 

BAYRAM ALİ BABA:

 

- Bektaşiliğe çok daha yakındır. Bugün Sünni âlemi bile imamı tarif ederken, iki çeşit diyor; biri taklit imam, biri tescilli imam. Taklit imam; anasından babasından gördüğü gibi giderse, onlar için çok mutlular. Bunun dışındaki hiçbir şey ilgilendirmez. Ama Bektaşilik, taklit imam değil, tescilli imamdır. Yenileneni bile aslından ayrılmamak şartıyla yorumlamıştır. Bizim böyle masada yemek yediğimiz yoktu, yerde yenirdi. Şimdi ne oldu?  Demek ki teferruat değişiyor. Asıl değişmemesi lâzım gelen, Bektaşilik yaşantısını sürdürmesidir.

 

- Alevi-Kızılbaş cemlerinde,  dedelerin rehber aldığı buyruklara baktınız, incelediniz. Buyruklarla erkânnameler arasındaki temel farklılık nedir?

 

- Cafer-i Sadık Buyruğunun içinde, Bektaşiliği ilgilendiren kıymetli şeyler var. Bunu biz bilebiliyoruz. Cafer Sadık’ın buyruğu değil, Hutbet’ül Beyan’ı vardır. Dedelere uygun kısmı olsun diye, Hutbe’tül Beyanı’ndan çıkarılmış. Edirne’de nasıl sünnet olup namazını kılıyorsa, bu da bu erkânnameye uyarsa, hepsi bir olur. Size açık seçik söylüyorum; bu buyruk kendisinde olduğu halde tatbik etmeyenler var. Tatbik etmesi için ne olacak? Bilmiyor. Teftiş kurulu olması lâzım. Kontrol ettiği zaman “Yanlış” diyebilsin. Onu dediğinde de o halifeye kızar, öteki halifeden hizmetini gördürür. Erkânnamede, mutlaka bağlandığın yere söz veriyorsun. Sofrayla masanın çağdaşlığını bilmeyen adam ne yapacak? O olmazsa, ötekine gidiyor. Babalar arasında karışıklık olmasın diye, aynı mürşit de derdi ki, “Müfettiş tarafından kırmızı kalem çekilirse, babalar hemen gelir, hizmet görür.” Tacını teslim eder, Ali Baba da tac-ı tebdile girer. Kırmızı kalemin tacını yanı başına koyar. Ama şu şudur demez, ötekilere de soramaz. Bu olmadığı için, adam halifeliğini ilân ediyor, babalıkla alâkası yok. Baba oluyor, halifelikle alâkası yok.

 

- Dikme Dedeler gibi Dikme Babalarda mı çıkıyor?

 

- Burada da bir menfaat var. Meselâ Yeniköy’de Mehmet Ali Baba vardı. Onunla haşır haşır neşirim, bilgisi de güzel. 9 tane Dikme Baba yapar ve mahalle mahalle ayırırdı. O mahalledeki baba, bir kurban kesildiğinde Mehmet Ali Babayı çağırır. Yani babanın kaşığı yahniden dışarı çıkmıyor.

 

- Meselâ; Trakya’da Avni Babaya bağlı 17 baba var, dediniz. Nevzat Dede var, baba olarak seviliyor. Başka yerlerde, başka şeyler var. Yatır Ocağına bağlı mürebbilik var. O da bambaşka, Anadolu’da başka, Rumeli’de başka. Sözün özü, bir çok farklı boyutu var olayın. Yani var var var...

 

TEOMAN GÜRE:

- Türkiye’mizde Bektaşilik, yaşam kavgasıdır. O kavgadan kurtulacağız ki, teşkilâtlanmamızı da bize öğretilen şekilde yerleştirelim, birtakım kişileri atalım. Ben gidip Merdivenköy’e, “Ey canlar! Sohbetiniz, muhabbetiniz daim olsun. Yediğiniz, içtiğiniz helâl olsun. Ama artık toparlanın, burası Bektaşi tekkesi. Ben Bektaşi usulü cem ayini yapacağım.” dediğim anda, beni derdest edip götürürler. Bunu öbürüne yapamıyorlar çünkü onlar kalabalık. Tarihte cem evi diye bir ev yok. Dedenin evi, cem yapılan yerdir. Onun için, şimdi şaşkınlık içindeler; “Bir yerlere cem evi yapalım, ama mimarı tarzı nasıl olsun?” Burada, Çilehane’ye çıkarken tam karşıya kocaman, cem evi diye bir ev yaptılar, ne giren, ne çıkan, ne kullanan var. Olmaz, fonksiyonunu bilmiyorlar. O erkânnameyi yazsak, yayınlasak bile, okuyan bir şey anlamaz. Mürşide ihtiyaç var. Mürşidi, rahleyi tedrisatı okuyacak. O, ona  sofrasında anlatacak, öteki kendine göre anlayacak. Mürşidin işi, toplu iğneyle kuyu kazmak gibi bir şey. Bunun olması için dergâhların, kanunların himayesinde resmen korunması lâzım. Biz, iki babayı Almanya’ya yollar, orada çok güzel bir Bektaşi dergâhı kurarız. Ağrımıza gidiyor.

Çünkü Bektaşilikte kural var. Dedebaba, Hacı Bektaş’ta oturacak, Türk vatandaşı olacak, Türkiye hudutlarının dışına çıkamayacak. Osmanlı iken, hadi yap! Ne kadar utanç verici bir şey, ben Türkiye’de borumu öttüremiyorum, bu işi gidip Almanya’da yapacağım. Bir Amerikalı çocuk, Alevi bir Türk kızımızla evli, 4 yıldır nasip almak için çırpınıyor. Bana, “Amerika’da dergâh kuralım” dedi, “Kuralım” dedim. “Nerede kuralım?” “Nespoint’in içinde.” Yeniçeriliği kuruyoruz, tamam Amerika’da bir tabur yeniçeri olsun. Bak Amerikan ordusundan bir kişi gidip de Rusya’ya sırlarını verebiliyor mu? Bugün Genel Kurmay desin ki “Özel bir tabur kurup, Hava Harp Okulunda yetiştireceğim. Ama ahlâkı, yeniçeri ahlâkı olacak.” bak, gör askeri tayinlerde falan da “Bu bunu, o onu dedi.”  anında kesilir.

Yeniçeride yanlış anlatıldı; kafası bozulduğunda isyan eden, saman arabasını deviren, padişahı halleden...

Yeniçeri ne diyor? “Vezirin kellesini isteriz, padişahım çok yaşa.” Yani “Devlet yaşasın, ama hükümet değişsin.” diyor. Hiç böyle düşündünüz mü?

Yeniçeri kıyam yapmış, Alevi’yi kesmiş. Nerede kesmiş? Bir tane tarihi vesika yok.

Anadolu Beylerbeyinin yaptığı halttır o. O zaman İran hududu Erzurum’u falan içine alıyor. Oradan Ege bölgesine Dailer gelip, katliam yapıyorlar, kesmedikleri adam yok.  Onu niye söylemiyorsun? Amerika’dan Ankara’ya yeniçerilikle ilgili yeni bir kitap gelmiş. Adamlar inceleyip, etüt ediyorlar.

16 yaşında çocuk aileden ayrılırmış, yok, 5 yaşında ayrılırmış da,  çocuklar zorla ailelerinden koparılırmış, bilmem ne, hepsi yalan, uydurma, iftira...

Ailenin dört erkeği varsa, birini alıyor. Tek erkek evlâdı varsa, almıyor. Aldığı kişi, devletin muhafazası ile memur. Yeniçeri, padişahı koruyor. Padişah, devlet demektir. Padişah harbe giderse, yeniçeri de gidiyor. Gitmezse, sembolik bir müfreze yolluyorlar.

O meşhur sünnet düğününden sonra, Abazaları da alıyorlar. Yeniçeri ağası yalvarıyor, “Padişahım” diyor, “Bunlar sefere gitmez, cenk etmez, ahlâk tutmazlar.” “Hayır” diyor, “Söz verdim. Onları yeniçeri yazdırın.” Dolayısıyla, İstanbul’da iki türlü yeniçeri hâsıl oluyor. Biri kahve işleten, kayıkçılık, manavlık, bilmem ne yapan yeniçeri. Bunlar talime çıkmıyorlar, ama silâhla gezip, maaş alıyorlar. Çok küçük bir zümre talime çıkıp, eğitim yapıyor. Nitekim Sultan Mahmut, Belgrat ormanında yeniçerileri öldürürken, öbürleri öldürülmüyor. Onlar şehirdeki erkân; kahveci, kayıkçı, manav, mahallenin külhanbeyi, iti kopuğu. Öbür gariban talimde ve öyle bir terbiye var ki, “Padişah Efendimiz bizi topa tutuyor, herhalde bir bildiği var.” diyor. İki kurşun sıksa, beş adam öldürür, ama bir kişiyi bile öldürmüyor, “Padişahım, devletim böyle istiyor.” diye.

Rus lideri Gorbaçov, yeniçeri ailesinin evlâdı. Sonra kaçanlar kaçıyor, gidenler gidiyor. Çorbacıoğlu, Gorbaçov, Çavuşesku... Sonra “Padişahın Anıları” diye kitap yazıyor. O zamanlar vatandaşlık yok, tebaa var. Osmanlı padişahı, kendi tebaasına kız alamıyor. O zaman kardeşiyle evlenmiş oluyor. Onun için, dışarıdan kız almak mecburiyetinde. Aldığı kızların içinden de kim erkek çocuk yapar ve o erkek çocuk tahta çıkarsa, ölmüş babasıyla, hayatta kalmışsa annesinin nikâhını kıyıyor.

Niye bunları yazmıyorsunuz?

Bunları Bektaşi Halifebabası olarak fakir biliyor da, sen tarih araştırmacısısın, nasıl bilmezsin? Böyle nikâh gördünüz mü?

Yeniçeri, çocukların içinde kim becerikli diye bakıyor. Aslında 2. Beyazıt’a nazaran Murat’ı seviyor. Ama tahta çıkmak için bir varlık, bir beceri göstermesi lâzım. Kim gösterirse, ona bağlanıyorlar. Bunları niye yazmazsın?

Yeniçeri, Yavuz’u katiyen sevmemiş “Bu kanlı olacak” demiş. Çünkü Yavuz orada bir sipahi öldürüyor, kaftanına kan sıçrıyor da yeniçeri, “Eyvah!” diyor, “Çok zalim bir herif, çok kan dökecek.” Ama devlet nosyonu var.

Yani aldığı çocuğu ailesinden ayırarak, zulüm ederek, beynini yıkayarak yeniçeri yapmıyor. 16 yaşında alıyor çocuğu, ondan evvelkilerin hepsi yalan.

Kol pazısıyla, baldırının kalınlığı bir olacak, boyu şu olacak, bu kadar lisan bilecek, bunu böyle yapacak, şuna istidatlı olacak, öyle yeniçeri alınıyor. Belli yaşa kadar evlendirmiyor. Hatırlıyorum, dayım yedek subaylığını yaparken bir arkadaşının karısı Alman’dı. Askerliğini yapabilmesi için, boşanmak zorunda kaldı. Sonra bu kuralları yumuşattılar. Subay,  belli bir yaşa gelene kadar evlenemezdi. Aklı geride kalırsa, süngüyü takıp zor hücum eder o insan. Onun için Cumhuriyet tarihimizin en ilginç savaşlarından biri, Sakarya muharebesidir. Orada asker kaçtı, yedek subaylar kaldı ve onlar, avcı düzeninde şehit oldular. Makineliyle tarandıklarında bile kaçmadılar.

Çocuklarımıza yakın tarihimizi öğretmeliyiz.

Çanakkale harbi, gazetelerde artık küçük bir köşede, hadise olarak geçer. Çanakkale harbiyle ilgili Türkiye’de yazılmış doğru dürüst bir kitap yoktur. Ama İngilizlerin, Türkçeye de tercüme edilen, Gelibolu harpleriyle ilgili yüzlerce kitabı var. Niye? Bir adam çıkmış; Atatürk. Yanlışları da olacak. İnsan bu, yanlışsız insan mı var? İste, Muhammet’te kırk tane hata bulayım. Ben, Atatürk’ün ne yaptığına, nasıl yaptığına, neyi plânladığına bakarım.

Onun için, bu yaşam kavgasında o gidecek Şahkulu dergâhına yerleşecek, öbürü Seyit Gazi dergâhını alacak, diğeri de Ankara’da Hüseyin Gazi Dağına gidecektir.

Hüseyin Gazi Dağının altındaki Tevhit camiinde Rufailer toplanıyorlar. Pazar ve perşembe geceleri Hahaha hihihi zikirler yapıyorlar. Kimsenin bir şey dediği yok.

Arnavutluk’tan adam geliyor, allı güllü, parmaklarında yüzükler, papa gibi dolaşıyor. Allah’tan, Mustafa Babayla geldi bana. “Baba” diye baştan bana geleydi, kovardım. Biz böyle baba görmedik! Kimseyle konuşmuyor, konuşursa çuvallayacak çünkü “Lisan bilmiyorum. Sadece Arnavutça biliyorum.” diyor. Buraya kadar neyle geldin peki? Arnavutça ile mi?

 

- Yurt dışındaki dergâhların durumları nasıl?

 

- Amerika’daki Detroit dergâhı, bugün Arnavutların sosyal kulübü halindedir. Oraya gittim. Orada, Recep Ferdi Baba vardı. Âlim, fazıl bir insandı. Mısır’da, İskenderiye’deki Mukattan dergâhında yetişmiş. Fakat tekkelerin kapatılmasından sonra, Türkiye’ye gelemeyip, Mısır’dan Arnavutluk’a gidiyor, orada komünist rejim başlayınca da Amerika’ya gidiyor. Son zamanlarına yetiştim, nefis bir Türkçe’si, derin tasavvuf bilgisi var. Bana, “O dergâhta kal” dediler. O sırada derviştim. Oradaki neslin İngilizcesi var, Arnavutça bilmiyor. Yaşlılar da Arnavutça biliyor, İngilizce bilmiyor. Fakir, gittim oraya, tasavvur lisanım, Türkçem var, Bektaşi terminolojisi var. Fakat bunu anlayacak adam yok. Döndük, geldik.

Macaristan’da Gül Baba dergâhı var. O dergâhın sandukasının başındaki taç, benimdir. Kaldırın, içine bakın; adımla, imzamla, sanımla Gaziler Dergâhı’nın vakfiyesi olarak, Gül Baba Dergâhı’nda tacın üstüne konmuştur. Balkan devletlerinde, diğer yerlerde ne var, bilmiyorum.

 

- Kıbrıs’ta var mı?

 

- Kıbrıs’ta da yok. Kıbrıs aslında bizim Karadonlu Can baba erenlerin mekânı. Dergâhlar öyle duruyor.

Arnavutluk’ta ise, babam söyledi, “Bektaşilik” din olarak kabul edilmiş. Arnavutların pasaportunda, din kısmında Bektaşi yazar. Orada, buradaki gibi, iğneyle kuyu kazar gibi bir durum yok. Adam başına sarığı geçirip, bir de hırka koydu mu, tamam.

Demek, bizim bilmediğimiz başka bir akım varmış.

Neden dindir? Ben dini Muhammet’ten öğrenmedim, anam, babam öyleydi. Ben, Hacı Bektaş’ı tanırdım. Mürşidimin ifadesidir, Hacı Bektaş demiş ki, “Senin dinin, İslâm’dır.” Peki, bu dinin peygamberi kim? Muhammet Aleyk-is-selâm. Bize bu dini tanıtan kim? Ali El Murtaza. Bu dinin kitabı var mı? Kur’an-ı Kerim. Eğer pîrim, “Senin peygamberin İsa, kitabın İncil’dir.” deseydi, bana ne Kur’an’dan?

Bunlar çok ağır, üzerinde çok düşünülmesi gereken lâflar, erenler. Onun için, dediği doğru, dindir, Hacı Bektaş’ın dinidir. Ama edep gereği, sünnet-i seniyye olarak, onun önüne kendimizi geçirmiyoruz. Söylediğim zaman, beni burada dövüyorlardı.

Ben, Bektaşi olduğum için Müslüman’ım. Bektaşi olduğum için kitabım Kur’an-ı Kerim, peygamberim Muhammet Mustafa, rehberim Ali El Murtaza, Hüseyin-i Kerbelâ, anam Fatıma.

Niye? Hacı Bektaş bana öyle demiş. Doğuştan değilim yani.

Peki, ne oldu da bu adama inandım? Neden anama, babama inanmadım? Onu buluş yerim farklı. Onu ben buldum. Gittim, el ele tutuştum. Denedim, onun o olduğunu anladım, “Benim pîrim budur” dedim. “Kendini at buradan aşağı” dese, atarım. Ama o adam gelip de, “Sen Hacı Bektaş’ı görmedin, ama Hacı Bektaş benim, atla şu duvardan” dese, o zaman derim ki, “Önce sen atla göreyim, arkandan ben atlarım.” Ben, bunun kavgasını veriyorum. Çocuklara, etrafımdakilere öğretmeye çalışıyorum. İşimiz zor. Ben bunu kutsayarak içiyorum. Öbürleri, “Damlası haramdır.” diyorlar. Bir türlü kafası basmıyor, “Nasıl oluyor da bunu içip, bu kadar günaha giriyor? Hem de kutsayarak, Allah adıyla içiyor.” Dem alıyorum ben erenler, dem.  Fuzûlî,. “Hürmetini inkâr eden, hürmet görmesin” diyor, intizar ediyor. Çay demli olacak. Dem yoksa, Çapanoğlu’nun abdest suyu gibi olur. Pilav demli olacak, olmazsa ya takır takır kuru, ya lapa olur. Kumrular dem çeker; “Gu gu guk” dedikleri zaman. “Dem bu demdir” dersin, değil mi baba erenler? Demde evliyanın zuhuru vardır.

Mevleviler, dönerek semah yapıyorlar. Oturup bakıyorsun, “Baba eren beğendin mi?” “Demsiz dönüyor.” diyor. Neden döndüğünü de bilmiyor. Alevi kardeşlerime de özlemim var. Istırabımız büyüktür. Kendi derdimizin dışında, bir de Alevilerin halini görüyoruz, içimiz kan ağlıyor. Bir şey diyemiyoruz. Semah, hoppa bir hareket, Karadeniz horonu değildir. Orada ibadet, kutsiyet vardır. Kutsiyeti varsa,   hitap ettiği bir yer vardır. Bir yerden bir yere bir şey götürüyordur. Bunların hepsini düşünmek lâzım. O gün de gördün işte, çocuklar demsiz dönüyorlar. Cumhurbaşkanının önünde dönüyoruz diye, sıktı çocuk kendini, evlâdım.

 

İSMAİL ENGİN :

 

- Kıvrak zekâyı yakaladım. Bizden sadece yararlanmak kalıyor. Olağanüstü zengin.

 

TEOMAN GÜRE:

 

- Aman bizi putlaştırmayın. Evvelki yıl buraya 3 Amerikalı geldi. Biri, Miami Üniversitesinde bilmem ne profesörü, biri Teoloji Profesörü, biri de Cizvit Papazı. Gelip oturdular, konuştular. Onlara bu işi anlatırken, Hıristiyanlığı örnek verdim. Adam giderken, “Vallahi Bektaşiliği tam olarak anlayıp anlayamadığımı bilemem ama, senin iyi bir Hıristiyan olduğunu anladım.” dedi. Muhabbeti hoş edemedikse de, İsa’nın gönlü tamam. “İyi bir Hıristiyansın” dedi.

 

- Çok sağ olun.

 

- Hizmet edebildiysek, ne mutlu.

 

İSMAİL ENGİN :

- Eğer biz yararlanabilirsek, ne mutlu bize.

 

TEOMAN GÜRE:

 

- Dergâhların içinde, yalnız Ankara Gaziler Dergâhının yıllık programı vardır. Bunu bir tek fakir yapıyor. Fakirde astronomi bilgisi de olduğuna göre, yıldızlarla pek alâkadarız, ondan da istifade etmeye çalışırız. Bazı şeyleri de, herkes anlamasın diye, şifreli yazdık. Ancak Gaziler Dergâhı mensupları bunu çözerler. O arada yazmışım; Miraç, berat kandili, Hz. Muhammet’in Mekke’ye gizlenişi, Ramazan başlangıcı, 26 Aralıkta Sarı Saltuk Bayramı var. O bizim Noel Bayramı, vaktiniz varsa, anlatayım.

 

- Anlatın.

 

- Sarı Saltuk, Hacı Bektaş halifelerindendir. Yukarıdaki Çile Dağının orada, şimdi anfi tiyatro yapılan yerde, Sarı’ya “Hadi” diyor,  “Seni saldık. Hadi git.” 6 tane ok ve bir de tahta kılıç veriyorlar. Sarı Saltuk buradan gidip, Sinop’tan denize açılıyor. Kısa anlatıyorum; Sinop’ta, yaz-kış, sulanmamasına rağmen hâlâ yemyeşil duran, seccade büyüklüğünde bir yer var. Halk oraya gidip, mum diker. Yola çıkmadan evvel, orada 2 rekât namaz kılıp, yola çıkıyor. Yola çıktığı yer, denizden hâlâ görünür. Hem fiziki, hem efsanevi anlatıyorum. Çünkü orada akıntı var, bunlar da salla gidiyorlar. Yahya Kemal söyler; “Sarı Saltuk’la açıldık Sakarya Dağından, sallarla” diye. Gürcistan’a gidiyorlar. “Burası bizim yerimiz değil” diye dönüyorlar. Döndükleri yer, Kaliagra, Bulgaristan’ın hemen orada. (Bulgaristan’ın en doğu ucu, Karadeniz’e bakan yönü). Gidiyorlar ki, eşkıya basmış. Ne kız bırakmış, ne kadın, çocukları da almış, mağaraya tıkmış. Çocukları kullanarak şantaj yapıp, ana-babayı sömürüyorlar. Bizimkiler bir savlet edip, çocukları kurtarıyorlar. Çocuklar korku içinde, kar-buz her yeri basmış. “Ne yapalım?” diyorlar, çocukları alıp, onlarla dostluk kurmak için, çoraplarının içine küçük oyuncaklar yapıyorlar. Oyuncaklar, ağaç kabuklarından bebek, araba falan. Çocukların güvenini kazanıyorlar. Sonra kızaklar yapıyorlar. Velâyet kudretiyle geyikleri alıp, kızaklara koşuyorlar. Siste giderken, ana-baba korkmasın diye, çan çalıyorlar. Noel Baba, bizim Sarı Saltuk erenlerdir. Bana bir tane Hıristiyan tarikatı göster ki, Noel Baba kıyafetinde dolaşsın. Antalya’daki Noel Babanın onunla alâkası yok. O da çocukları seven bir aziz. Ama Antalya’da o kıyafeti giyerse, kurdeşen olur. Bunlar, sonra gidip çocukları kurtarıyorlar, “Halâskar İsa geldi” diye, “Nikola” diyorlar ona. Halk arasında adı oluyor Aya Nikola. Bunlar gidip, ekmeklerini paylaşıyor, şaraplarını içiyorlar. Bir bakıyorlar ki, bunlar Sarıklı Müslüman değil, bizim gibi adam. Sarı Saltuk orada Nikola, Nikola Fransa’da Noel oluyor ve Sarı Saltuk, Pîr’in emriyle Moskova’ya, Kiev’e kadar gidiyor, Polonya’yı dolaşıyor. Cem Sultan’ın yazdırdığı Saltuknâme var.

Sarı Saltuk’ un nasıl dolaştığını orada adım adım, tarih tarih yazar. Sarı Saltuk, Avrupa’nın Noel Baba dediği kişidir. Yılbaşı, bizim bayramımız yani. Aslında 26’sı değil, 28’dir. Ama cumartesiye gelsin de millet katılabilsin diye, 26’sına aldım onu. Bu, aynı zamanda Türklerin Avrupa’ya geçişidir.

Türkler, Hammer’e göre 13 defa Avrupa’ya geçmiştir. Birincisi Hunların, Eropa’nın geçişidir. Eropa’nın Gelibolu’da, esir edildiği Cenevizli gemilerde, Fenikeli gemicilerden kaçarak Gelibolu ormanlarında kaybolmasından sonra, millet arıyor. Kızın adı Eropa, “Eropa nerede?” diyorlar. Avrupa’nın adı Eropa olarak oradan başlıyor.

Sonra Bektaşiliği ilgilendiren, Sarı Saltuk’la geçiştir.

Üçüncü geçiş; Süleyman Paşa kumandasında, Kızıl Deli’nin Gelibolu’dan tekrar Avrupa’ya geçişidir. İşte biz asıl geçiş olarak onu kullanırız. Şehitlerimizi anarız.

Hani şair diyor ya, “Derdim çoktur hangisine yanayım?

Beni kültürüme yabancılaştırdılar. Benim sahip çıkamadıklarıma, onlar sahip çıktılar. Almanya’dan, “Bize Bektaşi babası yollayın” diyorlar, “Hoca, imam istemiyoruz biz, diyorlar.

Nasıl ve hangi hüviyetle yollayacağız?

Cemalettin’in, o kara cehennem herifin mevkiine düşürürler anında bizi.

 

İSMAİL ENGİN:

 

- Bu, son derece önemli bir şey. Bunun üzerine bir kitap yazacağım.

 

TEOMAN GÜRE:

 

- Yazın. Bakın bir şey daha söyleyeyim size. Ağaçlara mum dikmek... Türklerde,  ağaç kültü var, biliyorsun. Orta Asya’dan, Şaman’dan gelen ağaç kültürümüz var. Ekinoks, artık gece gündüz birbirine eşit, artık gündüz uzuyor. 21 Aralıkla 26 Aralık arasında, gece-gündüz uzaması olmaz, en uzun 6 gece devam eder. 26’sından sonra geceler kısalır. İşte Bektaşi, gecelerin kısalmaya başladığı günden itibaren Sarı Saltuk bayramını kutlar. Sadece Avrupa’ya geçiş değil, artık insanlığın karanlığının azalmağa başlamasını kutluyor.

Marifet, “Benim Kâbe’m insandır” diye sazı alıp, türküyü çığırmak değil, Kâbe’n insansa, ona Kâbe muamelesi yap o zaman. Anladın mı, genç adam?

 

İSMAİL ENGİN:

 

- Anlamaya çalışıyorum. Ne kadar anladığımı zaman gösterecek. Bununla ilgili kitabı mutlaka yazacağım ve size göndereceğim.

 

TEOMAN GÜRE:

 

- Bir tasnif gerekiyorsa, gönderirseniz, bilgimiz doğrultusunda düzeltmeye çalışacağım.

 

- Tashih için size mutlaka gösterilir. Eksikler olabilir. Bunu bir başlangıç olarak görüyoruz.

 

- Sarı Saltuk’a 6 tane ok verildi, dedim. Oraya çıktığında, karşısına 7 başlı canavar çıkıyor. Canavarın her kafasına bir ok atıyor. Kalan 7. baş da gelip, Sarı Saltuk’a, sarılıyor. Sarı Saltuk’un soluğu kesiliyor, durum Hızır’a malûm oluyor. Hızır yetişip, Pîr’e haber veriyor. Pîr diyor ki, “Tahta kılıç çalsın, ona tahta kılıç verdim.” 7. başı tahta kılıçla kesiyor. Bektaşi, öyle 7 başlı, ağzından alevler çıkaran, 9 kuyruklu canavara ne inanır, ne de peşinden koşar. Sonra bu 6 ok, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinin siyasal fırkası olan Halk Partisi’nin bayrağına girmiştir. O canavar, zulümdür, ihtikârdır, rezilliktir, sömürüdür... Herif,  rahibe manastırını basmış, hiçbir şey kalmamış,  7 başlı canavarı var. Hadi gidin artık, çok konuşturdunuz babayı. Sıkı sopa yemeyi hak ettik babadan.                   

 

Söyleşi: 1998, Hacı Bektaş

 

Hakk’a yürüyen Teoman Güre Halifebaba’ya ve Bayram Ali (Arıcı Baba)’ya rahmet diliyorum. Bizleri unutan, telefonlara çıkmayan İsmail Engin’e de selam, nasılsın, diyorum. (Ayhan Aydın)