MİKAİL BAYRAM

PROF. DR. MİKAİL BAYRAM

SELÇUK ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

Yıllardır sürdürdüğü çalışmalarla Türk İslâm tarihi konusunda birçok eser yayınlayan, Alevilerle Sünnilerin kaynaşması için çaba harcayan, değerli isimlerden birisi olan Mikail Bayram’la yaptığımız söyleşide; Ahilik, Hacı Bektaş, Mevlana, Hacı Bayramı Veli, Ahi Evren üzerinde durduk.

 

AYHAN AYDIN

Hocam ilk önce yaşam öykünüzü bizimle paylaşır mısınız? Nerelisiniz, ne zaman doğdunuz, bugüne kadar neler yapmaya çalıştınız?

Ben Van’ın Saray ilçesinde 1940 yılında doğmuşum. Fakat ben Saray doğumlu olmamla birlikte ailem İran’ın Hoy kentinden Türkiye’ye hicret etmişler ve Saray’a yerleşmişler. Onun için ailemizde benden yaşlı olanlar İran doğumludur. Ben ve benden küçük olanlar Türkiye doğumluyuz. Onun için ailemizin bir kısmı İran’da kalmış; bir kısmı da Türkiye’ye göçmüştür. Saray’da ikamet etmekteler. İlk tahsilimi Saray’da yaptım. Ortaokulu Özalp’te tamamladım ve Van Atatürk Lisesi’nden mezun oldum. Üniversiteyi Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nde okudum. Bir ilahiyatçı olarak eski İran dinleri ilgimi çekiyordu. Bu yüzden “Zerdüşt ve Avestası” konusunda lisans tezi yaptım. Avesta’yı Pehlevice metinlerden inceliyordum. İlâhiyat Fakültesinden mezun olduktan sonra bir sene Bağdat’ta bulundum. Arap Dili ve Edebiyatı alanında araştırmalar yaptım. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Arap - Fars Filolojisi’nde doktora yaptım. Yani ilâhiyat menşeliyim. Fakat doktora itibariyle de filolog olarak Doğu dilleri branşında doktora yaptım. Doktora döneminde İran Dili ve Edebiyatı’nın Anadolu’daki uzantısı üzerinde yoğunlaştım. Bu konu üzerinde çalışırken Selçuklular zamanında Anadolu’daki dinî ve fikrî hareketleri takip ediyordum. Hangi dinî zümreler ne tür eserler yazmışlar ve kendi kendi dinî ve fikrî yönlerini ne şekilde tarif etmişler iş bunları takip ediyordu. Bu çalışmalarım ve araştırmalarım beni Anadolu Selçukluları devri tarihine götürdü. Bu yüzden de doçentliğimi Anadolu Selçukluları tarihi üzerinde ikmal etmiş oldum. O zamandan beri Anadolu’daki dinî ve fikrî, hatta siyasî faaliyetler üzerinde çalışmalarımı yoğunlaştırıyorum. Halen de doktora da başlamış olduğum çalışmaları bu istikamette devam ettiriyorum. Yani Selçuklular zamanında Anadolu’da meydana gelen dinî, fikrî hareketler, edebi faaliyetler ve bu alanda yazılmış olan eserler nelerdir, onları takip ediyorum.

Sayın Bayram, sizin yankı uyandıran çalışmalarınız var. Bunlardan söyleşi içerisinde bahsedeceğiz. Doğu dilleri uzmanı bir tarihçi, aynı zamanda inançlar konusunda uzman birisi olarak bu yöndeki çalışmalarınız kayda değer. Ortaya koyduğunuz çeşitli fikirler, çeşitli tartışmaların çıkmasına vesile oldu. Bu da Türkiye’nin düşünce zenginliğine bir katkıdır. Bu konudaki çalışmalarınız içerisinde Türk kültür tarihinin önemli konularından birisi Ahilik, Ahi Evren konuları da var.

Siz Ahi teşkilatının Ahi Evren tarafından Selçuklular zamanında kurulduğunu söylerken Ahilik’in fütüvvetten ayrılamayan bir sosyal kurum olduğu üzerinde duruyorsunuz eserlerinizde.

ahilik ne zaman ve nasıl kurulmuş ve kurumsallaşmıştır? Ahiliğin temel felsefesi ve örgütlenme süresi nedir? Ahiliğin Türk sosyal yaşamındaki önemini geriye dönerek nasıl yorumluyorsunuz?

 Ahiliği izah edebilmek için bu fikir hareketinin bu toplumsal faaliyetin iki kanalını göz önünde bulundurmak lazım. Bunların bir kaynağı Arap Fütüvvetçiliğinden geliyor. Cahiliye döneminden İslâm’dan önceki dönemlerde Araplar’da bir Fütüvvet düşüncesi, bir yiğitlik, bir kahramanlık düşüncesi mevcut idi. Cahiliye devri Arapları da şecaate ve sehavete önem verirlerdi. Şecaat; cesur olmak, atak olmaktır. Sehavet; cömertlik demektir. Arap kültüründe bu çok önemli bir yer tutuyordu. İslâmîyet de bu iki ilkeyi insan için üstün iki meziyet olarak kabul etmektedir. İslâm dinî itibarı ile sehavet de, şecaat de çok makbul iki meziyettir. Ama İslâmîyet bu iki ilkeyi Cahiliyet dönemi Arap kültürel değerlerinden çıkararak kendi ahlâkî ilkeleri içinde bir yere oturttu. Bu iki mesajı kendi ilkeleri içerisinde devam ettirdi. Hatta bir hadise var. Diyorlar ki Muaviye Halife olunca Medine’ye gönderdiği vali Hz. Hüseyin’in Medine’deki tarlasını elinden aldı. Hz. Hüseyin de bu tarlasını geri almak için bir mücadele başlattı. Bir defasında Muaviye’nin tayin etmiş olduğu Vali’nin yanında Hz. Hüseyin bulunuyordu ve Vali’den o tarlasını talep ediyordu, o sırada Abdullah b. Zübeyr de oraya geldi. Abdullah Zübeyr de duruma muttali oldu ve Abdullah b. Zuübeyr Vali’yi tehdit etti. Dedi ki; eğer Hüseyin’in tarlasını vermezsen ben Hüseyin’le birlikte dışarı çıkacağım ve fütüvvet ehli olan yiğitleri toplayacağım sizinle mücadele edeceğim. Demek ki, İslâmîyet’ten sonra bu fütüvvet anlayışı toplumda mevcut idi. Fakat bu İslâmî değerleri korumaya muhafaza etmeye yönelik bir faaliyet niteliğine büründü. Tabii bu fütüvvet hareketleri daha sonraki dönemlerde Abbasiler zamanında özellikle daha yaygın bir alan buldu. Arap Fütüvvetçiliği İslâmî değerlerle beslenmiş olan fütüvvet düşüncesi Abbasiler zamanında daha geniş alanlara yayıldı. Yayılmış olduğu alanlardan bir tanesi de İran’dır. İran’da, İran kültüründen gelen bir yiğitlik ve cömertlik ülküsü mevcut idi. Buna da civan - mertlik denir. Bu yiğitlik ülküsünü taşıyan insanlara da civan - mert denir.

Arap fütüvvetçiliği ile İran civan - mertliği tanıştı ve bu tanışmadan fütüvvet yeni bir boyut kazandı. Eski İran civan - mertliği İslâmî bir yapıya büründü ve tasavvuf hareketinin içerisinde yeni bir yayılma alanı buldu. Türkler’de İslâm kültürü dairesine gerince; eski Türkler’de de Alplik ve Alperenlik ülküsü mevcuttu. Hatta âlicenaplık demek olan akılık denilen bir kahramanlık ülküsü mevcuttu. Bu ülküye sahip olana da Akı (âlicenap kişi) deniyordu. İslâm’dan önceki Türkler arasında da bu akılık çok makbul bir meziyet idi. Akılık da işin içine girince; Türkler’e mahsus bir fütüvvetcilik hareketi gelişti. İşte bu gelişmeler Anadolu’ya intikal edince Anadolu Ahiliği dediğimiz Ahiliğin ortaya çıkmasına sebep oldu. Demek oluyor ki Arap millî kültüründe fütüvvet, İran millî kültüründe civan - mertlik ne ise Türk millî kültüründe de Ahilik odur. Ahilik Türkler’e mahsus olan fütüvvet hareketidir. Bu demektir ki, Anadolu Ahiliği Orta Asya kökenlidir. Akılıktan geliyor. İslâm kültür dairesine girildikten sonra İslâmî değerlerle yeniden donandı ve Arap fütüvvetçiliğinden bazı şeyler aldı. Aldığı şeyler de çoğunlukla büyük çapta tasavvufî İslâm’dır. Akılık Tasavvufi İslâm’ın ilkeleri ile donandı. Cevan - merdliğin adab ve erkânından çok şeyler aldı. Türk muhitlerde Akı kelimesi yapı ve şekil itibariyle değişime uğradı. Zamanla Akı kelimesi Arapça’daki Ahi (kardeşim) kelimesine dönüştü. Türkmen bölgelerde kelime yapı ve şekli itibarı ile değişime uğradı. Akı kelimesi Ahiye dönüştü. Ahi Arapça’da kardeşim demektir. Anadolu Ahiliği İslâm dininin ahlakî değerleri ile bezenerek ve tasavvufî İslâmi duyguları ve inanışları bünyesine alarak yeni bir Türk kahramanlık ülküsü oluşmuş oldu. İşte biz buna Anadolu Ahiliği diyoruz. Tabii ki Selçuklular zamanında Anadolu’da meydana gelen siyasî sosyal ve kültürel şartlar böyle bir örgütün oluşmasına ve yapılanmasına sebep olmuştur. Bu da ayrı bir araştırma alanıdır. Şu da bilinen bir husustur ki, Anadolu’da Ahilik Örgütü ortaya çıkmadan önce Azerbaycan muhitinde kendilerine Ahi denen belli bir meslek erbabı olanlar vardı. Ancak bunlar meslek erbabı olan münferit kişilerdi. Bu Ahiler, Anadolu’ya gelince aralarında örgütlendiler ve bildiğimiz Ahi örgütünü meydana getirdiler. Nitekim Anadolu’nun ilk Ahilerinin Azerbaycan’dan Anadolu’ya gelen meslek eri kişiler olduğu görülür. Ahi Evren Nasırüddin Mahmud Hoy’ludur, Ahi Ahmed Nahcevan’lıdır, Ahi Türk ve kardeşi Ahi Başara Urumiyeli’dir, Ahi Yaman ve kardeşi Ahi Çoban Ahlat’lıdır.

Buna bağlı olarak İmanın Boyutları eserinizde Ahiliğin kurucusu Ahi Evren’in aslında Şeyh Nasirüddin Mahmut el - Hoyî olduğunu; onun birçok eseri bulunan hocası Eş’ari kelamcısı Fahreddin-i Razî’nin yolundan giderek Eş’ari ölçü ve mezheplerine bağlı kaldığını yazıyorsunuz.

Ahi Evren’in aslında Şeyh Nasirüddin Mahmut olduğunu ve birçok eserinin bulunduğuna ilişkin bilgilere nasıl ulaştınız? Buna bağlı olarak da daha çok Heterodoks bir Türkmen ve Kalenderi dervişi, şeyhi olarak bilinen Ahi Evren’in, Eş’ari mezhebi ölçülerine bağlı olduğu yönündeki fikirlerinizin kaynakları nelerdir? Bu açıklanması gereken hususu aydınlatmanızı rica ediyoruz.

Anadolu Selçukluları zamanında iki dinî zümre var. Türkmenlerin başlatmış olduğu dinî hareketler var ve Anadolu’da çeşitli tarikatlar var. Bu tarikatları biz iki grupta inceleyebiliriz. Türkmen Tarikatların menşei Ahmet Yesevi’ye dayanıyor. Ama Anadolu’da serçeşme Hace Ahmet Yesevi olmakla birlikte, çeşitli Türkmen tarikatları da teşekkül etmişti. Mesela Haydarilik mevcuttu. Sonra Evdiyye dediğimiz bir Türkmen hareket daha mevcut idi. Ayrıca Yeseviliğin çeşitli kolları arasında Horasan Erleri dediğimiz, Horasanî dervişler, çeşitli zümreler adı altında Anadolu’da yaygın olarak bulunuyorlardı. Bunun yanında bir de İran menşei olan tarikatlar vardı. İran kültüründen kaynaklanan tarikat zümreleri vardı. Mesela Kübrevîye bunlardan bir tanesi idi. Hatta Rufailik, Anadolu’da yaygındı. Anadolu’da Rufaîliğin bir grubu da Cavlakîler idi. Cavlavikiye dervişleri İran kökenlidir. Kalenderilik İran kökenli tarikatlardan idi, Kadirilik Anadolu’da mevcut idi. Şeyh Ebü’l - Vefa Kürdiyyü’l - asl olmakla birlikte kurduğu “Vefaiyye” tarikatı da Türkmenler arasında çok tutunmuştu ki Baba İlyas-i Horasani Vefai Dervişlerden idi.

13. asırın sonuna doğru Bektaşi hareketi dediğimiz hareket başladı. Bütün bu tarikatlar arasında belli ölçüde bir uyumsuzluk mevcut idi. Ahi Evren ile Mevlânâ arasındaki uyumsuzluk, bir yönüyle buradan kaynaklanıyor. Bu uyumsuzluğun bir yönü ile siyasi boyutları da var ama Ahi Evren Türkmen orijinlidir ve Evhadî’dir. Ama kelâm ve felsefe alanında Fahrettin-i Razi’nin talebesidir. Fahrettin-i Razi İslâm dünyasında rasyonalist fikir hareketinin en sivrilerinden birisidir. Fahrettin-i Razi ve Ahi Evren her ikisi de Eşari’dirler. Ama felsefi yönleri ile tanınmışlardır.

ahi Evren sadece Fahreddin-i Raziye de bağlı değildir. Onun mensup olduğu fikir akımlarından birisi de İbni Sina’dır. Ahi Evren ondan da çok etkileniyor ve Fahreddin-i Razi’nin eserlerini tercüme ettiği gibi İbni Sina’nın da Arapça olan eserlerini tercüme ediyor ve kendisi aynı zamanda bir tabiptir. Bu yönü ile İbni Sina’ya daha çok bağlıdır. İbni Sina’nın eserlerinden daha çok etkilenmiştir. Hatta Ahi Evren’in mensup olduğu bir fikrî akım daha var, o da İhvanü’ - s - safa’dır. İhvanü’ - s - safa örgütüne mensup olan filozoflarının eserlerini çok iyi mütalaa etmiş, kitaplarında onların eserlerinden birçok alıntılar yapmıştır. Anadolu Selçukluları zamanında da Alevilik Sünnîlik akımları netleşmiş değildir. Anadolu’da henüz Alevilik hareketi doğmuş değildi. Anadolu’da o dönemlerde Türkmenler arasında adlandırabileceğimiz Anadolu Türkmen Sünnîliği diyebileceğimiz bir hareket mevcuttu. Selçuklular zamanında Anadolu’da telif edilen dinî ve fikrî eserleri takip ettiğimiz zaman da bunu açıkça görebilmekteyiz. Yani bu dönemde Şii amel ve akaidine dair hiçbir eser kaleme alınmamıştır. Ancak Selçuklular’ın ilk dönemlerinde akliyeciliğe önem verildiği ve bilim adamlarının tabiat bilimlerine dair eserler ürettikleri görülmektedir. Ben bu hareketi Mu’tezile mezhebine yöneliş olarak görüyorum. Nizamiye medreselerinin yarattığı dinî anlayış zamanla Anadolu’yu da etkilemiştir. Bu dinî anlayışta Şafii ve Eş’arî mezhebidir. İşte Ahi Evren de bu dinî akımın içinde yer almıştır.

Ethem Ruhi Fığlalı da aynı fikirde. Hocam Anadolu Aleviliği de Türkmen Sünniliğinden doğuyor diyorsunuz, bu yanlış değil mi? Bu konu şöyle değil mi: Kalenderi akımlar, Türkmenler de Anadolu’ya geliyor, onlar da kendi özgün yorumlarını yaratırken Sünni inanç sisteminden başka bir özgünlük yok mu, Alevilikte? Yani Alevilik Sünni Türkmenliğinden değil de, kendi özgün yapısından doğmamış mı? İkisi de bir zenginlik olarak var olmamış mı? Mesela birisi İslâmîyet’in farklı akidelerini ön plana çekiyor, diğeri farklı akidelerini çekiyor iki ayrı oluşum var. Yani Alevilik Türkmen Sünnîliğinden nasıl doğuyor, bunu anlayamıyoruz?

 Türkmen tarikatlarla İran menşeili olan, hatta Arap menşeili olan tarikatlar arasında bir ayrılık mevcuttu. Bu ayrılık ve farklılık ırkî ve millî temayüllerden doğuyor. Bu dönemde. bunlar birbirleri ile mücadele ediyorlardı. Fakat bu Türkmen tarikatlar Türkiye Selçukluları zamanında belirgin olarak diğer İran kökenli olan ve Arap kökenli olan düşünce akımlarından ayrılmışlardı. Hatta siyasî düşünce bakımından da ayrılmışlardı. O dönemde Anadolu’nun Moğollar tarafından istila edilmesi söz konusudur. Anadolu’da Moğollar hakimiyet kurduktan sonra görüyoruz ki, Türkmen tarikatlar, Türkmen zümreler Moğollar’la mücadele ederken, Moğollar’ın yaratmış olduğu siyasî ortamla mücadele ederken, İranî çevreler Moğollar’la içli dışlı olmuşlardır. Kalenderi dervişlerle Moğolar arasında şaşılacak biçimde bir yakınlık oluşmuştu. Kösedağ’da ve Moğolların Kayseri muhasarasında bu Kalenderî (Cavlakî) dervişler Moğolların yanında yer almışlardı. Moğol iktidarının himayesini kazanıyorlardı. Mevlanâ’nın hocaları Şems-i Tebrizi ve Seyyid Burhanü’d - din ve müritleri Moğolları destekliyorlardı ve Moğollar’ın Anadolu’da yaptıkları katliamlar büyük ölçüde Türkmenlere ve Ahilere yönelmiştir. Çünkü onlar Moğol iktidarına itaat etmek istemiyorlardı. Moğollar’ın dinî ve tasavvufî zümreler üzerinde yaratmış oldukları ağır siyasî ve kültürel baskılar Anadolu’da birbirinden farklı dinî zümrelerin ortaya çıkmasına ve belirginleşmesine sebep oldu. Çünkü Moğollar bu dinî zümreleri birbirleri ile vuruşturmaya çalışıyorlardı. Gazan Mahmud Han’ın Sünnî - Şiî vuruşması yaratmaya çalıştığı gibi.

Ben Aleviliğin Bektaşiliğin, Heterodoks diyebileceğimiz İslâm anlayışına Türk kültürüne, Türk özüne daha yatkın olan bu anlayışın Türkmen Sünniliğinden geldiği yönündeki görüşünüze katılamıyorum.

Ben de Anadolu Aleviliği olsun, Selçuklular zamanındaki Türkmen tarikatları olsun heterodoks olarak vasıflandırılmasına katılamıyorum. Hatta ben diyorum ki, bu düşünce Avrupa kültürünün bize uyarlanmasından kaynaklanmıştır. Heterodoksun anlamı şudur; Rafızî demektir, apokrif Hıristiyanlığa denir. Gayri dinî demektir, din dışı demektir. Benim gönlüm buna razı olmuyor. Anadolu’daki bu tarikatları din dışı ve İslâm dışı telakki etmiyorum. Bunlar İslâm’ın farklı bir yorumudur ve İslâm kültür muhitinde kendine mahsus farklı dinî, milli ve siyasî şartlar içinde doğmuş olan anlayışlar ve yönelişler olarak kabul ediyorum. Sünnî merkezli bir İslâm’ı doğru, diğerlerini heterodoks olarak vasıflandırmayı uygun bulmuyorum.

Bu düşünce Babinger’le başladı, Fuat Köprülü ile yaygınlaştı. Ahmet Yaşar Ocaklar da devam ettiriyor. Bunun doğru olmadığını savunuyorum. Ben Türkmen tarikatlarına heterodoks vasıflarını yakıştıramıyorum. Dolayısıyla da o günün Türkmen zümrelerinin dinî anlayışı bana göre Sünni dediğimiz veya İrani tarikatlar dediğimiz, Arap tarikatları dediğimiz tarikatlardan daha da Müslüman’dır. İslâm’ın daha iyi bir yorumudur ve bunu gayri İslâm’î olarak vasıflandırmanın doğru olmadığına kâniyim. Bu iddiada bulunanlar Sünnî İslâmlığı doğru, yanlışsız İslâm olarak nitelendiriyorlar heterodoks dedikleri zümreleri de yanlış İslam olarak vasfediyorlar. Mesela bana göre Sünnilik de en az Şiilik kadar İslâm’ın özünden, orijinal şeklinden uzaklaşmıştır. Birini kabul diğerini reddetmek doğru değildir. İşin temelinde böyle bir eğilim var. Sonra bu heterodoks dedikleri dinî zümrelerin mensupları tarafından yazılmış pek çok eserler var. Onlar eserlerinde kendilerini Sünni olarak nitelendirmekteler. Yani ben demiyorum onlar kendilerine Sünni diyorlar. Açsınlar onların eserlerini okusunlar. Bunu açıkça görecekler.

Fuat Köprülü, İrene Melikoff, Ahmet Yaşar Ocak... Bu değerli insanların ifadelerine göre de heteredoks kavramına farklı, yanlış anlamlar yüklenebilir. Fakat genel ahkamın dışında kendi özgün yapısına göre İslâmîyet’i yorumlayan, İslâm dışı değil ama İslâmîyet’teki temel kaideleri kuralları kendi tarihsel dokusuna göre yeniden yorumlayan, insan kümelerine verilen isim olduğu için de heteredoks kelimesi sizin yorumladığınız şeklin dışında ifade ediliyor. Alevi - Bektaşilere Kızılbaşlara Rafizi de denmişti zamanında. Burada Aleviler, Bektaşiler, Kızılbaşlar kesinlikle kendilerini İslâm dışı görmemişlerdir. Böyle tarihsel bulguya da rastlayamıyoruz ama onların kendilerine ait inançları var cemi var, semahı var, muharrem orucu var...

İslâmîyet içerisinde bulunsa da Sünni İslâm anlayışından o inanç sisteminden farklı akideleri, dinî akideleri yaşatan bir toplum olduğu için o ismi veriyoruz. O da tabii ki İslâm dışı değil. Onlara yapılacak en büyük kötülük, onlara İslâm dışı demek. Fakat şu gerçek vardır ki o değerli bilim adamlarının Fuat Köprülü’nün, Ahmet Yaşar Ocak’ın, İrene Melikoff’un ortaya koyduğu bir gerçek de vardır ki, bu insanlar Türk kültürünü, Türk özünü, Orta Asya’dan günümüze getirirken, İslâmîyet’in güzel değerlerini kendi vücudunda birleştirerek güzel bir senteze ulaştırma yolunda örnek olmuşlardır.

Ahmet Yaşar Ocak’la tartışmalarımızda da bu konular söz konusu edilmiştir O yazılarımda şunu belirttim, dedim ki; İran’lı mutasavvufı alalım; bir İran’lı mutasavvufta eski İran kültüründen gelen unsurlar var. Bir Arap mutasavvıfta da Arap kültüründen gelen eski unsurlar var. Hintli bir mutasavvıfta Hind Kültürü’nün etkileri var. Şimdi biz onlara heterodoks demiyoruz. Mevlânâ’ya heterodoks demiyoruz. Ama Mevlânâ’yı incelediğimizde de fikirleri eski Mecusiliğe dayanıyor. Hallacı Mansur’da da Mecusilikten gelen unsurlar var. Bayazidi Bestami de, hatta İbrahim Ethem de eski İran kültürünün motifleri, inançları, onların tarikatlarında da mevcuttur. Onlara heterodoks demiyoruz, bunları Sünni olarak kabul ediyoruz. Ama Ahmet Yesevi veya Hacı Bektaş’ta veya bir Şeyh Vefa’da bunları gördüğümüz zaman onların da düşüncelerinde, tarikatlarında eski Türk kültürünün unsurları var. Bunlara neden heteredoks diyoruz? Ölçü nedir? Eğer o heteredokssa, Mevlânâ da Heteredokstur. Eğer o heteredokssa İbrahim Ethem’de heteredokstur. Çünkü onların tarikatlarında da eski İran kültürü unsurları var. Türkmen tarikatlarında da Türk kültürünün unsurları var. O zaman heteredoks tabirinin kullanışı yanlıştır.

Peki siz ne kullanırsınız?

Türkmen Müslümanlığı.

Türkmen Müslümanlığı başka?

Türkler İslâm dairesine girmeden önce İslâm dünyasında farklı dinî anlayışlar ve dinî yorumlar mevcuttu. Bu farklı dini yorumlar pek çok mezheplerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İslâm dünyasında ortaya çıkan siyasî olaylar dini anlayışlarda da farklılaşmaya sebep olmuş ve bunu hızlandırmıştır. Türkler de Müslüman olunca bu dinî zümrelerden ve anlayışlardan birçoklarına ilgi duymuşlar kendi kültürel dokuları içersinde bu inanışlara intisap etmişlerdir. Mesela Selçuklular’ın zuhurundan hemen sonra bir dönem de Selçuklular Mu’tezile mezhebine yönelmişler ve bunu devletin resmî görüşü şeklinde himaye etmişlerdir. Daha sonra Nizamiye medreselerinin kurulması ile bu defa Eş’ari ve Şafii mezhebi resmiyet kazandı. Demek istiyorum ki devletlerin yönlendirmesi ile insanlar belli bir dinî anlayışa yönelmişlerdir. Türkler de İslâmî anlayışları ve akidelerini bu şekilde ediniyorlardı. O dönemlerde Maturidî ve Eş’arî mezhebi büyük ilgi ve himaye gördüğü için Türkmenlerin de bu mezheplere büyük bir yönelişi olmuştur. Hace Ahmet Yesevî Hacegan denilen Tasavvufî meşreptendir Hace Yusuf-i Hemedani’ye mensuptur. Hacegan ekolüne mensup sofîler genel olarak Sünni idiler. Selefî İslâm anlayışına yakın ve yatkın idiler. Ahmed Yesevî de böyledir. Bu hareket, Yesevî dervişlerle Anadolu’ya geldi. Ancak Anadolu’da kendilerini fazla hissettiremediklerini görüyorum.

Selefi nedir?

İslâm’ı başlangıçtaki şekliyle algılamak inanç esaslarını felsefî yorumlara girmeden kabullenmek olarak özetleyebilirim. Ahmed Yesevi İran’lı Hace Abdullah Ensarî’nin tarzında bir sofidir bir mutasavvuftur. Çok iyi bilinmektedir ki, bu Hace Abdullah Ensarî Selefî bir mutasavvıftır. O dönemde Horasan’da geniş bir nüfuz alanı vardı. Ahmed Yesevî de bu ortamda yetişmiş Hace Yusufî Hemedanî’ye talebe olmuş ve hacegân taifesi arasında yer almıştır. İşte onun için Ahmed Yesevi’ye Selefi eğilimli diyorum. Hacı Bektaş-i Veli de onun yolunda giden ona mensup bir sofidir. Hacı Bektaş’ı Ahmed Yesevî’den farklı tasavvufî çizgide göstermek ona aykırı bir dinî ve tasavvufî anlayışta göstermek tarihi realiteye uymamaktadır. Timurlenk zamanında Yesevilikle Nakşıbendiliği birleştirme çalışmaları, bu iki tarikatın aynı ser - çeşmeden kaynaklanmış oldukları düşüncesinin uygulamasıdır. Bu ser - çeşme da Hace Yusuf-i Hemedanîdir.

Ahmet Yeseviler, Hacı Bektaş-i Veliler, Abdal Musalar, Geyikli Babalar, Yunus Emreler, Taptuk Emreler... Bunlar o Türk kültürünün Orta Asya’dan, Anadolu’ya geldiklerinde almış oldukları şekli en güzel şekilde yansıtan insanlar olduğu için ben de diyorum ki, bunlara Sünni demek yanlış. Halk İslâmîyeti var, Türk, Türkmen Müslümanlığı var, Alevilik, Bektaşilik var. Farklı bir yorum var. Bu farklı yorum nedir? Mesela Sadık Göksu Aleviliğe Vahdet-i Vücutçuluk demişti, siz ise buna karşı çıkarak Cemal perestlik, demiştiniz. Anadolu’da olsun, Balkanlar’da olsun İslâmiyet’i kabul ettiği, kendini İslâm olarak kabul ettiği halde; belki 5 vakit namazı ile orucu ile anlamayan fakat yine de İslâm’ın güzelliklerini yorumlayan büyük bir zümre var. Ben bunu sizin gibi Türkmen Sünniliği olarak yorumlayamayacağım. İster adına Kızılbaş diyelim, isterse Bektaşi, Alevi diyelim... Böyle bir zümrenin varlığının ben çok eskiye dayandığını düşünüyorum.

İran muhitinde Mevlânâ, Necmeddin-i Daye, Bayezid-i Bestamî pek çok mutasavvıflar yetişmişler ve belli bir İslâm’î anlayış meydana getirmişlerdir. Bu anlayışa Heterodoks diyemeyeceğimizi az önce belirttim. Aynı şekilde Türkmenlerin de Türk Kültüründen gelen Türk orijinli olan birtakım düşüncelerini halk inanışlarını İslâmiyet’ten sonra devam ettirmişlerdir. Bu uygulamalarını İslam’a aykırı da görmemişlerdir. Bunlar halk inanışlarıdır. Uzun zaman içinde halk tarafından kabul görmüş olan şeylerdir. Devirler içersinde bunlar hoşgörülmüş müsamaha ortamında uygulanmıştır. Bunları da heterodoks olarak nitelendirerek İslâm dışı şeyler şeklinde takdim etmenin yanlış olduğunu söylüyorum. Sizin muharrem orucu dediğiniz, Muharrem ayinleri aşure geleneği gibi şeyler İslâm diniyle taban tabana zıt olan şeyler değilki. Hatta İslâm dininin yapısını, esasını ilgilendiren şeyler değil halkın ürettiği ve uyguladığı şeylerdir. Türkmen tarikatlar da böyledir. Bunların büyük ölçüde Ahmed Yesevî ekolünden geldiklerini görüyoruz. Eski tabir ile ser - çeşme (pınarın başı) Ahmed Yesevî’dir.

Ahmet Yesevi’den sonra Haydarilik, Bektaşîlik ortaya çıktı, Vefailik ortaya çıktı, Bektaşilik ortaya çıktı. Fakat orijin Ahmet Yesevi’dir. Dolayısıyla bu hareket, Türkmenlerin temsil ettiği bir dinî harekettir. Hangi isim altında ifade edersek edelim, tanıtmaya çalışırsak çalışalım bu böyledir. Bunun için de Ahi Evren’ler de var, Taptuk Emre’ler de var... Bunlar Türkmen halkının dinî anlayışını ifade ediyor. Bu dinî anlayışın kendisine özgü birtakım özellikleri var. Bakın o dönemde çok münakaşa edilen bir konudur. İranî çevreler, Türkmen zümreleri namazsızlıkla itham ediyorlar. Mevlânâ da onları namazsız olarak nitelendiriyor. Namazsız olarak nitelendirilenler arasında Evhadüddin-i Kirmanî, Hacı Bektaş da var. Hatta Yunus Emre de böyle ithama maruz kalmıştır. Oysa onlar kendilerini namazsız olarak nitelendirmiyorlar. Onlar diyorlar ki, biz namazı taksir ediyoruz. O dönemde Anadolu’da iki farklı görüş ortaya çıkmış bir grup namazı taksir ediyorlar, bunlara taksirciler diyorlar. Diğer gruba da tatvilciler diyorlar. Yani namazı uzun kılıyorlar, farz kılıyor, sünnet kılıyorlar. Türkmen dervişler buna muhalefet ediyor. Evhadüddin-i Kirmani de biz namazı kısa kılıyoruz diyor. Neden kısa kılıyorlar? Evhadüddin buna yorum da getiriyor diyor ki; Hz. Peygamber bir dönemde Muaz bin Cebel’i namaz kıldırmakla görevlendirmişti. Muaz b. Cebel de namazı uzun kılıyordu. Müslümanlardan birisi de camiye gidiyor, Muaz bin Cebel’in arkasında namaz kılmıyor, kendi başına namazı kılıp gidiyor. Diğerleri onu Peygamber’e şikayet ettiler. Diyorlar ki falanca geliyor camiye cemaate katılmadan namazı kılıp gidiyor. Hz. Peygamber o adamı çağırdı, dedi ki; sen camiye gelip namazı cemaatle kılmıyormuşsun, kendi başına kılıp gidiyormuşsun, niye böyle davranıyorsun? O Müslüman da dedi ki: Ya Resullullah, Muaz b. Cebel namazı çok uzun kılıyor, benim işim var, ben o kadar uzun süre namazda duramam dedi ve Hz. Peygamber Muaz’ı çağırdı ve dedi ki; “Ya Muaz e ente fattânun”, (Ey Muaz sen fitne mi çıkarmak istiyorsun?) insanları niçin namazdan usandırıyorsun? Namazı uzun kıldırmak sureti ile insanları namazdan usandırıyorsun. Evhadüddin-i Kirmanî namazı taksir etmek ile Hz. Peygambere uymuş olduğunu ifade etmektedir. Yunus Emre de “Bana namaz kılmaz demen ben kılarım namazımı” derken bunu anlatmış olmaktadır. Hacı Bektaş’ın bir risalesi var elimizde. Hacı Bektaş da diyor ki: “Nemâz-i nafile kâr-ı pîre zenân est” (Nafile namaz koca karı işidir) Bu Hacı Bektaş’ın sözüdür. Nafile namaz kocakarı işidir, diyor. Dolayısıyla Türkmenler tarlalarında, çiftliklerinde, davar sürülerinin peşinde çalışırken namazı uzun tutarak kılamıyorlardı. Onun yaşayış biçimi namazı taksir etmesini gerektiriyordu. Demek istediğim şudur; Türkmen tarikatlarının kendilerine mahsus bir İslâmî anlayışları vardı ve o İslâmî anlayış üzere idiler ve bunun heterodoks olarak vasıflandırmanın yine de yanlış olduğunu söyleyeyim.

Namazı uzun da kılsa, kısa da kılsa; namaz yerine niyaz da olsa... Farklı bir anlayışı var Türk’ün İslâm’ı yorumunda, bu görülüyor. Farklılıklar da olsa biz milli inanç sistemimizi yaratmışız zaten. Türklerin İslâmîyet’i yorumlarken kendine özgü formları var. Bunu kimse inkar etmemeli bu da bizim bir zenginliğimiz. Yani Türk töresini de dışarıda bırakmayacak şekilde İslâmîyet’in güzel değerlerini birleştirmişiz, Anadolu’da. Alevisi olsun, Sünnisi olsun aslında bu konuda bir yakınlaşma, halk tabanında da bir yakınlaşma var zaten. Toplumsal yaşamda olduğu gibi inanç sisteminde de yakın temalar var.

Sünnisi ile Alevisi ile hangi gruptan olursa olsun orada bütün insanları birleştirmek mümkündür. Ahmet Yesevi ser - çeşmesinden bahsettik. Burada onları buluşturmamız mümkündür ve yapmamız gereken Sünni Müslümanlar da buna itiraz etmiyor. Hatta Hacı Bektaş’a da itiraz etmiyorlar. Demek ki bu erenler Anadolu insanının kültür kaynağıdır. İşte o kültür kaynağında buluşmamız lazımdır. Eğer bir heterodoksluk söz konusu ise Muhyıddin İbnü’l Arabi’den daha heterodoks insan yoktur. Mevlânâ’dan daha heterodoks insan yoktur. Şemsi Terbizî o kadar heterodokstur ki insanın ona Müslüman diyesi gelmiyor. Muthiş ahlâkî zaaf içindedir. Buna bile Müslüman Sünnî Müslüman diyor. Hacı Bektaş’a, Yunus Emre’ye heterodoks damgası yapıştırıyor. Doğrusu akıl almaz çelişki var orta yerde.

Siz eserlerinizde Ahi Evren’in aslında çok bilinen Şeyh Nasirüddin Mahmut olduğunu söylüyorsunuz. Bu görüşe nasıl vardınız?

Evvela Ahi fütüvvetnamelerinde Anadolu’da meydana getirilen Ahi şecere - nâmelerinde Ahi Evren’in adı Şeyh Nasirüddin Mahmut olarak geçer. Bazen ona Ahi Nasirüddin bazen Ahi Mahmud da denir. Tam adı da Nasirüddin Mahmud b. Ahmed el Hoyîdir. Dolayısiyle Ahi Evren’e Nasiru’d - din Mahmud diyen ben değilim. Ben sadece bu zatın eserlerini ortaya çıkardım.

Neden Ahi Evren kullanıldı?

Evren yılan (ejder) demektir. Anadolu Selçukluları devrinde yılan tebabette yaygın olarak kullanılıyordu. Ahi Evren de bir tabip olarak yılandan serum (pan - zehir) imal ediyor. Bu zehirli yılandan elde edilen bir maddedir. Ahi Evren kış sezonlarında dağlara çıkıyor, kış uykusuna yatmış olan yılanları avlıyor ve istediği gibi kullanıyor. Menkıbelerde ve Ahi Şecere - namelerinde esas adı Nasıru’din Mahmud olduğu halde yılanlarla uğraşısından ötürü ona Ahi Evren dendiği anlatılmaktadır. Bu eserlerde deniliyorlar ki, yılanlar onu ısırmıyordu, yılanlar ona itaat ediyorlardı ve istediği muameleyi yapıyordu ve yılanlar ona hiç itiraz etmiyorlardı. Bu menkabevî söylemlerin anlamı nedir? Ahi Evren keçeler arasında buzlar arasında kış uykusuna yatmış olan yılanları uyuşmuş bir halde muhafaza ediyor, ve onları serin bir yer olan debbağ atölyesinin mahzeninde besliyor. Sonra lazım olduğunda pan zehir yani serum imal ediyordu. Sonra debbağ (Derici) olduğu için yılan derilerinden kırbaç imal ediyor. Kemer yapıyor. Ahi Evren’in arkadaşı olan Hacı Bektaş’ın yılandan kırbaç kullanmasına dair menkebe bu anlama geliyor. Bundan dolayı ona ejder anlamına gelen, Evren denilmiştir. Onun için Mevlanâ Celâlü’d - din-i Rumi “Mesnevî”sinde onu “Mar - gir”(Yılan avlayan) diye anarak hicvetmektedir. Keza “Divan-i Kebir”inde 10 kadar şiirde onu “Ejder ve Mar” diyerek anmaktadır. Ama asıl adı, menkıbelerde geçen adı Nasireddin Mahmut’tur. İşte bu bilge ve sanatkar kişinin birtakım eserleri varmış. Bunu ilk ben ortaya çıkardım. Nasıl vardım o eserlerin Ahi Evren’e ait olduğu kanısına?

Evet, nereden geldi? Çünkü o bir eleştiri konusu.

ahi Evren’i incelerken Mevlânâ ile münasebetlerine dayalı birtakım şeyler ortaya çıktı. Mevlânâ’nın hayat hikayesinden anekdotlar derleyen Menakıbu’l - Arifin’in adlı eserin yazarı Ahmet Eflaki Mevlânâ’nın baş düşmanı olan birisinden bahsediyor. Bazı yerlerde isim vererek, bazı yerlerde isim vermeyerek, Mevlânâ’ya muhalif olanların başında gelen bir adam olarak Nasıreddin’den bahsediyor. Bu adamın “Tabsire” adlı bir eseri bulunduğunu haber veriyor. Bu haber üzerine ben Tabsire adındaki eserin nüshalarını aramaya koyuldum; Anadolu’daki muhtelif kütüphanelerde nüshalarını buldum. Birçok nüshalarında bu eserin Sadreddin Konevî’ye ait olduğu kayıtlıdır. Oysa Sadreddin Konevî’nin ölümünden 13 yıl önce Konyalı bir zat tarafından istinsah edilen en eski nüshasının kapağında bu eserin Şeyh Nasireddin Mahmud el Hoyî’ye ait olduğu kayıtlıdır. Bu eserin içinde bulunduğu mecmuada aynı şahsa ait olan iki risale daha var. Bu üç risalenin aynı yazara ait olduğu hemen bir okuyuşta anlaşılıyor. Nitekim bu risalelerdan biri “Metali’ül-iman” adını taşıyor. Bu eser de çoğunlukla Konevî’ye nisbet ediliyor. Bu eserin 1275 yılında Konya’da kopya edilen nüshasında da bu eserin Evhadü’d - din Kirmanî’nin müridi olan Şeyh Nasireddin’e ait olduğu kayıtlıdır. Bu ve buna benzer kayıtlar bu eserin Konevî’ye ait olmadığını ve gerçek yazarının da bu Nasıreddin olduğunu kat’i olarak ortaya koyuyordu. Sonra bu “Tabsire” adındaki eserin eski nüshaları Metaliü’l-iman, ve Menâhic gibi eserlerle bir arada bulunuyordu. Bu eserler de incelendiği zaman, bu eserlerin de aynı adama ait olduğu açık olarak anlaşılmaktaydı. Mevlânâ ve çevresiyle aralarındaki mücadele Mevlânâ’nın Mesnevisine yansıdığı gibi onun eserlerinde de bu fikrî mücadelelerin yer aldığını gördüm. Sonra Sadreddin Konevî’nin çevresindekilere yazdığı mektupları mütalaa ederken Sadreddin Konevî ile bu zatın birbirlerine mektup yazdıkları ortaya çıktı. Bu mektuplar Osmanlı uleması tarafından İranlı filozof Hace Nasireddin Tusî’ye mal edilmiştir. Mektuplar incelendiğinde bu zatın Kırşehir’de ikamet ettiği ve buradan Sadreddin Konevî’ye mektuplar yazdığı ortaya çıktı. Sadreddin Konevî onu Hace Nasireddin diye anmaktadır. Keza Sadeddin Mes’ud adındaki bir talebesi Canik’ten yazdığı mektubunda Kırşehir’de bulunan hocasını Ahi Mahmud diye anmaktadır.

Canik’ten yazdığı mektuplardan Kırşehir’deki üstadından Ahi Nasreddin Mahmut’tan bahsediyor. Bu dönemde Konya’da bazı olaylar cereyan etmiştir. Bu olaylar vesilesiyle Mevlevî yazar Ahmed Eflaki eserinde onunla ilgili birçok anekdotlar kaydetmiştir. Eflâkî’den öğrendiğimize göre bu Nasıru’d - din’in Konya’da iki tane hanikahı vardı: Birisi Hanikah-ı Ziya, diğeri Hanikah-ı Lala. Bir dönem de Mevlânâ Moğol yanlısı yöneticilere mektuplar yazdı ve bu hanikahların sahiplerinden alınıp, kendi müritlerine verilmesini istedi. Mektubu vezir Taceddin Mu’tez’e yazdı. Bu kişi Hülagu Han’ın Anadolu’ya vezir olarak tayin ettiği adamdır. Bu da Hülagu Han tarafından bir menşur aldı. Mevlânâ bu Taceddin Mu’tez’e mektup yazıyor diyor ki, Hanikah-ı Lala ile hanikah-ı Ziya’yı dostu Hüsamettin Çelebi için talep ediyor. Bunun üzerine de Moğol veziri harekete geçiyor bu tekkeleri Şeyh Nasreddin’den ve Ahilerden almaya çalışıyorlar ve zorla alıyorlar. İşte bu tekkelerin alınışı sırasında Ahiler isyan ediyor. Neden Ahiler isyan etti? Çünkü diyor ki, bu Hanikah Ahilerin liderinin Hanikahları yani Nasreddin-i Mahmud’un hanikahlarıdır. Dolayısıyla Ahiler Moğol iktidarı döneminde şiddetli bir şekilde Moğol iktidarına karşı mukabelede bulundular; isyan ettiler, sadece Konya’da değil Anadolu’nun birçok yerlerinde Ahiler isyan ettiler. Kırşehir’de isyan ettiler, Aksaray’da isyan ettiler, Tokat’ta isyan ettiler, Sivas’ta isyanlar çıktı, Çankırı, Çorum, Denizli’de Moğolların tayin ettiği yöneticiler bu Ahi isyanlarını bastırmak için müthiş bir zulüm yaptılar o devrin kaynaklarına indiğimiz zaman bu isyanlarla ilgili pekçok bilgilere rastlıyoruz. İşte bu olaylardan dolayı Moğolar ve Moğol yandaşları Ahi Evren Şeyh Nasreddin’in ve yakınlarının eserlerini yok ettiler veya yayılmasını engellediler.

ahi Evren’in bu şekilde birkaç eseri tespit edildikten sonra bu eserlerinde başka eserlerinden bahsediyor mesela diyor ki, ben bu konuyu “İlmü’t - Teşrih” adlı eserimde açıkladım diyor. Burdan anlıyoruz ki, İlmü’t - Teşrih diye bir eseri daha var. Mesela Fıkıh konusuyla ilgili bir açıklamaya geldiği zaman diyor, ben bunu Ulm-i Hakiki’de anlattım. Oradan anlıyoruz ki Ulm-i Hakiki diye başka eseri var. İşte bunun gibi. Söz gelimi: O dönemde Türkmen bir tacir var. Taceddin Kaşî adında. Bu Tacceddin Kaşî Ahi Evren’den istirham ediyor, diyor felsefeye dair bana bir eser yaz. Öyle bir eser yaz ki, ben o eseri okumak sureti ile felsefenin temel esaslarını öğreneyim diyor. Bu talep üzerine Tuhfetü’ş - şekûr diye bir eser yazıyor. Sadreddin Konevî Ahi Evren’in bu eserini okuyor ve bu eserle ilgili bazı sorularını bir mektupla ona bildirmektedir. İşte Ahi Evren Hace Nasirü’d - din’in eserlerine ulaşma maceram böyle oldu. Tabiî bu çok teknik konudur. El - yazması eserlerle ilgisi olmayanların bunu anlaması çok zordur. Kütüphanelere girmeden bu söylediklerimi takip etmeleri mümkün değil. O devri de çok iyi bilmeleri ve kişileri tanımaları gerekmektedir. Rahmetli A. Gölpınarlı bu anlattıklarımı dinlediği anda meseleyi kavradı ve “Sen beni heyz ettin” dedi. Buna birçok arkadaşlar şahittir. Ben ancak böyle hulasa edebildim.

Siz kitaplarınızda Ahi Evren’le diğer Türk Sufilerin ilişkilerini de işliyorsunuz. Ahi Evren’le Mevlânâ’nın, Mevlânâ ile Hacı Bektaşî Veli’nin, diğer kimi Rum ve Horasan erenleri ile Mevlânâ’nın aralarının iyi olmadığını hatta birbirlerine şiddetle karşı olduklarını belirtiyorsunuz.

Niçin Horasan ve Rum erenleri ile bu arada Ahi Evren ve Hacı Bektaşî Veli ile Mevlânâ’nın arası iyi değildi? Gerçekten de Ahi Evren’i Mevlânâ mı öldürtmüştü? Çok tartışma yaratan bu konuda neler söyleyeceksiniz?

Evet gerçekten çok geniş bir konu olmakla birlikte ben özetle sunmaya çalışacağım. O dönemde Anadolu’da Türkmen tarikatları vardı ve Türkmen tarikatların mümessili olan Dervişler zümresi vardı. Mevlânâ İran kültürünün adamıdır. O çevrenin adamıdır. Mevlânâ Anadolu’ya geldiği zaman bu Türkmen çevrelerle uyum sağlayamamıştır. Babası Baha Veled de öyle. Dolayısıyla da zaman zaman eserlerinde Türkmenler’e hücumda bulunur. Türkmen ilim ve fikir adamlarına hücumda bulunur. Aralarındaki ayrılığın birincisi budur. İkinci olarak da o dönemde Moğollar Anadolu’yu istila ettiler. Türkmenler Anadolu’da Moğol iktidarına karşı isyan ederlerken Moğol iktidarını tanımazlarken Mevlânâ ve çevresi Moğollar’la gayet iyi ilişki içerisine girdiler ve Moğollar Mevlânâ ve Mevlânâ’nın yakınlarını destekliyorlardı. Hatta onlara para veriyorlardı. Bu Mevlânâ’ya iftira değildir. Mevlânâ ve çevresindekiler kendileri bunu söylüyorlar. Kendi eserlerinde bunlar yazılıdır. Mesela, Moğollar bir defasında Mevlânâ’ya 700 dinar para gönderdiler. Bir başka zaman 3. 000 dinar para gönderdiklerini Eflaki haber vermektedir. Mevlânâ da bir mektubunda Moğol veziri Taceddin Mu’tez’e gönderdiği paraları aldığını bildirmektedir. Mesnevi’de “Mısır Halifesi’nin Hikâyesi” adlı bir hikâye anlatıyor. Mevlânâ bu hikâyede Hülagu Hanı mağlubeden Memluklu sultanı Baybars ile Baybars’a sığınan ve kendisini Mısırda Halife ilan eden son Abbasi Halifesinin oğlu ez - Zahir Billah’ı çok tahkir edecek biçimde hicvetmektedir. Bundan dolayı Hülagu Han özel bir kurye ile Mevlânâ’ya 1000 dinar para gönderdi. Bu misalleri çoğaltmak mümkündür.

Netice olarak dönemde Mevlânâ ve çevresi Moğollar’dan destek görüyorlardı ve Moğollar onlara para gönderiyorlardı ve onlar da buna karşılık, Anadolu’da Moğol iktidarına bir siyasi taban oluşturmak için faaliyet gösteriyorlardı. Bunu Şems’in Makalâtı’nda açık olarak görüyoruz. Dolayısıyla Mevlânâ ile Ahi Evren arasındaki ihtilaf unsurlarından birisi de bu siyasi anlayış farkıdır.

Bir diğer anlayış farkı da tasavvufî bir anlayış farkıdır. Bu bizim için çok önemlidir. Türkmenlerin belli bir tasavvufi anlayışları vardı; tekkeler, zaviyeler, hanikahlar bir eğitim ocağıdır. Bu eğitim ocağında belli bir metotla belli bir usul ile insan eğitilir, insan eğitim ocağıdır burası. Şimdi Türkmen tarikatlara mensup olan şeyhler eğitim metodu bakımından farklı bir metot uyguluyorlardı. Bu metot da Seyr-i Sulûkî Afâkidir, dışa dönük bir eğitim usulüdür. Halbuki İrani çevreler Seyr-i, Sulûk-i Enfûsi metodunu uyguluyorlardı bu iki ayrı metodun uygulanması iki tip insanın ortaya çıkmasına sebep oluyordu. İki farklı düşüncede olan insan tipi yetiştiriyordu ve Ahi Evren gibi düşünen mutasavvufların yetiştirdiği insanın Mevlânâ veya Şems-i Tebrizi veya Seyid Burhaneddin gibi şeyhlerin yetiştirdiği insanlar ayrı bir dünyanın adamı idiler. Onların düşünce tarzları da değişikti. Böyle değişik düşünceler olunca bu iki zümre arasında o dönemde şiddetli mücadeleler cereyan etmiş ve bu mücadelelerin sonunda da herkes iyi bilir ki, Ahiler Şems-i Tebrizi’ye suikast düzenlediler. Şems-i Tebriz’yi öldürdüler. Bunu Ahi Evren kendisi organize etti. Çünkü biliyorlardı ki, Şems-i Tebrizî Moğollar’ın adamıdır. Moğol ajanı idi ve Moğollar’ın adına Konya’da faaliyet gösteriyordu. Bir Cavlakî (Kalenderi) Şeyhi olan Şems_i Tebrizi ve Müritleri Moğolların hizmetine girmişlerdi. Onun için Kösedağ’da Moğolların yanında yer almışlardı. Moğollar’ın Kayseri Muhasarası sırasında bu Cavlakiler Moğollarla birlikte Ahi ve Türkmenlere karşı savaşıyorlardı. Moğollar Kayseri’de çok büyük bir katliam yaptılar. u sırada bu Cavlakiler Moğol askerleri seyretmiyorlardı. Bu katliamdan sonra Moğollar, Seyyid Burhaneddin’e etek dolusu para verdiler Türkmen ve Ahiler bunu bildikleri için Şems-i Tebrizi’ye bir suikast düzenlediler. Şems-i Tebrizi’nin öldürülmesinde Mevlânâ’nın oğlu Alaaddin Çelebi önemli bir rol üstlenmiştir. Bu yüzden Mevlânâ, oğlu Alaaddin Çelebi’ye dargındı ve oğlu Alaaddin Çelebi’nin öldürülmesinde de Mevlânâ’nın parmağı var. Mevlânâ oğlunun cenaze namazını kılmamıştır. Bunu Mevlevi kaynakları söylüyorlar.

Şems-i Tebriz’in öldürülmesinde Ahi Evren’in aktif rol oynadığını Tasavvuf Düşüncesinin Esasları isimli eserinizin 229’uncu sayfasında belirtiyorsunuz. Halk katında ise, özellikle Aleviler Bektaşiler arasında Şems-i Tebriz tamimiyle tasavvuf ehli, kamil, Hacı Bektaş’a yakın birisi olarak biliniyor. Siz ise tamamen farklı bir yorumda bulunuyorsunuz?

Bakın, Moğollar Erzurum’a geldikleri zaman Şems-i Tebrîzi Erzurum’dadır. Moğollar Erzincan’a geldikleri zaman Şems-i Tebrizî Erzincan’dadır, Moğollar Tokat’ı, Sivas’ı feth ettikten sonra Kayseri’ye geldiler. Şems-i Tebrizî de Kayseri’dedir ve Moğollar Kayseri’de şehir surlarını dövdükleri zaman Şems-i Tebrizî’nin müritleri olan Kalenderî dervişler de Moğollar’la birlikte mancınıklarla surlara taş atıyorlardı. Bunu devrin tarihçisi İbn-i Bibi yazıyor. Cavlakî dervişler de Moğollar’a yardım ediyorlardı. Evet Velayet - nâme’de Şems-i Tebrizî ile Bektaşî çevreler arasında sıcak ilişki bulunduğu anlatılmaktadır. Velayet - nâme’nin yazıldığı dönemde Mevlevî çevrelerle Türkmen ve Bektaşî çevreler arasındaki kırgınlığı gidermek amacıyla Velayet - name’ye böyle bir motif dercedilmiştir. Mevlevî çevreler ile Ahi ve Türkmen çevreler arasındaki sürüp gelen muhalefeti ortadan kaldırmak ve barış ortamı yaratmak amacıyla Uzun Firdevsi “Velayet - name”ye bu tür motifleri koymuştur. Sultan II. Bayezid döneminde bu iki zümre arasındaki ayrılık giderilmeye çalışıldı. Yalnız Firdevsi-i Rumi değil başka yazarlar da bunu yapmaya çalışmışlardır.

 Ahmet Yaşar Ocak Kalenderiler isimli eserlerinde Şems-i Tebrizi tamamen Kalender derviş olarak gösteriyor?

Tabii bu doğrudur. Anadolu’daki Kalenderilere Cavlaki denir. Bunlar Şam’da bulunan Cemaleddin Savî’nin müritleri ve halifeleri idi. Anadolu’da da Şems-i Tebrizî, Ebubekr-i Niksarî ve Osman-i Rumî gibi temsilcileri vardı. Mevlânâ da Şems’le tanıştıktan sonra Kalenderiliğe meyletmiş ve Şam’daki Kalenderi çevrelerle irtibata geçmiştir. Oğlu Sultan Veled’i oraya gönderdiği gibi kendisi de Şems’in ölümünden sonra oraya gitmiş ve oradaki Kalenderi çevrelerle teması olmuştur. Hatta çok ahlaksız bir kalenderi olan Ali Hariri ile ilişkileri de olmuştur.

Cavlaki olabilir ama onun böyle bir harekette bulunması zor gibi görünüyor. Siz var diyorsunuz?

Devrin tarihçisi İbn-i Bibi eserinde Cavlaki dervişlerin Moğolar’la birlikte Kayseri surlarını taşa tuttuklarını ve surlardan gedik açmaya çalıştıklarını yazmaktadır. Bu sırada şehri Moğol ordusuna karşı Ahiler savunmaktaydılar. Bunu da İbn Bibi söylüyor. İşte bu Cavlakîler Şems-i Tebrizî’nin adamlarıdır. Muhtemelen Şems-i Tebrizî de orada bulunuyordu. Nitekim bir sene sonra onun Konya’ya geldiğini görüyoruz. Eflakî Moğollar Kayseri’ye girip şehri ateşe vererek binlerce Ahi ve Bacıyı katlettiler. Moğollar Kayseri’de katliam yaparken buradaki Cavlakîler herhalde onları seyretmiyorlardı. Onlar da bu katliamda bulundular.

Ahi Evren’le, Şems-i Tebrizi arasında, aynı zamanda Mevlânâ ile Şems-i Tebriz arasında, Mevlana ile Ahi Evren arasındaki ilişkiler daha uzun yıllar tartışılacak gibi.

Bir Babaîler isyanı var. Türk tarihinin en büyük halk hareketlerinden birisi olarak görülen bu hareketle ilgili neler söylersiniz?

Bu hareket Anadolu’da ilk halk hareketidir. Anadolu’da Türkmenleri destekleyen ve Türkmenlerin büyük hamisi büyük Sultan Alaaddin Keykubat idi. Onun zamanında Türkmen dervişler devlet hizmetinde görevlere getirildiği gibi Ahiler de devlet hizmetine alınmıştır. Onun için Türkmenler ona iman derecesinde bağlanmışlar ki Ulu Sultan diyorlardı. Türkmenler’in tabiri ile Ulu Sultan Türkmenler’e büyük bir destek veriyordu. Devletin yüksek kademelerine Türkmen dervişleri yerleştiriyordu. Ahileri yerleştiriyordu. Bunların isimleri de bellidir ve bu Ahi teşkilatını devletin bünyesi içerisine soktu. Ahilik önce halk hareketi olarak doğmuştu, fakat Alaaddin Keykubat devletin kademelerinde Ahilere görev verdi ve büyük şehirlerde inzibat ve belediye hizmetlerini tamamen Ahilere teslim etti. Bu tarihten itibaren Ahiler belli bir üniforma giymeye başladılar, devletin resmi hizmetlileri Şed bağlarlardı. Şed’in arasında kama taşımak Keykubat zamanında Ahi üniformasına dahil edildi. Bugün nasıl polisler tabanca taşıyorlarsa o dönemde de Ahilere üniforma olarak kama verildi. Çünkü şehirlerde inzibat hizmetleri görüyorlardı. Şimdi Türkmen çevrelere bu derece hizmet eden Alaaddin Keykubat oğlu II. Gıyaseddin Keyhüsrev ve yandaşları tarafından bir suikast neticesinde öldürüldü. Türkmenler’in iman derecesinde bağlanmış oldukları Ulu Sultan oğlu tarafından bu şekilde öldürülünce, Türkmenler bu sultana karşı reaksiyon duymaya başladılar. Bu suikastı yaparken de İranî çevrelerin yardımı ile bu işi gerçekleştirdi. Bu suikastın içerisinde faaliyet gösteren kişiler de İranî çevrelerdir. Dolayısıyla kültürel bakımdan da Alaaddin Keykubat’ın bu oğlu İranî çevrelere yakındı. Zaten Alaaddin Keykubat ölmeden önce bu büyük oğlu Gıyaseddin Keyhüsrev’i veliaht olarak tayin etmedi. Küçük oğlu İzzedin’i veliaht olarak tayin etti. Gelenekte büyük oğullar veliaht olarak tayin edilir. Fakat Alaaddin Keykubat sağlığında onu İran kültürüne hizmet eden insanların arasında olduğu için İran kültürü ile kültürlendiğini bildiği için o oğlunu veliaht olarak tayin etmedi. Bundan dolayı Gıyaseddin Keyhüsrev İranî çevreleri desteğine alarak annesi Hont Hatun’un desteği ile Alaaddin Keykubat’a Kayseri’de suikast düzenlediler ve Gıyaseddin Keyhüsrev babasını öldürüp iktidara gelince babasını nasıl devlet hizmetlerinde Türkmenleri görevlendiriyor idiyse Gıyaseddin de devlet kademelerinden Türkmenleri uzaklaştırmaya başladı. Osmanlıların bir döneminde de bu hadise cereyan ediyor. Türkmenleri devlet hizmetinden uzaklaştırdığı gibi Türkmenler’in zaviyelerini, tekkelerini ellerinden alıp İranî çevrelere veriyordu. Hatta Türkmenlerin vakıflarına da el konuluyordu. Türkmen çevrelerden bazı kişileri de katletti. Mesela Emirce Sultan’ı katletti. Bu hadiseler Türkmenler’in isyanına sebep oldu. Baba İlyas veya Baba İshak isyanı dediğimiz, Babailer İsyanı bu hadiseler üzerine patlak vermiş bir halk hareketidir. Bu Sultan iktidara geldiği yıl inşaa ettiği Eğirdir’deki kervansarayın kitabesinde kendisini Türkmenleri (havaric) ezen sapıkların kökünü kazıyan olarak vasfetmektedir. Buradan anlaşılıyor ki bu sultan iktidara gelir gelmez Türkmenler karşı bir mücadele başlatmıştır. İşte Babaîler isyanı bunun sonucudur. Bu isyanın çıkmasında dış güçlerin de önemli rolü bulunmaktadır. Abbasî Halifeliği, Eyyubî Hanedanlığı ve Moğollar fayda umdukları için, siyasî emelleri için bu isyana destek veriyorlardı. Bunun sebeplerini burada açıklamam imkânsızdır. Çünkü çok uzun bir hikâyedir.

Bu isyanın sonuçları ne oldu? Ahi Evren burada hangi konumdadır?

İsyanın çıktığı dönemlerde Ahi Evren tutuklu idi. Hapiste idi. Fakat Ahiler de bu isyanların içindeydiler. Birçok Ahinin de bu isyan içinde görev aldıklarını görüyoruz. Malatya’da bulunan Ahi Ahmet bu isyanın içerisindedir ve isyandan sonra o da tutuklandı. Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş’de bu isyanın içindedir. Hacı Bektaş da bu isyanın içindedir ve dolayısıyla Hacı Bektaş’ın ağabeyi de bu isyanda şehit olanlardan birisidir. Türkmen dediğimiz zaman bunun içinde Yesevi kolundan gelenler, Horasan erleri, Evhadîler, Vefailer hepsi bunun içindedir.

Bu konuşmalarımızdan şu mu çıkıyor? Yani Orta Asya’dan gelen Türk kültürü var; İslâmîyet’le tanışıyor, Anadolu’da harmanlanıyor, Alevi Müslümanlar bir yorumu çıkıyor. Ayrıca İran’ın etkisi ile Mevlânâ’nın yaratmış olduğu başka bir fikir var... ikisi sürekli çatışma halindedir... Birisi Mevlânâ Selçuklular’a yakın. Halk katında olan diğer Alevi - Bektaşi Türkmen zümreler de devlet katında uzaklaştırılıyor bunların hoşnutsuzluğu birikiyor ve bir isyan patlıyor. Ama burada inançsal motifler var... Celali İsyanlarından farklı yönü bu mudur?

Katip Çelebi Fezleke adlı eserinde diyor ki; Celalî İsyanları’nı çıkartanlar önceleri devlet kademelerinde yüksek mevkilerde bulunuyorlardı. Katip Çelebi’nin ifadesiyle üniformaları gaddâreleri ellerinden alındı. Tabii bunlar Anadolu’ya Türkmen halkın içine girdiler. Ve Anadolu’da halk hareketlerini meydana getirdiler, diyor. Görüyoruz ki Celalî isyanlarının patlak vermesi ile Selçuklular zamanındaki Babailer İsyanı’nın çıkışı arasında büyük bir benzerlik var. İşte bu iki olay Anadolu’da Türkmen halkın devlete karşı olmalarını sağlamıştır.

Sizin eserinizde Şehy Hamid el Kirmani ve bununla ilgili eseriniz var şimdi Şeyh Evhadüddin el Kirmani’nin Mevlânâ’dan farklı olarak tasavvufta Enfusî yolu değil de Afakî yolu benimsediğini, Anadolu’da bu uygulamanın en ünlü temsilcisi olduğunu söylüyorsunuz, ilgili eserde.

Peki Kirmani kimdir? Tasavvufta Afakilik nedir? Kirmani’nin Anadolu’daki tasavvuf dünyasındaki etkisi ne olmuştur?

Önce Kirmanî kimdir, ondan bahsedeyim; Kirmani adından da anlaşılacağı üzere Kirmanlı’dır. İran’ın Kirman Vilâyetinden Anadolu’ya göçmüştür. Bir dönemde Kirman, Oğuzlar’ın istilasına maruz kaldı. Sultan Sencer dönemidir bu. Sultan Sencer’in ölümü de bu göçler sırasında oldu. Oğuz Türkmenleri Kirman’a muhacaret ettiler, Kirman, yoğun bir Türkmen akınına uğradı ve daha sonra Kirman Selçukluları devletini ortadan kaldırdılar. Kirman Selçukluları devletinin yıkılmasından sonra Kirman’dan büyük bir göç dalgası yaşandı. Bir kısım Kirman Türkmenleri Anadolu’ya hicret ettiler. Anadolu’ya hicret eden Türkmenler arasında Evhadüddin-i Kirmani de var. Bağdat’a geliyor sonra kuzey Mezopotamya’ya ve oradan da Anadolu’ya muhaceret ediyor. Bazı Osmanlı kroniklerinde de tespit edildiğine göre Osmanlılar’ın ecdadı da Kirman’ın Mahan kasabasından Anadolu’ya gelmişlerdir. Osmanlıların ceddi Ertuğrul ve Dündar Beyler Kirman’dan Anadolu’ya muhacaret etmişler. Kirmanlı bir arkadaşımız var, Bastanî-i Parizî diye. Bu iddiayı bu zat geniş olarak ele almakta ve hatta Osmanlılar’ın ceddi ile Kirmanî arasında bir bağ kurmaya çalışmaktadır. Bu zat, Osmanlıların ceddi Sülaymanşah ile Evhadü’d - din-i Kirmanî arasında akrabalık bağı bulunduğunu isbata çalışmaktadır. Evhadüddin - î Kirmanî o bölgeden Anadolu’ya muhacaret etmiş bir Türkmen dervişidir. O Fütuvvet Teşkilâtı’nın. Anadolu temsilcisi olarak görev yapıyordu. Anadolu’ya geldikten sonra Anadolu’da Evhadiye tarikatını kurdu. Bir mürşit olarak Türkmenleri irşat ediyor ve büyük bir saygı görüyordu. Alaeddin Keykubat’a ve I. Gıyaseddin’e yakınlığı vardı. Anadolu’da Türkmenleri eğitirken aynı zamanda onun düşüncelerinin içinden çıkan iki fikir örgütü mevcuttu; bunlardan birisi de Ahilik teşkilatıdır. Ahi Evren, Evhadüddin - î Kirmani’nin damadıdır ve Fatma Hatun veya Fatma Bacı dediğimiz, Evhadüddin - î Kirmani’nin kızıdır. Evhadiye hareketi Anadolu’da Ahi ve Bacı teşkilatı’nın fikir babasıdır. Hatta Evhadiye geleneği Evhadiye Tarikatı’nın bazı usul ve erkanı bugün hala Anadolu’da varlığını devam ettiriyor. Peştamal bağlamak, Evhadüdnin’in koyduğu bir gelenektir. Peştemali üçgen şeklinde bağlamak, üçgenin bir ucunu yan taraftan aşağıya doğru sarkması şeklinde bağlanışı onun sünnetidir. Bu uygulama Evhadiye tarikatının üniforması idi. Yine Evhadiye tarikatının esaslarından olan çayda çıra oyunu, Evhadüddin’in icat ettiği bir şeydir. Bugün hepiniz biliyorsunuz. Anadolu’da yaygın bir şekilde uygulanan bir şeydir. Evhadüddin-i Kirmani gençlerin eline mum veriyor, kandil veriyor ve o mumlarla onları raks ettiriyor, kendisi de bunu şöyle yorumluyor diyor ki; gençlerin güzelliklerinin cazibesini arttırmak için onların eline kandil veriyor ve onları kandillerle raks ettiriyor ve onların cemallarının cazibesinin artmasına vesile oluyor, diyor. Seyri Suluki Afakiliği Anadolu’da yaygınlaştırdı. Belki Evhadüddin’in Anadolu’da yapmış olduğu en büyük inkılap bu Seyri Suluki Afakiliği Türkmenler arasında yaymış olmasıdır. Bu metotla Türkmenlerin eğitimlerini gerçekleştirdi. Bu metotla onlar eşyanın güzelliklerinden Cenab-ı Allah’ın sanatını azametini müşahade etmeye çalışıyorlardı. Allah’ı göremeyeceğimize göre insan aklının Allah’ı idrak edemeyeceğine göre, Allah’ın eserleri ile Allah’ın azametini, celalini, cemalini müşahede etmek mümkündür. İşte Evhadüddin Seyri Suluki Afaki ile bu metodu öğretiyor. Müritlerini tabiata yönlendiriyor, tabiattan ders almaya yönlendiriyor, eşyanın esrarını çözmeye yönlendiriyor. Onun içinde tabiat ilimlerine büyük bir önem veriyor, tabiat ilimleri insana eşyanın esrarını eşyanın esrarını öğretir diyor ve insanları müritlerini eşyaya temaşa etmeye yönlendiriyor. Ahi Evren de birkaç eserinde özellikle bu maksada matuf olarak eserler yazıyor. Mesela Letaif-i Gıyasiye’si tamamen bu anlayışın mahsulüdür. Bu Türkmenler’in tabiatına da uygundur. Çünkü Türkmenler yaşayışları itibari ile tabiatta yaşayan insanlardır. Tabiatla baş başa yaşayan insanlardır. Tarlasında çiftinde, davar sürüleri ile meşgul olan insanlardır. Dolayısıyla tabiatla yüz yüzedirler. Dolayısıyla bu metotla insanları eğitmek daha da kolaydır. Evhadüddin-i Kirmanî kendisi de eserinde söylüyor, diyor ki Türkmenleri eğitmek daha kolay oluyor, çünkü Türkmenler tabiatları icabı art düşünceleri yoktur, kalpleri temizdir, böyle insanları tasavvufi yolla eğitmek çok kolay oluyor. Evhadüdddin Anadolu’ya böyle bir kültürel atmosfer yaratan insandır.

Eserlerinizde Fatma Hatun’un; Kadıncık Ana, Kirmani’nin kızı, Ahi Evren’in karısı, Ahi Evren’in ölümünden sonra ise Hacı Bektaş’ın yanında yaşamını sürdüren, Abdal Musa ile akraba, Hacı Bektaş’ın vefatından sonra ölen hatun olduğunu belirtiyorsunuz. Ben böyle bir sonuç çıkardım kitaplarınızdan.

Kimdir Fatma Hatun? Bacıyan-ı Rum’un kuruluşunda nasıl bir görev üstlenmiştir?

Fatma Hatun Evhadüddin-i Kirmani’nin kızıdır. Kaynaklar bunu söylüyor. Fatma Hatun Kayseri’de debbağlar mahallesinde bulunuyordu. Fatma Hatun’un kaldığı ev debbağlar çarşısındaki tekkeye bitişikti. Bir kapısı da bu tekkeye açılıyordu. Bu debbağlar tekkesi o dönemde debbağların piri olan Ahi Evren’e ait idi. Böyle olunca Fatma Hatun’un debbağların piri Ahi Evren ile evli olduğunu ortaya çıkmış oluyor. Nitekim kaynak diyor ki, Evhadüddin, kızı bu evde olduğu için Evhadüddin zaman zaman Kayseri’de Hacılar köyünde Battal mescidinde uzlete çekilirdi ve şehire indiği zaman da kızının evine gelirdi. Debbağlar hanikahındaki eve gelirdi ve kızı orada birisi ile evli idi diyor. Birisinin adını söylemiyor, neden söylemiyor? Çünkü bu eser yazıldığı dönemde Anadolu’da Moğollar’ın Ahi Evren üzerinde yarattığı ağır bir siyasi baskı vardı, dolayısıyla bu kitabı yazan adam Evhadüddinin müridlerindendir, Sivaslı’dır. Bu ismi vermiyor, fakat biz bunu anlıyoruz ki debbağların piri olan Ahi Evren’in eşidir, nitekim başka bir vesile ile yine ortaya çıkıyor diyor ki Moğollar Kayseri’yi işgal ettikleri zaman Fatma Ana da Moğollar’a esir düştü, Moğollar alıp götürdüler, fakat bir süre sonra serbest bıraktılar.

Fatma Bacı Kayseri’ye gelince yine kaynaklar bildiriyor diyor ki kocası vardı. Fatma Hatun’a nerede ikamet etmek istediği sorulunca kocasının yanına gönderildi deniliyor. Bu tarihte öğreniyoruz ki Fatma Bacı bilahare Kayseri’den Kırşehir’e gelmiş. Neden Kırşehir’e geliyor? Çünkü Ahi Evren oradadır, kocası oradadır yine başka kaynak vasıtası ile başka şeyler öğreniyoruz diyor ki; Ahi Evren’in öldürülmesi olayından bahsettikten sonra Fatma Bacı yine açıkta kalıyor ve diyor ki; Fatma Bacı Konya Ereğlisi’nde Şeyh Şehabettin Çoban’ın yanına gitti. Çünkü bu Şeyh Şehabettin Çoban Evhadüddin-i Kirmani’nin halifelerindendi ve ona sığındı. Kocası ölmüş olduğu için Şeyh Şehabettin Çoban onu müritlerinden birisi ile evlendirdi. Şeyh Eminüddin Yakup’la evlendirdi ve bu Eminüddin Yakup’tan Fatma Bacı’nın oğulları dünyaya geliyor. Bu vesile ile bir şey daha öğreniyoruz; Ahi Evren’in çocuğu olmamış. Mevlevi kaynaklar da ona muhalefet ederken, hadım diyorlardı ona, çocuğu olmadığı için. Mevlânâ da bu düşmanını kadın tabiatlı, köse ve hadım olarak nitelemektedir. Hatta Mevleviler diyorlar ki Mevlânâ ona beddua ettiği için hadım oldu, çocuğu dünyaya gelmedi, fakat Fatma Bacı Eminüddin Yakup’la evlenince Eminüddin Yakup’tan oğulları dünyaya geliyor ve Fatma Bacı Kayseri’de bulunduğu dönemlerde burada Türkmen kadınlarla birlikte Ahilere mahsus olan iş yerlerinde faaliyet gösteriyordu. Menakıb-ı Evhadüddinî Kirmani bize çok önemli bilgi veriyor. Diyor ki, debbağlar çarşısının bitişiğinde bir de örgücüler çarşısı vardı. O örgücüler çarşısı yanında külahduzlar çarşısı vardı. Orada hanımlar halılar örüyorlardı, kilimler dokuyorlar hatta bez imal ediyorlar ve bunları da balyalayıp ihraç ediyorlardı diyor. Külah yapıyorlar o külahlardaki Akbörk dediğimiz şey daha sonraki dönemlerde Osmanlı ordusunun üniformasında mevcut olan Akbörk’ün ilk modeli olup Kayseri’de bacıların atölyelerinde imal edilmiştir. Bazı Osmanlı kronikleri de bu bacıların Bacıyan-ı Rum’un imalat yaptıklarını bez ürettiklerini ve Yeniçerilerin askeri üniformalarını bunların imal ettiklerini öğreniyoruz. Demek ki Bacı teşkilatı dediğimiz teşkilat ilk önce Kayseri’de kurulmuş daha sonra Fatma Bacı Kırşehir’e gelince bu örgütü devam ettirmiş ve sonra Moğollar onların örgütünü dağıtınca uç bölgelere yani Osmanlı devletinin zuhur ettiği bölgelere hicret ettiler ve orada faaliyetlerini sürdürdüler.

Söyleşi: 12.10.1999, İstanbul

Kaynaklar

  1. Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu, Damla Matbaacılık ve Tic. Konya 1991
  2. Şeyh Evhadü’d-din Hamid El-Kirman ve Evhadiyye Tarikatı, Damla Matbaacılık ve Tic., Konya 1993
  3. Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacım Teşkilatı), Damla Ofset Matbaa ve Tic. A. Ş., Konya 1994
  4. Ahi Evren Tasavvufi Düşüncenin Esasları, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları

Ankara 1995, Ahi Evren, İmanın Boyutları (Metali’ül - İman), Damla Ofset Matbaa ve Tic. A. Ş. 1996

  1. Prof. Dr. Neşet Çağatay, Ahilik Nedir? Ahlakla Sanatın Bütünleştiği Türk Kurumu (İkinci Baskı), Türkiye Esnaf ve Sanatkarlar Konfederasyonu Yay. No: 40
  2. Ahilik ve Esnaf, Konferanslar ve Seminer, Metinler Tartışmalar, Yaylacık Matbaası İst. 1986
  3. Galip Demir, Türk Kültürü Ahilik, Ahilik Araştırma ve Kültür Vakfı Yay. No:9

Sade Ofset Basımevi 1999 İstanbul

  1. Ahilik Kültürü Haftası 1995 yılı İstanbul Paneli, İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Yay. No:3, Yeni Karar Matbaası İstanbul 1996
  2. İstanbul Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği Yayınları No:4
    Eser Matbaacılık Ambalaj San. Ve Tic. Ltd. Şti., İstanbul 1999

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile