Kutluay Erdoğan ve Durmuş Günel'le Muharrem Sohbetleri, 1999
Cem Radyo’da Ayhan Aydın’la Muharrem Sohbetleri Kayıtları: 1999
KUTLUAY ERDOĞAN
(Araştırmacı – Yazar – Ocakzade)
ÂŞIK DURMUŞ GÜNEL
(Dede)
Padişah katlime ferman dilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Cellatlar karşımda satır bilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
On yedi yerinden vursalar yare
Cerrahlar derdime kılmasa çare
Kemendibend ile çekseler dara
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Karadır kaşları benzer kömüre
Münafıklar zarar verir ömüre
İki ellerim bağlasalar demire
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Eğer beni katsa kervan göçüne
Götürseler Hindistan'a Maçin'e
Urganım assalar dar ağacına
Yine geçmem ala gözlü pirimden
Ahiri katlime ferman yazılsa
Çıksam teneşire tabut düzelse
Kefenim biçilse, mezarım kazılsa
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Pir Sultan'ım derim vallahi
Ölsem terkeylemem piri billahi
Huzuru mahşerde dilerim şahı
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Pir Sultan Abdal
/////
Ayrı düşmüş dedesinin yurdundan
Seher söyler bülbül söyler gül söyler
Fatıma yanıyor oğul derdinden
Gönül söyler dudak söyler, dil söyler
Kufe ile Medine'nin arası
Durmaz kanar Hüseyin'in yarası
Sizi ister müminleri göresi
Talib ister erkan ister yol ister
İmam Hasan Hüseyin'in kardeşi
Cihana gelmemiş onların eşi
Sevenin kalbinde sevgi güneşi
Arzu ister kollar ister el ister
Hakikatten yoksun seni bırakan
Mümine baş oldu şehide hakan
Kerbela çölünü eyledi mekan
Sahra ister ova ister çöl ister
Durmuş Günel senin kulun kölendir
İyi kuldur hak yolunda ölendir
Yazık olur muharremde gülendir
Matem ister oruç ister yas ister.
Aşık Durmuş Günel Dede
/////
Yaradanım yüce Allah
Şefaatim Resullallah
Yesevi'den icazetim
Kösevi'den rehberim var
Alim, Alim, Alim, Alim
Hünkar Hacı Bektaş-ı Velim
Atatürk'le başlatıldı
İnkılabı yaşatıldı
Işık tuttu Hünkar ona
Ebedi pahidar kalacak dedi
Alim, Alim, Alim, Alim
Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’m
Kutlu söyler bu sözleri
Yol Muhammed Ali'nindir
Üçler, yediler, kırklar dedi
Hak Muhammed Ali'nindir
Alim, Alim, Alim, Alim
Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli’m
Kutluay Erdoğan
Evet sevgili Cem Radyo dinleyicileri merhaba. Ben Ayhan Aydın bir muharrem sohbetleri, söyleşileri programında daha sizlerle beraberiz, birlikteyiz.
Bugünkü konuklarım şiirlerde de isimleri geçen Şiranlı Halk ozanı Aşık Durmuş Günel ve Milli Eğitimimize uzun yıllar hizmet vermiş aynı zamanda Alevi Ocaklarından Seyit Garip Musa Ocağına bağlı tarihçi, yazar Kutluay Erdoğan.
Hoş geldiniz efendim onur verdiniz.
Evet yüzyıllardır bu yolu sürenler, yüz yıllardır gönül kalsın ama yol kalmasın diyenler, yüz yıllardır halka Hakk sevgisini şiirleriyle, kırık sazlarıyla aşılayanlar ozanlar, aşıklar, dedeler, babalar ve aydınlar. Aydınlatanlar, ışık tutanlar dünyaya.
Bugün de yine daha önceki programlarımızda olduğu gibi muharrem orucu, ehlibeyt sevgisi, Alevîlik-Bektaşilik, ocaklar, dedeler, aydınlık karanlık ikilemi, halk ozanlığı konularında birbirinden değerli olan iki konuğumuzla söyleşeceğiz, sohbet edeceğiz.
Evet Şiranlı Aşık Durmuş Günel dede, aynı zamanda Sarıbal evlatlarından yani bir ocağa bağlı ömrü yine çilelerle geçmiş bir halk ozanı. Anadolu'nun gamlı, kederli insanların yasını görmüş, duymuş inançlarının güzelliğinin yolcusu olmuş, onlara hizmet etmeyi en büyük görev saymış, cemlerinde küskünleri barıştıran, dostluğu, barışı öğütleyen Hak Muhammed Ali aşkı için insanlara hep beraber, birlikte kardeşçe yaşayalım mesajını veren Aşık Durmuş Günel Dede. Bize kendisini nasıl tanıtır.
Sağ ol Ayhan Bey ben laf konuşmada fazla başaramam şiirlerle çok oluyorum.
Tamam, yaşamınızı şiirlerle anlatıyorsunuz. Diğer ozanlarımızı gibi, dinleyelim.
Ömrüm geçti inşaatlarda boşuna
Bir uygun yapıya taş olamadım
Çok işler yapmışım kendi başıma
Bir makamı mevkiye baş olamadım
Köşk saray yaptım köprüler okul
Fikrim zay oldu kalmadı akıl
Ben seni sevmişim Allah'ın vekil
Bir dudu dilliye eş olamadım
Çok gelmişim boşa teptim tabanı
Öküzlere koştum kara sabanı
İrfan meclisinden olmam yabani
Hakikat çeşmine düş olamadım
Tatlı şerbetlere tatsam dilimi
Boşa harc eyledim otuz yılımı
Açtırmadan soldurdular gülümü
Çehreye simaya kaş olamadım
Durmuşun kuşunu elden uçurdum
Fırsat elden gitti günüm geçirdim
Ömür sermayesin çabuk kaçırdım
Bade sofrasına aş olamadım diye söylüyorum.
Ve burada aslımızın nereden geldiğini de kısaca anlatmak isterim.
Aslımı sorarsan Sarıbaloğlu
Ben de bilemedim kendi özümü
Hüseyin aşkıyla ciğerim dağlı
Ehlibeyt'ten döndermedim yüzümü
Şiran kazamız Gümüşhane ilim
Fazla okumadım ilkokul tahsilim
İnsanlara sevme gibi emelim
Bilemedim bahar ile yazımı
Bin dokuz elli beşte köyü terkettim
Çok çalıştım tarlaları herk ettim
On bir yaşımda gurbete gittim
Demedim kimseye acı sözümü. Böyle dertlerimi, anılarımı dile getirmek istedim.
Dertlerinizi, anılarınızı şiirlere döktünüz. Diğer halk ozanları, aşıkları gibi.
Evet bir mevkiye baş olamadım dediniz ama toplumun içinde, toplumun önünde sevgi diyorsunuz, barış diyorsunuz, kardeşlik diyorsunuz. Yürüttüğünüz cemlerde insanları bir araya getiriyorsunuz, güzel Anadolu'muzun birliğine, bütünlüğüne, kardeşliğine en güzel katkıyı siz veriyorsunuz. O yüzden evet bir mevkiye baş olamamak olabilir nice mevkilere baş olanlar var ama bunlar topluma ne veriyorlar, ne vermişler.
Bunları sorguladığımız zaman değerli ozanlarımızın, yazarlarımızın, dedelerimizin, aydınlarımızın her birinin o yüce mevkilerin başında bulunanlardan çok daha fazla şey verdiklerini görürüz.
Anadolu'da Türk kültürünü yaşatan, var eden, bugünlere kadar getiren sizlersiniz. İnsan sevgisini gerçek bilip ceminizde, cemaatinizde, şiirinizde, eyleminizde, konuşmanızda, panelinizde, söyleşinizde, yazınızda, kitabınızda hep bu doğru yolu sürdünüz, bu insanlık yolunu sürmesi için çaba harcadınız. Evet Şiranlısınız, küçük yaşta dert, tasa dedik, gurbet dedik, gurbete düştünüz. Gurbet teması çok yoğun işleniyor şiirlerinizde ama diğer Alevî halk ozanlarında olduğu gibi sizde de çok derin Ehlibeyt sevgisi var. Bu sevgi şiirlerinizde deyiş olarak deyişlere yansıyor. Bu yolu sürdürenlerdensiniz hem cemlerle, hem de güzel şiirlerinizle bu yolun sürmesine katkıda bulunanlardansınız. Bir değerimizsiniz, hem de önemli bir değerimizsiniz, büyük bir değerimizsiniz. Anadolu'nun diğer kültür gözelerinde olduğu gibi sizin eserlerinizde de yine bizi birliğe, beraberliğe götürecek güzel temalar var.
Evet Kutluay Erdoğan, tarihçi, yazarımız. Uzun yıllarını Anadolu yollarında, Anadolu'nun okullarında geçirdi. Gençlerin, çocukların yetişmesi için bir eğitmen olarak bilgiyi, aydınlığı, Atatürk devrimlerini, Türk kültürünü, Türk yurdunun birlik ve beraberliğinin önemini ve insan sevmenin onurunu anlatmaya çalıştınız. Sizden de kendi ağzınızdan yaşamınızı almak isteriz. Neler söylersiniz?
Çok teşekkürler. Kıymetli canlar ben 1935 tarihinde Sarıkamış'ın Asboğa Köyünde doğdum. Asboğa Köyünde dedem büyük dedem Aziz Ağa onun oğlu Halife İsmail Ağanın torunuyum. Ortaokulu Kars Fevzi Paşa ilkokulunda, liseyi Ankara Atatürk Lisesinde okuduktan sonra Ankara Üniversitesi Dil, Tarih Coğrafya Fakültesinin Tarih bölümünden mezun oldum.
İlk öğretmenliğimi Kars Alparslan Lisesinde daha sonra Eskişehir Atatürk Lisesinde, Eskişehir Eğitim enstitüsünde ve aynı zamanda Erzurum Kazım Karabekir Eğitim enstitüsünde tarih öğretmenliği yaptım.
20 yılı aşkında Milli Eğitim Bakanlığı Teftiş Kurulunda müfettiş olarak görev yaptım ve 35 yılımı doldurduktan sonra da kendi isteğimle emekli oldum.
Bugüne kadar denetimlerde gördüğüm kadarıyla Atatürk ilke ve inkılabına yararlı çalışmalar yapmağa çalıştım ve bugün de aynı şekilde Atatürkçü düşünce derneklerinde veya diğer derneklerde bu yapıyı sürdürmeye çalışıyorum.
Evet bugünde sağolsunlar Ayhan beyefendiyle birlikte böyle bir söyleşi içerisindeyiz.
Muharrem ayının da 9. günü zannederim yarın en büyük yaslı günümüz. Tabi bu muharrem ayı önemli Müslümanlar için önemli Alevî Müslümanlar için önemli.
Muharrem ayını Araplar Harem ayı olarak kılmışlar. Kelime anlamı da Haram kılınmış anlamında. Kamer takviminin de birinci ayı, aşure ayı, aşeriden geliyor zaten Arapça. Müslümanlıktan önce olduğu gibi muharrem adı verilmiş. Bu ayın ilk on gününde Kerbela Vakasının yıl dönümü olduğu için matem tutulur.
Muharrem orucu ile inançlı olan insanlar 10 gün su içmezler ve oruçlarını susuz açarlar. Yaşlı ve hastalarda sıvı yiyecekle su ihtiyacını giderirler, sakal tıraşı olmazlar, çamaşır yıkamazlar, etli yemek yemezler. Onuncu gün aşure çorbası pişirilerek dağıtılır ve gelenler birlikte şehitlerin ruhuna Kuranlar okutulur, mersiyeler okutulur.
Evet bu onuncu günde, çok sevdiğimiz Peygamberimizin çok sevgili torunları Hz. Hüseyin'in 72 bendesiyle birlikte şehit edildiği ay.
Şimdi peki bu şehitlik durumunu şöyle açıklayacak olursam. Hz. Muhammed'in Hz. Ali'den devam eden torunları, Ehlibeyte bağlı torunları dedelerinin inançları yani Müslümanlığa dayalı olan inançları en iyi şekilde hadislere dayalı şekilde açıklar. Bu açıklamalar karşısında muhalif olanlar Müslümanlıktan önce de muhalif olanlar Ümeyyeoğulları Haşimilere karşı Ümeyyeoğulları zaten fırsat beklemektedir. Bu durumda Muaviye rakipsiz olarak iktidarı ele geçirir, daha sonra da bu iktidarını devam ettirebilmek içinde oğlu Yezid'i veliaht olarak seçer. Buna da biat edilmesini ister. Biat içinde bütün her tarafa mektuplar yazar biat edilmesini istenir. Biat etmeyenlerden Mekke'de 4 kişi çıkar bunlardan bir tanesi de Hz. Hüseyin'dir. Daha sonra Muaviye ölür yerine Yezid geçer, Yezid'in çevresinde olan insanlar eğer Hz. Hüseyin gibi yine Ömer'in, Ebubekir'in çocukları da aynı şekilde Abdullah Abdurrahman bunlarda biat etmemişlerdir. Çevresindeki daha etkin olan kimseler eğer Hz. Hüseyin gibi biat etmeyen bu kimseler ortadan kaldırılmadıkça sizin iktidarının ebedi olmaz. Ve bu yüzden de emirler verir, Mekke valisi bu mektup üzerine Hz. Hüseyin’e kıyamaz hatta Hz. Hüseyin’in Mekke’den ayrılmasını arzu eder. Ve bunu üzerine Hz. Hüseyin Kufe’ye gitme arzusundadır ailesiyle birlikte efendim bu yoldayken Kerbela yolunda önü kesilir. On gün susuz bırakılır, şehit edilir, en küçük yakınına kadar şehit edilir. Hatta üzücü olan bir durumdur, başlar kesilir zaten emirde öyledir. Başlar kesilecek Yezid’e gidilecektir. Başlar kesilir cesetler üzerinde atlar efendim koşturulur ve daha sonra da kadınlar çıplak develere bindirilir ve bu acıklı durum inananlar için peygamberden şefaat bekleyenler için çok üzücüdür. İşte bu yüzden de Aleviler efendim yaslıdır. Ve bu yas içerisinde göz yaşı döken her Alevi diğer bu yola inanmış canlar.
İbadette sayılır.
Evet inançları Müslümanlık içinde yani inançlarını Müslümanlık içinde pekiştirdikleri gibi ibadette eş değer görülür.
Evet tarihin büyük trajedisi Kerbela ve İmam Hüseyin’in öldürülmesi evet Muharrem ayının onuncu günü yani yarın bu konuyu da ayrıntılarıyla işleyeceğiz diğer konuklarımızla.
Evet söyleşimize devam edeceğiz kısa bir aradan sonra.
Karşıda görünen ne güzel yayla
Bir dem süremedim giderim böyle
Ala gözlü pirim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan şaha giderim
Eğer göğeriben bostan olursam
Şu halkın diline destan olursam
Kara toprak senden senden üstün olursam
Ben de bu yayladan şaha giderim
Dost elinden dolu içmiş deliyim
Üstüm köpüklü meşe seliyim
Ben bir yol oğluyum yol sefiliyim
Bende bu yayladan şaha giderim
Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz
Gitti giden ömür geri dönülmez
Gözlerimde şah yolundan ayrılmaz
Bende bu yayladan şaha giderim
*****
Gece gündüz hayalinle yaşarım
Kerbela kurbanı İmam Hüseyin
Muharrem ayında kaynar coşarım
Kerbela kurbanı İmam Hüseyin
Yezid’in elinden ciğerim dağlı
Mazlum olanların elleri bağlı
Hazreti Fatımanın en küçük oğlu
Kerbela kurbanı İmam Hüseyin
Her zaman biliriz her zaman böyle
Durmuş dök göz yaşını Hüseyin söyle
Muhammed Mustafa şefaat eyle
Kerbela kurbanı İmam Hüseyin
Evet Kerbela’dan bahsediyorduk. Sevgili Kutluay Erdoğan Hocamız. Kerbela’dan oradaki yaşanan dramdan söz ediyordu, sanırım devam edeceğiz.
Evet çok teşekkürler. Şimdi Yezid iktidarını güçlendirmek için Ehlibeyt’i dahi feda etti. Şimdi bu olay bir noktada bunun iktidarını şöyle tanımlayabiliriz. Yezidlik baskı ve işkence ile bir fikri veya isteği kabul ettirme arzusudur. Yani bir noktada faşizmin İslamcasıdır. Şimdi bir de Yezidiler vardır bu Yezidiler (Ezidiler) ayrıdır, ayrı bir dindir, Kürtçe din kitaplarının olduğu ibadetlerini de Kürtçe yaptığı bir dindir. Ama yezidlik ayrıdır. İşte demin de ifade ettiğim gibi iktidarını her ne pahasına olursa olsun iktidarını güçlendirmek için Hz. Muhammed’den şefaat beklerken, onu temsil etmek isterken halife olarak onu temsil etmek isterken onun evlatlarını katletmesi üzücü bir durumdur. Şimdi zannederim ki hiçbir Müslüman Sünni kardeşlerimiz dahi Yezid’in bu hareketini kabul etmezler. Ve bu yüzdende Alevilerin Yezid dediği nitelik tarih boyunca Alevileri de değişik zamanlar da katleden, yok eden, dağ başına kaçıran, hatta inançlarıyla alay eden, töreleriyle alay eden insanlardır. Hatta bu insanlar Alevileri Müslümanlık dışında dahi görürler onlar Müslüman olamazlar derler, hatta kız alıp kız vermezler. Değişik şekilde ki hatta kız olarak gelin olarak aldıkları zaman onlara her türlü işkenceyi daha yaparlar. Mesela şöyle bir misal vereyim, efendim herhangi bir Sünni gelini olan bir Alevi kız eğer Müslüman olabilmesi için en aşağı şu kadar kalıp sabunla yıkanacak ki o tertemiz olsun. Hatta bazı yerlerde de derler ki, ayağının altına kiremit koyarlar o eriyinceye kadar efendim yıkanacak o kadar enterasan şekilde değişik şekilde tutucu değişik insanlar var işte biz onlara yezid diyoruz.
Evet ayırmak lazım.
Evet ayırmak lazım. Sünni kardeşlerimize şöyle izah edebilirim İmam Caferi Sadık hakkında fetva verilmesini istemiş, İmam Hanifi’den istenmiştir, İmam Hanifi bunu kabul etmemiştir ve bu yüzden de Beytullaha sığınmıştır. En sonunda zindan da kırbaçlarla vurularak hastalanarak şehit olmuştur. Bu insan da Alevi’dir. Hanifileri veya inançlı Müslümanları hiçbir zaman yezid olarak demekle biz Alevi kardeşlerimiz tarafından yanlış olan bir düşüncedir.
Evet. Çok önemli bir noktayı açıklıyorsunuz Kutluay Erdoğan Hocam. Yani Yezid ve yezidliği sürdürenlerle kesinlikle ve kesinlikle Sünni Müslümanlar Anadolu toprağında yüzyıllardır Alevilerle iç içe yaşayan ve yanlış bilgilendirmeler, yanlış yönlendirmeler sonucunda kafalarında ön yargı oluşmuş olsa bile samimi dürüst ve konuşulduğu zaman, eğitildiği zaman, anlatıldığı zaman kesinlik o ön yargılardan kurtulabilen milyonlarca Sünni kökenli insanı kastetmiyoruz, etmemiz lazım alakası yok.
Yezid ve yezidlik bambaşka dediğiniz gibi yobazlık gericilik, insan yakan, insan kesen, inançları için insanları kıyan, aşağılayan insanlara yezid denir ki, Türk diline de Türk kültürüne de girmiştir bu. O yüzden bunu ayırıyoruz zaten sağduyulu Anadolu Türk insanı Anadolu’da yaşayan insanlarımız Alevi’si Sünni’si hele hele de artık günümüzde bir çok sorunlar olmasına rağmen, bir çok sorunlarla boğuşmamıza rağmen yavaş yavaş bu kardeşlik bu dostluk birbiriyle kenetleşme yanlış bilgilerden arınma gittikçe artamaya başladı ona seviniyoruz. Oda sizin gibi yazarların, aydınların, dedelerin sayesinde olacak. Fakat dediğiniz gibi elbette ki insan kesenleri, insan yakanları da burada nitelendirirken onları diğer insanlardan ayıracağız.
Evet. O zaman cihat ilan edenler Müslüman’a karşı cihat etme olayı da bir yezidlik olayıdır. Demin de ifade ettiğiniz gibi Maraş’taki olaylar, Çorum’daki olaylar, Sivas’taki olaylar ile bu kötü taşkınlığın sonucudur. Nasıl yine bazı bağnaz olan Alevi kardeşlerimiz Sünni’ye yezid kelimesini kullanıyorsa yine Sünni kardeşlerimiz de Alevileri Kızılbaşlık kelimesini çok kötü şekilde kullanıyorlar. Kızılbaşlık kelimesi efendim çok kötü şekilde niteleniyor. Bunu da okuyanlarımız, bilenlerimiz daha sonra anladığı zaman tepkisi de büyük oluyor. Misal olarak şöyle ifade edebilirim, İsmail Hakkı Baltacıoğlu biliyorsunuz rektörlük yapan Od. Profesör. Hem felsefe hem de edebiyatla ilişkili olan bir şahıs. 1930 yıllarından itibaren yeni adam adıyla da gazeteler çıkarıyor, onun orada Alevilikle ilgili Alevilik nedir diye bir makalesini okuduğum zaman şöyle diyor, “ben bir Sünni aileden doğdum Sünni aileye mensubum hocaların talkınlarıyla küçük yaştan beri Alevilere karşı Kızılbaşlık nedir, efendim bunu hocaların talkınlarıyla çok kötü olarak görmüştüm, çok kötü olarak anlamıştım. Yalnız ne kadar tahsil yapılırsa yapılsın yine eğitilmiş olan aydınlarımız bu talkınlardan kolay kolay kurtulamazlar. Ben araştırdım gördüm, baktım ki nereye gittimse efendim inançlarımı aradım, kendi kimliğimi aradım. İnançlarımı bu Alevi olan insanlarda, atasözlerinde buldum, deyişlerinde buldum, masallarında buldum, duvazlarında buldum ve bunlar benim asıl yapımı milli geleneksel yapımı oluşturdu. Onun için Alevi toplumunun Türk toplumunun asıl özünü cevherini, aromasını oluşturduğunu gördüm. Ve bu bakımdan da onlara karşı olan sevgim daha fazlasıyla arttı. Ama her aydın aynı engeli aşamadığından dolayı bugün dahi müspet ilim okusalar dahi Aleviliği sapıklık şeklinde niteleyenler dahi çıkıyor, kültürdür diyenler dahi, Aleviliği Müslümanlığın dışındadır diyenler çıkıyor, Kabe’yle Kuranla ilgisi yoktur diyorlar bu şekilde ki hareketleri Alevileri de üzüyor.”
Muhammed Ali’ye özüm bağladım
Yarın mahşer günü umudum sizde
Şah Hüseyin için yanıp ağladım
Yarın mahşer günü umudum sizde.
Evet sayısız şiiriniz var Aşık Durmuş Günel. Nasıl yazılmaz ki diyorsunuz değil mi? Yani Muharrem, Kerbela bu olaylar insanın yüreğinde derin yaralar, derin izler açıyor, bunlara nasıl şiir yazılmaz diyorsunuz sanırım değil mi?
Efendim dediğiniz gibi bunlar hiç hatırlardan hayallerden çıkmıyor. Hele hele bir kitap okuduğumuz zaman bir Kerbela olayı veyahutta bir şeyin olayı geçtiği zaman herkes etkileniyor. Demin Kutluay Erdoğan birlikten bahsetti.
Hepimizin birdir yanı
Hor görmeyin insanları
Taşıyoruz aynı kanı
Hor görmeyin insanları
Hepimizde Allah aşkı
Yoktur birbirinden farkı
Ne olursa olsun ırkı
Hor görmeyin insanları
Allah birdir var mı ayrı
Bizde yoktur ayrı gayrı
Gidiyoruz Hakka doğru
Hor görmeyin insanları
Durmuş da Allah’ın kulu
Hakk’a gider doğru yolu
Ne olursa olsun dili
Hor görmeyin insanları
Bu dünyada tüm canlının yaşama hakkı vardır. Bu dünyada tüm canlının yaşama hakkı olduğuna göre Cenabı Allah bu dünyayı bir tek Müslüman’a, Yahudi’ye, Alevi’ye, Sünni’ye vermemiştir. Tüm canlıya vermiştir. Karıncasından, filine kadar veya dinli ve dinsiz kişilere kadar tüm insanlara vermiştir.
Çoğunluk azınlığın üstünde otorite kuruyor. Kendi görüşünden olmayana hor bakıyorlar. Millete birer etiket yapışmışlar, kendi çıkarlarını, taçını tahtını korumak için. Ne yazık ki, kendi görüşü üzerine hareket ediyorlar. Ben beni tanımış olsan, sen seni tanımış olsan bize ne mahkemini, ne polisin, ne de o hapishanin gereği yoktur. İnsanlar bir gurubun üyesidir. Birbirlerine muhtaçtırlar. Ama ne yazık ki, sevgiler ve saygılar suya dökülmüş, edep erkan kalkmış, para Allah olmuş, doktorlar peygamber olmuş, itikatler zayıflamıştır.
İnsana ilişkin başka neler söylersiniz?
Her insan bir toplumun üyesidir. Gidip yüce dağ başında yalnız başına bir kişi durabiliriyor mu acaba? Atalar demiş ki, bu dünyayı yöneten kağıt kalemdir. Ama ne yazık ki kalem yanlışın eline girer dünya düzeni bozulmuş olur. Kişilerin kendi çıkarları ön plana gelmiş olur. Bir insana sağlığında hürmet edip saygı göstereceksin, gidenler bir kez daha geri gelmiyor. Öldükten sonra ağlasan da, bağırsan da boşunadır. Bunlar benim için hikayedir.
Hey derende derende
Yüküm kaldı belende
Sağılığımda gelmeyen
Gelmesin ben ölende
Buna şöyle bir örnek göstermek istiyorum.
İster Yahudi olsun isterse Arap
Bu dünyada tüm canlının hakkı var
Bütün canlılara bu zemin turab
Bu dünyada tüm canlının hakkı var
İster dinsiz olsun isterse dinli
İster Alevi olsun isterse Sünni
İster gayri Müslüm isterse Çinli
Tüm canlının bu dünyada hakkı var
Bir çok Sultan Süleymanlar geçtiler
Bu milleti birbirine seçtiler
Nice canlı yaşayıpta göçtüler
Bu dünyada tüm canlının hakkı var
İnsanları fıkralara böldüler
Nice insan hiç yok yerden öldüler
Ne yaptılar nerelere geldiler
Bu dünyada tüm canlının hakkı var
Durmuş düşünür kasevet gama
Sen çokluksun diye azı zorlama
Dini ne olursa olsun sakın horlama
Bu dünyada tüm canlının hakkı var
Evet yaşamaya tüm canlıların hakkı var. Dili, dini, ırkı, soyu, rengi, teni ne olursa olsun fakat burda bizi buraya getirdiğiniz için teşekkür eder saygılar sunarım.
Muharrem ayının niçin önemi olduğunu anlatmak isterim. Rivayet edilir ki Hz. Hüseyin doğduğunda ulu Tanrı Cebrail’e emir buyurdu “Yeryüzüne in ya Hüseyin’in doğum hediyesini ver hem de şehitlik için Hz. Resullaha baş sağlığı dile” dedi. Cebrail Hz. Ekrem’i tebrik ettikten sonra kendisine baş sağlığı diledi. Hz Muhammed sordu “Ya Cebrail tebriğin sebebini biliyorum ama baş sağlığı dilemene sebep nedir?” dedi. Cebrail “Ya Resullah bu mazlum senden sonra Kerbela’da Cefa kılıcı Yezidler tarafından şehit edilecektir” Hz. Muhammed ağlamaya başladı, Hz. Resullah’ın ağlamasını gören Hz. Ali sebebini sordu. Hz. Muhammed sebebini anlattı, Hz. Ali’de ağlamaya başladı ve ağlayarak evine döndü. Fatımat-ül Zehra Hz. Ali’nin niçin ağladığını sordu. Hz. Ali’de ağlamasının sebebini Hz. Fatımaya anlattı. Hz. Fatıma ağlayarak babasının yanına gitti. Ya Resullah Hz. Ali’nin senden öğrendiği, bana söylediği sözler acaba doğru mu dedi. Hz. Resullah “Ey Fatıma bu vakayı bana bildiren Cebrail’dir” Ya Resullah bu iş ne zaman olacak dedi Hz. Fatımat-ül Zehra. Hz. Muhammed benden, Ali’den, senden ve Hasan’dan sonra olacak diye söyledi. Hz. Fatıma peki dedi “Tenziyette kim bulunacak, bunun yasını kimler çekecek biz yokuz” dedi. Ya Resullah şöyle buyurdu, “Ya Fatıma Ehlibeyti seven tüm insanlar bunun yasını çekecek ve orucunu tutacaklardır” diye söyledi. Yine bir gün Hz. Resullah evinden çıkıp dışarıda bir müddet kaldıktan sonra Hz. Muhammed’in saçı ve sakalı tozlara bulanmış olduğu halde evine döndü. Ümmü Seleme’ye “Ya Seleme bu gece bana ırakta bana bir makam gösterdiler ki adına Kerbela diyorlar. Hüseyin ve oğlunun öldürüleceği yere bana ziyaret ettirdiler. Ben burada bir miktar toprak alıp geldim bu toprağı bir şişede sakla” dedi. Ve bir gün bu toprak kan rengine boyanacak matem günü Kerbela olayından sonra müminleri hatırla. Fatımat-ül Zehra anamız Hz. Hüseyin’in yasını sağlığında tutmuştur. Hz. Resul Ekrem şöyle buyuruyor, “Hüseyin benden ben de Hüseyin’denim” diyor. Muharrem ayının bütün nebilerin ve velilerin başarı kurtuluş günü kabul edilmiştir. Ve de kutsallık kazanmıştır. Bir gün tufan olacağı sırada Nuh Aleyhselam Cebirriye denilen yere geldiğinde Nuh’un kulağına şöyle bir seda geldi, “Ya Nuh bu konak yerinde ki benim Ehlibeytim. Nuh’un gemisine benzer o gemiye binenler kurtulacaktır” demiştir.
Gene bir gün Hz. Hüseyin doğduğunda Cebrail tebrik için gelirken kolu, kanadı kırılmış Kudres isimli bir meleğe rastladı. Cebrail soruyor sebebini “Ya Kudres nedir bu vaziyetin” Kudres ben vazifemi ihmal ettim. Cebrail benimle diyerek Kudres alıyor doğru Hz. Hüseyin’in yanına götürüp Kudres Hz. Hüseyin’in eline ayağına yüzüne sürdü. Ve melek iyileşti.
Yine Hz. Muhammed’in söylediği sözler Cebrail’in sözleridir. Ehlibeyt’i seven her can Hz. Hüseyin’in yasını tutarlar. Ve rivayet edilir ki tufanın kurtuluşunda yiyeceklerden geriye az bir şey kalan gıdaları birbirine katar aş pişirirler. Bunun adına da Aşure derler. Hz. Resul Hicretin biatın da her aydan üç gün birde aşure günü oruç tutulmasına eshabı kelamına tesviye tutulmuştur. Hicri ay muharrem birinci aydır onuncu gün ismi aşuredir. Kaynaklara göre İslam’dan evvel Arap Yahudi Muharrem ayını kutsallaştırmışlardır.
On muharrem aşure günü şükran orucu tutulur Nuh’un tufandan kurtuluşunu kutlamışlardır. Bazı tarihlere göre Adem’in ilk tövbesinin kabulü Musa Firavunun şerrinden kurtuluşu, İbrahim’in Nardan halası, Yunus’un balığın karnından kurtuluş, Eyüb dertlerinin şifası aşure gününe denk gelmektedir. İnanılır ki Muharrem orucu çeşitli inançlara göre tutulur. Halbuki tüm Alevi Bektaşi Federasyon ve araştırma enstitüleri olması şarttır, çünkü ışık bir odaktan verilmek icab eder. Bu konuda çeşitli görüşler çok farklıdır. Herkes bir inanç üzerine benimsemiştir.
Bazı Alevi Bektaşi görüşleri Hz. Hüseyin’in oğlu Yezid tarafından zindana atılan İmam Zeynel Abidin’in kurtuluşu için Muharrem ayının sonunda kurban keserler.
Kerbela’da şehit olan Hz. Hüseyin’in herkes bildiği Kerbela olayı tarihe kanlı bir sayfa açmıştır.
Burada Hz. Hüseyin’in aşkına bir de şöyle bir deyiş söylemek istiyorum.
Hüseyin’e aşka düştüm
Gece gündüz yanıyorum
Aşkın şerbetini içtim
Gece gündüz yanıyorum
Toy Kasım’ın kınasına
Ali Ekber’in anasına
Hüseyin’in yarasına
Gece gündüz yanıyorum
Bu dünyaya gelmem daha
İnsanlığa olmaz paha
Viran olan Haymagah’a
Gece gündüz yanıyorum
İnsanlığın hizmetine
Hakk Hüda’nın hürmetine
O çektiğin zahmetine
Gece gündüz yanıyorum
Durmuş yanar senin için
Bu dünyada çoktur suçun
Esir olan Zeynep için
Gece gündüz yanıyorum
Evet çok teşekkür ediyorum.
Kardeş gibi herkes ile
Kimseye düşünme hile
Tanrı emreylemiş kula
İçinde kin tutan olma
Meluli’ye dikkat eyle
Var herkese hürmet eyle
Kamillere hizmet eyle
Kemalete atan olma
Evet, kamillerin, erenlerin, evliyaların yolu kin tutulmayan, kimseye karşı hile düşünülmeyen bir yol. Anadolu’da İslam yorumu, Alevilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Sünnilik halk katında halkın gönlünde halkı kendi başına bıraksalar halkı yüzyıllardır atalarından aldıkları miraslarla o saf temiz duygularla yetiştirmiş olsalar eğitimiyle, kültürlenmesiyle, okumasıyla halkın dağarcığını geliştirseler yeni yeni bilgileri yeni yeni bulunan bilinen gerçekleri halka aktarsalar, kinler, nefretler olmayacak, sevgi daha da artacak, sevgi pınarları daha da çağlayacak.
Alevi’si, Sünni’si, Mevlevi’si, Hambeli’si, Musevi’si, Hıristiyan’ı Anadolu’daki 72 inançtan olan insan barış, mutluluk, huzur içerisinde yaşayacak ama evet Kutluay Erdoğan’ın dediği gibi maalesef yezidlik yapmaya devam ediyor bazıları.
Ama biz hayır diyoruz yezidliklerle, insanları öldürmekle, kesmekle, yakmakla bağnazlıkla bir yere varılamaz diyoruz, sevgi diyoruz, barış diyoruz kısa bir aradan sonra devam edeceğiz.
Hakikata gidenlerin
Erkanı olsam ellerinde
Hakk’a niyaz edenlerin
Kemer olsam bellerinde
Aşk deryasını boylayam
Bu gönlümü dal eyleyem
Gece gündüz Hakk söyleyem
Hak sazının tellerinde
Hakikate koşanların
Allah deyip coşanların
Zemzem suyun içenlerin
Şerbet olsam dillerinde
Etim pişip kavursalar
Nefsi ammere devirseler
Yele verip savursalar
İnsanlığın yellerine
Tarikatte dara durak
Doğruluğa zihin yorak
Kemiklerin olsa tarak
Dost zülfünün tellerinde
Durmuşum yoktur davan
Birgün kurulur divan
Balı dolu bin bir kovan
Katkım olsa ballarına
Evet katkınız oluyor. Ozanların katkıları oluyor, insan dostluğuna, barışına.
Bu şiirlerdeki bu sözler bu manalar elbet ki yerini bulduğu zaman bir çok kinli, kibirli gönlü pasını silecektir ama Cem Radyo’nun yapmak istediği işte halkın içinden çıkan halk için bir şeyler yapan değerlerimizin tekrar halka aktarılması.
Bu güzelliklerin sahibi Durmuş Günel herhalde Kerbela dedik ama oradan çıkaracağımız, günümüz de çıkaracağımız manalar var.
Onun özetini sizden alsak neler söylersiniz, nasıl bir mana çıkarabiliriz? Nasıl bir semboldür o insanlığa nasıl bir mesaj verilmiştir orada onu bugün nasıl yorumlarız?
Sağ teşekkürler fakat şunu söylemek isterim özet olarak. Evvela kişi kendi kendini tanıması gerek. Ben buna şöyle söylüyorum.
Kimseye yapmazsam hile
Demek ki ben insanım
Uymam yobaz cahile
Demek ki ben insanım
Fikre saygı duyarım
Her topluma uyarım
İnsanları severim
Demek ki ben insanım
Saygım var iyi kula
Yardım gerek yoksula
İnsanı satma sen pula
Demek ki ben insanım
Kulun canını yakmam
Gönül evini yıkmam
İnsanlığı bırakmam
Demek ki ben insanım
İnsana küfür demem
Yetim hakkını yemem
Nifakı öze koymam
Durmuş der ki insanım
**
Kul olmaya ne gerek
Rabbini bilmen için nefsini bilmek gerek
Nefsini bilmen için iyi ahlakın gerek
İyi ahlakın için kötü ahlakın atman gerek
Yok olmayan var olamaz
Varlığın hakkın gerek
Yüksekten geldin gene yükselmen gerek
Bu dünyada yükselmeyen cehennemde kalsa gerek. Böyle bir düşünce kalmış atalardın.
Evet. Cehennemliktir diyorsunuz kötülükler, kötü zihniyetliler ama dünyamızı karartan dünyamızdaki yaşamı zorlaştıran geri zihniyetli insan dostluğunun karşısında olan zihniyetlere, düşüncelere, fikirlere de elbette ki şiirlerle, eylemlerle, sözlerle daha doğrusu güzellikle cevap verilebilir.
Siz de sanırım Kutluay Erdoğan Hocam bir şeyler ekleyeceksiniz bunlara. Kerbela’nın elbet yarası var, matemi var ama oradan çıkarılacak bir çok önemli ders de var sanırım.
Kutluay Erdoğan: Çok teşekkürler. Hz. Hüseyin ve Ehlibeyt için yas tutan, susuz oruç açan bir damla göz yaşı döken mümin ibadetlerin en güzelini yapıyor demektir. Bu yüzden Alevi veya Şii olanlar bu ayı kutsal olarak görürler. Hatta dikkat ederseniz Muharrem ayı Aleviler için çok kutsaldır. Erkek ismi olarak da Muharrem bu güzelim ayın veya yas tuttuğumuz bu ayın özelliğini kendi evlatlarına dahi yansıtmışlardır. Bu nedenle Kerbela olayını anlatan mersiyeler okuyan konuyu bilmeyene açıklayan bu nedenle onun gözlerinden akan yaşlar anlatan içinde mutluluktur. Bu ayda Allah artık bu baskıları zulmü insanlık için göstermesin. Ayırmasınlar, bölmesinler herkes vicdan özgürlüğü içerisinde ibadetlerini yapsın derim ve hatta Nefes dergisinde benim bir yazım vardı, yazımın sonunda şöyle diyorum. Anadolu toplumunun ezeli bir yarası olan Sünni Alevi ayrımının ortadan kalkması bütün toplumunun tüm bireyleri için ortak bir amaç olmalıdır. Türk ve Müslüman olarak Allah’ın birliğine inanan ibadetin ve sonsuzluğa göçte kıbleye yönelen, Hz. Muhammed Peygamber tanıyan ondan yardım bekleyen herkesin inancı birdir ve tamdır. İnancından dolayı da kimsenin kimseyi eleştirmemesi irdelememesi, sorgulamaması herkesin Allah’a karşı görevlerini inandığı biçimde yerine getirmesi vicdan özgürlüğünün en olgun anlamda sağlanması toplumumuza düşen ortak görevdir. Evet bu mesajımı siyasilere veya bağnazlara anı olarak duyuruyorum.
Evet her türlü bağnazlığın karşısında olan aydınlar elbette ki güzel Türkiyemizin, güzel Anadolu’muzun tüm insanlarının ortak mutluluğu için çaba harcıyorlar. Gerçek aydın çağından yaşadığı toplumdan sorumlu olan aydın, bunun farkında olan aydın. Daha doğrusu aydın lafının arkasını doldurabilecek olan kişi yani her aydına aydın diyemiyoruz. Aydın kavramını irdelemek lazım burada.
Sizlerde çok iyi biliyorsunuz, binlerce kitap var binlerce kişi çıkıyor televizyonlarda konuşuyorlar, gazetelerde yazıyorlar ama ne derece insanlık duygusunu içinde taşıyorlar, ne derece Türk toplumunun sorunlarını gerçekçi bir gözle görüp tahlil yapma çabası içerisine giriyorlar.
Bunları görüyoruz, ibretle izliyoruz sorularımız maalesef olumsuz oluyor. Çünkü ne sosyologlarımız ne tarihçilerimiz ne de diğer sosyal bilimlerin aralarında ki bilim dallarına giren aydınlarımız araştırmacılarımız, yazarlarımız maalesef bize bir çözüm üretemiyorlar.
Bugüne kadar yığılan sorunların üstesinde gelemememizin bir nedeni de daha önce de söylediğimiz gibi Aşık Durmuş Günel bir mevkiye baş olamadım, diyor ama mevkiye baş olanlar hiçbir şey yapmıyorlar. O bir şey yapmayanların eleştirdiğini savunan aydın görünümlü, yazar görünümlü insanlar ise maalesef gerçekçi yapıtlar ortaya koyamıyorlar. Sorunlar o yüzden yığılıyor. Yani sorunları da dile getirmek de yetmiyor. Zaten görüyoruz, peki çözüm nedir? Herkes yorulsun, herkes çabalasın dediğimizde de bakıyoruz ki bazı görüşlerin çevresinde on binlerce insanın olduğu söyleniyor o görüşü savunan on binlerce insan vardır deniyor. Bir bakıyorsunuz savunan kimse yok aynı şekilde aydın denen insanlar biraz zoru görünce yada gerçekçi bir üretimin neredesindesiniz dediğimiz zaman bir bakıyoruz yanıt olumsuz kimse yok. O yüzden sorunlarımız biraz da böyle büyüyor. Anadolu insanının gönlü hep güzeli aramış çünkü zalim yöneticilerin geri kafalı, karanlık düşünceli insanların hegomonyası altında kalmış yüzyıllardır. İnançlarını serbestçe ifade edememişler, ifa edememişler düşüncelerini hayata geçirememişler. O yüzden dertli tasalı insanlar onların dertlerine bir nebzede olsa ozanlarımız, dedelerimiz, aşıklarımız, aydınlarımız hem çalmaya çalışmış şiirleriyle deyişleriyle türküler okunur olmuş yüzyıllardır dağlardan dağlara, obalardan ovalara, kulaklardan gitmemiş bu güzelliklerin sesi. Evet bu güzellikleri yaşatan dedeler dedik, dedelerimiz belli ocaklara bağlı olan insanlar, bu ocaklar on iki imamlara dayanıyor. On İki İmamlar katarına gidiyor. Bu ortak bir görüş, ortak bir düşünce, ortak bir gerçek ve de İslam öncesi Türk inançlarının, Türk töresinin, Türk kültürünün de Anadolu’da İslamiyet’i yeni kabul eden insanlar üzerinde derin etkileri var.
Sayın hocam Kutluay Erdoğan’da bu fikirleri paylaşıyor sanırım. Kendisinin de Türk kültürünün İslamiyet’i yeni kabul eden Türklerin İslam anlayışına önemli ölçüde etki ettiğini savunduğunu sanıyorum, öyle değil mi hocam?
Kutluay Erdoğan: Muhakkak, çok teşekkürler.
Evet sayın Aydın şöyle açıklayabilirim bu hususu. 12. ve 13. yüzyıl boyunca Anadolu’ya göçen Türk boyları kendilerini bir inanç mozağiyi içinde buldular. Buna kendilerinden de çok şeyler kattılar. Asya ve Anadolu insanları yepyeni bir kültür birikimiyle canlılığını sürdürdü. Asya’da gök, yer ve diğer tabiat tanrılarına tapan Türkler Aminizm etkisiyle yani ruhlar dili yahut ocaklar kültü gelişmiştir. Tüten ocakların koruyucu ruhuna inançla yakılan ocakların hiç sönmemesi esastı. Horasan erenleri tahta kılıçlı dervişler diye bildiğimiz, Hıdır Abdal, Dede Kargın, Pir Sultan, Abdal Musa, Garip Musa, Hübyar, Ağuşanlı, Baba Resul gibi ocaklar kutsal sayılıyordu. Dertlere deva arayan bu insanlarda bu ocakları ziyaret ederlerdi.
Ayrıca Türkler Müslümanlık içinde kendi törelerinin de etkisiyle özgün bir vahdeti vücud düşüncesini geliştirdiler. Türkün ortaklaşa vicdanın da bu tasavvuf akımı Anadolu’da kökleşti. Tasavvuf akımının amacı nefsi öldürmek ilahi aşka sevgiyle ulaşmaktı. Bunun yolu ise ibadet, Allah’a yalvarmak ve niyaz etmekti. Böylece vahdet şarabını içecek enel hak sırrına erişmekti. Hoca Ahmet Yesevi’nin öncülük ettiği bu akım Anadolu’ya yayılırken Horasan’dan getirilen törelerde Müslümanlık yapısı içerisinde yaşatıldı ve Alevi Bektaşiliğin ilmihalini oluşturdu. Bize göre Anadolu’ya özgü Aleviliği ve Bektaşiliği araştırmak yukarıda kısa açıklamadan da anlaşılacağı üzere ulusal yapımızı tanımak bakımından önemlidir. Bu çalışmamızda bu temel ilkeye dayanır. Alevi ve Bektaşiler değişik nitelenmelere rağmen genelde birlik ve insanlık düşüncesini araya gelmişlerdir.
Alevi şairi Meluli şöyle diyor.
Bırak ikiliği karış birlere
Marifet yoluyla eriş erlere
Sakın yoldaş olma cahil körlere
Çıkarır yoldan şaşırtır seni
Alevi Bektaşiler insana değer verirler ve insanı bilgiyle bezemek isterler. Bektaşi düşüncesi de akla eleştirel kafa yapısına önem vererek insana onur kazandırma yolunu seçmiştir. Herşeyi insanda arar ve ona hizmetle Allah’a yakınlığını duyar. İnsana karşı sevgiyle Allah’ın o sevgiden belirdiğine inanır. Bektaşiler insanı bir biyolojik varlık şeklinde de görmezler. Bütün canlılar içinde Allah’ın yarattığı en kıymetli varlık olarak görürler.
Pir Sultan Abdal çok keramet var insanda derken bu bakışla insanı vurgulamaktadır. Bu yaklaşımların etkileri Anadolu halkında kolayca görülebilir. Bizim toplumumuz öteki Müslüman topluluklardan farklı oluşumu bir ölçüde de bu etkiye borçludur. Örneğin kadının Müslüman ülkelerdeki konumu çok eski inançların örneğin Zerdüştlerin etkisinde farkı iken Anadolu Türkleri eski dinleri Şamanizmin bıraktığı geleneklerle kadına kutsal bir gözle bakmayı sürdürmüşlerdir. Atatürk’ün kadın devrimi bu farklı geçmişin üzerin eklendi.
Atatürk dediniz Alevi Bektaşi tarihinin inançsal köklerinden bahsederken Atatürk’e geldik. Kısa bir aradan sonra Atatürk’le devam edeceğiz.
Sevgili Cem Radyo dinleyicileri Muharrem sohbetlerimize kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Değerli tarihçi yazar Kutluay Erdoğan hocamız bize Alevilik ve Bektaşiliğin tarih kökleri hakkında bilgi verirken Atatürk'ün kadınla ilgili görüşlerini açıklıyordu orada kalmıştık, buyrun.
Çok teşekkürler Atatürk'ün kadın devrimi bu farklı geçmişin üzerine eklendi. Toplumların geçmişlerinin bugüne yansımasını tam olarak önlemenin olanağı var mıdır? Niçin İran ve Arap toplumunda dine saygının temelinde Allah korkusu varken Anadolu insanın din anlayışında hep Allah sevgisi öne çıkarılmıştır.
Niçin Anadolu'nun bağrından çıkmış olan tarikatlar Bektaşilik, Mevlevilik, Bayramilik gibi çok daha insancıl çok daha hoşgörülüdür.
Niçin Anadolu'nun Alevileriyle İran'ın, Irak'ın Şiileri arasında çok büyük farklar vardır.
Niçin Atatürk'den 70 yıl sonra bile Orta Doğu'nun Müslüman ülkeleri laikliğe hala cesaret edemiyorlar?
Bu soruların cevaplarını ararken Batı'daki Hümanizma hareketinin etkilerini de unutmamalıdır. Öte yandan bir Gana atasözü, "yalnız insandır önemli olan, altına sesleniyorum ses vermiyor kumaşa sesleniyorum karşılık alamıyorum. Yalnız insandır ses veren" diyor. Bir romen atasözü ise "İnsan umudunu insana bağlar anlamında" Hintler ise "Dünyada insandan daha büyük gerçek yoktur" inancını savunur. Diğer taraftan insanlığı parçalamak, bölmek siyaseti eski Çin'de, Roma'da daha sonra sömürgeci emperyalist devletlerde hep süre gelmiştir. Türk devletleri üzerinde Rusların bu siyaseti güderek Şii ve Sünni ayrımını körükledikleri böylece bu yöreleri parçalayarak yüz yıllar boyu yönettikleri biliniyor.
Azerbaycan Şii ve Sünni Türkleri arasında bu ayrıcalığa karşı söylene gelen deyişler aşağıdaki bunun kanıtıdır.
Uyan ey milleti Ali
Bu cehli cehalet
Biri Sünni biri Şii
Diyuben kıldı adavet
Bu ne gayret bu ne himmet
Elden gitti kamu millet
İki peygamberimiz mi iki Kuranımız mı var
Harici düşman olanlar araya soktu adavet
Bu ne gayret bu ne himmet
Elden gitti kamu millet
Evet kısa bir giriş yaptınız fakat bu konuya tekrar gireceğiz. Çünkü ocaklardan bahsettiniz, son derece önemli bir kavram. Siz de zaten Seyit Garip Musa ocağına mensupsunuz. Bu ocak hakkında da bilgi alacağız ama öncelikli olarak ocaklar deyince bunun kökleri manası, anlamı üzerinde daha fazla duracağız.
Şimdi Aşık Durmuş Günel dedemiz Muharremle ilgili, Kerbela ile ilgili ve bu ayda tutulan oruçla ilgili tamamlayıcı bilgiler verecek ve de sanırım şiirleri olacak. Buyrun dedem.
Aşık Durmuş Günel: Ben biliyorsunuz şiiri çok severim. Bütün derdimi şiire kaleme dökerim ben fazla konuşmasını başaramam.
Aç bırakma mideni
Özün bile oruç olsun
Boşa gezdirme bedeni
Yüzün bile oruç olsun
Azaların hepsini
Alet etme güzel dini
Öldürürsen sen nefsini
Miden bile oruç olsun
Haramdan sakla gözünü
Temiz eyle nur özünü
Kötü söyleme sözünü
Dilin bile oruç olsun
Günü güne ekleyen
İkindi zamanı tekleyen
Akşam olmasını bekleyen
Dizin bile oruç olsun
Kel başını darama
Mehlemi sür yarama
Durmuş bakma harama
Gözün bile oruç olsun
Aç kalmak oruç değildir, aç durmak gene oruç değildir. Oruçtan maksat, tüm azalarınla oruç olacaksın. Evlerimizin, kilerlerine oruç geldi diye erzaklarla doldurup varımızı yokumuzu yemek oruç değildir.
Bir de şöyle söyleyeceğim;
Nefsine uyarak kendini bilmeyen
Ayakta geziyor ölü gibidir
Mısri camide namaz kılmayan
Hakikati bilmeyen ölü gibidir
Sarılıp dünyaya ölmem diyenler
Gaflet gömleğini eyne giyenler
Fakir fukaranın hakkını yiyenler
Kendini tanımaz deli gibidir
İrfan pazarında metah satarsın
Kin ile kibiri özden atarsan
Tüm azanla orucunu tutarsan
Muhammed ümmeti Ali gibidir
Ehlibeyte gider yolların ucu
Rehberindir sana sual sorucu
Sıtkı ile tutarsan ahlak orucu
Allah'ın sevdiği veli gibidir
Kabahati çoktur Durmuş Günel'in
Oruçlu olursa tüm bu bedenin
Zikir eyler ise o tatlı dilin
Kırkların içtiği dolu gibidir
Evet duygular söze dönüşüyor, şiire dönüşüyor.
İnsanların nefsini terbiye etmeleri gerektiğini söylüyorsunuz. Oruç kavramına da böyle yaklaşıyorsunuz. Edeb erkan diyorsunuz, eline diline beline sahip olunsun diyorsunuz. Eğer bunlara uyulmuyorsa da boşuna oruç tutulmasın diyorsunuz. Ne Aleviler ne Sünniler bu yaklaşımla oruç tutsunlar diyorsunuz. Eyvallah güzel ozanım, sevgili dedem…
Kutluay Erdoğan bir Alevi ocağına mensup dedik, Seyit Garip Musa Ocağına bağlı.
Evet dedeler belli ocaklara bağlılar kendisi de bir ocağa bağlı olduğu için dede soyundan geliyor. Kendisi pratikte cemlerde cem yürütmemiş olsa bile bu köklü geleneğin, köklü inancın bir üyesi.
Peki dedeler kimlerdir desek? Alevilik için dedelerin önemi nedir desek tarihçi yazar Kutluay Erdoğan ne söyler bu konuda?
Kutluay Erdoğan: Evet çok teşekkürler. Tabi dedeler inançlarımıza göre Hz. Peygamber soyundan gelen, Ehlibeyt soyundan gelen insanlardır. Tarih boyunca malum olduğu üzere Emevi saltanatı ve Abbasi saltanatı sırasında Peygamber soyundan gelen Ali nesli devamlı olarak baskı altına alınmıştır. Camilerde hep kötülenmiştir, zulm edilmiştir, zehirletilmiştir, Kerbela'da şehit edilmiştir. İmam Zeynel Abidin dışında diğerleri de zehirlenerek şehitlik mertebesine erişilmiştir. En son malum Mehdi Hasan-ül Askar şehit edildiği zaman Mehdi'yi saklamışlardır. Hasan-ül Asgar’ın evine hekimler gönderilmiştir gebe kadınların olup olmadığı küçük erkek çocuğun bulunup bulunmadığı ve bu yüzden de Mehdi ölümüne kadar birinci gizleniş ölümünden sonra da ikinci gizleniştir ve bugün de Mehdi her kurtarıcı insan için Mehdi bir kurtuluştur. Bu yüzden de Hz. Peygamberin soyundan gelen, peygamberimizin emirlerini yerine getirmek isteyen her kurtarıcı ortaya atıldığı insan Mehdi gözüyle bakılmıştır.
Bu yüzden Atatürk'ü dahi Aleviler Kurtuluş Savaşında desteklemişler Mehdi gözüyle onun çevresinde toplanarak onu kurtarıcı olarak görmüşlerdir. Atatürk Erzurum ve Sivas kongrelerini yaptıktan sonra Kayseri yoluyla Mucur'dan Hacıbektaş'a gelir. O zaman ki Hacı Bektaş Veli soyundan gelen Çelebi Cemallettin Efendi onu tekkenin kapısında karşılar. Çok kısa bir zaman kalması gerekirken memleket meselelerini konuşmak ve aynı zamanda Çelebilerin yakınlığını duyan Atatürk onunla bir gece kalır sohbet eder. Sohbet ettiği sırada Cemalettin Çelebi Efendi daha sonra Velüttin Efendiye nakletmiştir bu olayı. "Allah'ın inayetiyle bu savaşı kazanacaksınız ve bizi de kurtaracaksınız ancak Cumhuriyeti ilan edecek misiniz?" diye sormuştur. Bu sual karşısında şaşıran Mustafa Kemal Çelebinin gözünün içine bakarak elini de avuçu içerisine alarak "Evet Çelebi Efendi Cumhuriyeti ilan edeceğiz ancak ilan edinceye kadar aramızda kalmak şartıyla" işte Aleviler cumhuriyete, demokrasiye laik yapıya inanan insanlar. Bu yüzden Kurtuluş Savaşanda her türlü isyanların olduğu doğunun, batının, kuzeyin, güneyin parçalanarak değişik değişik devletler kurmak isteyen derneklerin karşısında Alevi toplumu Mustafa Kemal'e sahip çıkmış ve bugünkü Türkiye Cumhuriyetinin temelini Türk ordumuzla birlikte oluşturmuşlardır. Bugün de aynı yapı içerisinde öz Türkçe konuşarak deyişleriyle, düvazlarıyla, adetleriyle, örfleriyle, töreleriyle, Asya'dan getirdiği Şamanlık yapılarıyla aynen devam ettiriyorlar. Demin de ifade ettim, Emevi zulmü karşında 150 bine yakın Arap Horasan'a sürülmüştür. Horasan'a sürgün sırasında baskı altına alınan Ehlibeyt soyundan insanlarda vardır. Daha Müslümanlığı kabul etmemiş olan Türkler bu sürgün Arapların bu masum oluşumunu görmüşler başlarından geçen olaylar anlatıldıkça onlara sahip çıkmışlar. Zaten Emevi orduların devamlı olarak İran ve Horasan yöresindeki akınları, yakaladıkları insanları Arap illerinde köle olarak satışları bilinmektedir. Bu zulüm karşısında Araplara karşı büyük bir kin duyan Türkler bu masum insanları aralarına almışlar, obalarda, yaylalarda ozanlar efendim Kerbela olayını değişik şekilde anlatarak göz yaşı dökerek anlattırmışlardır. İşte bu dedeler Ehlibeyt soyundan olan insanlar Türklerin arasında Peygamberimizin soyunu da yaşatmışlardır.
Ve bu yaşayan Ehlibeyt soyundan olan insanlar adeta Türkleşmiştir. Ve bugün dikkat ederseniz Hoca Ahmet Yesevi'nin yine Ehlibeyt soyundan geldiğini ve onun felsefesiyle birlikte oluşan hareket Anadolu'ya taşınmış Ehlibeyt soyunun Anadolu'daki yeşerişi Yunuslarla devam etmiştir. O halde bu yapıyı Asya'da Yesevi ayağı, Anadolu'da Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli ayağı oluşturmuştur. Ve bu yüzden de Anadolu'ya geldikleri zaman Yesevi dervişlerinin Anadolu'daki açtıkları ocaklar aracılığıyla dedeler belki Şamandı ama Şamana karşı Türkler saygı duyarlarken Anadolu'da da aynı şekilde Şamanken dede oldular veya dede soyundandılar Şamanlıklarını bırakanlar görevi dedeler teslim ettiler.
O halde Alevi toplumu dedeleri ocakları ocaklar kültü doğdu zaten. Anadolu'nun değişik yerlerinde ocaklar kültü doğdu. Bu ocaklar kültünün merkezinin birisi Erdebildi, diğeri Hacı Bektaş’tı. Hacıbektaş'ta Bektaşilik tarikatı doğarken Erdebil ocaklılar Anadolu'nun doğu taraflarını oluşturmuşlardı. Ancak şöyle bir durum oldu Şah İsmail'den sonra Tahmasla birlikte daha çok İran Şiiliğine yönelendi. Koyu Şii taassubu olunca Erdebil'in açmış olduğu Doğu ocakları ihmal edildi. İhmal edildiği için Doğu ocaklarında bulunan dedelerimiz ocaklarını kendi başlarına yürütmeye başladılar. Bu ocaklar arasında bazı yadırgamalarda oldu. Bu yüzden bir ayağı tıpkı şuna benzetebiliriz, oğuzların 24 Oğuz boyunun batı ocakları doğu ocakları şeklinde ayırdığımız gibi 24 Oğuz boyuna ayırdığımız gibi Anadolu'da da aynı şekilde Erdebil Ocağı Doğu ocakları, Hacı Bektaş ocakları da Batı ocakları şeklinde gelişti. Ve bu durumda da bugün dedeler ocakları oluşturduğu bu ocaklar her insanın sevgisin, inancını gidip orada giderdiği dertlerine deva aradığı yerler oldu.
Evet ocaklar kavramına geleceğiz teşekkür ediyoruz.
Aşık Durmuş Günel'de halk ozanlığından bahsedecek biraz. Dedelerle beraber, aşıklarla beraber yüz yıllardır halkın sevgisini, duygusunu, özlemini dile getiren halk ozanları.
Halk ozanı diyoruz, ozanlar var, halk ozanları var, şairler var ama aşıklar Alevi Bektaşi inancı içinden çıkmış ozanlar var.
Kimlerdir halk ozanı sevgili Durmuş Günel, halk ozanlığı kavramı nedir? Diğer inanç ve kültürlerden gelen ozanlar, şairler var. Alevi halk ozanlığının ayırt edici yönü sizce nedir?
Durmuş Günel: Şimdi efendim önce bir şey söyleyeceğim çok özür dilerim. Bu dünyada herkes aşıktır. Aşık olmayan hiç kimse yoktur. Kimisi paraya, kimisi karıya, kimi evine, kimi beyine, kimi köyüne kimi saza, kimi kıza her neyse fakat bir de Hakk aşıklığı vardır, erenlere aşıklık vardır.
Aşk ateşi içerisine kim düştüyse hangi yöne düştüyse mesela erenlere düştüyse erenlere aşık olur, bir kıza düştüyse kıza aşık olur, hakka düştüyse hakka aşık olur. Onun için insanlar her şeye aşık olur. Fakat halk ozanları dediğimiz zaman elli yedi bin aşık gelmiştir. Elli yedi bin aşığın her çeşme başı elli yedi bin aşığı da yedi aşıktır Bosnavi'den Virani'ye kadar sayabilirim. Onların özet olarak başı da Virani Abdal'dır.
Ozan dediğiniz zaman şöyle bir bakıyor yapılan tabiata veya insanların hareketlerine veya bir sevgiye veyahutta olumsuz işlere böyle gözün önünde canlandırdığı an içinden gelen ilhamı dökmeye çalışıyor. Ozanlık bu oluyor. Benim Mecidiyeköy'de başımdan şöyle bir olay geçti; işe gidiyorum sabahleyin kalktım bir uyandım ki iki buçuk saat yolda kalmışım. O zaman
Nedir bu gayret nedir bu telaş
Sabahtan içmeye çayın yok mudur
Sevelim sayalım olmaya hoyrat
Şid Nebi'den beri soyun yok mudur,
Nefis körlemeye bir dilim ekmek
Beyhude çalışıp ömrü sökmek
Arkadan vururlar gafilden tekmek
Seni koruyan beyin yok mudur, diye hem söyledim hem ağladım.
Yani bir kişi bir şeye baktığınız zaman sevginin üzerine veyahutta bir doğaya bir hakka her kim neyi severse hangisini şey olursa içinden gelen ilhamları meydana vurmaya çalışırım. Benim görüşüme göre ozanlık budur.
Ozanlar; halkın dili, kulağı olmuştur. Olumsuz bir iş gördüğü zaman hemen onu dile getirir. Sevgiyi gördükleri zaman sevgi diliyle konuşurlar. Ozanlar mübalağa sanatıyla donatılmışlar. Cennetten gelen birer çeşme gibidirler.
Çok ozanlar geldi fani dünyaya
Hepsinin saza vuruşu başka
Eller gider aya biz kaldık yaya
Cümle aleminin duruşu başka
İnsanlığa olayıydı yarışlar
Olsa idi tüm dünyada barışlar
Herkes birbirinin anlını karışlar
Parmakları başka karışı başka
Ozanın içinde çoktur yaralar
Gördüğünü kağıtlara sıralar
Altın gümüş idi eski paralar
Şimdiki devrin kuruşu başka
Durmuş’um geziyor serseri miskin
Güçlüler güçsüze ediyor baskın
Cemde barışırlar dışarıda küskün
Eskilere göre barışı başka
Evet ozanlığı böyle özetliyorsunuz, anlatıyorsunuz.
Sayın Kutluay Erdoğan dedeler hakkında bilgi verdi, ocaklara girdi. Daha önceden de zaten Türk kültürünün Alevilik Bektaşilik içindeki yadsınamaz özelliğine değindi. Tabi burada Ahmet Yesevi'den bahsetmeden geçemeyeceğiz. Ahmet Yesevi ve Alevi Bektaşi inancında, düşüncesinde Türk kültüründeki yeri konusunda da bir şeyler söyleyecek sanırım.
Kutluay Erdoğan: Çok teşekkürler. Sade ve basit bir hayat yaşayan Alevi halkı töresi gereğince kendisini şiirlerle duyurdu. Bu dönemde şairler birbirine benzer şiirler okuyarak kopuzlarıyla toplumun arzularını dile getirirlerdi. Ozanlar oba oba dolaşırlar ve bütün toplantılarda aranırlardı. Bu ozanlar eski kahramanlık günlerini menkıbeler halinde çalıp çağırır böylece topluma ait gelenek ve göreneklerini canlı tutarlardı. Olayları da destanlaştırırlardı. Sihirbazlık, falcılık yapanlarda vardı. Şamanlar ayinlerde ve matem günlerinde mutlaka aranırlardı.
Aynı zamanda 12. ve 13. yüzyıldan itibaren Anadolu'ya taşındı. Anadolu'ya gelen göçebe ve yarı göçebe toplum Yörükler, Türkmenler bu geleneğini sürdürerek hislerini, sevinçlerini ve kederlerini şiirle açıkladılar. Kopuz yerine saz çalanlara halk aşığı, tasavvufi şiirler söyleyene de halk aşığı adını verdiler. Bu aşıkların büyük çoğunluğunun Türkmen ve Oğuz geleneğini sürdüren Alevi Bektaşi olan kesimden çıktığı görülür. Yunuslar, Aşık Paşalar, Dertliler, Pir Sultan Abdallar ve benzeri Anadolu'daki bu saz şairleri Oğuz Türkmen geleneğini diri tuttular. Bayramlarda, matemlerde, ayini cemlerde çalıp söyleyerek Horasan'dan geldiklerini bugünmüş gibi ifade ederek geçmişi yaşadılar. Şiirlerini Türkçe'nin doğal vezni olan hece vezni ile söylediler, Horasan'da da bu vezni kullandıkları bilinir.
Ayrıca Hoca Ahmet Yesevi'de dedik Horasan eski medeniyetlerinin yoğunlaştığı bir yerken İslamiyet'in birlik ve tasavvufi cereyanlı merkezi haline geldi. Buhara, Nişabur, Merf, Fergana gibi şehirler mutasavvufların dolup taşmaya başladığı Piri Türkistan namıyla bilinen Hoca Ahmet Yesevi İslam Türk düşüncesinin önderi oldu. Hikmetleri yani yazdığı dinsel şiirler dilden dile dolaştı. Yeni halifeler ve müridler yetiştirdi. Evet daha sonra Anadolu'da aynı şekilde bu insanların temsilcileriyle birer ocaklar haline geldi.
Evet Ahmet Yeseviler ve onlardan Hacı Bektaşi Velilere, Abdal Musalara, Pir Sultanlara uzanan bir çizgi var. Türk kültürünün, Türk töresinin inançlarının kuşaktan kuşağa aktarılırken Ehlibeyt aşkıyla mayalanmış şeklinin Anadolu'da harmanlanmasıyla tasavvufi bir İslam anlayışı oluştu ki bu da Alevilik ve Bektaşilikti. Evet Aleviler Bektaşiler hak katında Sünni Müslümanlar özde inançlarını, kültürlerini hep beraber yaşattılar. Zaman içerisinde çeşitli ayrılıklar oldu, yanlış bilgilendirmeler oldu. Fakat özde gerek inancı, gerekse Türk milleti bakımından kültürel yapılanması bakımından özde bir aynilik var, özde bir birlik ve bütünlük var.
Bu konuda ki sohbetimize, söyleşimize devam edeceğiz, kısa bir aradan sonra bu ataları, dedeleri, ozanları, aşıkları işlemeye bu konudaki sohbetimize devam edeceğiz.
Yalnız kalmışım dağlar başında
Yetiş Garip Musa gel imdat eyle
Yalnız olduğum size malumdur
Yetiş Garip Musa sen imdat eyle
Garip Musa sen bir ulu kişisin
Ali ile Muhammed'in eşisin
Car diyende hemen sen ulaşırsın
Yetiş Garip Musa sen imdat eyle
Musa dedem Şeydullaha gidiyor
İnsan zalim olmuş pişman ediyor
Gör ki zalim kulun bize ne diyor
Yetiş Garip Musa sen imdat eyle
Kara sudan aşar oldu yolumuz
Gider olduk görünmüyor önümüz
Amcam uşağı kaldı yalnız
Yetiş Garip Musa sen imdat eyle
Kara kuş donunda kendi göründü
Geldi ırmak kenarında oturdu
Pir Sultan Abdal'ım işini bitirdi
Yetiş Garip Musa sen imdat eyle
Evet Garip Musa dedik, ocaklar dedik. Anadolu Aleviliği içinde yadsınamaz bir yeri var dedik. Ocaklar Ehlibeyt aşkına On İki İmamlara ulaşır dedik ama eski Türk kültürüyle Anadolu'daki kültürlerle de ilişkisi var dedik. Bu ocaklardan birisi de Seyit Garip Musa Ocağı. O da diğer Anadolu'daki Alevi ocakları gibi insanların kapısında himmet istedikleri insanların gönlünde sabah akşam duayla andıkları sıkıştıkları dar günlerinde yetişmeleri için duada bulundukları ve kerametler gösterdiğine inanılan bir kutsi kişi kutsallığını yüz yıllar boyunca sürdüğüne inanılan bir kişi. Bu bir dede, bir seyit, bir eren olarak kendi talipleri içerisinde binlerce insanın gönlünde yer etmiş bir Anadolu ereni evliyası.
Kutluay Erdoğan'ın bu ocağa mensup olduğunu söylemiştik. Kendisinin de Seyit Garip Musa ocağıyla ilgili çeşitli araştırmaları ve incelemeleri var.
Anadolu Aleviliği içerisinde Seyit Garip Musa'nın yeri nedir Sayın Kutluay Erdoğan?
Kutluay Erdoğan: Çok teşekkürler. Anadolu Alevilerine dedelik eden seyitlerden Garip Musa’nın Divriği Güneş Tekkedeki türbesi önemli ziyaret yerlerindendir. Bu ocaktan gelenler Aleviliğin ve Bektaşiliğin en üst mertebesi olan halifeliğe ulaşmaları Divriği’ndeki tekkenin bir benzeri Sarıkamış’ın Asboğa köyünde kurmaları ilginçtir. Ayrıca Seyit Garip Musa’nın Hızır Aleyhselam’ı hatırlatan ermişliği deyişlere de yansıtmıştır. Mesela örnek olarak;
Ey erenler sizi görmeye geldim
Sultan Garip Musam Sultan celalim
Dergahına yüzün sürmeye geldim
Sultan Garip Musam Sultan celalim. Garip Musa tahta kılıçlı dervişlerdendir. Bu ocaklı dedemiz geçmişteki olan tarihi yapısıyla İmam Musa-i Kazım soyundan geldiklerine dair değişik şekilde ellerde belgeler mevcuttur. Ve Osmanlı padişahlarından hilafetnameler verilmiştir, emri şerifler verilmiştir. Bu emri şerifler 1826 yılında Bektaşi ocakları ve aynı zamanda Yeniçeri ocakları kaldırıldığında iptal edilirken Seyit Garip Musa’yla ilgili 1805’te 1808’de daha sonra 1839’da Sultan Abdülmecit, 1862 Sultan Aziz tarafından verilen emri şeriflere göre Seyit Garip Musa Şia mezheptir. Bunu aynı şekilde elimizdeki olan belgelerden bu şekilde görmekteyiz. Seyit Garip Musa daha evvel 1400 yıllarında Sarıkamış’ın Deliler Köyü mevkiinde bulundukları sırada bir İspanyol seyyah burada geçer adı Ruy Gonzales de Clavijo, Timur Devrinde Kadis'ten Semerkant'a Seyahat. Ömer Rıza Doğrul tarafından da tercüme edilmiştir. Deliler Köyüne gelir ve Deliler Köyünde daha evvel de Timur seferine çıktığı zaman Anadolu hareketini yaptığı zaman tartışmada bulunan Karakoyunlular Karakoyunlu Yusuf kaybetmiş olduğu toprakları geri almak sırasındayken bu köyler tamamen yakılıp yıkılmıştır ve tamamen çekilme sırasında Garip Musa Ocağına mensubu olan insanlarda gelerek Divriği'nin Güneş Tekkedeki olan mezraya yerleşmişlerdir bu Alan Köyüdür. Bu mezrada şu anda Garip Musa'nın ve Oğlu Güneş'in mezarları mevcuttur. Ve burada ki deyişlerde de dikkat ederseniz ifade ediyor, daha sonra da Garip Musa'lılar bundan 150 yıl evvel Divriği ağlarının meşhur Köse paşaların hareketleri, Velüttin beylerin hareketleri sonucunda efendim rahatsız olmuşlar ve bu rahatsız olmanın sonucunda da yeniden gelmiş oldukları Kars'ın yine Sarıkamış'ın ilgili olan Köylerine yerleşmeye çalışmışlardır ki bundan 150 yıl evvel de dedelerim Sarıkamış'ın Asboğa Köyüne gelerek yerleşmiş. Tıpkı Güneş'teki yapmış oldukları tekkenin görünümünü de aynen bu Köyde de yaşatmışlardır. Ve bu konuyu da ben CEM Dergisinin Mart ve Nisan sayısında ele aldım. Aynı şekilde diğer aylarda da bu aile ile ilgili açıklamalarımız devam edecektir.
Teşekkür ediyoruz verdiğiniz bilgiler için. Aynı şekilde Aşık Garip Bektaş'ta söylemişti. Halk ozanlarımız dedelerle beraber olurlarsa belli ocakların yolunu sürerek insanlara doğruluğu, güzelliği en güzel şekilde gösterirler. Yani dedelerle ozanlar özde birdir bir ocaklara bağlıdırlar ki bu ocaklarda Pir Ocaklarıdır. Güzellik ocaklarıdır buralardan insanlar feyz alır demişti.
Şimdi Aşık Durmuş Günel'de bize mensup olduğu Sarıbal Ocağından bahsedecek. Kendisi Sarıbal Ocağıyla ilgili araştırmalar yapan insanlardan birisi. Bu konuyla ilgili elimizde çok sınırlı bilgiler var. Kendisinin Gümüşhane Şiranlı olduğunu söylemiştik. Kırıntı, Yeniköy, Çal, Şinik ve daha sonra Kırıntı'dan kopup Giresun'da ikamet etmek durumda bulunan Kayacıklıların oluşturduğu Alevi Bektaşi yerleşimi bugün büyük şehirlerde yüzlerce haneye ulaşmıştır. Oralardan büyük şehirlere gelen insanlarımız aynen köylerinde olduğu gibi büyük şehirlerde özellikle İstanbul ve Ankara'da İstanbul'da özellikle Rumeli Hisar üstünde, Ankara'da Mamak'da bu inanç ve ibadetlerini sürdürüyorlar, sürdürmeye çalışıyorlar. Çünkü bu inançta küskünleri barıştırmak var dedik, bu inançlarda kaynaşma var dedik, birlik var dedik, beraberlik var dedik.
Evet Durmuş Günel Dede şimdi Sarıbal evladı dedik sizin için. Sarıbal'ın Sarı Saltuğa bağlı olduğunu söylüyorsunuz. Günel dedik, soyadınız Günel, Şıhlılar olarak da nitelendiriliyor, isimlendiriliyor. Bir dede soyu kendisinden kerametler beklenen, kerametler gösterildiğine inanılan cem yürütmeye ehil olan insanların soyu dedik.
Siz Sarıbal hakkında neler söyleyeceksiniz? Sarıbal Ocağı hakkında bize bilgi verebilir misiniz?
Durmuş Günel: Tabi memnuniyetle Hacı Bektaşi Veli Ahmet Yesevi tarafından Rum diyarına gönderilir. Hatta Ahmet Yesevi Hacı Bektaş’tan dahi on dört tane ermiş zatları başka diyarlara gönderir. Herkesi kendi dilinde ibadet etmek ve oraları irşad etmesi için. Hacı Bektaşi Veli Rum diyarına geldiği zaman Sarı Saltuk Erzurum dolaylarında Horasan'dan Türkistan'dan Erzurum'a geliyor. Erzurum dolaylarından Mencükoğullarıyla beraber orada hüküm sürüyor.
Sarı Saltuk Hacı Bektaşi Veli'nin Rum diyarına gelişini işittiği zaman zaten kendiside ermiş biliyor, gidiyor Hacı Bektaşi Veli'ye tacını tahtına terk edip derviş olarak yanında hizmete kalıyor. Sarı Saltık oğlu Sarıbal ve onunda mucizeti olarak kendi parmaklarından rivayete göre bal akıtıyor.
Özet olarak da bunların soyu Sarı Saltık ve Sarıbal evladının soyu Türkistan'dan gelip Hacı Bektaşi Veli'ye derviş olup ve oralardan da kollara ayrılıp oraya kendi taliplerini kendisi seçmiş oluyor. Bir rivayete göre Hacı Bektaşi Veli'den sonra Bektaşi tarikatını kuran Balım Sultan işte bunları kollara ve yörelere ayıraraktan talipleri işte sen şu talibi yapacaksın, işte sen şu talibi göreceksin diye kollara ayırıyor. Sarı Saltık'ın oğlu Sarıbaldır. Ve bunların demin ki dediğimiz gibi de Horasan'dan gelip üç kardeş olarak geliyor bunlar. Bir kardeşi Tebriz'e gidiyor bir kardeşi Kars'da bir kardeşte Gümüşhane Şiran Kazasının Kırıntı köyünün bir dağının başına çıkıyor, yüce bir dağda yaşıyor. Epey birkaç sene yaşadıktan sonra mendili atıyor bu mendil nerede düşerse diyor attığı yerin arasında 5 kilometre mesafe mendil düşüyor. Şimdi hala Hasan Derviş isminde zat orada yatıyor. Sarı Saltık'ın müritlerinden, Sarıbal evladından Hasan Derviş torunlarından Durmuş Günel.
Evet siz sanırım bu Güneller, Şıhlılar denilen sülale ve soydan gelen cem yürüten değerli bir dedemizsiniz ama aynı zamanda İbrahim Dede de var kendisi programımıza konuk olacaktı ama rahatsızlığı devam ettiği için programımıza katılamadı. Cem Radyo dinleyicilerine en içten sevgilerini selamlarını iletmemi istedi benden bunu iletiyorum. O da on yıllarca cem yapmış, insanları beraberliğe, birliğe çağırmış dedelerimizden birisi. Sizinle aynı soydan gelen bir dedemizsiniz sizin de çalışmalarınız var. Bunlar sanırım kendi ocağınızla olan bütün dökümanları belgeleri topladınız, derlediniz, yazıları yazdınız.
Şiran yöresinde sürdürülen cemin diğer yörelerden farklı yönlerini ele aldınız, bir kitap çalışması içerisine girdiniz. Fakat daha önceden yayınlanmış iki kitabınız da var bu iki kitabınızda deyişleriniz, şiirleriniz var.
Dost Eli Gönül Aşkı ismiyle çıkan kitabınız gerçekten deyişlerle, Ehlibeyt sevgisi, Hz. Ali, Hz. Hüseyin aşkıyla dolu şiirlerle dolup taşmış.
Diğer eserinizde de aynı şekilde bu konuları işlemeye devam ediyorsunuz. Sanırım bizlere kazandıracağınız güzel eserlerden birisi de Şiran'da yürütülen cemlerin diğer bölgelerdeki cemlerden farklarını içeren, okunan bütün duaları, deyişleri, düvazı imamları da içeren on iki hizmetin bütün boyutlarıyla anlatıldığı yeni bir eseriniz. Buradan şuraya gelmek istiyorum yol bir sürek bin bir dedik, bunu yadsıyamayız, bu kavrama karşı çıkanlarda var. Öz bir dedik, Ehlibeyt sevgisi dedik, Alevilik Bektaşilik dedik fakat bunlar Alevilik Bektaşi inancını birer zenginliği, bu zenginlikleri de yok edemeyiz.
Önemli olan bu konularda çalışmalar yapmak, üretmek, kaybolmaya yüz tutan kültürel değerlerimizi öğelerimizi gün yüzüne çıkarmak.
Ben size burada teşekkür etmek istiyorum. Aynı şekilde Kutluay Erdoğan Hocama da teşekkür etmek istiyorum. Türkiye'de olması gereken şeyleri sizler yapıyorsunuz. Yani Garip Musa Ocağı, Sarıbal Ocağı bunların tarihi kökleri, belgeleri, bunlar çevresindeki söylenceler şiirler ve diğer yörelerden farkları nelerdir? İşte bu konularda yazılan eserler bize gerçekten çok önemli bilgiler verecek kısa bir aradan sonra devam edeceğiz.
Evet ocaklar, dedeler dedik. Anadolu'muzda birbirinden farklı ocakların tarihleri, menakıbnameleri, ocak sahiplerinin uluların isimlerine yazılan şiirler söylenceler hakkında çok fazla çalışma olmadığını söylemiştik. Artık bu alanlarda ki araştırmalara ihtiyacımız. Akademisyenler, üniversitelerde bunlara fazla itibar etmiyorlar, üç beş tane araştırmanın dışında bu konuyla ilgili ciddi çalışma yok.
Diğer çalışmalar ise birbirinden çok kopuk, amatör ruhla, iyi niyetle yapılan çalışmalar. İşte bunlara saygıdeğer Kutluay Erdoğan Hocamız Seyit Garip Musa ile ilgili yapmış olduğu çalışmalarla katkıda bulunuyor. Kendisi bir aşık halk ozanı olarak kendi soyuyla ilgili Sarıbal ocağıyla ilgili yaptığı araştırmalarla da Aşık Durmuş Günel bu konuda çalışmalarıyla inancımıza, kültürümüze katkıda bulunmaya çalışıyorlar.
Durmuş Günel: Şimdi demin söylemiştik Sarıbal'ın nereden gelip nereye gittiğini. Fakat bizim Sarıbal evladının sürmüş olduğu tarikat Türkiye'deki Alevilerin sürmüş olduğu tarikattan farklıdır. Türkiye genelinde ben 17 çeşit tarikata girdim. Gerçi hepsi bir hepsine saygım var fakat bizim oranın özelliği daha bambaşka.
Ne gibi ayırd edici yönü var. Yani ocaklar elbette ki birbirinden güzeller, birbirinden iyiler yani ne gibi ayırd edici bir yönü var?
Ayırd edici yönü yoktur fazlalığı var. Fazlalığı şöyle bizim yöredeki Sarıbal evladının sürmüş olduğu tarikat yolu %40'ı %50'si Kuran-ı Kerim'den alınıp ve Kuran-ı Kerim’in sözlerinin üzerine icraat yapılmaktadır özellik tarafı burada. Mesela Işık duasından al Nur suresinde al da şeylere kadar bunu şu andaki yazmış olduğum bastırmak üzere kitaba tek tek yazdım. Burada sadece bir konuya değineceğim, bizim garip bir tarafımız var. Bir kişi dünyadan vefat ettiği zaman kurban kesiyoruz. Bu da benim görüşüme çok ters düşüyor. Hiç aklımın almadığı garip tarafı. Bunun hiçbir kitaplarda, bilmem nelerde var bunlar, kaynağı nedir, ben bunları göremedim.
İşte bu tabi ki dedik ya yol bir sürek bin bir artık bu inancımızın kültürümüzün çoğulculuğunun yansıması hiç kimseyi bu tip davranışlarından dolayı kınayamayız. Bunlar atalardan dedelerden gelen şeyler. İlla ki kitabi Kurani veyahutta ilahi inançsal kitaplarda, inançsal emirlerde bu gibi şeylerin olması gerekmiyor. İnsanlar çeşitli gelenekleri sürdürüyorlar, bunları da birden bire atmaları da mümkün değil. Hatta bence hiç atmasalar da olur. Çünkü Anadolu coğrafyasında yüz yılların birikimi var, Türk kültürünün izleri var. Kutluay Erdoğan'ın da çok yerinde söylediği gibi atalar, dedeler, babalar bu kültürü buraya getirmiş. Onların bazı İslam dini içerisinde yer almayan uygulamaları da beraberinde yaşatmaları doğal. Yani İslamiyet'e aykırı olmadıktan sonra ki hangi İslamiyet diyeceğiz. Kitaba göre çeşitli kurallara göre yorumlanan bir çok İslam anlayışı var. Orada bir sürü boyutu var. İslamiyet'e aykırı olsun olmasın bunları daha geniş bir şekilde yorumlamamız lazım. İslamiyet'e aykırılık, hangi ölçülere göre aykırılık bunlar farklı meseleler, farklı konular fakat sizin fikrinize de saygı gösteriyoruz. Orada ise bir inanç var, ölenlerin ruhları anısına diğer insanların bir araya gelmesi o yemekten onlara vererek bir Kuran okunması, kırk gün sonra bir dua okunuyor, Kuran okunuyor, insanlar bir araya geliyor. Senelik okutuluyor böyle bir gelenek oluşmuş böyle bir şey devam ediyor. Şamanizmden gelebilir ama bunu da kesip atamayız. O da Türk kültürünün Anadolu'nun coğrafyasının bir rengi diyorum ben benim görüşüm bu.
Şimdi Kutluay Erdoğan Hocamız bu sözlerimize paralel şeyler söyleyecekler herhalde. Yani Alevilik İslam'ın içindedir, dışındadır Alevilik şudur mudur herkes bir tanım yapıyor, tarif yapıyor. Okuyanlar da dinleyenlerde şaşıyor. Televizyonlarda çıkılıyor, radyolarda çıkılıyor, kitaplarda dergilerde türlü türlü renklere boyanıyor diyelim. Türlü türlü tarifler yapılıyor. Fakat kendisinin güzel açıklamaları olacak sanırım bu konuda.
Kutluay Erdoğan: Çok teşekkürler. Körün fil tarifine benziyor galiba Alevilerin Aleviliği anlatılışı. Bugüne kadar Alevilikle ilgili hemen hemen çok az yani telif eser vardı. Ama bugün hemen hemen diyebiliriz ki fazlasıyla artık içeriği ne olursa olsun adı Alevilik olsun, Bektaşilik olsun yazılar hemen hemen dergahlarımızda da olduğu değişik satış yerlerinde de görülüyor, dergilerde de görülüyor. Alevilik kültürdür diyorlar, bütün dinler kültürdür. Kültür o halde öğretilen bir şey eğer bünyede güzel alışkanlık haline geliyorsa, töre oluyorsa, örf oluyorsa evet dinler de aynı şekildedir. O zaman imanın güçlenmesidir bir noktada kültür. Şimdi bu durumda diyebiliriz ki Aleviliği dışlayanlar var. Tamamen diyorlar ki işte Alevilik kültürdür, Alevilik Müslümanlık dışındadır, Alevilik sönmüştür, Alevilik sapıklıktır hatta bunu böyle aleyhte öyle bir şey ki bir de Alevi toplumunun toplandığı yerlerde satış yerlerinde dahi bu aleyhte yazıları, telif eserleri görebiliyoruz. Halbuki Alevilik toplumunun yapısı içerisinde öz be öz Müslümanlığın en güzel özünü oluşturuyor. Şimdi Aleviliği tabi Araplar değişik şekilde görüyorlar. Töreleriyle Arap milliyetçiliği artı Müslümanlık. İran'a geliyor İran töresi Zerdüştlükle ilişkili olan töreler bakıyorsunuz ondan bir mozaik oluşturuyor, Şiilik oluşuyor. Horasan'a geliyor Asya yöresinde oluşan İslamiyet tasavvuf yapısı içerisinde Hoca Ahmet Yeseviyle oluşuyor ve onun ocaklar aracığıyla Anadolu'ya ve Anadolu'da bir mozaik oluşturuyor.
Diyebiliriz ki Müslümanlık Anadolu'ya yayılmadan evvel Anadolu'da birçok dinler, inançlar yayıldı, gelişti. O halde bir mozaik oluşturuyor. Demin de ifade ettiğimiz gibi dedemiz ifade ettiler, değişik değişik yörelerde değişik şekilde oluyor. Tabi bu olacak çünkü mozaik oluşturuyor. Değişik törelerin sosyolojik oluşumlar, coğrafi yapılar, töreler, örfler tabi muhakkak ki bazı yerlerde daha ağırlık kazanıyor. Şimdi diyorlar ki Müslümanlığın dışındadır diyorlar. Hatta daha çok değişiklik hatta Kuran-ı Kerimle ilişkisi yoktur diyenler var hatta tamamen Hz. Ali şeriatçıdır diyorlar, Araptır diyorlar. Ve Ehlibeytle hiç ilişkisi yoktur diyorlar, halbuki inançlı olan Aleviler göz yaşı döktükleri zaman Hz. Muhammed'e karşı olan sevgisini, saygısını Ehlibeytte gösteriyorlar. Şimdi bu Aleviliği dışlamak isteyenler araştırsınlar, görsünler ki on iki hizmet yürütüldüğü zaman bakın iki rabbimiz kendimize yasak ettik. Bazı bağışlamanız ve bize merhamet etmeniz biz kaybedenlerden olur diyor Arap Suresi 23.ayetini okuyor rehberin karşısında. Yine bakıyorsunuz Tövbe Suresinde "Ey insanlar Allah'tan sakının doğru yolda beraber olun" diyor. Yine aynı şekilde bakın ikrar verirken Fetih Suresinin 10.ayeti okunur, Yediyullah ayeti okunuyor "Ey Muhammed şüphesiz sana baş eğenler, ellerini verenler Allah'a baş eğmiş, el vermiş sayılırlar. Allah'ın eli onların elleri üstündedir. Verdiği bu sözden dönen ancak kendi aleyhine dönmüş olur. Allah'a verdiği sözü yerine getirenler Allah'a büyük ecir verir." Buyrun yani bütün on iki hizmetleri yürütülürken hep bu ayetler okunuyor, Türkçe'si okunuyor. Nasıl oluyor da biz bunu bu yapı içerisinde görmüyoruz.
Evet çok teşekkür ediyoruz bu açıklamalarınıza. Programımızın sonuna doğru yaklaşırken böyle gönlünden bir coşkuyla Aleviliği Bektaşiliği tanımlayan Kutluay Erdoğan Hocamızın yazmış olduğu bir şiirinden bahsettik sohbetimizin ilk başında. Bu şiir kendisi tarafından yazıldı ve bir deyiş şeklinde okunulması için yazıldı ve kendisi buna bir ezgi, melodi uydurdu. Semah havasında bunun okunmasını istedi. Programımıza kendisinin yazmış olduğu bu şiiri beraberce okuyarak son verirken hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum. Programımıza katılan sevgili Aşık Durmuş Günel'e Kutluay Erdoğan Hocamıza en içten teşekkürlerimizi sunuyoruz. Şimdi Kutluay Erdoğan Hocamızdan kendi melodileriyle bu şiiri okurken.
Şimdi burada çalıp söyleyene aşk olsun dedim. Tabi bir semah havasında kendime göre böyle bir şiirimi sunuyorum.
Bizde eşlik ederiz buyrun.
Yaradanım yüce Allah
Şefaatim Resullah
Yesevi'den icazetim
Kösevi'den rehberim var
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Sofram tacım şalvarınla
Ali'den kalma kuşağınla
Güvercin donunda geldim
Anadolu diyarına
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Kartal doğan, şahinlerle karşıladı erenlerim
Ah erenlerim ermişlerim
Tahta kılıçlı dervişlerim
Horasan'dan gelmişlerim
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Anadolu'm Anadolu'm
Karacahöyük oldu yolum
Kadıncık Anam kutlu meleğim
Fatma Nuriyem ulu analarım
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Sırrın verdi Kutlu Meleğe
Senden medet senden mürvet
Hünkar sırrın açıkladı
Yurdun bekçisi senden deyü
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Anadolu'ya kaymakam
Oldu Ekber evladı
Mürsel Balim Resul Balım
Yol evladı bel evladı
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Melden geldi yoldan geldi
Fesadı toplumu böldü
Muhabbetin nasip aldı
Benlik gülen darda kaldı
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Balım Sultan geldi ile
Töre koydu ele güle
Bektaşilik oldu ayan
Türkçe yazdı her okuyan
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Sırrı idi cumhuriyet
Töresince ilkeleri
Eline diline beline dedi
Ruhsat verdi hünkar ona
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Türkiye ilim dedi
Türkçem dilim dedi
Milletimdir benim dedi
Sahip ele dile
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Atatürkle başlatıldı
İnkılabı yaşatıldı
Işık tuttu hünkar ona
Ebedi paydar kalacak dedi
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Kutlu söyler bu sözler
Yol Muhammed Ali'nindir
Üçler yediler, kırklar dedi
Hak Muhammed Ali'nindir
Alim Alim Alim Alim
Hünkar Hacı Bektaş Velim
Söyleşi; Ayhan Aydın,
25. 04. 1999, Cem Radyo; MUHARREM SOHBETLERİ
Alevi Ocakları Ve Oluşan Kültler
Kutluay ERDOĞAN
Eski Türklerin dinleri ve inançları hakkında başta Çin olmak üzere Batı ve İslam kaynaklarında çokça bilgi ve belgeler mevcuttur. Ancak, bu bilgileri toparlamak ve bir bütünlük içinde ele almak çok zordur. Türk kavimlerinin törelerine dayalı yaşayışları ve inançları çok eskiye dayanmaktadır. Asya’da Türkler, Gök Tanrı, Güneş, Ay, Yer-su, Ata (cedd-i ala) ve Ateş (Ocak) kültleri dini ayin törelerini bir erkan dahilinde yürütmekteydiler. Türk kavimleri bu inançlarını Asya’da devam ettirdikleri gibi Anadolu’ya da taşıdılar. Bugün özellikleri Alevilerin oluşturdukları OCAK Kültü adı altında devam ettirmişlerdir. Bu kültler Altaylar’da Şamanizm olarak devam ettirilirken, gelişen dünya görüşlerine göre gelişmiş ve olgunlaşmış olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumumuzun geçmişi araştırılırken, bazı araştırıcılar Budizm’e benzer inançları milli bir Türk dini şeklinde ifade etmişse de, eski Türklerin şamanist oldukları ancak, Altaylar’da bu durum avcılık-balıkçılık ve ilkel çiftçilik içinde gelişmişti.
Şamanizm’in esasları Gök Tanrı, güneş, ay, yer, su, ata (cedd-i ala) ocak kültleri idi. Dini ayinler törenler edep erkan içinde kam, şaman ve baksı dediğimiz din adamları tarafından icra edilirdi.
Müslümanlıktan önce Asya halkı inançlarını sürdürdüğü dönemlerde, din adamları kamlar aracılığı ile tapınmaları, ulu dağların, su ve ağaçların kutsal sayıldığı, her canlının bir ruhunun olduğu inancı ile tapınmaların oluşumu kült dediğimiz deyimle ifade edilmekteydi. Bu inançlar bütünlüğünü incelerken yer ve gök natural dinleri Şamanlık adı altında incelerken din inancına Hint’ten Budizm’e ve Çin’den Maniheizmin etkisi olduğu gibi Hıristiyanlık ve Lama gibi Tibet yöresinin inançları da etki etmiştir. Bu inançlara bir de Müslümanlığı eklediğimizde inançlar mozaiği ortaya çıkmaktadır. Müslümanlık bu inançlara bir örtü ve cila olunca, Horasan yöresinde gelişen ve Hoca Ahmet Yesevi’nin öncülük ettiği tasavvuf felsefesi, toleranslı ve hoşgörüsü ile toplumun bütün kesimini etkisi altına almış, göçler aracılığı ile İran’ın etki alanına girmiş ve Anadolu insanı ile bütünleşerek, İslam’i yapı içinde ocaklar kültünü oluşturmuştur.
Anadolu İslamlığı, Asya (Horasan), Anadolu inançlarının Müslümanlık esasları içinde Arap ve Fars etkisinden uzak Türkmen töresi içinde özümlenerek Alevi-Bektaşiliğin esasını oluşturmuştur. Alevilerde, kurban esastır. Ruhlar için ocaklar, ulu dağlar, yatırlar için kurbanlar kesilir, adaklar adanırdı. İnançlarında her yatır veya ocak bir istek ve arzu ile dertlere çare aranan yerlerdir. Bu inançlar İslamlık’tan öncede vardı, İslamiyet’le de birlikte devam etti. Alevilerin tasavvufa dayalı felsefelerinde tanrının varlığını insanda görürler. Bu nedenle ölen insanın ruhu yaşar, ulu insanların ruhları ise koruyucu kollayıcı özellik taşır inancı ile dertlere deva arayanlar çocuğu olmayanlar bu ulu ocakları ziyaret ederek adaklar adar ve kurbanlar keserler. Her ocak değişik dertlere çare olarak bilinir. Burada ocaklar kültü ile ölüler kültü birleşmiştir. Bugün bilinen ve ziyaret edilen ocakların bir ulu insan adına oluştuğu görülür ve bu ocaklar o ulu insanları adı ile çağrılır. Örneğin; Hıdır Abdal, Dede Kargın, Garip Musa, Seyit Resul, Hubyar, Avuçanlı, Karadonlu Can Baba vb. gibi... Müslümanlık içinde varlığını koruyan bu ulu ocaklar, İslamlığı Arap ve Fars’dan farklı olarak yaşaması ile bu kesimlerin tepkisini üzerlerine çekmişlerdir. İşte Anadolu İslamlığın tepki ile karşılanan farkı budur.
İslam’dan önceki Asya ve Anadolu’nun inançlarını detaylı olarak ele alacak olursak; işte dağlar ve dağlara adı veren kutsal ulular. Bu uluların koruyucu ruhlarının olduğuna inanan insanlar. Toprak bütünlüğü içinde ele alındığında bu koruyuculuk dağların yüceliklerine defnettikleri ulu mağara ve atalar kültü ile birleşerek bütünleşmiştir. Bu durumu ile Asya’da Türk boyları kültler bütünlüğü içinde asimile olmaktan kendilerini kurtarmışlardır. Kurulan devletlerin yıkılış nedenleri arasında töresinden kopar Budizm’in, Maniheizm’in, Hıristiyanlığın, Zerdüştlüğün etkisi ile asimile olmuşlar, onları tabanını oluşturan halk tabii yapısı içinde töresel inançlar içinde kendilerini korumuşlardır. Tıpkı bu durumu Anadolu’da görmekteyiz. Anadolu İslamlığı Araplaşmadan ve Farslaşmadan Asya’dan taşıdığı töresel inançlarını Anadolu inançları ve birleştirerek bir mozaik oluşturmuş ve bu mozaiğe İslamlığı da bir örtü olarak almış ve asimile olmadan yapını korumuştur. Bu duruma göre, Asya’da şehirleşen ve yerleşik durumda yaşayışını sürdüren idareci ve bürokrat zümre Asya’da Budizm’in ve Maniheizm’in, Anadolu’da da İslamiyet’in etkisi ile Arap ve Fars harsının etkisi ile asimile olmuş ve bu etki ile ne kadar çok inançlarını açığa vurup uygularsa o kadar çok dindar olabileceği inancı ile koyu bir İslam taassubu Arap ve Fars milliyetçiliği adı altında kendini göstermiştir. İslamlığı kabul ettiği halde Araplaşmaya ve Farslaşmayan göçebe ve yarı göçebe halkı töreselliği içinde milli varlığını korumuştur. Bu gün bir Sünni Arap etkisindeki Türk ile töreselliğini koruyan Türk’ün birbirlerini yadırgayarak bazı iddialarda bulunmaları töre çatışmasından başka bir şey değildir.
Asya’da Türk boyları Budizm’in ve Maniheizm’in etkisi ile Çinlileşerek varlıklarını kaybedişlerini, Göktürk yazıtlarında; Hani benim hakanım, hani benim ilim, törem... diye feryat edişlerini görmekteyiz.
Asya’da devlet kuran kavimlerin kültür merkezleri olan sarayları ve karargahları ile çevresinde bulunup da yerleşik duruma gelen, yarı göçebe olan boylar her zaman yabancı kültürlerin etkisinde kalabiliyorlardı. Bu etki alanlarını oluşturan Çin mitolojileri, Hint ve Tibet Budizm’i, batıdan Zerdüştlük etkisini eskiden beri devam ettirerek bu toplulukları rahatsız etmekteydi. Bunun yanında yabancı din inançları da Şamanizm’den etkilenmiyor değildi. Asya Türk’lerinin inançlarına M.S. III. yy. dan itibaren, Budizm’in, Zerdüştlüğün ve Hıristiyanlığın yerleştiği, VIII. Yy. dan itibaren de Mani dini Uygurların resmi dini oldu. Bu dinler yerleşik halk ve idareci zümre üzerinde etkisini göstererek, Budizm’i resmi din olarak kabul ederek görkemli Buda heykelleri dikip tapınakları yapmaya başladılar. Bu dinler Aristokrat tabakanın dini olurken geniş halk tabakası Şamanlıklarını devam ettirmişlerdir. Bu durumu Anadolu’da da görüyoruz. Selçuklu ve Osmanlı sarayları ile ileri gelen zadegan zümre İslamlığı kabul ederken Arabın ve Acemin harsını da kabul etmekle daha çok Müslüman olabileceğini zannetmiş, açtıkları medreseler aracılığı ile Arap ve Fars taassubu körüklenmiş, göçebe ve yarı göçebe halk ise töreselliği içinde medrese eğitiminden uzak kendi imkanları ile Müslümanlığı kabul etmekle beraber, inançlarını ana dili Türkçe olarak ibadetlerine yansıtmıştır. Adeta, Horasandan getirdiği Şamanlığı İslam tasavvufu ile de sentezleyerek Anadolu’ya taşımış. Araplaşmadan ve Farslaşmadan Anadolu Müslümanlığını bulunduğu yörenin inançlarıyla da birleştirerek yaşamıştır. Zeki Velidi Togan’ın ifadesi ile Sarı Saltık, Barak Baba ve Hacı Bektaş Veli gibi Türk şeyhleri ile Yesevi dervişleri İslamiyet’i adeta bir milli Türk dinine çevirdiler (Umumi Türk Tarihine Giriş, sayfa 258) Arap ve Fars uleması bu şeyhlerin ayinlerini; şeytan ameli şeklinde adlandırmışlardı. İşte bu değişim farkı, İslamiyet’e rağmen Arabın Türk’e bakışı hep töresel olmuştur. Bu nedenle de İslamlığı ancak, Arap gibi uygularsan geçenli bir Müslümansın demektir. Asya’da da bu böyle olmuş. Gök Türk yazıtlarında ifadesini bulduğu gibi, hanların yıkılışı ile Budizm’in ve benzeri dinler yok olmuş, Türk halkının benimsediği inançlara dayalı tanrılar yardım etmiş, ilkel inançlardan oluşan kara budun dediğimiz halkı inandığı töresel inançlar karşısında Budizm’i etkisiz kılmıştır.
Öte yandan, Anadolu inançları, Mezopotamya inançlarından farklı bir gelişme sergilemektedir. Mezopotamya da almak için vermek ve kısasa kısas inanışı, Babil kralı Hammurabi’den beri geçerliliğini korurken, Hititler insan yaşamını kutsamış, vatan hainliği dışında hiç bir suçu ölüm cezası ile sonuçlandırmamıştır. İşte bu ortam da Türkler Anadolu’ya geldiklerinde bu uygarlık ve inançlar beşiği Anadolu dinsel ve kültürel olgunluğa erişmiş olduğunu görmekteyiz. Asya’dan gelenler bu birikim üzerine inanç ve geleneklerini getirerek zenginleştirmişler. Türklerin Anadolu’ya gelişleri XI. ve XIII. yy. da yerleşerek yurt edinmişler, böylece Asya-Anadolu sentezi ile Müslümanlığın kabulü ile oluşmuştur.
Yukarıda da ifade eğittiğim gibi, Anadolu’ya gelmeden önce Türkler, yer, gök Tanrılarına tapmaktaydılar. Daha sonra bu ilkellikleri gelişti değişik dinlerin de etkisi oldu. Her canlı varlığın ve hatta dağların taşlarında bir ruhunun olduğuna inançla, ruhla dini adını verdiğimiz Animizm ile Türk boyları arasında ocaklar Kültü oluştu. Tüten ocakların koruyucu ruha inanış gereği yakılan ocakların hiç söndürülmemesi ilke olmuştur. Türkmen töresine göre halk arasında ocağı tüte, ocağı söne, ocağı yana gibi deyimler olumlu ve olumsuz dua ve beddua olarak kullanıldığına tanık olmuşuzdur. Hatırladığım kadarı ile evimizde annem ocağı hiç sürdürmeden yakar devam ettirirdi. Gece vakti ocak sönmesin diye ocağın külü aralanır ve ateş tezeği diye bir parça tezek konarak küllenirdi. Sabahleyin erkenden ocak külü aralanır ve koru besleyerek ateşi yakardı. Bu hep böyle devam ederken, bu ocağa niyaz edenlerin de tanığı oldum. Köyden gelin giderken bizim ocağı ziyaret etmeden giden olmamıştır. Yalnız ocak mı? Eşiğe de niyaz ederlerdi. Eski Türklerin evin eşiğine basmadıkları, oturmadıkları ve su dökmedikleri inancı da vardır. Eşik kutsaldır, çünkü bir ocağın tütmesi ana baba ve diğer hane fertleri ile mümkündür. Ocağın tütmesi demek, mutlu yaşayış ancak karı kocanın birbirine karşı saygı ve sevgisi ile mümkündür. Şamanlık inancına göre de karı koca ruhunun ongunu veya töz’ü bu eşiğin altına gömülüdür. Bu nedenle ocağın devamına hürmetle eşiğe basılmaz ve oturulmadığı gibi su dökmek çok büyük günahlardan sayılır.
Böylece, ocak inancı giderek yaygınlaşmış ve ulu insanların topluma yaptıkları hizmet sonucu mevcut ocakları tapınım nitelikler kazanınca ulu ocaklar kültü oluşmuştur. Tasavvufun etkisi ile Horasan’da oluşan Türk-İslam anlayışı Anadolu’nun her tarafında tapınım ocakları ortaya çıkmıştır. Bu ocaklar, her inançtan insanın derdine deva aradığı yerler olmuştur. Her ocağın değişik hastalıklara çare olduğu dilden dile yayılmış ve insanlar buralara kurbanlarla gelmiş, tapınım nitelikli törenlerle buraları ziyaret etmişlerdir. Bu ocaklardan, Horasan Erleri, veya Erenleri, Tahta Kılıçlı Dervişler, diye bilinen Dede Kargın (24 Oğuz boylarından), Abdal Musa, Seyyid Resul, Seyyid Garip Musa, Hubyar, Avuşan (Avu içen), Hıdır Abdal gibi ocaklar (bu ocakların Anadolu’da sayısının 100’den fazla olduğu) soy ocaklarına dönüştü ve herkesin inançla yöneldiği derdine deva aradığı ziyaretgahlar oldu.
Diğer yandan İslamiyet içinde uygun gelişme zemini bulan ve kökleri Teo, Konfiçyüs, Hint Brahmanlığı ile gelişen Budizm inançlarına kadar dayanan Vahdet-i Vücut düşüncesi, temelde yaratıcının tekliğini ve Allah kavramını öne çıkarmaktadır. Bu yaklaşım, bütün dinler için ortak amaçlı bir felsefenin doğuşuna hizmet etti. Bu düşünceden Sofiyye ve tasavvuf felsefesi ortaya çıktı. Asya’dan taşınarak Anadolu’da gelişen tasavvuf akımından amaç, nefsi öldürmek, Tanrısal aşka ulaşmak ve Allah’a sevgi ile yaklaşmak vardır. bunun yolu ise ibadet aracılığı ile yaratıcıya yalvarıp yakarmaktır. Bu düşüncenin öncüsü Hoca Ahmet Yesevi’dir. Yeseviliğin Anadolu’daki temsilcileri dervişler, Horasan’dan getirdiklerinin Anadolu inançları ile bütünleştirdiler. Hacı Bektaş Veli’nin öncülüğünde gelişen bu akım, Bektaşilik şeklinde Anadolulaştı.
Bu inanışlar, etimolojik olarak ele alındığında, Budizm’in ve Maniheizm’in etkisinde kalma durumu üst düzeydeki yerleşik halk arasında görüldüğü ve bu durumun da geçici olduğu görülür. Gerçek halk töresinin gereğini yerine getirmekte, kült olarak yer, su, ateş ve ağaç ile birlikte dağ tutkusu tapınma özelliği olarak ağır basmaktadır. Gerçekte halk Şamandır. Üst düzey yöneticiler Çin’den ve Hint’ten gelen din inanışların etkisinde geçici olarak kalmışlardır. Bu durumu Kırgızlarda ve Oğuzlarda bariz bir şekilde görmekteyiz. Başlıca inançlarının odağını gök Tanrı kültü oluşturmaktadır. Bu tapınma inanışı Asya’dan Anadolu’ya taşınmıştır. Gök ve onun sahibi ruhları bir tutmuş, Oğuzlar, Bir Allah veya Bir Tanrı diyerek yaratıcıyı her gökte aramıştır. Dualar ederken de başını göğe yükselterek yaracıya el açıp yalvarmıştır. Şamanlar da dualarında; bu gökteki bir Tanrıya hitapları Müslümanlığın etkisinde kalındığı döneme rastlar. Altaylı Şamanlar güneşi ana, ay’ı da ata olarak bilirler yer ise ateş ile ifade ediyorlar. Anadolu’da güneşi ana ve ay’ı da aydede olarak ifadeleri Altay Şamanlarının etkisinin olduğu ihtimalini taşır. Yine yaratıcıya Çalap kelimesi ile hitap Nasturiler’den geçen yabancı bir kelime olsa gerektir. Türklerde, asıl kök ve menşe “TÖZ”, “TÖS”le veya Ongun kültü ile ifade edilir. Atalar ruhu hatırına yapılmış tapınım şekilleridir. Ananın tözü, babanın tözü olduğu gibi büyük ululara bağışlanan tözler de vardır. tözlerin ve ongunların oluşturduğu kült daha çok ulu ölüler kültü ile ilgilidir. Asya’da Türklerin inanışına göre her varlığın bir ruhu ve ongunu olduğuna inanırlar. Her kabilenin kutsal saydığı bir kuşu ve ağacı olduğu, birbirlerini tanımak istedikleri zaman ağacının ve kuşunun ne olduğu sorularak belirlenirler. Anadolu’daki Alevi ocaklıları da hangi ocağa mensup oldukları, ocağın dedesi ve talibi oluşlarını geçmişten gelen bir gelenekle sorarak sürdürürler. Asya’da bir ormanın, ağacın veya dağın ruhu olarak kabul ettikleri semboller bir kuş veya ağaçla temsil edinirken birbirleriyle ilgili on iki kabilenin ruhlarının da on iki tanrı olarak kabul ettikleri kuşlara taparlardı. Bugün Alevi toplumun inanışına göre bu kutsal hayvanlardan, güvercin, sığırcık, turna, leylek, kutsal sayılır. Bunlar hakkında değişik mitolojik anlatılar vardır. güvercinin kutsallığı barışın simgesi olduğu gibi, Hacı Bektaş Veli Anadolu’ya güvercin kılığında geldiği için, leylek göç ederek Kabe’ye gidişini düşündüklerinden geri gelişini hacı leylek olarak, turnaların yine göç edişlerini ve ötüşleri ile de değişik anlatımlara cemlerde turnalar semahı ile anılır. Kutsal sayılan ağaçlara bağlana paçavra ve benzeri şeyler de Şamanlıktan kalan ruhlar için birer nezirdir. Bu geleneksel uygulama bugün Anadolu’nun bir çok yerinde kutsal sayılan ağaçlara bağlanan bez parçaları ile aynı inançlar devam etmektedir.
Tahta kılıçlı dervişlerden Seyyit Garip Musa’nın Divriği Güneş tekkedeki mezarı çevresinde kutsal sayılan ağaçlardan ardıç ağacına çevre halkı inançla bezler bağlamakta, dileğinin olması için taşlar tutturmakta ve yemin ederken O Ardıç diye doğruluğunu kanıtlamak için başvurduğu ziyaretler olmuştur. Yine Abdal Musa anma günü nedeniyle katıldığım şenlikte mezarın etrafındaki bazı ağaçların bağlanmış bez parçalarından yaprakları görünmeyecek durumda idi. Şamanlıktan kalan ve Müslümanlık inancı içinde devam eden bu uygulama halk tarafından dileklerin kabulü için birer nezirdi. Bu tapılan nesnelerde doğa üstü güçlerin olduğuna inanılırdı. Bunlar ağaçlar, taşlar veya hayvanlarda olabilir. Ayrıca, muska ve benzeri şeyler, cüher denen mezardan alınan topraklar, ulu kişiye ait kuşak ve giysi parçaları nazarlık olarak taşınır. Çok tanrıcılıkta ilkellerin uğur olarak taşıdıkları nazarlıklar, tek tanrılı dinlerde dahi vardı.
İlkel insanların çevresinde ruhların olduğu, bu ruhların kendilerine iyi davranmaları için tapınmak zorunda kaldıkları bu tapınma kültü Animizm olarak bildiğimiz ruhlar dinini oluşturuyor. Tek tanrılı dinlerde de ruhun varlığı, ölümlü halde maddenin yok olduğu ruhun öbür dünyada yaşayacağı, mekanının cennet veya cehennem olacağı inancı mevcuttur.
Doğa üstü bir gücünde bulunduğu inancı, bir bitkinin hastalığı iyi ettiği, bir ağacın meyvesi bazı bitkilerin zehirlerinin hastalıklara iyi gelmesi bazılarının da zararlı olması ile bitkilerdeki bu esrarlı güç, iyilik getirdiği gibi kötülükte getirdiği, bu nedenle tapınılır. İlkeller doğada olağan üstü bir güç olduğuna inanırlardı (dinamizm).
Dağ Kültü, ilkel kavimlerde olduğu gibi bu günkü tek tanrılı dinlerde de aynı inançlar dağ, su, ağaç, orman, kaya, kültler önekleridir. Yer-su kültlerinin en önemlisi dağlar ve dağ tepeleridir. Dağ tepelerinin Gök tanrıya yakın oluşu nedeniyle kurbanlar keserler, uluların mezarları da buralara gömülür. Bu uluların adı ile dağlar adlandırılır. Göçerler mezarlarını dağ tepelerine veya belirli su kenarlarını seçerler. Dağ tutkusu, Yunanlılarda Olimpos, Yahudilerde Tur-Sina, Araplarda Arafat, Ermenilerde Ağrı Ararat, Hintlilerde Himalayalar, Asya Türklerinde Altaylar kutsal sayılır.
Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da yüksek dağ tepeleri ziyaret yeri idi. Bu dağ tepelerinde evliya mezarları vardı. dağlar bu adla anılır. Kars yöresinde örnek olarak Kumru Baba, Akbaba, Allahuekber Baba dağlara da ad olmuştur. Göçebeler devamlı hareket halinde oldukları sırada ölen yakınlarını da buralara gömerler. Göçerler mevsimin belirli zamanlarında buradan geçerlerken ziyaretlerini eksik etmezler, kurbanlar keserek, Şamanların ayinlerine benzer ayinler yaparlardı. Yerleşik duruma gelen Türkmenlerde, ekin biçme zamanın veya yaylaya çıkarken dedelerinin önderliğinde töresi gereği sürülerini de alarak bu dağ tepelerine gelerek günlerce kalarak kurbanlar keserek cemler yaparak dönerlerdi. Bazı yörelerde de yağmur duası için de bu yöreler ziyaret edilir. Bu ziyaretlerde hasta olanların sağlıklı döndüğü, dileklerinin kabul olacağı inancı vardı.
İran Horasanı, uygarlığın yoğunlaştığı, değişik dinlere ait inançların karışıp kaynaştığı bir yerdi. Bu din ve inanç mozaiği içinde tasavvuf akımı da gelişti. Tasavvuf cereyanının etkisi ile Türkler Müslümanlığı kabul etmeye başladılar. Horasan ve çevresi pir-i Türkistan namı ile bilinen Hoca Ahmet Yesevi Türk-İslam düşüncesinin önderi oldu. Yesevilik Horasan’da geliştiği sırada zorunlu göçler, Moğol baskını sonucu bu inançlar Anadolu’ya taşındı. Gelenek ve görenekleri ile Anadolu’ya gelen Türkler, törelerine Anadolu’dan da çok şeyler kattılar. İslamiyet’i Türkmen töreselliği içinde özümlediler ve Arap’tan ve Fars’tan farklı olarak Anadolulaştırdılar. Böylece, benliklerini korudular. Anadolu Müslümanlığını oluşturan bu Türkmenler (Aleviler) Asya’da kopuz çalıp kımız içerken, ayinlerini kam, baksi ve Şamanlarla yaparken, İslamlığı kabul ile de yerlerini (seyyid) dede, derviş, baba gibi din adamlarına bıraktılar. Yahut da, Müslümanlıktan önce kam, baksi ve Şamanken Müslümanlığı kabulü ile dede veya derviş oldular. Geçmişin bağı ile renklenen İslamlık törenlerde halk önderlerine saygı ile bağlandı.
Horasandan Anadolu’ya gelen Yesevi dervişleri, Anadolu ve Rumeli’nde açtıkları tekke ve zaviyeler birer ocak durumuna geldi. Bu ocaklar dedelerin çevresinde tarikat şeklinde örgütlenmeye başladı. Horasan erleri, erenleri, alp eren veya tahta kılıçlı dervişler adı ile anılır yüzü aşkın ocak oluştu. Bu ocaklar oba kültünün de etkisi ile soy ocaklarına dönüştü. Seyidlik beratı alanlar, peygamber soyundan geldiklerine dair, emri şerifler ve icazetler alarak toplumu aydınlatmaya başladılar ve Anadolu Müslümanlığını da temelini attılar. Bu ocakların bir kısmı batı ocakları olarak Hacı Bektaş dergahına, doğu ocakları da Erdebil Tekkesine bağlanarak nasıl ayrılıyorsa, oba kültüne ait olan Alevi ocakları da iç işlerinde serbest kendi soy şeceresine bağlı olmak üzere dış işlerinde nasip aldığı dergaha yani Hacı Bektaş veya Erdebil’e bağlanıyorlardı. Bu iki dergaha ait dede ocakları birbirlerine benzer tarafları olsa da töresel bakımdan bazı farklılıklar vardı. Her Alevi ocağı federe ve konfedere durumda idi. Ocaklı dede seyyid soyundan gelse bile halifelik beratını dergahtan alması gelenekti. Hizmetleri karşılığı bir ocaklı dede cemlerde verilen nezirleri şahsına harcayamazdı. Bir bölümünü tekkenin masraflarına geri kalanları da dergaha götürmek veya göndermek zorunda idi. Bir noktada bugünkü derneklerin çalışma şekli gibi. Erdebil’e bağlı ocaklar daha muhafazakardı. Hacı Bektaş dergahı ise Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında himaye görmüş, şehirlileşmiş, tarikatlaşarak balkanların da etkisinde kalarak doğu ocaklarına göre daha uygarlaşmış bir durumda doğulular onları purutluk ve döneklik itham etmişlerdi. Doğu ocakları edep erkanı cemlerde daha geleneklere bağlı olduğu için, görgüde kullandıkları kutsal ağaç erkan için batı ocaklılar da ağaçlı, alaca değnekli gibi sürtüşmelere neden olunmuş. Doğu ocaklılar arasında Şamanlığın etkisi ile Ali’yi gök tanrı yerine koyacak şekilde Ali Allahiler grubunu oluştururken Batı ocaklı Bektaşiler Tasavvuf akımının etkisi ile daha mutedil davranmışlardır. Doğu ocakları Erdebil tekkesinin tarikat esasından vazgeçerek Tahmasb zamanında İran Şiiliğine ağırlık vermesi ile doğu ocakları başsız kalmıştır. Başsız kalan bu ocaklar uzun müddet kendi başlarına bağımsız hareket etmişler. Hacı Bektaş dergahı halifelerinden Hıdır Abdal Ocağını düşkün ocağı olarak bilinir. Bir bakıma kendi başına hareket eden ocakları da düşkün ilan etmiş. Hıdır Abdal Ocaklılar doğuda düşkün ocağı olarak bilinir. Düşkün olarak cemlerde bir fert kendi ocağınca yargılanırken, ocak düşkün olursa veya ocaklıların bir müşkülü olursa bu problemleri Hacı Bektaş dergahı halleder. İşte bu dergah adına görevlendirilen Hıdır Abdal Ocağı halifeleri doğu ocaklarını dergaha bağlamak üzere gönderilmiştir. Ancak, ne derece başarılı oldukları bilinmemektedir. Bugün dahi Hacı Bektaş dergahını tanımayan Alevi Ocakları vardır. uygulamaya farklılıkları, coğrafi nedenlerle birlikte aşiret yapıları ile bağlı oldukları ocağı karıştırarak kendi aşiretlerinin Hacı Bektaş Veliden önce Anadolu’ya geldiklerini, Kerbela’ya bağlı bulunduklarını iddia etmektedirler ki bu Asya geleneğinden çok Arap geleneğini yansıtmaktadır.
Sonuç olarak toparlayacak olursak: Tarihsel süreç içinde Asya ile Anadolu’da gelişen inançlar İslam’la ve diğer dinlerle karışmış bir halita halinde ifadesini ocaklar kült’ünde bulmuştur. Oğuz (Türkmen) ocakları aynı zamanda federe ve konfedere yapı halinde birlik ve bütünlüklerini sürdürmüşlerdi. İrsi Türkmen reislerinin başkanlığında idari yapı oluşurken inançsal olarak da babaların, derviş ve seyyidlerin etrafında odaklanılırdı.
Asya’da kurulan devletlerin başında bir Kağan bulunurdu. Oğuzlar Müslümanlığı kabul ettikten sonra Türkmen adını alırlardı. Türkmen soylu boylar irsi reislerine bağlıydılar her boyun bir beyi vardı. Boylar ve oymaklar bu reise tabidirler. İç işlerinde bağımsız dış işlerinde kağan’a bağlıdırlar. Boy beyi kağana bağlanmakla budun olarak kağana bağlanırlar. Böylece federe beyler, kağana bağlanmakla da konfedere olurlar. Kağan bağlılıkta doğuda üçoklar bir grup, batıda bozoklarda diğer bir gruptur. Bu örgütlenmeyi Anadolu’da doğu ocakları Erdebil tekkesi, Batı ocakları Hacı bektaş Dergahı, diye ele aldığımızda; soydan gelen ulu ocaklar Asya’da olduğu gibi iç işlerinde serbesttir. Ancak, ocak geleneğini yürütebilmesi için bir dergaha bağlanarak icazet ve hilafetname alması gerektiğinden pir kapısı olarak ya Erdebil Ocağını veya Hacı Bektaş Dergahını seçmesi gerekmektedir ki bugünkü ocaklar Asya geleneğini inançlarında da İslamlıkla birlikte sürdürmektedirler.
Alevilerde her ocak başlı başına bir Kült terimi ile ifade edilir. Her ocak birbirine federe ve konfedere yapılaşma içinde hiyerarşik bir şekilde bağlıdırlar.
Cem Dergisi, Ekim 2001