CELAL ARSLAN

(ŞEYH ONAR (ON ER) OCAĞI – ONAR KÖYÜ / ARAPKİR / MALATYA)

 

(1944 -  7 Haziran 2013)

 

 

AYHAN AYDIN

 

Türkiye’nin en köklü ocaklarından, inanç ve kültür mekanlarından/kurumlarından olan Onar (On er) Dede, Anadolu’nun inanç öncüsü olan erenlerindendir. Bizzat gidip görerek büyük bir hayranlık duyduğum ve tümüyle bir tarihsel mekan, kültür ekini, uygarlık beşiği olan beldeden çok büyük ozanlar, dedeler çıkmış, bunlar Aleviliğin var olma sürecinde çok önemli görevler üstlenmişlerdir. En azından çağımızda Dr. İsmail Kaygusuz ve İsmail Onarlı gibi hem çok değerli bilim adamları, hem araştırmacılar çıkarırken bu bölge aynı zamanda kendine has sazı ve semahıyla da, çok orijinal bir yapı sergiler. İnsanlarıyla, doğasıyla, tarihiyle, inancıyla büyüleyici olan Onar belki de Arapkir gerçekten de ülkemizin ölümsüz kapılarından, devletin de temel mühürlerinin vurulduğu bir sosyal- kültürel gözedir.

Bu yöreden, bu bölgeden uzun yıllar boyunca posta oturup dedelik yapmasa da, bu ocaktan/dergahtan yetişen dedelerin yanında, yazarların yanında, dernek çalışmaları içinde, özellikle de Alevilerin, dedelerin, babaların örgütlenmesi konusunda Cem Vakfı’nda da oldukça yapıcı çalışmaları olan ve çok yakından tanıyıp sevdiğim bu toplumun bir ışığı olan Celal Arslan Dede’yle hem dedelik, hem Alevilik, hem de Alevilerin ve dedelerin örgütlenmeleri, ayrıca kendi ocağı ve doğup büyüdüğü yöre konularını konuştuk.

 

 

Sevgili Dedem; Belli bir yaştasınız, bu yaşa kadar tanık olduğunuz veya unutamadığınız mutlaka birçok anı vardır belleğinizde, ne dersin biraz bu anılardan bahsederek aşlayalım mı söyleşimize, geçmişe bir yolculuk yapalım neler söylersiniz? 
 
Sevgili Ayhan Bey; Evet; tabi ki bu yaşa kadar benim de bire bir tanık olduğum bazı olaylar ve belleğimde yer eden birçok anı var elbette. Ama ben nereden başlayacağımı bilmiyorum bu anıları, yaşanan bunca olayları anlatmaya başlarsak bu uzunca bir söyleşi olur buna da ne vaktimiz, ne de zamanımız elverir. Ama ben yine de kısaca bazı konulara değineyim.  Sözlerime vurgun yemiş bir kuşaktan bahsederek başlamak istiyorum; bu kuşak savaşın içinde doğdu, inanılmaz acılar yaşadı, tabi ki hayatta kalmayı başaranların belleğinde birçok anı var, dolayısıyla ben de o kuşaktan geldiğime göre benim de anlatacaklarım olacaktır.
İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa'yı kasıp kavurduğu açlığın ve yoksulluğun kol gezdiği bir ortamda dünyaya gelmişim. Orta Avrupa'yı yerle bir eden, milyonlarca insanın canına mal olan, bir o kadarda çocuğun açlıktan ve bakımsızlıktan bu dünyadan gitmesine neden olan o korkunç savaşın içerisinde dünyaya gelip de ölmeden hayatta kalanlara ben vurgun yemiş kuşak olarak niteliyorum. Ülkem bu savaşın içinde yer almadı ama savaşın getirdiği sıkıntıları biz de bire bir yaşadık bütün dünyada olduğu gibi.
Yıl1943. Devlet yok devletin gölgesi bile yok. Kara bulutlar çökmüş ülkemin üstüne. Sanki herkes kaderine terk edilmiş, kıtlık sefalet sarmış ülkemin dört yanını. Ortam bu; anamın anlattığına göre bebekliğim inanılmaz acılar içinde; doktorsuz- ilaçsız, bakımsız, parasız, pulsuz, ha bugün öldü, ha yarın ölecek, beklentisi içinde, umutsuzca bir bekleyiş içinde geçmiş. Siz de takdir edersiniz ki o bebekliğim de, çektiğim acıları hatırlamam mümkün değil. Ama yaşım beş, altıya geldiği zaman bugün bile aklımdan çıkmayan birçok olayla karşılaştım, birçok olayın içinde yaşadım ve çok olaylara da, şahit oldum. Yazmaya kalksam birkaç cilt kitap olur kanaatindeyim. Ama ben yinede bu kısa söyleşide birkaç anımı anlatmaya çalışayım.
Yıl 1948-İnancımızın gereği mi, yoksa savaşın yaşattığı acılardan mı bilemem, o yıllarda Onar Köyü’nde inanılmaz bir birliktelik, ortaklaşa bir iş bölümü, adil bir paylaşım ve bugün bile aranılan güzellikte bir sosyal dayanışma vardı. Sanki komşusu aç iken tok yatanlar benden değildir, diyen Peygamber efendimizin sözü Onar Köyü’nde adeta hayat buluyordu. Örneğin kışın ortasında bir komşunun yiyeceği mi bitti, hayvanlarının otu, samanı mı yok, hemen komşular bir araya gelerek toplanır iki kişi görevlendirilerek kapı, kapı dolaşılarak o komşunun sorunu çözülmeye çalışılırdı. Çalışanı az olan köylünün yardımına gidilir, köylüler birlikte imece yapar, komşuyu dağdan indirirlerdi. O yıllarda olağan üstü bir dayanışma vardı, öyle ki çift koşumu bile hep birlikte yapılırdı. Biri bir gün önce, diğeri bir gün sonra değil. Birlikte ekilir, birlikte biçilir, tüm köylünün tarladaki ekinleri biçilmeden kimse harman yerinde düven koşmaz idi. Kapalı bir köy yaşantımız vardı. Bizim askerlik ve vergi ölüm - doğum dışında devlet ile hükümet ile hiçbir işimiz olmazdı. Sorunumuz varsa biz kendimiz çözerdik.
Alevi inancına bağlı olan Onar Köyü’nde; Çocukluğumu yaşadığım o yıllarda sağlam bir manevi yapı, güçlü bir inanç birliği içinde Cemler yapılıyor, kazanlar kaynıyor, hiç ayrım yapmadan yetim, öksüz varlıklı-varlıksız, yaşlı, hasta demeden lokmalar eşit bir şekilde dağıtılıyordu, köyde tam bir komşu birliği vardı. 
Bu sosyal ve manevi yapı ile ilgili değerlendirmeniz açısından bir anımı anlatmak istiyorum. Bakın karlı bir kış günü okul çıkışı eve doğru geliyorum. Evimize oldukça yakınında oturan, yoksul bir koşumuz vardı. Adı Sadık’tı ama köylü onu Sato Dayı, diye çağırırdı. Bu komşumuzun iki gözü ağma bir hanımı vardı. Sato Dayı oldukça dürüst, kimsenin işine karışmayan, kimsenin malında mülkünde gözü olmayan, verilen işi kendi işiymiş gibi yapan kaderine boyun eğmiş biriydi. Sato Dayı geçimini köyde malı davarı olan komşuların malına davarına bakarak onların vereceği yardımla sağlar, hanımı Dudu Yenge ise, mahallede çocuğu olan komşunun çocuğunun beşiğini sallar, yayığını yayar, onları verdikleri ile de kıt kanaat geçinirlerdi. O gün okul dönüşü üstü başı kar içinde, sırtlarında birer heybe üç kişiyi Sato Dayı’nın kapısını çalarken gördüm. Bu kişiler birkaç gün sonra yapılacak olan Abdal Musa Cemine hem komşuları davet ediyorlar, hem de lokma toplayanlardı.
Onlar Sato Dayı’nın kapısını döverken ben kendi kendime bu nasıl iş, bu komşunun neyi var ki, ne istiyorlar, zaten bu adam zor geçiniyor, diye söylenerek eve doğru yürüdüm. Eve vardığımda anam ekmek pişiriyor, babam da ocağa odun atıyordu. İçeri girer girmez babama dönerek, baba bu nasıl iş, o lokma toplayan amcalar var ya Sato Dayı’nın kapısına dayanmış garipten ne istiyorlar, adam yardıma muhtaç ondan bir şey almasalar olmaz mı? Diye şikâyetçi olmaya başladım. Babam meseleyi anlamıştı, beni yanına çağırdı ve bak oğlum, mesele Sato Dayı’nın vereceği lokmada değil, mesele o komşuyu komşu saymada, diğer komşudan ayırmamada, mesele onun gönlüne girmede, mesele o kurban lokmasında
onun da bir tutam tuzunun bulunmasını sağlamada, sen bunu büyüyünce daha da iyi anlayacaksın, dediğini dün gibi hatırlarım.
Onar Köyü’nde; 8 ay kadın - erkek bir yaz sezonu birlikte çalışan canlar, kış aylarında mutlaka görgüden ve sorgudan geçer, Hakk’ın önünde ve halkın karşısında hesap alır hesap verirlerdi. Bu cemlerde yetim, öksüz, dul, avrat, zengin, fakir ayrımı yapılmazdı. Müsahip Tutma, İkrar Verme, Görgü Cemi ve tüm köylünün katılımıyla gerçekleştirilen Abdal Musa Cemi ve Kurbanı arkasından Birlik Cemi her sene aksatılmadan yapılırdı. Bu Cem ibadetleri aynı zamanda toplumun aklandığı, paklandığı, gönüllerin birleştiği, birbirilerinden rızalık alınıp – verildiği, akitlerin yenilendiği, birliğin beraberliğin pekiştiği cemlerdir. O zaman yapılan Cemler şafaklara (sabaha) kadar devam ederdi. Cemin sonuna doğru lokma pişip dağıtılmaya hazır olduğunun haberini alan Dede lokmacının, lokma duasını verdikten sonra lokma dağıtılmaya başlanırdı. Lokma dağıtımı önce ceme katılamayacak kadar hasta, kimsesiz, yetim, öksüzlere, lâhosa kadınlar varsa gönderilir sonra cemaate dağıtılırdı. 
Aklıma geldi, bizim köyde o yıllarda yapılan cemlerde ilginç bir muhabbet daha vardı; canlar arası lokma değişimi. Bu uygulamayı da, bir anı olarak anlatmak istiyorum. Meydan evi ağzına kadar dolmuştu, dualar ediliyor, Allah, Allah sesleri gök kubbeyi sarsıyordu. Dedeler coşmuştu. Hatayı candan, Kul Himmet’ten, Pir Sultan Abdal’dan, Teslim Abdal’dan deyişler arka arkaya sıralanıyordu. Saz, söz derken bir hayli zaman geçmişti. Dede cemaatin rahatlamasını sağlamak, canların bir takım ihtiyaçlarını gidermek için, ceme ara vermişti. Yarım saati bulan, bu arada gönlü gani bacıların daha önceden getirip duasını aldıkları lokmalarını lokmacı baba cemaate dağıtılmak üzere hazırlanmıştı. Dışarı çıkıp biraz nefeslenen canlar yerlerini almaya başlamışlardı. Gözcüden tamam!, ünlemesini duyan dede lokmaların dağıtılması için duasını verdi ve lokmalar dağıtılmaya başladı. Dağıtım tamamlandı haberini alan dede desturu şah!, diyerekten lokmaları yeme iznini verdi. Dağıtılan lokmaları ellerinde tutan tüm canlar, herkes yanındaki ile dağıtılan lokmaları değiştirdi. O zaman çocuk yaşta bunun ne anlama geldiğini anlayamamıştım, bu uygulamada ki ince çizgiyi daha sonraları kavrayabildim. Lokma hakkına, evliya keremine, birimiz kırk kırkımız bir, sunulan Hakk Lokması, sen yok, ben yok, biz varız; verilen lokma Kırklar’da sunulan lokma niyetine, ben sana, sen bana, gönül birliğine. Tüm canlar nefsi emaresini yenmiş ola, kalpten kalbe gönülden, gönüle… Allah EYVALLAH. Bu inanılmaz birlik felsefesini şimdi çok daha net görüyorum. 
İşte bizim köyümüzde, yöremizde böyle bir Alevilik, böyle Aleviler vardı. O günleri şimdi özlemle anıyorum.

 

Sevgili Dede, sizce dedelik nedir, neyi kapsar?

Bana göre dedelik, irşat makamıdır. Dedeyim diyen kişi, her şeyden önce belli kurallara, belli ahlaki yapıya sahip olması gerekir. Temel ilke edep ve ahlaktır. Ben dedeyim, diyen kişinin; toplum tarafından kabul görmesi, benimsenmesi, saygı gösterilmesi gerekir. Toplumun saygı duyabilmesi için dedenin, biraz önce vurguladığımız ahlaki yapıya mutlaka sahip olması gerekir. Bizim ser çeşmemiz Hacı Bektaş Veli’nin dergâhına girdiğimizde karşımıza çıkan yazı “Edep Ya Hu”’dur. Bunu diğer tüm Alevi Bektaşi dergâh, tekke ve ocaklarında da görürüz; Süceattin Veli’de, Abdal Musa’da bu yazı karşımıza çıkıyor. Demek ki burada bizim ser çeşmemiz, bilgi kaynağımız Hünkar Hacı Bektaş’ın üzerinde durduğu, İmam Cafer Hazretlerinin, On İki İmamların da üzerinde durduğu birinci nokta demek ki ahlaklı olmaktır.

Biraz daha ileriye geçersek, kendisini Hakk’a teslim eden, bu dünyanın rengine aldanmayan, hiçbir beklentisi olmayan, Allah’a sevgiyle yaklaşmasını bilen, yaşadığı süre içinde bir karıncayı dahi incitmeyen, insanı merkeze koyan, yetimi, öksüzü düşünen; haktan adaletten ayrılmayan bir kişiliğe sahip olması gerekir bir dedenin. Bu kişiliklere sahip olan, bu vasıflara sahip olan kişinin oturacağı postun manevi yapısına gelince; biz babamızdan, dedemizden, büyüklerimizden bize anlatılanlardan manevi yönden şunu görüyoruz ki, bizim köyümüzde, yaşantımızda öyleydi; şunu bize telkin ediyorlardı; burası Hakk Muhammet Ali postu, Peygamber postudur. Dedem bunu bana döne döne, üzerinde dura dura anlatırdı, bu Peygamber postu, derdi. Bu posta oturan kişinin önce kendisini oraya layık olarak görmesi lazımdır. Bilgisiyle, görgüsüyle, ahlakıyla insanın oraya, o posta layık olması gerektiğini dedem sürekli bana anlatırdı ki ben de buna inanıyorum. Ayrıca dedem, posta oturup el uzatmak yetmiyor, kafi gelmiyor; orada bulunan cemaati aydınlatacak bilgiyi de öne alırdı. Sazın, sözün dışında da, oraya gelen canlara bildiği konuları bildiği kadar anlatmaya çalışırdı. Anlattığı konularda en çok insan sevgisinden, adaletten bahsederdi. Biri birinizi sevin, derdi. Siz birbirinizi sever, razı olursanız Allah ta sizden razı olur, derdi. Ben o zaman 15, 16 yaşlarındaydım. O yaşlarda, benim en çok dikkatimi çeken sözlerinden birisi, sevgisiz yetişen toplumlarda hiç kimsenin birbirinden razı olmayacağı gibi, Allah’ın da kullardan razı olamayacağını, söylerdi. Ve sevgisizlerin kalbinin fesat yuvası olacağını, fitnenin çoğalacağını, sevgisiz toplumun bir yere gidemeyeceğini söylerdi. Bunun yanında fitne, fesat, goy gıybet, dedikoduların, felsefemizde bunların yeri olmadığını üstüne basa basa söylerdi. Onun için dedem gittiği yerlerde, talipleri de bunu sık sık vurgularlardı; küskünü, dargını barıştırmadan, komşular arasındaki kırgınlıkları ortadan kaldırmadan kesinlikle cemaati, görgü cemine almazdı, başlamazdı. Onun yaşadığı süre içinde, bulunduğu köy içinde, köylüleri içinde tam bir ahenk, kardeşlik, birlik duyguları pekişmişti.

Bugün yine aynı talipleri anlatıyorlar; o dirliğin, o düzenliğin artık kalmadığını söylüyorlar. Bu düzensizliğin de, sebebinin kendisini dede olarak ileri sürüp, küskün, dargın demeden; yetim öksüz demeden, kul hakkı yiyen demeden hemen cem, görgü yapmaya soyunmaları… Ben de bu düzensizliklerin, Alevilikte yaşanan bu problemlerin bir ana sebebi olarak da bazı dedelerin bu tip yanlışlıklarında görüyorum. Buna ilaveten bugünkü dedelik makamına oturan, kendisinin dede olduğunu ileri süren bir takım insanların bugünkü davranışlarında da bunları görmek mümkün. O yüzden dedelik makamının tam inancımızın ilkeleri, erkânlarımızın doğrultusunda yapılmadığını görmekteyiz. Bir dedenin o makama gelmesi için ilk önce kendisinin görülmesi lazım, görgüden geçmesi, sorgulanması lazım. Ve o taliplerinden razılık alması lazım. Çünkü dede meydanevine girdikten sonra ilk sorduğu soru; benden incinen var mı?, benden hakkı olan istesin, dile gelsin, burada Hakk’ın önünde, halkın huzurundayız, deyip o cemaatten, oraya gelen canlardan razılık alması lazım. Ondan sonra, onay aldıktan sonra görgüye, sorguya, ceme başlayabilir. Yani ilk önce kendisinin temizlenmesi, aklanması, paklanması lazımdır. Erkannamenin gereği de budur.

Türkiye’ye genelinde de acaba bu hizmet yürüten dedelerin çoğu bu kurala uyuyorlar mı, şimdilerde? Bunu düşünmemiz lazım. Dedeler pirlerinden görülüyorlar mı, aklanıyorlar mı, paklanıyorlar mı? Bunu sormak, düşünmek lazım. Bu bir soru işareti olarak karşımızda durmaktadır.

Gerçek bir dedelik için kendisinin sadece seyyid soyundan geldiğini iddia etmek yeterli değildir. Bir kişi cem yürütmese bile dedeliğin onuruna uygun davranmalıdır. Yoksa benim belimden gelen değil, yolumu süren evladımdır, diyen Hünkar’ın ilkelerine ters düşmüş oluruz, onu dikkate almalıyız. Gerçek bir dede olmak sanıldığından çok daha zordur. O toplumun önünde giden, ona rehberlik yapan, yeri gelince her türlü rahatından ödün veren kişidir, dedeler. O nedenle gerçek dedelerin sayısı her geçen gün azalmaktadır.

 

Sizce Hacı Bektaş Veli nasıl bir yol önderiydi?

Okuduğumuz bildiğimiz kadarıyla, Hünkar Hacı Bektaş Veli Horasan’da, Ahmet Yesevi Dergahı’nda Lokman Perende’nin terbiyesi altında yetişen, tasavvuf ilkelerini çok iyi kavrayıp, bilen ve bu bilgisini insanlık yararına kullanan büyük bir ilim ve manevi önder yapısında birisiydi. O zaman ki, Ön Asya’dan Anadolu’ya gelip, burada yeni bir düzen, yeni bir tasavvuf anlayışıyla, yeni bir yorum getiren bir toplum önderidir. Babailer İsyanı’nda bozulan sistemi yeniden halka dönük olarak, onların sorunlarını birlik ve dirliklerini halletmek için, zaviyesini açıp, halka hizmet veren, çevresini aydınlatan, onun yetiştirdiği, ardıllarıyla o ışığı Balkanlar’a kadar taşıyan bir ekolün baş temsilcisi olarak görüyorum.

Hünkar Hacı Bektaş Veli çalışmaları, hizmetleri kendisinden sonra Bektaşilik adı altında toparlanmaya çalışılıyor. Bugün kendilerine “Babagan” Bektaşiler denilen sistem de 1500’lü yıllarda Balım Sultan tarafından sistemleştiriliyor. Bununla birlikte tüm Anadolu ocakları o büyük piri önder olarak kabul ediyorlar ve kendisine Ser çeşme, diyorlar. Bazı Bektaşi kolları da yine onu önder olarak kabul ediyor. Ayrıca Anadolu’da bazı büyük ocakların pirleri de Hacı Bektaş Ocağı’nı mürşit ocağı olarak kabul etmektedirler.

Ben yine büyüklerimden bu konuda da çok bilgiler edindim. Duyduğum şuydu, bana anlatılanlar şuydu; köyümün kurucusu ve bugün de kendi adıyla anılan Şeyh Hasan Onar Köyü’nde bir zaman yüz sene, iki yüz sene boyunca onun evlatları veya ardılları tarafından bu hizmet çok güzel bir şekilde, kurallara uygun bir şekilde yürütülmüş. Zaman içinde ise bir yandan nüfusun çoğalması diğer yandan devlet baskısının çoğalması bu arada, hizmeti yürütmek üzere görevli olanların cahil kalması, kendilerine Onar Dede evladı, diyenler arasındaki tartışmalar, sürtüşmelerden dolayı, komşular arası ilişkiler bozuluyor, yol yordam aksıyor. Bu arada köyün ileri gelenleri toplanarak buna bir çözüm bulmaya çalışıyorlar. Aldıkları kararla, biz gidelim, Mineyik, İmam Zeynel Abidin Ocağı’na derdimizi anlatalım, diyorlar. Oraya gidiyorlar. Orada ise onlara Hacı Bektaş Dergahı’nda bulunan, hizmet gören Seyyid Mahmut Hayrani Dede’yi tavsiye ediyorlar, sorunlarınızı ancak o çözer diyorlar. Bize anlatılan böyleydi. Oraya gidiyorlar, dertlerini anlatıyorlar. Ve Seyyid Mahmut Hayrani Dede, bunları dinledikten sonra diyor ki; buradan oraya elimizi uzatamayız, ama size yardımcı olacağım; hizmeti yürütecek, bilgi birikimi olan, yetişmiş bir eleman bana gönderin. Biz de onu yetiştirip size gönderelim, diyor. Aynı köyden, aynı ocaktan birisini istiyor. Ve Kara Mehmet (Mehmetgillerden bugün soy isimleri Kaygusuz olan aile)’den o işe meraklı bir genci onun yanına gönderiyorlar. Orada yetişiyor ve eline icazetname veriyorlar, belge olarak; git bu hizmeti Onar Köyü’nde yürüt, diyorlar. Bunu niçin söyledim? Başta bir ocaktan olmak yeterli mi, gerekli bilgi, beceri, ahlak olmayınca diye söylemiştim. Şimdi bu yetişen genç geliyor, kendi köyünde, ocağında bu hizmeti yürütmeye başlıyor. Ve uzun müddet, kendi yaşadığı zaman içinde de bu hizmeti yürütüyor. Bilgisiyle, kültürüyle halka yararlı oluyor. Hatta o kadar da ünleniyor, seviliyor ki; Çorum, Yozgat, Sivas’ın Divriği ilçesinin bazı köyleri de dahil bu ocağa talip olarak bağlanıyorlar. O kişi Çorum’a kadar da bu hizmetleri yürütüyor. Bugün dahi Şeyh Onar’a bağlı o illerde, ilçelerde de taliplerimiz vardır. Yalnız şimdi ise bu hizmeti yürütecek, o aileden, dede olarak, Kara Memet ailesinden (Kaygusuz’lardan) bu hizmetin sahibiyiz deyip, bu hizmetle, bu inançla uzaktan yakından ilgisi olan maalesef dedeler kalmadı. Bazıları dede olduklarını iddaa etseler de, talibi aydınlatacak, görgüyü sürdürecek, birikime sahip kişi bulmak zor.

 

Sevgili Dedem, günümüzde dedelik kurumunun yaşadığı temel problemlerden birisinin de dede-talip ilişkilerinin tümüyle bozulup, yozlaştığı gerçeği olduğunu görüyoruz. Bu konudaki fikirleriniz nelerdir?

Kapalı toplum yapısından, özellikle 1950’li yıllardan sonra köyden kırdan şehre göç olgusu yaşanmıştır. Bu da geleneksel yapıyı büyük ölçüde sarsmıştır. Yani bu biraz da doğal olan bir süreçti. Ama Aleviler dedeleriyle, talipleriyle bu göçe, değişeme önemli oranda ayak uyduramadılar. Ve birbirlerinden koptular. Dede-talip ilişkisi neredeyse çöktü. Dedeler taliplerini, talipler dedelerini aramaz oldular. Birbirlerinden habersiz uzun bir süre yaşadılar. Tabii bunun dışında, cemlerini sürdürenler oldu ama Anadolu’da önemli oranda bu ilişkiler zayıfladı, bir büyük boşluk doğdu. Bu boşluktan dolayı bazı inancına bağlı kesimler tarafından bir arayış içinde olanlar da oldu.

1965-66 yıllarında rahmetli Abidin Özgünay, ve Hasan Şeyhhasanlıoğlu ile ben karşılaştım. Bu sahipsizlik, bu başıboşluk ne olacak?, dedim. Bu konuyla ilgili bir adım attıklarını söylediler. Özgünay çok haklısın dedi, biz bu işlere çözüm olması için ilk adımı attık, Cem Dergisi’ni çıkardık, dedi. Ben o dönemleri çok iyi hatırlıyorum. Birebir kendisiyle bu konularda görüşüp, konuştum. Biz bu konulara adım atmazsak, girişimde bulunmazsak, asimilasyon tüm hızıyla devam eder dedi, Rahmetli Abidin Özgünay. Hatta bu görüşmede Elazığ Keban ilçesine bağlı Nimri (Pınarlar) Köyü’nden bir gönül adamı olan Abdurrahman Dehmen Beyefendi de vardı. Hatta siz çalışmanıza devam edin, ben maddi açıdan da sizi desteklemeye her zaman hazırım, dedi. Tabii bundan sonra da Av. Cemal Özbey gibi değerli isimler, bu arada Av. İbrahim Kamil Karaman, Karacaahmet Dergahı’nın öncüleri Haydar Özdemir, Abbas Erturan gibi çok değerli isimlerin onların destekleriyle, sonradan Av. Hasan Gülşan’lar gibi bir çok aydın buna eklendi ve birlikte mücadelelere başlandı. Bazı Hacı Bektaş geceleri yapıldı. Birlik Partisi kuruldu. Birçok dernekler açıldı. Köy dernekleri de çok çalışmalar yaptı. Bizlerin de içinde olduğu Malatya Arapkir Onar Köyü Derneği de 1965’de kuruldu. Bizler de o yıllarda bu çalışmalar içindeydik. Bizim dernek tüzüğümüzü de Av. İbrahim Kamil Karaman hazırlamıştı.

Bütün bu çalışmaların amacı Alevi kimliğini ortaya koyup hakların alınması yönünde çaba harcamaktı. Sesimizi duyurmak önemliydi. Bizi bu çalışmaya iten nedenlerin başında; bizi yüzyıllardır yok sayan zihniyetin devam etmesiydi. Bizi din dışı, ahlaksız bir yapı olarak göstermek isteyen düşünceye karşın; anayasal haklarımızı, Atatürk’ün ortaya koyduğu laiklik ve demokrasi içinde bunları almanın mücadelesi içine girdik. Bunlar bence çok tarihi çalışmalardı. Aynı zamanda dağınıklığı bir ölçüde ortadan kaldırıyordu. Ama tabii sorun çok büyüktü. Kolaylıkla tüm sorunların giderilmesi tam mümkün değildi.

Ayhan Bey; yozlaşmanın temelinde yatan bilgisizliktir. Yetişememe, kulaktan dolma bilgiler, anadan-dededen duyma bilgilerle yetinilmesi temel yozlaşma nedenlerdendir. Gezip gördüğümüz, dolaştığımız yerlerdeki taliplerimizin bize söylediği, aktardığı dedelerimizin yeteri kadar bilgi ve becerilerinin olmadığı, bizi yolumuz hakkında aydınlatacak bilgiye sahip olmadıklarını açık açık söylüyorlar. Bizler her ne kadar talipleri suçlarsak suçlayalım, onlarda büyük haklılık payı vardır. Gerçekten de biz dedeler zamanımızı iyi değerlendirip, eski dedelerin yolundan giderek taliplerimizi, muhiplerimizi yeteri kadar aydınlatamamış, onların hal ve tavırlarını, hareketlerini soramamışız, onları sahipsiz bırakmışız. Sürekli talipler suçlanıyor, cem yapmıyorlar suçlamaları biraz haksızlıktır. Dedelerin de bu konuda sorumlulukları vardır.

Talipler bu yolumuzu, hizmeti, erkanı yürütmeye kalkan dedelerin de dürüst olmaması, bizi olumsuz etkiliyor, diyorlar. Taliplerden büyük şikâyetler alıyoruz. Bu nedenle bu dede-talip ilişkilerinde dedelerin de kendilerini dara çekip, özleriyle kendilerini sorgulamaları lazımdır.

Taliplerin de sorumlulukları vardır. Sürekli dedelerin cahillikleri öne sürülüyor. Dedelerin yetersizlikleri sürekli vurgulanıyor. Peki talipler ne yapıyor? Talipler bu rahatsızlıkları, beklentileri, eleştirileri karşısında kendileri ne yapıyor? Kendileri hangi arayışın, çözümün peşindeler? Aklı başında olanlar, inançlı olan, bilinçli olan, bilgili olanlar, çocuklarımızı, gençlerimizi bu yolda eğitelim, diyor..  Ben de kendilerine bunu sorduğum zaman. Biz kimi getirelim, kimi yetiştirelim, biz ne yapabiliriz, diyorlar. Tekrar dedeleri suçluyorlar. Dedeler kendilerini yetiştirsinler, eğitsinler, dede çocukları eğitilsin, diye yine onları suçluyorlar. Siz sıkıntılarınızı dedelere niçin söylemiyorsunuz, aktarmıyorsunuz, köylere hiç mi dede gelmiyor, hiç mi pirlerinizi bilmiyorsunuz, tanımıyorsunuz, dediğimde ise; bunları aktardıklarını ama çözüm bulamadıkların söylediler. Ayrıca bazıları da seyyidliği ön plana çıkararak, sonradan yetişeceklere itibar edilmeyeceğini söyledi. Bunun yanı sıra eskiden bu gibi durumlarda Hacı Bektaş’a danışıldığını, şimdi ise bunun yapılmadığını belirtti. Yani talipler çoğunlukla yine kendilerini haklı bulup, dedeleri suçladılar. Bir ölçü de kendileri sorumluluk almayıp, almak isteyenleri de desteklemediler.

 

Aleviler günümüzde nasıl sorunlarla karşı karşıyadırlar?

Çok seslilikten yola çıkarsak, her kafadan bir rüzgar esiyor. Bozkırlarda kengerler vardır, onun gibi rüzgârların kenger (köksüz bir ot-çalı) savurması gibi; bizler savruluyoruz. Sağdan sola, soldan sağa bizi sürükleyip bir tarafa götürüyor rüzgar. Tabii ki bu rüzgar; her kafadan bir ses çıkması, birliğin olmamasıdır. Kurulan örgütler var. Birçok çalışma da yapılıyor, elbette. Ama bu örgütleri de gözden geçirmemiz lazım. Örgütlerin, kurumların yapılarını, kuruluşlarını, tüzüklerini, hedeflerini, işleyişlerini, çalışanlarını, başarı ve başarısızlıklarını öğrenecek kadar bu yapıları gözden geçirmemiz gerekiyor. Gerçekten Alevilik Bektaşilik adına yola çıkan bu kurumlar (örgütler) ne kadar bu inanç ve kültür için çaba harcıyorlar, ne kadarı bu davada samimi, ne kadarı menfaat için bu çalışmalar da varlar, ne kadarını bilinçli insanlar yönetiyor? Çıkar için burada bulunan ve bu kurumları babalarının çiftliği sanıp buraları hem maddi hem de manevi yönden sömüren asalaklar kimlerdir? Bunları nasıl yok edebiliriz? Biz bunlara kafa yormalıyız. Şunu da ilave edelim; Alevilik adına yola çıkan bu kurumlar artık o kısır döngüyü bırakmalıdırlar. Alevilik İslam içindedir, dışındadır, bu bir kültürdür, inançtır vd. konuları artık örgütlerin gerçek tarihçilere, araştırmacılara, ilahiyatçılara bırakmaları gerekir. Tarihler boyunca çekilen acılar var, ayrımcı politikalar var, Şaman kökenliyiz, şuyuz, buyuz, laflarını bir tarafa bırakmalıyız. Bu kurumlar demokratik bir kitle kuruluşu olarak Alevi Bektaşi toplumunun gerçek sesini nasıl devlete duyurmalılar, sorunları çözmeliler? Artık bunlara kafa yormalıyız. Yoksa diğer çabalar içine girmek beyhude çalışmalardır.

Bir kısım ise bizi azınlık olarak göstermek istiyorlar. Bizler bu vatan içinde kanımızı vermiş insanlarız, biz bu memleketin asli unsurlarıyız, biz azınlık değiliz. Bizi oyuna getirmek isteyen yapılar vardır. Bizler alnı açık, yüzü pak olan bir topluluğuz. Bir dönem Avrupa’da insanlar inanç bazında birbirlerini boğazlarken, hümanizmanın boy verdiği ve yetmiş iki millete bir gözle bakan bir büyük felsefeyi bu topraklarda yaşatan insanlarız bizler. Aleviler Bektaşiler Selçuklu’da, Osmanlı’da toplumsal barışın temel sembolleridirler. Yunus Emreler, Hacı Bektaşlar, Pir Sultanlar, Mevlana’lar bu toprağın gerçek değerleridirler. Rum Horasan erenleri Balkanlara kadar barışı, kardeşliği taşımış insanlardır. Bize bu Kırklar Ceminden kaldı, bunlar Orta Asya’dan bugüne buraya taşıdığımız temel değerlerdir.

Devletin içindeki bir avuç zihniyetin değişmesi için biz birleşmeliyiz. Bugün Aleviliği yozlaştırmak için çaba harcayan resmi bir sistem vardır. Bizlerin çabası bunları engellemek yolunda olmalıdır. Bizler yasalara saygılı olarak bu çalışmalarımızı güç birliği içinde yapmalıyız. Bölük pörçük kurumların çalışmaları bir sonuç vermiyor. Bu parçalanmaları bir tarafa koymalıyız. Ayrı ayrı isimlerle bu kurumlar Alevi-Bektaşi toplumuna hizmet vermekten oldukça uzaktırlar. Bugün devletin içinde bir zihniyet, bir yapı Aleviliği hala tehdit olarak görüyor. Bizim her zaman uyanık olmamız lazım. Bir acı gerçek vardır; dünyadaki tüm inanç sistemleri içinde, sosyal yönü en ön planda, insanı temele alan bir inanç karşısına bize ne deniyor; bunlar ana-bacı tanımaz, kestikleri yenmez, denmektedir. Bu zihniyetin değişmesi lazım. Egemen sistemin zihniyetinin; Ali’yi sevmek Alevilikse, biz de Aleviyiz, gibi safsatalar bir anlam ifade etmiyor. Devleti yönetenlerin de artık tek taraflı olmaktan çıkmalılar. Bir takım bölücü, yıkıcı yapılara da ödün verilmiş, onlara yol açılmış oluyor. Bu hepimizin zararınadır. Böyle bir şey olabilir mi? Koskoca bir kitleye yapılan bu iftiralar, hakaretler yeter olmuştur. Bu dedi kodular, bu girişimler, bu memleketi bölmek isteyenlerin ekmeğine yağ sürmüştür, sürmektedir. Alevilere/Bektaşilere yönelik bölücü çalışmalar her zamanki gibi devam etmektedir. Bölgeler arasındaki farklılıklar, inançlar, kültürler arasındaki farklılıklar bazı içi ve dış mihraklar tarafından bizim aleyhimize kullanılmaktadır. Biz uyanık olalım ama devleti yönetenler, eğer haysiyetliyseler daha fazla dikkat etmelidirler. Bugüne kadar vatan, bayrak, Sakarya… Diyenlere baktığımız zaman asıl memleketi satmak, yağmalamak isteyenlerin devletin içine kümelenmiş bazı güç odaklarının olduğunu görüyoruz. Artık bunlar yeter! Bizler bu memleketin gerçekten öz evlatlarıyız. Biz Atatürkçü insanlarız. Biz laiklikten yanayız. Biz adaletten yanayız. Biz eşitlikten, demokrasiden, özgürlüklerden yanayız.

Diyanet İşleri Teşkilatı ise tam bir bölücü yapıdır. Sadece Sünnilere ve hatta onların bir bölümüne hizmet götürürken, laikliğe karşı olarak, Atatürkçülüğe karşı olarak, buralar dini sömürü merkezi haline gelmiştir. Alevileri yok saydığı gibi, şeyhülislam fetvaları gibi zaman zaman da yine Aleviliği rencide eden açıklamalar yapmaktan geri kalmıyorlar. Bu aynı zamanda ülke bütünlüğü ve geleceği için büyük bir tehlike arz ediyor. Bölücü örgütlerin ekmeğine yine yağ sürülmüş oluyor. Çünkü vatandaşlar arasında ayrımı aslında Diyanet İşleri Başkanlığı yapıyor. Aleviliği yok sayarak, yok görerek, tüm icraatlarını tek bir İslam yorumu olarak Sünnilik üzerine kuran Diyanet İşleri Başkanlığı insan haklarına da aykırıdır, hukuka da aykırıdır, uluslar arası sisteme de aykırıdır. Bu bölücü yapı ya ortadan kaldırılmalıdır, ya da tümüyle yeniden düzenlenmelidir. Bu haliyle suç işlenmektedir.

 

Peki, şimdi nasıl bir örgütlenmeyle Aleviler toparlanabilir?

Örgütlenme problemi başlı başına çok önemli bir konudur. Devletin değişmeyen bu tutumuna, Diyanet’in varlığına karşın bizlerin bu ülkede bir Alevi gerçeği olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koymak zorundayız. Bunu ortaya koyarken biz gayri demokratik yollara başvurmayacağız. Biz haklarımızı demokratik yollardan arayacağız. Silaha, bir ideolojiye yamanmaya, yıkıcılığa, bölücülüğe taviz vermeden biz yolumuza hukuki mücadeleyle devam edeceğiz. Şimdi Alevilik adına yola çıkan tüm kurum ve kuruluşlar, adı ne olursa olsun; eğer gerçek anlamda bu inancı yaşatmak istiyorlarsa, sahip çıkmak istiyorlarsa, bu yaşam biçimini hayata geçirmek istiyorlarsa, akıllarını başlarına toparlayacaklar, bir çatı altında, bir merkezde toparlanmak birleşmek zorundayız. Senin kurumun iyi, benim ocağım senin ocağından üstün vs. bunları bir tarafa bırakacağız. Artık her ilden insan, her ocaktan insanlar cemevlerinde bir araya gelebiliyor. Bizler bir çatı altında bir araya gelebiliriz. Çünkü günümüzde artık köyü, şehri kalmadı. Gerçekten birleşmek istenirse her halükarda bu olur. Ama anlıyorum ki, görüyorum ki kimi yanlış anlamalar, kimi kasıtlı kışkırtmalar, kimi de menfaat ilişkileri birleşme önündeki engellerdir. Nesi zormuş birleşmenin? Aynı amaca hizmet edilmiyor mu? Aynı ilkeler savunulmuyor mu? Ali aynı Ali, cem (aşağı yukarı) aynı ibadet tarzı değil mi? İsteklerimiz, beklentilerimiz, tüm yöresel farklılıklara rağmen bir değil mi? Demek ki biz hala tam örgütlenme kültürüne kavuşamamışız. Ya da ihtiraslarımız, kişisel hastalıklarımız, menfaatperestliğimiz birleşmemize engel, yoksa birleşme olmaz olur mu? Halk bunu istiyor, taban bunu istiyor? Sorun yine kurum başındakilerin egolarından kaynaklanıyor.

 

Peki, bu çatıyı nasıl oluşturabiliriz?

Bu kadar bölünmüşlüğün, patırtının içinde kendimize gelmeliyiz. Hepimizin Hakk Muhammet Ali yolunda birleşemememiz mümkün değil midir? Yol bir, sürek bin bir deniyor. Ama bilinmiyor ki, bin bir sürek te yine Hakk Muhammed Ali yoluna çıkıyor. O zaman dava nedir? Ser çeşmemiz Hünkar Hacı Bektaş Veli değil midir? Cem temel ibadetimiz değil midir? Dört kapı, kırk makam geçerli değil mi? Kırklar Cemi gerçek değil mi? Bunları niçin dikkate almıyoruz. Öyleyse dürüst, namuslu yoluna bağlı birer kurum yöneticileriyseler, ikrarına bağlıysalar bir ortak paydada birleşmemiz mümkün değil midir? Yoksa ikrarına bağlı olmayanların o kurumların başında ne işi var? Amacın, hedefin Aleviliği tekrar özüyle ayağa kaldırmaksa, haklarımızın alınmasıysa biraz kendimize çeki düzen vermek zorundayız. Yol oğlu olmak önemlidir, bel oğlu önemli değildir. O yola ihanet ediyorsan, nasıl bir Alevisindir? Önemli olan yola sahip çıkan, yolu yürüten önemlidir. Benim yolumdan gelendir, bana uyan, diyor ulular. Biz bunları unutuyoruz. Laf üretmek önemli değildir. Önemli olan özüyle bu inanca bağlı olmaktır. Önemli olan çıkar değildir. Tüm dünya nimetlerini elinin tersiyle iten ve namusu için, inancı için hayatını ve sevdiklerinin canını ortaya koyan İmam Hüseyin gibi olmak gerekir. Ama şimdi menfaat için bazı dernek, vakıf başkanları, bazı sözde dedelerin yapmadığı çirkinlikler oluyorsa, bunlara çok dikkat etmeliyiz. Bizler inancımız, yolumuz için çaba harcamalıyız. Burada kurumların bölük pörçük olması bizi bitiriyor. Bunun da bir nedeni menfaatçiliktir. Bazıları maddi, manevi yönden birbirini yiyip duruyor. Bu aslında ülkemizin bir büyük sorunudur. İnanç sömürücüleri her zaman vardır. Ama bizim inancımızda asla ve asla buna yer yoktur. Çünkü bizim inancımız edep erkan üzerine kuruludur. Dürüstlük, ahlak temel düsturdur. Eğer bunlara uyulmuyorsa o zaten ne Alevidir, ne Bektaşi’dir. İnsan olunmadan Alevi-Bektaşi olunmuyor. Yoksa köken önemli değildir. Asıl olan yolun kurallarına uygun yaşamaktır.

 

Siz gençlerimize çok değer veriyorsunuz. Özellikle Alevi gençliğinin temel sorunları-açmazları sizce nelerdir?

Alevi toplumu olarak, Aleviler olarak bizlerin dikkate alacağı, üzerinde duracağımız ilk şey gençlerimizdir. Geleceğimizi hazırlayabilmemiz, geleceği kuracak olan gençliğe sahip çıkmamız, onları yetiştirmemiz gerekiyor.  Eğer onlara manevi duyguları aşılayamazsak, onlara sahip çıkamazsak, ister istemez o gençliği birilerinin önüne yem olarak atıyoruz, demektir. Bunları dikkate alarak, biz dedelerin, kurumların, birinci önceliği gençlik olmalıdır, diye ben düşünüyorum. Cem evlerinde, kültür evlerinde, ilk yöneticilerimiz, dedelerinizin gençliği bu yapılara kanalize etmeleri gerekir. Biz elli, altmış, yetmiş yaşındayız, belli bir yaşa gelmişiz. Bugünümüz var, yarınımız yok. Bizler köylerde babalarımızdan, dedelerimizden gördüğümüzle yetinirsek, sadece belli yaş guruplarını, ilerlemiş yaşta olanları, dikkate alırsak, gençlere ne verebiliriz? Bu açıdan bunu dikkate alarak gençlerimize kucak açmalıyız.

Gençlerin sorunları var, bunları biliyoruz. Benim gördüğüm kadarıyla gençlerin sorunlarını dinleyecek, onların görüş ve düşüncelerini arz ve taleplerine dikkat edeceğiz. Maalesef şimdi hiçbir kurumun, cem evlerinin gençlerle ilgili bu konuda girişimde bulunmadıklarını görüyorum.

Bizim çeşitli dedelerimizin, eğitim cemi adı altında cem yapıyoruz, demelerine rağmen, o çocuklarımızı, gençlerimizi, anne ve babaların eşliğinde cemlerine gelmelerini engellediklerini görüyoruz. O gençlerimiz bu ibadete alıştırılmalı, yol ve töre gençlere öğretilmelidir. Dedeler niçin gençlere sahip çıkmaz bu anlaşılamaz? Gençleri kendilerinden, kurumlarından uzaklaştıran dernek ve cemevi yöneticileri ve dedelerin olduğunu görüyorum.

Gençlerin karşılaştıkları önemli sorunlarından birisi budur. Eğer gençler eğitilmezse, cemlere alınmazsa bunlara Alevilik nasıl öğretilecek? Ben Alevi anne ve babalarla görüşüyorum. Onların da en çok yakındıkları noktaların başında, biz de bir şey bilmiyoruz ama gençlerimiz, çocuklarımız bu konuda hiçbir şey bilmiyorlar. Acaba onlara kim bilgi verecek, nereden, nasıl bu bilgileri alacaklar? Diye bana sürekli soruyorlar. Demek ki, gençlerin Alevilik Bektaşilikle ilgili temel bilgileri alacakları ortamlar sağlanamamış hala.

Talipler, canlar diyorlar ki, bizler dededen, babadan gördüğümüz, duyduğumuz bilgileri çocuklarımıza anlatıyoruz, ama bu sefer de gençler bundan tatmin olmuyorlar. Ayrıca bir takım kitapların kafa karıştırmaları, bazı kurum ve kuruluş temsilcilerinin ileri geri, yalan yanlış konuşmaları gençlerin kafalarını karıştırıyor. Yeterli doğru bilgiler verilmeyince bu hem inancımıza, hem gençlerimize zarar veriliyor. Böyle çok sorunlarımız var.

Konuştuğumuz, hemen hemen tüm anne ve babalar çocukların, gençlerin büyük manevi boşluk içinde olduklarını söylüyorlar. İnanç konusunda çok kararsız, isteksiz ve bazen tepki duyan bir gençlikle karşı karşıyayız. Yani çok yerinde sorduğunuz gibi gençlik konusu belki de konuların en önemlidir. 

Sevgisiz, inançsız, bilinçsiz, köksüz bir toplum olabilir mi? Gençlerimizle ilgili görünenden çok daha büyük sorunlar olduğunu söylemeliyiz.

 

Peki, sizce bu konuda çözümler ne olabilir?

Çözümlere gelince; yukarda da dertlerimizi ortaya koyduğumuz gibi birinci hedef her halükarda gençlerimizi kazanıp, onlara sahip çıkmamız gerekiyor. Onları aydınlatacak bilgileri sağlam kaynaklara dayalı olarak arayıp, bulup, onlara sunmamız, vermemiz gerekiyor. Peki bunları nasıl yapacağız? Gençleri nasıl aydınlatacağız? Dergahlarımızda, cemevlerimizde tabii ki saza da önem vermemiz gerekiyor, daha ziyade bence “söze” önem vereceğiz. Aydınlanma “sözle” mümkün olur. Kurumlarımız aydınlarımızla, bilim adamlarımızla bu işleri yapmalıdırlar. Bilimsel doğrularla, sağlıklı bir şekilde panellerle, söyleşilerle, sempozyumlarla gençlere bilgi aktarılmalıdır. Bir inanca ikrar vermişiz. O gençler de bizim çocuklarımız, gençlerimiz. Bunu her yönüyle ortaya koyup bu inancın sevgi, saygı, kardeşlik yönlerini, emeği, paylaşımı, gençlerin önüne tarafsız, doyurucu ve gerçekçi bir şekilde ortaya koymalıyız.

Acaba bizim inanç sistemimiz nasıl bir sistemdir? Bundaki adalet, barış ve kardeşlik boyutlarını gençlerin önüne serersek, ahlaksal boyutunu ortaya koyarsak ancak bir sağlam manevi yapı ortaya koymuş oluruz. Yani gençlere ilk önce tarafsız bir şekilde, çok boyutlu, her yönüyle bu Alevilik Bektaşilik inancını ortaya koyacağız ki, gençler bunlardan etkilenip onlar da bunları araştırsınlar, bilgi sahibi olsunlar.

Adına Alevilik dediğimiz inancın temellerini sağlam ve planlı bir şekilde gençlere vermeliyiz ki, gençleri kazanalım, onları da teşvik etmiş olalım.

 

Onar Köyü ve Onar Dede hakkında neler söyleyeceksiniz?

Malatya ilinin, Arapkir ilçesine bağlı olan Onar Köyümüz ilçenin 20 km. doğusunda; Malatya’ya ise, yaklaşık 110 km. uzaklıkta bulunmaktadır.  

Köyün girişindeki yolun, sol tarafında etrafı taş duvarlarla çevrilerek koruma altına alınmış, Tarihi mezarlılıkta, Atamız Şeyh Hasan On Er in türbesi, bulunmaktadır.

Yine köyümüzün; başka bir yerinde, tarihi çok eskilere dayanan iki tane de, Cem evi bulunmaktadır. Onarlılar tarafından, Büyük Ocak ve Şeyh Bahşiş, Tekkeleri olarak adlandırılan bu iki tarihi bina, Şeyh Hasan tarafından, (1224) yıllarında inşa edildiği tahmin edilmektedir.

On iki direkli bir çadır görünümü veren ve Gök Türk tapınaklarını andıran bu iki tarihi Cem Evi, sekiz yüz yıla yakın bir zamandan beri ayakta kalan sayılı yerlerdendir.

Bakımsızlıktan yıkılma tehlikesine rağmen bugün hala içerisinde, Cem yapılmakta kurbanlar, kesilip, lokmalar dağıtılmaktadır.  Onarlılar olarak sizlerin aracılığıyla, konuyla ilgilenen yerlere sesimizi duyurur, gerekli maddi desteği sağlaya bilirsek,  bu Tarihi değerler yıkılıp yok olmadan, bir an önce, koruma altına alıp, yenileme çalışmalarını başlatmayı düşünüyoruz.

Onar Köyü ve çevresi, milattan yüzlerce yıl öncelere uzanan, eski bir yerleşim yeri olduğu, yıkılmış, harap olmuş, ören yerlerinden çıkan antik kalıntılardan anlaşılmaktadır. Köyün alt kısmında bulunan vadiye bakan kayalıklarda yirminin üzerinde kaya mezarı, mağaralar bulunmaktadır.   Bu kaya mezarlarında, oldukça eski ve arkeolojik tarihi değerlere sahip, muhtelif yazı ve duvar işleme resimleri, buraları gezenlerin, dikkatini çekmektedir. Ayrıca köyün çevresi dahil olmak üzere (Pek Tarla, Kalecik, Koyun Yatağı, Gügeyik, Kemer ve Göl Pınarı) adlarıyla anılan yerler, eski yerleşim alanlarıdır.  

Söylencelere göre soy zinciri; Türkistan’ın Yesi Şehrinin, Üç Kurgan yöresinde doğan, Şeyh Hasan, Oğuzların Boz Ok kolundan, Bayat boyunun, Un Ar, Oymağından gelmektedir.

Prof. Faruk Sümer Oğuzların On- Oklar mensubu olduğunu belirmektedir.

Ayrıca Selçuklu emirlerinden ve İsfahan’da sultanlığını ilan eden, Bilge Bey unvanlı, Un- Ar adlı zattan bahsetmektedir. On- Er teriminin köken olarak Un-Ar veya On Ok mensuplarından gelmesi olasıdır, diyor. Zaten Şeyh Hasan’ın en son yerleşip zaviyesini kurduğu köyün adı da, Onar’dır. Şeyh Hasan dünyaya geldiğinde, Dedesi Bahşi Han oymak beyidir. Abbasi zulmünden kaçan Hz. Muhammet Ali soylu Musa-ı Kazım neslinden olanlar Bahşi Hana sığınırlar. Bahşi Han oğlu Ahmet’i sığınmacı Musa-ı Kazım’ın kız torunlarından Vedduha ile evlendirir ve bu evlilikten, Şeyh Hasan doğar. Bahşi Han oğlu Ahmet bir Seyyide ile olan evliliğinden sonra kendini Hoca Ahmet Yesevi Dergahında, Tasavvuf ve İslam’ı İlim öğretisine verir. Dergâhta, İlim ve İrfan sahibi olan Ahmet, Şeyh ve Hoca unvanlarıyla anılmaya başlar. 

Şeyh Ahmet’in, Şeyh Hasan’dan sonra bir oğlu daha olur ve kendi adını ona verir. On, on iki yaşlarına gelen iki oğlunu da, amca zadesi Hoca Ahmet Yesevi’nin Tasavvuf okuluna eğitim ve öğretim için verir. Şeyh Hasan ve Şeyh Ahmet Yesi’deki, Dergâhta Türkçe Tarikat Erkanını İslami İlimleri, Türk Sufiliğini, Ahlaki ve Tasavvufi, Kaide ve kurallarını kısa zamanda öğrenerek Hoca Ahmet Yesevi nin halifeleri arasına girerler.

Şeyh Hasan bozkır göçebe Türk oymağından olduğu için; küçük yaşta iyi ok atar iyi kılıç kullanır ve iyi at sürer  at yarışlarında ve ok atmada birinci olurmuş. Hocası Ahmet Yesevi bir gün ona  “sen bir er değil On Er gücündesin” böyle biline böyle çağrıla der.  Efsaneye göre Şeyh Hasan’ın yaşam başlangıcı böyledir. Asya’da ki, bazı etkenler nedeniyle oymak (1185 / 86) yıllarında göçe başlar. Göçün yol haritası, İsfahan üzerinden hareketle, El cezire bugünkü Irak, Kerbela, ziyaretinden sonra, Halep ve Şama gelirler. Anadolu’ya  girişleri, Maraş  Elbistan üzerinden olur. Varmak istedikleri yer, Dede Garkın Ocağıdır. Dede Garkın dergahında bir müddet kaldıktan sonra,  Muşar ve Baskil üzerinden Arapkir Onarı mekan tutar. 

Oymağıyla Anadolu’ya, gelip zaviyesini kuran, Şeyh Hasan On er; Ana tarafından Ali soylu, olduğu için boyunun, İnançsal başkanı (Şeyhi) ve aynı zamanda, yönetici önderi (beyi) konumundadır.

Onar Dede Mezarlığında bulunan mezar taşlarının üzerinde bulunan damgalar ve işaretler, Şeyh Hasan Onar’ın ve orada yatan diğer erlerin, Bayat Boyu Türkmenlerinden olduğu kesin olarak araştırmacılar tarafından kanıtlanmaktadır.  

Sekiz yüz yıla yakın bir zamandan beri, biz ve bizden öncekiler soyundan geldiğimiz, Onar Dede’ye olan saygımızı ve onun izlediği Tarikat süreğini, nesilden, nesile  sürdürüp onu evliyalaştırarak bugüne getirdik.

O bizim sığınağımızdı, ziyaretgâhımızdı, mutlu günlerimizde,  üzerinde kurban keser lokma dağıtır, acılı günlerimizde,  yardım diler ve onun kutsallığına sığınırdık.

Evet, Şeyh Hasan Onar bizim Atamızdı ve kerametleriyle tanıdığımız evliyamızdı; bugüne kadar,  dilden dile anlatılan efsane buydu buda bize yetiyordu. Kuru asasını, toprağa sokunca yeşerip “Sakız Baba” oluşmuş, bir tekme vurunca su çıkmış adı “Cennet Pınarı” olmuş. Elindeki kutsal tastaki çorbası, torbadaki, arpasıyla, padişahın üç bin atlı ve üç bin yaya, askerini atlarıyla birlikte doyurmuş.   

Şeyh Hasan Onar Anadolu’nun, Türkleşmesinde Sultan Alaeddin Keykubat İle omuz omuza savaşarak büyük yaralıklar göstermiş ulu bir Türkmen Dervişidir: Şeyh Hasan Onar’ın kimliği, masalsı anlatımlar biçiminde geldiği gibi, halk ozanlarının şiir diliyle de günümüze ulaşmıştır. Üç yüz yıl sonra Pir Sultan Abdal onun için, “yetiş Onar Dede sen imdat eyle” diye yalvarıyorsa bu oldukça önemli bir şahsiyet olduğunu gösterir.

Şeyh Hasan On Er ile ilgili elimizde bulunan, Selçuklu Vakıf senedinin dışında, Başbakanlık Osmanlı arşivinde Mühümme Defteri   ve Defteri Hakani   kayıtlarında, 1000 yakın belgeye ulaşmış bulunuyoruz. Vakıf senedi, 1224 yılında, (hicri 621) Sultan Alaaddin Keykubat, (1220- 1237) adına, “Miri Azam beledisi” yani bölgenin yüce Emiri tarafından, Şeyh Hasan On ere sınırları belirtilen ve içinde bugün Onar Köyü bulunan arazi, kendisine vakıf olarak verilmiştir.

Böylece sınır boyu yerleşim yeri olarak burası, kendisine bağlı Türkmen aşiretlerinin inançsal ve yönetim merkezi durumuna gelmiştir.  İşte tanıtmaya çalıştığım, Şeyh Hasan On-Er‘in adını taşıyan, Onar Köyü, sahip çıkılması gereken, önemli bir Türkmen köyü. Onar Köyü,  yedi yüz yılı aşkın uzun bir zamandan beri, İnancıyla, İkrarıyla, Örfüyle, Adetiyle, Geleneğiyle, yaşayarak ve yaşatarak, yozlaşmadan bu günlere gelmeyi başaran ender, Türkmen köylerimizden biri olmasıdır.

                    

ŞEYH HASAN VE ONAR KÖYÜ TARİHİYLE İLGİLİ BELGELER;

1- Defteri Hakanı,

2-Şeriye Sicilleri,

3-Nakubül Eşraflık,

4-Mühüme Defteri,

5–12- Osmanlı Padişah Fermanları.

6-Selçuklu Dönemine Ait Vakıf Senedi.

7-Tunceli Bodık Menkibeleri. (Bodik Köyü)

8-Prof. Dr. Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri Boyu Teşkilatı Destanlar, Sf. 35. 36. 109. 549.

9-İsmail Kaygusuz. Onar Dede Mezarlığı Ve Adı Bilinmeyen Bir Türk Kolonizatörü,  1983, İstanbul Arkeoloji Yayınları, 15, 16, 17.

10 İsmail Onarlı. Şeyh Hasan Ocağı Ve Aşireti. Gazi Ünv. Hacı Bektaş’ı Veli Araştırma Dergisi, Yaz 2000 Sf. 91- 144.

11- Prof Dr. Alemdar Yalçın, Doç. Dr. Gıyasettin Aytaş, TÜBİKAM – Bşk: Onar Köyü Belgeseli.

!2-Şeyh Hasan Soyu İle İlgili İcazetname, Hüccet Secere, İzinname.

 

Söyleşi: Ekim-Kasım 2008

 

ALEVİLERDE ÖRGÜTLENME SORUNU

 

Avrupa Birliğine girme sürecindeki ülkemizde... Nüfusun dört de birini oluşturan Aleviler!; gerek yurt içinde, gerek yurt dışında inanç ve kültürünü koruyup geliştirme alanlarında, kaydedilen mesafede değil ne yazık ki; Türkiye’nin de kabul ettiği Avrupa İnsan hakları evrensel barış beyannamesinin, demokratik verilerine göre, Alevi toplumu hak ve özgürlükler alanında olması gereken yerin  bir hayli da gerisinde bulunuyorlar.

Ülke nüfusunun, dört de birini oluşturan Alevi inançlı vatandaşlar, kitlesel olarak demokratik düzeyde, haklarını aramak için biçimsel, düzeyde bir örgütsel birliği henüz gerçekleştiremedikleri için! Asırlardan beri süre gelen; Alevi – Bektaşi, İnanç biçimini, kültürü ve yaşam tarzını, saptırmaya çalışanların... Düşünsel ve felsefi değerlerimizin içini boşaltıp, yozlaştırma yönünde çaba gösterenlerin karşısına çıkacak... bu kafa karışıklığı yaratanların önünü tıkayacak; örgütsel bir birlik oluşturulmadığı için, yurt içi ve yurt dışında,  bir çok parçaya bölünmüş Alevi  kurum ve kuruluşları ise, her hangi bir çalışma içine girmedikleri görülmektedir.

Alevi toplumunun örgütlenme alanında, yaşadıkları bu dağınıklık ve çok başlılık, yurt içi ve yurt dışındaki Alevi Kurum ve kuruluşlarının, yönetim planında görülen istikrarsızlıklar, Alevilik konusunda ciddi akademik her hangi bir çalışmanın yapılmasını da önlemektedir.

Bu çok başlılık bu acı durum, gerek yurt içinde, gerekse yurt dışında, Alevi toplumunu iç sorunlarla baş başa bırakmış, olmazsa olmaz Alevi birliği oluşturulamamış, ne yazık ki sahipsiz kalan Alevi toplumu ülke birliğini bozmaya çalışan sapık ideolojilerin avı durumuna düşürülmüş bulunmaktadır.

Alevi örgütlenmesinde görülen söz konusu tıkanmanın ileri geldiği nedenlerin başında, içinde bulunulan koşulların ve geleceğe yönelik olası gelişmelerin, gerçekçi bir değerlendirmesini yapacak, önünü görecek yetenekli kadroların, iş başında olmaması veya iş başına getirilmemesinden kaynaklanmaktadır. Ancak toplum olarak, demokratik Alevi örgütlenmesine, güç katacak ve onun önünü açacak düzeydeki kadroların oluşturulmamasında,  tek, tek her birimizin payı ve sorumluluğunun da olduğu gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Diğer bir altını çizmek istediğim nokta ise, mevcut kadroların birbirlerini hazmedemeyişi, yönetimi eline geçirenlerin diğerlerini dışlama gibi basit ve demokratik kitle hareketini yaralayan davranışların da son derece etken olmasıdır. Bu noktada konumu, sorumluluğu ne olursa olsun, düşünce ve görüşü ne olursa olsun, Alevi kökenli her İnsanımızın, soruna ilgi duyması, Alevi demokratik hareketinin daha güçlü bir hale getirilmesi için nelerin yapılması gerektiği konusunda kafa yorması, bu yöndeki çalışmalara katılması en içten dileğimiz olmalıdır.

Şunu da açık şekilde ifade edelim ki, bu çaba ve çalışmalar, Alevi örgütlenmesi içinde, ortaya çıkan bir muhalefet hareketini değil; Her düzeydeki insanımızın, sorumluluk duyarak, işe katılması ve örgütüne sahip çıkması ile mümkün olur. Alevi toplumu, tüm bu sorunların üstesinden gelebilecek deneyim ve birikime sahip tir. Yeter ki kitlemizi birleştire bilecek fedakarlığı gösterip İnsanlarımızın maddi ve manevi gücünü seferber etmesini bilelim. O zaman güçlükleri aşmanın hiçte zor olmadığı açıklıkla görülecektir.     

 

Demokratik Katılımcı Kitle Örgütü Nasıl Olmalıdır?

 

Alevi toplumunun gereksindiği örgütlenme, hiç kuşkusuz onun varlığını, inanç ve kültürünü, düşünsel ve felsefi birikimini, tarihsel ve kültürel zenginliklerini koruyup geliştirecek anlamda bir toparlanma olmalıdır. Alevi toplumunun yüz yıllardan beri, karşı karşıya bırakıldığı, horlanma, ağır iftiralara uğrama, düşman görülme, kanlı saldırılara hedef olma, gibi durumlardan kurtulması gerçekten demokratik ve laik bir siyasal yapılanma bağlamında, tüm değerleriyle, eşit bir şekilde özgürce yaşama ve gelişme hakkına sahip olmayı da kapsayan çağdaş bir yapılanmayı içermektedir.

Bununla birlikte, Demokratik Alevi hareketi gerek örgütlenme modelinin seçilmesinde, gerekse örgütlenme amaç ve hedeflerinin belirlenmesinde, çağdaş standartların yanı sıra, bizzat kendi gelenek ve değerlerini de göz önünde bulundurmak durumundadır. Kökeni tarihin derinliklerine uzanan ve fakat tarihin her döneminde iyi, hakça ve ileri olan yeni değerleri de içine alarak, yoluna devam eden Alevilik; böylece çağdaş bilim ve konseptlerle kolayca kaynaşıp, geliştiğini gösterme olanağını da bulacaktır.  Bu süreç Alevi toplumunun gücünü ve etkisini daha da artıracak, bir yandan da onun dünyaya açılmasını, ağır baskı ve zorbalıklara karşı yürüttüğü mücadelede güçlü destekler edinmesini sağlayacaktır.

İnsan merkezli bir inanç ve evrensel dünya görüşüne sahip olan Alevi toplumu,  örgütlenme çalışmalarını yürütürken son derece, demokrat ve hoşgörülü davranmasında şaşılacak bir durum yoktur. Besbelli ki İnsan sevgisi, hoşgörü ve bağnazlığa karşı yönde gelişen böyle bir kültür, ancak doğma ve katı kalıplara karşı çıkarak gelişmesini sürdüre bilir.

Yaşamımızın en duyarlı alanlarında, karşılaşılan bu hoşgörü ve demokratik anlayış, neden demokratik örgütlerimizde de varlığını sürdürmesin? Bizim örgütlerimiz son derece açık ve demokrat olmalıdır.

Aleviliği ve Alevileri ilgilendiren hemen her konuda, İnsanlarımızın farklı görüş ve önerilerde bulunmaları doğaldır ve bundan korkulmamalıdır.

Her şeyi “İnsanı Kamil” ile özdeşleştiren, “Okunacak en büyük kitap İnsandır” diyen bir anlayış insanoğlunun düşüncesine ve görüşlerine set sekmez- korkmaz önünü kapamaz. Alevi örgütlenmesinde, bugün yaşanmakta olan dağınıklık, çok başlılık ve dayatmacılığın ortaya çıkmasında, Alevi düşünce ve yaklaşımının, yeterince ve doğru bir biçimde kavranmamış olmasının ciddi bir etkisi olmuştur. Demokratik Alevi hareketini temsil edenlerin, Alevi toplumunun temel hak ve çıkarlarının korunmasında, taraf olmaları beklenirken, Alevi kişi ve kuruluşları arasında ortaya çıkan çeşitli görüş ayrılıkları, karşısında taraf olma hizip gibi davranma, hatta aforozcu bir yaklaşım sergilemeleri, büyük bir olumsuzlukların ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.

Çünkü örgüt içi ayrılıklarda taraf olmak, bir yönetimin bütün bir örgütü temsil etme hak ve yetkisini kullanmasını zorlaştırır. Kendisi gibi düşünmeyenlerin çekip gitmesine neden olur. Bu durum giderek örgütlerin farklı yaklaşımlar arasında bölünmesine çok merkeziliğe, dağılıp etkisizleşmeye ve demokratik işleyişin ortadan kalkmasına varır.

Dahası Alevi toplumunun kimlikli ve kişilikli davranmasını zorlaştırır. Onun etkili bir güç olarak kabul görmesini engeller ve nihayet şimdiye kadar olduğu gibi, onun bunun kendisinden yararlanmaya, devam ettiği kişiliksiz, kimliksiz bir durumda kalır.

Tüm bu ve benzeri daha birçok neden yüzünden, ne yazık ki! Alevi örgütlenmesi yurt içinde ve yurt dışında ciddi bir tıkanmayla yüz yüze gelmiş bulunmaktadır. Alevi hareketinin önünü açmak için Aleviliğin ve Alevi toplumunun hak ve çıkarlarının korunmasında yeterince kararlı ancak Aleviliğe ve sorunlarının çözümüne ilişkin ortaya çıkan farklı görüşler karşısında hoş görülü olunmalıdır.

Örgüte egemen anlayış da, bu olmalıdır.   27 / 12 / 2004

 

RÜZGARLI GÜNLER VE BİZ

 

Birlik ve Beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde, Alevi - Bektaşi, İnanç Dünyasında; Varlığımızı ve birliğimizi sarsan, hissetmekte zorluk çektiğimiz bir rüzgar esiyor, bozkırlardaki kurumuş kenger kümeleri gibi,  sağa sola savruluyoruz. Amaçsız ve yönsüz bir şekilde esen bu acı rüzgar,  İnanç çizgimizi silikleştiriyor, inancımızla birlikte kişiliklerimizi de yok ediyor. Ne acıdır ki, bu dağınıklık ulusal rengimizi, kokumuzu, sesimizi, gücümüzü ve olması gereken birliğimizi kısacası her şeyimizi tüketiyor. Kimliğimizle, kişiliğimizle, Kültürel değerlerimizle, tarihimizle, yaşam biçimimizle, her şeyimizle yok oluyoruz.

Eskiden kutsal saydığımız değerlerimiz, düşüncelerimiz vardı. Artık bu kutsal değerler, bizim olmaktan çıkıyor, toplumumuz git gide yozlaşıyor, gençlerimiz bölücü, yıkıcı sapık ideolojilerin kıskacında bambaşka şeyler haline geliyor ve biz tüm bu olanları seyrediyoruz. Bu rüzgar bizi bir yerlere sürüklüyor, ama bizler anlamıyoruz veya toplum olarak anlamak istemiyoruz.

İnancımıza, İkrarımıza ve ulularımıza, ihanet ediyoruz. Edep den, erkandan, sevgiden ve hoş görüden uzaklaştık, eskiden asla yapamayacağımız bazı şeyleri şimdi hiç utanmadan yapıyoruz. Eskiden mutlaka yapacağımız şeyleri yapmamak için elimizden geleni yapıyoruz.

Bir rüzgar esiyor ve renklerimizi, çizgilerimizi, kokularımızı, seslerimizi, takatlerimizi  silip süpürüyor. Peki, ne yapmalıyız? Karmaşık ve değişik cephelerden esen bu rüzgardan etkilenmemek için nasıl bir yol izlemeliyiz? En başta, tek çıkar yol, Alevi ve Bektaşi topluluklarını bir miğfer altında toplamak! İnancına ve ikrarına duyarlı bir birlik oluşturmak ve bir bütün olarak hepimizin ortak paydası olan bu manevi mirasa sahip çıkmaktır.

Alevi ve Bektaşi toplulukları bir olmadıkları taktirde, tarih boyu olduğu gibi, yine egemen güçler çeşitli entrikalarla bizi bölüp parçalayarak ayrı düşürmeye ve yine bildiğimiz aynı oyunları sahnelemek isteyeceklerdir. Bu tür tuzaklara düşmemek için! Tarih boyu ve bugün, ta Emeviler’den günümüze,  Hz. Ali taraftarlarını yok saymaya devam eden, başımızdaki devlet yönetim erkinin ısrarla sürdürdüğü; Muaviye siyasetinin oyunlarına gelmemek için, Alevi toplumu, İnsan hakları bağlamında kazanılmış bu demokratik ortamda, vatandaş olarak yasalar çizgisinde, anayasal  haklarını aramalı ve kendi İnançlarına sahip çıkmalıdır. Bu mücadeleyi vermek içinde, en başta; Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi “Bir olmalı, iri olmalı, diri olmalıdırlar”. 

İnanıyorum ki; Atatürk ilkelerine sıkı sıkıya bağlı, ülke bütünlüğünden yana olan Aleviler; bir çatı altında birleştikleri takdirde, birlik ve beraberlik içinde kendi felsefelerine ve inançlarına uygun bir hayat yaşadıkları müddetçe, hak ettikleri yere gelecekleri gibi, Alevilik üzerine oynanan bu tür oyunlarda büyük ölçüde bozmuş olacaklardır.

Bunu yapabiliriz ve yapmalıyız. Çünkü bizim felsefemiz, bizim inanç çizgimiz sevgi ve hoşgörü üzerine kuruludur.  Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin asırlar önce söylediği, incinsen de incitme, düsturunu kendilerine ilke edinen, ırk, renk, mezhep ayrımı yapmadan, yetmiş üç milleti bir gözle gören, Yunus’un dediği gibi, Yaratılanı sevdim Yaradan’dan ötürü, anlayışıyla tüm insanlara sevgiyle yaklaşan kötülüğe karşı iyilikle cevap veren Alevi Bektaşi toplulukları, bu birliği mutlaka oluşturmalıdır.

Son zamanlarda demokratik platformda sıkça telaffuz edilen, Alevi ve Bektaşi toplumunun birlik çağrışımları ve kendi özüne dönüşünü ifade eden nitelendirmeleri, şüphesiz Alevi-Bektaşi toplulukları için  ümit verici gelişmelerdir. Ne yazık ki tüm bu güzel gelişmeleri baltalamak isteyen iç ve dış mihraklar olduğu gibi, toplumumuzun kendi öz kültür değerlerine dönmesini istemeyen, kendisini Alevi diye niteleyen, bazı karanlık güçler, Alevi vatandaşları, çeşitli yönlere doğru maniple,  etmek istemektedirler.

Bu kaos ortamında! Alevi toplumunun kendi öz kültürüne dönme isteğini karşılayacak nitelikteki,  ilmi ve kültürel faaliyetleri yürütmek isteyen, (Cem Vakfı) gibi kuruluşların çalışmalarına karşı; Ne yazık ki kendilerini Alevilerin temsilcisi sayan, yukarıda bahsettiğim bazı bölücü, kurum ve kuruluşlar, Alevileri Sünnileştirilmek isteniyor, diye karşı çıkmaktadırlar.

Tüm bu çatlak seslere rağmen! Karamsar değilim yine bu konuda, hiç şüphesiz görev iyi niyetli olduklarına inandığım, CEM VAKFI’nın yöneticilerine ve diğer iyi niyetli Alevi vakıf ve derneklerine düşmektedir. 

Bu kurumların, Alevi kültürünü, canlandırma yönünde atacakları iyi niyetli adımlar, Alevi toplumunu, kendi siyasi ve mali emellerine alet etmek isteyen, çıkar çevrelerinin, ellerinden kurtaracaktır.

Mevcut Alevi kurum ve kuruluşları içerisinde, Alevilik konusunda iyi bir arşiv oluşturan Cem Vakfı, yıllardır arşivlerde sürdürdüğü titiz araştırmaları neticesinde, ulaşılan bilgileri dergi, kitap, sempozyum, panel ve konferans gibi çeşitli yollarla topluma ulaştırarak, halkı aydınlatmaktadır. Cem Vakfı, Alevilik hakkındaki kulaktan dolma yalan ve yanlış bilgileri ortadan kaldırmak için, kaynaklara dayalı kitap çalışmaları yaparak, halkın Hak Muhammet Ali Yolu olan Alevilik felsefesini,  gerçeklerin ışığında,  doğru algılanmasına yardımcı olmaktadır.

Aşkı Niyazlarımla... 25 / 3 / 2005

                   

ALEVİ GENCİNE ÇAĞRI
 
Aleviler, Bektaşiler ve EY Alevi gençliği! Artık yeter gaflet uykusunda uyuduğun. Uyan, uyan ve kendine gel! Etrafına bir bak. Bak ki, mazlum ve mahsun toplumun ne halde, gör. Toplumun yok olmanın eşiğinde. Eğer sen gaflet ve dalalet uykusundan uyanmazsan, toplumun yok olup gidecek. Eğer sen müdahale etmezsen, asırlar boyunca büyük bedeller verilerek korunmuş olan değerlerin yok olup gidecek. Eğer sen hemen şimdi "Ben Aleviyim ve hep Alevi kalacağım" demezsen, artık kimse diyemeyecek.
Ey Alevi gençliği; sen asi ve asil ataların torunusun. Sen Adem peygamberden, Hz. Muhammed'e insanlığın sesinin devamısın. 
Sen her türlü hilleye ve düzenbazlığa boyun eğmeyen Hz. Ali'lerin, zalimin zulmüne biat etmeyen İmam Hüseyin'lerin, hainlere kanmayan İmam Hasan'ların, zorbalığa karşı direnişi yükselten Babailerin, haksızlığa bir kez bile rıza göstermeyen Ebu Müslüm'lerin, kötülerin ve sömürücülerin korkulu rüyası Hasan Sabbah'ların yolundasın. Ölümü gülerek selamlayan Bedrettin'lerin, Börklüce Mustafa'ların, Torlak Kemal'lerin, yüzülen derisini sırtına alıp giden Nesimi'lerin, darağacında da olsa doğruları haykıran Hallacı Mansur'ların, Hınzır Paşalara inat Şaha giden Pir Sultan'ların, Hacı Bektaş'ların, Kalender Çelebi'lerin, Mevlana'ların, Bozoklu Celal'lerin, Yunus Emre'lerin, Ateşte Semah dönenlerin değerlerini teslim ettikleri asil soyun gencisin.
Sana yakışır mı uyumak? Sana yakışır mı ateşte semah dönenlerin değerlerine sırt dönmek? Sana yakışır mı ser çeşmenin başını bırakıp gitmek? 
Bunlar sana yakışmaz. Yakışmaz sana atalarının boyun bükmediği çember sakallı yobazlara boyun bükmek. Sana yakışmaz ölüme gülerek gidenlerin gülüşlerini yarım bırakmak. Sana yakışan, asi ve asil atalarının mirasına sahip çıkmaktır. Sana yakışan, umudunu yitirmeden, asla pes etmeden, bıkmadan, yorulmadan, aşk ile gerçeklerini savunmaktır. 
Sakın umutsuzluğa düşme!  Yobazlar güçlü olabilir, toplumun seni anlamıyor olabilir, arkadaşların para için, maddiyat için her şeylerini satabilirler. Ama sen asla davandan vazgeçme!
Herkesler satsa bile sen Ali'ne, Hacı Bektaş'ına, Oniki İmamlar'ına, pirin Pir Sultan'a ihanet etme! 
Yalnız kalsan da, aç kalsan da, asla alçalma. Üzerinize ölü toprağı mı serpildi, kalk artık. Kötünün karşısında alçalmaktansa, değerlerinden vazgeçmektense, aç kal daha iyidir. 
Senin Pirlerin öyle yapmışlardır. Haydi, kuşan bilincini, bilincin eylem olsun, eylemin özgürlük olsun!
Bilindiği gibi Alevi toplumu 1950'li yıllara kadar genelde köylerde yaşardı. 1950'li yıllardan sonra kentlere yerleşmeye başladı. 60, 70 ve 80'li yıllarda ise başta Avrupa olmak üzere dünyanın çeşitli coğrafyalarına göç etmeye başladı. 1950'li yıllarda köylerden büyük şehirlere göç eden Aleviler, kendi ezikliklerini gidermek ve toplumsal konumlarını yasallaştırmak için kitlesel diyebileceğimiz bir şekilde çocuklarını okullara gönderdiler. Burada bir çelişik durum gibi gözükse de, bireysel bir kurtuluş için okullara gidildiği gibi görünse de, özünde Alevi olmaktan doğan sorunları aşmak ve kendini devlete kabûl ettirmek için okullara gidildiği görülebilir. Alevi inancının zıtları tarafından dahi itiraf edilmek zorunda olan özelliklerden birisi, Alevi inancının sürekli gelişimi önerdiği gerçeğidir. Birçok Alevi önderinin özdeyişinde de somutlaşan bu gelişime açık olma, çağı yakalama hatta çağı aşma felsefesidir. Nitekim Alevi toplumunun bu ilerici özü, tarih boyunca hep aydınlığın, ilericiliğin göstergesi olmuştur. Kitlesel anlamda yüksek okullara giden Alevi gençliği, Alevi inancındaki bu aydınlık özü almıştı. Bu aydınlık felsefe, çeşitli ideolojilerin adeta iştahını kabartıyordu. Tarih boyunca hep böyle olmuştu. 1950'li ve 70'li yıllarda da olan buydu. Aleviler, inançlarının gereği hep zalimlerin karşısında olup katliamlara, acılara göğüs germişlerdir. Uzun bir dönem diyebileceğimiz yaklaşık 1800'lü yıllardan başlayarak 1970'li yıllara kadar geçen zaman diliminde, Aleviler ciddi bir örgütlenme geliştirememişlerdir. Bunun sonucunda örgütsüz kalmış ve her türlü Alevilik dışı düşünceye açık hâle gelmişlerdir. 
Amacım burada olayların tarihi seyrini bütün detayları ile vermek değil. Belirtmek istediğimiz; 1950'li yıllarda şehirlere göç eden Alevi toplumunun, 1960'lı yıllardan başlayarak çocuklarını okullara gönderdikleri ve bu çocukların, dünyada yaşanan sosyal ve ekonomik gelişmelerinde etkisiyle ülkemizde de, ortaya çıkan ideolojik örgütlerin etkisinde kaldıklarıdır. 68'li yıllarda yaşanan bu sosyal hareket, dünyadaki birçok gelişmeye, değişime sebep olmuştur. Doğal olarak asırlardır baskı altında bulunan milli gelirden ve sosyal hayattan eşit muamele görmeyen yirmi milyon Alevinin yaşadığı coğrafyada da tabi ki etkileri olacaktı. Ama doğal olmayan, sol hareketin 68'den başlayarak kadrolarının çoğunu Alevilerden oluşturduğudur. Çünkü kendi vatanlarında haksızlığa uğrayan, Aleviler sol hareketler için hazır bir kitleydiler. Öyle ki binlerce Alevi öğrenci bu hareketlerin kadrosuydu. Burada bir şeye daha dikkatinizi çekmek istiyorum: O da; önder kadroların çoğunluğu Sünni inançlıydı. Ara kadroların ve kitlenin tamamına yakını Alevi idiler. Neticede sol hareket yenildi. Sol hareketin yenilmesi, Alevilerin günümüze değin uzanan ve günümüzde Alevi toplumunun başına belâ olan yozlaşmanın da başlangıcı oldular, peki ne mi yaptılar bunlar? Bizleri parça parçaya böldüler; Alevilik İslam içi, İslam dışı gibi kafa karıştıran birçok söyleme imza attılar. Peki bunun karşısında sol fraksiyonda yer alan Sünniler ne yaptılar?! Kendilerini her anlamda örgütleyip dünyaya açıldılar. Aleviler ise sol hareketlerin yenilgisinin ceremesini çektiler. En ağır işkenceleri görüp, katledildiler. Yıllarca zindanlarda çürüdüler. Ekonomik anlamda sıfırında altına düştüler. 
Amacımız sol hareketleri küçümsemek değil, ama bazı doğrularımızı ortaya koymak zorundayız. Şöyle bir iddiada bulunmak yanlış olmasa gerek; eğer Aleviler 68'li yıllardan başlayan-ve etkisi azalmışta olsa günümüzde de devam eden- sol hareketlerde Sünniler kadar yer alsalardı, durum ne olurdu? Olacağı; bunca acı, ölüm, işkence yaşanmayacaktı. Şu anda yönetim kademelerinde binlerce Alevi olacaktı. Ama böyle olmadı, onun yerine her şeyini kaybetmiş bir
toplum çıktı. Maddi kayıplar da önemlidir ama manevi kayıplar daha önemli. Aleviler inançlarını yitirdiler. Belki zamanla yürekli aydınlar yazacaktır. Ama şimdiden bilinen; Alevi toplumunun 1950'li yıllardan beri sistemli bir şekilde asimle edildiğidir.
Alevi gençliğinin çeşitli kılıflar ile tasfiye edildiğidir. Şimdilik bilinen, çeşitli odakların Aleviler hakkında planlar yaptığı ve bu planların başarıyla uygulandığıdır. Bunun sonucudur ki; günümüzde dahi Alevi çocuklarına zorla Sünnilik öğretilmekte. Alevilik resmi anlamda yasaktır. Yine birçok kişiler, Aleviler hakkında tarih boyunca söylenmiş itirafları günümüzde de Alevilerin gözlerinin içine bakarak söylüyorlar. Şimdi günümüzde kendisini Alevi önderi, diye tanıtanlara sormak gerekmez mi?; "Mademki sen bu toplumun önderi olduğunu söylüyorsun, o zaman neden bu toplumun çocukları hâlâ okullarda Sünniliği öğrenmek zorundalar?" Bu sizce de bir çelişki değil mi? Neden her türlü meşru yöntem kullanılarak Alevi inancı yasallaşmıyor? Yasallaşmak yetmez. Neden her türlü meşru yöntem kullanılarak bu toplum çağdaş dünya ile bütünleştirilmiyor? Bütün örgütler ve onların yöneticileri yozdur, demiyoruz. Demek istediğimiz; bilinçli ya da bilinçsiz bir toplumun geri bırakılması, kendi değerlerine yabancılaşması ve yozlaşması ne acıdır ki bu kurumların yöneticilerinin ve o kurumda yer alan dedelerin sayesinde olmaktadır.
Ey Aleviler uyanın artık! Adım, adım Aleviliği inanç olarak yitirmiş Arap şovenizmine doğru adım adım itilen bir toplum yaratılıyor. Alevilik hakkında çıkan yayınlara bir bakın. Cem evlerinde Dedelerin yürüttüğü Arapça ağırlıklı söylemlerle yürütülen cemlere bakın ayrıca Alevilik adına çıkan yayınlara bir bakın her birinin ayrı bir Alevilik tanımlaması var. Bu neden böyle bizi nereye götürmeye çalışıyorlar? Kim bunlar? Bu ülkede Aleviler olarak bunlara dur, diyecek bir yapı oluşturmayacağız mı?
Ben bu yazımda; Alevi örgütlerinin içindeki tutarsızlıklar, kurumlar arası sen ben kavgası yüzünden kurumlar arası diyalog kurulamadığından dolayı bu durumları yaşadığımızı, belirtmeye çalıştım. Bakın 70'li, 80'li yıllarda sol hareketler içinde yer alan ve sol hareketin deyimiyle onların en pısırık, korkak, menfaatçi, kesimi sol hareketin yenilgisi sonucu Alevi örgütlenmesine sarıldılar. Kendileri, adı Alevi olan ama Alevilik dışında her şeye benzeyen bazı kurumlar oluşturmaya çalıştılar, ya da iyi niyetle kurulmuş kurumlarımıza "dadandılar". 
Alevi toplumu mazlum bir toplumdur. Abarttığımız sanılmasın. Gerçekten öyledir. "İncinsen de incitme" şuuruyla hareket eden bir toplum, mazlum bir toplumdur. Böyle olduğu için bu sol jargonu iyi kullanan, ağzı iyi laf eden ama söylediklerinden bir şey anlaşılmayan, değil Aleviliğe hiç bir şeye inanmayan hain ve dönek yozlar sürüsü, bazı örgütlerin kritik noktalarına hâkim oldular. Onun için, 70'li yıllarda başlayan Alevi örgütlenmesi, aradan 30 yıl geçmesine rağmen bir adım dahi ileri atmamıştır. Şimdi biliyorum bu yozlaşmışlar ürünü biri kısım asalak çete bağıracak. Şunu yaptık, bunu yaptık, diye. Evet, Evet Doğru, bir şeyler yaptınız; Alevileri yozlaştırdınız. Alevi kurum ve kuruluşlarını kahvehaneye çevirdiniz, sizler dernek lokalinin dışına çıkmadınız, sizler Anadolu’da yaşayan milyonları unuttunuz, Alevi köylerinde cenazelerimiz ortada kaldığını, cem evlerimiz kapılarının kilitli olduğunu, çocuklarımızın gençlerimizin Aleviliği unuttuğunu ve Alevilik te ne imiş?, demeye başladığını duyar olduk. Doğru yaptınız, evet, evet (!) Bunlar sizin eserleriniz, doğru (!) yaptınız.
Sizler ne yaptınız biliyor musunuz? Sizler sadece oraya gelen inanç sahibi canların sırtına basarak, kendi menfaatlerinizi düşündünüz. Sizler dönen dolapların farkında olan binlerce aydın kadroyu ve kadro adayını derneklerden dışladınız. Sizler kendi beceriksizliklerinizi, inançsızlıklarınızı topluma hâkim kılmaya çalıştınız. Artık bizler Aleviler ve Bektaşi toplumu olarak şunu iyice anlamalıyız ki, dernek ve vakıflarımız yozlaşma içindedir. Kendilerini yenileyemeyen, menfaatleri ön plana çıkaran bazı insanlar buralara kök salmışlardır.  Bilindiği gibi iyi niyetli olanlar olabilir ama istisna kaideyi bozmuyor.
Kimse kusura bakmasın, bugün açıklıkla söyleye biliriz ki, Alevilik adına yola çıkan bazı dernek ve vakıflar, başında bulunan yönetici kadroların kişisel ihtiraslarının tatmin merkezi, konumundadır bu böylece biline. Oysa oralar bir ilim, irfan merkezi olmalıydılar. Bu olumsuzluklara karşı çıkan, beyni ve yüreği Alevilik için atan insanlar ise bin bir iftira ve entrikayla derneklerden uzaklaştırılıyor. Bir de sözüm ona bu çete yöntemlerini kullanan açıkgözlü kalpazanlar kendilerini demokrat (!) olarak tanıtıyor. Hâlbuki derneklerdeki yanlışlığı görüp, uyarıda bulunanlar ya derneklerden atılıyor ya da pasifize edilerek eli kolu bağlı hale getiriliyor. Olmaz demeyin, oluyor. İsteyene kanıtlarımız hazır. Çünkü bu menfaatperestlerin Alevilik diye, bir dertleri yok. Onların derdi, kendi kişisel çıkarlarıdır. 
Belki düşüncelerimizi tam olarak ifade edemedik ama anlamak isteyenler, gerçeği görmek isteyenler umarım durumun vahametini kavramışlardır. 
Biz yine de bu vesileyle çağrımızı bir kez daha yineliyoruz: Namuslu aydınlar ve inançlı gençler bu toplumun temel dinamikleridir, diyoruz. Ve bu anlamda daha sağlıklı örgütlenmeler için; gençliği ve aydınları, gerçek Alevi ve Bektaşileri göreve davet ediyoruz.
Yarın tarih karşısında mahcup olmayalım!

 

DOĞA VE ÇEVREYE ALEVİLERİN BAKIŞI
 
Pir Sultan'ım eydür bahçe bağ olsam
Üstü mor sümbüllü yüce dağ olsam
Alem çiçek olsa arı ben olsam
Dost dilinden tatlı dil bulamadım.
 
 
Aziz okurlar; İnsanoğlu var oluşuyla birlikte doğaya ve çevresine
yaklaşımıyla, her zaman duyarlı olmuştur. Evet... milyonlarca yıl evvel
mağaralarda veya ağaç kovuklarında yaşayan insan ile bugün aya giden
ve aydan da öteye gitmeye çalışan insandan bahsediyoruz.
 
Bugün içinde bulunduğumuz asrın, bilim ve teknoloji çağına insanoğlu birden bire ulaşmış değildir. Bu gelişmişlik; çağları deviren, milyonlarca yılı bulan bir evrim sürecinin sonucudur.
Bu süreç aynı zamanda doğanın insanoğlu tarafından tanınma ve keşif edilme sürecidir. İnsanoğlunun asırlarca yılı bulan tekamül sürecinde yaşadığı nedenini ve niçinini çözemediği bir takım doğaüstü olaylara kutsiyetlik vermiş ve bu kutsiyetlik zamanla toplumlar arası, çok tanrılı dinleri doğurmuştur. Tarihin kaydettiği dünden bugüne, bu olayları acısıyla tatlısıyla yaşayan, insanoğlu üzerinde yaşadığı evrendeki doğa olaylarını kendi yaşamlarıyla bütünleştirerek, tarih boyu ayrılmaz bir bütün olarak yaşamlarını tüm canlı varlıklarla iç içe birlikte sürdürmüşlerdir.
 
Bu düşünceden yola çıkarsak; Canlılar içinde düşünen tek varlık olan insanoğlunun doğada ilk olarak kavrayabildiği şey kendisi ve
kendisiyle birlikte doğada yaşayan tüm canlı varlıkların yaşamlarını sürdürebilmeleri için suya, güneşe ve havaya yani oksijene ihtiyaç duymalarını anlamış veya hissetmiş olmalarıdır.
 
Tarihin kaydettiği devirden günümüze atalarımızın doğaya karşı
göstermiş olduğu bu hassasiyet, dün olduğu gibi, bugün de yarın da, bu dünyada yaşayan tüm canlı varlıklar için geçerlidir.
Geçmişten günümüze atalarımız bu evrende yaşayan kendi hem cinsleriyle birlikte milyarlarca canlının ihtiyaç duyduğu yaşamsal hayat kaynaklarını fark etmiş ve o kaynakları koruyarak sahip çıkmasını bilmiş büyük bir tahribata gitmemiştir.
Bugün üzerinde yaşadığımız bu evrende ta çağlar ötesinden
günümüze tabiatı ve tabiatın tüm güzelliklerini fark eden ve o
güzellikleri yaşamlarının bir parçası olarak algılayan, onların tahrip edilip yok olmaması için çaba sarf eden insanlık var geçmişimizde.
 
Ya günümüzde? Üzerinde yaşadığımız bu dünyada, insanla birlikte tüm canlıların yaşaması ve hayatlarının idamesi kirletilmemiş bir doğayla mümkündür.
Tüm canlıların buna ihtiyacı vardır.

Yakılıp yıkılıp her gün biraz daha acımasızca tahrip edilerek yok edilen ormanlara; Yaşamsal önem taşıyan kirletilmemiş yer altı ve yer üstü su kaynaklarına tüm insanlığın ihtiyacı vardır.
 
Bu dünyada yaşayan tüm canlı varlıkların, sıkıntısız rahat nefes
alabileceği sanayi atıklarıyla kirletilmemiş, tertemiz oksijeni bol
havaya ozon tabakası delinmemiş temiz bir atmosfere ihtiyaçları yok mu? Elbette var. Peki bunun çaresi ne? İster dinsel olsun, ister bilimsel olsun insanoğlu; Hava- Su- Toprak- Ateş, bu dört ana unsuru kirletmemeye, temiz tutmaya mecburdur. İnsanlık sadece kendi geleceği için değil üzerinde milyarlarca canlının yaşadığı ve nasiplendiği
doğayı korumak ve kirletenlere karşı savaş açmak durumundadır.
 
Doğayı kirletenlere karşı savaş açmak gerek.

Evet; tüm bu olumsuzluklardan kurtulmanın bir tek yolu vardır:

O da gönüllülük temelinde, doğaya yeniden dönüşle sağlanabilir, doğaya sahip çıkmakla olur.
İçinde yaşadığımız bu yüzyılda teknolojik veya bilimsel olarak dünya insanlığı ne kadar gelişirse gelişsin kurtuluşu ve özgürleşmesi doğanın korunmasından ve kurtarılmasından geçer.
 
Bu yapılmadığı takdirde hasta bir toplum, tahrip edilmiş bir doğa,
üzerinde yaşanamayacak kadar kirletilmiş bir dünya ve doğa'ya düşman
bir milletler topluluğu yaratılmış olur. Bunun sonunda hesap kitap yapmadan geleceğini tehlikeye düşürmüş kendi kıyametini hazırlayan bir insanoğluyla karşı karşıya kalırız.
 
İçinde yaşadığımız bu "küreselleşme" çağında dünya insanlığının
geldiği şu noktaya bakın! Dünyayı sahiplenmeye çalışan bazı egemen güçlerin durumuna bir bakın! Bunların doğa diye bir derdi var mı? Aklı başında herkes de biliyor ki, bunların doğa diye bir dertleri yok, onlar sadece iktidarlar kuruyorlar işlerine gelmeyen iktidarları da yıkıyorlar. Bu da yetmiyor ülkelerin içine sızarak bir takım dini ve mali söylemlerle ortalarda dolaşıp kendilerine taraftar bulmaya çalışıyorlar. "Köylü- şehirli", "zengin-fakir”, "sömüren sömürülen”, "sen ve ben" "dini-etnik" veya mezhepsel farklılıklar bu tür yoz düşünceler, söylemler, ne acıdır ki, birçok kırılmalara, kopuşlara ve parçalanmalara yol açıyor.
Peki; Bugün insanlığın içinde bulunduğu durum ne? Çıkar peşinde koşan, egemen güçlerin sistemleştirerek adeta mekanik bir robot gibi bağımlı hale getirdiği bir insanlık. Öz kökünden koparılmış, kendisine yabancı, özüyle barışık olmayan, maneviyattan uzaklaşmış, kendini bilmeyen, değersiz, sevgisiz,
saygısız, bencil, mevki kazanma uğruna her şeyi mübah sayan, helali haramı ayırmayan dolandırıcı, sahtekar, riyakar, insanı insan yapan değerlerden uzaklaştırılmış bir varlık haline dönüştürülmüş milletler topluğu.


Alevilerde doğa sevgisi:
Bu kısa girişimden sonra esas konumuz olan, Alevi felsefesinin dünden bugüne doğaya bakışı nedir?
Sorusuna yanıt aramaya çalışalım.
Tarih boyu Aleviler; "Allah - Kainat - İnsan" tümlüğü ve birliği
içinde doğayı içselleştirerek, inanç, ibadet ve ritüellerinin bir
gereği olarak algılamışlardır.
Kaygusuz Abdal, "İnsan-Tanrı-Evren " özdeşliğine inanmış, insanla Allah arasına konulan bidat-hurafe din anlayışını ortadan kaldırmış ve "Vücûdnâme" adlı eserinde, bu bütünselliği şöyle ifade etmiştir.
Bu eserinde; Kaygusuz, insan vücudunu bir şehre, aynı zamanda doğaya benzetir. Evrenin bütün nizamının insan vücudunda olduğunu belirterek ve insanın "evrenin bir kopyası" olduğunu söyleyerek; Allah'ın da insanda tecelli ettiğini anlatmaktadır.
Diğer birçok Alevi-Bektaşi-Kızılbaş ozanlarında ve müçtehitlerinde de aynı anlayış vardır. Alevi Tasavvufu da bu çizgiye oturmuş ve uygulana gelmiştir. Alevilerin doğa inanç motiflerini ve kültlerini, kısaca şöyle maddeleştirebiliriz.
 
1- KUTSAL TOPRAK VE GÖK KÜLTÜ
2-AĞAÇ KÜLTÜ
3-DAĞ VE HAYVAN KÜLTÜ
4- SU ve HAVA KÜLTÜ
 
KUTSAL TOPRAK ve GÖK KÜLTÜ
 
Alevilerce; dört unsur (ANA SIR -I ERBAA) inancı ile dört yöne ve dört
mevsime kutsiyet alt edilmiştir.
Bu dört unsurlar:
1- toprak. 2-su. 3- ateş. 4- havadır.
Ozan Hamdullah, dört unsur kültünü şöyle ifade etmektedir:
 
"Anâsırdan bir libasa büründüm
Nâr u bâd u hâk ü âbdan göründüm
Hayru'l-beşer ile cihana döndüm
Âdem ile bile bir baş idim ben"
 
Muhyiddin Abdal ise Otman Baba'yı bir deyişinde şöyle betimlemektedir:

"Ala gözlüm Sultan Baba
Ululardan ulusun sen
Yedi iklim dört köşeye
Arş'a Kürs'e dolusun sen"
 
Alevi-Bektaşi-Kızılbaş topluluklarında "Toprak Ana"dır. "Gök
Baba"dır. "Ay Ali'dir, Gün Muhammed'dir." Toprak üretkendir, bu
nedenle dişidir.
 
Gök; yağmur yağdırır, ısı ve ışık verir, dölleyicilik vasfı vardır, bu
nedenle erkektir.
 
Eski Mısır güneş tanrısı, Sümerlerin yer tanrısı, Hititlerin bereket
tanrısı, Türklerin Gök Tanrı'sı Alevilerde sembol olmuş kutsiyet
kazanmıştır aynı zamanda da mitolojide de geçer.
 
Alevi'lerde Ağaç Kültüne gelince;
 
Ağaç sevgisi Alevi Türk dünyasına, İslam’la girmiş değil; İslam
öncesi, Türkmen geleneğinde kutsiyet kazanmıştır. Yalnız Türk, Türkmen geleneğinde değil, daha sonra gelip kaynaştığı, Anadolu
topluluklarında da kutsal olduğu bilinmektedir.
Alevi felsefesinde ağaç toprağın derinliklerine varan kökleri ile gök
kubbeye doğru uzanan gövdesi ve dallarıyla, yapraklarıyla ve
çiçekleriyle, meyve ve tohumlarıyla, her mevsimde kendini yenileyen özelliğiyle ve senede bir don değiştirmesiyle Alevi İnancında Ağaç - İnsan - Doğa birlikteliğinin tüm güzelliklerini sevgi ile bütünleştirmiştir. Öyle ki bu sevgi zaman, zaman
Alevi Ozanların dilinde coşkulu ve hissi duygularla mısralara şiirlere dökülmüştür.
 
Çiçek açar domur, domur dal verir,
Kimi uzar bir birine el verir.
Kimi Ayva verir kimi nar verir
Kuşlar konar yuva olur ağaçlar

Pir Sultan Abdal
 
Dikkat ederseniz; Aleviler; yaşadıkları bölgelerde kutsal ziyaret
mekanlarında meşe, ardıç, özellikle dut, sakız gibi ağaçları
kutsayarak onların etraflarını taşlarla çevirerek kutsiyet
kazandırmışlardır.
Erzincan, Malatya, Elazığ, Tunceli yörelerinde; Sakız
Baba, Ardıç Dede Çınar Baba, Buğday Dede, Çam Baba gibi bitki ve ağaçlara sıkça rastlamak mümkündür.
Alevi Türkmenlerce genç ağaçları ve fideleri kesmek bir insan öldürmek kadar günahtır. Ağaç kültü; dağ ve su unsurlarıyla birlikte telakki edilerek "üçlü kutsallık" izafe edilir.
 
"Öt benim sarı tanburam
Senin aslın ağaçtandır
Ağaç dersem gönüllenme
Kırmızı gül ağaçtandır."
 
Pir Sultan Abdal; Bu deyişinde ağaca verilen önemi vurgulamaktadır. Alevilik İnancında ağacın bir de İslam ayağı vardır. Hz. Muhammed'in altında biat aldığı ve inananların ikrâr verdiği "Rıdvan Ağacı" vardı. Bu ağacı daha sonra Halife Ömer kestirir.
 
Ali taraftarları olan Aleviler bu ağacı kutsamışlar ve kutsiyetinden
dolayı dallarını sembolleştirerek o günden bugüne, Ayın-i Cem'ler de dedeler "Tarık" (kutsal asa) olarak kullanmaktadırlar.
Ayrıca Alevi Türkmen toplumu çeşitli otları da kutsamışlardır.
 
Mesela "Üzerlik Otu" kutsal kabul edildiğinden Cem evi meydanı
açılmadan önce, ateşe (ocağa/küre üstüne) atılarak tütsülenir ve
afsunlanır bu tür otları çoğaltabiliriz.
 
Ağaç bizim edebiyatımızda, ağaçtan yapılan tahta kılıç, gönüllülük
temelinde yola girişin ve ikna metodunun bir sembolü olmuş;
söylencelere göre tüm Alperenler bu tip bir kılıç taşımışlardır.
 
Yine ağaçtan yapılan Cem evi'nin kapısı, kutsal olarak kabul edilmiş; Hz. Muhammed'i, eşik Hz. Ali'yi, iki yan tarafı Hasan ile Hüseyin'i üst atkısı da Hz. Fatıma'yı temsil eder. Yani Ahşap kapı beşleri "Ehl-i Beyt-i sembolize ettiği için, Cem evine giriş edebi bir tekke adabını gerektirmektedir.

Gaybi Baba; varoluşu ağaçta şöyle tanımlamaktadır;
 
"Bir ağaçtır bu alem
Meyvası olmuş Adem
Meyvadır maksut
Sanma ki ağaç ola
 
ALEVİ'LERDE, DAĞ - KÜLTÜ
 
Dağ, tepe, kaya; tarihin eski devirlerinden beri insanlar tarafından
ilahilik timsali kabullenilerek, ilahların mekanı olarak düşünülmüştür.
Orta-Asya Türklerinin Tanrı Dağı, Araplar'ın Arafat Dağı,
Yahudilerin Tur Dağı, Ermeni'lerin, Ararat Dağı, Yunanlıların Olimpos dağı, İsveçlerin Alp dağları, gibi Dünya insanları tarafından kutsal kabul edilmiştir.
Dersim Alevileri de, Munzur Dağları taşıyla toprağıyla, ormanıyla,
suyuyla, balığıyla, hayvanıyla kutsaldır ve aynı zamanda
"Ziyaretgahtır". Bu nedenle "Munzur Baba" denmiştir. Sultan Nevruz ve Hıdır İlyas söylenceleri, Cem törenleri Munzur Dağı eteklerinde yapılır. Edremit körfezini kuşatan Kaz (İDA) Dağı; Alevi kadın evliyası "Sarı Kız" yaşadığı için kutsanmıştır.
 
"Mevlâ nefesinden süzülüp geçen/
Sarı Kız elinden doldurup içen
/.../Eşiğin yanında yan yatan Sultan
/Sarı Kız divanında kurulan Arslan
/Sırrı esrarı bilendir Selman/...
 
" Nefesinde "doğa-insan-hayvan-Tanrı" motifleri birlikte işlemiştir.
Erzurum, Balım Pertek Köyü ve civarındaki Aleviler Kop Dağı'nın
zirvesine "Zeycan Ana" diyerek kutsamışlardır. Yörüklerce Toros
Dağlarının belli bölümlerine Ata mezarlarını gömerek yöreyi ağaçlar kutsamışlardır.
Deniz sahillerinde yerleşik bulunan Aleviler ise, kıyı şeridinde
bulunan özel yöreleri kutsal kabul ederek "Deniz Kızı" efsaneleriyle koruma altına almışlar ya da kum tepeciklerine evliya makamı izafe edilerek "Kum Baba" demişlerdir.
Alevi tasavvufu yaşam biçimlerine göre şekillenmiştir.
 
"Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherler de kuşlar ile
Çağırayım Mevlân seni"
 
Diyen, Yunus Emre bakışını somut olarak ifade ederken, "doğa ile
Tanrı"nın yeknesak olmasını da anlatmaktadır.
 
ALEVİLERDE SU  KÜLTÜ
 
Aleviler suyu kutsayarak saygı duymuşladır.
Suya tükürmek, kirletmek, küfretmek günahtır. Su; insan, hayvan ve nebatatın yaşam gereksinimi için kullanılır. Yağmur rahmettir,
berekettir. Kar doğanın temizlenmesinin arınmasının ve su
kaynaklarının beslenmesinin bir simgesidir.
 
Aleviler suyu; "Bismi Şah, Ab-u Hayat -ı Zemzem aşkına!" diye
başlayan dua'dan sonra kullanırlar ve "pür-ü pak" olurlar.

Ayn-i Cem'de Hz. Hüseyin ve aile efradının Kerbela çöllerinde çektiği acıya izafeden su hazırlama ve dağıtım özel bir törenle sakacı tarafından yapılmaktadır. Alevilerde su yaşama kaynağıdır. Bu nedenle de pınarlar, çeşmeler, nehirler, göller, denizler kutsal sayılır. Yer ve suya ilahilik misyonu yüklenmiştir.

Doğal pınarlara Aleviler cuma akşamlar mum yakarak
adaklar adarlar. Pınarların ayrı, ayrı şifa dağıttığına inanılır.
 
Bu nedenle de pınarlara özel adlar verilir: Sıtma Pınarı, Keklik
pınarı, Kara Pınarı, Koyun pınarı, Çemre pınarı vb. gibi... Alevi
ulularına da su ve türevlerinin adları verilmiştir: Şıpşıp Dede,
Karyağdı Baba, Sucu Hatun, vb...


ALEVİLERDE KUTSAL HAYVAN
 
Alevilerde şaşırtıcı bir şekilde hayvan sevgisi vardır. İnsanın
öldükten sonra ruhunun "börtü-böcek” ile hayvana hatta bitkilere
geçeceğine inanan Alevilerin, onlara yaklaşımları sevgiyle olmuştur.
Bir kuş sevdiği bir kedi veya köpek öldüğü zaman onları saygıyla
defnetmiş zaman, zaman, ağladığı da olmuştur.
Ayrıca;Öküz-İnek, Koç-Koyun, Arslan, Geyik, Kurt, Turna, Güvercin, At- Kaz, Şahin, Arı gibi hayvanlar uğurlu sayılmıştır. Keklik gibi
soyuna ihanet eden hayvanlar ile Katır gibi üretimde bulunmayan ve Tavşan gibi şeklen diğer hayvanlardan özellik farklılığı olanlar
uğursuz sayılmıştır.
Aleviler evliyalarına kutsal saydıkları hayvanların adlarını bile vermişlerdir. Bunlardan bazıları: Arslan Baba, Koyun Baba, Koçu Baba, Geyikli Baba,Barak Baba vs. Pir Sultan Abdal, şiirlerinde Alevi ulularıyla hayvan motiflerini özdeşleştirerek şöyle ifade etmektedir.
 
"Haberim duyarsın geyikler ile
Yaramı sararsın şehitler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin derdinden ben yana, yana"
 
Tahtacı ve Yörükler’de geyik bolluk ve bereketi, iyiliği ve
koruyuculuğu simgeler. Alevi dergahlarında ve türbelerinin bir
çoğunda geyik başı simgesel olarak bulunmaktadır. Kul Hasan, Alevi inancında ki "don değiştirmeyi” hayvan ve insan motifiyle şöyle ifade etmektedir.
 
"Aslan olup yol üstünde oturan
Selman idi ana nergis getiren
Kendi cenâzesini kendi götüren
Hünkâr Hacı Bektaş, Ali kendidir"
 
Alevi felsefesinde; Kuşların ve Hayvanların yuvasını bozmak,
yavrularını öldürmek günahtır. Kırsal bölgelerde yani dağda bayırda, çalışan Aleviler yemek molalarında azıklarını yerken buda kuş, kuş payı diyerekten taşların üstüne çeşme kenarlarına lokma bırakırlar kurt kuş yesin diye.
Ayrıca onlara yapılan kötülükler insana yapılmış olarak kabul
edilerek; yapanlar cem meydanında dâra çekilerek cezalandırılır. Aynı muamele yaş ağaç kesenlere de yapılır.
 
Son söz olarak şunu söyleyebiliriz; Alevilik, tarihsel mücadele
süreci bakımından bugünkü dünyada ki "doğa ve çevreci hareketler" ile evrene bakış açısı itibariyle örtüşmektedir.
Alevi tasavvufunun "vahdeti vücud/vahdeti mevcud" anlayışı saf ve özdeş doğa tanrıcılığıdır. Evren, Tanrı'yla bir ve aynı dır.
Evrendeki ve doğadaki görünen ve görünmeyen her şey Allah'ın bir veçhesidir "görünen yüzüdür". "Çevre bilimi" denilen bilim dalı bugünkü anlamıyla kullanılmadan  asırlar önce, Alevi tasavvufçuları ve ozanları; toprağı suyu ve
hayvanları, yeşili koruma ve kollama anlamına gelen tabiatla ilgili
sözcükleri üreterek yazı ve şiirlerinde kullanarak inanç sistemlerinin içine dahil etmişlerdir.
Bugün sanayi ve teknolojinin tahrip ettiği üzerinde İnsanla birlikte
milyarlarca canlının yaşadığı doğayı, yeniden yaşanabilir hale
getirmek, ancak tüm insanların uluslararası dayanışmasının ve
eylemliliğinin sonucunda olur.
21.Yüzyıl dünyasını yaşanabilir kılmak insanoğlunun kendi elindedir.
Bu bilince varmasının ve eyleme geçmesinin zamanı gelmiş te
geçmektedir.

Yarın değil, hemen şimdi temiz bir dünya için hareket
etme zamanıdır.

 

Çevre gönüllülerine saygılarımla.

Cümlenize Aşkı Niyaz ederim.

30- 6- 2009, Avcılar-İst.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile