ALEVİ-BEKTAŞİ İNANÇ ÖNDERLERİ DEDELER – BABALAR
ALEVİ-BEKTAŞİ İNANÇ ÖNDERLERİ
DEDELER – BABALAR
ALEVİ/BEKTAŞİ İNANCI
Aleviliğin ve Bektaşiliğin olmazsa olmazlarından olan dedeler ve babalar, ocaklar ve dergahlar konuları ne hikmetse son yirmi yıldır binlerce kitap yazmış olan araştırmacı ve yazarların ilgisini bir türlü yeteri kadar çekmeyi başaramamıştır.
Bu konuda açıkçası araştırma yapan insanların sayıları bir elin parmaklarının sayısından da azdır. Peki bunun nedeni ne olabilir?
Bence bunun en temel nedenlerinden birisi, özellikle son yirmi yıldır Alevilik/Bektaşilik diye, insanlara, kimi tarih kitaplarının tozlu sayfalarının yutturulması uğraşısından başka bir şey değildir.
Aleviliğin/Bektaşiliğin, Hititleri araştırması metoduna benzer bir şekilde incelenmek istenmesi; Alevilik/Bektaşilik’le ilgili bilgilerin kimi tarih kitaplarının çoğu zaman yalan-yanlış yazdığı, kimi olaylar yığını olarak, tarihte kalmış bir topluluktan söz eder gibi yazılması, araştırılmaya çalışılması, büyük yanılgıları da beraberinde getirmektedir.
Alevilik; sadece ve sadece Arabistan çöllerinin içinde boy vermiş bir inançmış gibi hep Arap tarihinin, o da kaba, ham, çoğu kez, uzmanı olmadığımız bir alan da olsa okuduklarımızdan anladığımız kadarıyla, abartılarının yoz yansımaları olarak yılladır bu kitaplarla okutuluyor.
Elbette Arabistan’ı da, Araplar’ı da, Emevi, Abbasi dönemlerini de çok iyi bileceğiz. Alevilik araştırmalarında, kitap yazarken bunları bilmeden elbette olmaz.
Ama İslamiyet’in Alevilik yorumu, anlayışı, bedevi boylarının birbirleriyle mücadelerinin çok ötesinde, üstünde bir İslam inancının adıdır.
Alevilik/Bektaşilik’le ilgili araştırmalardaki temel yanlışlardan biri de, gerçekten her kafadan bir ses çıkıyor olmasıdır.
Aleviliği İslamiyet dışında gösteren, Hz. Ali’yi katillerin başı gibi gösteren, Aleviliği/Bektaşiliği putperest kimi kalıntılardan ibaret sayan akıl dışı anlayışlar; bir görüşmüş, bir düşünceymiş, bir araştırmaymış, bir buluşmuş gibi ortaya serilmektedir.
Halbuki; Yapılmak istenen Aleviliğin/Bektaşiliğin özünden saptırılıp, yozlaştırılma girişimleridir.
Alevi İslam anlayışının bin dört yüzyıldaki oluşum evrelerinde birbirinden çok farklı, hatta bugün bizlerin tam anlamıyla kavrayamadığımız görünümlerinin olması, Alevilik/Bektaşilik içinde farklı inançların, kültürlerin, felsefelerin izlerinin bulunması gayet doğaldır. Çünkü yeryüzünün gerçeğidir bu.
Her din, her kültür ve inanç bir başkasından etkilenir. Bu gerçeği kimse değiştiremez. Bunu tüm dünya kabul etmiştir. Tüm araştırmacılar bunu kabul etmiş. Aklı başında herkes bunu kabul eder.
Şimdi biz misal olarak, bir insanın beynini kesip bir yana ayırırsak, midesini kesip bir tarafa ayırırsak, bağırsaklarını ayırıp bir tarafa koyarsak burada farklı farklı organlardan bahsetmemiz gerekir. Gözler, kulaklar, burun, eller, kollar, kalp... çeşitli organlardır bunlar. Ama elbette tüm organlar bir araya geldiği zaman, bir bütünde, bir vücutta buluştukları zaman anlamlıdırlar. Yoksa acaba ayrı ayrı organların ne anlamı olabilir ki, birer et parçası olmaktan başka?
Şiirin tek tek mısraları ne ifade edebilir bir bütünde buluşmadıktan sonra? Bunun gibi İnsan insan olduğu zaman anlamlıdır. Din din olduğu zaman anlamlıdır. Adam adam olduğu zaman anlamlıdır. Alevi de Alevi olduğu zaman anlamlıdır. Bizim için önemli olan insanın varlığı değil midir? Bir bütün olarak insan değil midir? Elbette öyle. Peki bir Alevinin Alevi olması yetmiyor mu? Bir Alevi, Alevi kimliğiyle, bir Bektaşi, Bektaşi kimliğiyle varsa, onun bin dört yüzyıllık oluşum evresi o kadar önemli mi? Elbette önemlidir, diyebilirsiniz.
Ama acaba o kökleri doğru bir şekilde araştırıp, açıklayabiliyor muyuz? Alevi İslam anlayışının tarihi, sosyal, antropolojik, sosyolojik, geçmişten günümüze yayıldığı coğrafyalarda aldığı görünümleri, bu inancın temel şahsiyetlerinin yaşamlarını ve eserlerini, bu inancı oluşturanların fikirlerini, bu İslam inancının tüm ibadet formlarını, olmazsa olmazlarını, dergahlarını, türbelerini, ocaklarını, yazılı eserlerini, tüm sözlü inanç ve kültür unsurlarını, mezarlıklarını; bu insanların yaşadıkları yerleşim birimlerini, köylerini, ilk çıkış noktalarını, bugün ilk çıkış noktasından hareketle nasıl bir gelişim çizgisi gösterdiklerini bugün bilebiliyor muyuz?
Bunu kaç araştırmacı/yazar tarafsız, önyargısız, doyurucu bir şekilde ortaya koyabiliyor? Hemen hiçbiri.
Peki öyleyse bunca gündemi işgal etmenin nedeni nedir? Bir insan herhangi bir siyasi partiye üye olabilir, herhangi bir derneğin gönüllüsü olur, herhangi bir meslek dalında çalışabilir, polis olur, asker olur, hakim olur, öğrenci olur, zengin olur, fakir olur, sağlıklı olur, hasta olur, v.s. Yani insana ait, insana dair birçok özellik sıralanabilir, bir insandan bahsederken.
Ama tüm bunların ötesinde, herhangi bir insanda olan/olması gereken çeşitli davranış kalıplarının dışında, bir kişinin Aleviliğini ne belirler? Bu sorunun cevabı aslında en önemli konulardan birisidir. Bir Alevi, bir Bektaşi kelimenin ve kavramın ham haliyle kimdir ve nedir? Cevabı verilmesi gereken soru budur. Eğer Alevilik, Bektaşilik, Sünnilik, Hıristiyanlık, Yahudilik denilince ilk önce bir inanç yapısı anlaşılıyorsa, anlaşılması gerekiyorsa, ilk önce işin bu inanç boyutunu göreceğiz. Daha sonra bu inanç çevresindeki diğer kalıplara elbette bakacağız.
Şimdi Avrupa Birliği denilen birlik sadece bize belli bir coğrafyayı, kültürü; ekonomik gelişmeyi, demokrasiyi, özgürlük gibi terim ve kavramları mı hatırlatıyor? Hayır. Bugün artık herkes anladı ki, Avrupa Birliği dendiği zaman ister istemez Hıristiyanlık da olayın içine giriyor. Çünkü Avrupa’da yaşayan ve nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan Avrupalıların çok önemli bir kısmı Hıristiyan dinine mensuptur. Ama yine büyük bir gerçek vardır ki, Avrupa’da yaşayan insanların büyük kısmı Hıristiyanlığın pratik uygulamalarını, ritüellerini, inanç boyutunu tam yaşamayan insanlardan oluşmaktadır. Binlerce kilisede gece-gündüz ibadetle meşgul olan bir Avrupa karşısında değiliz. Değiliz ama çok iyi biliyoruz ki Batı’da bir Hıristiyan kültürü, bir Hıristiyanlık algılaması var. Bunu görmeden bugün Batı’yı tam kavrayabilir miyiz?
Hıristiyanlık deyince de, elbette bir çocuğun konuyla ilgili sorusuna yanıt verirken, Hz. İsa’dan, Hz. Meryem’den, kiliseden, ikonadan v.d. bahsetmek zorundayız. Yoksa Haçlı Seferleri, manastır tarzı yaşamlar gibi konular artık o olayın bir ileriki boyutudur.
Yani kavramlar birbirine karıştırıldığı gibi, kavramların dar ve geniş anlamlarını da biz birbirinden ayıramıyoruz.
Türkiye’de de birçok konuda, kavramda olan da budur. Her şey birbirine karıştırılıyor.
Alevi İslam anlayışı tam tanımlayabilir misiniz? Olmazsa olmazlarını eksiksiz sıralayabilir misiniz? Nasıl bir inanç sistemi olduğunu, bin dört yüz yıl boyunca nasıl evrimleşip, dünya inanç sistemleri içinde, İslam içinde, nasıl bir platform olduğunu tam tekmil yazabilir misiniz?
Belki de yazabilirsiniz. Zaten sorun da burada. Her önüne çıkan Aleviliğin, Bektaşiliğin bir yönünü, kendi algıladığı şekliyle bir boyutunu, tanımlıyor ve o şekilde de anlatıyor, tanıtıyor o da kaba, çiğ bir şekilde. Bir solcu, bir müsahipli, bir dede, bir Tokatlı, bir dernek başkanı, bir yazar, bir İslam düşmanı yazar, bir Ali düşmanı yazar, bir yobaz, bir misyoner, bir erkek, bir kadın, bir Cemal Sultanlı, bir ilkokul mezunu, bir üniversite mezunu, bir militan, bir Anadolu’ya hiç gelmemiş Batılı akademisyen, bir ırkçı, kırk yıldır hiçbir alt kimliğe sahip olmadan veya onlardan haberdar olmadan yaşayan bir kentsoylu... Herkes Alevilik’le ilgili kendine göre bir tanım yapıyor.
Tanımlamalar çok. Örneğin Aleviler Türkiye’de demokrasinin ve laikliğin sigortasıdır, deniyor. Kastını aşan kaba bir benzetme. Niye demokrasinin ve laikliğin sigortası Sünniler olmuyor da Aleviler oluyor? Demokrasi ve laiklik bir inanç sistemi mi, veya bir inanç sistemi nasıl olurda bir yapının doğrudan sigortası olur? Aslında bu bir ayrımcılık değil midir, kaş yapayım derken göz çıkarmak değil midir, Aleviliğe zarar veren bir tanım değil midir? Laikliği, demokrasiyi benimsemenin doğrudan bir inanç sistemiyle bağlantısı kurulabilir mi? Buna benzer yüzlerce örnek vermek mümkün.
Dememiz o ki, hangi kökenden gelirse gelsin, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun, hangi renkten, dinden, dilden, cinsten olursa olsun, ne eğitimi almış olursa olsun, ne tip bir Alevi olursa, ne tip bir Sünni olursa olsun, eğer Alevilik/Bektaşilik konusundan bir tanımlama yapacaksa bir kişi; Alevilik/Bektaşilik değerlerinin özünden bir tanım yapsın, bin dört yüz yıllık bir inanç ve kültür damarının birleştiği ana atardamardan bir tarif yapsın; olan, yaşayan, yaşanan Alevi İslam anlayışından bir açıklama yapsın. Yoksa yapmasın.
Kimse ondan zaten bir açıklama istemiyorsa, her önüne gelen bir tanıma, bir tarife, bir nitelendirmeye girişmesin.
Bir yazarsa, bir kurum temsilcisiyse, bir araştırmacıysa, bir siyasiyse, bu konu hakkında konuşması istenen birisiyse de bu büyük inancı çarpıtmadan, olduğu gibi anlatsın.
Herkesin Aleviliği, Bektaşiliği kendinedir, herkes istediği gibi, nasıl ki yaşadığı Aleviliği tarif ediyorsa, o şekilde Aleviliği/Bektaşiliği tarif edebilir, diyemeyiz. Buna kimse karışamaz, diyemeyiz. Buna sınır konulamaz, diyemeyiz. Elbette herkesin yaşadığı farklı farklı Alevilikler, Bektaşilikler vardır. Kimisi her daim Allah’ı dilinden düşürmezken, ceme sürekli devam ederken; bazısı belki de hayatında hiç ceme girmemiştir. Kimisi kendi siyasi görüşüne uygun yönleriyle Aleviliğin belli boyutlarını kendine rehber edinirken; kimisi Aleviliğin hiçbir kültürel, sosyal yönünü görmeden Aleviliğini yaşayabilir. Kimisi Bektaşi ibaret ritüellerinin, bu kitlenin dışına hiç çıkmadan bu inancı yaşarken, kimine göre bu kimlik alt kimliklerinden sadece birisi olabilir. Kimi deyişini, inancını Türkçe, kimisi Kürtçe, kimi Arnavutça dile getirir bu inanç sisteminde. Kimisine göre bir başkasının Alevi olması, bir akrabasıyla karşılaşmış gibi kişiye heyecan verirken, bir başkasına fazla bir şey ifade etmeyebilir... vd.
Tüm bunların dışında bir insan Aleviliği tarif ederken, yaşarken, onu tahrip etmeden, onun özünü bozmadan onu tarif etmesi gerekir.
Burada bir Ali düşmanının Aleviliği tarif etmesi; terörist cenazelererinin cemevinde ne işi var, diyenlere din baronu, şunun bunun adamı sıfatlarını yakıştıran bir örgütün militanlarının söz söyleme hakkına sahip olmaları kadar, Aleviliğini en azından temel değerleriyle yaşayanların da söz söyleme hakları vardır.
Tabii tüm bunları söylerken gözümüzün önünde gerçek bilim adamlarının, yansız, yalansız-dolansız ortaya koydukları çok önemli kaynak eserlerinin de varlığını inkar edemeyiz. Bunları ise yeteri kadar okuyup, onlardan yararlandığımızı ise söyleyemeyiz. Büyük bilim adamı Ahmet Yaşar Ocak ve her birisi çok önemli yazdığı eserleri gibi.
Dememiz odur ki; Alevi/Bektaşi İslam anlayışı; İslam içinde kendi ibadet, inanç kural ve kaidelerini, rütiellerini çeşitli kalıplar şeklinde oluşturmuş, birbirinden çeşitli nedenlerle farklı görünümlere sahip olsalar da cem, semah, dede, baba, ocak, müsahiplik, muharrem orucu, hızır vd. çok önemli ibadet uygulamalarında ciddi sistemler geliştirmiş, Kuran gibi, Buyruk gibi, ulu ozanların ve düşünürlerin görüşleri, sözleri, şiirleri, deyişleri gibi belli kaynakları kendilerine rehber edinmiş, bu sistemlerle yaşamlarını sürdürmüş bir inanç bütünlüğüdür.
Alevi İslam anlayışı; çok farklı inançların, kültürlerin etkisi altında çok geniş bir coğrafyada ve biraz da uzun bir zaman diliminde ana yapısını oluştururken, temellerinde Türk/Kürt gibi birbirine oldukça yakın ulus aidiyetleri, Mezopotamya/Anadolu/Balkanlar gibi birbirine çok yakın zengin coğrafi yakınlıkları, yine Türk, Kürt, Ön Asya, Mezopotamya, Balkanlar, Anadolu gibi çok zengin ve derin kültürel platformların yer aldığı geniş sahada oluşmuş bir büyük yapıdır.
Elhibeyt’i kendine rehber edinmiş, Hz. Peygamber’i, Kuran’ı, İslam’ın temel inanç, ibadet, iman kaidelerini Sünni İslam anlayışından farklı bir şekilde algılayıp var eden Alevi İslam anlayışının oluşumunu, tümüyle Arap Yarımadası’ndaki tarihi olaylardan soyutlayıp anlamak da olanaklı değildir.
Hz. Ali’siz, Hz. Muhammed’siz, Kuran’sız bir Alevi/Bektaşi İslam anlayışı düşünülemez.
Kerbela’da Yezit orduları karşısında en değerli varlığı olan canını ve tüm ailesini gerçekten de zalimlerin ayakları altında çiğneten Hz. Hüseyin’in verdiği mücadele; sadece bir yiğitlik mücadelesi değil, bir insanlık mücadelesi olarak doğru bildiği inançsal değerleri her şart altında savunma mücadelesidir de.
Hz. Hüseyin’siz, Kerbela’sız, Muharremsiz, Ehlibeyt’siz bir Alevilik/Bektaşilik düşünülemez.
Türklerin Müslüman olmalarının öyküsünü bilmeden, İranlılar’ın, Araplar’la mücadelesini bilmeden, Şiiliğin ortaya çıkışını bilmeden, Yavuz Sultan Selim’le, Şah İsmail Hatayi’nin mücadelelerini iyi tahlil etmeden de Alevilik tam anlanamaz.
Alevi İslam anlayışının olmazsa olmazları göz ardı edilerek bu konuda ahkam kesmek ancak maalesef Türkiye gibi zaman zaman cahilliğin yüceltildiği ve cahillerin el üstünde tutulabildiği ülkelere mahsus bir durum olsa gerektir.
Bu konuda Alevililerin/Bektaşilerin bellekleri yok edilmeye çalışıldığı için, Alevilik/Bektaşilik yeryüzünde en büyük baskıya uğrayan inançlardan birisi olduğu için, kimlik bunalımları içinde kendini hala ifade edebilme rahatlığına kavuşamadığı için herkes kendi Aleviliğini/Bektaşiliğini yaratıyor.
Peki ne yapmak gerekir? İçi insanlık duygularıyla dolu, içi Alevilik/Bektaşilik aşkıyla dolu, içi inançlar/kültürler arası diyalogun, işbirliğinin ne büyük bir zenginlik olduğunun bilinciyle dolu insanlar bu alanlarda çalışmalı. Bu insanları da çok büyük sorunlar bekliyor. Bir kere şu veya bu şekilde Alevilerin bellekleri silinmek istenmiştir/istenmektedir.
Kendi kimliğine yabancılaşmış/yabancılaştırılmış insan yığınlarıyla karşı karşıya olduğumuz unutulmamalıdır.
Böyle olunca iyi niyetli, insandan, toplumdan, yaşamdan ve gelecekten yana umutlu, çalışkan, fedakar insanlara ihtiyacımız var. Ön yargılarından arınabilen, namuslu, saf, tertemiz insanlar olumsuzlukları engelleyip, doğru ve düzgün çalışmalar yapabilirler.
Bu toplumun, bu araştırma alanının; bu alanı işgal eden ve gerçekten özünde bu alana hizmet verme aşkından başka amaçlarla buralara yönelenlerin bunlardan temizlenmesi gerekir.
Ya sağlıklı araştırma/inceleme yapacaksın, akıl ve mantığın kabul ettiği/edeceği doğruları ama gerçek doğruları koyacaksın ortaya, ya da başka bir işle ilgileneceksin.
Bugün dileyen, dilediği gibi kendince, Alevilik yorumu yapıyor, Aleviliği kendi doğru bildiğini sandığı yanlış bilgiler çerçevesinde değerlendirebiliyor.
Demek ki alan bomboş. Hep benzer konulu kitaplar, hep hurafeler, birbirini tekrar eden yazılar... Yıllar yılı bu kısır döngü devam etmektedir. Alevilerin, Aleviliğin bu çemberi kırması gerekmektedir.
Tam bin dört yüzyıllık bir geçmişi olan bir inanç. Bin dört yüzyıldır çekmediği çile kalmamış bir topluluk. Bin dört yüzyıldır yemediği darbe, işitmediği hakaret kalmamış bir insan yığını. Bin dört yüzyıldır, temel değerlerini, ibadetlerini, en değerli varlıkları canlarını korumak için saklana saklana, bin dört yüzyıllık bir uykuya dalmış bir zavallı toplum var mı ki dünya da, sorundan bahsetmeyelim?
Hem Alevilerin kendi içlerindeki sorunlar, hem de hiç olmaması gerekirken Aleviliği bir sorun haline getiren basiretsiz devlet yöneticileri, dini değerleri sömüren fırsatçılar, sorunlara sorun eklemişlerdir.
Bugün maalesef sağlıklı düşünme ortamından yoksun olduğumuz içindir ki, bu çağda bile hala kendi topraklarımızın öz değerlerini gerçekten yeniden keşfetmekle meşgulüz.
Herhalde birileri çile çekmekten hoşlandıkları gibi, birilerine de ciddi manada sıkıntı vermekten büyük zevk alıyorlar.
Çok basit bazı uygulamalarla çözülebilecek problemler derinleşip, büyüyerek tam hastalık halini alabiliyor.
Alevi kimliğini doğru bir şekilde tanımadan sorunların aşılması mümkün görünmüyor. Aynı şekilde Aleviliğin temel değerlerinin de doğru bir şekilde tahlil edilmesi bir zorunluluktur. Bu da yapılmadan sıkıntıların giderilmesi mümkün değildir. Gerçekten ciddi araştırma merkezlerimiz olsa, iyi niyetli araştırmacılarımız, yöneticilerimiz olsa bu ulus, bu topraklar ne büyük hazinelere sahip; bunu tüm dünyaya gösterebiliriz. Bu kof bir halk dalkavukluğu değildir.
Bugün on binlerce dize şiire sahip, emsalsiz ezgilere, müziğe sahip; yüzlerce farklı semaha sahip; birbirinden daha az önemli olmayan kültürel ve inançsal ritüellere sahip, elle tutulacakları söylersek; (büyük bir hata sonucu, bir kıyımla yok edilenlerden geriye kalan hala onlarca dergah, tekke, türbe buralardaki emsalsiz işlemeler, şekiller); birbirinden önemli el yazması seçereler, cönkler, defterler, kitaplar... hala ama hala sandıklarda gizlenen yine emsalsiz giyitler, el işi aletler, fotoğraflar, hatıralar, mektuplar, mühürler... Bunlar gibi nice zenginliğimizi millet olarak, toplum olarak değerlendirebilsek ortaya neler neler çıkar. Zaten bir açık hava müzesi görünümünde olan güzel Anadolu’muz ve Balkanlar’daki soydaşlarımızın ürünleri gerçekten onlarca çok büyük müze malzemesi sunar. Her yörenin farklı ezgisini, sazını, semahını, her ocağın kendine özgü cemeni, nevruzunu, hıdırellezini, erkanını kameralarla kasetlere çeksek; Erenlerin İzin’de yolculuk yapsak değil bir, yüz belgesel dizisi çıkarırız.
Ne çilelere, ne aşklara şahit olmuştur Anadolu ve Balkan toprakları; Civan Alişleri, Köroğlu’nu, Dadaloğlu’nu canlandırsak, daha eskilere Dedem Korkut’a gitsek, soy soylasak, boy boylasak halılarımızı, kilimlerimizi sersek yeter insanlığın önüne, çok yorulmamıza gerek kalmaz Türk topluluklarının büyüklüğünü göstermeye.
Ama yok illaki bir Alevi/Sünni sorunu; bir Kürt/Türk ayrımı vb. meseleler olacak!.
Birileri herhalde böyle istiyor. Yoksa bunları aklı başında olan devlet yöneticileri eninde sonunda çözerdi.
Çok mu zor Alevi İslam anlayışının tüm boyutlarını araştıracak bir üniversitenin, hadi diyelim, bir bağımsız enstitünün kurulması? Çok mu zor tüm Türkiye’ye seslenecek bir yayın organına sahip olmak? Çok mu zor kaybolup gitmeye başlayan, tarihi öneme sahip eski değerlerimizi araştırmak, derlemek, toparlamak bir büyük arşiv kurmak? Herhalde çok zor ki; Alevisiyle, Sünnisiyle, iş adamıyla, devlet yöneticisiyle, yazarıyla, dernek başkanıyla bu olması gerekenlerin, olmaması için elbirliğiyle gayret saf ediyorlar.
Herhalde çok zor ki; son yirmi yılda birbirini tekrarlayan yüzlerce kitabın yanında ciddi araştırmalara yönelememişiz.
Herhalde çok zor ki; ne devlet, ne Alevi kesim, ne Sünni kesim bir haksızlığın önlenmesi, bir hak gaspının engellemesi için ciddi hiçbir çaba sarf etmemiş. Çok mu abarttım? Hiç sanmıyorum. Elbette gece gündüz hep olumlu işler için uğraş veren, çok fedakar insanlarımız da oldu; Alevisiyle/Sünnisiyle.
Çok yararlı uğraşlar veren kurumlar da oldu. Bunların hiçbirini inkar etmek haddimize düşmez. Ama ne yazık ki, daha çok daha fazla yapılması gereken iş var. Daha arşivlerde çevrilmeyi bekleyen Aleviliği doğrudan ilgilendiren, Alevi tarihini aydınlatmaya yardımcı olabilecek binlerce belge orada bekliyor. Ne yazık ki, daha Aleviliği tanımla problemiyle uğraşırken, birilerin Aleviliği yozlaştırmaya çalışırken, gençlerimiz ellerimizden gidiyor. Maalesef geçmişin tanığı dedeler, babalar, ozanlar birer birer göçüp giderken, büyük bilgi birikimlerini de beraberlerinde götürüyorlar.
En nihayetinde çok da olumlu bir tabloyla karşı karşıya değiliz.
DEDELER / BABALAR
Aslında dedeler ve babalar dediğimiz ve bence sadece Aleviliğin, Bektaşiliğin değil, aynı zamanda Türk kültür ve inanç dünyasının da çok önemli yapı taşları olan insan tipleriyle ilgili söylenecek çok şey var.
Dede ve baba dediğimiz insanlar yüzyıllar boyunca şu veya bu şekilde Alevi/Bektaşi İslam inancının temel değerlerini koruyarak, yaşatarak, kendilerinden sonraki kuşağa aktararak, emsalsiz bir tarihi görev yerine getirmişlerdir.
Halk ozanlarıyla birlikte, kendilerine cemlerde büyük ölçüde yardım eden zakir (aşıklar)’lerle birlikte, yola gönül vermiş inançlı kişilerle birlikte, bu büyük yolu bugünlere getiren kişiler dedeler ve babalardır. Dedeler ve babalar sosyal yaşamda da çok büyük roller üstlenerek, Alevi/Bektaşi toplumunun tümden dağılmasını da engellemişlerdir. Toplumu dirlik ve düzenlik içinde tutmak için azami gayreti sarf eden dede ve babaların bu görevlerini, sadece büyük bir YOL aşkıyla yaptıklarını söylemek gerekir.
Onların bu uğurda çektikleri çileler göz önünde bulundurulursa, bu insanların bu geleneği yaşatmak için en büyük sermayelerinin Alevi/Bektaşi İslam Yolu’na duydukları büyük bağlılık olduğu rahatlıkla görülür.
Dedeler ve babalar dediğimiz, Alevi/Bektaşi İslam yolunun inanç önderleri olan insanların temel karakteriksel özelliklerinden birincisi onların Ehlibeyt’e benzersiz bir aşkla bağlı olmalarıdır.
Gerek Ehlibeyt soyundan gelsin, gerekse de bu soya gönülden bağlı olsun, tüm Alevi/ Bektaşi İslam İnanç Önderi Dede ve Babalar, Ehlibeyt inanç ve düşüncesinin yaşaması için mücadele vermişlerdir.
Yaşamlarının en temel değerleri olarak gördükleri Ehlibeyt ve Alevi/Bektaşi İslam Yolu’nun kurucuları On İki İmamlar başta olmak üzere, Kırklar ve bu soydan, bu inançtan gelen, yolun ulularına bağlılık, muhabbet dedeliğin ve babalığın olmazsa olmazlarındandır.
İslam dünyası içinde görüş ve düşünceleriyle saygınlık kazanmış büyük mutasavvıfların görüşlerine bağlılık, onları benimseme ve anma da dede ve babaların ayırt edici özelliklerindendir. Elbette istisnasız tüm dede ve babalar, Hz. Muhammed’in, Hz. Ali’nin yaşamlarını kendilerine örnek alarak, Alevi İslam anlayışıyla onların yolundan gitmişler, kendi inanç yapılarını da zamanla iyice olgunlaştırmışlardır.
Alevi/Bektaşi İslam İnanç Önderleri kendi yollarını aydınlatan; Ebu Müslim-i Horasani (ö. 755), Beyazıd-ı Bestami (ö. Yaklaşık 875) Cüneyd-i Bağdadi (ö. 910), Hallacı Mansur (ö. 922), Koca Ahmet Yesevi (ö. 1167), Ebul Vefa (Tacu’l-Arifin Seyyid Ebü’l-Vefa Bağdadi) (ö. 1107), Dede Garkin, Haydariliğin kurucusu Kutbeddin Haydar (ö. 1221), Kalenderiliğin kurucusu Cemalü’d-Din Savi (ö. 1232/33), Şıhabeddin es Sühreverdi (ö. 1234), Baba İlyas (ö. 1240), Baba İshak (ö. 1240), Muhyiddin İbnü’l Arabi (ö. 1241), Ahi Evran (ö. 1261), Hacı Bektaş Veli (ö. 1270), Mevlana Celaleddin Rumi (ö. 1273), Sarı Saltık (ö. 1293), Barak Baba (ö. 1307), Tabduk Emre, Yunus Emre (1320), Şeyh Edebali (1326), Abdal Musa, Abdal Murad, Abdal Mehmed, Postinpuş Baba, Şeyh Mehmed Küşteri (I. Murat Dönemi (1362/1389), Seyyid Ali Sultan (ö. 1402), İmameddin Nesimi (ö. 1408), Şeyh Bedreddin (ö. 1416), Kaygusuz Abdal (ö. 1424) Hacı Bayramı Veli (ö. 1429), Otman Baba (ö. 1478/79), Şah İsmail gibi aynı zamanda bir kısmı için İslam tasavvufunun da temel taşları diyebileceğimiz insanların görüş ve düşüncelerinden de etkilenerek, onların fikirlerini de benimseyerek inanç ve ibadet sistemlerini oluşturmuşlardır.
Tarihler boyunca dergahlar, tekkeler, ocaklar, cemevleri Alevi/Bektaşi İslam inancının da hem merkezleri, hem de bu inancın yayıldığı mekanlar olmuşlardır.
Vahdet-i Vucüt ve Vahdet-i Mevcut felsefi ekollerinin etkisiyle kendi kimliğini bulan büyük Kalenderi okulunun farklı şubeleri diyebileceğimiz ve zaman zaman gerçekten değişik niteliklerde kullanılan Haydarilik, Vefailik, Hurifilik, Bektaşilik, Mevlevilik, Bayramilik, gibi isimlerle anılan bu büyük inanç akımı tabiri caizse dört kıtaya yayılmıştır.
Çoğunlukla mülhidlik, zındıklık, rafizilik vb. sıfatlarla nitelendirilen ve dinden imandan çıkmış, sapıtmış olarak telaffuz edilen büyük inanç önderlerini ve bu inanca mensup insanların bu büyük inancının, aynı zamanda Osmanlı Devleti’ni kuran ana güç olması ise çok ilginçtir.
Osmanlı’yı kuran, Anadolu’nun ve Balkanlar’ın fethedilmesini sağlayan, bu toprakları Türk yurdu yapan, Hıristiyanlığın hakimiyetindeki bu büyük coğrafyada İslamiyet’i kabul ettiren bu inanç sistemi neden din dışılık suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı?
Farklı yüzyıllar içinde farklı farklı isimler alsa da, görüntüsü biraz değişse de hep aynı özde yaşayan bu büyük İslam ekolü yani bugün adına Alevilik, Bektaşilik denen inanç yapısı, çoğunlukla dinin siyasete alet edilmesiyle ve dinin yine çok kaba ve yanlış yorumlanmasıyla resmi çevrelerce hep dışlanmış, yoğun saldırılara maruz kalmıştır.
Sarı Saltuk’larla, Abdal Musa’larla, Geyikli Baba’larla, Seyyid Ali Sultan’larla Batı’da Türklerin ilerleyişlerini, Osmanlı’nın yeni topraklar kazanmasını ifade eden bu Abdalların yolundan gidenler, Osmanlı/Safavi ilişkilerinin çatışmaya dönüşmesiyle din dışı ilan edilir olmuşlardır. Şah İsmail’e büyük bir sevgi ve aşkla bağlı olan Anadolu’daki Aleviler, bu sevgi ve bağlılıklarını bedelini canlarıyla ödemişlerdir.
Sadece bununla kalınmamış, yazılan ve binlerce olduğu artık bilinen çeşitli belgelerle (birçoğu Mühimme Defterleri’nde mevcut olan), İslamiyet’i aşkla benimseyen, aşkla yorumlayan, cemlerinde sazlarıyla, kadın/erkek ayırmadan, aynen ataları gibi hep birlikte ibadet eden bu büyük kitle çirkin saldırılara muhatap olmuştur. İşte bu büyük saldırıdan en büyük yarayı alan da yine Alevi uluları olan atalar, yani dedeler, babalar olmuştur.
Cem yaptıkları için, inanç ve ibadetlerinin gereğini yerine getirdikleri için, maalesef hiçbir günahları ve suçları olmadığı halde, çoğu zaman bir suç isnat edilerek, öldürülen, evlerinden, yurtlarından edilen, cemleri basılan büyük Alevi kitlesi içinde, büyük sıkıntıları çekenlerin başında hiç şüphesiz dedeler ve babalar gelmektedir.
Çok çeşitli nedenler, bu yazının konusunu çok aşan çeşitli süreçlerle, büyük İslam filozoflarının görüşleri ışığında, Ehlibeyt aşkını yaşatmak için, cemler yapan, sazını Hakk aşkı için çalan, halkının yanında, onların dirlik ve düzenliği için çalışan Alevi İslam İnanç Önderleri olan dede ve babalar, çok büyük haksızlıklara uğramalarına rağmen, Aleviliğin yok olmasını önlemişlerdir.
Dedeler ve babalar, halk ozanlarıyla, aşık (zakir)’larla birlikte, her türlü cefaya katlanarak Alevi İslam Yolu’nu yaşatmayı başarmışlardır. Gerçekten de, Aleviler dedelere ve babalara çok şey borçludurlar. Belli ocaklara mensup dedeler, dergahlarda hizmet yürüten babalar ve bu insanlara yardımcı olan, diğer önderler temelde aynı inanç sistemi içinde görüş ve düşüncelerini yaşatmışlardır. Ayrıca bugün önemli ölçüde yok edildiği söylense de, tamamen tahrip olmaktan kurtulan kimi önemli yazma eserlerin dedelerin, babaların başvuru kaynakları olması, dergahların ve ocakların yapıları gereği birbirlerine çok açık olması aradaki ilişkilerin sürekliliğini sağlamıştır.
Daha doğrusu bu ana Kalenderilik yapısı içinde neredeyse seyahat etmek bir gelenekti.
Dedeler, babalar seyahat eden, başka dergahlara, ocaklara, inanç merkezlerine sürekli giden insanlardı.
Ayrıca ocak merkezleri sadece Alevilerin değil, Alevi/Bektaşi İslam inanç önderlerinin de sürekli gittikleri merkezlerdi.
Bunun yanı sıra çok iyi bilinen bir başka gerçekse, Anadolu’da, Balkanlar’da ocaklar hiyarerşisinde Pir, Mürşit, Rehber ismiyle hemen her ocağın bir başka ocakla bağlantısının bulunması, Aleviler gibi dedelerin de pirlerinin, mürşitlerinin, rehberlerinin ve pir, rehber, mürşit ocaklarının varlıkları da bu inanç merkezleri arasındaki bağlantıyı sağlayan ana unsurlardandır.
Bir de tabii Hacı Bektaş Veli Dergahı’nın Anadolu ve Balkanlar’da çok büyük öneme sahip olması nedeniyle sürekli ziyaret edilen, buluşulan, konuşulan bir ana merkez rolü olduğu da unutulmamalıdır.
Geleneksel olarak zikredilen, Anadolu ve Rumeli’deki tüm erenlerin Hacı Bektaş Veli Dergahı’ndan el aldıkları, sözü tam gerçeği yansıtmasa da, bu dergahın önemi yadsınamaz.
Yani Anadolu’da, Balkanlar’da, Mısır’da ve başka yerlerdeki Alevi/Bektaşi merkezlerinin birbirleriyle çok sıkı bağlantıları vardı.
Bu ana merkezlerde bulunan dedeler, babalar ve diğer inanç önderleri birbirlerinin görüşlerinden etkilenmişlerdir.
Nihayetinde bugün bir Balım Sultan Erkanı’ndan bahsediyorsak, burada bir sistemin kurulduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Ocaklarda, dergahlarda, dede ve babalarda ortak olan kitaplar mevcuttu. Eğer bin yıldır Anadolu’da ve Balkanlar’da cemlerdeki semahlar dönülüyor, nefesler söylenip/çalınıyorsa bunda bir hikmet aramak gerekir.
Yani Alevi İslam inancının belli şekilleri, şartları bin yıl önceden oluşmaya başlamış ve bugünlere gelebilmiştir.
Bin yıldır Anadolu ve Balkanlar’da Alevi/Bektaşi İslam anlayışını oluşturup, yaşatan, bu uğurda çok çileler çekip, bedeller ödeyen dedeler ve babalar gerçekten kimlerdir, tarihte ne gibi bir rol üstlenmişler, neler yapmışlar, nasıl bir sistemde hangi kurarlara uyarak geleneklerini yaşatmışlar ve onların bugünkü durumu nasıldır? Alevi İslam inancının temel taşları olan bu insanlar bugün ne yapmaktadırlar? Gerçekten büyük bir onuru taşıyan bu insanların görüş ve düşünceleri nelerdir? En başta hala bu insanlar yaşıyor mu? İnanç Önderi kimlikleriyle yaşıyorlarsa, nasıl yaşıyorlar? Nerede yaşıyorlar? Ne haldedirler?
Bunların sorulması gerekiyor. Bunlara cevap verecek ciddi araştırmaların/çalışmaların yapılması gerekir.
Sorulması gerekiyor çünkü bu insanların bin yıldır çektikleri yetmiyormuş gibi, son büyük darbelerden birisini de onlara ne yazık ki, Alevi toplumu içinden çıkan bir kısım kendini bilmez insanlar vurdular/vurmak istediler.
Hızlı bir sol rüzgarla, yalan/yanlış algılanan ve uygulanan bir sol zihniyetle bu insanlara bir darbe de, bilinçsizliklerinin eseri olarak kendi sonlarını da hazırladıkları sakat bir sosyalizm anlayışındaki bir bilinçsiz kitleden geldi.
Dedelerin/babaların halkı sömürdükleri, bu sistemin çağın gerisinde kaldığı, çağın bilim çağı olduğu, bu nedenle hurafelerle insanların kandırılamayacağı, gibi çeşitli söylemlerle bu inanç önderlerinin üzerlerine gidildi. Cemler basıldı, dedeler dövüldü, hakarete uğradılar.
Gerçekten de, şuursuzca hareket ederek, Alevi/Bektaşi İslam Yolu’na hizmet etmeye çalışan dedeler, babalar örselendi.
Bunun hem inanç önderleri, hem de Alevilik üzerinde çok olumsuz bir etki yaptığını söylemek gerekir.
Elbette dedeler de, babalar da, dedelik ve babalık kurumları eleştirilecek ve eleştirilmelidir de. Hatta her boyutuyla irdelenip, eleştirilmelidir. Ama bizim söylemek istediğimiz toptan bir kurumun yok edilmesine yönelik davranışlardır ki bunlar maalesef yapılmak istenmiş, bu olumsuzluklar yaşanmıştır.
Bunun yanı sıra Türkiye’de ardı arkası kesilmeyen gerici zihniyetteki yükselme ve ülkenin çağdaş değerlerinden sapmalar da, gerici kesimin Aleviler’e ve inanç önderlerine karşı hasmane tutumları da olumsuz bir tablo çıkardı.
Kırdan kente göçün getirmiş olduğu sarsıntılar, Türkiye’nin içinde bulunduğu sosyo/ekonomik durum, yanlış sosyalist sol uygulamalar, gericilerin baskıları, yaşam koşulları, kuşak çatışması, az da olsa kimi inanç önderlerinin suistamelleri, dünya konjonktüründe inançlar karşısında başka başka değerlerin öne çıkarılması, paranın bir meta aracına dönüşmesi, insanlardaki kimi değer yargılarının değişmesi gibi onlarca neden dedelik/babalık gibi Alevi İslam inanç yapısını sarstı.
Tüm bunlara rağmen dedeler/babalar her türlü olumsuz şartlara rağmen, nasıl ataları her şart altında yolun gereği, inançlarından ödün vermemişlerse, onlar da her şeye rağmen kimliklerini yaşatmayı başardılar. Çok çileler çektiler, hala da çekmeye devam ediyorlar.
Fakat Anadolu’da olsun, Balkanlar’da olsun cemlerini yürüten, sazlarını çalan, Hakk/Muhammed/Ali diyen dedeler, babalar Alevi İslam inancının içindeki inanç önderleri kimliklerini kaybetmediler. Mücadelelerine devam ettiler. Duyarlı kimi liderlerin, kimi aydınların, yazarların, kurum ve kuruluş temsilcilerinin de sayesinde yeniden bin dört yüzyıllık değerleriyle, ayağa kalktılar. Peki gerçekten kimlerdir dedeler-babalar?
DEDELER - BABALAR KİMLERDİR?
Dede dediğimiz, seyid, mürşit gibi isimlerle de anılan Alevi inanç önderleri ve Baba denilen Bektaşi İnanç önderleri; aslında bir büyük geleneğin temsilcileri olarak, temelde Alevi İslam inancının din adamları, rehberleri, önderleri olarak bu inanca ait olan temel bilgileri ve değerleri, ritüelleri taşıyan, yaşatan, aktaran insan tipleridir.
Dedelerin çok uzun kuşaklar boyunca atalarının oluşturdukları ve kendilerine yine atalarından geçen bir farklı yaşam anlayış şekilleri vardır. Onlar sıradan bir yaşam süren, Aleviliği sıradan yaşayan insan tipleri değillerdir. Çok iyi oluşmuş, zamanla kurumsallaşmış temel bazı davranış kalıplarına göre hareket ederler. Onların toplum içinde önemli görevleri, yükümlülükleri vardır. Aileleri diğer ailelerden farklılıklar gösterir. Dedelerin yaptığı evlilik ancak ocaklar-ocakzadeler arasında yapılan bir evlilik türüdür. Dedeler yine bir başka dedenin kızıyla evlenebilirler. Yani evlilikte bir sınırlama vardır. Dede çocuğu sıradan bir aile çocuğu gibi değildir. Onun dedeliğin devam etmesi için atalarının ona verilen ek görevleri de yerine getirmeleri, belli davranış kurallarına uymaları gerekir. Kendi köyünde ve/veya dedeliğe çıktıkları talip köylerinde aylar boyunca cemler yürütüp, bir inanç önderi kimliğiyle hizmet etmesi gereken dedelerin, bu manada gerçek cem dedelerinin, işleri hiçbir zaman kolay olmamıştır. Aşk ve cezbe içinde, Alevi İslam anlayışıyla maddi menfaat düşünmeden inancına, toplumuna hizmet etmenin birinci derecede görev kabul edildiği dedelik kurumu çok büyük zorlukları aşarak bugüne gelebilmiştir.
Dede sadece cem yürüten kişi değildir. Aynı zamanda tüm dedeler de cem yürütmeyebilirler. Bir kutsal aile ferdi olarak dede, bağlı olduğu ocağın ve köklerinin mevcudu olan Ehlibeyt’in maneviyatını taşıyan insanlar oldukları için cem yapmasalar da toplum içinde aynı sevgi ve saygıyı görürler.
Kişinin dede olarak nitelendirilmesinde yaşının bir önemi olmazsa da, gençlik çağını aşmış, belli bir tecrübesi ve olgunluğu olan dede çocuklarına “dede” denildiğini, onlara daha çok saygı duyulduğunu da görmemek mümkün değildir. Aynı ailede aynı dede ve ocak kökünden gelen birçok çok insan bulunabilir. Belki de ortak yaşamlardan dolayı kalabalık amcazadelerin ortak yaşadıkları büyük ailelerden, büyük dede evlerinden, dede ailelerinden söz etmek de mümkündür.
Burada hiç şüphesiz toplum içinde tüm dede soylular önemli addedilirken en yaşlı, en tecrübeli, en çok sevilen, en ahlaklı önderin ağırlığı ve önderliği o ailede hissedilir.
Dedelerde ve babalarda aranan en önemli vasıfları; temiz (doğru) ahlaklı olmaları, bilgi birikimlerinin olması, toplum içinde saygı duyulan/sevilen insanlar olmaları, geleneksel yapıyı sergileyecek şekilde davranıp, yaşamlarını sürdürmeleri vb. şeklinde sıralayabiliriz.
Cemleri kimin yürüteceğine, talip köylerin üstüne gitmeyi (görgü-sorgu-cem yapma), kimin veya kalabalık sülalelerde hangi amcazadenin, hangi kolun bu görevleri yerine getireceğine, bir nevi yıllık hizmetlerin bölüşümünü o ailedeki, sülaledeki önder pozisyonundaki dede veya dedeler birliği karar verir.
Dede ocaklarının birçok sosyal fonksiyonu vardır. Hastaların şifa bulmak için gittikleri, taliplerin ziyaret olarak, kutsal mekan olarak bilip kurbanlar kestikleri, dileklerin yerine gelmesi, hayır ve duaların alınması manasıyla çok önemsenip sık sık andıkları bu kutsal mekanlar zamanla tüm Alevilerin çok değer verdikleri yerler olmuştur. Halkın dedelere ilgisi biraz da bu kutsal ocak – mekan kavramıyla dedeleri özdeş görmelerinden kaynaklanmaktadır. Bilinen bir yaygın uygulamaya göre cem yürütse de, yürütmese de, derin bir bilgisi olmasa da ocak, türbe, dede evi gibi mekanlarda bulunan dede soylu kişiler, halkın büyük sevgisine mazhar olagelmişlerdir. Bu anlamda dedenin bir duası, hatta bizatihi varlığı yeterli olmaktadır.
Kendisini yetiştirmiş, hatta medrese eğitimi almış dedeler, geniş bilgi ve kültür kimlikleriyle klasik manada “dedelik” görevlerinin yanında yörelerinde hocalık, din alimliği, yöneticilik gibi görevleri de yerine getirmişlerdir, zaman zaman.
Çeşitli eserler kaleme alan, aydın yapılarıyla Alevi kimliklerinin dışında Sünni İslam anlayışından insanların da büyük hayranlığını kazanmış ve onlara da hizmet eden çok sayıda dedenin varlığını da biliyoruz.
Bunlar içinde birçok yabancı dil öğrenmiş özellikle Arapça ve Farsça’ya hakim dedelerin varlığı yazılı kaynaklarda da görülmektedir.
Klasik manada tarihteki dedelik kurumundan ve dedelerden en azından farklı şartlar ve mekanlarda hizmet yürütmeye başlamalarıyla ayrılan günümüzdeki dedelerin sorunlarının eskiye nazaran azalmasına rağmen önemli oranda devam ettiğini, bu sefer çağın şartlarının dedelik kurumunu ve dedeleri çok zorladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
İç ve dış çevrede bir mahallenin, köyün, obanın, aşiretin, bölgenin en önemli simaları arasında sivrilen dedeler ve babalar aynı zamanda kendi ocaklarının, süreklerinin, dergahlarının da ana sisteminin işleyişinin temsilcileridirler.
Dedeler sadece kendi belli sayıdaki taliplerinin mürşitleri olmakla kalmaz bazen belli ocakların da mürşitleri olarak kendilerine bağlı dedeleri de görebilirler.
Aynı şekilde bir dedebaba’ya ve postnişine, çelebiye bağlı olarak hizmet yürüten babalar da bağlı bulundukları sistem içerisindeki pozisyonlarının kendilerine yükledikleri görevleri de yerine getirirler.
Cem yürütmeleri, yola girmeleri, nasip almaları, evlenmeleri, müsahip tutmaları, hizmet yürütmeleri, kurban kesmeleri, ibadetleri yerine getirmeleri, toplum içerisindeki yerlerinin belirlenmesi, genel Alevilik/Bektaşilik içindeki hiyerarşisinde kendilerinden beklenenleri yapmaları ve tüm yaşamları aslında sıkı kurallarla belirlenmiş olan dede ve babaların gerçek pozisyonlarını anlayabilmek biraz da Anadolu ve Balkanlar’daki Alevi İslam inanç çatısını, ağacının yapısını bilmekle mümkün olabilir.
OCAKLAR / DERGAHLAR / BEKTAŞİLER
Doğu Ocakları diyebileceğimiz ve temelde Doğu Anadolu bölgesinin büyük coğrafyasında hakim olan ve doğa üstü güçlerin, geçmiş büyük medeniyet unsurlarının, zengin kültür dokusunun, farklı ulus aidiyetlerinin belirleyici olduğu önemli bir alanda boy veren Ağucan, Kureyşan, Baba Mansur, Cemal Abdal gibi onlarca büyük ocak ve bu ocakların dedeleri Anadolu Alevi İslam anlayışında önemli gerçeğin ifadesini yansıtır.
Büyük oranda Erdebil Ocağı kaynaklı ve bu ocağa bağlı olarak, On İki İmamlar, Ehlibeyt severliğin yüceltilmesi temeline dayanan bu ocaklar ve bağlı dedeleri, ocaklar hiyerarşisinde büyük mucize ve keramet sahipleri olduklarına inandıkları atalarının kutlu nefeslerinin kendilerine verdikleri güçlerle cemlerini yürütmüşlerdir yüzyıllar boyunca. Bu büyük etki günümüzde de halen tüm canlılığıyla devam etmektedir.
Anadolu’nun ortasında ve Ahmet Yesevi Ocağı’nın/Dergahı’nın Anadolu’daki en büyük ve çatı merkezi olan Hacı Bektaş Ocağı/Dergahı ise Orta Anadolu ve Batı Anadolu’nun yanında Balkanlar’a uzanan Alevi/Bektaşi inanç sistemi ve Batı Ocaklarının/Dergahlarının da bir nevi ama merkezidir.
Bu nedenle güvercin donuyla Sulucakarahöyük’e gelmiş, yetmiş iki millete bir nazarla bakan büyük Kalenderi Şeyhi ve adına çok büyük bir inanç sistemi kurulan Hacı Bektaş Veli erenlerin, alp erenlerin, dede ve babaların üzerindeki en önemli nüfus sahibi kişisi olmuştur.
Bugün ister soyca Hacı Bektaş’ın soyundan gelenler / geldiği söylenen (buna inanılan) Çelebilere bağlı olan dedeler olsun, ister Hacı Bektaş’ın düşünce sistemini yaşatan ve onun mücerret (evlenmemiş) olduğuna inanan Babagan Bektaşi babaları olsun, büyük doğu ocakları olsun; mürşit olarak, pir kapısı olarak Hacı Bektaş’ın kendisini kendilerine rehber edinmişlerdir.
Horasan Erenleri içinde ayrı bir yere sahip Hacı Bektaş’ın Dergahı’nda yetişmiş veya yetiştiği söylenen en azından bu büyük düşünce okulundan etkilenmiş, esinlenmiş, Anadolu/Rum Abdalları, Bacıyanı Rum, Gaziyanı Rum’un temsilcileri binlerce ulu kişi sürekli Batı’ya ilerleyip inançlarını buralarda yaşatma, yayma imkanına kavuşmuşlardır.
İster mücerret (bekar) olduğu bilinen (söylenen) Sarı Saltuk, Abdal Musa, Geyikli Baba, Akyazılı Sultan, Otman Baba, Demir Baba, Harabati Baba gibi hem alp eren, hem veli sıfatındaki ulular olsun; ister evlendiğine, soyunun devam ettiğine inanılan Kızıldeli (Seyyid Ali Sultan), Ali Koç Baba, gibi binlerce ulu kişi Hacı Bektaş düşünce temelinde bir inanç sistemiyle Hıristiyanlar’a da yaklaşıp inançlarını onlar içinde de yaymayı başarmışlardır.
Sadece soyca kendilerini Ehlibeyt’e, On İki İmamlar’a bağlayan dedeler (seyyidler) değil, aynı zamanda babalar da, rehberler de bu yola dedeler kadar hizmet etmişlerdir.
Yanyatır ve Hacı Emirli Ocaklarına bağlı olan Tahtacılar ise ülkemizin özellikle Batısında ve Akdeniz bölgesinde yaşamlarını sürdürürken diğer Alevi guruplarından bazı farklılıklar gösterirler. Aleviler içinde Arapça ve Sünni İslam inanç değerler sistemlerinin hemen hemen en az etkili olduğu guruplardan birisi olan Tahtacılar, aynen Çepniler gibi, öz Türkçe konuşmaya ve Türkçe’yi kullanmaya aşırı bir hassasiyet gösterirler ve bunu kesinlikle ibadette uygularlar. Yani Kuran dahil hiçbir Arapça etkiye rastlanmaz bu gurupta. Yüzyıllar boyu kendi ocaklarını pir ve mürşit kapısı olarak tanıyan bu insanlar geleneklerini cumhuriyet dönemine kadar en iyi muhafaza eden kitlelerden birisi olmuş, “cem çadırlarını” engin dağlarda kurarak dedelerin huzurunda ibadetlerini yapmışlardır.
İsmi Ahi Evren’le özdeşleşen Ahilik’teki ahlak prensiplerinin ve “Ahi Şeyhleri”nin seçilme, görev yapma usullerinin ve genel anlamıyla Ahiliğin bazı yönleriyle Alevilik/Bektaşilik’le iç içe geçtiğini, “doğru/dürüst üretimin”, ahlaklı yaşamın, yardımlaşmanın, meslek erbabı olmanın ancak çok çalışmakla olabileceği ve toplum önderi olabilmek için önce o kişinin toplumun temel değerlerini yaşaması gerektiğine inanılan ve topluma zararlı olabilen, hilekar yanı eline sahip olmayan çalışanların “çarıklarının dama atılarak” dışlandıkları, cezalandırıldıkları Ahilik kurumuyla ve onların inanç önderleriyle Alevi/Bektaşi İslam inancı arasında yoğun bir etkileşimin olduğunu da belirtmeliyiz. Bu bugüne kadar yaşaman bir birlikteliktir.
Daha çok Batı Anadolu’da ve Balkanlar’da hayat alanı bulan, gelişen ve genişleyen Bektaşilik çok önemli bir inanç sistemi olarak çok derin bir felsefi yapı oluşturarak binlerce çok önemli simanın kabul ettiği ve/veya inanç mekanlarından yetiştiği bir İslam yolu olmuştur.
Balım Sultan tarafından kurumsallaştırılan Babagan Bektaşi Kolu’nda aslında özde mücerretlik (bekarlık) esastır. Ama zamanla evlilik de bu sistem içinde görülmeye başlanmış, günümüzde ise Arnavultluk dışında Babagan Bektaşi Kolu’ndan olsa bile mücerretlik sistemini uygulayan hemen hiç kimse kalmamıştır. Gerçi bu da gerekçelerden birisi olarak gösterilerek aslında dünyada tek bir Bektaşi Dedebabası olması gerekirken, bugün maalesef çeşitli nedenlerle Türkiye’de iki ve yukarıdaki neden de (mücerretlik) bir ölçüde ileri sürülerek, bir de Arnavultluk’da bir mücerret dedebaba olmak üzere, üç dedebaba bulunmaktadır.
Yüzyıllar boyu soya (nesebe) bakmadan Balım Sultan Enkanı’na uyarak yola giren, nasip alan ve hizmet eden Bektaşi İnanç sistemi değerleriyle yaşayıp, bu inancı yaşatan on binlerce derviş, baba, halife baba, dedebaba tüm Batı Anadolu’da, Balkanlar’da Bektaşiliğin yayılmasını, yaşamasını ve bugünlere gelmesini sağlamışlardır.
Büyük dergahlar çevresinde, tekkeler içinde gelişen Bektaşilik, aynen tarihsel olarak Çelebiler’de ve Dedelik sisteminde olduğu gibi bir büyük hiyerarşi sistemi geliştirerek varlığını sürdürmüştür.
Kimin hangi görevlerinin olduğu, dervişliğin, babalığın, halifebabalığın, dedebabalığın ne olduğu, neler yapmaları gerektiği, yola girişlerinden ölünceye kadar nelerle yükümlü olduklarının yazılı kurallara bağlı olduğu bu büyük inanç sisteminde akılcılık esas alınarak, yolun Hacı Bektaş’ın işaret ettiği gibi, ilimle ilerleyebileceği, zorlukların bu şekilde aşılabileceği kabul edilmiştir ve uygulanmıştır.
Bektaşilik’te hizmet esastır.
Tüm Bektaşi inanç önderleri ölene kadar hizmet ehli olarak insanlara, insanlığa, Türklüğe, Hacı Bektaş’a ve Türkiye’ye hizmet vermek için ettikleri yeminin arkasında durup insan-ı kamil profiline layık olmaya gayret etmişlerdir/etmektedirler.
Bu Bektaşiliğin ve Bektaşi inanç önderlerinin olmazsa olmaz özelliklerinden birisidir.
Bektaşilik’te tek pir, Hünkar Hacı Bektaş Veli’dir. Onun öğretileri, görüş ve düşünceleri, ibadet ve ahlak anlayışı bir Bektaşinin ve Bektaşi inanç önderlerinin rehber aldığı ilkelerdir. Bir Bektaşi babası yola giriş töreninde söylediği gibi tüm kötülüklerden arınmış, Hakk’a ve halka hizmet için, Bektaşiliğin erdemlerini yaşamak ve yaşatmak için çalışır.
Bektaşi babası geniş kitlelerin mutluluğunu, huzurunu istese de kendisine bağlanan, bent olan, ikrar verip Bektaşi yoluna girmiş insanların ibadeti, özgürleşmeleri, bilinçlenmeleri, yolun kurallarına göre yaşamaları öncelik arz eder.
Halkın takdir ettiği, benimsediği, sevdiği kişiler olmak zorundadır dedeler ve babalar. Ama özellikle babalar zaten hizmet yürütme liyakatına sahip insanlar arasından seçilirler. Bu onların inanç önderi olmalarında aranan başlıca özelliklerdendir.
Ayrıca bu yolu sürebilecek, Bektaşiliğin inanç – ibadet şartlarını yerine getirebilecek, halkı aydınlatacak (irşat edecek) insanlar olmak zorundadırlar, Bektaşi babaları.
Aynen dedeler gibi hem inançsal hizmetleri, hem eğitim, örnek ahlaksal yaşam ve toplumun manevi bağlarını ören babalar birer rehber olarak insanlara yol gösteren kişilerdir.
Bektaşi babaları içinde sayısız bilge kişi çıkmış, bu manada gerçekten de çok önemli şairler de yetişmiştir, Bektaşilik’te.
Kendilerine bağlı dervişlerle gerek dergahlarda, gerek tekkelerde, türbelerde, köylerde her türlü yerleşim biriminde hizmet yürüten babalar geçimlerini de “miskinlik”le değil ellerinin emeğiyle sağlarlar. Sadece ibadette önderlik değil, çalışmada, dergahın, tekkenin hizmetlerini yerine getirmede de önderlik yaparlar.
Büyük dergahlarda örneğin Başta Pirevi denilen Hacı Bektaş Dergahı’nda, Antalya Elmalı’daki Abdal Musa Dergahı’nda, Yunanistan’daki Kızıldeli Sultan Dergahı’nda, Bulgaristan’daki Akyazılı Sultan Dergahı’nda vs. olduğu gibi onlarca derviş, babaların kontrolünde kimisi tarlalarla, kimisi korularla, kimisi aş işiyle, kimisi hayvanlarla uğraşır gününü işle geçirirken onların başındaki babalar da bu işlerin düzenli yapılmasını sağlar, örneğin bu manada bizzat kilerbabası kilerle ilgili işleri idare ederdi.
Daha sonra işler bitince de ibadetler, kitap okumalar, yazmalar, sohbetler yapılır bu büyük dergah bir eğitim-inanç-kültür merkezi olarak varlığını yüzyıllar boyunca sürdürürdü. Nihayetinde Virani gibi büyük bir ozanın da bu dergahtan yetişip ünlendiğini biliyoruz. Aynen Abdal Musa Dergahı’nda yetişen Kaygusuz Abdal gibi nice Alevi-Bektaşi büyük ozanının, düşünürünün, inanç önderinin inanç merkezlerinde yetiştiği görülür. Yüzlerce dize şiiri ezbere bilen dervişler, babalar bir edebiyat, sanat aşığı kişilerdir. Çeşitli müzik aletlerinin çalmasını da bilen, birçok yabancı dil öğrenebilen, bunu kullanan babalar bu yönleriyle sıra dışı insanlardır.
Bu arada Balkanlar’da, başta Bulgaristan olmak üzere, Alevi/Bektaşi İslam inancının ve kültürünün tüm canlılığıyla yaşadığını söylemek gerek.
Burada da yine kendilerine baba ve dede denilen inanç önderleri Türkiye’dekiler gibi benzer görevleri yerine getirmekte, babalık ve dedeliklerini yapmaktadırlar.
Balkanlar’daki inanç önderi olan baba ve dedelerin Türkiye’dekilerden bazı farklı uygulamalarının, kavram bakımından da zaman zaman Türkiye’deki tam kapsamayan bir yapılarının olduğunu söylemeliyiz.
Balkanlar’da ağırlıklı olarak babalık sistemi yaygındır. Belli bir soydan, ocakzade olarak bu hizmeti yürüten bölgelerdeki dedeler yanında babaların daha ağırlıklı olarak hizmet yürüttüklerini söylemeliyiz.
Balkanlar’da inanç önderlerinde hizmet esastır. İnanç önderlerinin soyunun önemi fazla yoktur. Hizmeti yürütmeye kabiliyeti olan, bu konuda istekli ve toplumun beklentilerini yerine getiren kişiler babalığa layık görülür.
Balkanlar’da Türkiye’deki Bektaşilik’te olduğu gibi kadının baba adayının baba olmasında birinci derece söz sahibi olması ilginçtir. Eğer eşi razı olmazsa, toplum istese de kişi baba postuna oturmaz/oturamaz. Razılık burada önem kazanır. Balkanlar’da örneğin Bulgaristan’da önemli olan yolun kalmaması, o cemin yürümesi, çerağın yanmasıdır. Buna azami dikkat gösterilir.
Klasik manadaki ocaklar/dede/baba hiyerarşisi dışında da bazı önemli farklı yapıların zamanla geliştiğini ve yaşayan önemli inanç sistemlerinin oluştuğunu da görüyoruz.
Bugün kendilerine Babai-Bektaşi-Alevi diyen/denilen ve Marmara Bölgesi ve Bulgaristan’da olmak üzere ağırlıklı olarak yaşayan bir kesimin inanç önderlerinin durumu bu bakımdan oldukça ilginçtir.
Kendisi Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’nın Postnişini (post dedesi) olan Nevzat Demirtaş Dede bir ocakzade olmasına rağmen, bugün yaklaşık elli kadar babanın kendisine bağlı olduğu en önemli inanç önderi pozisyonundadır.
Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’na bağlı, bu ocağa gönül vermiş on binlerce talip bugün Başta Marmara Bölgesi’nde Trakya, İstanbul olmak üzere geniş bir coğrafyada yaşamlarını sürdürmektedirler.
Zaman içinde gelişen ve olgunlaşan bir sistemle; buralarda bulunan geniş halk kesimine ulaşılması, inanç yönünden bu kitleye önderlik yapacak kişilerin bulunması, yani bu inanç yapısının çok uzun süreden beri devam ediyor olması bir zemin yaratmış ve zamanla bir nevi Süceattin Veli Ocağı dedelerinin ki özellikle Nevzat Demirtaş’ın (ki bu yapı onun zamanında klasikleşti) yardımları manasında inanç önderlerinin, yani babaların doğmasına neden olmuştur. Farklı ocaklara/dergahlara, mürşitlere bağlı kimi babaların da Nevzat Efendi’ye bağlanmalarıyla yeni bir sistem gelişmiştir. Bu bir nevi rehberlik görevidir. Buna göre yıllık görgüleri Nevzat Demirtaş tarafından yapılan ve hem Seyyid Sultan Süceattin Veli Ocağı’na bağlı olduklarını, hem de mürşit olarak Nevzat Demirtaş’ı (Süceattin Veli Ocağı Dedelerini) tanıdıklarını söyleyen bu babalar, yıllık görgülerin yaptıktan sonra taliplerini görüp, cemleri yürütüp diğer hizmetleri de yerine getirmektedirler.
KADINLAR / ANALAR
Tüm bunları söylerken kadınları da, anaları da unutamayız.
Hz. Hatice ve Hz. Fatıma sevgisi ve saygısı Alevi İslam anlayışının temellerinden birisidir. Onlara duyulan muhabbet çok derindir. Onlar Hz. Peygamber ve Hz. Ali sevgisinden ayrılmayan önderlerdir.
Alevilik’te Fatma Ana Darı’na duran kadınlar ve erkekler; Hz. Fatma’yı sadece Peygamber’in kızı, sadece Hz. Ali’nin eşi, Hz. Hüseyin ve Hasan’ın anaları olarak değil, tüm toplumu kucaklayıp, açken kendi lokmasını halkıyla paylaşabilen ve namus ve haysiyetli yaşamıyla tüm İslam kadınlarına örnek olmasıyla da benimser, sinelerine sararlar.
Anadolu’da “Bacıyan-ı Rum Teşkilatı”nı kuranlar kadınlardır. Ona önderlik edenler kadınlardır. Hacı Bektaş ve Ahi Evren’e en büyük yardımcı olarak kabul edilen Kadıncık Ana – Fatma Bacı (Ana) üretken, yaratıcı ve koruyucu olan kadının simgeleridir.
Kadıncık Ana Hacı Bektaş Veli’ye manevi bakımdan büyük yardımcı olan, onun gerek yaşam, gerek görüş ve düşünce dünyasını olgunlaştıran isimlerden birisidir. Menakıpnamelerde de görüldüğü gibi, Hacı Bektaş’ın varlığına bile tahammül edemeyenlere karşı onu korumuş ve kollamıştır. Aynı şekilde, aynı kişi olduğu da söylenen, Ahi Evren’le bağlantısı olan Fatma Hatun (Ana) ise bizzat esnaf örgütü içinde, hatta belli oranda başında yer alan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor.
Anadolu’da öncü kadınlar, örgütleyici kimlikleriyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve geleneksel yapının sağlamlaştırılması için Bacıyan-ı Rum’u da kuruyor.
Alevi-Bektaşi İslam anlayışında sadece sözde değil, özde de kadın gerçekten çok önemli bir yerdedir. Daha doğrusu ibadette erkeğinden ayrılmayan kadını dede ve babanın anası, eşi, kızı, gelini olarak da çok önemli bir pozisyonda görüyoruz.
Onlar sadece belli kutsallıkları olan insanlar, dede ve babalara yardımcı olan insanlar değil, bu inancın olmazsa olmazlarındandır. Dedeler ve babalar bakımından belki pratik manada dini hizmet yürütme konusunda büyük görevleri olmaya bilir ama kesinlikle kadınlar hem cemlerde, hem de normal yaşamda dede ve babaların en önemli yardımcılarıdırlar. Bu tarihte de böyle olmuştur, günümüzde de böyledir.
Yolun kurallarına uymada, yolun sürülmesinde kadın olmadan dede ve baba bir fonksiyon yerine getiremez. Her şeyden önce zaten dedenin evli olması şartı vardır. Müsahibi olmayan dede dedelik de yaşamaz. Öyleyse zaten kadınsız dedenin hareket etmesi mümkün değildir. Hayat boyu dedelerin, babaların can yoldaşı olan analar tarihler boyunca bu yolun sürülmesinde dede ve babalardan sonra, ozanlardan, aşıklardan sonra en önemli görevleri görmüş insanlardır. Onlar dede ve babaların yanlarında olmasaydılar, ev işlerini düzenlemeseydiler, onlarla soğuk kış günlerinde diyar diyar gezmeseydiler, çocuklara bakmasaydılar, misafirleri ağırlamasıydılar, bilgi birikimlerini aktarmasaydılar, insanları eğitmeseydiler, “bir dede kızı olarak” hareket etmeseydiler, ziyaretçileri ağırlamasaydılar dedelik ve babalık da kurallarıyla uygulanamazdı.
Bu manada dedenin yaptığı bazı inanç fonksiyonlarını yerine getirmeseler de, bizce onlar olmadan bu yolu dedeler süremezlerdi, dolayısıyla da bu yol sürülmezdi.
Bunun ötesinde çok önemli kadın ozanlar yetişmiştir. Ayrıca semahlar, nefesler biraz da kadının rengiyle anlam kazanmıştır.
DEDELERİN – BABALARIN EN ÖNEMLİ ÖZELLİKLERİ VE YAPTIKLARI NELERDİR?
En önemli karekteriksel özelliklerinden birisinin inanç önderi olarak, Alevi-Bektaşi İnanç sisteminin en önemli ibadet ritüeli diyebileceğimiz cemi yönetmek-idare etmek olan dede ve babalar gerçekten cemin temel sembol kişileridir.
Zaman zaman aynı ocaktan veya başka ocaklardan birçok dedenin posta oturmasıyla hep birlikte cemlerin yürütülmesi yanında ana önder, cemleri yürüten temel kişi yine bir dededir. Bektaşiler de babadır.
Dede on iki hizmet sahibi denilen kişilerle, ki kendisi de bu hizmet sahiplerinden birisidir, cemi uyum içinde yürütür ve bir ibadetin başlamasını, yürümesini, nihayetlenmesini otoritesiyle sağlar. Saz çalsın, çalmasın, on iki hizmet dualarının kendisi versin, vermesin tüm cemlerin ana yürütücüsü dededir.
Dede cemlerde halka günün anlamına ilişkin, İslamiyet ve Alevi İslam inancının değerleri, önemli şahsiyetleri, ibadetler hakkında bilgilendirici konuşmalar yapar, halkın sorularını yanıtlar, sorunlarını çözer; yıllık görgüden-sorgudan geçeceklerin yıllık görgü ve sorgularını yapar. On iki hizmetin eksiksiz yürümesini sağlar, ceme dahil olan canların cem olmalarını, ibadet aşkıyla dolmalarını sağlar.
Cemin usulüne, erkanına, anlamına uygun bir şekilde yürümesi-yürütülmesini sağlamak dedenin, babanın birinci görevidir.
Dedeler-babalar, yani Alevi/Bektaşi İslam inanç önderleri aynı zamanda toplumsal önderlik görevleri olan karizmatik kişilerdir. Toplumun huzur, barış, kardeşlik duyguları ekseninde bir arada durması; topluluk içinde çıkan sorunların cem içinde veya dışında halledilmesi, problemlerin aşılmasında da inanç önderi olan dede ve babaların kaynaştırıcı, birleştirici çok önemli görevleri vardır.
İnanç Önderi olan dede ve babalar, bir nevi eğitici önderler pozisyonundadırlar. Onlar bilgi birikimleri, tecrübeleri, iyi niyetleri, hoşgörüleriyle; Alevi/Bektaşi İslam İnancının temel eğitsel öğretilerinin anlatılıp, bu arada dört kapı, kırk makam ilkelerinin doğru aktarılmasını, halkın iyi yönde eğitilmesi yönünde uğraş verirler.
İnanç Önderi olan dede ve babalar, inançlarının gereği olarak insanları iyi ahlaka çağırmak, Alevi/Bektaşi İslam anlayışının temel düsturlarından olan eline-beline-dilene sahip olmak ilkelerinin bilinçli, samimi, gerçek bir şekilde uygulanması için bizzat kendileri buna uyup, örnek olmak üzere, bu ilkelerin yaşaması için çaba harcarlar. Karizmatik toplum önderlikleri, eğitici-öğretici kimlikleri yanında Alevi/Bektaşi İslam inancının temel ahlaksal değerlerini de hem yaşayarak, hem de anlatarak insanların bu temel değerleriyle toplumda yer alabileceklerin ve halkın böylece huzurlu olabileceğini tutum ve davranışlarıyla yansıtırlar.
Alevi Dedeleri, Bektaşi Babaları aslında özde bireyin insan-ı kamil sıfatlarıyla bezenip özgürleşmesini, bir varlık olarak kendisinin kainattaki yerinin bilincine varması için ona yol gösteren insanlardır. İnsan insan olduğu zaman, insan iyi insan olduğu zaman iyi bir Alevi ve Bektaşi’dir de. Bu düşünceyi aktarmak, bu bilinci insanlara vermek dedelerin ve babaların aslında en önemli görevlerinden birisidir. Bu sadece eğitimle, öğretimle, okumakla, ibadetle olacak bir şey de değildir. Bu uzun bir süreçte elde edilecek, kazanılabilecek bir yetenektir. Dede ve Babalar bu yeteneğin kazanılması için temel formülleri de tüm yaşamlarıyla, benlikleriyle, sözleriyle ortaya koyarlar.
Alevi/Bektaşi İslam inanç önderleri, dedeler, babalar çağını aşan fikir insanlarıdır. Engin fikirli, görüşlü, insanın tüm zenginliklerini keşfedip insana insan olarak, bir büyük cevher olarak yaklaşıp onunla birebir ilgilenen inanç önderleri aynı zamanda o toplumun girişimcisi, atılımcısı, öncüsüdür de.
BUGÜNKÜ DURUM
Bugün Alevi/Bektaşi İslam inanç önderleri olan dede ve babaların durumlarıyla ilgili de çok söylenecek şey vardır.
Onların şu anki toplumsal pozisyonları, yaşadıkları sorunlar, halihazırda bu hizmeti yürütenlerin durumları, cemevlerinde görev yapan dedelerin halkla, yönetimle olan münasebetleri gibi sayısız konu üzerinde de durmak gerekir. Tüm bunlar da ayrı bir yazı konusudur. Ama elbette bazı hususları da belirtmek gerekmektedir. (Bugüne kadar, on beş yıldır içinde bulunduğum Alevilik/Bektaşilik çalışmalarında, özellikle son on yılda, gerçekten yüz yüze görüşmelerde görüntülü ve sesli kayıt olarak (Aynı kişiyle birden çok ve Cem Radyo’da yaptıklarım dışında) beş yüzden fazla dede ve babayla birebir söyleşim oldu. Bunlardan bir kısmını deşifre edip, araştırmacıların hizmetine sundum. Deşifre edemediğim daha yüzlerce kaset var. On yıl boyunca Türkiye’de ve Bulgaristan, Yunanistan ve Makedonya’da yaptığım alan çalışmalarıyla da kendi kişisel olanaklarım elverdiği oranda, konuyla ilgili önemli ölçüde envanter elde etmeye gayret ettim. Şahsıma ait dede ve babalarla ilgili (bilim adamı, ozanlar, cemler, türbeler, etkinlikler v.b. dışında) önemli bir görüntü, ses, fotoğraf arşivinin bulunduğunu ifade etmeliyim.
Aşağıdaki görüşlerim de bu çalışmalarımdan çıkardığım sonuçlardır.)
Artık kısmen kimliklerini sergileme konusunda belli bir rahata kavuşan Aleviler/Bektaşiler büyük şehirlerde, kentin koşulları içinde inanç ve kültür merkezleri olan cemevlerini inşa etmeye ve buralarda ibadetlerini yerine getirip, inançlarını yaşamaya ve örgütlenmeye başladılar.
Çoğu iyi niyetli çabaların ürünleri olan bu cemevi yapma gayretleri sonucunda çoğu plansız, programsız yapılsa da, devletin cemevini bir ibadet yeri olarak kabul etmemesinden dolayı yasal bir dayanak bulamasalar da, cemevleri çeşitli dernek ve vakıfların ya merkezleri, ya da bir bölümleri olarak faaliyet gösteremeye başladılar.
Cemevi, ismini de aldığı cemlerin yapıldığı mekanlar olarak kabul edildiler. Dolayısıyla bu binalar cemlerin yapıldığı ana mekanlar oldular. Yani Anadolu’da dede evi, dam, yine cemevi, büyüklük bakımından köyün en büyük odası veya evinde yapılan cemler artık bir büyük mekanda “cemevinde” yapılmaya başlandı.
Cemler dedeler ve babalar tarafından yerine getirildiği için elbette büyük kentlerde dedelik/babalık kurumu yeniden ön plana çıktı.
Bir dönem toplum dışına itilen, kendisi toplum dışında kalan, inanç önderliği kimliğini büyük şehirlerde önemli oranda yerine getiremeyen dedeler yeniden cemleri yürüten, kurbanlara dua veren, Kuran okuyan, cenaze hizmetlerini yerine getiren birer dini önder olarak aranmaya başlandı.
Bu arada gerek büyük şehirlerde, gerekse Anadolu kırsalında cemlerin yapılmadığını, dedeliğin tümüyle bittiğini söylemek ise yanlış olur. Hali hazırda cemevlerinin yanı sıra eski yerel uygulamalar hem kentlerde, hem de kırsal alanda büyük oranda devam edebilmektedir. Yani insanlar köylerinde cemevi olmasa da, Büyükşehirlerde cemevlerine rağmen, evlerde cemlerini kendi ocak dedeleri, mürşitleri huzurunda yerine getirmeye, hem de kurallara çok sıkı bir şekilde uyulmak koşuluyla devam etmektedirler.
Kent yaşamında ve günümüz koşullarında “çok ağır ve zor“ diye fazla uygulandığı görülmeyen “müsahiplik” in kesinlikle uygulandığı yerler, Balıkesir’de olduğu gibi, vardır.
Yıllık görgüsünü kırsal alanda olduğu gibi, kışları Anadolu’dan kendi ocak dedesini getirterek evlerde veya kendi köylülerinden başka hiçbir kimseyi almamak koşuluyla büyük cemevlerinde yıllık “görgüsü”nü yerine getirmeyi asla ihmal etmeyen yöre insanları da vardır, Tokatlılar gibi.
Elbette Hacı Bektaş Dergahı’nda Çelebi postunda oturan Veliyettin Ulusoy da, postnişin olarak kendisine bağlı olan dedelerin yıllık “hüccetlerini” mühürleyerek onların kendi talipleri üzerindeki etkisini kuvvetlendiren, “pir kapısı” olma vasfını devam ettirmektedir.
Bunun gibi “yasal” olmamakla birlikte, dergahlar, tekkeler kapalı olmakla birlikte, Babagan Bektaşi kolunda Haydar Ali Ercan ve Mustafa Eke Dedebabalar kendilerine bağlı Halifebabalarla, onlar da kendilerine bağla babalarla, dervişlerle ibadetlerini hiç aksatmadan yerine getirmektedirler.
Yüzlerce dedeyle yapılan yüz yüze görüşmelerde, anketlerde, bu arada CEM Vakfı tarafından 1988’de yapılan I. Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı ve 2000’de düzenlenen II. Anadolu İnanç Önderleri Toplantısı çerçevesinde, II. Toplantıdaki Ayhan Aydın tarafından standartlaştırılmış soru kataloğuna verilen yanıtlarla bilimsel bir çalışmanın sonucunda Dr. İsmail Engin, Dr. Gloria Glerek ve Ayhan Aydın tarafından hazırlanan ve yayınlanmayan bir önemli çalışmanın sonucuna göre önemli bir kısmı ilkokul mezunu olan dedeler, klasik manada dedeliği yine kendi büyüklerinden edindikleri bilgiler ve klasik Alevi/Bektaşi kitapları ve geleneksel uygulamalarla öğrenmeye devam etmektedirler.
Kendilerini eskiye nazaran daha rahat bir şekilde tanıtan, kimliklerini daha rahat ifade edebilen dede ve babaların önemli bir kısmı artık büyük kentlerde yaşamlarını sürdürmekte, büyük kentlerin üretim/tüketim, çalışma koşullarında yani büyük kent yaşımı içinde varlıklarını sürdürüp, kimliklerini bulabilmektedirler.
Günün tüm sorunları, gelişmeleri, çalkantıları doğrudan her insan gibi dede ve babaları etkiliyor.
Artık küçülen dünyada onlar da diğer Aleviler ve diğer vatandaşlar gibi tüm dünyadaki gelişmeleri aynı ayda, günlük olarak takip edebiliyorlar. Yani bir ölçüde kendi atalarının yaşadıkları ortamdan çok farklı, hayatın tüm gerçeğini bizzat görerek, duyarak, hissederek yaşıyorlar.
Artık geçmişin bir ölçüde mitolojiyle örülmüş kırsal alan yaşamları çok uzaklarda kaldı. Gençler okudu, sorgulayıcı, eleştirici ve akılcı yaklaşımlarıyla kendileri yaşama yeni bir boyut getirdiler. Dedelik/Babalık, inanç konularını reddetmeseler bile artık olayı daha gerçekçi değerlendirdikleri için konuşma ve tavırlarıyla çevresini de, dolayısıyla dede ve babaları da etkilediler, etkiliyorlar. İster istemez yaşanan kuşak çatışmasının dışında, geleneksel uygulamaları sürdürmede zorlanan eski kuşak ve eski kuşağın içinde varlık bulan klasik anlayıştaki dede ve baba tiplerinin yanında, ister istemez kendini sorgulayan, yenileyen, gençlerle, kadınlarla, tüm insanlarla daha iyi diyalog kurabilen dede ve baba tipleri ister istemez kendisini gösterdi. Dolayısıyla dede ve babaların davranışlarında da, geçmişe nazaran köklü değişikliklerin olduğunu söylemek hiç de abartı sayılmamalıdır. Yani dini önderlikle birlikte toplumsal önderlik görevini yerine getirmek gerçekten de büyük kentlerde daha zor bir özellik olmaya başlamıştır. Bu manada kendisini geliştiremeyen, çağın koşullarına şu veya bu şekilde uyum sağlayamayan dede ve baba tiplerinin saygınlıkları bir yana, yeteri kadar ilgiyi toplayabildiğini söylemek zor olacaktır
Kitap okumayan, gençleri anlamayan, çağın gerisinde kalmış kişilerin değil dede ve baba gibi inanç kimlikli olmaları, hangi statüde olurlarsa olsunlar kendi dar çevreleri dışında itibar görmediği günümüz dünyasında ve Türkiye’sinde, artık bazı fikirleri körü körüne savunmak ve radikal çıkışlarla, statik duruşlarla başka görüşlere kapalı olmak, kimseyi dinlememek, inandırıcılığını kaybetmek manasına gelmektedir.
Günümüzde; özüyle, sözüyle, tarihsel bilgisiyle, anlatılarıyla, yürüttükleri cemlerle, sohbetlerle, okumasıyla, araştırmasıyla, Alevi/Sünni sorununu çoktan aşmış tavırlarıyla eski büyük inanç önderlerinin varlığını sürdürmekle birlikte bir büyük kuşağın artık tarih sahnesinden çekildiğini, çok sancılı yıllardan sonra, geçmişin değerler silsilesini tam özümseyemeden, günün koşullarının getirileri nedeniyle dedelik kurumuna sahip çıkan bazı dede kökenli insanların ön plana çıktığını görmekteyiz.
Bu da her boşluk döneminden sonra yaşanan sıkıntıları, sarsıntıları beraberinde getirmektedir. “Eski Kuşak” dede ve babaların donanımlarından yoksun, kent koşullarının avantajları yanı sıra dezavantajlarını daha fazla yaşayan bu yeni dede ve baba adaylarının işlerinin daha zor olduğunu da söylemek gerekir.
Sadece bazı standart bilgileri elde edip, dedelik, babalık gibi kutsal kimliği yanında, yeteneğin de çok önemli olduğu bir büyük kurumda başarılı olmak için eskiye nazaran daha çok çaba sarf etmek bir zorunluluktur. Yani hem klasik bilgileri, davranış kalıplarını bilmek, hem çağın koşullarını kavramak, toplumu çok iyi tahlil edip ona yardımcı olmak, iletişim yoluyla bilgi elde edip bunu halka aktarabilmek ve aynı zamanda inanç önderliğinin değerlerinden sapmadan, yeni donanımlarla insanların karşısına çıkmak daha kolay olmasa gerekir. İşte bir önemli sorun da bu dönüşümü sağlayabilmektir. Yani günün, çağın koşullarına göre bir dede ve baba modelinin geliştirilmesine yardımcı olmak.
Tüm ocakların tespit edilip, bu ocakların en tepesinde en azından il ve bölge bakımından o ocağın temsilcisi olabilecek dedeleri belirlemek; en bilgili ve tecrübeli dede ve babaların tüm birikimlerini kazanıma dönüştürmek, bunu genç bu işe gerçekten gönüllü, istekli ve yetenekli insanlara aktarmak ve bunun yöntemlerini araştırmak bir büyük meseledir.
Hoşgörülü, esnek, sabırlı, yetenekli adayları eğitmek de bir başka meseledir.
İşte daha uzayıp gidebilecek bu problem alanlarında ilerleme sağlanamadığı için büyük kentlerde, cemevlerinde, dernek, vakıflarda, evlerde çeşitli problemler devam etmektedir.
Cemevlerinde dedeler/babalarla yöneticilerin tam bir uyum içinde çalıştıklarını söylemek mümkün değildir. Zaman zaman dede ve babalara haksızlıklar yapıldığını gördüğümüz, onlara sıradan birer memur, çalışan insan gibi davranıldığını gördüğümüz gibi, zaman zaman da dedelerin bir yönetici pozisyonuna bürünmesi sonucunda inanç kimliğiyle, yönetici kimliğinin birbirine karıştığına tanık oluyoruz.
Belli bir birikimi ve yeteneği olmadığı halde çeşitli nedenlerle cemevi, dernek ve vakıflarda görev yapan dedelerin ise halkı aydınlatmada, hatta cem yürütmede yetersiz kalmaları ise bazen yönetimleri zor durumda bırakmaktadır.
Bir kısmı hala klasik manada geleneksel yapıyı sürdürmeye çalışırken, yine bir kısmı ise bunları hurafe olarak nitelendirip kendilerini “çağdaş dede” olarak niteleyebilmektedirler.
Değil bir Sünni’yle, sıradan bir Alevi’yle evlenmeleri bile “yasak” kabul edilirken, şimdi artık günün koşulları gereği pek ala da Sünni İslam inancından insanlarla evlenen dedeler vardır.
Bir Alevi/Bektaşi İslam inanç önderi olarak, hoşgörüsü ve erdemleriyle diğer inanç guruplarından insanlarla da çok yoğun ve verimli temaslarda bulunup, diyaloglar geliştirebilen dede ve babalar varlığını, Alevilik/Bektaşilik konusunda ciddi manada düşünüp, fikirler üreten, yorumlar yapabilen dede ve babaların da olduğunu söylemeliyiz.
Yurtdışının koşulları içinde yine aynı şekilde bir başka kültür ortamında insanlara yardımcı olmaya çalışan inancını yaşatma konusunda halkın rehberi olmaya çalışan dedelerin varlığı, Balkanlar’da olduğu gibi, hala Sünni İslam inanç eksenli bir daraltılmış alanın ve Hıristiyan gibi bir başka dinin yanında varlığını koruma konusunda çaba sarf eden bir başka dede ve babalar gurubunun varlığı da gözden uzak tutulmamalıdır.
Kitap boyutunda çalışmalar yapan, güncel ve tarihsel problemler karşısında çözüm önerileri sunabilen, bulundukları cemevlerinde, dernek ve vakıflarda oldukça yararlı işler yapabilen, varlıklarıyla hala Alevi/Bektaşi İslam anlayışının aydınlanmasında ve halkın aydınlatılmasında yararlı olabilen dede ve babalar, üzerinde çok çalışılması gereken, halen çok aydınlatılmamış yönü bulunan bir önemli kitle olarak karşımızda durmaktadırlar. Günümüzle ilgili bir gerçeğin ifadesi olarak, günümüz dede ve babalarıyla ilgili en önemli çalışmaları kurum olarak CEM Vakfı yapmıştır.
Cumhuriyet dönemi en önemli Alevi önderlerinden/liderlerinden olan CEM Vakfı Genel Başkanı Sayın Prof. Dr. İzzettin Doğan’ın başkanlığında sürdürülen çalışmalarla, bazısı uluslar arası olmak üzere, yüzlerce toplantı, araştırma ve inceleme çalışmalarıyla günümüz dede ve babalarının durumlarını tespit etmek konusunda çok yoğun faaliyetler yapılmıştır.
On yıllık süreçte yapılan bu çalışmalar ise başlı başına değil bir yazının, bir özel toplantının konusu olacak kadar önemlidir.
Bu toplantılarda çok önemli miktarda envanter elde edilmiştir. Gerek yazılı, gerekse görsel bir büyük malzeme bugün CEM Vakfı’nın arşivindedir.
Bu arada konuyla ilgili bireysel olarak bir takım uğraşlarımın olduğunu da söylemek isterim.
Kurumsal bazda Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaşi Veli Araştırma Merkezi’nin, bu arada Prof. Dr. Alemdar Yalçın’ın, bu konudaki çalışmaları bilimsel yönden ciddi çalışmaların başında yer almaktadır.
Bu konuda, bazı araştırmacı ve bilim adamlarının gayretlerini, bu arada Sayın Dr. Ali Yaman’ın ki olmak üzere, dile getirmek gerekir.
Diğer Alevi/Bektaşi kurum ve kuruluşlarının, devlet organlarının, sivil toplum kurumlarının, araştırmacıların bu konularda çok ciddi çalışmalar yaptıklarını söylemek maalesef çok güçtür.
Fakat konu çok önemlidir. İhmal edilmeye gelmez. Bir büyük inanç ve kültürün taşıyıcıları olan belki de bu büyük geleneğin artık son temsilcileri olan halen yaşayan tüm dede ve babaların görüş ve düşüncelerinin derlenmesi, toparlanması, kayıt altına alınması gerekir.
Sırf bu konuyla ilgili bilimsel faaliyetlerin organize edilmesi, toplantıların düzenlenmesi, ocaklar, dedeler, babalar konularının hiç ihmal edilmeden ele alınıp kalıcı çalışmaların yapılması gerekir.
Burada bir şeyi daha belirtmek gerekir ki; bu konu, bu konuya duyarlı olan/olması gereken (bu amaçla yola çıktığını söyleyen) her bilim adamının, araştırmacının, kurum ve kuruluşun sorunudur.
İşbirliği ile, yardımlaşarak sorunlar ve çözüm yolları tespit edilmeli; çalışmalarda mutlaka ama mutlaka işbirliğine gidilmelidir.
Kasetler, secereler, fotoğraflar, beratlar, belgeler, bilgiler insanların elinde, beyninde, dolaplarda bekleyerek hiç kimseye ve bilime bir fayda sağlamaz.
Problem çok boyutludur. Hem geçmiş tarafsız bir şekilde araştırılacak, gerçekler ortaya konulacak; hem günümüzde yaşanan sorunlar, nedenleri ve çözüm yollarıyla ortaya konulacak; hem de yaşayan bir olgu olarak bunun (dedeliğin / babalığın) nasıl sağlıklı yaşamına devam edeceği tartışılıp bu konuda adımlar atılacaktır/atılmalıdır.
Bu büyük bir ekonomik güç istediği için, devletin de kendi kültürel varlığını korumak adına, insanına, insanlığa hizmet adına da olsa, olaya eğilmesi gerekir.
Bizzat üniversitelerin bu konuyla ilgilenmeleri gerekir.
Başta Alevi/Bektaşi kurum ve kuruluşlarının bu meseleye öncelik verip bu konuyla ilgilenmeleri gerekir.
Yoksa yarin, öbür gün çok geç olacaktır.
İçten sevgi ve saygılarımla.
Ayhan Aydın
Bu yazı Isparta Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi ULUSLAR ARASI BEKTAŞİLİK VE ALEVİLİK SEMPOZYUMU I (28/30 Eylül 2005) THE 1ST INTERNATIONAL SYMPOSIUM on BEKTASHISM and ALEVISM’nda sunulan ve aynı isimli kitapta yayınlanan yazı metnidir.