ALİ RIZA DEDE

ALİ RIZA DEDE

 

Tam nerelidir, kaç yaşındadır, hangi ocaktandır, yaşamı nasıldır… Bunların cevabını alamazsam da, Abdal Musa Anma Etkinlikleri’nde tanıdığım ve bilgilerini derlemeye çalıştığım Ali Rıza Dede tüm konuşmasında mürşid’den, müsahipten, Aleviliğin olmazsa olmaz ilkelerinden bahsetti durdu. Öyle bir ışık içindeydi ki, sakalı ap ak bir ışık içindeydi. Onun sözlerini buraya almaya layık gördüm… Düzgün Şahin Dede’den öğrendiğime göre Hakk’a yürümüş… Işıklar içinde yatsın…

 

Abdal Musa’yı Abdal Musa’dan sordum, ölmeden evvel öldüm, Abdal Musa’yı kendimde gördüm.

Abdal Musa ile geldim, Hakk’ı kendime sordum, Hak yolunda aradım kendimi.

Biz bizi bilenlerdeniz, Hak yolunda gidenlerdeniz.

Hz. Hüseyin’in çilesinden, aşkın şarabından içenlerdeniz.

Muhammet, Ali, Davut, Musa ve İsa’yı bilenlerdeniz.

Gerçeğin erenler diyarında, ölmeden ölenlerdeniz.

Bahara çaldım vücut, kovanda inledim. Cümleyi kendimde bilirim.

Hak yolunda Hakk’ı aradım. Deryadan deryaya attılar beni.

Kul ettiler, Hakk’ın pazarına sattılar beni.

Allah’a, Muhammet’e, evliyanın hallerini söyleyen cümlenin sürüsüne kattılar beni.

Aşk ile yandım kül oldum, eren evliyalara kul oldum, Hak yolunda doğru sözüm.

Aşkın ateşi ile yanarım, deryalara, ummanlara dalarım.

Hakk’ı, hakikati kendimde ararım. Dünyayı gezdim geldim.

Ölmeden evvel öldüm, dünyayı dünyadan sordum, dünyayı kendimde gördüm.

Bu vücut bir dünyadır, ama bir mürşid-i kâmilsiz olmuyor. Can gözü, can kulağı var.

Anadan babadan doğmak birinci, ikinci mürşid-i kâmilden doğmak, illallah.

Mürşid-i kâmilden doğmamış saf adamlar var, onlara bir şey demem.

 

Şimdi Amasya’dan bir dede geldi; adı Hüseyin, soyadı Bal. Onda sofra var. Dedim ki, “Bana öyle bir yemek vereceksin ki, dışkısı olmayacak.” Dedi ki, “Sen dervişlere benziyorsun.” “Nasıl gördüysen öyleyim. Senin gördüğün gibiyim. Bana bunun cevabını ver.” Dedi ki, “Dışkıya bulaşmayacak muhabbettir, sohbettir.” Şimdi sofra kalksın, göreceğim. Dedim ki, “Bu yemeklerle anlaşmak var. Çünkü ben koyunun kulağına dedim ki; kesen benim, kesilen, yüzülen, asılan hep benim etim. Ben seni bilerek yiyeceğim.” Ve işte buranın baş çeşmesinde diyor ki, “Yalan söyleyenler insan olamaz. Eğer yalan söylersen, yediğinle anlaşamamışsın. Anlaştığına da ben inanmıyorum.

 

İnsan-ı kâmil, kâmil-i mürşit yani... Bak, ne diyor? “Daimi bir gerçeğe bel bağladım erenler/ Aldı benliğimi, yok etti beni.” Yani mürşid-i kâmil yetiştirecek. Mürşidi olmayanın, Allah’ı da yoktur. Sadece bir Allah var. O da “Ademdeyim” diyor. Âdemin donu, Allah’ın donudur. Âdemin kelâmı, Allah’ın kelâmıdır. Bir kelâmı âdemi gökle ihsan eder, bir kelimesi de aşağılara çıkarır.

 

(Başka biri) Yeri geldikçe açıyor, yeri geldikçe kapalı söylüyor. Dünyanın zenginliğine güveneceksin. Bu güzellikle ne oldum deme, ne olacağım, de. Ne de Batında ilmine güveneceksin. İlim ilimi bilmez, ilim kendini bilmez. Kendini bilmeyen ilim, kuru bir ağaçtır. Doğa kendini bilmez ki. 

Abdal Musa gibi eline, beline, diline sahip olanlar ziyaretçi, gerisi turisttir.

En önemli düstur eline, beline, diline sahip olmaktır.Abdesttir bu, bozulmayacak” diyor.

Bir abdest daha var; Muhammet diyor ki, “Ölmeden ölünür.

Herkes ölmeden ölemez. Ölmeden ölenler, dünyadan elini eteğini çekmiştir. Onlar varken yoktu ya da Kerem gibi Aslı’ya âşık olup, Hakk’a serdar-ı yası oldu, Mecnun gibi Leyla’ya âşık oldu. Hizmeti de her kişi yapamaz, er kişi yapar. Hizmeti gösteriş için yaparsa, o da dökülür gider. Hak için yapıyorsa, bak burada ne diyor evliya? “Mecliste otur kelâmı dinle/ El iki söylerse sen birin söyle/ Elinden gelirse sen iyilik eyle/ Varlık başa kakıcı olma./ Arif olan arar bulur bendini/ Alçaklarda otur, gözet kendini/ Sakın yükseklerde uçucu olma.

Ağanın birine dedim ki, “Ağalığını, beyliğini köyde bırakıp da mı geldin? Burada senin ağalığın, beyliğin sökmez, ona göre düşün. Ağalığını beyliğini, gururunu, kibrini benliğini köyde bırakıp gelmişsen eyvallah. Bir aç doyurduysan, bir çıplak giydirdiysen, gönlüne sultan olduysan o zaman ağasın.

(Başka biri) İyiliklerim benimle gelir. O, mürşid-i kâmilden doğmuş, dedi. O, Hak’la Hak olmuştur, onu bu âlem tanıyamaz, dedi.

Ben dedim ki “Duydun mu? Atatürk’ün zamanında tren tutmuş, Hatay’ı almaya giderken, Atatürk demiş ki ‘Ne istiyorsun?’ ‘Seni istiyorum.’” Baba oğula demiş ki,  “Eğer Hak için yaparsan bir hizmet,” “Baba, himmet” demiş, “Oğlum hizmet.”. “Baba, ben himmet istiyorum.” “Oğlum, ben de hizmet istiyorum. Hizmetle bulduk mülkü kalemi, ziyaret eyledik Kâbe’ni.

Buraya 1-2 milyon insan geldi. İlmen yakın, Hakk”en yakın.

Anadan, babadan doğmak ne demek? Mürşid-i kâmilden doğmak demektir.

İkincisi, ilme yakın olmaktır; ilim, irfan sahibi oldun mu, Hakk’a da yakın olursun.

Anamın akrabası Hüseyin Doğan, İzzettin Doğan var, ana tarafından akraba, baba tarafından değil.

Babam Şıh Hasan’dan, anam Doğanşehir’in Geyikbağı köyünden. 73 yaşına gelmiş, kalıbı 81 yaşındadır. Niye geldin, ne arıyorsun? Dedi, “Yaşım 73, yüzünü, nüfusunu, tacını süreceğim.” İlmen yakın, Hakk’en yakın. Bu kadın dede, hoca değil. Bu erenler için. Niye böyle dedin? Dedim ki, “Sen Adana’ya gelmişsin, Doçent Dr. Yakup Dede seni davet etmiş. Bektaşi’dir. Karısı 2 fincan zehir koymuş önümüze. Getir kızım bir tabak.” Yakup da 40 gün yememiş, konuşmamış evliya idi. O da bir lânet etmiş, kadın ölmüş, dedi. Doktor kafayı üşütmüş; bir tek oğlu var, felç olmuş. Yakup’a dedi ki, “Hüseyin Doğan gelirse, getir.” Ben dedim ki, “Senin evine getirmem onu, ibadet kabul olmaz hay huyla.” Bak, burada Hacı Bektaş ayağına geldi, ama sen Hacı Bektaş’ı tanıyamadın. Sen gidip o toprakları canlı da aramıyorsun, bu adam bize keramet gösterdi. İnancın varsa kabul olsun.

 

Durun dedeye bir- iki şey soralım. (Başka biri) Hayır, adam akla uygun şeyler söylüyor. Tasavvuf yani. Peki, Ayhan Bey, siz Sünnilerle de zaman zaman röportaj yapıyor musunuz?

 

Tabii, halk kesimiyle de röportaj yapıyoruz. Hem bunlarla, hem de onlarla röportaj yapın. Bakalım onlar ne diyor?

 

Dede nereye giderse, biz de oraya gidelim. Biz dedeyi bırakmayız. Peki dedeciğim, eskiler...

 

(Başka biri) Bu kişi, çok ermiş bir kişidir. 10 senedir severim, sayarım ben bunu. Ali biliyorum, Veli biliyorum.

 

Dede: O senin kendi inancın.

 

(Başka biri) Benim kendi inancım. Allah’tan başka kimsesi yok, beş kuruş geliri de yok. Bir kızı var, o bakıyor. Her sene yılbaşından önce gönderir, bir arkadaşı var.

 

Eski devirlerinizde, çocukluğunuzda, o dönemdeki yaşamda siz nasıl yetiştiniz, neler gördünüz?

 

Maddi, manevi gençlikte başladım. Bir olayda, zararın neresinden dönersen kârdır. Bir fabrika torpille işçi alıyor. “Sen niye işçi olmamışsın, çalışamıyorsun?” diyor. 60 yaşında hocanın arkasında namaz kılmış, dedenin önünde diz çökmüş biri, hovardalık, kötülük, eşkıyalık yapamaz. Maddi, manevi şeylerden gençken başlanır. Anadan babadan doğmak, mürşid-i kâmilden doğmak hidayettir. Anadan babadan doğmak hamdır, ham.

 

(Başka biri) Dede, yalanı öğreten, 60 yaşından sonra da yalancı şahitlik eder.

 

Her kötülüğü yapar o. Bak Kur’an’ın baş sayfasında da, “Yalan söyleyen insan olamaz” diyor. Yalan söyleyenler, Allah’ın düşmanıdır.

 

 (Başka biri) Allah’a asi gelen kullar...

 

Ademin donu, Allah’ın donudur.

 

Destur erenler! Erenler, gerçeğe hü! Dedeyle bir muhabbet edelim, müsaade edin de birkaç soru soralım. Evet dede, Mürşid-i Noksani diyorsunuz.

 

Noksani Baba’nın sözüdür bu; “Beni halden bilene anlat, halden bilmeyene anlatma.” Hizmeti er kişi yapar, her kişi yapamaz.

 

O, nasıl bir er kişidir?

 

O, bir işi Allah için, Hakk için yapıyorsa, o hizmet tamam. Desinler, gösteriş için yapıyorsa, boştur.

 

Peki, kim yol gösterecek? Pîr, mürşit diyoruz, bu kelimelerin tam manâsı nedir?

 

Arayan Mevlâ’yı bulur. Arıyorsa, mürşid-i kâmil’i de bulur, pîri, rehberi de bulur. İki aşama var; ruhun gıdası muhabbetle, sohbetle giden yol. Nefsin gıdası da meydanda işte, yediğimiz gıdalar. Ama bununla anlaşmak lâzım. Yalan söylüyorsa, yediği yemekle anlaşmamıştır. İnsan olmak için eline, beline, diline sahip olacaksın. Bu, Hacı Bektaş’ın sözüdür.

 

Nasıl arayacak?

 

Senin annen, baban var mı? Var.

 

Kaç yaşındasın? 28.

 

İnsan olmak için eline, beline, diline sahip olacaksın. Bu Hacı Bektaş’ın sözüdür. Eline, diline, beline sahip olmayan insanlar öylesine gelir giderler. Turisttir, ziyaretçi değildir.

 

Gerçek ziyaretçi eline, diline, beline sahip olacak, öyle mi?

 

O, ziyaretçidir.Bir de kâmil adamlar var. Bunlar kötülükten elini eteğini çekmiş, kötü huylardan, hırsızlıktan, hovardalıktan, kötü ahlâktan elini çekmişlerdir.

 

Eskiden cem cemaat topluluğu nasıldı?

 

Onlar 50 sene evveldi. Onların pîri, mürşidi, rehberi vardı. Her sene dede gelir, cem yapar, musahip bağlardı. “Musahibi olmayana lokma yok” derdi. Musahip olmayanlara tercüman lokması verilmez, onlara ayrı bir lokma yapılırdı. Birkaç kişi musahip bağladılar, ben de sesimi çıkarmadım. Ben istiyordum, kibirli bir çocuk peşime düştü, “Pîrini, mürşidini bul, bir musahip bul, bu yolu seç. Onunla olma, filanla ol” dedim, bir güzel oldu. Soğuk Dede derler, Adıyamanlıdır. 4 kişiyi musahip ettim. Bildiğim şekildeki 12 hizmeti orada görmedim. 12 hizmet bundan 50 sene evvel vardı, şimdi yok.

 

Bizi bu konuda aydınlatır mısınız? O zaman nasıl gidiyordu?

 

Pîri, mürşidi, musahibi vardı. Kurallar içerisindeydi her şey. Adamlar musahipsiz gelmezdi.

 

Talipleri vardı, talipler bağlıydı onlara...

 

Dedeyi dede yapan, talibidir, Şıhı Şıh yapan, dervişidir. Hocayı hoca yapan, talebesidir. Gerçek talip, dedeyi keramet sahibi yapar. Gerçek derviş de şıhı keramet sahibi yapar.

 

Sizin orada öyle mi nitelendiriliyor?

 

Evet. Talip gerçek olmazsa, dede bir şey veremez. Keramet gösteremez dede.

 

Peki, cemlere girdiğinize göre, gördünüz. Şimdi pençeliler, arıklılar var... O zaman nasıldı?

 

Geçmişi anlatsam ne olacak?

 

Biz onları duyalım. Şimdi zaman değişti, diyorsunuz?

 

Getir pîrini, mürşidini, anlatayım. Yoksa ben anlattım, neye yarar bu? Lafla gölü deniz kadar yağ belleme yavrum. Anana babana sor bakalım. Pîriniz, musahibiniz, mürşidiniz var mı? Var.

 

Babanın var mı? Var.

 

Baban sana bir şey anlatmadı mı?

 

Onun anlattığı başka. Bir de sizinkini dinleyelim.

 

Bak, bundan kaç sene önce İbrahim Ökem vardı, Anayasa başkanı. Dedi ki, “Allah’ı var eden insanlardır. İnsanların olduğu yerde o vardır.”  Neyle Allah’ı çağırıyor? Kelâmla. Allah diyor ki, “Çağırdığın yerde hazır ve nazırım. Ama saf, temiz, eline, diline, beline sahip olanı getir bana.” Kolay değil, buraya bir-iki milyon insan gelmiş, ama kaç tanesi inançlı? Kimseye karışmam. Daimi diyor ki, “Ben beni bilirsem, elden bana ne?/ Mandanın, camızın yattığı yoldan bana ne?” Fevzi Ak diyor ki, “Ey gönül, serseri gezme, Hakk’ı aş, ol kimsenin dedikodusunu etme, koyun kendi ayağından keçi kendi ayağından asılır.” Bu da Behlül Dane’nin oyunudur. Adam bir gün gelmiş kasap dükkânının önünden geçerken, “Ahmet Bey, kardeşim, sen bu kadar vuruyorsun, kırıyorsun, baktım ki koyun kendi ayağından, keçi kendi ayağından asılıyor. Senin günahın da bende yokmuş” diye gülmüş. Kimsenin günahını kimse kötülemez, kimsenin günahını da kimse affettiremez. Öyle kolay değil.

 

Kolay yollar, kolay işler değil. Pîr lâzım, eline, diline, beline sahip olmak lâzım, her şeyin başı o.

 

Hacı Bektaş’ın sözü, temel düsturdur, abdesttir. Ama pazara kadar değil, mezara kadar gidecek. Bugün var, yarın bozulursa hiçbir anlamı yok. Mezara kadar bozulmayacak.

Harabi diyor ki, “Söyleme boşuna yalan,  dinlemem. Bir pak mürşide bağlıyım, ben de senin gibi 5 vakit kirlenmem, hiçbir zaman bozulmaz abdestim benim.” Harabi kimden aldı? Hilmi Dedebabadan aldı. Hilmi Dedebaba da Hacı Bektaş’tan aldı.

Yunus kimden aldı? Bir çuval ardıç götürdü, bir çuval buğday istedi Hacı Bektaş da diyor ki, “Her şekilde erenlere söyleyeceksin.” “Yok” diyor, “Ben kıtlıktan dolayı buğday istiyorum.” Derken buğdayı alıyor, yarı yoldan geri dönüyor. “Ben nefes istiyorum.” “O zaman Tapduk’un kapısına.

Taptuk’u kim yetiştirdi? Hacı Bektaş.

Yunus’u kim yetiştirdi? Taptuk Emre.

Mürşidi var mıymış? Varmış, değil mi?

Harabi'nin mürşidi de Hilmi Dedebabadır.

 

Söyleşi: 1998 –  ABDAL MUSA  TÜRBESİ ÖNÜ, TEKKE KÖYÜ,   ELMALI- ANTALYA

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile