DERVİŞ TUR

DERVİŞ TUR

 

(BABA MANSUR OCAĞI, Erzincan/ Çayırlı Kazası Başköy – 1936)

 

 

DERVİŞ TUR DEDEYLE SÖYLEŞİ

 

AYHAN AYDIN

 

BİRİNCİ BÖLÜM

 

YAŞAMI VE ALMANYADA ÖRGÜTLENME...

 

Dedem: Bize kendinizi anlatmanızı istiyorum. Yaşamınız hakkında neler söylersiniz. Ne zaman nerede doğdunuz, çocukken yaşam koşulları nelerdi?

 

Erzincan’ın Çayırlı Kazası’nın Başköy denen köyde, nufusa göre 1936’da doğmuşum. 38 depremini iyi hatırladığıma göre daha önce doğmuş olabilirim. 38 Depremin’den sonra Erzincan’ın Ulalar yanında ki Mitini Köyü’ne taşındık. Mitini Köyü’de dışardan dolma bir köydü. Eskiden Ermeni köyümüş. Sonradan dışardan gelen Alevi kökenli aileler yerleşmiş. Köyün bir kısmı ağırlıklı Şadıllı Aşireti, Bir kısmıda Karsanlı Aşiretinden oluşuyordu. Bir kaç ev’de Areyli Aşiretinden vardı. Seyyid ocağı olarak, bir ev Ağucan, bir ev Pir Sultan ve Baba Mansur ocağı olarak bir ev de biz vardık. Köyde depremden sonra büyük yıkıntı olmuştu. Alevi köyü olduğu halde cem cemaat yapılmıyordu. Benim babamın Başköy’den oraya göç etmesiyle, bizim evdamı denen büyük damda cem yapmaya başlandı. Çünkü dedem ve babam bizim eski köyde de cem yapıyorlardı.

Fakat cem yaparken, öğreti ve ibadet cemini yapıyordu. Çevredeki taliplerden görülmek isteyenler olmuştu. Çok eski devirde, büyük dedelerimizden kerametli bir dedemizin nüfus edip, (dualıyarak) evlatlarına bıraktığı bir “Asa” vardı. Buna Aleviler içinde sitem tarik’ı denirdi. Dedemin tarik’ı bizdeydi. Babam evvela kendisi her sene kendi Pir’lerinde görülürdü. Ondan sonra her Perşembeyi, Cuma’ya bağlayan gece, görgü Cemi’ni yaparak, gelen taliplerin görgü erkânını yapardı. Bu Cemler onuncu ayda başlardı, taa 21. Mart Nevruz haftasına kadar devam ederdi. Bu Görgü cemlerine talipler Palanga’dan, Ağgi, Mığar, Surbahan, Harabedi,  Geçit, Bırastik, Karşı Kürt Köyünden (Fırat’ın karşı yakasından) gelir, görülürlerdi. Bu görgü Cem’leri sabaha kadar uzardı. Kurbanlar tığlanırdı ve pişerdi. O yüzden uzun sürerdi. Bu şekilde Mitini köyünde, 1950 – 51’e kadar bu görgü cem erkanlarını babam Seyyid Haydar Dede yürütürdü. O zaman ben çocuk’ken, o tarık’ın önünde çırağcı olarak mum tutardım. Bir değimle Delil uyarırdık. Ben o tarık’ın önünde çerağı tutarak, o cemlerde hizmet ederek büyüyen bir kişiyim. 1951’de Ankara’ya geldikten sonra, tabii o şekilde görgü cemleri devam etmedi. Yinede evimizde Muharrem ve hızır aylarında bize gelen talipler ile cemler yapılırdı. Ayrıyeten Erzincan’dan Sivas’dan Tunceli’den, Malatya’dan bize gelen misafir Dede’ler ilede devamlı ev cemleri yapılırdı.

Ben hayatımda ilkokulu Erzincan’da bitirdim. Meslek Çıraklık Okulunu Ankara 4. Kademe Askeri Okulunda bitirdim. Orada otomobil tamirciliği öğrendim. Bir zaman Ankara’da tamirhanelerde çalışırken asker oldum, askerlikten sonra da Ankara Devlet Su İşleri Makine İkmal Dairesi’nde yine otomobil araba tamirci ustası olarak işe girdim, çalışıyordum.

 

Dedem;Almanyaya gidişiniz nasıl oldu?

Devlet Su İşleri’nde otomobil tamir ustası olarak çalışırken, 1966’da Almanya’ya gittim. Gençliğimde inancıma bağlı olduğum için, Almanya’ya gittiğimde, beraberimde  İmam Cafer Buyruğu, İmam Ali Byuruğu, Hüsnüye ve Kumru ismindeki, Sefer Aytekin’in 1955’de Ankara’da bastığı bu dört kitabı beraberimde götürmüştüm. Almanya’da Köln şehrine gitmiştim. Köln’e gider gitmez, ikinci hafta Almanca öğrenmek için kursa başladım. O devirde, hepimizde para kazanmak için gurbete çıkmıştık. Ben, hemen 10 ay sonra çocuklarımı da yanıma getirdim. Bu arada kendi mesleğimde bir tamirhaneye işe girdim. Orada çalışırken Almanya’ya gelişimin ikinci senesi dolmuştu. “Arbeitsamt” dediğimiz İş ve işci bulma kurumu benim lisanım iyi olduğu için, almanca hocalığı yapabilmek için, Bad Arolsen’a hocalık kursuna gönderdi. O kurstan sonra, oturduğum kazada iki sene de gelen Türk işçilerine, Almanca kurs vermeye başladım. Bu kurs, beş duyuyla öğretilen bir sistemdi. Hem film hareketi, hem söylemleri işitiyorsun, hem yazdırıyordum, hem de kitapdan okutuyordum. O yüzden öğrenme sistemi çok kolaydı. Hem işimde çalışıyordum, hem de Cumartesi Pazar da Türklere lisan kursu vermekle meşguldum.

1970’de işten ayrıldım, ticarete atıldım. O zaman Almanya’da ravanjda olan eksportculuk vardı. Halı, kilim, tekstil gibi ev eşyaları ve yiyecekde olduğu için, market şeklinde iş yerimiz vardı. Bizler ailece uzun yıllar ticaretle uğraştık. 1977’de Rüsselsheim’da ev satın aldık. Oraya taşındıktan sonra yine ticarete devam ettik. Neticede 1985’de Almanya’ya getirdiğimiz çocukların bir kısmı büyümüş, evlenme çağına gelmişlerdi. Artık düğünler yapılmaya başlanmıştı. Bir düğünde, Çorum’lu, İsmail Yağlı hocayla tanıştık. O Ankara Gazi Enüstü mezunuydu. Onunla düğünden sonra bizim eve geldik. Bizim evde, Sünnilerin cami açtıklarını, çocuklarını Pazar günleri camiye götürdüklerini, inançlarına sahip olduklarını konuştuk. Üzülerek, bizim Alevi toplumu çocuklarına sahip çıkmadıklarını, yalnız kazancın arkasında  koştuklarını konuştuk.

Biz bunu nasıl ederiz de, toplumumuzun çocuklarına sahip çıkmalarını sağlarız, iki kişi olarak uzun uzadıya konuştuk. Tabii yalnız iki kişi olarak bir karar veremedik. İsmail Yağlı “benim bir tanıdığım var onun elinde belge var. Almanların istatistiklerine göre hapishanedeki küçük çocukların yüzde altmışı Alevi kesiminin çocukları olduğuna ilişkin bir belge. Bu belge, elinde olan adam, yakında bize gelecek. Onu sana getirim de, o belgeyi birde sen gör” dedi. Bir zaman sonra o dediği kişi gelince bize geldiler.

Hakikaten adam o belgeyi bana gösterdi. Doğruydu. Bu sefer “Ne yapabiliriz? Bu toplumumuzun çouklarını bu yanlış yoldan nasıl kurtarabiliriz?” diye düşünmeye başladık. Onlar dernek kuralım, dediler. Ben de derneklere karşıydım. Çünkü dernekler yakın geçmişte bizim inançlarımıza karşı gelmişlerdi. Ben o yapılan yanlışlıkların canlı şahidi olduğum için, Dergâh kuralım dedim. Ama o zamanlar “Dergâh’ın içini dolduramayız, o seviyede bilinçli insanımız, Dede’miz yok” dendi. Onun için yine dernek kurmaya karar verdik. Ama nasıl ve kimle? İsmail bey, Wiesbaden şehrin’de Erzincanlı olan bir öğretmen var, ismi Ahmet Aydemir. Ben onunla tanışıyorum, konuyu ona anlatırım. O yanında bir kaç Alevi getirir, ben de birkaç kişi getiririm, sen de Rüsselsheim’daki Aleviler’den birkaç kişi getir, böylece bir toplanalım, Bakalım. Gelen Aleviler bu düşüncemize nasıl bakıyorlar. Bunlar bizimle bu yola çıkarlar’mı? Bize ne gibi önerilerde bulunacaklar. Bizde buna göre ne yapacağımızı düşünürüz. Çalışma sistemimizi ona göre belirleriz diye  kararlaştırdık.

Bir kaç ay sonra 1985’in sonbaharı’nda, nihayet o tarihte İsmail Bey dört beş kişi, Ahmet Aydemir dört beş kişi, ben de bir o kadar kişi topladık, Rüsselsheim’da benim oğlumun kafeteryasının alt katında ilk toplantıyı yaptık. Başka yer de yoktu zaten. Toplantıda İsmail Yağlı Alevi çocuklarının sahipsiz kaldığını, ben Dede soyundan geldiğim için Alevi inancının kaybolmak üzere olduğunu, Ahmet Bey askeriye de okuduğu için okullarda başına gelenleri anlattık. Nihayet bir dernek kurmaya karar verdik. Fakat derneği kuracağız ama, tüzüğünü kim hazırlayacak, buna kimler katkıta bulunacak, başka hangi insanlarla çalışıcağız, bu konuda hiç birimizin bilgisi yoktu.

Rüsselsheim’da tercümanlık yapan Kemaliye Ocak Köyü’nden, Hıdır Abdal Ocağı Seyyidlerden Veli Ocaklıoğlu tercümanlık yapıyordu, ondan yardım istedik.  O sağ olsun, bize yardımcı oldu,  ilk tüzüğümüzü altı ay içinde hazırladı, bize teslim etti. Bu arada kim başkan olacak diye düşünüyorduk. Hepimiz çekiniyorduk. Ben ticaretciyim benim ismimle olmasın diyordum. Ahmet Aydemir ben memurum, benim ismimle olmasın diyordu. İsmail Yağlı sağ olsun, “tamam” dedi. “Benim evimin adresini verin, benim ismimle olsun” dedi. İsmail Yağlı’nın evinin adresini vererek Mainz Belediyesi’ne resmen müracat ettik. İki ay sonra bize İslam’da böyle bir inanç yoktur diye bir yazı geldi. Yani kuruluş dilekçemizi, kabul etmemişlerdi.

O zaman Ahmet Aydemir ile Veli Ocaklıoğlu bir araştırmaya girdiler. Fransız ve Alman ilim adamlarının bir kitabında, Anadolu Aleviliği ile ilgili bir belge buldular. O belgeyi ve o kitabın kapağını kopya ederek, tekrar tüzük ile birlikte belediyeye geri gönderdik.

Biz bu kuruluşun resmileşmesi için iki yıla yakın uğraştık. 1988’in ilk aylarında “Alevi Bektaşi Kültür Derneği” ismiyle Almanya’daki ilk Alevi derneği kurulmuş oldu. Aynı sene kardeşim Hüseyin’in kurucularından olduğu Köln Mühlheim’da Varlığını sürdüren Hacı Bektaş Kültür Derneği’de kururldu. Bizim derneğin kuruluş aşamasında, İsmail Elçioğlu içimize katılmıştı (Allah sağlık versin). Biz kurucu heyeti olarak, ben, İsmail Yağlı, Ahmet Aydemir, İsmail Elçioğlu, Sabit Yıldız,  Musa Bakır, Durak Albayrak, Mainz derneğini kurduk. Köln’de de kardeşim Hüseyin Tur, Niyazi Bozdoğan ve onların kurucu yönetimindeki canlarımız öncü oldular, onlarda Köln’de kurdular. İşte bu iki dernek, asıl Avrupa’da Alevi yapılanmasında kurulan ilk derneklerdi. Sonradan içimize katılıp bizimle çalışıp emek veren yüzlerce Alevi canlarımız oldu. Bizler bu Alevi yapılanmasında başarılı olmamız, sonradan içimize katılıp bizlere destek veren canlarımızın yardımıyla olmuştur. Kurduktan sonrada hepimiz derneklerimizi çoğaltmak için var gücümüzle çalıştık.

Şimdi başladık, Kassel’de bir dernek kurduk. Diusburg’da bir dernek kurduk. Stadt Allendorf’da, Heilbron’da, Frankfurt’ta ve Stuttgart’da olmak üzere, 6 dernek kurduk. Bunlar ilk kurulan derneklerdir. Yedinci dernek ise Avusturya St. Pölten’de İsmail Tanyeli’nin kurduğu dernek oldu. Bu derneklerin başında Mainz, Wiesbaden, Rüsselsheim ismi altında kurduğumuz bizim dernek, bir Federasyon gibi merkezi dernekti. Toplantıları bizim dernek tertip ederdi. Seminerleri konuşmacı olarak, Ben, Ahmet Aydemir, İsmail Yağlı ve İsmail Elçioğlu birlikte yapardık.  Bu yedi dernekle başladık. Hepsi de bir yumruk olduk, birleştik, hep birlikte çalışmaya başladık. Çalışırken dernek toplantılarında bir baktık ki, Çorumlular, Erzincanlılar, Sivaslılar, hepisi 24 ayar Alevi olduklarını iddia ediyorlardı. Böyle bir ayrımcılık olacağını hiç düşünmemiştik. Bu durum bizleri çok şaşırtmıştı.

 

Dedem, Federasyonun Kuruluşu nasıl ve ne zaman oldu?

Bir gün Kassel’de bir toplantımız vardı. Ve orda dernekler arasında bu tartışma oldu. Sonra toplantı bitti, biz yola çıkınca ben çok duygulandım. Benim arabamda İsmail Yağlı, Ahmet Aydemir, Musa Bakır vardı.  “Beyler, biz Aleviliğe hizmet edelim derken, bence biz Aleviliği ihanet edeceğiz” dedim. Onlar şaşırdılar. “Niye başkanım”, dediler. “Bakın, benim bildiğim Alevilik tekdir, özü hiç bir yerde değişmez. Ama burda gördük ki, her yörenin insanı en iyi Alevilik bizimki dir diye, ayrılıklar, farklılıklar ortaya çıkartmaya başladılar. Ya biz bir üst inanç kurul kuracağız, bütün dernekler o üst kurulun uyguladığı Aleviliğe tabi olacaklar. Eğer bunu yapamayacak’sak, gelin biz bu işden vazgeçelim veya dernekleri kapatalım”.

O zaman Allah rahmet eylesin, Musa Bakır, başkanım dedi; “Sen siyasete bulaşmadığın için bilmezsin. O üst kuruluşa Federasyon derler. Ben size yeni bir tüzük getireyim de, bir Federasyon, kuralım” dedi. O gece o arabanın içindeki bu konuşmalarla Federasyon kurulması kararı alınmıştı. Ondan sonra Federasyonu kurmak için tüzük hazırladık, çalışmalar yaptık. Bu arada da bize hiç durmak yoktu. Dernek kurmak için şehir şehir ve memleket memleket geziyorduk. Yani Almanya’da değil, Fransa’ya, Hollanda’ya, Avusturya’ya, İsviçre’ye gidiyorduk. Amaç, bir Alevi derneği daha kuralım diye. Bu iki sene içinde bize katılan hayli dernekler oldu.

Kurucuların tümünün hedefi birdi, amacı birdi, hiç kimse diğerinin fikrinin dışına çıkmazdı. Bir bütün olarak çalışıyorduk. Netice de 17 Ocak 1991 tarihinde Alevi Cemaatleri Federasyonu ismi altında, Federasyon’umuz resmiyet kazandı. Henüz bir yeri, yurdu yoktu. Bütün işleri evlerde yapıyorduk. Bizim mustakil kendi evimiz olduğu için, çok zaman bizim evde ve oğlum Yusuf’un kafeteryasında veya bizim ofisde toplantılar yapardık. Son zamanlarda alman belediyelerinin salonlarını kiralayarak toplantılarımızı yapardık. Tümüyle bu işleri kendi maddi olanaklarımızla karşılıyorduk.

1991 yaz aylarıydı, 60 m2 bir yer kiraladık. Burada hem Federasyon hem de Mainz, Rüsselsheim, Wiesbaden adına kurduğumuz dernek ile birarada çalışacaktık. Aynı zamanda merkezi yer olarak açılışını yaptık. Açılışını yaptığımız bu yerin, bizim için manevi değeri yüksek, kutsal bir dergâh gibiydi.  Yeri kiraladıkdan sonra, kapının önüne yüz tane kadın terliği, yüz tane de erkek terliği aldık. Benim ve  hepimizin fikri şuydu; Nasıl ayakabıların kirleri dışarada kalıyorduysa, insanların da her türlü ön yargıları, farklı fikirleri, siyasi görüşleri tümüyle bu kapının dışında kalmasını istiyorduk.[1] Bu binanın içine sadece ve sadece Alevi inancı ve bu inança inanan insanların girmesini arzu ediyorduk. Bizler bu kuruluşları, bu istekle ve bu niyetle kurduk. Benim başkanılğım döneminde, bu şekilde 30 Ekim 1993’e kadar, Federasyon çalışmalarımız ve inançsal hedefimiz, değişmeden devam etmişti.

 

 

Dedem, Avusturyada Alevi derneğinin kuruluş  mecarasını ve oraya gidişinizi anlatırmısınız?

İlk derneklerimizi kurarken Federasyon kararı almıştık ki, kendi bölgemizde bir Alevilik semineri verecektik. Bu seminerde topluma Alevilerin örgütlenmek mecburiyetinde olduklarını anlatacaktık. Bu toplantıyı yaparken, Avustarya St. Pölten şehrinden Erzincan’lı İsmail Tanyeli bu haberi almış, gelip bizim toplantımıza katılmıştı. Toplantımızı dinledi, hatta söz istedi. Kısa bir konuşma yaptı ve sonunda bize şu teklifte bulundu; “Beyler, benim Avusturya’da olduğum bölgede böyle bir kadro yok, beni destekleyecek bir kimsede yok, Dede yok, konuşmacı yok, ben orada yalnız sayılırım. Orada eğer bir dernek kurarsam, bana destek verirmisiniz" diye talepte bulundu. "Ben derneği kurduktan sonar, sizi Avusturya’ya davet edersem, bu kadroyla gelip orada Alevilik üzerine seminer verir ve cem yaparmısınız?” Biz de kendisine söz verdik. Kendisine “eğer sen orda bir Alevi derneği kurarsan, bizde bu yardımı sana yaparız” dedik. 1991 baharı olmuştu, İsmail Tanyeli’den telefon geldi; “Başkanım, ben derneği kurdum. Bu yakın tarih’de salon tutabilirmiyim?” diye derneğin kuruluşunu bizlere bildirdi ve vermiş olduğumuz sözü yerine getirmemizi istedi. Biz yönetim kurulu, kendi aramızda konuştuk. Çünkü oraya hem Aleviliğin özgeçmişini anlatabilecek, hem de orada cem tutabilecek bir kadro ile gitmemiz gerekiyordu.

Ben Derviş Tur olarak yöneticilik yaptığım için Dede’lik yapmıyordum. Çünkü ikisi bir arada olmazdı. İçimizde tek cem yapan, Niyazi Bozdoğan Dede’idi. Kardeşim Hüseyin Tur vardı. Biz onlara durumu anlattık. Dedik ki, biz Aleviliği anlatacağız, sizler de bizimle Avusturya’ya gelip cem yapacaksınız. Eğer söz verirseniz, Bizde Avusturya’ya evet diyelim. Onlar da evet, deyince, biz İsmail Tanyeli’ne telefonla Mayıs’ın son haftalarına salon tutarsan, biz tam kadro geliriz diye bildirdik

İsmail Tanyeli İki hafta sonra, salonu tutduğu tarihi bize bildirdi. Bende onun bildirdiği tarihe iki münibüs ayarladım. İki münibüs dolusu, Cuma günü gideceğiz, Cumartesi hem seminer verip, hemde cem yapacağız. Biz Avusturya’ya gitmeye hazırlanırken, Perşembe günü İsmail Tanyeli ile aynı binada oturan bibimin oğlu Ali Rıza Engin telefon etti. “Dayı sakın gelmeyin, bu gece Viyana’daki solcular İsmail Tanyeli’nin evini bastılar, demir sopalarla dövdüler, öldüreceklerdi, ama oğulları kurtarmış, İsmail Tanyeli ve oğlu yaralanmışlar, şimdi ikisi de hastanedeler, dedi. Viyana’daki solcu örgütler, bütün evlere kağıt dağıttılar, Almanya’dan gelen ekibi öldürecekler, bu toplantıya gitmeyceksiniz ve bu cem yapılmayacak, dediler. Bu yazılı bildirileri kapı kapı gezip herkese vermişler. Oraya giden ölümüne gidecek diye toplumu tehdit ettiler, dayı ne olursunuz gelmeyin”.

Ben telefonda dondum kaldım. Benim hanımda karşıda tezgahta benim durumumu anladı ki, ne oldu, telefon nereden geldi diye sordu. Eşim telefonun yine bir tehdit olduğunu anlamıştı. Çünkü bizler zaten her zaman tehdit ediliyorduk. Olayı kendisine anlattım ve sonra birkaç dakika sessiz kaldık. Şimdi biz öleceğimizi hiç düşünmüyoruz, ama götüreceğimiz insanları düşünüyoruz. Ya onların başına bir iş gelirse?

Bu arada hanımım dedi ki, niye bu kadar düşünüyorsun! “Bizim kanımız Hz. Hüseyin’in kanından mı kırmızı. Hz. Hüseyin’i de Küfe’ye çağırdılar. Hz. Hüseyin eğer Yezit’e teslim olsaydı, başını vermeseydi o da Hz. Hüseyin olmazdı. Eğer biz buradan geri adım atarsak, sol kesim bize imkan vermeyecek, artık her yerde bu baskıyı yapacaklar. Biz de bu Alevi birliğini kuramayız”. Haylı düşündük ne yapalım diye! Ben Federasyon Başkanıyım ama, derneğimizin başkanıda İsmail Yağlı, hanımım dedi ki, İsmail beye telefon edelim, bakalım o ne diyor.

Açtım telefonu İsmail Yağlı’ya başkanım dedim, “biz yarın Avusturya’ya gideceğiz, fakat Avusturya’da böyle bir olay olmuş. İsmail Tanyeli ve büyük oğlu yaralı hastanedeler, zor kurtulmuşlar” diye anlattım. İsmail Yağlı da aynı şekilde telefonda dondu, ses yok. İsmail Bey, başkanım  sen ne düşünüyorsun dedim, İsmail bey, şuan birsey düşünemiyorum, siz ne düşündünüz diye bana sordu. Bende, “ben ve hanımım geri adım atmayalım diyoruz. Eğer bu sefer biz korkarda Avusturya’ya gitmezsek, bundan sonra hiçbir yerde bize fırsat vermezler, derneklerimizi kapattırırlar. Onun için ne pahasına olursa olsun geri adım atmayalım diyoruz”. İsmail bey, size katılıyorum, tamam gideceğiz. Amma! sakın diğerlerine haber verme, ekip bozulursa gidemeyiz dedi.

Kimseye söylemedik.Biz sadece üç kişi biliyorduk. Ben münibüsleri hazırladım, haliyle korkuyoruz. Ben gittim 9 tane kazma sapı satın aldım. Ne olur, ne olmaz, icabederse kendimizi bu sopalarla müdafa ederiz. Kazma saplarını münübüsün döşemelerinin altlarına yerleştirdim. Cuma günü oldu. Köln’deki cem kadrosu, Niyazi Bozdoğan, Hüseyin Tur, Gürani Doğan, Aşık Mehmet geldiler. Bizdeki kadroda geldi, bizde toplandık, öğlen yemeği yedik.

Ben Avusturya’yı aramıştım. İsamil Tanyeli ve oğlu imza atıp gönüllü olarak hastaneden çıkmışlardı. Onlar da kararlıydı. İsmail Tanyeli bana dediki, “siz geleceksiniz, fakat şehire girmeden 40 km kala bir benzinci var, o benzincide bizi bekleyeceksiniz. Sizi kendi arabalarımıza alacağız, sizin arabaları götürüp saklayacağız” dedi. Şimdi bunu bildiğim için, oraya gece yarısı gitmek için arkadaşları devamlı oyalıyordum. Geciktik, artık yola çıkalım diyenlere, önemli değil, gece daha rahat yol alırız diye cevap veriyordum. Çünkü gece saat 24’den sonra söyledikleri benzinciye varmamızı istiyorlardı. Onun için öğlen yemeğini geciktirdik.  Saat 16.00’ya kadar oyaladık, minübüslere saat 16’dan sonra bindik yola çıktık.

Öyle ayarladım ki, gece yarısı orada olacağız. Ben kendi kullanacağım münibüse konuşmacıları, Dede’leri aldım. Çünkü kazma sapları benim arabamda idi. Tam arabaya biniyorlar, kardeşim Hüseyin binerken kazma saplarını gördü, “abi bunlar ne”, dedi. Yüzüne baktım! (Her taraftan tehdit ediliyoruz) “Ne yapacaksın, arabanın sahibi onları oraya koymuş” dedim. Ama tabii o da anladı. Ben direksoyona geçtim, İsmail Yağlı dernek başkanı yanıma oturdu. İsmail Elçioğlu, Ahmet Aydemir, Sabit Yıldız, Niyazi Bozdoğan, zakirler birlikte gidiyoruz. Çok da güzel bir muhabbet var. Kurmuş olduğumuz derneklerin dışında bir de şimdi Avusturya’ya taşmamız, bizi ziyadesiyle heyecanlandırıyordu. Bu nedenle çok mutluyduk. Çok güzel sohbet ede ede gidiyorduk. Evden 50 km kadar uzaklaştıktan sonra, otobanda İsmail Bey’in yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı, “artık söyleyelim” dedik.

Ben dedim ki, “beyler biliyormusunuz, bizler Kufe’ye gidiyoruz”. Bunu der demez o muhabbet bıçak gibi kesildi. Ani bir sessizlik oldu. İsmail bey sessizliği bozduktan sonra, ne oldu, nedir diye sormaya başladılar. İsmail Yağlı dedi ki; Derviş Dede olayı daha iyi biliyor, o yüzden kendisi olayı anlatsın. Ben olan olayları anlattım, artık arabayla otobanda gidiyoruz, istesede, istemesede kimsenin geri dönecek hali yoktur.  Yalnız, “neden daha evvelden bize söylemedin, Söyleseydin bizde ona göre tedbirli gelirdik” dediler. Ben de kusura bakmayın, ben daha evvelden söyleseydim, belki bu kadro dağılabilirdi, onun için söylemedik. Hepsi de sonradan dediler ki, çok iyi etmişsin bize söylememekle. Hz. Hüseyin bu yola baş vermiş, biz de gerekirse aynı şekilde vermeye hazırız dediler. Kardeşim Hüseyin’in sorduğu sopalarda işte o yüzdendir dedim. Eğer bizim yolumuzu kesenler olursa o sopaları kullanacağız. Artık ondan sonraki sohbetimiz, ne yaparız nasıl davranmalıyız diyerek yola devam ettik. Gece yarısı 24.00’de söyledileri noktaya gittik ki, İsmail Tanyeli dört arabayla gelmiş kafası, kolu sarılı bizi bekliyorlar. Bizi kendi arabalarına aldılar. Bizim arabalarımızı götürdü sakladılar.

Fakat bizi öyle dağıttılar ki, biz kimin nereye gettiğini bilmiyoruz. Yalnız ben dedim, yeğenimin evine gideceğim, Bizi yeğenimin evine götürdüler. Sabah kalktık tam kahvealtının üzerindeyiz, bir baktık İsmail Tanyeli nefes nefese üst kata geldi. Başkanım dedi, polis beni aradı, salonda bomba ihbarı var, galiba toplantıyı yaptırmayacaklar. Avusturya’da Almanca konuştuğu için ben hemen tereddüt etmeden oraya gidelim dedim. Beraber gittik. Polisler köpeklerle salonun önündeler, yanlarına gittik. İsmail Tanyeli Beni tanıttı. “Polis komseri bakın salona bomba koyduk ihbarı var. Bu toplantıyı yaptıramayız” dedi. “Biz bu riske giremeyiz”. Ben Komiser’den şu ricada bulundum.

Bakın dedim, bunlar korkutmak için blöf yapıyorlar, Gelin bizde hep beraber salonun içini ve dışını arayalım. Göreceksiniz hiç bir şey yoktur, bunlar Almanya’da da bu gibi hareketlerde bulunuyorlar. Onun için ben hiçbir şeyin olmadığına inanıyorum. Bu teklifimi Komser kabul etti. Salonun evvela dışını, içini, üstünü her tarafını aradık, hiç bir şey yok. Orda benim doğru olduğum ortaya çıktı. Ben Komiserden şu istekde bulundum. Bu saat’den sonra burası polis kontrolu altında kalmalı. İçeriye giren herkes polisler tarafında üstü ve çantaları aransın. Polis Komiseri’de  zaten biz sizi korumakla görevlendirildik, merak etmeyin şeklinde konuştu.

            Biz gittik: O arada hemen evlere haber vermişler, bomba var diye. Bizler de gençlerin yardımıyla hemen hareket ettik, bomba filan yok diye, herkese duyurduk. Saat. 14.00 oldu. Ben de dahil kadın erkek herkes aranacak, dedik. O toplatıya giren herkesi arayarak içeri aldılar.

Avusturya’da ilk kez bir cem yapılıyor ve ilk kez bir Alevilik semineri veriliyordu. Bu nedenle olayı daha evvelden duyanlar, bomba olayını duymayanlar akın akın oraya gelmeye başladılar. Viyana’dan da çok gelen olmuştu. Bizden Ahmet Aydemir; Aleviliğin Öz Geçmişini, İsmail Yağlı; Aleviliğin Dünü ve Bugününü, İsmail Elçioğlu; Sol Guruplara Cevap ve Derviş Tur olarak ben Alevilik İnancı ile ilgili konuşma yapacaktık; Bir yandan da ben salonun idaresine ve kapıya bakıyordum. Onun için konuşma sırasını en son bana verdiler. Çünkü ben, İsmail Tanyeli ile beraber oraları kontrol ediyor, gözetliyorduk.

Yine bir bomba ihbarı yapmışlar. Ben durumu tekrar izah ettim. Sorumluluğu ben alıyorum dedim. Ama yine bir arama daha yapıldı, yine bir şey yok. İsmail Tanyeli yanıma geldi. “Başkanım bak dışarıda şu gelen gurup Viyana’daki solcuların adamları, bunlar içeri girmek isteyecekler, Polislere söyle içeri sokmasınlar”. Ben camdan baktım, 16 ile 30 yaş arasında bir genç gurup, 10 veya 15 kişi. Ben dedim ki, hayır onları bana bırakın, onları ben içeri alacağım. Şaşırdılar. İsrarla bana sen tanımıyorsun bunları, bunlar içeride olay yaratırlar, bizi dinlersen içeriye alma dediler. Fakat ben dinlemedim üzerlerini ve çantalarını arattırarak onları içeri aldım. Girdiler içeriye, ben karışladım. Hasan Caner ile İsmail Tanyeli o derneği kuran kişiler oldukları için siz gidin, hiç görünmeyin dedim. Çünkü tartışabilirlerdi.

Buyrun evladım, kardeşim hoş geldiniz, neye geldiniz, dedim.  Seyredeceğiz, dediler. Buyrun seyredin, dedim. En yaşlıları! Siz burada ne yapıyorsunuz? diye bana soru yöneltti. Biz burda Alevi toplumuna Aleviliği anlatacağız ve Alevilerin ibadeti olan cemi yapacağız, diye yanıt verdim. “Sizi T.C. gönderdi değil mi! Siz T.C.’nin adamısınız, solun altını boşaltmak için bu dernekleri kurdunuz, değilmi? Diye bazı olumsuz sorular sorarak bizi suçlamaya çalıştılar. Ben kendilerine olayı güzelce izah ettim. Tam da benim sıram gelmişti ki, beni kürsüye çağırdılar. Ben de konuşmamı bunların sorularına cevab niteliğinde yaptım.

T.C.’nin veya kimsenin adamı değiliz, hiçbir kimseye bağlı değiliz, biz sadece Aleviliğe hizmet ediyoruz, dedim. Konuşmalar bittikten sonra hemen otuz dakika ara verildi. Yerler serildi ve ceme başladık. Cem başladı ama ben onlarla beraberim. Kendilerine şunu teklif ettim; “Şu ana kadar dinlediniz, gördünüz. Cem birlendiği zaman kimse dışarı çıkamaz, ya bizler gibi ibadet edersiniz, ya da çıkarsınız.

Fakat Cem birlenirse çıkamazsınız”. Biri dedi ki “çıkmazsak ne olacak!” Ben de, o zaman bizimle cemde ibadet yaparsınız, dedim.

            İşte polis. Bizim inancımızda Polise gitmek yok, fakat zorluk çıkartmaya kalkarsanız, görüyorsunuz ki bizim güvenliğimizi polis üstlenmiş. Biz inancımızda olan ibadetimizi yapacağız, şimdi düşünün karar verin dedim, bir beş dakikalığına oradan ayrıldım. Onlar da düşündüler. Sonra dedim ki, karanınız nedir, onlar da kalacağız, dediler. O zaman hemen hizmet sahipleri bir kilim getirdi, serdiler. Onlara orada  oturmalarını söyledim ve oturdular. Fakat o başlarındaki dize gelmiyor, ayağını uzatıyor. En son saka suyunu içmedi, lokmayı almadı, ben Hıristiyanım, dedi. Tamam oğlum, bizim her inanca saygımız var, dedim. Ama oğlum biz Muhammed’e ibadet ediyoruz, sen de Hz. İsa’yı, Hz. Musa’yı anarak ibadet yap. Ben öğle deyince, artık sesini çıkartmadı. Cemin sonuna kadar oturdular. Diğerleri gibi normal davrandılar. Belli ki Alevi çocukları, fakat anlaşılıyor ki onlara bir görev verilmiş idi. Giderken cem dağılıyor, bütün gözüm onlarda, bir şey yapmasınlar diye. Meğerse onlar Viyana’nın emriyle yapıyorlarmış. İçlerinde biri “amca bir daha gelecek misiniz?” dedi. Yanındaki diğer bir çocuk, biz de Aleviyiz, bize sizi yanlış tanıttılar dedi. İşte Avusturya’ya. Böyle bir baskı ve tehtid altında Alevi yapılanmasını götürmüş olduk.

O cemden sonra Viyana’daki örgütler; Derviş Tur, Hüseyin Tur, Niyazi Bozdoğan, Ahmet Aydemir, İsmail Yağlı’nın idam kararını almışlardı. Bu haber bize geldi. Bizi seven insanlar sakın buraya gelmeyin, dediler. Fakat iki ay sonra bir haber geldiki bizim idamımızı veren örgütler bir toplantıda tartışma yapıp üç kişi birbirini vurmuşlar. Böylelikle idam kararı ortadan kalktı ve sorun kendiliğinden çözüldü. 

 

Dedem, Duyduk ki Atatürk Sevdalısı Av. Cemal Özbeyi öldürmek istemişler!

Almanya’ya döndükten sonra, tekrar Frankfurt üniversitesinde seminer vermek için, rahmetil Av. Cemal Özbey’i ve Prof. Dr. Fuat Bozkurt’u davet etmiştik. Pazar günü, Frankfurt’ta seminer veriyoruz. Sol örgütler o gün bir yürüyüş yapmışlardı. Yürüyüşün sonunda da hepsi olduğu gibi bizim toplantıya geldiler. Açılışı ben yaptım. Ahmet Aydemir Federasyon sekreteri olarak konuştu. Fuat Bozkurt konuştu. Rahmetli Cemal Özbey’i çıkardık konuşmaya. Çıkar çıkmaz, “Atatürk benim Allahımdır, ona kimse laf söyleyemez”, demezmi!  Bu sözü söyler söylemez, salon ayaklandı. Gerçekten onu öldüreceklerdi.

Biz onu hemen arka odaya aldık. Fakat ne yapacağımızı şaşırdık. Örgütlü gençler etrafımızı sardılar. “Onu…??…. bize verin. Biz onu ne yapacağımızı biliriz” deye her tarafta bağırıyorlardı. Düşündük, artık kunuşturamayız, fakat buradan nasıl çıkaracağız! Başka çaremiz yok, Camal Özbey’i oradan çıkarıp götürmediğimiz müddetce gençler susmayacak ve oradan ayrılmayacaklar. İsmail Elçioğlu, “Başkanım, bu çocukların ekseriyeti Tunceli’li gençler. Bunların sana saygısı var, ancak sen bu adamı burada çıkarırsın, başkada çaremiz” yok diye işi bana yüklediler.

Biz hanımımla beraber birimiz bir tarafta, diğerimiz öbür tarafta beline sarıldık, öğlece gençlerin içinde yürümeye başladık. Bir deyimle adama kalkan olduk. Gençler bağırıyor, “Başkanım bırakın, biz onu öldüreceğiz” diye Zaza’ca konuşan gençler gerçekten çirkin bir şekilde saldırdılar. Ben gençlere, beni ve eşimi vurmadan onu size teslim etmeyiz deyince, geri çekildiler. O örgütlü gençlerin hepsine çok teşekkür ederim. Onlar bize saygı göstermeseydiler, üçümüzde kim vurduya giderdik.

İşte o şekilde Üniversite’den çıkartıp bir Çorum’lunun evine sakladık. Havanın kararmasını bekliyoruz. Bizden sonra salon dağılıyor. Fuat Bozkurt bizim misafirimiz olduğu için, yönetim arkadaşlarından biri bizim evin önüne bırakırken, bir görüyorlar ki, evin önünde polisler var. Meyersem, Polise bizim evin Bonbalanacağı ihbarı yapılmış.

Benim birşeyden haberim yok. Hava kararınca, ben Avukat Camal Özbey’i arabamla eve getirdim. Bir gördüm ki Polis, Prof. Fuat Bozkurt’u emniyete almış, bizi bekliyorlar. Bomba ihbarı olduğu için kimseyi içeri sokmıyorlar. Kapının önünde polisleri görünce bizler de korktuk. Millet var, polisler var, kapının önü haylı kalabalık, Arabadan indim. Amir geldi, sen nerdesin diye bana sordu. Ben toplantıdaydım, ordanda başka bir yere gittim, o yüzden geçiktim dedim. Ben ona, sizler neden burada bekliyorsunuz, diye sordum. Polis dedi ki, ihbar aldık, sizin ev bombalanacakmış, onun için buradayız. Fuat Bozkurt’u gösterdi, kim bu adam dedi. Benim misafirim, dedim.

Polis ne yapalım, evi arayalım mı? Ben, hayır gerek yok, bomba koyduklarına inanmıyorum dedim. Polis, ne yapalım, şimdi gidelim mi? Ben, siz gidin, dedim. Onlar, bizleri korkutmak için yapıyorlar deyince, Polisler gittiler. Gerçekten de bizde sabır ve inanç vardı. Korku diye bir şey yoktu, ölürsek inancımız için öleceğiz düşüncesiyle, sanki ölüme meydan okuyorduk. Bu şartları yaşadık. Fuat Bozkurt’u  ve Cemal Özbay’ı eve aldık. Camal Özbey’in eski hanımını sol örgütler öldürmüşlerdi, onun için Camal Özbey çok korkuyordu. Derdi ki; “Gördüğüm kadarıyla sizler kelleyi koltuğa almışsınız, bunlardan her türlü kötülükler beklenir, aman haa, çok tedbirli olun”. Yeni evlendiği hanımıyla gelmişti. Bizim evde bir hafta misafirimiz olarak kaldılar.

Bizim ev tam iki yıl polis kontrolu altındaydı. Tunceli’li bir kız bizim seyehat acantasında çalışıyordu. Buraya bomba atacaklar diye, korkudan işten çıktı. O bayan halen yaşıyor, bu işin canlı şahididir, Çünkü devamlı telefonla tehtit ediliyorduk. Uzun zaman bizler Polis kontrolu altındaydık. Bu kadar baskı altında olduğumuz halde, biz yinede tekrar 1991’in 12’inci ayın 24’ünde ikinci defa, seminer ve cem yapmak için Avustuya St. Pölten’e  aynı kadroyla gitdik.  Biz ilk ceme gittiğimiz zaman, solun baskısıyla, Alevi derneğinde bütün üyeler istifa etmişti. Altı yöneticiden başka kimse kalmamıştı. Altı ay sonra İkinci Cem’e gittiğimizde, derneğin yüz elli aile üyesi olduğunu söylediler. Ordaki yöneticiler,  bizim birinci cemi cesaretle yaptığımızdan sonra, halkın yeniden derneğe üye olduklarını anlattılar. İkinci cemi hiç bir baskı görmeden yaptık.

 

Dedem: Köln kadrosunu ne zaman tanıdınız ve Federasyon Yönetimini neden onlara bıraktınız?

1992’de federasyonu ikinci kongresini yaptık. Bu kongrede arkadaşımız İsmail Elçioğlu, başkanlığa çok hevesli olduğu için, aldığı oylar yeterli olmadığı halde, oy birliğiyle onu başkan yaptık. Fakat İsmail Elçioğlu’nun sinirli bir yapısı olduğu için, başladı evvla bizlerle ve çevreyle bir geçimsizlik yarattı. Bu arada da Köln’de Nejat Birdoğan’ın desteğiyle, Ali Rıza Gülçiçek ve Gülüzar Cengiz bir dernek kurmuşlardı. Elçioğlu bizden habersiz, onlarla ilişki kurmuş ve bir araya gelmek için sözleşmişlerdi. Tarihini hatırlamıyorum ama, 1992’nin kışıydı. Biz yönetimde, ben ikinci başkanım, Ahmet Bey genel sekreter. Elçioğlu bize, “Köln’de kurulan bir dernek var, bizim demokrat derneklerden, onlarda Alevi. Bonn tarafında bir adres verdiler, onlar ile orada buluşacağız dedi”. Ben ve Ahmet bey, neden bize sormadan, başkalarıyla buluşmaya söz veriyorsun diye kendisini eleştirdik.

Elçioğlu! Başkan olmuş ya! kimseye sormasına gerek olmadığını sanıyordu. “Ne var herşeyi sizemi danışacağım”, diyerek geçiştirdi. Ne olacak onlar da Alevi, belki bize katılacaklar. Ben söz verdim, önümüzdeki hafta sonu oraya gideceğiz diyerek kesti attı. Yönetim olarak toplandık, gitmek istemiyoruz, fakat Federasyon Başkanı olarak söz vermiş, eğer gitmezsek, Federasyon’un dışa karşı olan güven ve itibarı sarsılır. Onun için gitme kararı aldık.  O gidişte sabit Yıldız’da bize şöförlük yaptı. Elçiloğlu, ahmet Aydemir, İsmail Yağlı ve ben, biz beş kişi bu verilen adrese gittik.

Gördük ki Gençler Kampı, ufak bir motel, yatacak yer de var. Ali Rıza Gülçiçek orada bize iki gece için yer ayırmış. Karşı taraftan Ali Rıza Gülçiçek, Gülizar Cengiz, Nejat Birdoğan, Necdet Saraç, Turgut Öker vardı. Şimdi karşılıklı oturduk, biz Alevilik’ten, yol ve erkandan konuşuyoruz. Hiçbir siyasete girmeden Fedarasyonun inançsal çizgisini savunuyoruz; Karşı taraf bununla beraber bizi de tastik ettikleri halde, demokrasi olmadan Alevilik olmaz diyorlar. Nejat Birdoğan, çok güzel kelimelerle Aleviliğin demokrasi olmazsa olmayacağını süslü kelimeler ile dile getiriyordu. Aleviliği yere göğe sığdıramıyor, bir yandan da “Alevilik özerk bir dindir” diyordu. Fakat biz ozaman bu kelimeye önem vermemiştik. Aliriza Gülçiçek, Gülüzar Cengiz, Turgut Öker bir yandan sol ideolojiyi savunurken, bir yandan da Aleviliği savunarak bize güven verdiler. Ben de ozamanlar bir kadro arıyorum ki başkanlıktan çekileyim. Onlar bizim savunduğumuz Alevi inancını bizden daha fazla savunduklarını görünce, o zaman, eğer bizim arkadaşlar yönetime talip olmazlarsa, bu Köln ekibine yönetimi bırakabileceğimi kafama koydum. Meğersem taa o günden takiye yapıyorlarmış, bilemedim.

Zaman geçti izine yakın, Köln’den Ali Rıza Gülçiçek, Gülizar Cengiz, Necdet Saraç ve Turgut Öker dört kişi bir hafta sonu bizimle konuşmaya geldiler. Bu arada dediler ki, biz duyduk, bu Federasyon haylı büyüdü, sizin bu kadronuz artık, Federasyonu yürütmekte zorluk çekiyormuş, Bizi derneklere tanıtır, bize yardımcı olursanız, bizde size katılırız. Ayrıca bizim kadromuzda var, yönetimi devrederseniz, biz yönetime’de talibiz dediler.  Bizde düşünelim dedik. Onlar gittikten sonra ben kendi yönetimimi topladım. Arkadaşlar ya bu işi siz yapacaksınız, ya da olağanüstü bir toplantı yapıp bu gelen istekli arkadaşlara Federasyonu devredeceğiz, dedim. Bu çevremdeki ardaşların hiçbiri cesaret edip, göreve talip olmayınca olağanüstü genel kurul kararı aldırttım.

1993’te 44 tane resmi kurulmuş derneğimiz vardı, 4 dernekte dilekçelerini vermişlerdi, resmiyetlerini kazanmayı bekleyen derneklerimiz vardı. 1993 artık bu kadar derneklerin çoğalmasıyla, ben de ticaretle uğraştığım için vaktim olmadığından, bu başkanlığı yürütemiyeceğimi söylüyordum. Çevremdeki arkadaşlara başkanlığı benim üstümden alın, diye bütün arkadaşlara söylerdim. Fakat çevremizideki arkadaşlar hep çekingen kaldılar.

            Yönetim Kurulu olarak, 30 Ekim 1993’te bir olağanüstü genel kurul yapmak için karar aldık. Bu genel kurulada hatta İzzettin Doğan Hocamızı davet etmiştik. Birçok insanı da davet ettik. O genel kurulda bütün derneklere bizzat kalkıp konuştum. Federasyon’da hizmet eden bütün arkadaşlara, bu yönetimi benden sonra onların yürütmelerini tekrar, tekrar teklif ettim. Ne yazık ki çevremizde hiçbir kadro ortaya çıkmadı. Kimse talip çıkmayınca, biz bundan sonra yönetime girmeyeceğimizi açıklayarak çekildik. Köln’de gelen kadroyu derneklere tanıttım ve bu arkadaşların yönetime istekli olduklarını ilan ettim. Arkadaşlarıma’da, sizlerden de bu arkadaşların listelerine girmek isteyenler varsa girsinler, diye bir konuşma yaptım. O genel kuruldaki konuşmam üzerine bizim kadrodan birkaç kişi yönetime girdi. Bu Köln’den gelen kadro tümüyle seçildiler. Genel kurulda yeni yönetim belirlendi. Biz işte o tarihte Alevi Cemaatleri Federasyonu’nu böylece Köln kadrosunun eline vermiş olduk.

 

 

Dedem: Federasyon çatısı altında Dedelik Kurumunu nasıl ve ne zaman kurdunuz?

Federasyon başkanlığından çekildik’den sonra ben şunu hedeflemiştim. Alevi inancında olmazsa olmaz, kutsal değerlerden biri olan Dede’lik (Pir’lik) müessesini Federasyon içinde yaşama geçirmek istiyordum. Yöneticiyken her zaman şunu duyardım; “Dede demek, burjuvacı ve sömürücü demektir”. Bu lafı duyduğum zaman çok zoruma giderdi. Onun için o güne kadar yöneticilik yaptığım için dedelik kurumuna, hiçbir hizmet yapamamışdım. Yalnız kurumlaşmak için gayret ettim. Ama gönlümde bir Dede’lik kurumu kurarak, Dede’liği eski değerine ve eski saygınlığına kavuşturmayı her zaman düşünüyordum. 

Benden sonra gelen yönetime; “Biz Aleviyiz, Alevilik’de Dede’lik olmazsa olmaz bir öneme sahiptir, kutsal bir görevdir”. Ben yöneticilik zamanında bunu kuramadım ve yapamadım. Fakat  bana yardım ederseniz! Federasyon’un içinde bir Dede’lik Kurumu, kuramak istiyorum, teklifi yaptım. Sağ olsunlar, onlar da beni kırmadılar. Bütün derneklere 12 Mart 1994 tarihinde Dede’ler toplantısı yapacağız, içinizdeki Dede’leri toplantıya gönderin diye yazılı davetiye gönderdiler. 12 mart 1994’de Almanya’nın Krefeld şehirinde ilk Dede’ler toplantısını yaptık. Fakat bu toplantının birinci günü benim Rüsselsheim’daki derneğimin de genel kurulu olduğu için, birinci gün katılamadım. İkinci gün sabahtan toplantıya gittim. Divan’da Ali Haydar Cilasun, Turgut Öker, Sabit Yıldız vardı. Diğer toplanan dedelerden de; ilk günde bir taştışma çıkmış. Senin ocağın daha kıymetli, benim ocağım daha kıymetli tartışması çıkmış. Bir karara da varamımışlar ve bir seçimde olmamış.

Ben gidince, beni hemen divana aldılar. Birgün evvel olan olayları bana anlattılar. Ben o Dede’lere bir sitemde bulundum. Biz bir ağacın köküyüz ve bir ağacında dallarıyız. Kimse kimseden değerli değil, diye o atmosferi yatıştırdım ve seçime girdik. Seçimde İsmail Aslandoğan, Niyazi Bozdoğan, Derviş Tur, biz üçümüz yöneticiliğe seçildik. Arkasına aynı gün öğlenden sonra bir daha toplantı oldu ve bazı kararlar alındı. Toplantıya son verirken iki ay sonra Rüsselsheim’da ikinci toplantının olmasına karar verildi. İkinci toplantıyı iki ay sonar bizim dernekte yaparken, belirli Dede’yim diyen, fakat bir çoğunun Dede’liği bir kenara bırakın, Alevi inancından, yol ve erkânından bilgisi olmayanlar gelmişti. Biz Alevi inancına bir hizmet daha verelim diye çoluk çocuğumuzla onlara hizmet ederken, “Tur ailesi kendilerine şirket kurmak istiyor” gibi cahilane, söylemler söylendi. Bizi ailece ziyadesiyle üzmüşdü.

            Benim ailem ve çocuklarım bunu duyunca haklı olarak bana baskı yaptılar; “Sen bu yapıya başkan olmayacaksın”, dediler. Onların eksik ve cahilce yanlış tutumlarından dolayı ben yönetime girmeyi reddettim. İsmail Aslandoğan ve Niyazi Bozdon Dedeler ile bir yönetim kuruldu. Ben istekli olarak dışarda kaldım. Gerekirse  icap eden yerlerde ben sizlere yardımcı olurum dedim. Fakat bu Dede’ler Alevi inancının kutsal değerleri üzerinde Federasyon Yönetimi ile anlaşamamışlar. Henüz bir seneleri dolmamıştı ki, Federasyondan, bana bir mektup geldi. Dede’ler Yönetim Kurulu olağanüstü toplantı yapıyor, beni’de Köln’de yapılacak olan toplantıya davet ediyorlar. Benim aralarında olan anlaşmamazlıktan haberim yoktu. Toplantıda Federasyon yönetimiyle Dede’lerin birbirlerine ters düştüklerini orada öğrendim.

Bu sefer o yönetimdeki Dede’ler yönetimden çekildi. Yeniden seçim yapıldı. O seçimde beni Dede’ler Kurulu Başkanlığına getirdiler, Ben sonradan 1995’in son aylarında, yönetimden çekilen Dede’lerin haklı olduğunu öğrendim. Normalı benimde çekilmem gerekirdi. Fakat bende çekilirsem, Dede’ler Kurulunu iptal edeceklerini sezinledim. Onun için haylı düşündüm, hatta ailece düşündük. Eğer ben çekilirsem, bunlar Dede’ler Kurumunu iptal ederler ve birdaha da Dede’ler Kurumu gündeme gelmez. Onun için Dede’ler Kurumunun ve Dede’lik müessesinin, Alevi toplumunun içinde tekrar eski değerini kazanıncaya kadar her şeye boyun eğip, Dede’ler Kurulu Başkanlığını devam ettirmeye karar verdim.

Şöyle ki, bunları zamanla belki yola getiririm diye düşündüm. Eğer bunlara Aleviliğin yol ve erkânını öğretirsek, zamanla onlarda inanır ve iman ederler. Çünkü, nede olsa bunlarda Alevi çocuklarıdır diye düşünüyordum. O düşünceyle bütün olumsuzluklara boyun eğerek, 8 sene Alevi Birlikleri Federasyonu Dede’ler Kurulu Başkanlığını sürdürdüm. 2001’de yönetime teklif getirdim: Beyler! Bu Dedeler kurumu, kurum olarak bir dernek yönetimi gibi başkan, sekreter ve her iki senede bir seçimle, toplumun beklediği hizmeti veremiyor. Pirlik Dedelik dernek yönetimleri gibi devam etmesi mümkün değil. Onun için ben bir özüne dönüş projesi hazırlamak istiyorum. Bizim eski dergâhları buraya getirecek değiliz ama, günün şartlarına göre dergahlarımızın uygulamış olduğu sistemi Alevi toplumu içerisinde uygulamaya çalışalım diye teklif ettim. Evvela bana çok iyi olur, haklısın, böyle fazla bir hizmet verilmiyor. Sen öyle bir proje hazırla getir, birlikte üzerinde düşünelim ve uygulamaya koyalım, diye söz verdiler.

Bir sene uğraştım. Tam 8 sayfalık bir proje hazırladım. Kendilerine okudum, çok yerlerine itiraz ettiler. İtiraz ettikleri yerleri düzelterek, 8 sayfayı 4 sayfaya düşürdüm. Bu 4 sayfayı okudum, yine itiraz ettiler. O dört sayfada amaç maddesinin içine iki madde koymuştum. Birinci Madde; Dedeler Kurumu, Alevi inancı konusunda hizmet için aldığı kararlara, Federasyon Yönetim Kurulu karışamaz uymak zorundadır.

İkinci Madde: Federasyon Yönetim Kurulu da siyasal sosyal ve kültürel bazda aldıkları karar, inancımıza herhangi bir aksi etkisi olmadığı müddetçe Dedeler kurulu Federesyon yönetim kurulunun aldığı kararlara karışmaz. İnançsal konuyu ilgilendiren bir karar almış’sa, Dedeler Kurumunun onayını almak zorundadır. Aksi taktirde inançsal karar alamaz. İkiside  siyasal ve inanç konusunda özerk çalışırlar.

Önümüzde iki ay var genel kurula. Biz Dede’er ne getiriyorsak itiraz ediliyor. Meğerse, ben onlara göre fazla dinciymişim, beni yıldırarak görevden uzaklaştırıp, geçmişte komkar başkanlığını yapan, tam onların istediği düşüncede olan arkadaşını getirmekmiş.  Nihayet Federasyon Genel Kurula tam iki gün var, ben devamlı Köln’de Kardeşim Hüseyin de kalıyorum. Nihayet Dede’ler tüzüğünün son şeklini Mürsel Dedeyle, Abbas Dedeyle ve diğer yönetimdeki Dede’ler ile birlikte tamamladık. Genel Kurula bir gün kala, Federasyon Yönetimi ile biraraya geldik. Ben bu ikinci maddeyi okuyunca, Turgut Öker dedi ki, Dede sen ne yapıyorsun! Başımıza ruhban sınıfımı çıkaracaksın? Bizi bu cahil Dedelerin emrine mi veriyorsun? Ben federesyon başkanıyım. Denim dediğim kuruma Dede gider hizmet verir, benim gitme dediğim yere dede gidemez, Dedeler, Federasyon Yönetiminin emrinde çalışır” diyerek kabul etmedi. Ben de o zaman ona dedim ki, ben senin emrinde dedelik yapmam. Dede’lik kişilerin, kurumların emrinde olmaz. İşte o zaman hakiki yüzleri meydana çıktı. Ertesi gün Genel Kurulda konuşmamı yaparken, Turgut’un tavrını ve Dede’lere bakışını, olan olayları topluma anlattım. İşte anlaşamadığımız konu budur dedim. Ben bunun için bu gençlerin emrinde Dede’lik yapmam, deyip divanın karşısında istifamı verdim.

O günden sonra artık Federasyona gidip gelmedim, onların toplantılarına katılmadım. Dedeler toplantılarına da katılmadım. Fakat 2008’de genel Dede’ler toplantısı yapılacaktı. Ben duydum ki, Dedeler kurulu ismi kaldırılacak, bunun yerine inanç kurumu denilecek.  Yıllardır kendi derneğimizin dedesi olduğum halde, bizim derneğe öyle etki yapmışlar ki, o günün dernek başkanımız, umulmadık şekilde Turgut’un bir numaralı adamı oldu. Turgut ve Hasan Kılavuz demişlerki, Derviş Tur Dedeyi sakın Dede olarak bu toplantıya gönderme. Benim haberim yoktu. Başkan’a sordum! Biz  Dede’ler ne zaman toplantıya gidiyoruz ve benim yanımda başka gelen Dede varmı? Diye sorunca, yüzünü yere eğerek yok sen gitmiyeceksin dedi. Bu seferde bir başkası gidecek. Hiç Dede’likle ilgisi olmayan bir Dede çocuğunun ismini verdi. Neden bunu yaptın deyince, adam bana döndü dedi ki, sen bizim derneğimizin Dedesi değilsin. Şaşırdım. O zaman bana çok ağır gelmişti, benim zoruma gitmişti. Bunu kim sana söyletiyor dedim, başladığımız günden bu güne kadar benden başka hizmet yapan bir Dede bana gösterebilirmisin, dedim. “Öyle dediler” dedi, “hiç bana sorma” dedi ve yüzünü çevirdi gitti. Bende onu Mansura saldım, hiç bir şey söylemedim.

 Ben durumu başka Dedelerle konuşurken Münih tarafından Dede’lik yaptığım, cemini yaptığım bir başka dernek, beni derneğinin Dedesi olarak o toplantıya bildirmiş. Bana da ayrıyeten postayla bildirdiği belgeyi gönderdi. Bu belge elime geçtikten sonra toplantıya gitmeye karar verdim. Toplantıya gittik, kapıdan içeri gireceğim, Derviş Dede’yi içeriye koymayın diye sıkı emir verilmiş. Federasyonda çalışan kızlar, beni çok iyi tanıyan, Dede diye elimi öpen kızlar kontrolü yapıyorlar. “Dede kurban olayım, emir böyle, ama senin elinde de belge var, kim ne derse desin sen girebilirsin” dediler. Yani. Emir Turgut’tan gelmiş. Haliyle toplantıya girdim. Ne derlerse desinler diyen kızlar, saygı göstererek beni toplantıya aldılar.

Toplantı zamanı içerisinde Dedeler söz alırken, ben de söz aldım. Fakat hazırlamış oldukları, Dedeler çalışma programı, inanç kurulu, inanç önderleri, inanç önderi çalışanları, Dede veya Pir kelimesi gibi Alevi inancıyla hiç ilgilisi olmayan bir tüzük hazırlamışlar. Gelen Dedeler’e şöyle bir baktım, %80’i derneklerimizde Dede’lik yapan kimseler değil, çoğu derneklerde hiç görmediğim, tanımadığım gençler. Dede olarak gelmişler. Federasyon Yönetim Kurulu’da hazırladığı İnanç Kurulu Çalışma Tüzünüğünü orada kabul ettirmek için olmadık çabayı gösteriyordu. Ben söz aldım, konuşmaya çıktım. Bu tüzüğün Alevi inancına, Dede’lik kurumuna büyük bir darbe olduğunu söyleyince, yönetimdeki Turgut Öker, Necdet Saraç, Necati Şahin bunlar kükrediler. Benim sözümü kesip, beni kürsüden indirdiler. Arka arkaya kürsüye çıkıp beni eliştirmeye başladılar. Benimle ilgili çeşitli asılsız sözler sıralamaya başladılar. Neymiş, ben Cem Vakfı ile beraber çalışıyormuşum. Sonunda Necati Şahin çıktı: Bak Derviş Tur dedi, bir zaman sen bizi inançsız, ateist diye Derneğe ve  Federasyona almıyordun, şimdi zamanı geldi, biz seni kovuyoruz, şimdi buradan çık git, burayı terk et diye haykırdı.

Tabii bunun üzerine sözde 300 yakın Dede toplanmıştı, bu dedelerin içinde Şükrü Ağcagül Dede, Abbas Akbaba Dede, Mürsel Gani Dede, bu üç Dede beni destekledi. Bunlar kalktı Derviş Dede’nin emekleri ayaklar altına alınamaz, ona bu saygısızlık yapılmaz dediler. Fakat onların sözleri de fayda vermedi. Divanı idare eden, o zamanlar Dede’ler sömürücüdür diyen Hıdır Temel, Derviş Dede burayı terk etsin’mi, kalsınmı diye oya koydu. Belki inanmazsınız! Uzun zamandır derneklerde hizmet veren 15 veya 20 dedenin haricinde, bu maksatlı Federasyon emri ile  getirilen Dede müsvetteleri beni o toplantıda çıkartmak için evet oyu kullandılar. Bende toplantıyı terk ettim, çıktım evime geldim. Fakat kendimi Hz. Ali’nin o güzel sözüyle teselli ettim. “Ne kadar haklı ve doğru olursan ol, haksızın ve riyakârın kalesi fetedilmez”. Artık o tarihten sonra Federasyona hiç gitmedim.

2008- 2010 yılları arasında bizim dernekde ben başkan, Ahmet Aydemir genel sekreter olarak belirli bir kadroyla Rüsselsheim Gustavsburg Derneğimizde tekrar iki yıl başkanlık yaptım. Bu başkanlık zamanında mecburen Federasyonun Genel Kurul ve belirli toplantılarına katıldık. 2010 yılından sonra artık kendi derneğimizin bana düşen inançsal hizmetlerinden hizmet verdim. Diğer şehirlerde beni çağıran yerlere gittim. Böylelikle bugüne kadar çağrılan cemevlerinde, derneklerde Alevi inancı üzerine seminerler, paneller, cemler, kırk ve hayır hizmetlerini, üstüme düşen bütün hizmetleri yapıyorum, sağ oldukça da yapmaya devma edeceğim.

 

Dedem: Son yıllarda daha çok Türkiyeye gelip kalıyorsunuz. Burada neler yapıyorsunuz?

Evet. Burada da İzmir’de Gümüldür Derneği’ne, Buca Derneği’ne, Narlıdere Derneği’ne, Çiğli Derneği’ne hem üyeyiz hem de çağırdıkları zaman bir hizmet verilecekse, inançsal hizmetleri veriyoruz.

 

Yol arkadaşınızdan bahsetmediniz?

Ben bu hizmetlere ilk başlarken, eşim Zöhre Hanım, hep yanımda ve destekcim oldu. Fakat bunuda söylemek isterim ki, beni en çok eleştirende odur. Yanımdan hiç ayrılmaz ve beni yalnız bırakmak da istemez. Yapılan toplantıların yiyeceklerini, maddi yükünü o çekerdi. Derneğimizdeki  başta Müsahip Bacım Gülseren olmak üzere diğer derneğimizdeki bacıların da yardımıyla, bütün toplantılarda yemek verirlerdi ve sonuna kadar hizmet ederlerdi. Ayrıca nereye gitsem, hangi toplantıya katılsam benimle gelirdi ve bugün de halen yanımda, en büyük yardımcımdır

 

 

Zöhre Ana sen niye dedeye yardımcı oldun?

Ben inancım için yardım ettim. Ben kalabalık bir aileden geliyordum, bunları görüyordum. Cem ve cemaat yapılan bir evden geliyordum. Böyle büyüdüm. İsabet dedeyle tanıştık, evlendik. Ben talip kızıyım. Ama dedeler beni kabul ettiler. 58 senedir evliyiz. 1956 da evlendik. Sen Baba Mansur talibisin, artık bizden birisisin dediler. Bu topluma canı gönülden hizmette veririm, başımı da veririm. Dede’nin anlattığı, İsmail Tanyeli olayı beni çok etkilemişti.

 

 

İKİNCİ BÖLÜM

 

İNANÇ, İBADET VE DEDELER KONUSU

 

 

Dedem: Dedelik nedir? Gerçek bir dedenin vasıfları nelerdir?

Dede’liğin Alevilik içinde, olan değerini ve kutsallığını İmam Cafer Sadık Buyruğunda apaçık ifade ediliyor. Fakat Seyyid’i Sadet Evladı Resul olması bir yerde Dede’lik yapma mecburiyeti arzetmez. Dede’lik yapması için, Alevi inancında bir terim verdır. “ilmi alim, nefsi selim”, kâmil bir kişiliğe sahip olması şarttır. Çünkü Pir’lik makamı tartışılmaz en önemli kutsal bir değerdir. Evvela Seyyid’i Sadet Evladı Resul soyundan olması gerekir. İlimde kendi talibin bütün inaçsal müşkülünü, sorunlarını, problemini haledecek, bilgiye ve birikime sahip olması gerekir. Dört kapı, kırk makamı yerine getirecek hizmeti tam manasıyla yapabilmesi gerekir. Nefs’den, nefsini öldürmüş, toplum içerisinde hiç kimseyi incitmeyen, kimesinin hakkını yemeyen, doğruluktan ayrılmayan, toplum tarafından sevilen ve saygı duyulan bir kişi olması şarttır.

Bu iki vasfı üzerinde toplayan Seyyid soyunda ki canlar, Dede’lik (Pir’lik) yapabilir. Bunun dışında Seyyid soyundan olup da yol ve erkandan haberi olmayan bilgi ve birikimi eksik olan nefsiyle mücadele etmesini bilmeyen kişiler. Seyyid soyundan olsa da Pir’lik yapamazlar. Bir Pir’de bulunması gereken vasıflar bunlardır. Bu vasıflara sahib değilse Pir’lik yapamaz.

 

 

Dede’lik (Pir’lik)  nerden kalmıştır?

Pir’lik, İmam Cafer Sadık’dan ve On İki İmamlardan kalmıştır. Birinci kaynak Hz. Hüseyin’in kırklar ceminde o kutsal makama oturması! İkinci kaynak: Hz. Hüseyin Kerbela’da savaş yaparken, İmam Zeynel Abidin’de savaş elbisesini giymişti’ki babasından evvel savaş meydanına çıksın, şehitlik şerbetini içsin. Babası İmam Hüseyin savaş meydanına çıkmasına müsaade etmedi. İmam Hüseyin’in orada ona bir hutbesi vardır. Der ki, “senin henüz şehitlik mertebesine çıkma izinin yoktur. Zamanı gelince sende bu şehitlik mertebesine ulaşacaksın. Sen sağ kalmalısınki, dedemizin babamızın getirmiş olduğu bu İslam Dinini, yol ve erkanımızı senden gelen nesil devam ettirsin. Yoksa bu Yezit kavmi, dedemizin babamızın bu yolunu ters yüz edip, kendilerine uyan ve kendi düşüncelerine göre bir Müslümanlık yaratacaklar, bunu da Hz. Muhammed ve Hz. Alinin getirdiği İslam dini diyerek dünyaya yayacaklar. İşte eğer sen ve senden gelen evlatlar olmazsa, dedemizin babamızın yolunu sürdürecek nesil olmaz. Dünya zannedecek ki, bu müşriklerin dini gerçek İslam dinidir”. Onun için evvala biz seyyid soyundan olanlar, dedemizden babamızdan aldığımız nasihattan, Ehlibeyt inancının sorumlusu ve görevlisi olarak kendimizi biliriz. Dedemizin babamızın ve onlardan gördüğümüz bu inancı bu yol ve erkanı yürütmekten kendimizi sorumlu tutarız. Onun için de Seyyidi Saadet, Evladı Resul soyundan olan canlarımızın içinde muhakkak bu sorumluluğu taşıyan canlar çıkıyor. Bugüne kadar bu eksilmedi, bundan sonra da eksilmeyeceğine inanıyorum.

 

Dedem: Dedelerin görev yapması için yaşlarının bir önemi var mı? Dedelerin giydikleri özel bir kıyafetleri var mı? Özel bir eğitimleri var mı? Bu düzen kimden kaldı?

Elbette, yaşın çok önemi vardır. Şöyle ki bizim esas yol erkanımızı Ehlibeyt neslini Emevilerin ve Abbasilerin zulmünden nisbeten kurtarmak için, İmam Hasan’ın torunlarından Hamdan bin Muhammed El Mehdi, Karmatiler ismiyle bir gizemli sistem yaratır. Bu sistem ile Ehlibeyt, Alevi inancını ve yolunu kabul eden ve Ehlibeyt soyunun etrafında toplanan Arap, Fars, Türk, Kürt toplumlarının içinde, İslam’ın Mistik düşüncesi ve Tasavvuf inancını, bu toplumlarla beraber, gizemci sistemin içinde korumuştur. 745’de yaratılan bu sistem bir yerde Ehlibeyt Soyu’nun korunması için mecbur ve gerekliydi. Ehlibeyt çocuklarını nerde yakalasalar zulüm yapıyorlardı, işkence yapıyorlardı ve öldürüyorlardı. Bu gizemci sistemden sonra, baştaki imamlar ve belirli insanlar isimleriyle çağrılmıyordu. Cifir diye bir sistem çıkarttılar.(Şifre) Bu Cifir sisteminde tanınan isimlere takma isim verdiler. Benim gerçek ismim başka, yalnız,  dışarıda halk beni başka bir isimle tanıyorlar. Böylece gizemci sistem ile Ehlibeyt çocukları bir nefes aldı, yaşamaya başladı. Karmatilik’teki sistemde birlikte üretmek, birlikte tüktemek sistemide vardı.

Ehlibeyt soyunun kurduğu karmatilik sisteminin yol ve erkan düzenlmesini İmam Cefer’i Sadık’ın yaptığını tarihi kaynaklardan öğreniyoruz. Görev yapacak Seyyidlere belirli yaş kriterleri’de koymuş. Karmatiler’de Rahber’lik makamında ilk görev yapacak Seyyid’in en az 30 yaşında ve onun üstünde olması gerekiyordu. Pirlik yapacak kişinin 45-50 yaşında olması gerekiyor. Mürşitlik makamına 65’den sonra mürşitlik makamı başlıyor. Rahber talibin müşkülünü halledemezse, pire götürüyor. O hallediyor. Aynen bizdeki gibi. Rahberin görevi Ehlibeyt yolunu ve erkanını özelliklerini talibe öğretmektir. Talip daha ileride kendisi müsahip tutupta yola tam teslim olmasını istiyorsa, Rahber onu Pir kapısına götürür. Pir, onun görgüsünü, sorgusunu yapar, toplumdan razılık alır bütün müşkülünü haleder. haledemediği müşkülü de mürşide götürür. Pir’in haledemediği müşkülüde Mürşid haleder. Bu biz anadolu Alevilerindeki sistem. İmam Hasan’ın ve İmam Hüseyin’in torunlarının kurmuş oldukları Karmatilik sisteminden kalmadır.

Bizdeki Mürşid makamı olan marifet ve hakikât kapısının karşılığına Karmati tarikâtında bu makama HÜCCET denir. Hüccet makamına ermiş Pirlere’de DAHİ veya  ELDEHA, aynen bizdeki gibi mürşidden yukarı makam yoktur. Bizde ki Tarikât kapısının karşılığına “ZÜL MASSA” makamı denir. Zül-massa makamına ermiş Pirlere’de “EL-İHVAN EL FUDAL”denir. Bütün talibin yaşamına düzen veren makamdır. Bizde ilk Ehlibeyt yoluna talip olmak isteyen canlara nasıl ki yolumuzun kendini eğitim evresi olan şeriat kapısında ki Rahber bu görevden sorumludur. Karmati tarikatında bu makama “ED-DAİ-EL-MEZUN” makamı denir. Bu makama ermiş ilmi alim- nefsi selim Rahberlere’de “ED-DAİ-EL-EKBER” deniyor. Bütün bu makamların kontrolu Mürşid makamında olan Dahilerden görevlendirilen, 3 kişilik Dahiler heyyeti tarafından devamlı kontrol ettiriliyormuş.

            Bütün Pir ve Rahber’ler emirleri mürşidden alır. İmam Cafer’i Sadık’da Mescidi Mübeviye’den ders veren ilim öğreten, Ehlibeyt soyundan gelen yüksek bir ilim irfan sahibi olan Mürşüd’dür. Karmatilik ismi altında gizemci bir sistem ile Ehlibeyt tasavvuf yolunu ve erkânını böylece düzenlemiştir. İşte bu güne kadar şer kavminden korunmak için, bizde de halen “Ser ver sır verme gizemci sistemi devam etmiştir. Karmatiliği biraz öğrenmek isteyen varsa benim kitabımda bunu okuyabilirler.

Dede’lerin giydikleri özel bir kıyafet vardı. Giydiği bir pardesü gibi, kolları bol ve geniş tümüyle yeşil, yakası bordo-kırmızı kol ağızları aynı kırmızı bir Tennure var. Mürşid’in giydiği Tennure yine aynen ön yakası boydan aşağıya kadar kırmızıdır. Başlarında on iki dilimli yeşil ve kırmızı taç, belinde de kırmızı Kamberiye Kemer varmış. Bu kıyafeti yalnız, Makama oturdukları zaman giyerlermiş. Dışarda giymezlermiş. O kıyafetleri bizim dergahlarda Pirlik yapanlar’da giymişler. On beşinci yüzyılda Osmanlı dergahları yakıp yıktıktan sonra, Pirler korkudan o elbiseyi çıkarmışlar. Eskiden talip dergaha gelirken, ondan sonra sivil elbiseyle Pir’ler taliplere gitmeye başlamışlar. Baskıdan, korkudan dolayı seyyid soyundan olan Dede’ler de, Pir’lerde o kıyafeti giymemişler. Misal olarak, bugün halen Bektaşi Babaları’nın giydikleri  kıyafetler Osmanlının yasağından dolayı renkleri kaldırmışlar ve yalnız gıri sade renk bir kıyafet giyiyorlar. Beyazit Kütüphanesinde 3633 sayılı kayıt da dokuzuncu göç yüzyıllarında yazılmış bir garipname’de bu kayıtlar mevcuttur. Bunun gibi birçok  tarihler bu kıyafetleri ispatlıyor ve yazıyor.

Tabi ki, özel bir eğitimleri var. Eskiden bu eğitim işini dergâhlarımız yaparmış. Genç Pir’lik yapmak isteyen Seyyid soyunda bir aday, bölgesindeki bir dergah’a gidip orada yıllarca hizmet yaparak öğrenirdi. Dergahdan aldığı himmet (Ruhsat) ile, gider kendi bölgesinde hizmete başlarmış. Öğle rastgele Pir’lik yapılmazmış. Şimdi de bir seyyid soyundaki genç dedelik yapmak istiyorsa, evvala ilmi alim, nefsi selim bir pire teslim olacak. Onun yanında belirli eğitimi görerek Pir’liğin sorumlu olduğu veya yapması gereken görevleri tamamen öğrenecek. Bir pir’de olması gereken vasıflara sahip olacak ki kutsal hizmeti yapsın. Bana soracak olrsan normali budur.

 

 Dedem: Bir dede, evladını nasıl yetiştirir, ona hangi nasihatleri verir?

Her Seyyid soyundan olan baba, Pir’lik yapmadığına göre, evladını’da Pir olarak yetiştirmesi mümkün değildir. Fakat her Seyyid soyundan olan aileler: Çocuklarına Seyyid soyunda olduklarını, onun için toplum içinde her hareketimize, oturup kalkmamıza, dikkat etmemizi söyleriz. İylikten, dürüslükden, doğrulukdan, yana, toplum içinde örnek aile olmamız, soyumuzdan bize kalan kutsal mirastır deriz. Eğer evladının birinde, Pirlik yapacak nişanesi görürse, o evladını bölgesinde tanıdığı kutsal hizmetleri yürüten bir Pir’e gider ve çocuğunun durumunu anlatır. Evladı da bu hizmete istekliyse, o Pir’e teslim eder. Artık o genç imkanları dahilinde, Pir’in yanında eğitim görerek yetişmeye çalışır. Eğitici Pir, onun öğrenmiş ve yetiştiğine kanaat getirirse, Onun hizmet yapmasına  onay verir. Aynen Erdebil Dergâh’ında Horasan Pir’lerinin yetişdiği gibi. Yunus’un Taptuk Emre Pir’den yetiştiği gibi veya Hacı Bektaş Veli’nin dergahında yetişen dervişler gibi yetişmesi gerekir. Osmanlı’nın, Alevi soy kırımından sonra, imkansızlık yüzünden dedelerimiz şöylede yaptı. İstekli olan evladını yanında beraber taliplere götürerek öğerttiler.

 

Dedem: ben başka biliyorum. bir ailede bir cem yürüten dede varsa, çocuklarından birisini seçer yanında cemlere götürür, doğrumu?

Yalnız cem yürütmek Dede’lik yapmak demek değildir ki! O Dede cem yapmakla beraber taliplerin bütün inançsal ve kutsal değrelerimizde olan problerimlerini çözebilecek, bilgi ve birikime sahip olması gerekir. Dört kapı, kırk makamı çok iyi yürütmesi lazım. Sadece cem yapmakla iş bitmiyor. Eğer bir genç Pir’lik yapmak istiyorsa, hakiki bir piri bulacak. Ondan ders alacak, onun anlattıklarını iyi dinleyecek ve uygulayacak. Ondan kendisini eğitecek. Eğitici Pir, onu imtihan edecek, o Pir ne zaman ki, tamam sen artık bu makama layık oldun, bu erkanı yürütebilirsin, derse himmet ederse o da gider kendi bölgesinde, yapacağı kutsal  görevi yürütmeye başlar.

Kısa bir misal vereyim. Pir Abdal Musa ile Kaygusuz’un bir misali vardır. Alay Beyinin oğlu Gaybı avlanırken, ok atıp yaraladığı ceylan, böğrüne saplanan okla beraber kaçar. Pir Abdal Musa’nın Dergâhına girer. Gaybı dergahın kapısına gelir, dervişlere derki, benim avım kaçtı  sizin buraya girdi: Dervişler biz buraya giren bir ceylen görmedik diye  cevap verirler. Tabi bu bir bey oğlu ya! Siz inkar ediyorsunuz diyerek tartışma çıkartır. Pir içeriden seslenir! Ne oldu, niye bağırıyorsunuz? Dervişler hemen Pir’in huzuruna giderler ve durumu anlatırlar. Pir o genci yanıma getirin der ve dervişler Gaybı’yı Pir’in huzuruna getirirler. Kaybı derki Pir’im ben okumu attım, ok tam ceylanın böğrüne saplandı. Fakat ceylan yinede o okla kaçtı sizin bu dergâha girdi, ben gözlerimle gördüm. Pir Abdal Musa, sen okunu görsen tanırmısın der?, Gaybı, tabi tanırım deyince.  Pir Abdal Musa abasını kaldırırki, ok böğründen saplı duruyor.Bunu gören Gaybı Pirıin ayağına kapanır ve ona  derviş olur. Bir rivayette 7, bir rivayette 9 sene hizmet ettikten sonra, Pir Abdal Musa, Gaybı’nın gereken seviyeye yetişip geldiğini farkeder.

Pir Abdal Musa, denemek için de şöyle bir sistem uygular. Dervişlerine derki! “Erenler, benim canım bir kuş eti istiyor. Kim yarın bir kuş vurur bana getirir”. Ertesi gün, Dergah’a gelen her derviş elinde öldürmüş bir kuşla gelir. Dergah’a  en son Gaybı gelir, mahçup eli boş bir vaziyet’te. Pir sorar! Gaybı sen niye bir kuş avlamadın! Gaybı, “Pirim hangi kuşu avlamaya kalktımsa, gördümki, kendi hal diliyle Hakkı zikrediyor. Ben o hakk’ı zikreden cana nasıl kıyabilirim”.. Onun için kuş avlayamadım, benim kusuruma bakma diyerek, Pir huzurunda özünü dara çeker.

O zaman Pir Abdal Musa der ki, “Gaybı artık benim sende Kaygım kalmadı, var git, sen de bir mekan tut topluma hizmet et”, der. Gaybı erenlerine işte o zaman Pir tarafında “Gaygusuz” ismi verilir. İşte bizim yolumuz erkanımız böyledir. Herkes kendi başına pir olamaz. Çok nadir insanlara belki bu nasip olur, ama bu çok azdır. Cenab-ı Allah bizi o insanlardar eylesin. İşte bugün için eğer Dede’lik sistemimiz. dedelerimiz, bir çıkmazın içine girmişlerse, ne yaptıklarını, ne yapacaklarını bilmiyorlarsa, bu eğitimsizliğin öğretisizliğin neticesi olduğuna inanıyorum. Çünkü herkes kendi başına pirlik, seyyidlik yapmaya çalışıyorlar. Annesi seyyid soyundan veya o şekilde nenesi bir seyyid soyunun kızı ise veya, dedesi bir türbede bakıcılık yapmış, hizmet etmiş ise, bakıyorsunuz o türbenin ismi ile ortaya çıkıp biz de Dede’yiz, Seyidiz diyenler var. Yol ve erkanı bilmeyenler yolumuz ve erkanımızı çıkmaza sokuyorlar.

 

 

 

Dedem: Buradan Avrupaya, hizmet için giden dedelere bazı eleştiriler var, buna ne diyorsunuz?

Şunu açık ifade edeyim ki, Cem Vakfı Avrupa’ya beş altı senedir, Muharrem’de Dede’ler gönderiyor. Ama ne yazık ki, gönderdiği Dede’leri bir imtahandan, sınavdan geçirmeden gönderiyor. Rastgele, hatır gönül için gönderdiği Dede’ler, Avrupa’da hiç iyi bir intiba bırakmadılar. Artık toplum bu Dede’lerin Avrupa’ya gelmesine karşı çıkıyor. Bu Dede’lerin hepisi deyil fakat birçoğu toplumun beklentisine cevap veremiyor. Türkiye’den Dede gelmiş, Muharrem boyunca Kerbela vakasını ve İslam tarihinde Alevilerin yeri, inancı veye dörtkapı, kırk makam hakkında birşeyler anlatmasını veya Cem erkânı yürütmesini bekliyen toplum, bu gelen dede’lerin bir çoğunda bunu göremiyince, İnanınki isyan ediyorlar. Artık Aleviler arasında bunlar gri pasaportlu turistler diye anılıyor. Benim önerim artık Avrupanın bugibi Dede’lere ihtiyacı yoktur.  Gönderilecek’se, İlmi alim, nefsi selim, yetişmiş dede gönderilsin.

 

Dedem, Avrupadaki dedeleri anlatırmısın, onlar nasıl bir cem yapıyorlar ?

Tümü işçi olarak oraya gittiler. Avrupa’daki Dede’ler, birinci kuşaktan olanlar, Türkiye’den çoğunlukla iyi kötü azda olsa Alevilik bilgisiyle gittiler. Yani Aleviliğin yaşandığı köylerden gittiler. dedelerinden, babalarından bir şeylar almışlardı. Orada biz bu Alevi yapılanmasını ortaya koyduktan sonra da 1994’de ilk Dede’ler kurulunu kurduğumuzda haliyle bir sıkıntı çektik. O sıkıntı şöyleki her Dede kendi soyunu ön pilana çıkartmaya çalıştı. Benim dedemin, babamın bildiği en iyi Dede’liktir, Aleviliktir, diye bir imaj vardı. Fakat ben fakir, Dede’ler kurulu başkanıyken, derneklerinizde  iyi kötü bu işleri bilen Dede’leri biraraya topladım. Derneklere Dede’niz varsa, şu tarihde Köln’deki Federasyon binasına gönderin çağırısı yaptım. 1995 tarihinde Almanya’da cem yapmasını bilen fazla Dede yoktu. Bütün derneklerde Çorum, Sivas, Malatya, Tokat, Tunceli, Erzincan yörelerinde ikişer Dedeler geldiler.

Başladık her Dede kendi köyünde gördüğü Cem’i Yaptı Torunum Öztur’da Kamaraya çekti ve sonunda bana da zakirlik yaptı. Bu 6 gün zarfında da aradaki bazı farklılıkları not ettik. En sonunda bende Haydar Kaya’dan aldığım 14’düncü yüz yılda yazılmış ve babamın yaptığı cemden de gördüğüm şekliyle düzenlediğim cemi yaptım Federasyon binasının alt salonunda, Cumartesinden, Cumartesine  kadar şu sistem ile Cem yaptık. Dedeler, kendi yöresinde, dedesinden ve babasından gördüğü Cem’i yapacak. Yapılan Cem’lerin hepisi kamaraya alınacak ve sonunda filimler incelenecek. Son gün benim yaptığım cem düzenlemesini ve diğer Cem’lerdeki farklı icdahatlar ve farklılıklarıda inceleyerek, birlikte Türkiye de  Van’dan Edirne’ye. Adana’dan Karadeniz yöresine kadar olan bütün Alevilerin kabul edeceği düzenli bir Cem yapma sisteminin üzerinde birlikte karar kıldık.

Bundan sonra Avrupada her Dede bu düzenlediğimiz Cemi Yapsın diye karar verdik. Bu karara bağladığımız Cem’in yapılış sistemini evvela bir dosya ile yazılı olarak kaleme aldım. Dernekler sayısına göre kopyaladım ve 64 dosya ile 1995 son baharında Bielefeld’de yapılan Federasyon toplantısına gittim. Bielefeld’de yapılan federasyon toplantısında bütün derneklere dağıttık. Sonrada ben Erkânname kitabıma koydum.

Cem yapmasını bilen iki Dede’den başka, Avrupa’daki cemler o şekilde başladı. O devirde, dedelerin çoğu karar vermiş olduğumuz bu cem sistemine göre cemlerini yapmaya başladılar. Ben Erkânname kitabımı 2002’de basıp çıkarınca genç Dede’lerin bir kısmı benim kitaba göre cem yaparlar. Birçok inançlı genç Dede’ler, kitabı önüne alıp öyle yapıyorlar. Fakat 2004’den sonra öyle bir durum oldu ki, Federasyondaki siyasi etki, birtakım Dede’leri kendi emrine aldı. İşte o siyasete bulaşan Dede’ler, Federasyon Yönetiminin emrine girdiler. Cem birlemeyi, tekbir getirmeyi, Bismillahirahmanırrahim demeyi kaldırdılar. Cem sistemi aynı olsa da duaları değiştirdiler. Cemdeki oturma sistemini değiştirdiler. Çünkü Federasyon’un başındakiler Biz İslamın dışındayız diyerek Hz. Muhammed’i ve Kur’an’ı inkâr ediyorlar ve kabul etmiyorlar. Yalnız takiye yaparak Aleviyiz diyorlar. Fakat İnanç’da taviz vermeyen bazı Dede’ler halen aslına uygun Cem yürütüyorlar. Yani anlayacağın bizim Avrupa şimdilik böyle devam ediyor.

 

 

Dedem, Dedelerin geleceğine nasıl bakıyorsunuz, gerek Türkiyede, gerekse Avrupada?

Yetişecek Seyyid soyundan olan genç Dede’ler belirli bir Dede’lik eğitiminden geçmedikten sonra o eksiklerin, yanlışlıkların biteceğine inanmıyorum. Ancak Alevi vakıflarının ve Federasyon’ların birleşerek  kuracakları bilinçli inançlı, eğitimci Dede’lerden ve Akademisyen  tasavvufculardan bir araştırma ve eğitim kurumu kurulursa, ciddiyetle arıştarma yaptırılırsa, yol ve erkanımızın ufak defek eksiklikleri ve noksanlıkları varsa, Alevi inancının özünü bozmadan, içini boşaltmadan, kutsal değerlere dokunmadan, bunlar düzeltilirse. Bu kurum içinde eğitimci bir kadro oluşturulur, Dede’lik yapmayı arzu eden Seyyid çocukları burada özüne uygun olarak yetiştirirler. Ancak o zaman bu kaos ortada kalkacağını ümüt ediyorum.

Bu yetiştirilecek Dede’lerede, evvela bir Dede’de olması gereken vasıflar öğretilir. Sonra öncelikle öğreti ve ibadet  cem’i yapmalarını, görgü cemleri değil, öğreti ve ibadet cemleri, cenaze erkanı yürütmelerini, kirvelik erkanını yürütmelerini ve Alevi inancında kutsal değerleri öğreterek, o genç Dede’leri belirli bir sınava tutarak, öğrendiğine, yetiştiklerine kanaat getirdikten sonra, Dede olarak cemevlerimize gönderip, inançsal hizmeti yürütmelerine müsade edilmeli.

İsteğe bağlı, Görgü Cem’ini, Düşkünlük Cem’ini ve Dardan indirme Cemlerini öğrenmeyi isteyen gençler, ikinci aşamada bu derslere de devam edebilirler. Yoksa her Dede, ben de cem yapıyorum, ben de Dede’yim demelerinin neticesinde şu anda yaşadığımız kaosu hapimiz biliyoruz. Görüyorsun Seyyid soyunda olmayan, hat’ta Alevi inancına inanmayan kişiler Alevi yol ve erkânına düşüncelerine göre düzen veriyorlar. Bunu sende biliyorsun. Bugün yaşanan keşmekeşlik disiplinli bir eğitim sistemimizin olmamasından’dır. Böyle bir sistemi kurmadığımız müddetçe bu sıkıntıları devamlı çekeceğimiz kanaatındayım.

 

Dedem. Dedeler maaş alsın mı, almasın mı tartışması var?

Dedelik kurumu kutsal bir kurumdur Alevi inancında. Günün şartlarına göre bir Dede bir cemevinde sürekli her gün hizmet vermeli. Bu hizmeti veren Dede’nin de geçimi için elbet ki, belirli bir ödeme yapılmalıdır. Ama bu ödeme Diyanet tarafından yapılrsa, veya dernek yönetimleri tarafından yapılırsa, o Dede, ne de olsa o maddi menfatin etkisinde kalarak maaşını veren makamın emirlerini yerine getirmek mecburiyetinde kalır. Kendi özgür iradesiyle, “kalsın gönül yol kalmasın”. Ilkesini yerine getirmekten uzaklaşabilir. Onların emirlerine ve kurallarına uymak zorunda kalabilir. Eğer Devlet’ten, Diyanet’ten bir para, maaş alınacaksa bu para direk Dede’lere değil, Kuracağımız Pirler Meclisi Kurumu’na veya tek olan en üst kurumun muhasebesine ödenmelidir.  Dedelerimiz Diyanet’ten ve cemevi yönetiminden değil. Kendi Pirler Meclisi’nin Üst Kurulundan para almalarını gayet doğal görüyorum. Diyanet’ten alırlarsa Diyanet’in kurallarına uymak mecburiyetinde kalırlar. Bu da Alevi inancının felaketi olur. İleride, zamanla Alevi inancının asimle olmasına yolaçar.

Buna bir misal vereğim. Türkiye’de bizim bazı derneklerin ve cemevlerinin başkanlarının bir kısmını, bazı belediyeler yardım olsun diye, onları kendi elemanı gibi kadrolu gösteriyorlar. Yıllardır bazı başkanlar o belediyelerden maaş alıyorlar. Belediye, Dede’ye  maaş vermiyor, başkana veriyor. Yıllardır tanıdığım birisi var, her gün gelir. bir daire gibi orada bulunuyor. Bir siyasi yürüyüş yapılacaksa, eğer Federasyonların bir emri varsa onların doğrultusunda milleti yürüyüş ve toplantılar için yönlendiriyor, maaşını almaya bakıyor.

Kendi inancı doğrultusunda derneği yönlendirmeye çalışıyor.. Dedeleri eleştirir, Alevi inancını eleştirir, nerde Alevi inancı tartışılıyorsa, Aleviliğin İslam’ın dışında dır deniliyorsa onlara destek vermek için bazı gençleri yönlendirmeye çalışıyor. Günden günede hattını aşan tavırlar takınıyor. Şimdilik bu maaşlılar çok azınlıkta. Fakat ileride bunlar çoğalırsa,  arzu etmediğimiz gelişmeler olabilir.

Cemevi yönetimlerine Alevi inancıyla ilgisi olmayan ve inanmayan, siyasi yelpazede yetişmiş kişiler getiriliyor. Bunlar kendileri inanmadıkları gibi toplumu’da kendilerine benzetmeye çalışıyorlar. Dede’ye diyorlar ki; senin yaptığın gibi bir Dede’lik istemiyorum. Alevilik senin anlattığın gibi Hz. Muhammed’e ve Kur’an’a  uymaz. Öyle bir Alevilikte istemiyoruz. Çağa uymalısın, ceme gelenleri yerde oturtma, secdeye insanları getirmemelisin gibi laflarla Dede’lere müdahele ediyorlar. Çünkü belirli bir maaşa bağlanmış, belediye tarafından kendisini garantiye almış. Senelerdir seçim olsada onu değiştirmiyeceklerini biliyor. Çünkü gelecek ikinci başkana Belediye maaş vermiyeceğinide biliyor.

Eğer bir Alevi İnanç kurumu ona maaş verse, bu uygunsuz tavırları takınamaz. Düşünür! Eğer yanlış bir şey yaparsam beni değiştirirler diye, böyle kendi başına buyruk olmaz. Bunlar tehlikeli olduğu gibi. Sırtını belediye’ye dayamış bir başkan böyle davranabiliyorsa iyi düşünün: Diyanet’ten veya Kültür bakanlığı tarafından direk Dede’lere, başkanlara ve orada ki personele maaş bağlanırsa, inancımızın kontrolu cemevi cemaatının elinde çıkar. Artık o cemevinin gidişatı ve hizmet derecesi maaş veren yerin elinde olur. bundan daha büyük tehlike olamaz. 

 

 Dedem, Diyanetten veya devletin bir biriminde dedelere kadro verilmesi nasıl olur?

Diyanet’in içinde dedeleri görevlendirmek Aleviliği asimile etmektir. Diyanet’in içinde değil Diyanet’e eş değer de, bir Alevi vakıf, bir enstitü, veya akedemi olabilir. Dedeler de orda kadrolaşmalı.

 

Dedem, hangi Dede veya kimler nasıl bir “eğitim veya seminer verebilir”?

Şöyle düşünüyorum, seminer verecek Dede’leri veyahut bilim adamlarını seminer verdirecek vakıf veya kurum iyi tanımalıdır. Bu Dede’nin veya bu bilim adamının Alevi tasavvufundan, tarihinden, haberi var mı, Kur’an’ın batini yorumunu biliyormu! yapabiliyormu! Dört kapı kırk makamı yerine getirecek bilgi birikimine sahip midir? Bunu test etmeli, eğitimcileri de gerekirse sınavdan geçirerek seçilmelidir. Aslında en önemliside Alevi yol ve erkânına, inancına inanıp iman ediyormu? Bu duruş çok önemli. İnanmayan bir kişi nekadar bilgili olursa olsun, neticede inandığı düşünceği öğretmeye kalkar. Bunlara dikkat edilmezse, Avrupa’ya gönderilen Dede’ler gibi hatır gönül işi olursa, Aleviliğin yıkımı olur.

Dedem, Böyle bir eğitimde daha çok hangi konular üzerinde durulmalı, dede adayı ocakzadeler nasıl yetiştirilmeli? Yöntem nasıl olmalı?

Evvela Alevi dili ve terimleri öğretilecek. Alçak gönüllülük, “Turab” olması öğretilecek. Kin ve haset’ten arınması öğretilecek. Benliğini, egosunu kırmayı öğretilecek. Hakiki talip dediğimiz, talibliğin sırrına varması öğretilecek. İlk önce kendisi layıkiyle bir talip olacak. Evvela bu vasıfların hepsini öğrenmiş olacak.  O zaman o teslim olduğu pirde evvela Alevilikteki Şeriat Kapısı’nın ne olduğunu öğrenir. Tarikat Kapısı’nın anlamı ve kutsallığı öğretilir ve Marifet ve Hakikat Kapılarının kutsallıkları ve önemleri öğretilir. Bunlarla birlikte Aleviliğin bu tür kutsal değerlerini öğrenip bunlara sahip olduktan sonra. Erkanlar nasıl yürütülür, bu sefer bütün inançsal erkanlar ona teker teker öğretilir.

Bizde beş erkan vardır: 1. Öğreti ve İbadet Cemi. 2. Erkan; Müsahiplik Cemi ve Müsahiplik Erkanı. 3. Erkan Görgü Cemi, (Aklanıp, Yargılanıp Paklanma Erkanı). 4. Düşkünlük Erkanıdır. 5. Dardan İndirme Erkanıdır. Bunlar ibadet’sel erkanlardır. Bunların haricinde Kirvelik Erkanı, Cenaza Erkanı ve Nikah Erkânıda vardır. Bunlar teker teker öğretilmelidir. Bu şekilde bir eğitim sistemi kurulur, bu sistemle yetişen Pir’ler, tam manasıyla hizmet veren Dede’ler olur. Nasıl İmam Hatipliler aynı dili konuşuyor, aynı şeyi yapıyorlarsa, bizim Dedelerimiz de aydınlanır, hepsi aynı lisanı konuşur aynı hizmeti eksiksiz bir şekilde yaparlar. Fakat bugün böyle düzenli bir alevilik istemeyenler var. Bunların düşüncesi Alevilik ve Alevi inancı güzel özüne uygun bir düzen tutarsa! Alevilik İslam’ın dışında’dır diyenler kendilerine cem evlerinde yer bulamayacaklarını biliyorlar. Onun için, böyle bir düzen kurulmasını her zaman engellemeye çalışacaklar. Nekadar Bilgisiz Dede olursa, o kadar çeşitlilik olur. Bu keşmekeşlik’de onların Alevi olup olmadıklarını, inanıp inanmadıklarını kamufile ediyor. Onların istedikleri düzende budur. Yani tek kelimeyle, ilmi alim, nefsi selim, kâmil, bilgili Bir Dede yetiştirmek kolay olmayacaktır, ama Alevi inancına en büyük bir hizmet olur. 

 

Dedem, Bunun için bir okul şart mı? Yada nasıl bir yerde eğitim verilebilir?

CEM Vakfı’nı misal vereyim. Burada odalar var, yatakhanesi de var, dershanesi de var. Daha evvel de anlattığım gibi bilgili, eğitim verebilecek kapasitede ve olgunlukta, bilgi ve birikime sahip olan Pir’lerden bir eğitim ekibi hazırlanır. Verilecek eğitim programlarıda önceden hazırlanır. Ondan sonra cemevlerine bir bildiri çıkarılır. Cemevlerinde, derneklerde Dede’lik yapmak isteyen genç Dede’leri üç aylığına veya altı aylığına buraya bir eğitim için gönderin denir. Gelen Dede’ler içerisinde kısmen hizmet yapmış olanlarda olabilir. Gelen Dede’lerin onurunu kırmadan, gönlünü incitmeden, onlar güzel bir teste tabi tutulur. Bu test’te hemen hemen Dede’nin bilgi seviyesi ortaya çıkar. Eğitimciler, test yapılmış Dede’leri bilgi seviyesine göre belirli kademelere ayırabilirler. Şu,şu Dede’lere, şu konuda, şu Dede’lerede şu  konuda eğitim verilmelidir, diye bir karar alırlar. Gelen Dede’ler kaç kademeye ayrılmış sa, ona göre sınıflara ayırır ve göreve başlarlar.  O ayrılan Dede’lere göre de eğitim programı daha önceden hazırlanmış olmalı. Dede’lerin geldiği cemevlerine, bu Dede, burada üç aylığına veya altı aylığına  eğitim görecek diye bilgi verilmeli.

 

Dedem, büyüklerimizde duyduğumuza göre, Eskiden yaşayan Dedelerinizden kerametler, mucizeler çok görülmüş. Şimdi ki Dedelerden neden bu mucizeler görülmiyor?

            Bu sorunuza çok eski ve gençliğimde, iyi bir kaynaktan duyduğum konu ile cevap vereceğim. Keramet talibin pire olan itikatından meydana gelir: misal olarak İstanbmul’da 2. Mahmut’tan önce veya onun zamanında yaşanan bir olay. Ben bu olayı askere gitmeden evvel duymuştum. 1958’de Askerliğimi İstanbul Harbiye’de yaptım. O bölgeye Pangaltı’da derler. Pangaltı’nda bir küçük Ortadoks kilisesi vardı. Yolun üstündeydi. Olay o kilisede olmuş. Feriköy’e giden yol ayrımına yakın. Çünkü ben duydğum adam’dan yerinide söylemişti. O söyleşi beni okadar etkilemişti ki o kiliseye özel olarak gitmiştim. Bektaşi Babaları duyuyorlar ki o Kilise’deki Papaz ibadet anında uçuyormuş. Bektaşi Babası, ben kıyafet değiştirip onu uçuran cemaati ziyaret edeceğim diyor. Gidiyor onlara karışıyor, kapının arkasında bir yerde, oda ibadete başlıyor. Fakat bir bakıyorki cemaatte o kadar itikat var ki, anlatılamaz. Öyle bir Tevhit, öyle bir vecde geliyorlar ki kelimeler ile tarif edilemez. Gerçekten de papaz uçup gelip yerine oturuyor. Bunu gözleriyle görüyor. Aşk olsun bu insalara ki, böyle bir itikate sahipler diyor. Onlara niyaz kesip, imreniyor. Millet kilisede çıkarken, sonunda papaz Bektaşi Babayı görüp tanıyor. Soruyor; Bektaşi Babası senin burada ne işin var? Erenler geldim seni uçuran cemaati görmeye. Papaz, diyor ki ben uçuyorum, cemaat mi uçuyor, diyerek özüne benlik getiriyor. Bektaşi. Erenler diyorki, sen uçamazsın, onlar seni uçuruyor. Papaz buna yine itiraz ediyor. Bektaşi babası peki diyor, haftaya Pazar günü görüşürüz diyerek oradan ayrılıyor.

Bektaşi Babası gidip dört beş Bektaşi Babaya durumu anlatıyor. Sonra aralarında kararlaştırıyorlar. Pazar günü Kilisenin kapısına gideceğiz, gelen cemaata, “O papaz sihirbaz, bir insan hiç uçar mı! O sizi aldatıyor. Hele Siz papaz uçar demeyin, itikat göstermeyin bakalım o papaz uçabililecek mi”? Bizim Bektaşi Babaları aynen İçeri giren cemaatin gönlüne böyle bir şüpheyi sokuyorlar. Sonra bizim Bektaşi Babası kendisi de yine gidip kapının arkasında yerini alıyor. Papaz gene dualara başlıyor, kendini yırtıyor, cemaat’te bir hafta evvelki itikat, aşk yok. Papaz ne kadar uğraşıyorsa, kendini parçalıyor ama sonuç yok. Cemaatte itikat azaldığı için o aşk yok. Nihayet uçamayınca cemaat insanları diyorlar ki, bu Bektaşi Babası haklıymış, bu papaz sihirbazmış, bizi aldatıyormuş deyip hep beraber dışarı çıkıyorlar. Papaz, Kilisede yalnız kalıyor. Son olarak Bektaşi babayla kapının önünde karşılaşınca, ne yaptın Bektaşi baba, ne yaptın! Beni mahvettin diyor. Bektaşi babası da diyor ki, ben seni mahfetmedim ki, sen kendini mahfettin. Sen özüne benlik getirdin. Ben sana demedim mi ki seni uçuran halkın itikatıdır ve inancıdır, onlar olmazsa sen uçamazsın dedim, sen inanmadın. Gördün’mü bu dediğim doğru çıktı, diyor.

İşte talibin inancı ve itikati her türlü mucizeyi meydana getirir. Aslında keramet talipten kaynaklanır, başka şeyden değil. O kerametler, o mucizeler talibin inancından, itikatından ve birliğinden meydana gelirdi. Şimdiki Dede’nin geçmiş Dede’lerden daha fazla bilgi sahibi olmasına rağmen, o itikatlı talip olmadığı için o keramet ve mucize gerçekleşmiyor. Eski zamanda bir Pir herhangi bir konuda böyle olsun dedimi! Talibin çıkarına olmasada, talip Pir nufusudur diyerek ona itiraz etmezdi. Bir deyim vardı. “Pir nufusu kırılmaz”. Ama şimdi Seyidleri, Pirleri, dinleyen, saygı gösteren ve o itikata sahip kaç kişi var!

 

Derviş Tur gibi, Niyazi Bozdoğan gibi, Ali Rıza Uğurlu gibi Dedeleri çoğaltmamız lazım. Bir çiçekle bahar gelmez, yaz gelmez. Çok işimiz var. Derviş Tur Dedeye, bu söyleşi imkanını bana tanıdığı için kendisine çok teşekkür ederim. Allah yardımcımız,  Hızır kılavuzumuz olsun.

 

Aşkımuhabbetle

AYHAN AYDIN

 

EKİM 2013, İSTANBUL

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile