HAYRİ (HASAN) ŞANLI DEDE

HAYRİ (HASAN) ŞANLI DEDE

(DERVİŞ CEMAL OCAĞI – OVACIK – ZİYARET KÖYÜ)

AYHAN AYDIN

 

Şiir yazmaya ilk ne zaman başladınız?

 

Ayhan şiir yazmaya ilkokuldayken başladım. Bizim ev bir dergâh gibiydi, bizim evimiz kendimizin bile değildi, biz marabaydık. Bizim ev her akşam tıka basa dolardı. Kış ayları hele de her Perşembe cem vardı. Daha ilkokula başlamadan önce bana bir sürü deyiş, düvazimam ezberletmişti babam. Mesala bir şiirim de vardır, “Gözlerimi açtım ben bu düynaya. Elif anam ilkin be dedi bana. Daha beş yaşında sakallı babam oku bu duayı de dedi bana (de: söyle). Gibi şiirlerim vardır.

Bize arınmış bir soy olarak bakıyorlardı. Sanki her şeyimiz de Allah tarafından kurgulanmış, bizi bir üst insan olarak algılıyorlardı.

Biz de o tür şeye inanırdık, babam da inanırdı, babam tasavvufi konulara eğilimli olduğu için, bu tür tapınma biçimlerinde kendini biraz yetersiz bulduğu için veya bu ilgiyle tasavvufi inanışlar arasında bir bağ kuramadığı için bocalıyordu, bana öyle geliyor. Daha doğrusu amcamız Haydar Dede (Yağmur) o tasavvufu iyi bilen bir dedeydi. Bir de bizim pirlerimizden Seyyid Munzur vardı, onlar tasavufu çok iyi bilin bilgelerdi. Bir Ali Hadi Emre’nin Babası, Avukat olan, babası Zeynel Emre Dede vardı, o da Baba Mansurluydu. Bunlar tasavvuf çok iyi bilen bilgelerdi. Zeynel Dede bize pek gelmezdi. Fakat Seyyid Munzur’la, Haydar Dede çok gelirdi, bilhassa Haydar Dede biz de çok kalırdı.

 

Cem yapıldığı gün olsun, olmasın, cem yapıldığında bütün talipler gittikten sonra, sadece dedeler kalırdı. Onların kendi aralarında bir muhabbet meydanı vardı. Onlar bu tarikatı aşıp da, marife başlayan dedelerin eğitim aldıkları eğitim alanı gibiydi. Onlar sürükli konuşurlardı, o bir meydan gibiydi. Eğitim meydanı gibiydi. Mesela Hakk’a ulaşmak için kendini bil, Hakk’a ulaşırsın, derlerdi. Orada sürekli kendini bil Hakk’ı bilirsin, düşüncesi vardı. Kendini bilmeyen bir insanın Hakk’ı bilmesi mümkün değildir. Onun için marifet kapısındaki bilgilere ağırlık veriyorlardı, kendini tanımak için, o zaman ki bilgileri doğrultusunda, kozmik kudretin sırlarını çözmeye çalışıyorlardı. Yani orada genelde kendilerini tanımak, bilmek, evreni bilmek, evrenin sırlarını çözmek için çalışıyorlardı. Mesala benim bir şiirim var; cihan var olmadan, gökte kandildik... Bir dinamit oldum. On sekiz bin alem doğduğu zaman...

Bir de gönül Hakk’ın evidir.

 

İlkokul çağlarıydı, o dönemde bir de kitaplar vardı o devirde Razbatul Ahbar, (eski yazı) ben de duruyor o. Kenzül Mesayip, Hutbetül Beyan vardı, bunlar eski yazıydı. İmam Cafer Buyruğu vardı, eski yazma, bunlar babamındı...

Hocalar gelir okurdular, Haydar Dede olursa o okurdu, benim babamın okuma yazması yoktu. Hocalara gider kar atardı, onlara yardım ederdi ki, onlar da gelsin kendisine kitap okusunlar, diye. Akşam olunca ev tıka basa dolardı, o kitapları okurlardı.

 

Daha sonra ilkokul çağında, üçüncü dördüncü sınıfa geldiğime kadar, yeni kitapları da okumaya başlayınca... Eba Müslüm’in kitabı vardı, şiirsel bir şekilde Yemini’nin Faziletnames’i vardı... Hadükatüs Süeda vardı, Saadete Ermişlerin Bahçesi, bunlar yeni yazıydı. Saadete Ermişlerin Bahçesi hiç elden düşmüyordu, hergün okunurdu. Okununca da hüngür hüngür ağlardı, komşular. Yani ilkokul çağındayken, ben kitabı onbeş yirmi kez okuyup bitirmişimdir. Okumaya beni teşvik eden de Haydar Yağmur Dede’ydi. Beni sürekli okuturdu.

Yani şiirimi de İlkokulda dördüncü sınıftan itibaren yazdım. Devam ettim. Tabii o dönem ki şiirlerimi şimdi okuyunca bana gülünç geliyor.

 

Hangi duygular içindeydiniz?

 

Hece vezni yazıyordum o dönem. Toplumun içinde arınmış bir soydan geldiğime inanarak, kendimi daha da fazla doğru yola itmeye çalışıyordum. Çocuklarla gider oynardık, başka köylerin çocuklarıyla arkadaşlarım kavga ederlerdi, davara giderken, kavga ettikleri zaman ben karışmazdım, zaten karışmak istesem de o arkadaşlarım bana, sen dedesin sen karışma, derlerdi. Bilakis te kavga eden çocukların önüne gittiğim zaman onlar da benim sözümü dinliyorlardı, o kavgaları ayırıyordum.

O dönemlerde halkın dedelere karşı hürmeti sonsuzdu.

Örneğin Seyyid Rıza’nın akrabalarından birisi Zeynel Top, bir düşmanına karşı geldiği zaman vurup ördürebilirdi. Ama bir dede olunca onun karşısında tir tir titrerdi. Onların biraz da dedelere karşı bir korkuları vardı.

 

İlkokulu 1956 öğretim yılında bitirdim. 56’de okulu bitirirken, Ovacık’ta bir milli eğitim müdürü vardı, bu adam babamı çok zorladı, benim ortaokula gitmem için çok zorladı, ama o ben ona eski yazı öğreteceğim, dedi. Sonra da anam ben onu elimle götüreyim imam hatipe kaydedeyim, dedi, babam da onu kesinlikle kabul etmedi. Öyle kaldı. O yıl eski yazı öğrenmeye başladım. Köyde hocalar çoktu, öğretenler de çoktu. Bir gün, 1958 olması lazım, bizim evde pirlerimiz gelmişti, pir mürşit gelmişti. Daha doğrusu babam gidip getirmişti, oradaki komşuları barıştırmak için. O komşuları barıştırmak için altı gün onları hiç bir yere bırakmadı, onları barıştırdılar. Daha sonra davet ettiler, onlar sıraya koyup götürdüler. O günlerde bizim pirlerden birisi benim için bir tören yapmak istedi. Belime kuşak bağladı, dua verdi. Daha doğrusu dedelik yetkisi vermek için. O dönemde ben daha akil bağli de değildim. On dört yaşlarında filandım. Babam da o daha akil baliği değil, sen bunu niye yapıyorsun, dedi. O da dedi ki, onlar akil baliği de ne yapmışlar. Belime kuşak bağladı, yani aklıma geldiğince “kemer best”, mürşitimiz Kazım Oktay’dı. O da dua verdi, sırtıma vurdu, vs. Vs. Sonra yanımdaki Molla Hıdır’a da sonra hocam sen de Kuran’ı ona öğret, dedi. O dede yanıma oturarak harfleri, hecelemeyi bana öğretirdi. Bir zaman sonra, 1962 ‘de hoca bize geldi, Mılla Hıdır, geldi okuttu. Gerçekten de okuyabiliyordum, tamam dedi, yetki verdi, başladım Kuran okumaya. Kuran okumaya başlayınca, babamın düşüncesi, cenaze hizmetlerini de benim yapmamı istiyordu. Ancak şunu söylemekten de geri kalmıyordu, bir yere seni kendileri çağırmazlarsa oraya gitme, derdi. Haydar Yağmur Dede’de aynı şeyi söylüyordu: bir yere çağırmazlarsa gitme, çağırırsalar git, görevini yap, diyordu.

 

Kuran okumada Tecvit (Kuran’ı doğru okumak) noktalama işaretleri gibi, doğru okumayı 1964’te öğrendim. Ondan sonra da öğrenmeye devam ettim, onu hiç kesmedim. Babamın isteği olan cenaze hizmetlerini yapmadım. Nedeni de; cenazeye gittiğimiz de ise bakıyorduk herkesin elinde kepçe var, ölüye su döküyorlar. Haydar Dede’nin öğüdü gibi ben bu işi yapmadım. Okumayı hiçbir zaman bırakmadım.

 

1964’lü yıllarda, sürekli kitap okumaya çalışırken Darvin’in kitapları elime geçti, Türlerin Kökeni, kitabı. Türlerin Köke’ni büyük bir hevesle okudum. Zor Foritser’in Felsefe’nin Temel İlkeleri, isimli kitaplarını okudum, onlara devam ettim.

 

1967’de İstanbul’a geldim.

İstanbul’a gelirken de, herkes para kazanmayı düşünürken, ben kitap alıp okuyordum. Dört ciltlik bir kitap aldım. Buhari’nin kitabını aldım. Bir de o yıl, kursa, elektronik (radyo tamir) kursuna gittim. O kursa devam ederken de, fizik dersleri vardı, onlara heves ettim, onlara devam ettim.

 

1968’den 1994’e kadar aralıksız radyo, televizyon işleriyle tamir işleriyle, uğraştım.

 

1968’de askerliğimi yapıp döndükten sonra, köyde çalıştım, 1977’ye kadar köyde kaldım.

 

Şiir yapmayı hiç bırakmadım, aksatmadan o çalışmaları devam ettirdim, şu anda 700 kadar şirim var. Gene yüz eli, iki yüz’e yakın da kendi ana dilem Zazaca da şiirlerim var. Diğerlerinin dışında.

 

Bir de bazı Alevi deyişlerini, Yunus Emre’nin, Harabi’nin şiirlerinden Zazaca’ya çevirdiğim kırk elli şiir de vardır.

 

Siz bir dönem Nefes Dergisi’nde de bulundunuz?

 

1994 yılındaydı. Nefes Dergisi’nin ilk çıkış yılı. Daha önceden Cem Dergisi’ni takip ediyordum. Hatta bir kaç makalem de çıktı. O dönemde tasavvufla ilgili bilgilere ulaşmak istiyordum ama ulaşamıyordum. O dönem de Reha Çamuroğlu’nun Cem Dergisi’nde çıkan tasavvufla ilgili yazılarını takip ettim. Bir gün dergiyi elime aldım, baktım ki, Reha yok içinde, yönetim değişmiş. Bir gün de Mecidiyeköy’de kitapçılara baktım, Nefes Dergisi var, baktım Reha (Çamuroğlu) orda. Ertesi gün Nefes Dergisi’ne gittim. Rahmetli Cemal Şener ordaydı. Cemal Şener’i daha önceden tanıyordum. Kendisi aslen Ovacık’lıydı, dedesi Erzincan’a gitmişti. Yanılmıyorsan Yalmanlar Köyü’nden büyük dedesi Erzincan’a gitmişti. Cemal’le çok tartışırdık, kızardım ben ona bazen. Ama onunla anlaşırdık, Cemal’i severdim, ben. O zaman Rıza Zelyut vardı. Daha sonra en çok da Reha’yı görmek istiyordum. Reha’nın ne zaman geleceğini sorarak bir gün gidip onunla tanıştım, Baba Mansur’ lu olduğunu söyledi. Babası çocuk yaştayken gelmişti İstanbul’a. O dönemde ben Reha Çamuroğlu’ndan çok şey öğrendim, erkânla ilgili, tasavvufla ilgili çok şey öğrendim. Ondan öğrendiklerini, kendi yaşadıklarımla karşılaştırıyordum. Orada öğrendiklerim daha önce yaşadıklarımla kayışlayınca daha zenginleşiyordum, daha da bilgim artıyordu. Esat Korkmaz da oradaydı. Fakat Esat’la pek fazla muhabbetim olmadı. Bir gün gene dergiye giderken, bir yıl sonra, gittim baktım Reha da ayrılmış, Cemal de ayrılmış. Orada Esat Hoca oradaydı, Esat Korkmaz. Esat Korkmaz benimle konuşmak istedi. Tabii bazı sorular sordu, ocağımla ilgili, kimliğimle ilgili. Onları anlattım. Sana ihtiyacım var, dedi. Dedim, hocam ben ne yapabilir ki? Var, dedi. Gel bizimle beraber çalış, sigortanı da yaparım, dedi. Kabul ettim. Ne yapacıktım? Dergi satılacaktı, abone bulacaktım. Ve başladım. Bir ay dolmadan, Esat Hoca benden yazı istedi, dergide yayınlamak için. Hocam dedim, yazı yazmayı beceremiyorum, dedim. Sonra bana dedi ki, Reha Bey’le, Rıza Bey’le konuşuyordun, Cemal’le tartışıyordun, onları yaz getir, bana dedi. Daha sonra bir yazı yazdım götürdüm kendisine, Alevilik’le, namazla, Cemal Şahin’le ilgili bir eleştirim vardı, onu yazdım. Yanılmıyorsan, 18. veya 19. sayıydı ilkyazım çıktığında. İkinci yazım Dersim’de Matem (Muharrem)’di, onu yazdım. Üçüncü yazımda da “Soy Zinciri Artık Sorgulansın”dı. O yazım çıkınca, dergi elime ulaşmadan, çocuklar seni Nejat Birdoğan aradı, dediler. Nejat Hoca’ya telefon ettim, konuştum, dedi senin hakkında yazı yazdım, bu hafta Aydınlık Dergisi’nde çıkacak. Kendisiyle Hacı Bektaş’ta tanıştık. Daha sonra devam ettim, Nefes Dergisi bana tasavvufu öğretti. Odur budur devam ediyorum.

 

Anlatıma gelince, bazen heyecanlanıyorum. Sabah dörtten sonra dokuz ona kadar sürekli çalışma saatimdir. Ayrıca İstanbul’a ilk gelişimde 1977, burada Alevilerin ihtiyacı olan Hocalık ve Dedelik hakkında, örneğin cenaze hizmetleri oluyordu, Kuran okumaya çağırıyorlardı, Nikâh (Allah’ın Emri) beni tanıyanlar beni çağırırdı, diğerlerine amcam Seyyid Hıdır’ın telefonunu verirdim, gidip o yapsın, diye. Seyyid Hıdır bana kızıyordu, oğlum sen niye gitmiyorsun, kendini yetiştirirsin, sana ihtiyaç var, sen git diyordu. O yaşlı haliyle birisini getiriyordu, bunun cenazesi, Kuran’ı, Allah’ın Emri var, git onu yap, diyordu. Ben de kendisini kırmazdım. Aynı zaman Seyyid Hıdır Yağmur, Haydar Yağmur Dede’nin kardeşiydi. Onun yanında olduğum vakit sanki babamın hayatta oluduğu gibi geliyordu bana. Hiçbir sözünü de kırmazdım. Hele bir hassa cenazelerde beni zorlardı, gönderirdi. O dönemde bazı Sünni hocalar kendiniz gelmiyorsunuz da, leşinizi niye getiriyosunuz camiiye, diyorlardı. Hatta günün birinde Bademlik’te bir camii hocasıyla tartıştım ve de cenazeye bırakmadık ki, o da cenaze namazını kıldırsın. Mezarlıklardan gelen hocaya kıldırdık. Yani o dönemlerde çok rastladığım çok aydın Sünni hocalar da vardı, yok değildi yani. Hatta günün birinde bir cenaze vardı, Gazi Mahallesi’nde, cenazeye bir de Sünni hoca gelmişti, mezarlıklardan. Bizim ordaki rahmetli Mustafa Hoca (Sivaslıydı) okuduktan sonra, hocam dedi, sen de cenaze namazını kıl, dedi. Mustafa Hoca helallik alırken, Ehlisünnet Vel Cemaat, derdi. Bir gün kendisine biz Ehlisünnet değiliz, sen neden Ehlüsünnet, diyorsun deyince bana kızdı, doğru dürüst cevapta vermedi, kendisi Alevi olduğu halde, Ehlisünnet, diyordu. O gün Sünni hocaya cenaze namazını kıl, dediğinde hoca karşımıza gelip, Ey Ehlicemaat, dedi. Bu bir son değil, dedi. O gün bu tür sözleri bir Alevi hocadan duymak isterken, bir Sünni hocadan duymuş oldum, o anda kendimi tutamadım, ama hocam ilk de değil, dedim. Hoca bana baktı, devam etti, çok güzel şeyler de anlattı. Anlatımından sonra cenaze namazını kıldı, ben de bilinçli olarak, cenaze arabasına bindim. Cenaze Bağcılar’a gelecekti, helallik alındıktan sonra Habibler’e gidecekti. Arabada hocaya sordum, çok güzel şeyler anlattınız, dedim. Acaba senin gibi düşünenler var mı? Dedi, çoook, dedi.  Bunlar halka bunu anlatabiliyorlar mı, bunu gerçekleştirebiliyorlar mı, diye sordum. Hayır, dedi. Peki, sen yapabiliyor musun, dedim. Hayır, dedi ben de yapayorum, dedi. Peki, neden yapmıyorlar dedim, yap işlerine gelmiyor, ya da yapmıyorlar dedi. Burada neden yaptınız dedim, sizin Alevi olduğnuzu bildiğim için yaptım, dedi. Böyle şeyler de var.

 

Derviş Cemal’a aşkınız şiire dönüyor? Bu nasıl doğdu?

 

Hocam, Derviş Cemal Köyü’nde ben doğup büyümedim, ben Ovacık’da doğup büyüdüm. Bizim Derviş Cemal Köyü’nden ayrılışımızın yılı 1876’dır. Annemin babası Seyid Hıdır, Mezre yani Derviş Cemal Köyü, doğumludur. Babamın babası da o çağlarda, o yıllarda altı yedi yaşlarındaymış, onun adı Seyid Hüseyin’dir. Babamın dedesi Seyyid Mahmud. Seyyid Mahmut dönemin de Seyyid Cemal’de en otoriter seyyidmiş. O köyde Derviş Cemal evladından başka kimse yaşamıyor. O dönemde bazı karışıklıklar çıkıyor. Çıkınca Seyyid Mahmud araya girmesine rağmen, ne yaparsa yapsın barıştıramıyor. Barıştırmak da kendisine en çok yardım eden Seyyid Dede, diyorlarmış, o yapmış. O Menteşlerden’dir. Onlar da Derviş Cemal’lidir. Ama onlar bize bağlıdır, bizim taliplerimiz olur. Yani el ele el Hakk’adır. Bir de Mede (Medine) Ana vardı. Mede Ana bizim yakın akrabalarımızdır. O da otoriter bir kadın olduğu için bizim guruba Silemede giller (enin üzerinde de nokta var) (yumuşak i gibi okunuyor) diyorlardı. Yani Mede’nin (Medine’nin) oğlu Süleymangiller, manasındaydı. Mede Ana Otoriterdi. Orada sorunun çözümü için dedem Seyyid Mahmut, Medine Ana’yla Seyyid Dede olmayınca sorunlar çözülmüyormuş. Onların üçü bir araya gelince sorunlar çözülüyormuş.

 

O yıllarda bir sorun yüzünden bir adam vuruluyor. Bir adamı vurup öldürüyorlar. Onu da Firik Dede’nin büyük dedesinin üzerine atıyorlar. (Firiklerin Dedesi) onlar da o yıl köyü terk ediyorlar.

Ertesi yıl, Seyyid Mahmut sorunu çözemeyince diyor ki, artık benim burada işim bitti. Bastonunu alıyor, kendisinden ayırmadığı bir kitabı varmış, onu da alıp oradan ayrılıyor. Nenemle, dedelerim orada, köyde kalıyorlar. Daha sonra bir divane yetişiyor kendisine onunla birlikte Ovacık Bozuşağı Köyü’ne geliyor, orada yerleşiyor, mezarı oradadır. Daha sonra ertesi yıl, Derviş Zürek, onun yardımıyla nenemle, Gülüzar Ana’yla gidip o çocuları getiriyor. Daha sonra da gelip Ziyaret Köyü’ne yerleşiyor. Sonra da dedem orada kalıyor. Bizim arazi Mezre’de kalıyor. Son yıllarda, amcam geldi, bana söyledi. Dava edelim, kayıtlarımız vardır, dedi. Ben kabul etmedim. Dedemin nufüsunu kullanmam, dedim. Babam da buna çok karşıydı, hatta amcamı bu konuda dövmüştür.

 

Derviş Cemal’a de sürekli gider gelirdik, Hozat ile Köyün arası bir saat kadardır. Köyden bir iki km. aşağı inince kar fazla tutmaz. Ama köyde aynen Ovacık gibi kar vardır. Bazı yılları martta köylüler, kürekle yolu açıyorlardı ki, atla Hozat’a gelsinler. Bu anlatımlar beni etkiliyordu. Orada bir tarih yaşıyor, Ayhan... Fotoğraflar var. Hatta Cem Dergisi’nde yayınlanmıştı. Orman köyün karşı.

 

Ben de son yıllarda köyüme ev yaptım. Munzur’a karşı… Sen de dostların da gelirse her zaman ağırlamak isterim. Bizim yöreler hayat kaynağı, sıhhat kaynağıdır. Her şeyi olağanüstüdür.

 

Derviş Cemal’de direkten bal aktığına inanılan bir ev var. Bal direkten akmaktadır. Fakat buna ben batini bir yorumla yorumlamıştım. Bilimsel olarak direkten bal akmaz. Orda dosttan gelen acı sözü, direğin de bal eyledi, diye bir şiirim vardır. Ben onu böyle yorumladım. İşte elimde o evin önünden çekilen bir fotoğraf var. (fotoğrafı gösteriyor) her taraf kardır. O evin karşısında bir ağaçlık vardır. Orası bir ziyarettir. Evden oraya yirmi dakikada gidilir. Orada bir kulübe yapılmıştır. Ama bizler cemevi yapmak istiyoruz. Suyu yok, onu da getireceğiz. Orası kurbanların kesildiği yerdir.

Etkileniyordum, atamızın yeri, atamızın Batıdan ilk geldiği köydür. O köye batıdan nasıl geliyor onu da anlatayım: Seyyid Derviş Cemal.

 

Afyon Döğer’deki Seyyid Cemal Türbesi’ni biliyorsunuz siz de gittiniz, Altıntaş’da var.

 

Altıntaş’takine de gittim ama Seyyid Kemal, diyorlardı.

 

O yanlıştır.  O kasıtlıdır. Sen kitabında yazmıştın, her ikisi de görmüşsün, ama sen doğru yazmışsın gerçekten de oradaki Altıntaş’daki Cemal Sultan türbesidir. Orada Seyit Kemal yok. Bu konuda Hüseyin Yalçın’ın kitabı iyi bir kaynaktır. Tarih de yanlıştır. Yazın orda kalıyormuş, Döğer’de. Kışın da Altıntaş’a geliyormuş. Yani aynı şahıslar. 

 

Ama orada da mezar var? İki türbe var. İkisi de aynı olabilir.

 

Seyyid Cemal’in Asil Doğan’dır. Asil Doğan Gelibolu’ya giderken veya dönerken denizciler kayık vermiyor... O odur. Onun Mezarının Biga’da olması lazım. Hüseyin Yalçın Bigadiç’te diyor. Seyyid Erdoğan da Asil Doğan’ın oğlu. Onun mezarı Bergama’dır. (Dedemle, babam bunu sürekli anlatırlardı) Derviş Erdoğan’ın oğlu’nun İsmail Erdoğru’dur. Babam böyle diyorlardı. Bunun mezarının Yatağan’da olduğunu söylüyor. Şeyh Bedreddin isyanı 1416’da başlıyor. Börklüçü Mustafa Aydın’dan huruç ediyor. Börçlüce Mustafa’nın isyanına Seyyid Derviş Cemal’in katılmaması mümkün değildir. Katılmıştır. İsyan bastırıldıktan sonra, Keskin’deki Seyyid Haydar Sultan Dergâhı’na sığınıyor. Bunu Dedemoğlu’nun bir şiirinden çıkarıyorum.

 

“Güzelsin Serez’in Şahı Güzelsin

........ son kıtasın

 

Dedemoğlu söyler çerağı uyandırır

Karanine Eşiğine yüz sürer

Derviş Cemal babam murada erer

Güzelsin Serez’in Şahı Güzelsin...

 

Dedemoğlu Ali Oğlu gibi, Şeyh Bedreddin ardıllarındandır, hayranlarındandır. Keskin’e geldikten sonra bir dönem orada kalıyor. Oradaki Postnişin, Haydar Sultan’ın torunlarından, o aynı zamanda Derviş Cemal’in akrabalarındandır. Oradan da, akrabasının da tavsiyesinle, derviş kıyafetinde, Malatya’daki Şah Ahmet Dede Dergâhı’na gelir. Teslim Abdal, Derviş Ali Seyyid Ahmet Dede’nin torunlarıdır. Onlar da Şeyh Bedreddin hayranlarıdır. Oradadan kendi adını taşıyan Hozat’ta Derviş Cemal Köyü’ne geliyor.

Geliş tarihi kesin olarak Şeyh Bedreddin’in asılma tarihinden sonradır. Onun gelişi de ondan sonradır. 1420’den sonradır. Zaten kendi mezarının üstünde ölüm tarihi olarak 1440 net bir şekilde görülmekte, okunmaktadır.

 

Benim bir farkım vardır Ayhan. Ben hiçbir kurumu ayırmam. Eleştirilecek yerler varsa eleştiririm. Ben seni çok seviyorum. Senin yerin ayrıdır. Yıllardır seni tanıyorum, hep aynısın… Ben de bunu seviyorum.

 

Ben taliplerim, insanlar hangi dilden anlıyorlarsa ben o dilden konuşurum. Bazılarına Kürtçe, bazılarına bilmeyenler Türkçe konuşurum. Bizim Afyonda’ki taliplerimiz Türkmen’dir. Ben onlara Türkçe konuşurum. Diğerlerine Zazaca. Bizim Kırmança konuşan akrabalarımız da vardı, ama biz o dili bilmiyorduk, biz Zazaca konuşurduk. Biz de din, dil, ırk ayrımı yoktur. Herkese sevgiyle bakarız.

 

Benim taliplerimiz arasında Ermeni de vardır. Halit diye bir Ermeni vardı, o Alevi olmuştu, benim babamın talibiydi. Kemah’ın Oğuz Köyü’nde kalıyordu. Bizim talibimizdir.

 

Hep kendinizseniz? İç dünyanız çok zengin ve kendi iç dünyanızı sürekli dinliyorsunuz?

 

Boş bir şey uğruna bir ömür geçti...

 

Mal biriktirmek ilk dönemlerde haram gibi geliyordu. Babamın hiç bir şeyi yoktu. Ne tarlası, ne bağı vardı. Nerde akşam orda sabah. Ev hiç boş kalmazdı, eğer o misafire verecek küpümüzde yağımız olmasa da sanki o bereketi o misafirler getiriyorlardı. Bizim yârin ne olacak, diye bir endişemiz yoktu. Sonra evde bizim kaldığımız köydeki Derviş Cemal talibiydi. Onların içinde büyüdük. Bizim talipler genelde uzaktı. Ama bizim ev taliplerin evi gibiydi. Bir gün cenaze vardı, babalığım yani müsahibimin babası, o gelirken eve gidelim yemek ye, diyor. Onunla beraber eve geliyorlar. Annem çorba koymuş, ayranlı. Ocağın üzerinde. İçeri gelirken, Ferolar’dan iki adam gelmiş. Birinin elinde un var, diğerinin elinde kepçe bizim tencerenin başında. Onlar keşkeği yapıyorlar. Annem de yağı getiriyor, yemeği yapıp yiyorlar. Yani bizim kapımız açıktı, çay oradaydı, şeker oradaydı, her şey açıktaydı, herkes gelip evi kullanıyordu. Bizim ev dede eviydi, herkese açıktı. Bir kurban olsaydı, bir dede gelseydi eve, evin vazgeçilmez hiçmezcisi Ahmet Özer vardı, annesi vardı ikisi nur içinde yatsın, o gelirdi keserdi, pişirirdi, suyu bile Ahmet kendisi taşırdı. Biz böyle yaşadık. Ve babam 1976’da vefat etti. Annem 1992’de vefat etti.

 

Yani bu sizin hayat felsefeniz mi oldu?

 

Evet öyle. Ben de okuduğum kitaplarla, küçükken yaşadıklarımla harmanladım. Benim kalbim çok geniştir, zengindir, şu anda fakirlik içinde de olsam kendimi hiçbir yoksulluk içinde hissetmem. Ben olayım olmayayım, bizim taliplerimizi hanım ağırlar, bakar...

 

İstanbul’a geldiğim zamanlarda, köyden gelenler hep bize gelirlerdi, doğru dürüst işim olmadığı halde onlara bakardık. Yine bir Ovacık’lı İbrahim Gündoğdu, dedi ki sen ne yapıyorsun hergün evinde bir Kürt var, burası İstanbul burada böyle idare edemezsin? Biraz kendine gel, çeki düzen ver kendine. Ben de diyordum ki, hergün evde bir tencere torba varsa, o gelse de birlikte yeriz, olmasa... Vallah ben bilmem ben seni uyarıyorum, dedi. Senin ceddine aşkı niyaz oluyorum, dedi. Değişen bir şey olmuyordu. Köy gibi gelenim, gidenim eksik olmuyordu. Aynı şekilde Sünnilerle de birlikte yaşıyordum.

Hatta Halıcıoğlu’ndaki evden Gazi’ye giderken, mafya evime el koydu, aldı. Evin asıl sahibi yeri bize vermeye çalışıyordu. Komşularım kendi aralarında para topladılar ki, biz alalım orayı. Bir de ortak bulduk. Sonra mafyanın eliyle başkaları elimizden aldılar. Komşularım günlerce bizim yanımızda oturuyordu. Hatta komşularımız, şimdi buraya gelenin kapısı böyle açık olacak mı, diyorlardı. Konşularımın hepsi Sünni’ydi. MHP’lisi, ANAP’lısı, DYP’lisi, CHP’lisi vardı... Ama orada bir ayrım gözetmiyorlardı. Halk temizdir, saftır. Ben halkta bir şey göremem. O halkı yönlendirenler, kanaat önderleri, parti yöneticileri birşeyler yapıyorlar. Yoksa bu halk kardeşçe bir arada yaşarlar.

 

Şu anda durum nasıldır?

 

Gazi Mahallesi’nde evim var. Küçük kızım ABD.’de. Büyük oğlan evlendi. Büyük kızım, küçük oğlum halen benimle yaşıyorlar. Onlar İstanbul’da kalıyorlar.

 

Siz köye gidiyorsunuz?

 

Evet, yazın köye gidiyorum. Kışın buraya geliyorum.

 

Bir de bazı dedeleri eleştiriyorsunuz, şiirlerinizde?

 

Siyaset ticaret bir de dedelik...

Bir arada yürüyormuş bilmezdim

Cahil bir topluma sahte hocalık

Uyanıkca yapılırmış bilmezdim

 

Bir yanda bakarsın Hakk’adır yönü

Bir yanda kazançlı meta dükkânı

Bir yanda partinin ilçe başkanı

Uyanıkça yapılırmış bilmezdim

...

 

Bu dedeler çoğunlukta, daha doğrusu kendini toplumun önderi olarak görür, üst insan olarak görürler. Bir de kendi aşiretlerini, yani kendi etnik kimliğinden uzaklaştırarak başka kimliklere karıştırırlar, bunlar çoğaldı. Sonra kendisini dinlemeyenleri düşkün ilan ederler, illa benim dediğim olsun, derler. Sonra dedelikten uzaklaşmışlardır. Bilinçsizce, sade ben varım, derler.

Örneğin birisi dikildi önüme; sen pirini tanımıyorsun, senin pirin kim dedi? Ben de dedim ki benim pirim kitaplarım. Yok, dedi. Sen pirini tanımıyorsun. Yani kendisi pir, beni talip olarak gördü.

Bir başka dede de kendisinde bir emanetim vardı (babamın döneminde bir kitap vardı) o kitabı rahmetli babası benim babamdan istemişti. Babama ısrar etti, okuyup getireceğim deyip aldı, götürmedi. Aldı götürdü, getirmedi. O dede bize gelince beni yanına oturturup bana eski yazı öğrettirirdi. Oldukça olgun bir dedeydi, okuryazardı. Bu son dönemlerde kendisinden kitabı istedim. Dede de, zaten benim çocuklarım eski yazı bilmiyorlar, o bende emanet bunu sana getireceğim, dedi. Sonra nur içinde yatsın kendisi vefat etti, biz de İstanbul’a geldik. Kitap orda kaldı.

Bundan bir kaç yıl önce oğlundan istedim, hatta o kitabı onun evinde gördüm, istedim. Kendisinden kitabı isterken, bana dedi ki, sen pir tanımazsın, mürşit tanımazsın, ikrar tanımazsın, müsahip tanımazsın... Bana hakaretler yağdırdı. Yanımızda bir kaç akraba da vardı. O anda kendimi tutamadım; bana pirlik yapman için benden en az yüz adım ilerde olman lazım, dedim. Öğle deyince bana küfretti. Ben de eyvallah dedim, ayrıldım. Bir zaman sonra duydum, beni aforoz etmiş, ben kurban kesecekmişim. Oysa bu adam benim pirim değil, mürşidim değil, bu gücü kendinde nasıl buluyor?

Diğer dedeler baktığım vakit te Alevilik hakkında pek bilgileri yok.

Sadece Evladı Resul oldukları için ben dedeyim, pirim diyorlar.

Oysa pir ve mürşit olmanın şartları var: birincisi: nesli saada olmak. Yani Muhammed Ali soyundan olmak gerekir. Muhammed Ali soyu Ali ile Fatma’dan yürüyen soydur. Atalarımızdan dinlediğimiz anlatılara göre; Kerbela Olayı’nda bu soydan sadece İmam Zeynel Abidin kurtuldu. Bu nedenle İmam Zeynel Abidin’e Ademi Sani (İkinci Adem) diyorlardı. Soy Zeynel Abidin’den yürüdü. İmamlar da bu soydan geldi. Günümüzde dedelik yapmak illa da Nesli Saada olmak koşulu olmaz, diyenler de var. Ancak Nesli Saada olmayan birini, getirip bu pirdir diye, toplumun karşısına dikerseniz toplumla alay edersiniz. Öyle bir şey olmaz.

Bilge ve arınmış insana rehberlik verebilirsiniz. Ama onun eliyle ikrar biat alamazsınız. Yolun kurallarıdır; asırlardan beri bu yoldan gelen bilge mürşit ve pirler ile yürütüldü.

 

İkincisi: arınmış olmak. Yani eline beline, diline sahip olmak. Kendi keşisel menafaatini toplumun menafaati üzerinde tutmamak. Sürekli toplumun ortak menfaatini korumak. Her zaman toplum yararına olan iyi işler yapmak. Eşit, adil ve özgürlükten yana tavır almak.

 

Üçüncüsü: eğitimli olmak. Dört kapı, kırk makam, kâmil toplum okulunu başarıyla tamamlamak. Seyrü Sülük’ü tamamlamak, Meşayihi Küpbar ilmini bilmek. Yani üniversite düzeyinde eğitim görmek. Mürşit batini manada akıldır, bilgedir. Aklın ete kemiğe bürünmüş halidir. Mürşitlik ve pirlik ise aklın kurumsallaşmış halidir. Mürşitten akan bilge akışı talibin gönlünü gebe bırakır. Kırksekiz Cuma sonra ağız yoluyla doğum gerçekleşir. Tel olarak çalar, söz olarak söyler. İşte Kuran’ı Natık odur. İşte Alevinin Kamil Toplumu o zaman yaratılır.

 

(İlk söyleşinin sonu)

 

Söyleşi: Ayhan Aydın, İstanbul, 2013

 

AYHAN AYDIN’IN SÖYLEŞİNE YAZILAR...

 

HAYRİ (HASAN) ŞANLI

 

PİR MÜRŞİT REHBER TALİP

 

MÜRŞİT

 

Arapça bir kelimedir. Türkçede karşılığı “Öğretmen”dir.  Mürşit aydınlatan, taliplerine kurtuluş yolunu gösteren ve Tanrısal sırların çözümünce yol gösteren; Dervişleri yöneten ve yönlendiren; Sözü yasa niteliği taşıyan üstün aşamalı tarikat ulusu sayılır. Görevi itibarı ile Muhammet Âliyi, temsil eder. Onların adına “ikrar- biat” alır, nasip verir.

Kamil toplum yaratmanın yolu eğitimden geçer. Bu eğitimde Pir evinde yapılır. Cemlerde Mutlak otorite Pirdir,  mürşittir.  Pirlik yapacaklara, Rehberlik yapacaklara “nasip” veren de Mürşittir.  İkrar ve biatını aldığı taliplerini, topluma yararlı ve erdemli insanlar olmalarını sağlar. Mürşit,  olgunluğun, efendiliğin, alimliğin, yüce ahlakın, dinin, yolun, yolağın bütün simgelerini doruk noktada özünde taşıması gerekir. Meşahi i Kübra (büyük şeyhlik ) ilmini bilmesi gerekir. Bunun yanı sıra Taliplerine iş ve uğraşı dallarında yardımcı olması gerekir.

  

Pir ile talip ilişkisi: İkrarı biatı alınan talip ile pir arasındadır. Bu ikilinin ilişkisi ölümüne kadardır. Babadan oğla olmaması gerek.  Ahlaki değerlere uyarsak, bir pir ölümü halinde kendi yerine pirlik yapabilen evladını yetiştirmesi gerekir. Evlat babayı aşmalıdır. Evlat mezar taşı ile değil kendi ortaya koyduğu ürünle övünülmelidir.

 

PİR 

 

Bâtıni anlamda, Pir de aynı Mürşit gibi Aklın ete kemiğe bürünmüş halidir. Pirlik makamı aklın kurumlaşmış halidir.

Sözlükte anlamı: “İhtiyar, yaşlı, bir tarikatın veya bir işin bir mesleğin ilk kurucusu, bir sanatın ilk kurucusu ve ustası”.  (Arif Hikmet Par,  Osmanlıca Sözlük) 

Bâtıni dilde “Akıl Cebrail”dir. Yani Aklın adı Cebraildir. (Abdülbaki Gölpınarlı, 100 Soruda Tasavvuf) Akıl Cebrail olduğuna göre Muhammed’in kılavuzu olan Cebrail Muhammed’in aklından başka bir şey değildir. Bu nedenle Muhammed’in vekili olarak algılanan Alevinin Pir’i ve Mürşidinin Sözleri “Kuranı natık “ olarak algılanır.

Pir aklın bedenleşmiş hali demiştik, Pir pirlik yapabilmesi için Aklının klavuzluğun da hareket etmesi gerekir. Yaşamda her şeyin, her değerin akılla sorgulanması durumunda bilimsel varsayımlar yakalanır. Pirin görevi de önderi olduğu toplumu bilimsel yöntemlerle yönetmesi gerekir. Pir; yaşamda toplumun ibadet, iş ve uğraşı dallarında öğretmenidir.

Pir; Tarikatın kurucusu Hacı Bektaş Veli olarak kabul edilir. Haci Bektaş Ali ile özdeş kabul edilir. Bu nedenle “pir Ali’dir “ denilir. Alevinin Pir’i Ali ile Hacı Bektaş’ın vekili / halifesi olarak algılanır. Pir posta otururken:

 “Ululuk senindir ya Ali, Yücelik senindir ya Ali, Saadet senin olsun ya Ali, Nimetler senin olsun ya Ali, der posta oturur. 

Arap Elif Ba sı 29 harf tır. Anadolu’da kullanılan elif Ba 32 harftır.  Mürşit kelimesi yazılırken, Mim, Ra, Şın ve Te harfleri ile yazılır,  Bu dört harf 32 den çıkarsa 28 kalır. Pir kelimesi 3 harftır, 28 den çıkarsa 25 kalır. Bu 25, 12 şer 2 guruba ayrılırsa 1 artar. O bir için Tarikatın ulusu derler. O uluyu Ali kabul ederler. Pir Pirliğini yapabilmesi için Ali gibi olması lazımdır. Ali’den nasibi olması lazımdır. Alinin Evladı olması lazımdır. Mesahi i Kübra ilmini bilmesi lazımdır. Meşahi i Kübra ilmi, Büyük Seyh lik bilgisidir, ona “ilmi ledun” da derler.

Kızılbaş Aleviliğinde, bütün söylemler Ali ile Muhammet’e gider. Muhammet Ali Kızılbaşlığın beyin ve Ruh aynasında zahire/ bilince yansıyan “Eril-dişil” prensibin, Cananıdır. Evrensel gerçeğin ete kemiğe bürünmüş, Muhammet Ali kimliğinde açığa yansıyan hali dir.

Pirlik Ali’den evladına Mirastır deniliyor. Ancak, “kim Ali’nin soyundandır”.  Osmanlılar Kızılbaşlara bir öcü gibi bakardı. Alevi kasabı Yavuz Sultan Selim Alevi kırımını başlatmak için Müftü Hamza’dan fetva almıştı.   Ebu Suut fetvaları ortada.  Bir yandan Nejat Hoca’nın dediği gibi fellik fellik Kızılbaş arıyordu ki başını kessin Bir yandan da Kurduğu “Nakibul eşfak” larla Seyitlere secere yazıp mühürleyip veriyordu, Gidin Kızılbaşlara dedelik, Pir’lik yapın deniliyordu. Pirlik beratı Pir’den alınır, Kızılbaş düşmanı bir kurum pire berat verirse beraberinde ne yapacağını da gösterir. İste yolun kirlenmesinin başlıca nedenlerinden biri bu olsa gerek.

Bir araştırmacının verdiği bilgilere bakılırsa Anadolu toprağında 350 ye yakın dede ocağı var. Günümüzde bir ocağın hizmetçisi bile kendisini o ocaktan sayar.  Hatta kendi dedesini o ocağın gerçek piri ile kardeş olduğunu iddia eder.

Kızılbaşın Muhammet Ali’si Ozanların, Aşıkların dilinde şiirdir, deyiştir. (Şiir Yunancada ki “Polein” den türediği belirtilmektedir. Polein sözcüğü Fenike dillerinde ki “Phonhe” ağız sözü, ifade, söz sözcüğüdür. Ve “ısh” yüce varlık prensip varlıktır.) hak Muhammet Ali batın aleminde kızıl baş bireyin kendi vicdanıdır.   Mecazi anlamda “Tanrı” dır. İlahi kıvılcım (ateş) ilahi nur (ışık) Kızılbaşların inancında “Hak  Muhammet Ali kimliklidir”. Hak Muhammet Ali Tanrı Evren ve insanın adıdır. Her üçünün oluşturduğu bütünlük ise “Hayat’tır” Hayat “Maddi alem”dir. Maddi alemin derinliklerinden bir kıvılcım gibi fışkırıp gelen canlı, o ilahi gerçeğin Açığa –görünüre yansıyıp kendini bulmasıdır.   

O kıvılcımlarda en görkemli olanı “İnsan” dır. Tanrısal bilinç, akıl, iste o görkemli varlıkta kendini bedenleştirerek gösterir. Pir ve ya Mürşit kimliğinde dile gelir. Pir Mürşit Batıni anlamda akıldır, bilinç tir ve Zeka dır.. 

Kızılbaşın gönül gözü ile tanıdığı Muhammet Ali;  Eskinin Mısır inisiyasyonun da ki yaratıcı varlığı , “Osiris” yani eril prensibi, Ve “İsis’i” algılayan “dışil” pırensibi, (doğurgan gücü) temsil edendir. “İ – EVE” , (yehove) İ ön eki ile baba” yani zahiri kimlikte “Adem”i . “EVE “ ise zahiri kimlikte Havva dır.

Görünen görünmeyen Maddi evren “Makro- kozmos”  Tanrı Evren İnsan’dır. Üçünün toplamı hayattır.  İnsan bir “Mikro kozmos”tur ki Evrenin/ Tanrının bütün özelliklerini içinde barındıran bir candır. Mikro kozmosun içinde ki kozmik aklın “Ehli beyti” ise, o bedenleşmiş insanın içinde, bionik enerjisini harekete geçire bilen ve gönül gözünü açıp kendini tanıyan insandır.

Bu gerçeği kavrayan iste Kızılbaşların Piri Mürşidi dir. Öğretmenidir, yol gösterenidir.  

Yola giren yeni hakikat yolcularının ikrarını biat’ını Pir alır. Mürşide onaylatır. Talibi gözeten gözetleyen Pir dir Şeriat ve Tarikat cemlerini yöneten ve uygulayan hep Pir dir.  Rehber kapısında yola başvuran talibi, Rehber pire getirir. Talibin ikrar ve biatı pir kapısında yapılan cemlerde kabul edilir. Pir kapısında yapılan cemlere sadece ikrarı biatı yapılmış canlar katılır. Yüz kızartıcı suç işleyenler asla ceme alınmaz. Yabancı bir kişi asla ceme alınmaz. Pir kapısında zahiri bilginin yanında Bâtıni bilgi de ağır ağır verilir. Tarikatte yedinci makam olan umutsuzluğa düşmeme makamından sonra Bâtıni bilgi verilmeye başlanır. Bu Bâtıni bilgi Hak kapısı olan Hakikatte doruk noktasına ulaşır.

Pir’in en gerekli hizmeti Taliplerini eğitimlerinden sonra yalnız bırakmamasıdır. Kış aylarında köy köy gezerek talibi sorgulaması en doğal hakkıdır. Her an ulaşamadığı köyler de  pirin bir temsilcisi vardır. “Rehber” bu rehberde nesli Saada olması aranmıyor. Aşiretin içinde kemalet aşamasını tamamlamış taliplerden seçilir. Bunlara “dikme dede” de denilir. Bu rehberler aşiret içinde pirin temsilcileridir. Pir olmadığı zaman sorun çözendir. Çözemediği sorunu, pire götürür.         

 

REHBER

 

Dedelik kurumunun en alt kademesidir. Nesli Saada’dan seçilenler olduğu gibi, Nesli Saada olmayanlardan seçilenler de var. Pir ve Mürşitlerin Rehberleri nesli Saada rehberlerdir. Diğer dikme dede rehberler ancak kendi akrabaları olan aşiretin Rehberliğini yapar.

  

Bir Pirin üç evladından biri Mürşittir, Biri Pir, diğer kardeşte Rehberdir.

 

Bu bağlamda:

 

1      )  Eğitimini tamamlamış Mürşidi Kamil son aşamada arınmış temiz. Kardeş Mürşittir.

2      )  Onun bir alt bilgiye sahip arınmışmış Pirdir.

3      )  Temiz arınmış pak fakat bilgisi az, oda Rehberdir.      

4      )  Buna karşılık Eğitilmiş bilgedir ancak Yüz kızartıcı suç işlemişse ona görev verilmez.

          Rehber hiçbir zaman pirin önüne geçemez. Talipte hiçbir zaman pir olduğu yerde hizmeti pirin elinden alamaz. Ancak pir hizmet verirse talip o hizmeti yapmada yükümlüdür.  Dinsel hizmeti gerektiren bir eylemde eğer bir pir veya Mürşit hoca aynı eylemde varsa talip onun önüne geçerse o talip hocanın derdine derman yok, onun yüzü karadır. Ona fırsat tanıyan taliplerde onun suçuna ortaktır.

Pir, Mürşit ve Rehber Turaptır. Kendisinde kin, kibir kıskançlık aranmaz. İnsanlara tepeden bakan posta oturamaz. Kendisi gibi ocak zade pirlere her zaman saygılıdır. Mensubu olan ocakta bir misafir pir geldiğinde cem yapılırken o misafir piri her zaman posta oturtur.

Talibin yola alınmasında ilk çaldığı kapı “Rehber kapısı”dır. Rehber talibe yol kurallarını öğretir, yola giriş şartlarını söyler. Musahibi ile beraber alır pire teslim eder.  Görgü cemlerinde pirin en yakın yardımcısıdır. Görgüde talibi ikrar meydanına getiren hep rehberdir. Rehberde Bâtıni anlamda pir ve Mürşit gibi aklın bedenleşmiş halidir. Rehberlik ve Rehber kapısı aklın kurumlaşmış halinden başka bir şey değildir.

 

PİR EVİ

 

Pirin evi talip için bir ziyarettir. Senenin her ayında talip pir evini tavaf eder. Pir evi aynı zamanda Kızılbaş inancında bir eğitim öğretim evidir. Bir Kızılbaş üniversitesidir. Bilge Mürşitler o üniversitenin yetiştirdikleridir. Ele alırsak:

1      Pir evi:  Ceme katılanların bilinçlerini, inançlarını temsil edecek bir “yol alanıdır”. Bir ibadet yeridir. Toplumsal yaşam için bir düşünce, fikir bilgi üretim merkezidir.

2       Pir evi,  “Âlemi Şuğra”dır yani küçük alem:  Görünmeyen evrenin kanıtı anlamında, “Alemi şuğra” yani küçük alem anlamında ki İnsanın içinde gezindiği bir küçük alemdir. Talip o evde pişer olgunlaşır. Ve bilge mürşit ve pir o evde olgunlaşır icazet alır Öğretmen, pir ve Mürşit olur.

3      Pir evi Darı Mansur’dur, suçlu dara çıkıp arınır:  Doğmalara, vahilere karşı “ben hakkım” diyen Hallacı Mansur’un anısına pir evinde orta yerde meydan “dar ı Mansur” olarak somutluk kazanır nesnelleşir. Hallacı Mansur meydanla özdeşleşerek ölümsüzleşir. Pir evinde talip arınmak için” darı Mansur”  adı altında meydanı kurumlaştırır.  Suç işleyen canlar arınmak için meydanda pir huzurunda dara çıkarak sorgulanır yargılanır, “dar” Hallacı Mansur’un asıldığı darağacını simgelediği gibi tarikata ilişkin erkânların yapıldığı meydanı da simgeler.

4      Pir evi bir mahkeme salonudur:  İnanca ilişkin tapınma toplumsallaştığı gibi, bireysel toplumsal sorunların tartışılıp çözüme kavuştuğu yani kullanış biçimine göre işlev kazandığı bireysel toplumsal bir yerdir.  Hak Muhammet Ali’nin birlendiği, insanın insanlaşan Tanrının tapınma durumuna geldiği, sazı ile sözü ile yiyip içerek muhabbet ederek, günahtan kusurdan arınarak, kendine ve topluma görevlerini yerine getirme ve bu yolla kâmil toplum yaratma yeri ve kurumudur pir evi.

5      Pir evinde “Eşik” zahirden batına atlayışın, inançtan akla inişin, vahilerden doğmalardan kurtuluşun, Mürşidi kâmili öncü önder kabul edilişin şembolu olarak evin giriş kapısının iç kısmı “eşik” anlamında Dünya’sallaşır. Pir evinin eşiği kutsaldır, talip o eşikten içeri girerken kirli ayakla girmeye cesaret edemez. Sırtında günah yükü olan o eşikten adımını atamaz. Pir evi Hak evidir her zaman kapı açıktır hak için tapınma mekânıdır.

6      Pir evi hak evidir: İnsanın Tanrısal gerçeklere ulaştığı yer olarak “gönül hakkın evi”  anlamında insanda somutlaşır. İnsanın kalbi “Beytullahtır” insanda gönlün kalbin yönelme yeri anlamında “çerağ- post”  hak sözünü anlamaya ve bunun gereğini yerine getirmeye yönelme yeri anlamında “çerağ tahtı” nesnelleşir. Hemen her şeyin tanığı anlamında insan “kuranı natık”  konuşan kuran, Hak olarak ayakları üstüne durarak asıl tapınma kaynağı durumuna gelir.  Ve pir evinde bilgi ile yıkanmayı sağlamak üzere, aklın sıvı biçimi olarak algılanan “dolu”  (bal, süt ve elma) şebeti nesnelleşir.

7      Pir evinde Tarik : Erkan dan geçmenin kanıtı olarak, kötülükleri, çirkinlikleri temizlemenin aracı olarak” alaca değnek” somutluk kazanır.

8      Pir evinde engür (Üzüm) şerbeti kırkların taşıyıcısı oldukları toplumsal aklın nesnelleşmiş biçiminden başka bir şey değildir.  Kul olarak miraca çıkan Muhammet, Hak Tanrı olarak yere iner. Kırkların ceminde engür şerbetiyle yıkanarak aklın temsilcileri kırklara biat eder. Burada Muhammet İslam peygamberi değil Alevinin Mürşidi gibi eğitilen ve yol kurallarına göre eğitilen ve icazetle Pir olarak karşımıza çıkar.

9      Pir evinde “nefs” olarak algılanan “ten”in yönelme yeri olarak “Meydan taşı” geçerlilik kazanır. O meydan da talip Nefsin isteklerinden kurtularak ölmeden önce ölerek hakikatı yakalar.

 

 

ELİNE BELİNE DİLİNE SAHİP OLMAK

 

Pir ögüt verirken:

 

Eline sahip ol, evladım, der. Elinle koymadığını izinsiz kaldırma.  Elinle hırsızlık yapma. Elinle kimseyi dövme. Elinle yapabileceğin iyiliği herkese yap.  İnsan İnsandır, bir inancı vardır. Hangi din ve inançtan olursa olsun ona saygıda kusur etme.  Kesici, ateşleyici silahlar adam öldürmede kullanılır. Kendini koruma amacı dışında ateşli kesici silah kullanma.

Bir ürün ki insan sağlığı için yararlıdır, bir eylem ki toplumun birliği için yararlıdır,  toplumu kaynaştırır, birliğini sağlar. Sağlık için birlik için elinle o eyleme katkı sağla.  Elinle yapıcı ol, yıkıcı olma, vurucu olma, der.

   

Diline sahip ol: Evladım; Diline sahip ol, yalan söyleme, küfür etme, ağzından hak kelamı çıksın, iyi söz, iyi iş, iyi işlek şiarın olsun. Konuştuğunda sözlerine dikkat et, gönül kırma. Kalbin Hakk’ın evi, iyi ol ki Hakk her zaman orada otursun. Ağzınla haram lokma yeme gönül evin kirlenmesin.  Haram lokma evi kirletir. Rahman kaçar, şeytan girer yerine. Şeytan seni kötü yola saptırır.  İnsanlara iftira etme, iftira insanın kişiliğini yitirir, Evlat, Dil Âlinin Zulfekarıdır,  düşmanını kılıçla tüfekle vurma, Tatlı dilinle ikna et kendine dost et.

 

Beline sahip ol: Evladım,  yeryüzünde yaşayan insanlar hepsi bacı ve kardeştir. Nikâhsız ilişki düşkünlüktür. Haksız yere eşini bırakan kesinlikle pir meclisine alınmaz. Bu madde aynı zamanda cinsel sadakatı içerir. Eşlerin arasında sınırsız saygıyı gösterir. Eşini incitme, gönlünü kırma. 

 

Bu üç ilkenin baş harfleri bir araya gelişte, Elif, Dal, Ba ile Edeb kelimesi ortaya çıkar.

 

Edep “terbiye” demektir.  Terbiye kâmil insana özgüdür. Kızılbaş birey için Terbiye ön koşuldur. (dip not, bu üç ilkenin İslam öncesi dinlerde üç mühürleme, diye geçerdi (Kaynak Aryan Mitolojisi)

Günümüzde cem evlerinde ikrar biat alma asla Pir evinin yerini tutamaz.  Bu gün Alevi Cem evlerinin bir camiden farkı ne? İşi sadece çıkar kazanç olan kişiler Cem evi derneklerine yönetici seçiliyor. Bu tür yöneticilerin olduğu bir cem evi topluma ne verebilir ki? Birileri bir yerine oturdu mu onu oradan kaldırmaya vinç lazım. Kendince kurduğu düzenle, her genel kurulda işini uydurur aynı yardımcıları ile yönetimdedir. Kendine uygun bir hoca, bir cem yapacak dede, belli zamanda cem olunca oldu sana bir Alevi kurumu.

Gerçekte ise bir yönetici belli bir süre yönetimde kalınca ikinci bir genel kurulda yerini bir başka pire bırakır.

Bir örnek verelim: Nur içinde yatsın Dersimde Kureşanlı İbrahim Kalsen Dede vardı, Cemevinin ilk kuruluşunda derneğin başkanı idi. Cemevi yapıldı ardından genel kurul yapıldı, genel kurulda yönetime istendiği halde girmedi. Bir gün karşılaştığımda kendisine sormuştum, Piro neden başkanlıktan ayrıldın? Bana cevabı,   bir dönem yaptım yeter, dedi. Bir başka muhabbetimiz de de Pir şunu söyledi; Evladım orada kalmak için kurt olmak lazım, oda asaletimize uymaz, demişti.

Şu gerçeği görün iste sevgili dostlar; Cem evleri bencil yöneticilerin, cahil dede ve hocaların bir çöplüğü haline dönmüş. Gerçek dede ve hocalara orada asla görev verilmiyor.  Gerçek pir tüm olup bitenleri maalesef, arka planda sessiz sedasız seyrediyor.

 

  Açıldı Can gözüm pir huzurunda

   Pirim tarikini vurduğu zaman

   Kendimi hissettim hakkın zatında

   Telkin kulağımı deldiği zaman.

 

Hak olup hak ile yediğim lokma

Emanet sendedir elden bırakma

Taşı emaneti kendini yakma

Erenler cemine girdiğim zaman

 

       Meydanda Rehberim tığ-bent takarken

       Pirim gönül çerağımı yakarken

       Hakkı gördüm ben pirime bakarken

       Meydanda erkâna durduğum zaman

 

Gönlümün Sultanı erenler Şahı

Tutuşturdun yandı gönlüm çerağı

Kalbimin içinde hakkın durağı

Hakikat sırrına erdiğim zaman

 

Canım kurban verdim durdum bu dara

Ögüt verdi pirim erdim dildara

Pir kulağımdan tuttu çekti kenara

Gönül çerağımı yaktığım zaman

 

Aynel yakın işte iki gözüme

İkmel yakın baktım pirin yüzüne

Hakkal yakın oldum erdim özüme

Pirim ala değnek vurduğu zaman

 

    Hayri Dedem şimdi nedem neyleyem

    Kaba sofu bırakmıyor söyleyem

    Kimseler de almaz bırakıp gidem

    Dünyadan o yana gittiğim zaman

 

 

MUSAHİPLİK

 

Musahip, ağıret (ahiret) kardeşi demektir. Alevilikte olmazsa olmaz kurumlardan, koşullarından biridir. Alevi kurumlarında dört kapıda dördüncü kapı olan Musahiplik kapısı adı altında bir kurumdur.

 

Bu bağlam da:

 

1  )   Musahip kapısı,

2  )    Rehber kapısı,

3  )    Pir kapısı,

4  )    Mürşit kapısı.  

 

Bu dört kapı Alevilikte olmazsa olmaz kurumlardır.

    

Her Alevinin:

 

   a  ) Musahibi,

   b  ) Rehberi,

   c  )  Piri,

   d ) Mürşidi vardır.  

 

Musahibi olmayan, Rehberi olmayan, Piri olmayan ve Mürşidi olmayan bir birey Alevi olarak kabul edilemez. Yol kurallarına göre eksiği varsa topaldır yürüyemez.

 

Musahiplik Alevi Kızılbaşlarda birinci kapıdır.

Müsahliplik kişinin ilk çaldığı kapıdır. Musahibi olmayan rehber kapısına ayak basamaz. Rehbere giden ilk yolcu önce bir musahip tutarak Rehbere gider.  Rehber Pire teslim eder, pir ikrarını alıp erkânını yaptıktan sonra Mürşide onaylatır. Yola Talip olarak kabul edilir.

Musahipler arasındaki ikrar bağı çok kuvvetlidir. Musahip musahipten asla küs olmaz. Temmuz sıcağında bir yaş tülbentin kuruduğu zaman kadar küs kalmaları bile suç sayılır. İki Musahip aile arasında evlilik olmaz. İki ve üç derece akrabalar bile birbirine ikrardır.  Her konu ve sorunda musahipler bir birine maddi ve manevi destektir. İnanç gereği musahipler birbirinin ailesi ve çocuklarına bakmak ve onları korumakta sorumludurlar. İki alevi aşiret arasındaki büyük kavgalarda, Dedelerin barışı kalıcı, devamlı kılmak için vereceği ilk karar Aşiretlerin saygın aileleri arasında iki çocuğu musahip etmeleridir. Böylece iki aşireti birbirine ikrar bağı ile dost eder barış kalıcı olur.  Musahibine sadık olmayan düşkün duruma düşer.  İki musahip için onlara “Bırayê axıretê” de derler. Yani Ağıret kardeşleri.

Talibin ilk tanıştığı erkân musahiplik erkânıdır. Erkânı yapılan talip tarikatin kapısından içeri girmiştir. İlk başvurduğu kendi musahibidir, ikinci yüzleştiği Rehberidir, üçüncü uğrak yeri Pir huzurunda dara durup erkâna yatmasıdır. Dördüncüsü de Mürşidin onayını almaktır.

Musahiplik Alevi Kızılbaş toplumunda kaynaşmanın birliğin çimentosudur.

Toplumu birbirine kenetler.  İkrar bağı çok kuvvetlidir.  İki ailenin iki kuşak akrabaları bile bir birine ikrardır.  Alevilikte yeni evlenen çiftlerin nikâhını ehil bir hoca yani okuryazar bilge bir hoca kıyar. Hocanın alevi inanç ve kültürü hakkında bilgili olması lazımdır. Hoca erkâna başlamadan önce cemaate donerek, Ey ehli cemaat bu iki aile arasında bir musahiplik ikrarı var mıydı diye sorar. Eğer yaşlı bir insan kalkıp filan dede ile filan dede birbirine musahipti der ise o evlilik iptal edilirdi, gerekirse ikrar tazelenirdi.

 

MUSAHİPLİĞİN KAYNAĞI

 

Eski çağ Anadolu – Mezopotamya’da toplum “aşiret / klan“ halinde yaşardı.  Her aşiretin kendine özgü bir yönetim biçimi vardı.  Liderin yanında aşiret meclisi vardı. Bu meclis her hafta bir mekânda veya varsa bir sunakta toplanırdı. Günün, ayın ve yılın sorunlarını çözüme bağlardı. Eğer aşiretin üzerine bir düşman musallat olursa savaş halinde karşı koyacak askeri gücü bu meclis belirlerdi. Meclis askere alınacakları seçerken evde kalan ailesi ve çocuklarının güvenliği geçimi için köyden birinin himayesi gerekecekti. Bu nedenle askere gidecek ile köyde kalan birini birbirine “bırayê ağıretê” yani “ağiret kardeşi ederlerdi. Böylece savaşta eğer vurulursa onun ailesi güvence altına alınırdı. Ağiret kardeşi o çocukları kendi çocuğu gibi bakmaya yükümlü olurdu.

Zerdust dininin bir arıtılmışı olan “EZİDİLİK”  içinde  “bıraye axıretê” günümüzde hala etkinliğini sürdürmekte.  Bıraye axıretê toplumu kaynaştırmada en etkili ilişkidir. Kesinlikle maddiyata dayanmaz.  Daha çok ŞEX ailelerinden bir çocuk ile daha alt tabaka olan “Feqır” veya “Mürit” ailesinden bir çocuk ile kardeşliği kabul eden bir ilişki biçimidir. Toplumun farklı katmanları arasında ki insanların bir araya getirilmesini dostluklarının pekiştirilmesi ve sosyal dengenin sağlanmasını amaçlamaktır.  Ağıret kardeşliği kabul eden aileler arasında kesinlikle evlilik söz konusu değildir. (Hayri Dede, Alevilik ve Kurban, 2001, Can Yayınları, Sayfa: 34. Kaynak: Aryan Mitolojisi.)                                                                                                 

 

İSLAM ÖNCESİ ARABİSTAN’DA MUSAHİPLİK:

 

Musahiplik ilk çağ dinlerinde toplumun birliğinin sağlanmasında en güçlü bir bağdır. Hele hele savaş halinde yapılan kardeşlik yemini ömür boyu kardeşliği devam ettirir. İslam öncesi Araplarda da savaş halinde “Hilf” yemini yapılırdı. İki arkadaş kendi aralarında yaptığı yeminle savaşa katılır bir birini asla terk etmezlerdi. Zafere ve ölüme beraberce koşarlardı.

 

DERVİŞ CEMAL OCAĞININ CEDDİ SEYYİT CEMAL SULTAN’DIR…

           

Seyyit Cemal Sultan hakkında yazılı kaynak Hacı Bektaşi Veli Vilayetnamesi’dir. Ancak, Vilayetname’yi anlamamız için, Batın ilmini bilmemiz gerek.  Zahiri göz, bize gerçeği gösteremez. Vilayetname Seyyidi bir ruhban gibi tanıtır. Oysa Seyyit Cemal, Hünkâr’ın (Hacı Bektaş Veli) kuşattığı batın kılıcını, belinde taşıyıp oğullarına kendi eliyle kuşatandır. Asil Doğan Rumeli yakasına giderken belinde tahta kılıç taşıyordu. 

 

Seyyit Cemal’in, Anadolu toprağına gelişi 1200’lü yılların başıdır. Horasan Deylem’den gelmedir. Anadolu’ya gelişi Hacı Bektaş Veli ile aynı döneme rastlar.

 

1200’lü yıllarda,  Moğol Hakanı Çıngız Han İran’ı, Horasan’ı istila ederken önünden kaçanlar soluğu Anadolu’da aldı. O dönemlerde, İmam Rıza’nın, Şahlığını yaptığı Horasan Sultanlığının devamı Harzemilerdir. Ülkesi, Çıngız Han tarafından alınınca, (1221-1227 Belh ve Horasan’ı aldı, 1227’de öldü) Harzemiler Anadolu’ya kaçarlar. Harzem Sultanı, Dersim Ovacık’ta, bugün Sultanın adı ile anılan, Sultan Baba Dağı’na gelir. Sultanın mezarı o dağdadır. Dağ günümüzde Dersimliler için bir Ziyarettir. Dersimli yemin ederken ”Koyê berzi bo” yani “Yüksek dağın hakkı için” , “Koyê Sultan babay bo” yani Sultan Baba Dağı hakkı için, derler.  Hatta ahitleşirken yönünü dağa çevirerek yemin ederler. Sultan Baba, Harzem Sultanıdır. Adı Celaleddin Harzem Şah’tır. Eskiler anlatırken  “Celaleddin Şah” derlerdi..

İste Hacı Bektaş Veli, o dönemler de Anadolu’ya gelir. Gelirken, Babai Ayaklanması zamanıdır… (1239)  Kardeşi Menteş’in isyana katıldığı söyleniyor. Hatta Menteş isyanda şehit düşer. Hünkâr da Suluca Karahöyük’e gelir. Ardından, Seyyit Cemal izini sürer ve O da Suluca Karahöyük’e gelir.

Hacı Bektaş Veli Baba İlyas’ın müritlerindendir. Kaynak: 1) Aşık paşazade.  2 ) Elvan Çelebi, Menakibül Kudsiye fi Menasibi Ünsiye.  3) Efaki’de bu görüşü Menakibul Arifi’nde doğruluyor, Tahsin Yazıcı Yayını 1959.

 

Hacı Bektaş Veli bir illumine dervişti. “illumine” O dönemde “Tanrının vahyedilmiş bilgilerini seçkin arınmış kişiler algılar”   inanışı vardı. Yani Mürşidi kâmiller, Vahdeti Vücut’taki Tanrı ile kamil insanın birliği gibi. O erler için “İllumine” deniliyordu. Kaynağı ilk Hiristiyan’lıkta “Pagan” uzantısıdır. Hristiyanlığın ilk yıllarında, Paganlar hep Hiristiyan’lara baskı yapardı.  Hz. İsa’nın doğumundan iki yüz yıl sonra, kral Kostantin Hiristiyanlığı kabul eder. Bu kabulden sonra, Paganlar baskı görür. Pagan bilginlerde inanışlarını, Hiristiyanlık inancına uyarlayarak, halk arasında yayarlar. Zamanla bu hareket içinde “heretik” akımlar çıkar. İste o zaman bu akım içinde bilge dervişler yetişir. O dervişlere verilen isim “illumine” idi. (Doğu hiristiyanlığı Doz yayıncılık) 

Hacı Bektaş Veli için İrene Melikov, “O bir illumine” idi diye yazıyor. (İrene Melikof, Hacı Bektaş)   

Hacı Bektaş-ı Veli,  Anadolu’ya gelirken yaymak istediği yolun, Anadolu’da da olduğunu gördü. Horasan’da aldığı eğitimde öğrendiği bilgilerin, Anadolu kaynaklı olduğunun kesin kanıtıdır. O zaman Anadolu’da Zerdust dini vardı, Mani, Mazda dini vardı erken Hiristiyanlık Nasturi, Yakubiler vardı. Yahuda dininden Sabiler vardı. Budha cılık vardı. O dönem Uygur Türklerinin remi dini Mani dini idi. Maniciliğin kurucusu Mani Mardinlidir. (Niyazi Öktem, Nefes Dergisi)

 

 

 SEYİT CEMAL SULTAN

           

Velâyetnameye göre Seyit Cemal Sultan’ın ismi, Hacı Bektaş Veli’nin halifeleri arasında ilk sırada yer almaktadır. Hacı Bektaş Veli’nin birinci halifesi ve sırdaşı Seyit Cemal’dir. Halifelerinin arasında sadece onun isminin önünde “Seyit” kelimesi var. Bu da Peygamber soyundan oluşunun kanıtıdır. “Seyit” sözünün anlamı “Efendi”dir. Efendi, o dönemde Hz. Muhammed’in soyundan gelenler için kullanılırdı. Seyyit aynı sözlükte (F. D.) Efendi Ağa, Başkan anlamındadır.

Şu gerçeği vurgulamakta yarar var kanısındayım; Peygamber soylu olmak çağdaş insan için hiçbir anlam taşımaz. Ancak zahiri anlatım bunu zorunlu kılıyor. Bâtıni bilgi ile donanmış kâmil insan için bunun hiçbir anlamı yok. 

Güvenilir kaynaklar, Hünkârın doğum tarihini 1209 ve varlık yurduna gidişini 1269 olarak gösterir.  

 “Derviş“,  Hacı Bektaş-i Veli yolunun öğrencilerinden olup, dergâh ve tekkelerinde hizmet edenlere verilen addır. Hünkârımız’dan önce, kimi tarikat bağlılarının dinsel amaçlarla ve dinsel giysilerle dolaşanlara da bu ad verilmiştir. Derviş, tarikat kademesini aşıp marifete girendir.                                                                                                .                                                                                                                                                    Seyit Cemal, Hacı Bektaşi Veli’nin halifelerindendir. Seyit’dir, yani imamlar soyundandır. Bu nedenle Vilayet name’de adı Seyit Cemal olarak geçer.

Şöyle ki, ”Hacı Bektaş Hünkar, otuz altı bin çerağ uyarmış, Otuz altı bin halife dikmişti. Bunların üç yüz altmışı, gece gündüz Hünkâr’ın hizmetinde bulunurdu. Hünkâr varlık yurduna göçünce, onların her biri Hünkâr’ın gösterdiği bir yere gitti. Hepsini anlatırsak söz uzar. Yalnız bu üç yüz altmış halifeden, bu güne dek adları malum olanları anacağız.

Seyit Cemal, Saru İsmail, Kolu açık Hacım Sultan, Baba Resul, Pir Ebi Sultan, Recep Seydi, Sultan Balaeddin, Yahya Paşa, Barak Baba,  Ali Baba, Atlas  Pus Baba, Dust-ı Huda,  Hızır Samıt”.

Bunların soyunu sopunu, erenlere nasıl kavuştuklarını yazarsak söz uzar, biz gelelim kendi konumuza. Hünkâr, Seyyit Cemal’i halifelerin hepsiden fazla severdi. Onu çok iyi ağırlardı. Bu yüzden halifeler onu büyük bilirler, sayarlardı. Zaten Hünkâr’da bunu buyururdu. Nice defalar eliyle arkasını sıvamıştı da “Cemalimdir, Cemalimdir, Cemalimdir, Cemalim” demişti. Seyyit Cemal bütün halifelerin üst yanında otururdu.

        

Seyyit Cemal, bir gün Hünkâr’ın tapısında. Otururken “Acaba Hünkar, bize bir yurt gösterir mi, orda dem yom oynatalım” fikrine düştü.

 

Düşüncesi Hünkâr’a malum oldu, Hünkâr, “Cemalim” dedi, ”Bizi varlık yurduna gönder. Sonra bir merkep al yola düş. Merkebini nerde kurt yerse orasını sana yurt verdik. Oraya varır, orda demini yomunu oynatırsın. Senden bir oğlumuz gelecek, Akdenize yol edecek”.

 

Hünkâr varlık yurduna göçünce, Habib Emirci’yi seccadeye geçirdiler. Seyyit Cemal, erenlerin sözüne uyup bir merkep aldı, yola koyuldu. Vara vara Altıntaş’a vardı. Gördü ki otlu, sulu, çimenlik bir yer. Öylesine güzel bir yer ki, dille tarif etmenin imkânı yok. Burası pek hoşuna gitti. Merkebini çayıra saldı, kendisi bir taşı yastık ederek yattı uyudu. Bir müddet sonra uyandı, baktı ki merkebi kurt yemiş. Ve Seyit, erenlerin sözünü hatırladı. Oraya yerleşti. Birçok kerametleri belirdi. Evlendi, bir oğlu oldu. Adını Asil Doğan koydular. Asil Doğan, bir ara Rumeli yakasına geçti. Gelibolu boğazına vardı. Karşıya geçmek istedi. Gemiciler, kayıkçılar vasıta vermediler. Bunun üzerine denize doğru yürümeye başladı. Yürüdükçe su çekiliyor kara oluyordu. Kayıkçılar bunu görünce Seyit’in bir evliya olduğu kanısına vardılar, aman dilediler, kayık getirdiler zar zor razı edip karşıya geçirdiler.

 

Seyyit Cemal, Altıntaş havalisinden Tökelcik’e geldi, orada öldü, mezarı oradadır.  Vilayetname’de Tökelcik’in adı bir başka yerde daha geçiyor. Şöyle ki: “Baba Resul, Hünkâr’ın ulu halifelerindendi. Hünkâr göçtükten sonra bir gece yattı. Sabahleyin kalktığında, kendisini şimdiki mezarının bulunduğu yerde gördü. Orası Altıntaş’a tabi Beşkarış denilen yerdi. Baba Resul, oraya iki günlük mesafede bulunan Hisarcık’a gitti. Bazı kere Hisarcık’ta, bazı kere Beşkarış’ta otururdu. Hisarcık Tökelcik civarında idi. Orda da Seyyit Cemal Sultan oturmaktaydı. Seyyit Cemal yemek pişirir, sofrayı hazırlardı .”Yetiş Baba Resul” derdi. Baba Resul hemen kalkar yetişir, yemeği beraber yerlerdi”.

Seyyit Cemal’in,  Hazreti Pir’in sırrını bilen tek kişi olduğunu, yine Vilayetname yazmaktadır. Hünkâr batın kılıcını ona sunmuştu. Ondan sonra ulu halife İsmail padişahtı. Hünkâr’ın ibrikdarı idi, sırrına mahremdi.

   

Batın kılıcı ilimdir, ilmin zorbadan saklanmasıdır. Yazılı olmayan doğal ahlak kuralları zorbanın işini zorlaştırır. İşte Alevilik, yazılı olmayan doğal ahlak kurallarının korunması için var olan bir yoldur.

 

MİRAT-UL MAKASİT’DE SEYYİT CEMAL

 

Seyit Cemal Sultan için Mirat-ul Makasit’de de kısa bir bilgi var. Şöyle ki:

“Aziz Müşarinileyh Hazretleri’nin üçyüz altmış halifesi olup, bunların mukaddemi pişivası muhteremi Seyyit Cemal Sultandır ki, her cihetle Piri Müşarinileyh Serdar her zamana raskar idi. Yalınız civarında meftumdur”.(s 236 Eski yazıdan yeni yazıya çeviren Raşit Tanrıkulu). (Haci Bektaşi Veli’nin üçyüz altmış halifesi vardı. Bunların, başkanı, en değerlisi ve muhteremi Seyyit Cemal Sultandır ki, her zaman halifelerinin serdarı başkanı idi diyor).

   

Altıntaş Kütahya’ya bağlı bir ilçedir. Kütahya Afyon kara yolu Altıntaş ayrımına yakın bir yerdedir. Ana yolun batı yakasındaki köyün adı da Altıntaş köyüdür. Köyün kuzey batısında Altıntaş Meslek Yüksek Okulu var. O köyde bulunan türbe sanırım Seyyit Cemal’in yattığı türbe olabilir. O köyün adı da Altıntaş köyüdür.

 

SEYYİD CEMAL SUTAN’IN SOYU

 

Seyyit Cemal Sultan, Derviş Cemal Ocağı soyunun büyük ceddidir. Derviş Cemal Ocağına ismini veren Seyyit Derviş Cemal’dir. Bu Seyit,  Seyyit Cemal’in torunu, Seyyit İsmail Er Doğrul’un oğludur.

 

Aşağıda sunduğum liste Haydar Dede’nin babamın anlattığı sık sık söylediği listedir. Söylencelere dayalı listedir. Doğruluğu yanlışlığı anlatan seyitlerindir. Onlarda atalarından dinleyerek bize ulaştırdılar.

 

1-         Hz. MUHAMMED

2-         HZ. ALİ – FATIMA

3-         HZ. İMAM HÜSEYİN

4-         HZ. İMAM ZEYNEL ABİDİN

5-         HZ. İMAM BAKIR

6-         HZ. İMAM CAFER-İ SADIK

7-         HZ. İMAM MUSA-İ KAZIM

8-         SEYYİD İBRAHİM Mükerremul Mücap el cevap. Bu seyit İmam Rıza’nın

             şehadetinden sonra Horasan’da padişah olur.      

9-         SEYYİD MUSA SANİ

10-       SEYYİD İBRAHİM SANİ

11-       SEYYİD HASAN  (İmam Rıza’nın torunu Horasan’da şahlığı yapamayınca bu zat yerine geçer. Kaynak: Ravzatul Ahbar Rabia cildi İmam H.Askeri bölümü, eski yazma)                                               

12-     SEYİT ABDULLAH                                                                                                               

13-      SEYYİD AHMET

14-       SEYYİD HÜSEYİN

15-       SEYYİD İLYAS

16-      SEYYİD SABAHATTİN

17-       SEYYİD YUSUF

18-       SEYYİD CEMAL SULTAN

  

                                                                    

İBRAHİM MÜKERREM –ÜL MÜCAP EL CEVAP:

 

Mirat’ul-Makasit’te “İbrahim Al Mükerrem-ül Mücap, Felahidem Seyyit İbrahim el Mükerrem’ul- Mücap Hazretleri, mahrem Sultan Horasan İmamı Ali Rıza’nın labuyun biradergahlarıdır.  Zirakim İmam Vilayetmap Ali Rıza ve Müşarinileyh Seyyit İbrahim el Mükerremil Mücap ve Abbap ve Kasım ve Hamza nam-ı bezirgüvaran meali cenap cümleten bir anadan olmağıle, İmam-ı Musa’i Kazım Hazretlerinden otuz yedi evladı zukur meyanında memduh ve mümtaz olmuşlardı.  İşte Hacı Bektaş’i Veli Hazretleri’nin nesebi on bir vasıta ile Müşarinileyh İbrahimi Mükerremul Mücap Hazretlerine peyuste oldur ki onların validizküvarları İmamı Musa-i Kazım Hazretleridir. Müşarinileyh İbrahim hazretleri Mükerremil Mucap tağbirinden murat ziyaret tarıkıyle,  Kerbela’ya gidip ravzatuıl selamda İmam Hüseyin’de (ya epta) deyu nida eylediklerinde kabri şerif İmam Hüseyin’den (ya veledi) deyu nida almağıla olup kendileri dahi Kerbela’da meftumdur.”

 

(Seyyit İbrahim Mükerrem’ul Mücap, Horasan Sultanı İmam Ali Rıza ile aynı anne ve babadan kardeştir. Üç kardeşi daha vardır: Abbap, Kasım ve Hamza’dır. Babaları İmam Musa-i kazımdır. İmam Musa-i Kazım Hazretleri’nin 37 evladı olduğunu yazıyor Miratul Makasit). İbrahim Mükerremul Mücap Hazretleri, Kerbela’yı ziyarete giderken İmam Hüseyin’in Ravzat’ul Selam’da kabri başında “Ya epta” diyerek seslenir.. İmam Hüseyin’in kabri şerifinden “Ya veledi” diye ses gelir. Bu nedenle ismine “İbrahim mükerremul Mücap el Cevap” denilmiştir.

Ravzatul Ahbar’da, İmam Musa-i Kazım,  bir gün taliplerinden birisine, “Bu günlerde mağripten bir tücar geldi mi?” diye sorar. Talipte “Bilmezem” der. İmam Musai Kazım,  “Kervan gelmiş, gel beraber gidelim” der. İkisi beraber Mağribli tücara giderler. Hz. İmam mağripli tüccara “Sende cariye var mı?” diye sorar. Tüccar üç cariye getirir. Hz. İmam “Hayır bunlar değil.”  Tüccar da “Bir hasta cariyem var.”  Hz. İmam “Onu getir” der. Tüccar cariyeyi getirir.  Hz. İmam cariyeyi alır. Cariyenin adı “Necmee”dir.  İmamların ve Seyyidi Saada’nın anasıdır Necme.  (Ravzatul Ahbar,  sahife : 44 )

 

Yine Ravzatul Ahbar’da, bir başka rivayete göre, Necme Hz. İmam Musa-i Kazım’ın anası, Hamide Ana’nın cariyesidir. Hamide Ana, gördüğü bir rüya üzerine Necme’yi İmam Musa’i Kazım’la evlendirir. Hamide Ana daha sonra Necme’nin ismini “Tahire” olarak değiştirir. Necme İmam Rıza, Seyyit Kasım, Seyyit Hamza ve Seyyit İbrahim Mukerremul Mücab’ın anasıdır. (Ravzatul Ahbap, Rabia cildi. sahife 43. eski yazma). Seyyit İbrahim Mükerremül Mücap İmam-ı Rıza’nın zehirlenerek şehit edilişinden sonra Horasan’a padişah olur. (Kaynak Mehmet Yaman, CEM Vakfı İnternet Sitesi)

 

SEYİT ASİL DOĞAN

 

Seyit Cemal Hacı Bektaş Veli’nin varlık yurduna varışından sonra Altıntaş’a gelmiş ve orada Cemile Ana ile evlenmiş.

Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a yürüyüşü 1260 veya 1270 yıllarıdır. Buna göre Seyit Cemal’in evlenişi en erken 1275 senesi olur. O halde Asil Doğan’ın zahire çıkışı 1276 / 1280 yılları olur.  Asil Doğa’nın gençlik yılları Osmanlı devletinin kuruluş yıllarına rastlar. Bu nedenle onun Trakya bölgesine geçişin de yeni devletin kuruluşunda etkili olduğuna inanıyorum.  Asil Doğan Edebali dönemi gençliğindendir.

Asil Doğan Osmanlı devletinin kuruluşunda düşmanla tahta kılıçla savaşan erenlerdendir. Bu erenler adam öldürmezler. Onların silahı tatlı dilidir. ”Dil Ali’nin zülfekarıdır.” Sözleri onların şiarıdır. Asil Doğan Trakya’dan dönerken veya giderken Gelibolu boğazına gelir. Karşıya geçmek için gemicilerden kayık ister, Gemiciler kayık vermezler. Tayfasıyla denize doğru yürür. Önünde sular çekilir. Gemiciler bu olay karşısında yanına koşup ayağına kapanır aman dilerler. Razı edip karşıya geçirirler. Oradan Biga’ya gelir varlık yurduna gidinceye kadar Biga’da kalır. Mezarı Biga’dadır. Büyük olasılık Asil Doğanın vefatı 1340—1360 tarihleri olur. Asil Doğan ilk Osmanlı padişahı Osman Bey’in çağdaşıdır.

Bir not düşelim.  Mekânın Biga’da olduğunu büyüklerimiz anlatırdı.  Hüseyin Dede kitabında da Mekanın Bolayır’da olduğunu yazıyor.

 

SEYYİD ERDOĞAN

 

Seyit Erdoğan Seyit Asil Doğan’ın oğludur.  Yaşantısı hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte adı bazı söylencelerde yer bulmuştur. Hüseyin Yalçı’nın bana verdiği bilgiye göre, Mezarı Bergama’daydı. Ancak Hüseyin Yalçın’ın “Seyyid Cemal evlatları ve Derviş Cemal torunları kitabında Mekânı Bigadiç’tedir, diye yazıyor.

Ben şahsen Ege bölgesine gidip araştırmalarda bulunmadım gerek te görmüyorum. Zaten gerçek biliniyor. Yazılı olmayan tarih söylencelerle anlatıla gelmiş. Seyit Haydar Yeğmur ile babam konuşurken pek ilgi duymuyordum. Haydar Dede bir liste vermişti bana hala daha duruyor. Fakat doyurucu değildi. Doyurucu olmayan İmam Musa i Kazım ile Seyit Cemal arasındaki liste. Seyit Cemal’den sonra Afyon ve çevresinde akrabalarımızın olduğunu söylüyordu babam. Seyit Süleyman ise tıkır, tıkır anlatırdı. Bazen babama “Hêni nebi, Heyderê çuçi niya nê vatênê?” diye sorardı babama. Babamda doğrulardı, bazen de “Nê heni nêbi niyabi” diye doğruturdu. 

Seyidin Yaşadığı tarih babası Asil doğana göre değerlendirirsek 1300 ve 1380 tarihleri arasında yaşamış olduğu muhtemeldir diyebiliriz.  Osmanlı Sultanı Orhan Bey ve Yıldırım Beyazit ile çağdaştır.

 

SEYYİD İSMAİL ERDOĞRUL

 

Babası Erdoğan gibi onun hakkında da geniş bilgilere sahip değiliz. Edindiğimiz bilgilerde Söylencelere dayalı bilgilerdir. Hüseyin Yalçın’a göre Mezarı yatağandadır. Seyit DERVİŞ CEMAL’İN babasıdır. 1340 ila 1410 yılları arasıda yaşaması muhtemeldir. Dönem, Şeyh BEDRETTİN isyanının başladığı dönemdir. Seyit İsmail’in mezarının yatağanda olduğuna göre, ailesi de Yatağandadır.  Şeyh Bedrettin isyanının ilk başladığı tarih 1416 başladığı yer:  Aydın ve Manisa’dır.  Börklüce Mustafa Aydın’da,  Torlak Kemal de Manisa’da isyanı başlattılar.  Bu isyana Seyit Derviş Cemal’in katılmaması mümkün değil.  

 

SEYYİD DERVİŞ CEMAL

 

Mürşidi kâmil, toplumun ibadet ve yaşam kurallarını belirleme yetkisine sahiptir. Maalesef bunu uygulamaya gücü yok Çünkü önünde engel var. Bu engel, “Vasat” insandır. Vasat insan, biraz okumuş olup, kendini bilge sanan insandır. Bildiğinin dışında bir bilgi kabul etmez. Bunlara kaba sofu da denilir. Dede’yi dinlemiş, Şeriat kurallarını öğrenmiş azda tarikatı bilir. Ancak marifet deryasından habersizdir. Eğer bu kişi dede soylu ise birazda saz çalıp iki üç deyiş söylüyorsa daha tehlikelidir.

 

Derviş Cemal Ocağı Alevi toplumu içinde bir meşaledir.

800 yılı aşkın bir zamandır Anadolu’da halkı aydınlatır. İrşadı – biat’ı yaparken ırk,  renk cinsiyet ayırımı yapmamıştır. Doğal ahlak kurallarına uyar. Doğal ahlaka uymak beraberinde farkına varmadan doğal dini uygular. Doğal din, “yazılı olmayan, doğal ahlak kurallarının uygulama biçimidir”, dede’nin cemlerde talibe öğrettiği, doğal ahlak kurallarıdır. Kendisine zor geleni başkasına yaptırmak düşkünlüğü getirir.

Talibin çabası öğrenmektir. Öğrenim, ikrar meydanında yapılır. Cem evi pirin ocağıdır. Eve kapıdan girilir. Yolun giriş kapısı Pir evidir.

İslam peygamberinin zamanında evin kapısı “Ali” imiş.

İslam’ın 73 bölüğünden biri Ali’nin kapısından içeri girmiş.  O grup “Güruhu Naciye” idi. Güruhu Naciye Fırkası, Kerbela olayından sonra, Muguriye ve Keysaniye direniş fırkalarının birleşimi ile kurulmuştu. Kendi zamanının koşullarına göre, Kerbela şehitlerinin intikamını almak için kuruldu. Kerbela şehitlerinin intikamını da Ebu Müslim’in öncülüğünde o fırka aldı. O fırka Kerbela olayından sonra, kurulan devlet destekli mezheplerden, hep baskı gördü. Şehit verdi. Kerbela olayından sonra nice kerbela olayı yaşandı. Kerbela tarihin en acı katliamlarından biri idi. Hz. Hüseyin, peygamberin torunu ve günümüze kadar gelen“Seyit”lerin atasıdır. Haz. Hüseyin’i şehit edenlerde Muhammet ümmeti olduğunu söylüyorlardı.

Güruhu Naciye fırkası birer İslam devleti olan Emeviler ve Abbasiler döneminde halklara yapılan zülme karşı hep Mevali denilen halkın yanında yer aldı. O halkların fırkası oldu. Zaman ilerledikçe Arap olan Müslüman egemen, efendi oldu ve Arap olmayan halklarda köle Müslüman (Mevalli) oldu. Onlara yani Arap olmayan Müslüman halklara “Mevali” dediler. Arap egemen yani onların deyimiyle, efendi olan Arap Müslüman halk ile Arap olmayan Müslüman halk, yani Arapların deyimiyle,  mevali, halk arasında süren ve asırlarca devam eden bir çatışmaya dönüştü. Bu mevalli halk Arap egemen sınıfın zülmuna karşı Ali’yi ve evladını kendilerine önder, pir olarak seçti. 10, 11 inci yıldan itibaren, Ali soyundan gelen imamlar ve seyitler hep bu fırkanın öncüleri oldu. Her imam ve Seyit kendi zaman koşullarına göre halkı eğitti, doğru olanı yaptı. İslam öncesi Anadolu Mezopotamya ve İran’da olan dinlerin içindeki doğruları alarak yoluna devam etti.

 

Atalarımız, Arap olmayan halkların içinde o halkların çektiği eziyetleri onlarla beraber yaşadı, Ezilmişliği o halklarla beraber tatarak yaşadı.. O halklara önderlik yaptı. O halklar bu seyitleri Peygamber soylu oldukları için her zaman kurtarıcı gözü ile baktı. Ve Muhammet-Ali soylu bu insanlara Arapça “Efeni” anlamında “Seyit” dedi, Kendilerine “Mürşit” etti 

 

Atalarımız önderliğinde çizilen bu ulu yol bize babadan oğula miras kaldı. Bir derya, arı duru akar. Evladın görevi o arı akan deryayı kirletmeden korumaktır. Yanlardan akan kirli derelerin yolunu kapatmaktır. Kendilerine emanet edilen yolu, çağının yeniliklerine ayak uydurarak korumak ve yaşatmaktır. Atalarımız insana “ibnul vakit “ demişti, yani, zamanın oğlu. Her imam kendi zamanının çocuğudur. 1400 yıl önceki toplumum yaşam koşulları çağının çocuğu için doğrudur veya yanlışta olabilir. Her çağın mürşidi kendi toplumu içinden çıkar. Her Mürşit kendi toplumunu çağına uygun güzellikler içinde yaşatmaya çalışır. Toplumsal gerçeklik şüphesiz bu ulu mürşitlerin ortaya koyduğu gerçeklerden ayıklanarak ortaya çıkan gerçekliktir.

Seyit Derviş Cemal Seyit İsmail Erdoğrul’un oğludur. Dersime gelen ve ocağa ismini veren bu zat’tır. Dersime gelişi hakkında çok söylenceler var.  Ama biz önce kendi tesbitimize göre konuyu başlatalım. Yukarıda Şeyh Bedrettin isyanından bahsetmiştik.  Delil olarak. Birincisi Börklüce Mustafa’nın Aydın bölgesinden isyanı başlatmış olması. başladığı tarih 1416 dır.  O tarihte Derviş Cemal eğe bölgesindedir.  Kesinlikle isyana katılmıştır. Börklüce Mustafa ve Torlak Kemalin yenilgisiyle  Amasya bölgesinden katılan  halk ile beraber  Malatya ya  Şeyh Hasan köyüne gelmiş olabilir..

İkinci delil; Şeyh Bedrettin görüşlerini benimseyen Alevi Bektaşi ozanları Ali oğlu, Teslim Abdal,  Dedem oğlu ve Derviş Ali gibi ozanlar. Bunlardan Teslim Abdal ile Derviş Ali Şah Ahmet dedenin torunlarıdır. ŞAH Ahmet dede Derviş Cemalin talibidir. Şeyh Bedrettin’in idam tarihi 1420 dir. Derviş Cemalin mezar taşında 1440 yazılı.

 

   DEDEM OĞLU’DAN BİR ŞİİR:

      

Dedem oğlu uyarır çerağı yakar

Kara nine eşiğine yüz sürer.

Derviş Cemal babam murada erer

       Güzelsin Serezin şahı güzelsin

       Güzelsin pirimin nuru güzelsin

 

 

Dedem oğlu 17. yüzyıl şairlerindendir.  Teslim Abdal gibi Alioğlu dervişlerindendir. Dürri Meknun kitabının yazarıdır.  Şeyh Bedrettin izleyicisidir.

 

SEYİT HASAN DOĞAN AMCAMIZ ANLATTI:

 

Dedemiz Derviş Cemal Ankara Kırıkkale, Hasandede Kasabası’ndaki Hasan Dede dergâhına gider. Oradaki zat ile akrabadır. Bir müddet yanında kalır. Bir gün Hasan Dede kendisine Malatya’ya gitmesini söyler. Derviş Cemal de o yaşlı dedenin sözünü dinler. Yola koyulur Malatya’ya Şah Ahmet Dede’nin köyüne gelir.  Seyit Cemal’in şah Ahmet Dede dergâhında birkaç yıl kalır. Şah Ahmet Dede geçimini sağlamak için her gün keçilerini sağıp sütü bir dağarcığa koyup götürüp şehirde satarmış. Bir gün oğlu Şiğ Hasan bir ok atıp dağarcığı deler, süt dökülür. Ahmet dede bu olay üzerine çocuklarına beddua çeker. Sizi öyle bir yere gönderem ki kışı çok ola, yazı geç gele, der çocukları yanından kovar. Derviş Cemal’de karşı çıkar. Bu çocuklar daha toy gidip kaybolurlar, der.  O zaman sende peşlerinden git, der. Ve Seyit Cemal çocukların peşine takılır Hozat’a mezarının bulunduğu Bugün kendi adını taşıdığı “Derviş Cemal” köyüne gelir.

Şimdi anlatının yorumuna bakalım. Derviş Cemal’in 1420’li yılların başında Dersim’e gelişi kesindir. Hasan Dede 1562 yılında doğan bir Seyit’tir. Hasan Doğan amca öyle boş konuşmazdı. Belki de Haydar sultan için söylemiş olabilir. Haydar Sultan Hacı Bektaş Veli’nin çağdaşıdır. Derviş Cemal, Seyit Cemal’in dördüncü kuşaktan torunudur. Haydar Sultan’ın derğâhı da kendisinden sonra boş kalmayacağına göre, isyandan kaçan dergâha sığına bilir.

Her ne olursa olsun Seyit Derviş Cemal’in Şeyh Bedrettin isyanına katıldığına inanıyorum.

 

DERVİŞ CEMAL MALATYA’DA

 

Anlatanlar; Seyit Hasan Doğan, Seyit Haydar Yağmur, Babam Seyit Mustafa ve bütün yaşlılar hep anlatırdı.

Derviş Cemal’in Malatya’da Seyh Ahmet Dede’nin yanına gelişi hakkında bilinenler de söylencelerdir. Seyit Osmanlı zulmundan korunmak için derviş kılığında Malatya’ya gelir. Şah Ahmet dede dergâhına sığınır.  Şeyhin iki yaramaz çocuğu varmış. Birinin Adı Seyd (Kal Mansur)  diğerinin de Şeyh Hasan.  ŞAH Ahmet Dede geçimini hayvancılıkla sağlarmış. Dağarcığına (Rewkê)  süt koyup götürüp pazarda satarmış. Bir gün Şeyh Hasan bir ok atıp dağarcığı delmiş. Süt yere dökülmüş. Ahmet Dede olay üzerine Şeyh Hasan’a beddua çekmiş. Seni öyle bir yere göndereyim ki karı çok yağa yazı geç gele, haydi çıkın gidin, der. Derviş Cemal de buna karşı çıkar. Bu çocuklar daha toy nereye gönderiyorsun, der.  Ahmet Dede de o zaman çocuklar ile git kaybolmasınlar, der. Derviş Cemal çocukların peşinden Dersim’e gider ve   Hozat’ta  kendi adını taşıyan Derviş Cemal Köyü’ne yerleşir..

     

DERVİŞ CEMALİN KIŞIN ORMAN YAŞERTMESİ

 

Derviş Cemal köyde her köylü gibi rençber’dir. Malı davarı var, çifti çubuğu var. Kışın keçilerini ormana burç yedirmeye götürür.  Akşam eve dönerken herkesin keçileri aç gelirken Seyidin dok döner. Bir gün gizlice takip ederler, bakarlar ki, keçiler hiç dağılmaz, seyit ne tarafa giderse keçiler peşinden gider. Pir elindeki sopayı hangi dala vurursa o dal yeşerir. Keçilerde yeşil yaprağı yer karnını doyurur.  Bu kerameti gören köylüler koşup ayağına kapanır, seyide biat eder talip olur. Kerameti çevre köylere duyururlar köylüler gelip Seyide talip olurlar.

 

Yollar açılın ki gidem

Mürşidim Derviş Cemale

Yolu açın gidem gelem

Mürşidim derviş Cemale

 

Elinde kızıl meşalem

Yüce dağ başına salam

Yolu açın gidem gelem

Mürşidim Derviş Cemale

 

Aklın bedenleşmiş hali

Şiarı Muhammet Ali

Kime sorsan bu suali

Der pirim derviş cemale

 

Dağ ne kadar yüce olsa

Yine üstünden yol geçer

Yol uzun olsada gider

Mürşidim Derviş Cemale

 

Bir damla acı su baldır

Gittiğimiz doğru yoldur

Hayri Dedem ona kuldur

Mürşidim Derviş Cemale.

 

++++++++

Ulu ceddim Derviş Cemal  

Hakikati yol eyledi

Kışın kupkuru ormanı  

Yeşil yaprak mol eyledi

 

İrşat etti ham insanı   

Kovdu içinden Şeytanı

Gökteki ulu Rahmanı  

Can evine mal eyledi

 

Benim pirim hakkın özü  

Bir arada kurt la kuzu

Dosttan gelen acı sözü 

Direğinde bal eyledi.

 

Bir bildi mevcut evreni 

Gezegeni Ayı Günü

Cümle ehli seyyidanı  

Birbirne kul eyledi.

 

Hayri dedem ellerine

Mihman oldum evlerine

Akşam sabah köylerinde

Müşkülatı hal eyledi.

 

*****************

 

Ben bu gün gördüm pirimi

Elindeki sazı ile

Yoluna koydum serimi

Pirimin nur yüzü ile

 

Pirimdir pirlerin piri

Âdemoğlu Tanrı eri

İkrar verdim dönmem geri

Hakk’tan gelen özüm ile

 

Pirim abdallar abdalı

Boyu uzun selvi dalı

Arının peteği balı

Dilindeki sözü ile

 

Ben pirimden duydum bunu

Çevirdim pirime yönü

Aşkın ateşine beni

Sunduğu badesi ile

 

Önce bana korku verdi

Önünde tir tir titretti

Sözleri canıma yetti

Dilindeki sözü ile

 

Korkarak girdim bu yola

Baktım korkulacak değil

Aşk ile kat ettim yolu

Önüm sıra izi ile

 

İki yıl yürüdüm öyle

Her an hakkı aldım dile

Her saatım Mürşit ile

Dinledim can gözüm ile

 

 

Arkasından kozmogoni

Pir öğretti teogoni

Orada gördüm rabbimi

Aynadaki yüzüm ile

 

İşte mutlak prensipler

Ağaçlar taşlar canlılar

Yan yana kutsal sayılar

Hiyeroglif yazı ile

 

Derler ki bu Dünya fani

Bilmezler ki kozmogoni

Su yel toprak ateşini

Görünür ten gözü ile

       

Hayri bedenim olmazsa

Nasıl ola ki ruh ola

Yürüye yürüye gele

Ayağının tozu ile.

 

**************

 

Bu gün sabah uyanırken

Eve bari Huda geldi

Elde nurdan kalem ile

Muhammet Mustafa geldi

 

İmanım sırrı hakikat

Sultanım nuru nübüvvet

Devamı onun velayet

Ali el Murteza geldi.

 

Ehli beyti Ali aba

Fatma Seyide i nisa

Şah İmam Hasan Muçteba

Hüseyni Kerbela geldi.

 

İmam Zeynel imam Bakır

İlmi ledun piri Cafer

Musa Kazım şahı server

Pirim imam Rıza geldi

 

İmam Taki Naki Asker

Horasana oldular pir

Mağarada gizlenen nur

Methi sahip liva geldi.

 

Yürüdü nesli seyyid’an

Muhammet ile Ali’den

Ya ebta diye çağıran

Mukerremul Mucap geldi.

 

Hakikati yerleştiren

Fırına atıp pişiren

Talibi aşka getiren

Seyit Ebul vefa geldi.

 

Hayri dedem Hacı Bektaş

Ağu içen Hacı Kureş

Baba Mansur Ali Abbas

Ceddim derviş Cemal geldi

                    

Mart 1989

 

******************

Gözlerimi açtım ben bu Dünyaya

Elif anam ilkin bê dedi bana

Daha beş yaşında sakallı babam

Oku bu duayı de dedi bana

 

Bir aşk ile hak yoluna tutuldum

Babam ile köy köy dolaştım durdum

Beş sene mektepte a b okudum

Sonrada elif be te dedi bana

 

Okudum ki hak yolunu seçeyim

Seçeyim de bu bedenden geçeyim

Bir gün geldi ölü kıçı yıkayım

İçimden bir ses ne ne dedi bana

 

Her gün Allah Allah Muhammet Ali

İkrar verdim oldum Aliye tabi

Önüme demirden bir tas leblebi

Pir babam gözün yum ye dedi bana

 

İki talip pirin desturu ile

Birinde bir legen bir tas su ile

Birinde bir havlu bir sabun ile

Pir babam gözün yum ye dedi bana

 

Hayri dedem elim tuttu pir babam

El açtım göklere dedim elaman

Ağrım çok derdime bulmazken derman

Bir adam el açtı dedi elaman

Şu derdime çare de dedi bana

 

 

   **************

 

Bu kar bu kış kıyamette

Pire gidesim gelir

Pirimin eşiğine

Secde edesim gelir

 

Akan pınar kurumuş

Giden yolcu yorulmuş

Sinem yanmış kavrulmuş

Suya giresim gelir.

 

Dede derler adına

Söyler kendi kendine

Bilmem bana kini ne

Gidip sorasım gelir.

 

İlmi ledun mektebi

Pirin batın hikmeti

Yola biraz zahmeti

Gidip çekesim gelir.

 

Hayri dedem bu yolu

Sor nedir pirin hali

Pirim Derviş Cemali

Yüzüm süresim gelir.

 

*****************

 

Bir nur göründü gözüme

Şu güzel Dünya içinde

Eriyip gidem özüme

Şu güzel dünya içinde

 

Medrese hocası varsa

Tekkenin de dervişi

Talebesi talibi

şu güzel dünya içinde

 

Müftünün vaizin işi

 Dede ile farkı nesi

İkisinin cübbe fesi

 Şu güzel Dünya içinde

 

Hayır ve şer kaygısından

Tir tir titrer korkusundan

Bulgur peynir terkisinde

 Şu güzel Dünya içinde

 

Derki bu iyi bu kötü

Söyler durur udu budu

Hep para pulda umudu

Şu güzel Dünya içinde

 

Hayri dedem günüm gamda

 Gözüm kaldı Amerkan da

Amerkan ki bu cihanda 

 Şu garip Dünya içinde

 

************************

 

Kurban kesmiş budala

Cennet sevinci ile

Cennette köşkün üstünde

Huri gılman hizmetçiyle

 

Ah kurban boynuzlu kurban

Kim verdi katline ferman

Senin katilin Abraham

İshak İsmaili ile

 

Altın gümüştendir köşkü 

Şarabı altın kadehte

Etrafında hurilerle

Gılman hizmetçisi ile

 

Kurban dört ayaklı kurban

 Bulunmaz derdine derman

Meğer İbrahim’den ferman

Gökten inen koçu ile

 

Etin kazanda haşlansın

 Lokma lokma bağışlansın

Öbür Dünyada toslarsın

 Dünyadaki acın ile

 

Ah kurban akılsız hayvan

 Hiç yok mu sana acıyan

İyi çayır iyi çoban 

Sürülerce koçun ile

 

Yağın kazanda eriye

Allah Allah diye diye

Budundan biraz Hayriye

Damağında tadı ile.

 

     *****************

 

Bir ulu topluma girdim

Hayran kaldım dillerine

Havra kilise camisine

Şaştım kaldım hallerine

 

Bir başka topluma vardım

Kilise cami havra yoktu

Saz vardı söz ve sohbeti

Hayran kaldım hallerine

 

Divan kurmuş yargılanır

İnce ince sorgulanır

Sonra ikrarı alınır

Karar kıldım yanlarına

 

Sorgularken Allah Allah

Eyvallah canlar eyvallah

İlk dedim seyru illallah 

Bende girdim yollarına

  

Seyru fillah derde yürür 

Allahı özünde bulur

Yolda aldığını alır 

Bülbül oldum güllerine

 

Maallah canım maallah 

 Uyandım Allah eyvallah

Yürüdüm el ele vallah 

Hak eyledim kullarını

 

Hayri dedem ulu rehber

Anillah oldum beraber

Kapanmış secdeye yüzler

Yoldaş oldum canlarına.

 

******************

 

Karmı yağmış ocağının önüne

Aksakallı pirim Derviş Cemale

Secde edem eşiğine yüz sürem

Nur cemalli pirim derviş Cemale

 

Şeriatın kapısına girenler

İşlediği suçtan tevbe edenler

Yükselip te tarikata girenler

Koşa koşa pirim derviş Cemale.

 

Varın Rehberine girin bu yola

El ele tutuşun musahip ile

Pirin huzurunda ikrar hak ile

Biat edin pirim derviş Cemale

 

Sevda aldı beni ne derin acı

Marifettir bu derdimin ilacı

Pirim Derviş Cemal başımın tacı

Koşun canlar koşun Derviş Cemale

 

Hakikatin yolu Hak kapısıdır

Talibin ikrarı pir kapısıdır

Ena ilah yolun son çıkışıdır

O yol uzar gider Derviş Cemale.

 

Dört kapı kırk makam pir Mürşit Rehber

Huzurunda canlar eylesin ikrar

El ele el hakka canlar beraber

Öğüdü hoş görü Derviş Cemale

 

Hayri dedem vardım pirin evine

Pirim telli kuran almış eline

Bir çanta bir sopa malın önüne

Davarı otlakta Derviş Cemale

  

  ******************

 

Sabahın fecrinde elimde kalem

Yazam defterime Cemal Sultanı

Cesaret hudam dan açılsın dilim

Her sabah zikredem Cemal Sultanı

 

Kısmet ola Altıntaş’a Döğer’e

Asıl Doğan olam dalam deryaya

Er Doğan’la bile Altın kazmaya

Haykırsın Bergama Cemal Sultanı

 

Yatağan’da Seyit İsmail ile

Aydında katılam şahı Sereze

Derviş kılığında düşem yollara

Çağırsın Börklüce Derviş Cemali

 

Seyit Hacı olam koyulam işe

Ocağında kazan kazan aş pişe

Ev sahibi olam nice dervişe

Zikretsin dervişler Cemal Sultanı.

 

Seyit Hüseyin’den Seyit Celale

Koca seyt Süleyman eli Meşale

Direğinden akan kudretten bala

Kelamı natıka Cemal Sultanı

 

Dedem Seyit Bertal Alisariye

Molla Hüseyin!den Seyit Ahmed’e

Molla Hasan dedem seyit Ahmed’e

Seyt Mahmut çağırsın Cemal Sultanı

Seyit Hüseyin’le Gülzar nenemin

Seyit Mustafa’yla Elif anamın

Hayri dedem dilimdeki kelamım

Dilim unutmasın Cemal Sultanı.

 

*******************

 

Yüz yıllardır parlar yüce dağlarda

Kuş olupta uçam Derviş Cemale

Alev alev yanam kuru çöllerde

Yüzüm süre gidem Derviş Cemale

 

Seher vakti alam çalam sazımı

Gün doğarken dergâhına yüzümü

Paylaşayım acı tatlı sözümü

Dilimde zikredem Derviş Cemali

 

Yazın çamur kışın karlı yoluna

Arzum pirim gele girem koluna

Tangur tungur vuram sazın teline

Sazım çala gidem Derviş Cemale

 

Gağand gelmiş deli Hızır esmeden

Dersimliler ona kurban kesmeden

Zemherinin karı dizi aşmadan

Karı yara gidem Derviş Cemale

 

Kimi geldi ormanında dolandı

Kimi geldi dergâhında dilendi

Hayri düşmüş yola deli efendi

Deli gibi koşam Derviş Cemale

 

*************

3

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile