İBRAHİM ÖZER

İBRAHİM ÖZER

 

(AĞU İÇEN OCAĞI – MERKEZ SÜN KÖYÜ / ELAZIĞ)

 

(1934, Elazığ, Sün Köyü / 15 Eylül 2000, İstanbul)

 

AYHAN AYDIN

 

İbrahim Özer Dede, bu camianın, binlerce yıllık geçmişi olan bu kültürün, inancın günümüzdeki temsilcileri içinde apayrı bir yere sahip. Söyleşileri, kitap boyutundaki çalışmaları daha önce yayımlandı. Geçmişten günümüze; kişiliğiyle, düşünceleriyle, insanlara aydınlık yollar gösteren bu saygıdeğer dedemizle, inanç öncümüzle yapmamız söyleşide yine Alevilik, dedelik, sevgi konuları üzerinde durduk. Onların              fikirlerini halka ulaştırmak  bizlerin görevimiz.

 

İbrahim Özer Dede deyince, aklıma Sün Köyü geliyor. Sizin bağlı olduğunuz ocak ve yöreler geliyor. Oralardan başlayalım. Hangi ocağa bağlısınız? Nerede doğdunuz? Bize,  doğdunuz yörenizden, yörenizdeki çocukluk günlerinizden ve o günlerdeki izlenimlerinizden anlatabilir misiniz?

 

1934 yılında Elazığ’ın Sün Köyünde dünyaya geldim. Çiftçilik yapma kabiliyetim yoktu. Çünkü, zora pek gelemiyordum. Bu nedenle, askerliğimden önce, Etibank İrtibat Bürosunda görev aldım. Orada iki buçuk yıl görev yaptım. Sonra askere gittim. Askerden geldikten sonra, Adana’ya yerleştim. Adana Belediyesinde işe başladım ve oradan emekli oldum. Şimdi elbette o günlerle bugünleri artı veya eksileriyle değerlendirmek gerekiyor. O günlerde, haberleşme ve ulaşım yoktu. Ama bugün bunların hepsi var. İmkânlar daha iyi. Fakat teknoloji ne kadar ilerlediyse de, inanç bazında baktığımızda, pek de yol alamamışız gibi.

 

Hangi açıdan? Eskiden köylere, bir dede, pîr, mürşit geldiğinde, bir sulh hukuk mahkemesinin 10 senede halledebileceği bir davayı, iki günde, hatta iki saate halledip, hakkı sahibine verebilirdi. 1960’lardan sonra, şehirleşme başlayınca, insanlar bu teknolojinin nimetlerinden istifade edebilmek için, ticarete yönelmek zorunda kaldılar. Yani şehirleştiler. Toplum birbirinden uzak kaldı. Dede talibe, talip de dedeye ulaşamadı. Böylece aradaki bağlar koptu. Çok şükür,  günümüzde vakıflar, dernekler var. Fakat bana kalırsa, bu kuruluşların başındaki insanların çok demokrat, anlayışlı, ileriye dönük, iş yapabilecek kapasite olması;  histen, nefisten, huydan, gıybetten, hasetten, şehvetten, şekavetten uzak ve arı olması icap eder ki, gelecek nesle bir şeyler temin edebilsinler. Meselâ, bir dernek başkanına gidip birini sorarsın, “O böyle yaptı, şöyle yaptı.” Ötekine sorarsın, “O da böyle yaptı, şöyle yaptı.” gibi bir yığın çekişme ortaya çıkar. Ben bunu zaman zaman söylüyorum; bu çekişmeler, kısır çekişmelerdir. Çocuklarımızı iyi yetiştirerek, bu çekişmelerden kurtulmamız gerektiğini düşünüyorum. Bataklık kurumayınca, sivrisinek üremeye devam eder. Bu bataklığı nasıl kurutacağız? Çocuklarımızı okutacağız, onlara iyi bir eğitim olanağı sağlamaya çalışacağız. Ama tabii ki bu, maddi güç nispetindedir. Örneğin; kendimden söz edeyim. Çocuklarım İstanbul’a,  okula geldikleri zaman, ben emekli olmuştum. Yıl 1979’du. O gün 550.000 lira nakit param vardı. Emeğimden edindiğim sermayemdi. Bu parayı çocuklarımın eğitimine sarf ettim. Bütün gücümü kullandım. İstanbul’a geldiğimde, emekli olduğum halde,  gene bir çok şirkette, günlük muhasebe işinde vs. çalışmak kaydı ve şartıyla çocuklarımın okumasına katkıda bulundum. Niçin? Gelecek nesil bir yerlere gelebilsin diye. İnsanlara da “Çocuklarınızı okutun” diyorum. Kız veya erkek diye ayırt etmeyin, çalışın. Günümüz teknolojisi ilerledikçe, geçim zorlaşıyor. Geçim zorlaştıkça, fakirin fukaranın imkânları ellerinden alınmış oluyor, zorlanıyorlar. Çocuklarımız, en az lise düzeyine çıktıklarında, gerek vakıflarımız, gerekse derneklerimiz, sosyal içerikli çalışmalara ağırlık verdikçe, çocuklarımız bir yerlere gelebilir. Ben birisine, “Yahu, kocaman kış geldi geçti. Sen bu kış ne yaptın? Bir fakirin kapısına 150-200 kilo kömür dökebildin mi?” demiştim de, “Hayır” demişti. “Peki, Alevi-Sünni ayrımı yapmaksızın, okullarımızdaki fakir çocukları tespit edip, bunlara bir ayakkabı, bir defter alabildin mi?” dedim, “Hayır” dedi. “O halde burada ne oturuyorsun?” dedim. Bunların, bu sosyal içerikli çabaların arttırılması lâzım.

 

Bu konulara gene değineceğiz. Ama, biraz daha eskiye giderek soralım, hangi ocağa bağlıydınız? Nesil olarak On İki İmamlardan, İmam Zeynel nesliyiz. Bize Ağuiçen Ocağı derler. Koca Seyit evlâtlarıyız. Fakat ben, hâlâ Koca Seyit evlâdını temsile yetkili olacağımı düşünemiyorum.

 

Ocaklar sizce  neden bu kadar önemli? Birincisi; Ashap suresinin 33. ayetinde der ki; “Ey Muhammet! Biz senin Ehlibeytini bütün kirlerden, pisliklerden azat ettik, temiz kıldık.” Bu nesiller Ehlibeyt nesli olduğu için, insanlık âlemi Ehlibeyt nesline değer veriyor. İnsanlık âlemi bunların yolundan gider. İkincisi, İmam Cafer-i Sadık Hazretleri buyruğunda der ki, “Bir kişinin, pîr veya mürşit olabilmesi için, İmam Ali neslinden gelmesi şarttır.” Devam ediyor: “Bundan başka, bu kişi olgun, pişkin, hakikat ilmine vasıl bir örnek olmalı, bu icap eder.” Bu vasıfları üzerinde taşımayan bir insan pîr veya mürşit olamaz. Bu kesindir. Günümüzde bir sürü dede var. Bana soruyorlar: “Sen dede değil misin?” “Yok kurban” diyorum, “Ben torunumun dedesiyim.” Çareyi orada buluyorum. Diyorum ki; herkes kendi torununun dedesi olsun. Torununu cemiyete güzel yetiştirsin ki, cemiyet de bir yere gelebilsin. Eğer herkes torununun dedesi olmaz da, birilerine ahkâm kesmeyi düşünürse, maalesef o çirkefi, çamuru kurutamayız. Sivrisinekten de kurtulamayız. Buna geçici değil, temelde bir önlem almak lâzım.

 

Peki, dedelik nedir? Dedeler kimlerdir? Tarih boyunca neler yapmışlardır? Biraz önce dediğim gibi, dedelerin; gerek Kur’an’a, gerekse İmam Cafer-i Sadık’ın içtihatları doğrultusunda baktığımızda, Ehlibeyt neslinden gelmesi icap eder. Ama bir sürü insan “Ben dedeyim” diye geziyor. Bunlar, maalesef bu kurumun adamları değildir.

 

Bir yazılı belge mi gerekir? Elbette. Sinsilename söz konusudur. O nesilden geldiğini, bir sinsilenameyle ispatlaması lâzımdır.

 

Sahteleri var deniyor. Bunu nasıl ayıracağız? Günümüzde, maalesef bu da olmaya başladı. Çok önemli olaylar yaşıyoruz. Bir çok ocağın sinsilenameleri, Alaattin Keykubat zamanında başlamıştır. Bundan öncesi yok. Alaattin Keykubat bakmış ki o muhitte bu adamın sözü geçerlidir, bu adam bu işi yönlendirip götürebilecektir, “Sen busun” demiş, eline fermanı vermiş. Bizim ailenin sinsilenamesi, Alaattin Keykubat döneminden eskidir. Köklü bir geçmişe sahip. Burada, lütfen bir yanlış anlama söz konusu olmasın. Ben kimseyi küçümseyerek yola çıkmıyorum. Yol sürenin, ikrar verenin, hizmet de görenindir. Yani ben yapmıyorsam, bir başkası gelip yaparsa, “Niye yapıyorsun?” mu  diyeceğim? Gel, yap.

 

Dedeler, cemlerde hangi fonksiyonları yerine getiriyorlar? Neler yapıyorlar? Bize biraz anlatır mısınız? Dede kimdir, dedeler neler yapıyor? Cem nedir? Dedeler, dedelik kurumunda, ayinlerin içerisinde; hukuksal, tıbbı çözüm, niyaz olayları, inançlar gibi ibadet sistemlerini  yerine getirir. Şöyle düşünelim; Dede bir köye gitti diyelim. Evvelâ, o köyde, aklı başında bir insanın evinde oturur. O evde sorar: “Komşular ne yaptılar? Kim ne yaptı? Ne etti? Nasıl etti?” Bunları öğrenir. Herkesin fikrini toparlayarak, yola çıkar. Cemaati toplar, nasihat eder. “Döktüğünüzü doldurun, ağlattığınızı güldürün, kimin hakkı, hukuku sizde kalmışsa, bunları yerine getirin. Çünkü, kul razı olmayınca, Allah da razı olmaz.” Böyle çeşitli nasihatler verdikten sonra, hizmetlere başlar. Talibin birini karşısına alır. Buna, “Dâr” derler. Yani, talibi huzura, Ali Divanına alır. Dede, “Döktüğünü doldur. Ağlattığını güldür. Hak hukuku yerine teslim et.” diye bir söz verir. O insan, bir manevi baskı altında kaldığı için, yanlışlarını söylemek zorunda kalır. Orada oturan pîr veya mürşit eğer ondan şüphelenir, yanlışlarını söylemediğine kanaat getirirse, dârda duran talibe, “Sen, şu andan itibaren dilsiz, başsızsın” der ve susturur. Birisi öldükten sonra, “Ey cemaat! Bu cenazeden, bu kişiden razı mısınız? Bunu nasıl bilirsiniz?” sorusunu sorarlar. Bizde, dede bunu öyle yapmaz, dârdaki insanı susturur ve cemaate sorar: “Ey cemaat! Duran dârdan razı mısınız? Bunu nasıl bilirsiniz?” Ve ilâve eder: “Haklı istekler haktır. İsteği olan varsa, buyursun istesin” Kul haklarını hallettikten, herkes birbirinden razı olduktan sonra, ibadete geçer.

 

Ne gibi ibadetler var? Başta, zakir, tasavvuf ilminden olmak kaydıyla halk aşıklarının, halk ozanlarının deyişleriyle yola çıkar. Cemaatin durumuna göre çalar, söyler. Sonra On İki İmamların isimlerinin zikredildiği duaz-ı imam denilen deyişler okur. Üç deyiş okuduktan sonra, dede dua eder. Allah’tan, Peygamberden dilek ve temennilerde bulunarak, gülbank çeker. Bunun akabinde semahlar hazırlanır. O fasıllar bittikten sonra, lokmalar gelir. Lokmalar, dönüşüm ve paylaşımı değerlendirme olarak düşünülür. Bir tek elma dahi varsa, bunu oradaki bütün insanlara bölüştürebilmek. Bu lokmalar dağıtıldıktan sonra, lokmayı dağıtan hizmetli can şöyle söyler: “Elimde yoktu terazi, herkes hakkına oldu mu razı?” Cemaatten şöyle bir ses gelir: “Biz razıyız, Hak da senden razı olsun” Daha sonra, oradaki küs insanlar barıştırılır. Arazi, hak-hukuk davaları var ise, onlar halledilir. Yani, cemaatin içindeki sorunlar çözülür. Toplumsal birlik ve düzeni sağlamak amacına yönelik hizmetler yapılır. Daha önce de dediğim gibi; bir bağımsız yargının, hukuk mahkemesinin senelerce mücadele verip, doğruyu bulabileceği bir olayı, dedeler bir-iki gün veya bir-iki saatte çözebilirler. Çünkü, orada manevi bir nüfuz var. Kimse yalan söyleyemez.

 

Peki, yanlış karar verilebilir mi? Eğer oradaki pîr veya mürşit, cemaate danışmaksızın, onayını almaksızın, kendi benliğiyle yola çıkarsa, elbette yanlışlık yapabilir. Ama cemaate itibar eder, fikirlerine saygı gösterir, o insanın yanlışını affetmez, “Cezası şudur” diyebilirse, doğrulukla bir yere varılır.

 

Kur’an-ı Kerim deyince aklınıza ne geliyor? Kur’an, ne ifade ediyor,  Aleviler için, dedeler için, ayin-i cemlerdeki konumu ve yeri nedir? Kur’an’ın özüne inilmesi şartıyla şöyle bir örnek vereyim; Alevilik anlayışında, bir Kur’an-ı Semit, bir de Kur’an-ı Natık olayı vardır. Bir kitap üzerine yazılan Kur’an, bir de canlı kitap olan insan. İkincisi; Sünni cemaatiyle aramızdaki uçurum, çok yüzeysel bir anlayış meselesidir. Örneğin; Bir Sünni veya bir Alevi’ye, “Bir insanın şeriatını bitirip de tarikata geçebilmesi için, ne yapması gerekir?” diye sorduğumuzda, o muhteremin bize vereceği cevap şudur; “İslâm’ın 5 şartını yerine getirmesi gerekir”. Ben de, kendimi abartmadan bunu ifade ediyorum, bu yola hizmet ettiysem, kendimi bir mürşit addetmiyorum, bu bir gerçektir. Birileri varsın etsin, ben edemiyorum. Benim oraya gelebilmem için, hizmet etmem gerekiyor. Bana sorsalar bu soruyu, vereceğim cevap şudur; “Edebini bilmesi gerek.” Edepsizin şeriatı olmaz. Günde yüz köprü yapsa, kırk kurban etse, bu insan edepsizse, şeriatı yoktur. Evvelâ edebini bilmesi gerekir. Tarikata geçtiği zaman da ikrarını bilmesi lâzım. Rabbi’ni, pîrini, mürşidini, musahibini,  dört kapısını tamamlaması lâzım. Muhalefete geçtiği zaman, nefsindeki, içindeki rezaleti, kötülüğü atıp, insan-ı kâmil olmaya aday olması lâzım. Çünkü “Mar”; yılandır. Yani, içindeki yılanı kaldırıp atması, insan-ı kâmil olmaya aday olması gerekir ki hakikate geçebilsin. Yoksa sınıfta kalır. Buraya gidebilmek için neler lâzım? Biz, iki açıdan bakıyoruz; bir Kur’an açısından, bir de inanç bakımından. Kur’an açısından baktığımızda, Hz. Resulullah bir yol kurmuş, bir Kur’an getirmiş, ortaya bir içtihat, şeriat kurmuş. Fakat bu yolda yürüyecek, gidecek, hizmet verecek insanlar gerekli. Bu insanların bir araya toplanabilmesi, yürüyebilmesi ve hizmet edebilmesi için demiş ki, “Ben, bu ilmin şehriyim. Fakat kapım Ali’dir. Bana gelmek isteyenler, bu yolda hizmet etmek isteyenler, Ali’nin kapısına müracaat edecekler. O kapıya müracaat etmedikçe, yapılan ibadetler esas sayılmaz.” Ehlibeytin, İmam Ali’nin vasfı olmayan ibadetler esas sayılmaz. Günümüzde bu kadar acı olaylar var. Fakat buralara gelmemişiz, niçin? Haberleşme, ulaşım imkânımız yokmuş. Korkularla, baskılarla ancak buralara gelebildik, inancımızı yürütmeye çalıştık.

 

Dedelik, ocaklar, 4 kapı- 40 makam, Aleviliğin temel düsturlarından, Eline, beline, diline, sahip olmaktan, insan-ı kâmil olmaktan bahsettik. İnsan-ı kâmile ulaşmak da öyle kolay değil. Bunun için, 40 kapıdan geçmek lâzım. 40 kapının her biri de, kendi içinde kuralları olan kapılar. 40 makamın şartlarını yerine getireceğiz ki, belli bir yere gelelim. Kur’an-ı Kerim’i de böyle yorumluyoruz. Yani biz insana değer veriyoruz. Öldükten sonra değil, ölmeden önce değer veriyoruz. Aleviliğin de temel felsefesi bu, dedik. Ayin-i cemlerde, Kur’an-ı Kerim’in yanında büyük ozanların şiirleri de  okunuyor. Onlar da birer din ulusu, evliya, çağını aşan, aydın niteliğine sahip kişiler. Bunlardan da etkileniyoruz. Siz de aynı cemlerde bulundunuz. Pîr Sultanlar, Hatâyîler, Yunuslar, Fuzûlîler... Niçin bu kadar çok anılıyor? Bir gün, bir sohbetimizde, bir hukukçu arkadaş bana demişti ki, “Yahu dede, bu ozanlar, bazı yerlerde Kur’an’la ters düşmüşler. Büyük mücadeleler vermiş, kellelerini vermişler.” “Hayır güzelim” dedim, “O ozanlar, Kur’an’ın özünü bulmak için mücadele vermişler, ters düşmek için değil.” O ozanların söylemiş olduğu deyişler, Kur’an’ın özüdür. Bu çok önemli. Kuran’ın özü, ozanın sözü. Bizi, tasavvuf bilimini, Aleviliği günümüze kadar taşıyan da gene o ozanlardır. Ama idam olmuşlar, ama sürülmüşler, ama kovulmuşlar... Bunlar ayrı olaylar. Ama ozanlar, bu güne kadar emek çekmiş, getirmişler, onlara müteşekkiriz. Daha önce dedim ki; “Diriye”... Elbette diriden bir şey alınır, ama ölüye de saygı duyulur. Çünkü bizim anlayışımıza göre, o ölmemiştir. Don değişmiştir.

 

Don değiştirmek konusunu da biraz açalım. Aleviler, Kızılbaşlar diyor ki, “İnsan ölmez, sevgiliye kavuşur. Sevgili Tanrı’ysa, don değiştirerek ona kavuşur.” Rahmetli Hüseyin Doğan’ın vefatında, Karacaahmet’e onu yolcu etmeye gittik. Hoca, namazdan sonra başladı vaaz etmeye: “Hüseyin Doğan Dede şu an ölmedi, ikinci bir yolculuğa çıkıyor” dedi. Çok sevdiğim bir arkadaşım; “Yahu dede, bu ne diyor?” Dedim ki, “Vallahi, biz şimdiye kadar bunu söylüyorduk, siz itibar etmiyordunuz. Al, bak hoca da söylüyor, çok şükür.” Günümüzde birçok bilim adamı, bu konuları gündeme getiriyor artık. Düne kadar bir insan, “Arapça olmazsa ibadet olmaz.” diyordu. Ama bugün, herkes kendi diliyle ibadetini rahatlıkla yapacağını söylüyor. Geçenlerde bir toplantıda, Sayın İzzettin Doğan’a bu konuyu getirdiler. İzzettin Doğan, “Siz, onu kendiniz düşünün. Biz 1000 senedir uyguluyoruz zaten” dedi. Biz zaten onu uyguluyoruz. Fakat imkânlar elvermedi. Bu güne kadar gelişimizi düşünün; Yunus’un bir şiirini okuyan idam oluyordu, kırbaçlanıyordu. Hallac-ı Mansur’un adının söylenmesi dahi mümkün değildi. Günümüzdeyse, UNESCO; “Yunus Yılı”, “Şeyh Ahmed Yesevi Yılı” ilân ediyor, “Hacı Bektaş Yılı” ilân edecek.

 

Bu din ulularının, bütün insanlığa örnek olmasındaki temel farklılık nedir? Buradaki kıstas ne? Elbette fikirlerinde, özünde, sözünde, ama bizim örnek aldığımız özellikleri nelerdir? İnsanlar, birinci kapıda ilime yakın gider, ilim öğrenir. İkinci kapıda; ayn-el yakın gider, onu görür. Üçüncü kapıda; sıbga yakın gider, ona inanır, bağlanır ve tanır. Dördüncü kapıda; Hakk’a yakın gider, Tanrı’yı bulur. Bu yolu izler. Koca Yunus, “İlim, ilim bilmektir. İlim, irfan görmektir. Kişi kendini bilmezse, ya bu niçin okumaktır?” diyor. İlimi bildiğin kadar, ilme amel etmek, bildiğini dürüst bir şekilde tatbik etmek lâzım. İşte bu ulu kişiler, bunun tatbikini de yapmışlardır. Ana oğluna; “Yalan söyleme” diye öğüt veriyorsa, kendisi de yalan söylememiştir. Örnek insan olarak yola çıkmıştır. Onun içindir ki; o insanlara itibar edilmiş, değer verilmiştir. İzzettin Bey’in babası Hüseyin Doğan dedeye diyorlar ki, “Dede, senden sonra hangi oğlun başa geçecek? Senin yerini kim dolduracak?” “Vallahi oğlum, biz öyle bir konuya girmedik, ama bu millet öpülecek eli bilir.” Yani, önemli olan bu elin öpülebilmesi. Nasıl öpülür? Değerli ise, emeği varsa öpülür. Rahmetli babam derdi ki, “Bir insan üç türlü el öper. Birisi; işi düşer, işinin hatırı için el öper. Birisi; yaşça kendinden büyüğünün  elini öper. Birisi de ikrardır.” İkrar olarak el öperse, onun uhdesini verir. Onun emirleriyle, inanç bazını ve yolunu yönlendirir.

 

Musahiplik deyince, neler söylememiz gerekiyor? Musahip; öz Türkçe bir kelime. Musahip; birbirinize sahip olun, anlamındadır. Bir kişi birisine musahip olursa, onların birbirlerine sahip olması gerekir. İşiyle, haliyle, diliyle, her şeyiyle birbirlerinden mesul olurlar. Birisine  misal olup, bir diğerine husumet olursa, bu yanlış olur.   Benim bir musahip kardeşim var. Gerek ben, gerekse musahip kardeşimin düşüncemiz bir bütündür. Sadece birbirimizle değil, bütün insanlıkla musahibizdir. İbadet boyutunda baktığımızda da, musahip budur. Çünkü musahipler, bir elmanın iki yarısıdır. Biri  kalleş, sofu olduysa, Hüseyin’in dergâhına varamaz. Bizim anlayışımıza göre, bir musahip yanlışlık yaparsa, diğer musahibi de onun dârına alırlar. “Buna neden sahip olmadın?” diye sorarlar.

 

Musahipliğin kökeni nedir? İnsanlar Mekke’den Medine’ye nakledildiği zaman koca bir şehir, başka bir şehrin üzerine göç etmişti. Hz. Muhammet, Muhacir ve Ensarileri birbirleriyle kardeş, musahip etti. İki göz evi olanın, bir evini musahibine verdi. İki pervazı olanın, bir pervazını musahibine verdi. Maddi-manevi destek oldu ve o gelen insanlar dışarıda, açıkta kalmadılar. Kökeni budur.

Atatürk konusuna gelelim. Alevi düşüncesinde, don değiştirmek olayı var. Atatürk için, “Bir başka Ali” deniyor. Alevilerde Ali, Hacı Bektaş Veli, Atatürk inancı çok güçlü.

Onu şöyle düşünelim; Hz. Peygamber Efendimiz diyor ki, “İlim Çin’de de olsa, gidip okuyun, öğrenin.” Yine ilmin kapısı olan İmam Ali diyor ki, “Bana bir kelime öğretene, kırk yıl kölelik ederim.” Ki, İmam Ali köleliğe karşıdır. Ama, ilmi yüceltmek için bu kelimeyi kullanıyor. Hünkâr Hacı Bektaş Veli de diyor ki, “İlimle gidilmeyen yolun sonu karanlıktır, hüsrandır.” Sonra bir Atatürk geliyor, “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” diyor. Şimdi bunları bir araya getirdiğimizde, bir tespihin taneleri gibi birbirini tamamlar. Fakat inanç bazında, hâlâ İslâm âleminde birçok insanımız, bir mehdinin geleceğini, dar zamandan kurtulacaklarını düşünürler. Biz tabii ki buraya varamadık. Kimdir bu mehdi? Bunun kurtarıcı olduğu düşünüldüğü için, birisi çıkar,“Atatürk de kurtarıcıdır, mehdidir” diyebilir. Çünkü, onun da bir emeği, hizmeti vardır. Ben, Atatürk’e babamdan çok saygı duyarım. Çünkü karşılıksız emek vermiştir.

 

Neler yapmıştır? Neler getirmiştir Anadolu’ya? Alevileri, en azından insanları düşünün. Bugün dünyada bile Atatürk örnek alınıyor. Bir oylama yapılmış, Atatürk yüzyılın adamı olmuştur. Bu çok önemli. Olay sadece Alevi ya da Türk olayı değildir. Atatürk, demokrasiyi getirmiştir. Laikliğe saygı göstermiştir. Atatürk, Diyanet İşlerini niye kurdu? Devletin güdümünde olsun, devlet onu kontrol edebilsin diye kurdu, resmileştirdi. Zaten bir dernek, vakıf, cemiyet veya kooperatif insanların iyiliği için kurulur. Ama birileri ortaya çıkar da bunu kendi menfaatleri doğrultusunda, tersine çevirip yönlendirebilir ve öyle yürütür. Şimdi olduğu gibi. İslâmiyet, Hz. Peygamberden sonra bu duruma düşmüş, saltanata dönüşmüştür. Ozan Edip Harabi diyor ki;

 

Şerrin şeri inkâr olmaz ama

Şeriat var, şeriattan içerde

Tarikatsız Allah bulunmaz, ama

Tarikat var, tarikattan içerde.

 

Gördüğün şu şeriat, şeriat değil

Gittiğin tarikat, tarikat değil

Hakikat sanıyorsun ama, hakikat değil

Hakikat var, hakikatten içerde.

 

De ki Harabi’ye,  gel eyle bir kat

Hakk’ın cemalini edersen rüyet

Sadakat var, demek değil marifet

Marifet var, marifetten içerde.

 

Harabi, “Allah’ın beşini görmek istiyorsan, benim yüzüme bak” diyor. İşi bu kadar ciddiyete getiriyor. Bu, ozanın emeği. Şimdi bu adamın emeğine “Yok efendim, o da ne yapmış?” diyorlar. Emek vermiş, hizmet etmiş. Yani kendimizi her şeye hâkim bulmayalım. Alevilikte değil, insanlıkta bile emeksiz yemek haramdır. Alevi cemlerinde, cemaatlerinde, herkese yer vardır. Yalnız adam öldürene, zina eden insana yer yoktur.

 

Günümüzde dedelerin, cem evlerinin yetersizliği gibi sorunlar var. İnsanlar, inançlarını yapmak istiyorlar. Bir görüş de okumak, kültürlü olmak lâzım, dedeleri eğitmek için okullar açmak lâzım,  Cem evleri, kütüphane, Kültür merkezinin içinde olsun, hem ayin-i cem yapılsın, hem de kültür hizmeti görülsün, diyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Elbette kültür evleri, cem evleri bir ihtiyaç. Bir türkü vardır, der ki; “Neyleyim sarayı, neyleyim köşkü, içinde salınıp gezenim yoktur.” Amaç; cem evi yapmak, kütüphane koymak değil. Orada kültür ilerletmek, ortaya bir şey getirmektir. Bunu yapabileceksek, yapalım. Ama yapamayacaksak, Sünni vatandaşlarımız nasıl camiye gidip doluyorsa, orası da bize öyle bir yer olur, başka bir netice de alamayız. Ama burada kültür üretilecekse, dürüstlük ilkelerine dayanarak hizmet verilecekse, o zaman elbette ihtiyaçtır. Günümüzde de dernekler bunun mücadelesini veriyor, hizmet ediyorlar. Hatta, bildiğim kadarıyla, devletten bir destek alma olanağımız söz konusu. Bu gerçekleşirse, bunlarla beraber bir şeyler yapılsın.

Söyleşi: 18.02.1998, İSTANBUL

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile