KALENDER KAYA

KALENDER KAYA

 

(DERVİŞÇİMLİ OCAĞI –  DERVİŞÇİM KÖYÜ / ELBİSTAN /  KAHRAMANMARAŞ)

 

AYHAN AYDIN

 

Dervişçimli Ocağı’ndan Kalender Kaya Dede, kendi ocağıyla ilgili, cemlerle ilgili bilgileri anlatmakla kalmıyor kendisiyle yaptığımız söyleşide; Aleviler-Bektaşiler arasında çok klasikleşmiş bazı önemli menkıbeleri (mucizevi anlatıları) da bizlere aktararak geleneğin kuşaktan kuşağa sohbetle nasıl canlı bir şekilde aktarıldığını da göstermiş oluyor. Ayrıca sürekli duyduğumuz 4 Kapı, 40 Makam; 3 Farz, 7 Sünnet konularında da toparlayıcı açıklamaları var.

 

Söyleşi yapmaktaki temel amacımız; söyleşi yaptığımız kişinin bilgi, duygu ve düşünce birikimini, geleceğe aktarmak, insanların bunlardan faydalanmalarını sağlamaktır. Özellikle Aleviliğin inançsal yönünü yaşatan temel kişiler olan dedelerle yapılacak söyleşiler çok önemli; çünkü bu bin yıllık kültürü, geleneği, inancı, Alevîliği günümüze getiren dedelerin sayısı da çok fazla değil. O yüzden, bunların her birinin fikirlerinin, görüşlerinin alınması gerekir. Bir nevi sözlü gelenekle gelen zenginliklerin artık yazılı metinler haline getirilmesi, derlenmesi, sistemleştirilmesi, kitaplara dönüştürülmesi ölümsüzleştirilmesi gerekmektedir.

Kalender Kaya Dedemiz sağ olun, söyleşi isteğimiz için bizi kırmadınız. Dervişçimli Ocağındansınız ve aynı isimli köydensiniz. 1938 Kahramanmaraş doğumlusunuz.

Önce doğduğunuz yerden söz etmenizi isteyeceğim. Elbistan’da mı doğdunuz?

 

Evet, aynı köyde, aynı ocakta.

 

Bize çocukluğunuzun geçtiği köyden bahsedin, o günlere gidelim. Köyünüz  nasıl bir yerdi? Nasıl bir ortam vardı? Köydeki  insanlar arasındaki münasebetler nasıldı? Onlardan  bahsedin. Çocukluğumuzun geçtiği, doğduğumuz yer, Elbistan ilçesine bağlı olan Dervişçimli köyü, Dervişçimli ocağı. Kırsal bir bölge, biraz arazi varsa da, kıraçtır. Ektiğimizi biçemiyor, alamıyorduk. Yani emeğimizin karşılığını alamıyorduk. Epey ıstırap, fakirlik gördük. Çocuklarımız yetişti, İstanbul’a geldiler. Seyyar satıcılıkla, şunla bunla uğraştılar. İşyerleri açtılar, şimdi Çağlayan’da bir atölyemiz var, kumaş yapıyor, Laleli’deki mağazalara, turistlere satıyorlar, geçiniyoruz. Geçimimiz fena değil. İnsanın ihtiyacı, insana olur. Dedelik sıfatını taşıyorsak da, gidip kimseye el avuç açmıyoruz. Halka hizmet götürmeye çok hevesliyim, çok düşündüm. Halkın cemini, demini, yolunu yürütmeye çok hevesliyim. Dostlarla, pîrlerle, mürşitlerle görüşmeyi isterim, severim.

 

Köydeki cemleri  hatırlıyor musunuz? Cemlere giriyor muydunuz? Görev yürütüyor muydunuz? Biz yürütmüyorduk, bizden öncekiler yürütüyordu. Biz ancak 25-30 yıl sonra başladık.

 

Çocukluğunuzdaki cemler nasıl oluyordu? Çok hoş, çok iyiydi. Meselâ biri bir fenalık yaptıysa, onu ceme almazlardı. Günah-ı  kebir, günah-ı sagir vardı. Günah-ı kebir, çok kötü bir iş işlemiş demekti ve katiyen ceme bırakmazlardı. Günah-ı sagir ise ufak tefek cezalarla affedilebilirdi. Ama katil olan, karısını boşayan, nikâhlı karı götürenler kesinlikle Alevî cemine alınmazlardı. Bu gibi insanlar için mürşitler gelirdi. Mürşitlerimiz Ağuiçen’den Yalıncak, Sivas’ta Mithat Dedegil’di. Ben  onları görmedim, babam söylerdi, bu müşkülâtları halleden onlardı.  Dedelerimiz Ağuiçenli’ydi. Pîrimiz Ağuiçenli Güzel Dede, Seyit Dede, İbrahim Dede... Neyse, dedeler çok.

 

Ağuiçen Ocağının dedeleri mi mürşidinizdi? Evet. Bunların akrabaları Muhtat (Miktat (?)) Dede, Ali Haydar Dede... bunlar da bizim talibin mürşitleridir. Bizim hem pîrlerimiz, hem mürşitlerimiz, hem de talibin mürşitleri Ağuiçen’dendi. Zaten Türkiye’deki bütün taliplerin mürşidi, pîridir onlar. Bana kalırsa, bütün ocaklar oraya bağlıdır. Ağuiçen, mürşid-i âlemdir. Meselâ, Hüseyin Doğan Dedemiz mürşid-i âlemdir. Baliyan aşireti, onun talibidir. Ağuiçen dört kola ayrılır. Tunceli’deki Hasan Hanlı aşiretleri, Hüseyin dedemize bağlıdır. Pîrleri, mürşitliğiyle Güzel Dedegil’e bağlıdır. Muhtat Dedegil, Sivas Yalıncak’ın Hafik ilçesinde oturuyorlar. Bunlar da bizim pîrlerin pîridir, buna mürşid-i âlem, Türkçesi Sarıçağlan denir.  Sarıçağlan; kırk kişinin başı anlamındadır. Bunların en büyüğü Muhtat Dedegil ve Ali Haydar dededir.  Düşkünleri kaldıran onlardır, düşkün taliplerin müşküliyetini onlar hallederler.

 

Diyorsunuz ki, Dervişçimli Ocağının ve köyünün müşkül hallerini, meselâ dâra çekilmesi gereken insanlar olduğu zaman, mürşitliği Sivas’ın Hafik ilçesindeki Yalıncak köyünün Ağuiçen dedeleri yapar, öyle mi? Evet. Güzel Dede, bizim pîrimiz, talibimizin de mürşididir aynı zamanda.

 

Güzel dedenin soy ismi nedir? Güzel Ocakoğlu. Kendisi vefat etti.

 

Kendisini  tanıma şansınız oldu mu? Tabii, köyümüze geldi birkaç sefer. Nur yüzlü, sakallı bir adamdı. Kendisi Adıyaman’daydı, ama ocağı Ağuiçen’in bir koluydu.

 

Hangi koldandı? Ağuiçen’in Seyit Mençek kolundan. Ya Seyit Köse, ya da Seyit Mençek.

 

Başka kim var, Ağuiçen dedelerinden? Hüseyin Doğan’giller de Mir Seyit ocağındandırlar.  Bunlar hep Ağuiçen’lidir.    Onlar, İmam Zeynel Abidin’e bağlı, Zeyid’in oğlu İbrahim Mükremin’den gelirler. Zeyd, İmam Zeynel’in oğludur. Bizim bir tane ihtiyar Seyit dedemiz vardı, geçen yıl Adana’da vefat etti. Evvelki yıl gittim, kendisine bunları sordum. Dedi ki; “İbrahim Mükrem, Zeyid’in, Zeyid de İmam Zeynel’in oğludur. Ağuiçen’in soyu, İbrahim Mükremin’den gelir.

Ağuiçen adı nereden gelmiş? Onun hikâyesini anlatır mısınız? Hacı Bektaşi Veli Rum ülkesine geldiği zaman, 57.000 erin içinde Karadonlu Can Baba vardı. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli’nin huzuruna çıkıp, kendisinden himmet diledi. Hünkâr buyurdu ki; “Siz, Erzincan Dörtyol’a gideceksiniz. Ben size himmet veririm, Can babam. Hıristiyan âleminden Hanoğlu Kağız Han geliyor. İnsanları kırıp, kesip geliyor. Bu insan, Allah’ın varlığına inanmıyor, pîr, mürşit tanımıyor. Git onun yoluna otur. O geldiği zaman de ki, ‘Buradan ileriye size yol yoktur. Seyid-i Saadet, Hz. Pîr gelmiştir, onun emridir.’ Sen bu kadarını söyle, biz sana himmet vereceğiz.”  Karadonlu Can babamız gidip, Erzincan’ın Dörtyol’una oturuyor. Hıristiyan  kervanı görünüyor. Hanoğlu Kağız Han arkada, kervan önde geliyor. Karadonlu Can baba, “Buradan öte size yol yoktur” diyor. “Niye?”  “Seyid-i Saadet, mürşid-i âlem gelmiş, Şah-ı Merdan’ın, Muhammet-Ali’nin soyudur. Diyor ki; ‘İslâmiyet’i kabul edip, Hak dinine girsinler.” “Mürşid-i âlem de kimmiş? Pîr, mürşit kimdir? Seyid-i Saadet nedir?” Kervanını ardından gelen Hanoğlu Kağız Han’a haber veriyorlar “Bir derviş bizi burada eyledi, bırakmıyor.” Padişah, “Tamam, durun.” diyor. Kervanı oraya yıkıp, çadırları açıp, keşişi çağırıyorlar. Keşiş, onların din adamı. “Sen bu dervişe ne diyorsun?” Keşiş diyor ki,  “Bir kazana su doldurup, ocağa koyun. Kendisini içine koyup, kapağı kapatın. Eğer ölmezse, onun dinine gireriz.” Padişah Can Baba’ya, “Ya derviş! Bunu kabul eder misin?” diyor. “Hay hay, kabul ederim.” Kazanı hazırlayıp, dervişi içine koyarlar, kapağı kapatırlar, ateşi yakarlar.  Bir müddet sonra kapağı açarlar ki, içinde bağdaş kurmuş oturuyor, biraz terlemiş. Keşişe dönüp, “Ne diyorsun?” diye soruyorlar: Diyor ki, “Olmadı, bu büyücülük yapıyor.  Erzincan Ovasında bir ateş yakın, dervişi ateşe atalım, ölsün ki kurtulalım. Eğer ölmezse, dinine girer, kabul ederiz. Hz. Pîr kimse, onun yanına da gideriz.” Padişah gene, “Ya derviş! Ne diyorsun, kabul ediyor musun?” diye soruyor, “Evet” diyor. “Ama bir şartım var. Eğer keşiş de benimle beraber ateşe atılırsa, giderim.” O zaman keşişin benzi solar, beli kırılır, korkar. Padişah, keşişe döner, “Ya keşiş! Sen ne diyorsun?” “Giderim” diyor, ama kalpten söylemiyor. Keşiş, Can Baba’ya elini veriyor, birlikte gidiyorlar. Keşiş, “Üç oğlum var, üçü de sana teslim, Can Baba. Ben öleceğim.” Gidip, ateşe girerler. Bir müddet sonra Can Baba döner, keşişin eli elinde. Eli getirip, padişahın önüne atar. Padişah, “Nedir bu?” diye sorar. “Keşiş elini bize verdi, elini getirdim. Özünü verseydi, kendisi de gelirdi.” der. Bunlar düşünürken, padişahın zevcesinden bir haber geldi: “Bir bardak ağu hazırladım. Dervişi harem tarafına gönderin, ona içireyim de, ölsün.” “Derviş içer misin?” “Hay hay, içerim. Ceddim içmiş, ben de içerim.”  Dervişi harem tarafına götürürler. Hanım, bir bardak ağu getirir. Can Baba alır, “Ya Allah! Ya Bismillah, ecdadımın himmetiyle” der, içer. Beş bardağın beşinden de ağu sızar. O zaman o insanlar, Alevîliği, Bektaşiliği kabul ettiler. Rum ülkesinde ne kadar Ermeni, Hıristiyan varsa, hepsi Bektaşiliği kabul ettiler. Osmanlı döneminde  Hacı Bektaş’a hiçbir şey yapamadılar. Çünkü büyük mucizeleri vardı. İşte bizim Ağuiçen’in soyu, sülâlesi budur ve onlardan çok iyi insanlar çıkar, Ayhan’ım.

Ağuiçen söylencesi değişik illere yayılmış, ama ilk başta hangi il akla gelir?  Erzincan’da başlıyor. Can Baba,  Rum ülkesinde 57.000 erin içindeydi. Karacaahmet, Hacı Bektaş aynı zamanda, beraber yaşadılar. Hepsinin içinden, Can Baba’yı seçip, oraya gönderdiler. Kara kazana konulup, kaynatıldığı için, Karadonlu Can Baba, dediler. Esas ismi Can Baba’dır. Ağuyu içti, Ağu içen denildi. Ağuiçen  ismi oradan kaldı. Onun talipleri de Anadolu’ya yayıldı.

 

Sizin Dervişçimli Ocağı da mı oraya bağlı? Sizin ocağınızı nasıl anlatırlar? Dervişçimli, İmam Bakır soyundan gelir. İmam Bakır, İmam Zeynel’in oğludur. Pîr Hüseyin de Talip Ali oldu. Yani bunlar birbirine bağlıdır. Bizim ocak da onlara bağlanmış, pîr, mürşit demiş. Biz ocaklar, hepimiz birbirimize bağlıyız. Hepimiz On iki İmamdan geliyorsak, hepimiz hısım akraba sayılırız. Kimi pîr, kimi mürşit oldu, bu yolu bugüne kadar getirdiler.

 

Yani bu ocaklar, özde birbirlerinin aynısı mı? Tabii, aynısı.

 

Peki, bir silsile yok mu? Silsile var. Bizim silsilenâmemiz, beratlarımız var. 11 parçadır, büyük padişahların mühürleri vardır. İki tane de büyük beratımız var. Onlar, altın yazıyla yazılmıştır. Hüseyin Doğan dedem  bir sefer okumuş (Ben kendisini görmedim), Güzel Dede yanındaymış. Hüseyin Doğan dedem diyor ki; “Güzel Dede, amcam, hepimiz biriz. Bunlar bizim, biz bunların. Hiç farkımız yok.” Güzel Dede’nin hoşuna gitmiyor, “Sen öyle diyorsun.” diyor. “Bunlar  yabancı değil. İmam Bakır’dan geliyorlar, biz de İmam Zeynel’den geliyoruz, bu budur işte.” Ama adamlar bize “Beledest” demişler. Biz İmam Zeynel’den geldiğimiz için, küçüğü büyüğünden irşâd olunur, bu budur.

 

Yani On iki İmam’a bağlı olması yönünden biraz farklılık var, özde aynı diyorsunuz. Bazıları İmam Zeynel Abidin’e bağlı olanla, Bakır’a bağlı olanları birbirinden ayrı tutuyor, ama özünde aynı. Ayrı olamaz. Herkese bir görev verilmiş, bir kişi beceremez. Bir ocak, bütün bu Alevîleri yönetemez. Ocakların hepsi birbirine bağlı, hepsi On İki İmam’dan geliyor. On bir İmam aslında, İmam-ı Mehdi sır olmuştur.

 

Bütün ocaklar On bir İmama bağlı, diyorsunuz. Bir çok ocak var, hepsi de bunu ispat etmeli.Meselâ Dikmeler var. Onlara bir şey demiyoruz, ama On İki İmam’ın soyundan gelen, Evlâd-ı Resul, Seyid-i Saadettir.

 

Dikme dedelerle diğer dedeleri nasıl ayıracağız? Dikme dedelik şöyle; dedeler, herhangi bir köyde, iyi bir insanı rehber tâyin ediyorlar, buna dikme, rehber diyorlar. O, cemde gereken hizmetleri görür, musahip karındaşlarını meydana getirir, kurban zamanında görevlerini yapar. Dede, yanlış yönleri olduğunda onu değiştirir, onun soyundan başkasını getirebilir. Hak hakikatini sorarsan, rehber Cebrail’dir, bütün vahiyleri getiren odur. Herkes rehber olamaz. Meselâ, senin oğlun bu işi yapmış, ama senin oğlundan gelen yapamıyormuş. Dedeye yaranmadı, köyde onun hakkında şikâyetler olduğu zaman, dede onu reddeder, başkasını seçerdi. Ama dedelerden gelen rehberler de var. Meselâ Ağuiçen’de, bizim ocakta rehberler var, onlar pîr, mürşit sayılır, onlara bir şey diyemem.

 

Kaç tane ocak var sizce? Benim bildiğim kadarıyla, on iki ocaktır. Fakat bu ocaklarda dağılmalar olmuş. Ağuiçen’den de bir kısmı gitmiş, Sivas’a yerleşmiş. Bir kısmı da Tunceli’ye yerleşmiş, ama hepsi aynı ocağı bağlıdır.

 

Bize çok isim geldi. Siz on iki tane diyorsunuz, ama neredeyse yüz tane ocak var. Yüz tane ocağı, Evlâd-ı Resul’ün soyundan gelen ocak sayılıyorsa, ben de kabul ederim. Bana göre sayılmaz.

 

Onlar da kendilerini öyle saymaya çalışıyorlar. Bunun ölçüsü nedir? Ölçüsü belgedir. Pîr, mürşit olmak için ölçü berattır, silsilenâmedir. Ama o ocaktan gelmiş, beratı yoksa, ona da bir şey diyemem. Ona şahit, ispat lâzım o zaman. Belgesi budur. Şimdi şöyle bir durum var: Hz. Peygamber’e “Ebder” dediler. İki çocuğu vardı, vefat ettiler. Kur’an’ın 1, 2 ve 3. ayetleri Kevser suresinde yazar ki, “Biz sana Kevser-i Fatıma’yı, Kevser-i Ali El Murtaza’yı gönderiyoruz. Senin neslin bunlardan yürüyecek.” Hz. İmam-ı Cafer-i Sadık da buyurur ki; “Bu nesilden gelmeyenin, mürşitliği, imametliği erkân değildir.” Hz. Peygamber’e o zaman Cenab-ı Rab vahiy gönderdi “İmametlik, mürşitlik senin soyundan uzanacak.” Fatıma Zehra ile Ali El Murtaza Şah-ı Merdan’dan.

 

Siz, Dervişçimli ocağı olarak, On iki ocaktan biri misiniz? Evet, aynı ocağın ismini taşıyor.

 

Derviş Cemaller var,  onlar ayrı.  Ağuiçenliler var, başka neler sayabiliriz? Kızıldeli Ocağı, Balım Sultan, Hüseyin Gazi, Abdal Musa, Karacaahmet, Şahkulu ...  Sayarsan, ocak çok.  Ama çok olsa bile, On İki İmamdan ayrıldıysa ocaktır, ayrılmadıysa ocak değildir. Ayrıldıysa, belgesini çıkarsın, meydana koysun. Biz, Ağuiçen’den ayrıldık.

 

Yağmur Ocağı diye bir ocak var meselâ? Yağmur Ocağını duydum, ama bilmiyorum. Hangi ocak hangi soydan geldiyse, On İki İmam’a bağlı olsun. Beratını, belgesini meydana koysun. Sonunda bunu araştıracağız, herkes getirsin. Meselâ Ağuiçen’de belge var, Hüseyin Doğan Dede’de beratları vardır. Güzel Dede’de, Muhtat Dede’de Ağuiçen’in beratı, bu ocakların birindedir. O ocakların hepsi Ağuiçen’e bağlıdır. Kardeşler ayrılmışlar, buna bir şey diyemem, ama başkası gelip de Ağuiçenliyim, dediği zaman, ispat etsin. Delil olmayınca, bu işler biraz ham olur, yani çürüktür.

 

Belge gösteremeyen adamlar da olabilir, onlar ne yapacaklar? O ocağa bağlıysa, bir şey denilmez. Ocağa bağlılığını ispat etmeli. Çevrede bilen insanlar var, onlardan söz almalı.

 

Peki, Dervişçimli hakkında neler anlatır, neler söylerler? Bizim ecdadımız, mucizeler göstermiş. Alaattin Keykubat Diyarbakır’a gelip, bütün dedelere çağrıda bulunuyor, bir araya topluyor, beratı alıp götürüyor. Diyor ki, “Kudrette kimin kazanı kaynarsa, onun belgesini imzalar, berat veririm.” Bizim ecdadımız, suyun içine elini koyuyor, “Bu su kaynasın” diyor. On İki İmam’a güvenerek, “Ya Allah” Ya Bismillah!” diyor, elini daldırıyor, orada kazan kaynıyor. Yanında kardeşleri var, onların kazanları kaynamıyor. Bizim köyde 500 nüfus var. Bizden önce dedelik yapan insanların kimi yaşlanmış, kimi akli dengesini zayi etmiş, işi beceremez artık, bir ben bu işin üzerinde duruyorum. Bir mucizemiz, bir kerametimiz yoksa da, ecdadımız bizi bugüne kadar getirmiş, diye bunu kabulleniyorum.

İkincisi, bir ordu kumandanı Malatya’nın Akçadağ Ören köyüne geliyor, diyor ki, “Bir dede isterim.” Ne kadar dede getirdilerse, paşa kabul etmiyor. Diyor ki, “İstediğim dedeyi ben tanırım.” Bizim taliplerimiz, dedeyi getirmek istemiyorlar. Paşa da, “Benim istediğim dede neredeyse, getireceksiniz” diye tutturuyor. İki atlı gönderiyorlar köyüne, “Dede, paşa sizi istiyor” diyorlar. “Evlâdım siz gidin, ben geliyorum.” “At getirdik, ata bin.” “Yok, siz gidin”, diyor. Atlılar gidiyorlar ki, dede paşanın çadırında oturuyor. Paşa, “Bizi yalnız bırakın” deyince, köylüler “Acaba ne olacak?” diye düşünüyorlar. Paşa, dedeyle sabaha kadar konuşuyor. Dedenin başında, keçeden yapılmış eski fileler var. Dede onları tutup,  bir seferde kaldırıyor. Paşa bakıyor ki, dedenin alnında Mim Duası var. “Aradığım dedeyi buldum.” Diyor. Döşeğin altına biraz para koyuyor. Dede, sabaha karşı kalkıp, paşadan izin istiyor, gidiyor. Paşa bakıyor ki altınlar döşeğin altında “Ben dedeyi gördüm, işte dede budur, Evlâd-ı Resul budur.” diyor. Ondan sonra gelenler de bir şeyler yapmış, bazı mucizeler göstermişler. O beratları tekrar tekrar padişahlara götürmüşler. Osmanlı döneminde mühürlemiş, imzalamışlar. Hacı Bektaş Veli gelince, ona da götürmüşler. O da bir yazı yazmış, “Bu ocak, Evlad-ı Resul’den geliyor” diye, beratın üstüne bir de imza koymuş. İşte bizim ocak budur. Şimdi de ne talipler bize sahip çıkıyor, ne biz taliplere sahip çıkıyoruz.

 

Neden acaba? Araya bir soğukluk girdi. Bazı gençlerimiz yetişti. Herkes kendi bilgisiyle, kendi yeteneğiyle bir şey söylüyor. Bana kalırsa bunlar doğru değildir, hak hakikat neyse, odur. Dedelik, mürşitlik, soydan gelen bir şeydir. Eğer Evlâd-ı Resul’ün soyundan gelmiyorsa, o postnîşine oturamaz. Postnîşin demek, talibin döşeği demektir, Buyruk böyle yazıyor. Diyor ki, “Bir dede önce kendini her kötülükten arındırmalı, sütten saf olmalı, çevresinde sayılmalı.” Postnîşine oturduğu zaman, bilgisiyle, sazıyla, sohbetiyle cemaat onu dinlemelidir. Bunları bilmiyorsa, “Ben filân postnîşin evlâdıyım” demekle olmuyor. Bir konuya daha değinmek istiyorum: Büyük ozanımız Noksani Baba, Pasinler’de doğmuştur. Bu, çok büyük bir bilgiye sahip oldu, kendini yetiştirdi, hakikatli bir insandı, biraz da kendiyle gururlanıyor. Bunun Abbas Dede isminde, babasının dedesi vardı, Ağuiçenli. Kalkıyor, Pasinler’e, bunların evine gidip, misafir oluyor. Noksani’nin esas ismi, İbrahim’dir. “İbrahim nerede?” diyor talibine.  “İbrahim dışarıda, şimdi gelecek.” İbrahim geliyor, dede bakıyor ki, biraz gururlu. İbrahim eğilip, dedenin elini öpüyor. Dede, omuzlarının arasına bir şaplak indiriyor. Şaplağı vurunca, ağzından siyah duman çıkıyor. Dede diyor ki, “Bundan sonra ismin, Noksani Tapşırma’dır.” Noksani Baba büyüdü, kemale erişti, evlendi, Erzurum’a geldi. Erzurum Taş mağazalarında bir bakkaliye açtı. Bir gün bir dostu geldi, konuşuyorlar, muhabbet ediyorlar. Dışarıdan bir çocuk geldi, dedi ki; “Noksani Baba, anam şeker istiyor.” Bir kelle şekeri sardı, çocuğa verdi. Çocuk aldı, gitti. Bir saat, iki saat geçti. Çocuğun anası, aynı parayla geldi, “Noksani Baba, bize şeker ver” dedi. Noksani Baba’nın dostu gitmiş, muhabbet bitmiş. Şekerin kellesini kırdı, teraziye koydu, tarttı, verdi. Hanım döndü, dedi ki, “Biraz önce de bu kadar parayı gönderdim, siz bir kelle şeker göndermiştiniz.”  O da diyor ki, “Kızım, getir o muhabbeti, götür o şekeri.” Muhabbet tatlı bir şeydir, Ayhancığım. Muhabbet, konuşmak, ibadet demektir. Gönüller kaynaşıyor.

 

Tabii, sohbet çok önemli. Yârenlik var, dostla  sohbet ediliyor. Alevî-Kızılbaş cemlerinde daha derin bir manâsı var, sohbetin. Biraz da onlardan bahsedelim. Cemin manâsı nedir? Alevî cemlerinde neler yapılır? Cemlerin  İnsana kazandırdıkları nelerdir? Hz. Peygamber Efendimiz mi’raca vardığı zaman, melaykeler (melekler) vasıtasıyla götürüldü,  karşısında bir aslan gördü, korktu. O zaman Cebaril, Allah’tan nida getirdi; “Hatemi aslanın ağzına tut, geç.” Hatem, yüzüktür. Hatemi aslanın ağzına tutunca, aslan sakinleşti. “Sıtret’ül Münteaya revân oldu, dost dosta kavuştu” diyor, Cebrail orada. “Ben buradan öteye gidemem. Hz. Peygamber orada, yeşil bir pençe gördü. Kırklar Cemi’nde de Ali’nin elini gördü, yukarda gördüğü elle aynı. Karşısına çıkan aslan da Ali’dir. Aslan donunda baş gösterdi.”

O zaman Hz. Peygamber, safah-i safah denilen Kırklar Cemi kapısına geldi, kapıyı çaldı. “Kimsin?” “Ben ahir zaman peygamberiyim” “Peygambersen, git peygamberliğini ümmetine yap.” dediler. Oradan geri döndü, bunu üç sefer tekrarladı. Üçüncü sefer nida geldi: “Git, o kapıyı çal, de ki, ‘Ben içinizdeki hadim-i fukarayım’.” Gitti, kapıyı çaldı; “Ben, içinizdeki hadim-i fukarayım.” dedi. O zaman, “Hoş geldin, sefalar getirdin, buyur.” deyip, içeri aldılar. Şöyle bir göz gezdirdi; “Siz kimsiniz?” “Biz Kırklarız.” Saydı, baktı ki 39 kişi. “Biriniz nerede?” “O, Salman-ı Farisi’dir. Fars’a gitti.” İçlerinde 17 bacı, 22 erkek var. Bacıların cemde hizmet görmesi, oradan kalmadır.

Hz. Ali de oradaydı, fakat Hz. Peygamber farkına varamadı. Daha sonra Hz. Ali’nin elini gördü, tanıdı. Dedi ki, “Öyleyse ben sizden nişan isterim.” Nişan nedir? Ali’nin kolunu kaldılar, bir neşter vurdular, kolu kan revan oldu. O zaman hepsinin kolundan birer damla kan düştü. Bir damla kan da dışarıdan, pencereden geldi, meclisin ortasına düştü. Bu da Salman Farisi’nin kanıdır. Ali’nin kolunu bağladılar, kanı kesildi. Bütün Kırkların kolundan akan kan durdu. Salman-ı Farisi dışardan bir üzüm tanesini getirdi, Hz. Peygamber’in önüne koydu. Dedi ki; “Ya ahir zaman peygamberi! Bunu şerbet eyle, Kırklara pay eyle.” Hz. Peygamber düşündü,  “Bu üzüm tanesini nasıl kırk kişiye pay ederim?” dedi. O zaman Cenab-ı Rabbil Âlemin Cebrail’e emir verdi; “Habibim fikirde kaldı. Git cennetten bir tabak al, götür, habibimin önüne koy. O tabağın içine su koysun, üzümü şerbet eylesin, Kırklara pay etsin.” Kırklar baktılar ki, Peygamberin önünde bir tabak  parlıyor. Su istedi, tabağa koydu, üzümü ezdi, şerbet eyledi. Kırklara pay etti. İçtiler, mest oldular, daldılar, semaha kalktılar. Hz. Peygamber de kırklarla beraber semaha kalktı. İşte semah budur. Hz. Peygamber’in başından şemlası (Sarık) düştü. Kırklar alıp, bunu kırk pare eylediler. Her biri bir paresini başına sardı. Tenura daldılar, yani aşk-ı hidayet geldi. Gönüller birleşti. Herkes dağıldı.  Sahabeler dediler ki; “Ya Hz. Peygamber! Hak, hakikat dediğin nedir?” Dedi ki; “Hakikat, haklayanındır. Ali’nin yanına gidin, ondan sorun. Hakikat Ali’den sorulur.” Sonra herkes dağıldı, Hz. Peygamber de evine vardı. Ertesi gün, Hz. Ali, Hz. Peygamber’in evine gitti, hatemi Hz. Peygamber'in önüne bıraktı. Hz. Peygamber Ali’ye baktı “Ya Ali, senin sırrına sır yetmez. Yukarıda gördüğüm el, senin elindir.”İmam Cafer-i Sadık’a kadar böyle kaldı, hakikatini ararsan, Adem’den başlar.

Mervan, Diyarbakır’da valiydi. İmam Cafer-i Sadık da o zaman imam. Mervan bir emir verdi; “Mescitlerin kapısına yazın ki, Ali evlâdına ve Ali’ye lânet etmeyen içeri girdiği zaman, katli vaciptir.” Ali’yi seven insan, nasıl lânet okuyabilir? Ali’yi sevenler, oradan geri dönüp, Hz. İmam Cafer-i Sadık’ın yanına gittiler. Durumu arz ettiler, Hz. İmam buyurdu ki; “Bizim ecdadımızda bir Kırklar Semahı, halka namazı, musahip karındaşlığı var. Muhammet ile Ali musahip karındaşı oldular. Biz, bundan sonra cem ayinine devam edelim, orası da dört duvar arası, burası da, yalnız secde Adem’edir. Secde eyle Adem’e, iblis gibi ar eyleme. Kendini bil, Hakk’ın mekânını inkâr eyleme. Hakk’ın mekânı, insanın kalbidir. Zaten Cenab-ı Allah buyuyor ki; ben insanları yarattım, kendimi insanların kalbine yerleştirdim.”

Hz. Süleyman, üç katlı bir bina inşa etti. Mücevherden, altından direkleri, camları, her şeyi güzelce yaptı. Dedi ki, “Rabbil âlemin, sana bir bina inşa ettim. Gel, otur.” Cenab-ı Rabbil âlemin Hz. Süleyman’a buyurdu ki; “Benim öyle bir binam var ki, kıyamete kadar yaşayacak. Ben yerimi o binanın içinde yapmışım.” “Nedir o bina?” “O bina sensin, insandır. Ben insanların kalbinde yer almışım. Onlar beni nerede zikrederse, ben orada, insanlarla beraberim. Ben, senin yaptığın binaya giremem. Benim binam, canlı bir binadır. O, insandır.” dedi. Yani Hak hakikat gelip, insana bağlanıyor. İnsanlar birbirinden irşât olur, hisse alır. Bu güç, akıl, zekâyı kim vermiş? Seni yaratan vermiştir. Bu varlığı inkâr etmek kolaydır, “Yok” dersin. “Var” dersin vardır. Senin  yok demenle yok olmaz ki, varsa vardır.

 

Siz erkân, cem yürüttünüz mü? Bazen yürüttüm. Ama kurban, musahip karındaşlığı yapmadım. Belki bundan sonra yapabilirim.

 

Küçüklüğünüzde de cemleri izlediniz. Sizin yörenizdeki dedeler erkân yürütürken, tümüyle oranın geleneklerini, örflerini mi uyguluyorlardı? Daha doğrusu o yöreye has cemler mi uyguluyorlardı veya cemleri yürütürken hangi kaynağa dayanıyordunuz? Biz, kırkların cemine dayanarak cemlerimizi yapardık bunu o dedelerden duyduk.

 

Kırklar cemi, Peygamber’den kalma. Hz. Ali de kırkların içindeydi. Fakat dedelerin dilinde nasıldı? Onun cemlere uygulaması nasıldı?  Aynıydı.

 

On iki hizmet, Kırklar Cemi nasıl yürüyordu? On iki hizmet nedir? Dede, cemi nasıl yürütür?Önce dede oturur. Halk orada, dededen bir şeyler bekler. Dede, bu konuştuklarımızdan bahseder. Sonra delil gelir, yani mum yakılır. Mum, Allah’ın nuru demektir, Nur suresinde yazar. “Allah’ın nuru” diyor. Biz bu mumu, cemlerimizde insanların kalbine, Allah’ın nuruna benzeterek yakıyoruz ve söndürmüyoruz. Mum bir aydınlatıcıdır. Ayet 35, Nur suresi, Kur’an-ı Azim-i Şan’da; “Allah Tealâ göklerin ve yerin nurudur. Müminlerin kalbinde onun nuru, içinde çerağ bulunan bir fener gibidir. O çerağ, billur bir kandil içindedir. Bu kandil, zehra (zöhre) yıldızı gibi parıl parıl parıldayan bir yıldızdır. Yağı bir ateş, dokunmasa bile hemen hemen ışık verecek gibidir, nur verecek kadar saf, o kadar parlaktır ki nur üzerine nurdur. Nuru ile dilediği kimseye hidayet eden Allah Tealâ, insanlara misaller getirir. Allah Tealâ her şeye âlimdir.” 36. ayet Nur suresi; “O çerağ, o evlerde, mescitlerde yakılır ki, Allah Tealâ onların yüksek tutulmasını ve içlerinde isminin zikrolunmasına izin vermiştir. Oralar da sabah-akşam onu tembih ve tenzih ederler.” Cemlerde yaktığımız mumu, işte bu Nur suresinin 35 ve 36. ayetlerine dayanarak yakıyoruz. Biz mumu söndürmez, yakarız.

 

Cemlerde Kur’an-ı Kerim’den örnekler var. Türkçe duvaz-ı imamlar okunuyor,  dede öğütler veriyor, hizmetler yürüyor. Tam anlamıyla on iki hizmetin on ikisi de nedir? Buyrukta diyor ki, “Hüküm pîrindir.” Pîr bu hizmetleri, hizmetlileri tâyin edecek. Meselâ; çerağcı, gözcü, delilci, ayakçı, iznikçi, süpürgeci, zakir, saka on iki hizmettir. Cemde musahip karındaşlığı olur. Musahip, sevgi demektir ve Muhammet-Ali’den kalmadır. Musahiplik, Adem ile Cebrail Aleyh-is-Selâm’dan kalan bir iştir. İnsanlar birbirlerine musahip karındaşı olduğu zaman, bir sevgi doğuyor. Musahipler, birbirlerine fenalık düşünmezler. Düşündüğü zaman, musahiplik de aradan kalkıyor. Musahip, bir elmanın iki yarısı gibidir. Yolun, erkânın emri budur. Ama şimdiki insanlarda böyle bir şey yok. Bunu düzeltmek için, ne lâzım? Dede soyundan gelen çocuklarımız kültürlü olmalı, okumalı, Hak, hakikat, tarikat, şeriat ve marifeti öğrenmeli. Her kitabı okumaları lâzım ki, hakikati bulsunlar. Bir insan okumazsa, kültür sahibi olmazsa, ilim-irfan öğrenmezse, hakikati nereden bilecek? Ama ermiş insanlara bir şey diyemem. O, kendi yeteneğiyle ermiş, yapmış, ama okumadıktan sonra, ilim-irfana sahip olamaz, yol-erkân yürütemez, musahip karındaşlığı yürütemez, cemde, toplumda konuşamaz, cemin gelenek ve göreneklerini anlatamazsın. Bilmeyen  varsın, dede olsun. Dede olmakla ne olabilir ki? Kesinlikle soydan gelecek, bilecek.

 

Elbistan’da, Kahramanmaraş’ta yatırlar var mı? Pazarcık’ta Selman Pak ziyareti var. Afşin’de Ashab-ı Keyf var. Pazarcık Kirini köyünde, Ahmet Baba Türbesi var. Doğanlar köyünde Ali Dede Türbeleri (2 türbe) var. Bunlar Hürayan (Üryan (?)) Hızır Ocağıdır. Antep yöresinde. Gülük dağında, Hz. Ökkeş var.  Malatya’nın Doğanşehir ilçesine yakın İbrahim Dede Türbesi var, çocuğu olmayanlar oraya giderdi.

 

Sizin  yörelerde başka Alevî köyleri hatırlıyor musunuz? Çok köy var.

 

Sayabilir misiniz? Köse Yahya, Merik Uşağı, Soğucak, Malap (Yeni ismi Bağış), Ağacaşar, Hançıplaklar, Zerdekeş, Buttolar, Devrent, Şiraşanlı, Değirmenkaya (Eski ismi Mirali, orada da Halil Baba Türbesi var.) Nergele, Çiftlik, Demircilik, Nurhak ilçesi Alevî-Bektaşiler, Küçük Yapalak, Sultan Korusu, Köşk, Yapılı, Beyyurdu, Horhor, Çevirme köyleri, İbrahim Sinemillioğlu’nun Kantarma köyü, Gücük....Bu saydıklarım, Sinemil aşiretidir. Gelelim, Alhas Aşireti köylerine; Halil Öztoprak’ın köyü Aktil (Yeni ismi Yalıntaş), Beştepe, Ökköseler, Yalak, Yeni Söğüt, Toprakhisar, Sevdili, Kastal, Günaltı (Eski ismi Kislik), Hasan Ali, Atmalı, Kaşanlı, Devrişimçil köyü.  Benim bildiklerim bu kadar.

Pazarcık’ın da epey köylerini biliyorum; Dedeler Köyü (Köyün ismi Gönük), Kulyan, Yukarı Milyanlı, Aşağı Milyanlı, Musa Ağanın Köyü Salman-ı Pâk, Deliz, Yarbaşı, Söğütlü, Armutlu, Cibo, Memiş Ağanın köyü İncirli, Doğanlar (İki köydür),  Çiğil Köyü, Ördek Dede köyü (Kılıçlılar bunlar), Osman Dede,  Sakarata, Hamzikuşağı, Cennet Pınarı, Çakmak, Kelanlı, Narlı (Belediyeliktir çoğunluk Alevîdir.)

 

Bir Alevî dedesi olarak, Alevî kelimesi nereden gelmiş, bunun tarihi nedir? Hz. Peygamber ve Hz. Ali dünyaya geldikleri zaman, bir düzen getirdiler. Daha önceki peygamberler bir şeyler yapmışlarsa da, becerememişler. Hz. Peygamber, Şia mezhebi üzerine İslâmiyet’i kurdu, Allah’ın vahiyleri, emirleriyle. Hz. Peygamber doğduğu gece diyor ki, “Ahat Put Medine’de, Lahut İran’da, Uzay Mekke’de yüzüstü düştüler, kırıldılar. Kasra Sarayı İran’da yandı. Hz. Peygamber’in doğduğu gece, bir nur doğdu, yeşil kandil nurdan indi. O zamanki İran şahı Bürüs, ateşe tapardı, putperestti. Gece uykusundan kaldırıp, haber verdiler: “Kasra Sarayı yandı, putlarımız yüz üstü düştü, kırıldı.” “Bu neyin nesidir? Nasıl oluyor da Kasra Sarayı yanıyor?” Bir zat çıkıp dedi ki, “Bizim yaşlı bir adamımız var, ölüm döşeğindedir. Ondan duydum ki, İncil’de, Tevrat’ta, Muhammet’in, ahir zaman peygamberinin ve İlya’nın geleceğini yazıyor.” (İlya, Ali El Murtaza’dır. İlya Aliyül Veli, Hacı Bektaş-ı Veli’dir, aynı soydan gelmedir. Daha sonra Bektaşilik adıyla Alevîliği meydana getirdi.) Nihayet o zaman Hz. Peygamber, vahiy yoluyla bu insanları Hak dinine davet etti. Hz. Peygamber’den sonra Ali dünyaya geldi. O dünyaya gelince, işler değişti. Şah Bürüs bin asker yolladı, dedi ki, “Muhammet’i getirin, kellesini kesip, sarayımın duvarına asın.” Ordu gitti, Hz. Peygamber’i Medine’den istedi. Hz. Peygamber kalktı, dışarı çıktı. Dediler ki, “Bürüs Şah böyle böyle istiyor.” Daha önce Cebrail vahiy getirip Muhammet’e, “Bürüs Şahın oğlu, şahın kellesini kesip, onun yerine geçti” dedi. Hz. Peygamber de askerlere dedi ki, “Gidin, Bürüs Şah öldü. Oğlu başını kesti, yerine oturdu.” Asker,  bir elçi gönderdi. Elçi gitti, geldi ki, hakikat böyledir. O zaman herkes Hz. Peygamber’e teslim oldu,  İslâmiyet’i kabul ettiler. Sonra Hz. Ali dünyaya geldi, Muhammet’in hanesinde büyüdü. Bir gün ikisi Kâbe’ye gittiler, Hz. Peygamber, Ali’yi omzuna almak istedi “Bu putları kır” dedi. “Yok, senin mübarek omzuna çıkamam, omuzların ağrır.” “Yok, sen çık.” dedi. Hz. Ali çıktı, putları kırdı. Yani Hz. Peygamber ve Hz. Ali, dünyaya iyi bir düzen getirdiler. Bir hakikat, şeriat, tarikat, marifet getirdiler ki, insanlar bundan ibret alsınlar.

O zaman Hz. Ali’yi sevenlere Ali Evi dendi, Alevîlik buradan geliyor. Bizler Ali’yi sevdiğimiz için, bize Alevî denilmiş. Ali 5 yaşındayken, Antaput adında bir kâfir geldi, “Sen kimsin, kimin nesisin?” dedi. “Ben Ali’yim. Ebu Talib’in oğluyum.” “Git, amcan Hamza Pehlivanla Muhammet’i çağır, onların kemiklerini kıracağım, başlarını keseceğim, götürüp kendi sarayımın kapısına asacağım.” “Öyle mi?” dedi, Hz. Ali. Hemen bir taş kaldırdı, onun göğsüne vurmasıyla, atının üzerinden tepe üstü düştü. “Ben senin gibi nice kâfirin başını kesmiş adamım. Nasıl olur da Hamza Pehlivan’ın, Hz. Peygamber’in kemiklerini kırarsın?” O orada canı cehenneme gitti. Bir seferinde de beşikteyken, Ebu Sufyan gitti, Aris isminde bir kâfir büyücü vardı,  her dona girerdi. “Git, Ali’yi bir çaresine bak, öldür. İleride başımız belâda” dedi. Kâfir geldi ki, Hz. Ali beşiktedir. Kapı kâfirin üstüne düştü. Hz. Ali çenesinden yakaladı, ortadan ikiye böldü. Canı cehenneme gitti. Hayber kalesine gidip de kapısını şahadet parmağıyla koparıp atan medet, bu Ali’dir. Benim pîrim, Şah-ı Merdan Ali’dir, sefiller carını yırtandan medet, kırk kişilik bir mürettebat geliyor, bu kapıyı kaldırmak için, bakıyorlar ki kapı kalkmaz. Hz. Ali’nin bir ilâhi gücü olduğuna karar kılıyorlar.

Hz. Mevlâna buyuyor ki; “O dört nesneden yaratılan, meleklerin secde ettiği Adem, Ali’dir, Şit gene Ali’dir, Nuh Peygamber gene Ali’dir, İbrahim Peygamber gene Ali’dir, Davut Peygamber, Süleyman Peygamber, İsa, Musa bunlar hep Ali’dir. Dünya var olmadan Ali vardı, dünya var oldukça Ali var olacaktır. Kıyamete kadar Ali vardır.” Ali’nin varlığına, kerametine kimsenin aklı ermez.

Biz niçin Alevî olarak Ali’yi sevmişiz? Alevîler, kim olursa olsun Ali’yi sevenler, Ali’nin bu gücüne, heybetine, kerametine dayanarak sevmişiz. Yoksa herkes insandır. Sünnî kardeşlerimiz diyorlar ki: “Alevîler Ali’yi seviyorlar, ama Muhammet’i sevmiyorlar.” Muhammet’i nasıl sevmeyiz? Cemlerimizde hep “Muhammet” diye bağırıyoruz. Kur’an’daki sözleri, ayetleri saza, söze döküyoruz. İzzettin Dede Siyaset Meydanında diyor ki; “Biz Kur’an ayetlerini saza, söze döküyoruz. Bu, bir halka namazı, bir ibadettir bizim için, Ali’yi, Hacı Bektaş’ı sevenler için. İşte bu böyledir.” Eğer Alevîliğin hidayetini sorarsanız, Alevî olmamızın sebepleri budur. Yani Ali’nin mucizelerine dayanarak Ali’yi sevmişiz, bize de Alevî denmiştir.

 

Ali ismi Aleviler için çok ama çok önemli? Elbette.  Hatay’daki Fellahlar, Alevî’dir. Onlar Ali’ye, “Allah” derler. “Ali’den başka Allah yoktur” derler. Bu, neden doğuyor? Hz. Ali Hatay Ovasını gezerken, Nasri Tusi Ali’yi gördü, orada beraber gezdiler. Nasri Tusi dedi ki, “Biz susadık” Hz. Ali buyurdu ki, “Falan dağın mağarasına git, orada bir çeşme var, bize su getir.” Nasri Tusi gitti ki, Ali oradadır. Bir cevher, bir nur, köşkün üzerinde oturmuş. Suyu alıp getiriyor ki, bu sefer oradadır. Bunu defalarca tekrar etti; “Allah’sın, illahsın, billahsın” dedi. Üç sefer başına vurdu, kimi yedi sefer diyor, ama elimizdeki Faziletnâme’de 3 sefer yazılı. Cebrail Hz. Ali’ye vahiy getirdi ki, “Cenab-ı Allah buyurdu ki, onun da inancı öyle olsun”  Tokhan dirilsin, dirildi, bir de Seman. Saman Dağı o adamın ismidir. O da Ali’yle gezerken, Ali’ye “Allah” dedi. Ali “Yok” diyip, onu da ikiye böldü, diyor Faziletnâme’de. Gene vahiy geldi ki; “Ya Ali, onun da inancı öyle olsun.

İkinci olarak, Çin Şahının bir meselesi var, Halil Öztoprak’ın kitabında geçer. Çin Şahının oğlu, rüyasında Anteke Şahının kızını görüp, vuruluyor. Diyor ki; “Gidip bu kızı bana alacaksınız.” Hastalanıyor, zayıflıyor, babası “Çocuğa ne oldu acaba?” diye gençleri gönderiyor yanına, diyor ki; “Ben Hatay Şahının kızını düşümde gördüm, aşık oldum.” Beş gemiyi mücevher ve askerle doldururlar, Hatay yöresine gönderirler. Hatay o zaman bir ülkeydi. Gemiler yolda fırtınaya yakalanır, batar. Çin Şahı 6 ay bekler, bir haber yok. Tatar atlılarını gönderip baktırır. Hiçbir iz yok. Adam tahtını tacını bırakır, şehrin köşesinde uzak bir yere kulübe yaptırır, orada ağlaya ağlaya gözleri kör olur. Veziri bir gün der ki, “Şahım! Mekke-Medine’de bir Peygamber, bir de amcasının oğlu Ali varmış. Kerametlere sahipmişler. Biz oraya gidelim, halimizi onlara arz edelim.” Çin padişahı “Peki” deyip, develerle, atlarla Medine’ye gittiler, Hz. Peygamber’in hanesine uğradılar. Hz. Peygamber Kâbe’deydi, yanına uğradılar. Hz. Peygamber Ali’yi çağırdı. “Ya Ali! Bu işi sen yaparsın, bunca keramete,  mucizeye sahipsin.” dedi. Hz. Ali dedi ki, “İslâmiyet’i kabul etsin, yaparım.” Çin Şahı o zaman halkıyla beraber İslâmiyet’i kabul ediyor. Halil Öztoprak Faziletnâme’den almış, orada var. O zaman Kamber’e dedi ki, “Yum gözünü, bin terkini.” Kamber yumdu gözünü, kendisini Hatay Saman Dağı’nda gördü, oraya geldiler. Deniz sahili oradadır, Antakya’nın oraya geldiler. Kamber’e buyurdu ki; “Ya Kamber! Git, balıklar şahını çağır.” Dedi ki, “Çocuğumu ve beş gemimi nereye götürdüysen, onları al, getir.” Kamber gitti çağırdı, balıklar geldi “Öyle bir şey yok” dedi. Hz. Ali bir nara attı: “Ey aciz hayvanlar! Ey balıklar! Ey balıklar şahı!” dedi. Hepsi huzuruna geldiler, cem oldular. “Buyur, ey Şah-ı Velâyet! Ne istersen, ne dilersen dile.” Dedi ki; “Çin Şahının oğlunun başparmak kemiği filan memlekette, bir uzak yerde, bir mağaranın içinde, bir kımızı taşın altındadır. Onu alın, bana getirin.” Balıklar gittiler, buldular, kemiği getirdiler. Bir balık Ali’ye sundu. Hz. Ali İsmi Azem duasını okudu, çocuk cana geldi, bir insan oldu. Çocuk yalvardı, eline ayağına düştü, “Ya Ali! Ya Şah-ı Merdan! Yarın Çin’e gidersem, bu kadar insanın babasına, anasına, hısım akrabasına ne diyeceğim? Beni nasıl kurtardıysan, onları da öyle kurtar.” Bir yeşil pençe vurdu denize, “Ey ahir zaman Peygamberi!” dedi,  “Sen, Çin Şahı ve Medine halkı, Medine’nin en yüksek dağlarına çıkın, Hz. Ali’nin derya mucizesini seyir eyleyin.” Onların her şeyleri birbirlerine ayan oluyordu. Hz. Peygamber’in göz perdesi kalktı, baktı ki Hz. Ali pençeyi vurmuş denizin, deryanın ortasına, beş gemiyi, beş parmağıyla çekti, getirdi. İnsanlar olduğu gibi içinde. Bu kadar mücevher, bu kadar insanın hepsini Çin memleketine uçurdu.

 

Böyle mucizeleri oldu diyorsunuz, anlatılıyor? Tarihin yazdığı budur, biz uydurmuyoruz. Söylenecek çok şey var, fakat Ayhan’cığım, hepsini söylemek sayfalara  sığmaz.

 

Hz. Ali’nin mucizeleri, diğer evliyalar, On İki İmamlar var, onlar da kutsi, büyük kişiler, Hacı Bektaş da aynı soydan, hepsi birbirine bağlantılı dediniz? Hacı Bektaşi Veli Hazretleri, duyduğumuz kadarıyla, evlâdı yok, yani mücerrettir. Kadıncık Ana, her sabah Hacı Bektaşi Veli ellerini yıkamak için elini tutar, o suyunu dökerdi. Hacı Bektaş’ın yüzünü elini yıkadığı o kirli suyu götürür, içerdi. Bir gün Hacı Bektaşi Veli Hazretleri’nin boynundan, leğenin içine bir damla kan düştü. Kadıncık Ana’nın adetiydi, suyu gene içti. O gün, Eri olan İdris Hoca’yla buluştular, hamile kaldı, Timurlenk adında bir çocuğu oldu. Hacı Bektaşi Veli o zaman dedi ki, “Biz size nefes evlâdı verdik.” Çelebiler oradan geliyor, bel evlâdı değil, nefes evlâdı.

 

Bazı dervişlerde mücerretlik var. Öyle bir gelenekleri var?  Hacı Bektaşi Veli’nin nefes evlâdı böyle, ispatlıdır. Bektaşi kitabında Bektaşiliğin İç Yüzü var, “Kadıncık Ana’yla evlendi.” diyor. Bunun doğrusu neyse, onu yazsınlar. Hayır, Kadıncık Ana’yla evlenmedi, Kadıncık Ana, İdris Hoca’nın zevcesidir, Hacı Bektaş’a hizmet veren bir hanımdır. Bir gün, İdris Hoca Nevşehir’e gidecek. O zaman ufak bir köydü, sığırları nöbetle herkes bir gün götürür, güderdi dağda. İdris Hoca, “Yarın sıra bizde. Ben de Nevşehir’e gideceğim. Kadıncık Ana, hayvanları dağa sen götürürsün” demiş. Hacı Bektaşi Veli Hazretleri, “Hayır, ben götürürüm” diyor. “Olmaz Pîrim, sen nasıl götüreceksin?” “Yok, ben götürürüm.” Denir ki, “Hz. Pîr sığır güttü.” Sığır gütmesi, budur. O beş taşların oraya, dereye götürüyor. İdris Hoca’nın Sarı İsmail diye bir kardeşi vardı. Çok fitne bir insandı, “Hacı Bektaş bir büyücüdür, Kadıncık Ana’ya dolaşıyor” gibi şeyler söylüyor, bilip bilmediğini konuşuyordu. Bir ilkbahar akşamı, Sarı İsmail çifte öküzleri almış geliyor, Hacı Bektaş’a diyor ki, “Öküzlerimi sığırlara kat, akşam geri getir.” “Sarı, senin öküzlerini katmam, kurt gelir, senin öküzlerini yer. Sonra dersin ki öküzlerimi kurda verdin.” Öküzleri kattı gitti, kurt geldi, Sarı’nın öküzlerini yedi. Akşam oldu. Hünkâr Hacı Bektaşi Veli Hazretleri malları aldı, köye götürdü. Dedi ki, “Sarı’ya haber verin, öküzlerini kurt yedi.” Sarı geldi, “Bu kadar öküzün içinde nasıl benim öküzlerimi kurt yiyor? Sen yedirdin” dedi. “Sarı, ben sana öküzlerini katma, öküzlerini kurt yer dedim, sonra bahaneyi bende bulma.” Sarı, İdris Hoca’nın kapısını taşladı. İdris Hoca Nevşehir’den daha gelmemişti. Sarı gidip, Nevşehir kadısına şikâyet etti. Dedi, “Hacı Bektaşi Veli benim öküzlerimi kurda yedirdi.” Kadı geldi, beş taşların üst tarafında Hacı Bektaşi Veli’yi sorguya çektiler. Hacı Bektaşi Veli dedi ki, “Sarı, ben sana söylemedim mi? Ben demedim mi ki, öküzlerini katma, kurt gelir öküzlerini yer. Sen cebir kullandın, öküzlerini kattın. Kurt geldi, senin öküzlerini yedi. Benim ne kabahatim var?” Kadı sordu: “Şahidin, dayanağın var mı?”  “Evet, beş taşlar benim şahidimdir.” Bazı insanlar diyor ki, “Beş taşlar karşıki dağdan uçup geldiler, şahitlik yaptılar” ama Vilâyetname öyle yazmıyor. Bunlara Allah’tan ses, nida geldi, dediler ki, “Biz şahidiz, Hacı Bektaşi Veli’nin söylediği doğrudur”. Kadı bunu kabul etmeyince, orada kara taş kesiliyor. Bizim Alevîler oraya gittikleri zaman,  kara taşa taş atıyorlar. Ben 95’te gitmiştim. Baktım, bu taşa taş atıyorlar, dedim “Niye taş atıyorsunuz? Bu taşta ne var?” Dediler “Kara Kadı.” “Alevîlere bakın, ben de bir insanım, siz de. Biz, içimizdeki Kara Kadıyı temizleyelim, ondan sonra Kara Kadıyı taşlayalım. Orada Kara Kadı ne gezer? Bir  taştır o.” Eğer doğruysa, Hacı Bektaşi Pîr’in bedduasına rastlamış, orada taş kesilmiş, bir şey diyemem. Yalnız bu, insanlara bir işarettir ki, insan yüreğini temiz tutmalı. Kara Kadı niçin kara taş kesilmiş? İnançsız olduğu, Hacı Bektaşi Veli’nin gelenek, göreneklerine inanmadığı, nefsine uyduğu için.  “Hak hakikati kendimizde bulalım. Taşla taşa vurmanın bir anlamı yok” dedim.

 

Kerametlere, mucizelere, ululara, erenlere yüzyıllar boyunca Türk halkı inanmış. Bazıları hurafe, gericilik diyor, fakat biz gerçekçi olmak zorundayız. Birçok gerçek söylencelerde saklı aslında. Halkın gönlünde yaşattığı kişilere saygı olmazsa, halkın gönlünde yaralar açılır. “Yok Ali şöyleydi, ne gereği var da Hüseyin’i anıyorsunuz? Hacı Bektaş Sünniydi vb...” Günümüzde maalesef  Türk ve Alevi öncülerine, sembol şahıslarına karşı yoğun bir saldırı kampanyası var. Hem  gerçekleri bilemeyen Sünni vatandaşlarımız saldırıyor, hem de  bu yetmiyormuş gibi, Aleviler içinden çıkanlar da saldırıyorlar. Bu konuda ne diyeceksiniz? Kendini bilmeyen Sünni kesim içinden bazıları, eskiden beri bize bu çamuru atıyor, ama çamurun sonu da geldi. Cem evleri açıldı, her şey meydanda. Gelsin, kendi gözleriyle görsünler. Bizimkilere gelince, doğru yapmıyorlar. Bir inancın varsa, Alevîysen, başın bir pîre, mürşide bağlıdır, yolun, erkânın vardır. Ebediyete kadar ona devam edeceksin. Ecdadımız bugünlere kadar getirmiş, bundan sonra da biz devam edelim. Pîrlik, mürşitlik, dedelik nedir? Nereden gelmiş? Nereye kadar gideceğiz? Bu toplumu nasıl bir araya getireceğiz?

 

Alevîlik kelimesinin özü nedir? Alevîler dünyaya, Sünnilere karşı ne diyorlar?  Bütün dünyada Alevîler vardır. Eskiden beri, bir hakka sahip olmak için uğraş vermişler. Emevi- Abbasi Saltanatı zamanında, baskı altında kalmışlar. Alevî; Ali’nin, Ehlibeyt’in yanında yer alan insanlardır. Biz, Türkiye’de yaşayan Alevîler diyoruz ki; bizim vergilerimiz devlete gidiyor, biz de bu memlekette yaşıyoruz, bu devlete hizmetlerimiz var. Bizim vergilerimizle, bize de bir hak tanınsın. Diyanet İşleri’nde bizim bilinçli bir dedemizin yer alması lâzım.

 

Yani Alevîliği savunacak biri mi?  Olabilir, neden olmasın? Dedeler, bana kalırsa, maaşa bağlansın. Bizimki rıza kapısıdır, rıza lokmasıdır. Hiçbir imam, Ehlibeyt, kimseye el avuç açmadı. Evinde bulunan çoluk çocuğun nafakasını her gece kim fakirse götürür, onun kapısına koyardı. O fakir sabah bakardı ki, bir çuvalın veyahut bir sepetin içinde bir yemek. Alır,  çocuklarına yedirirdi. O imam dâr-ı dünyadan göç ettiği zaman, bu rızk fakirin kapısından kesilirdi. O zaman anlardı ki;  İmam Zeynel Abidin bunu getiriyordu, İmam Bakır, İmam Cafer Hazretleri, İmam Musa-ı Kâzım Hazretleri, İmam Musa-ı Rıza getiriyordu. Biz halktan bir şey beklemeyelim. Dede olarak, bu işi menfaate dökmeyelim. Menfaate döküldüğü zaman, bu iş kaybedilmiş olur. Talip çalışsın, çocuğunu yetiştirsin, okulda okutsun, bir memur, bir amir olsun, Alevî olarak, devlet makamlarında yer alsın. Meselâ askeriyede okutsun, yüzbaşı, albay, binbaşı,  paşa olsun. Devlet makamlarında yer alsınlar. Devlet bizimdir, biz bu memlekette yaşıyorsak, bizim de haklarımız vardır. Çocuklarımız yetişir, gider o makamlarda oturursa, devlet görevi üstlenirse, kötü mü olur? Bunu, Hüseyin Doğan dedem de söylemiştir. Dede yazın köyüne, bizim amcaların evine gelmiş, demiş ki; “Ey canlarım! Sizin yapacağınız iş, maarifi üst düzeyde tutmaktır. Çocuklarınızı yetiştirin, eğitim verin, devlet makamlarında yer alsınlar ki, bununla  ilerleme olur. Herhangi bir savaş için, kavga için, kötülük için değil, devlet görevi üstlensinler, insan haklarını savunsunlar, yeri gelince, Alevîlik-Bektaşilik nedir, bunu açıklasın, savunsunlar.” Bilinçli olmayan bir insan neyi savunabilir ki? Ben hiç okul yüzü görmedim, kendi kendime ancak okuma yazma öğrendim. Daha sonra bu işin bilincine varıp,  kitap aldım, okudum. Hele İstanbul’a geldikten sonra, kitaplar elimize geçti ve Alevîlik nedir? Nereden gelmiş? Nasıl zulme uğramış? Kerbelâ Olayı nasıl olmuş? Kerbelâ Olayından sonra Alevîlik Selçukluların, sonra Osmanlının zulmüne uğramış. Daha sonra Kahramanmaraş, Sivas Olaylarına gelmiş, dayanmış.

 

Hepsi zulüm dolu. Bunların hiç birini, meselâ Sivas olaylarını insan olarak kabul edebilir miyiz?  Edemeyiz tabii, edemeyiz. Burada bağlayalım artık.  Sayın Ayhan’cığım, ben Dervişçimli Ocağından, İmam Bakır soyundan Dede Kalender Kaya. Soyum, ocağım, Dervişçimli’nin soyundan gelen, Molla Halil Ocağı. Dervişçimli ocağı, Molla Halil’in torunları değil, rahmetli İsmail Dedemin bacısının torunu. Sayın İzzettin dedem başta olmak şartıyla, temenni niyazlarımı sunarım.

 

Teşekkür ederiz. Bizi dinleyen insanlara saygı ve sevgilerimi sunarım, herkesin bu yolda yürümesini bekleriz.

 

Sağ olun, ağzına sağlık. Kırmadınız bizi, aydınlattınız. Bu bizim tarihimiz, kültürümüz, inancımız, belgemiz. Gelecek genç kuşaklara, çocuklara elli-yüz yıl sonra, “nedir kaynağınız?” dedikleri zaman, “İşte bu belgeler; dedemiz, ozanımız, aşığımız, yazarımız ve onların görüş ve düşünceleri, fikirleri, kitapları, yazıları” diyebilmeliyiz. Bunlar o yüzden çok önemli. Siz gördüğünüzü, duyduğunuzu, yaşadığınızı aktardınız. Birinci kaynaksınız, yani çok önemli bir işleve sahipsiniz. Bir kişinin kitap okuması başka, toplum içinde yeri olan, kendine bağlı talipleri olan, sevenleri olan insanların fikirlerinin kaydedilmesi de çok mühim. O yüzden tekrar tekrar teşekkür ediyoruz. Bu hizmetlerinizi Hak kabul etsin, yolumuz aydın olsun, sizin dualarınızla beraber,  birlikten, dirlikten cümlemizi Şah-ı Merdan ceminden ayırmasın, Hızır  yardımcımız olsun, gerçeğin demine hû diyelim, sağ olun.

 

Söyleşi: 20. 07. 1998, Şişli, İstanbul, CEM VAKFI GENEL MERKEZİ

 

KALENDER KAYA DEDE’NİN CEM, MUSAHİPLİK, 4 KAPI, 40 MAKAM HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ

 

Cem başlamadan önce ceme gelenler arasında dargınlar var ise barıştırılır. Nefsi için ailesini boşayanlar, yalancı şahitlik yapanlar, nefsine hakim olmayanlar, hırsızlık yapanlar, vatan borcunu ödemeyenler, haram kazanç sağlayanlar, atasına evlatlık görevini yapmayanlar, komşusuna zarar verenler, matem orucu tutmayanlar ceme alınmazlar.

Böylece cem halkı zararlı insanlardan arındırmış olur. Mutu kalbe ente mutu Hakk Telaa buyurmuştur; ölmezden evvel ölün, mahşer olmadan hesabınızı verin, denmiştir. Bu kutsal emre uyup Allah’ın birliğine inanan insanlarla başlayan ibadette mürşit tövbe suresini okur. Tarim suresinin 8. ayetinde buyurur ki; ya eyuhellezine amenu tu bü ilellahi tevbeten nesuha. Yani, ey inananlar yaptığınız suçlardan bir daha yapmamak şartı ile Allah’a tövbe ediniz. Failatun failatun failet, ver Muhammet Mustafa’ya salavat. Allahümme salli ala seydine Muhammed’in ve ala evladı seydina Muhammed, salli ala Muhammet sali ala Ali mürşit veyahut pir olan tövbe duasını devamla okur.

 

Gece gündüz hata etmektir işimiz

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

Muhammet Ali’ye bağlıdır başımız

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Hasan Hüseyin sır içinde sır ise

İmam Zeynel nur içinde nur ise

Özümüzde kibir benlik var ise

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Muhammet Bakır’ın izinde çıkma

Yükün Cafer’den tut gayriye bakma

Hatıra deyip de gönüller yıkma

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Benim sevdiceğim Musa-i Kazım

İmamı Rıza’ya bağlıdır özüm

Eksiklik noksanlık hep kusur bizim

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Muhammet Taki ile varalım şaha

Ali Naki emeğimizi vermeye zayi

Ettiğimiz kem işlere bed huya

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Hasan Askeri’nin güleri bite

Mehti gönlümüzün gamını ata

Ettiğimiz yalan gova kıybete

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Şah Hatayim der ki Bağdat Basra

Kaldık zamaneye böyle asra

Ya Ali cömertsin kalma kusura

Tövbe günahlarımıza estağfurullah

 

Musahiplik: Hz. Muhammed Mustafa S.A.S’dan kalmadır. Allah’ın emri ile Hz. Muhammed, Hz. Ali ile Musahip olmuşlardır. Bu nedenle her mümine musahiplik hem farz, hem de sünnet olmuştur. Günümüze kadar musahiplik devam etmiş, bundan sonra da mümin kullar arasında devam edecektir. Birbirleri ile musahip olacak dört can hayat boyu yaşamalarını dürüstçe sürdürebilmek için anlaşırlarsa; halleri de ibadete uygunsa pir huzuruna gelirler. Mürşit ikrar verecek, canların ahvali ruhiyesini, giderini, karakterini cem halkından sorar. Cemdekilerden iyimserlik cevabı alırsa musahip olmalarına rıza gösterir, musahipler kurban keserler, rehberinin önderliğinde 4 can hazır bulunan cemde mürşit huzuruna gelirler. Mürşit musahiplere şu ayeti okur; Bismillahirrahmanirahim inelleziyne yubayüüneke inema yubiyilinallah yedüllahi ferka eydihim femen nekese fiinema yenküsü ala nefsih ve men evfa bima ahede aleyhullahe feseyü tiyhi ecren aziyma. Yani; Seninle antlaşma ahtı yapanlar, benimle yapmış gibilerdir. Allah’ın eli onların eli üzerindedir. Kim bu ahtı bozarsa kendi nefsi aleyhine bozmuş olur. Kim ki Allah’a ahtını da vefa gösterirse Allah onları mükâfatlandırır. Bu ayetle musahipler musahipli ikrarını tamamlamış olurlar.

Darı Mansur Olma Erkanı: Musahipler eşleri ile yıllık abdestini alırlar. Çalıştığı müessesenin işçisi ve memurundan, evinin bulunduğu yerdeki komşulardan; kendisinin Allah yoluna gideceğinden haklarını helal etmelerini talep ederler. Borçları var ise verirler, kırgınlıkları var ise giderirler ve adeta kalplerini temiz tutmaya özen gösterirler ki yaratanına layik olalar. Musahip olacak canlar belde Kemerbest, ayaklar yalın, başları örtülü olarak mürşit huzuruna çıkarlar. Bir seccade üzerine diz üstü oturulur. Mürşit şöyle duaya başlar: Elinize, belinize, dilinize sahip olacağınıza, birbirinizin eşlerini ahret bacısı olarak göreceğinize ikrar olsun mu? Cevap, olsun.

Avuç içlerine secdeye inerek niyaz olunur. Mürşit sorar, vatan borcu hak mıdır? Haktır., diye niyaz edilir. Rehber, pir, mürşit hak mıdır? Niyaz edilir. Haktır, denir. Matem orucu, Hızır orucu hak mıdır? Hakdır, diyerek niyaz ederler.

Musahipler cemde yine kurban keserek cem halkına lokma olarak dağıtırlar, dolayısı ile cömertlerin arasına karışırlar. 48 Cuma gecesi ibadeti hak mıdır? Yine niyaz ederler. Ata, ana, baba hakkı hak mıdır? Yine niyaz ederler. Kur’an-ı Azumü
Şan hak mıdır? Yine niyaz ederler. 7 farz, 3 sünnet hak mıdır? Yine niyaz ederler. 4 kapı, 40 makam, 72 hakikat hak mıdır? Niyaz ederler haktır, diye. Mürşit dua eder; Hakk’tan şaşmayasınız, Hakk yardımcınız olsun.

Musahipler secdeye inerek tekrar niyaz ederler, mürşit; ey sofular; gittiğiniz Muhammet Ali’nin yoludur, durduğunuz Mansur’un darı, gördüğünüz hak didarı, cennet nasip ola, çene talip dil mürşit; ne gördünüz ne fark ettiniz? Musahipler; Allah, eyvallah!, derler. Mürşit; Allah, eyvallah kapısı nedir? Musahipler; ikrar iman, kapısıdır, derler. Mürşit ikrar imana kadim olasınız, seni sana teslim ettik. Sen sana şimdiden sonra sahip ol. Vicdanın emrinden çıkma, nefsi şeytana uyma, ikrarınız ve dualarımız kabul ola, diyerek duasını tamamlar.

Musahipler yine başlar örtülü, beller Kemerbestle bağlı, yalın ayak, post üzerine yan yana bacı kardeş olarak uzanırlar. Mürşit erkanla üçer defa Allah, Muhammet, ya Ali, diye sofuların sırtına erkan vurarak şu duayı okur: Bismişah, hal erenler halidir, yol erenler yoludur, gafil olmayın gaziler, inen üstat elidir. Elif Allah, mim Muhammet, cim Cebrail. Gökten indi nur, ya Fatıma Ana, bu bacıları yu yıka. Allah, Muhammed, ya Ali. Bismi şah Allah, Allah!… Yumuşlar pak ola, müminler abad ola, münafıklar berbat ola. Altından geçenin, suyundan içenin, sorgu sualini sormayasın Yarabbi! Böylece görülen musahipler tarikat abdestlerin tamamlamış ve tertemiz kul olurlar.

Tövbeden sonra mürşit şu nasihati yapar; yalan söyleme, haram yeme, şehvet perest olma, zina ve livata etme, kin kibir tutma, gıybet etme. Dünyaya ibretle bak, faziletle sözle, yalancı şahitlik yapma, vatanına milletine ihanet etme, yolundan azma, olduğun gibi görün, iyiliklerin Allah’tan geldiğine, şer işlerin kendi nefsinden doğacağına inan. Eline, beline, diline, aşına, işine sahip ol.  Allah’ı her yerde hazır ve nazır bil. Bu ikrarından, yolundan ayrılırsan, ruzu mahşerde Hz. Peygamberin şefaatinden mahrum kalasın. Hazır cemaat ve melekler şahit olsun mu? Allah! Allah!, diye ispatı yapılır. Cem süpürgecisi kalkar cem boşluğuna 3 defa Allah, Muhammet, Ali diye süpürgeyi sürer. Şu duayı okur; Bismişah! Biz üç bacı idik, güruhu naci idik, Kırkların Cemi’nde süpürgeci idik, süpürgeyi süpürdü Selman, kör olsun Mervan, zuhura gelsin Mehdi Sahibi Zaman, Allah, eyvallah! Nefes pirimindir. Mürşit de şu duayı okur; Bismişah! Hizmetler kabul ola, muratlar kabul ola, hizmet sahiplerinin hizmetleri hürmetine cümlemizin hizmetlerini ulu Tanrı kabul buyura, gerçeğin demine hü!

Cemin sonuna kadar her secdede bu dualar tekrarlanır. Ve ceme başlama hizmet deyişleri söylenir.

 

DÖRT KAPI, KIRK MAKAM

 

Şeriat, Tarikat, Marifet, Sırrı Hakikat

 

Şeriat denilince; ister Alevi, ister Sünni görüşlü olsun bundan çeşitli ağırlıkla şu iki öğenin olduğunu görürüz: ahlak ve hukuk. Ahlak kişiye, hukuk topluma yöneliktir. Biri adil düzeni, diğeri kamil bir insan örneğini gerçekleştirmek ister. Birisi kanunlarla diğeri bir tür ahlak okulu olan tarikatlarla bu amaca ulaşmaya çalışır.

Sünni şeriatında hukuk, Alevi şeriat anlayışında ahlak öncelik taşır. Birinde hukuk ağırlığında bir ahlak, diğerinde ahlakın egemen olduğu bir hukuk ve devlet anlayışı söz konusudur. Sünni şeriata ahlak mükafat mücazazat ceza esasına; Alevi şeriat ise ahlak muhabbet sevgi esasına dayanır. Birinde hareketlerimiz ödül ve ceza ile koşullandırılmış, diğerinde ise ahlak koşulsuz ne ceza korkusu, ne ödül umudu olmaksızın geçerlidir. Birisi mürailiğa açık, diğeri kapalıdır. Mükafat iç aydınlığıdır. Birisi laik bir ahlak ve laik bir hukuka kapalıdır, diğeri açıktır. Sünni şeriat dört kaynağa dayanır: Kitap Kur’an, Sünnet kavli nebi fili nebi takriri nebi, Kıyas, İcmai ümmet.

Alevi şeriatı ise inançla ahlak ve hukuk alanını birbirinden almıştır.

İnanç Allah Muhammet Ali üçlüsünden düğümlemek sureti ile İslamiyet’e sömürüsüz bir derinlik getirmiş ve onu dinin sahibi ve kurucusu olan Hz. Muhammet’e, din Ehlibeyt’ine teslim etmiştir. Alevilik şeriatında laik bir ahlak ve laik bir hukuka kaynak olmak niteliğine sahip olan ve kaynağı ahlaka dayanan şu 3 öğütle ifadesini bulmuştur: Eline, beline, diline sahip ol! Hz. Muhammet, İslam adı altında kurduğu dini; 4 kapı, 40 makam ilkeleri üzerine kurmuştur. İlmi kaynaklara ve yaşam bunu doğruluyor. Hz. Muhammet’in göçmesinden sonra yozlaşma başladı. Dört kapıdan maksat, kişinin ömrü süreci içerisinde, dört kapı, kırk makamın şartlarını bedeninde yaşayıp, kamil insan olmayı yakalamasıdır.

 

Dört kapıda:

1-    Şeriat şudur: İlim yapmak, iş veya meslek sahibi olmak, helal kazanç sağlamak, nikah kıyıp dünya evine girmek, iman edip ibadetini bilmek, helal kazanç sağlamak, cemaate uymak, temiz giyip, temiz yemek, şefkatli ve hoşgörülü olmak, şerden uzak olup, doğruya yönelmek.

2-    Tarikat; İkrarı olmayanın imanı olmaz. Bu hadis-i şerif yüce Resullullah’ın emri gereğince Aleviler ikrarına sıkı sarılmışlardır. Kuran’da Allah’ın ipine sıkı sarılın, buyuruyor. Buna göre; mürşit Hz. Muhammet, pir Hz. Ali, rehber Cebrail’dir. Tarikat kul hakkının sorulduğu kapıdır. Bu kapıya kul hakkı ile girilmez. Tarikat ikrar vermektir. Tarikat makamları ise; eline, beline, diline sahip olmak, edepli olmak, mürşide ikrar verip talip olmak, musahip olmak, hak yoluna hizmet vermek, yaratılanı yaratandan ötürü sevmek, kul hakkı yememek, Hakk kelamı dinlemek, iman edip vefalı olmak, kendini özünü tanımak, nefsine uymamak.

3-    Marifet; tanrısal sırlara erişmektir, duygu ve düşüncede, ilimde en yüce düzeye ulaşmaktır. Marifet makamları ise; ilmi ledünden haberdar olmak, tarikatta aldığı edeple yeni nesli ahlaklı yetiştirmek, öğrendiği bilgiyi geleceğe aktarmak, insanlığa faydalı olacak, yenilikler yapmak, engin olmak, tüm alemle barışık olmak, kanaatkar olmak, sabırlı olmak, malını Hakk yolunda harcamak, ahde vefa etmek, özünü yar eylemek.

4-    Sırrı Hakikat: Hakkı görmektir. Tanrısal alemin içinde olmak ve özünü arıtmaktır, Hakkı özünde bulmaktır. Dört kapı ruhunun ve benliğinin dört aşamadan geçerek ilahi sırra erişmesidir. Diğer bir deyimle şeriat; Hz. Muhammet’in devri, tarikat; Hz. Ali ve Hacı Bektaş Veli devri, marifet; bilimin ve fenin geliştiği çağ, hakikat; insanlığın mutluluğa ve barışa ulaştığı devir, olarak nitelendirilebilir.

Hakikat makamları; alçak gönüllü olmak, kimsenin ayıbını görmemek, her türlü iyiliği yapabilmek, yaratılanı sevmek, tüm insanları bir görmek, birliğe yönelmek, gerçeği gizlememek, manayı bilmek, sırrı öğrenmek, Allah’ın varlığına ulaşmak.

 

Yedi farz, üç sünnet; Allah’ı her dem anmak, kelimeyi tevhit getirmek, gönül kırmamak, can almamak, kin tutmamak, kimseye düşman olmamak, tarikatın gereklerini yerine getirmek. Aleviler ahlak kurallarını ön plana çıkarmışlar, önce ahlak ve faziletli olacaksın ki Allah’a layik bir kul olasın, eline beline diline sahip ol, ilkeleri öndedir. Hz. Muhammet ahlakları düzeltmek için tayin oldum, buyurmuştur.

 

Yedi Farz: Dosta dost olmak, sır saklamak, özünü ululamak, yalan söylememek, Hakk ile Hakk olmak, musahip tutmak, kendini her kötülükten arındırmak, ikrar verip yola girmek, yine Muhammet Ali yoluna girmektir.

 

Yolun hizmetleri: Pirlik kimden kaldı? Hz. Şahı Merdan Ali’den kaldı. Zira Cebrail’in piridir. Sual; Sadri Seyitlik kimden kaldı? Cevap; Hz. Resul Ekrem’den kaldı. Cümle aleme sadridir. Sual; şahmanlık kimden kaldı? Cevap; İsmail Alleyhi selamdan kaldı. Sual; zakirlik kimden kaldı? Cevap; Cebrail Aleyhisselam’dan kaldı. Ve bir kavilde dahi kalem kudrettir, ondan kaldı. Sual; sakilik kimden kaldı? Cevap; Hz. İmam Hüseyin’de kaldı ki saki kevserdir, Sakkalık onun elindedir. Sual; çırakçılık kimden kaldı? Cevap; Hz. Selmani Farisi’den kaldı, zira heşt çerak onun elindedir. Sual; çırağın lülesi kaçtır? Cevap; dörttür. Birinci şeriat, ikinci şeriat, üçüncü marifet, dördüncü hakikattir, Hakkı tanımaktır. Sual; hadımlık kimden kaldı? Cevap; Hz. Resul’den kaldı. Sual; tarikçilik kimden kaldı? Cevap; Mikail Aleyhi Selamdan kaldı. Sual; feraşlık kimden kaldı? Cevap; İbrahim Aleyhisselam’dan kaldı. Sual; çarcılık kimden kaldı? Cevap; İsrafi Aleyhisselam’dan kaldı.

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile