KALENDER TOPALCENGİZ

KALENDER TOPALCENGİZ

 

(DEDE- AŞIK /  TESLİM ABDAL CELAL ABBAS KOLU ELAZIĞ)

 

(1925 / 1 MART 2004)

 

AYHAN AYDIN

 

 

1 Mart 2004 Pazartesi günü (on muharremde), 79 yaşında vefat eden Kalender Topalcengiz; Ünlü Alevi Halk Ozanı Teslim Abdal’ın şiirleriyle birlikte, kendi yöresinde yetişen ozanların şiirlerini de derleyen, kendi ocağı ve Alevi inancıyla ilgili çeşitli araştırmaları da olan, uzun yıllardan beri cemler yürüterek gönüller fetheden, birbirinden güzel şiirler yazan, Malatya’da çok sevilen bir insandı.

 

Battalgazi İlçesi’ndeki Zeynel Abidin Ziyareti sırasında, kısa bir süre halka hitap ettikten sonra, kalp krizi geçirerek vefat eden Kalender Toplcengiz, 2 Mart Salı günü doğum yeri olan Elazığ’ın Baskil İlçesi’ne bağlı Tabanbükü (Şeyh Hasan) Köyü’nde toprağa verilmiştir.

 

Alevi dedeleri arasında kendine ait özel bir kimlik ve kişilik geliştirebilen, tüm toplumca sevilen, üretici, yaratıcı, hoşsohbet çok renkli simalardan birisi de Kalender Topalcengiz’dir.

Sadece Alevi Yolu’na değil aynı zamanda, tüm insanlığın birleştiği turablık, alçakgönüllülük, hoşgörülük yoluna kendini adamış gerçek bir inanç önderiydi.

Geçimini ölene kadar kendi emek gücüyle sağlayan Kalender Topalcengiz, doğduğu köydeki büyük türbelerin baraj altında kalma tehlikesine karşı büyük bir mücadele vererek bu tarihi yapıları, türbeleri, mezar taşlarını kurtarma konusunda öncü olmuştur.

Atalar Ruhu’na yürüyen ruhu, ocak atalarının bulunduğu sonsuz istirahatkahında huzur bulsun, diyoruz.

Söyleşimiz sonunda şiirlerini de değerlendirerek vefa borcumuzu ödemeye çalışıyoruz.

 

 

Bize kendinizi nasıl tanıtırsınız? Kaç yılında, nerede doğdunuz? Nasıl bir ortamda büyüdünüz? Çocukluğunuzda nelerle karşılaştınız?

 

Teşekkür ederim, Ayhan Bey. Ben, birliği, beraberliği, bu memleketin acısını, tatlısını paylaşmak üzere, bütün topluma sesleniyorum: Dinimiz bir, kitabımız bir, vatanımız bir, bayrağımız bir, ordumuz bir, toprağımız bir. Bu memlekette kavgaya değil, sevgiye, birliğe, güzelliğe gerek var. Her türlü davayı kavgayla değil, karşılıklı konuşup anlaşarak çözmekte fayda var.

Ben bir buçuk yaşımda pederi, yedi yaşımda annemi kaybettim. Çocukluğumu yaşayamadım. Çünkü anne-baba şefkatinden yoksundum. Gençliğimi de yaşayamadım. Akranım olacak kimsem yoktu. Bileğimin kuvvetine dayanarak çalışmaya başladım. Kendimi toparladıktan sonra, şunu amaç edindim: Akranlarım yerine yaşlılar meclisine yöneldim.

O zamanlar köy odaları vardı. Köy odalarında ilim sahipleri vardı. Konuştuklarında sözleri insanların kemiklerini titreten, bilgi, birikim sahibi, nur cemalli dedeler vardı. Benim de yaşım kemale erdi. Bu millet eğer sağlığımızda bizden bir şeyler alır, bir şeyler öğrenecek olursa, bu ileride çok büyük yararlar sağlar.

Ben, yaşlılar cemiyetinde konuşulan konuşmaları hep not aldım. Olur ki bunlar bir gün lâzım olur, diye. Şimdiki duruma geleceğim, aklımın ucundan geçmezdi. 50 yıllık birikimim oldu.

1944’de evlendim. Eşim, 9 ay kaldı çocuk eşiğinde, vefat etti. Yine dalsız, kolsuz kaldım. Askere gittim. 36 ay askerlik yaptım. Döndükten sonra, bir amcazademin kızıyla evlendim. Ondan 4 çocuğum oldu; 3 kız 1 oğlan. Onlar da yuvadan uçtular. Herkes eşini, işini, evini buldu. Şimdi biz karı koca, hayatımızı devam ettirmeye çalışıyoruz.

Neslimiz, Celal Abbas kolundan gelir.

Celal Abbas’ın oğlu Ahmet Tuğbi Yesevi değil, Ahmet’tir. Yesi Hükümdarı çok sevdiğinden, der ki, “Sultanım, isminin kıyamete kadar benimle söylenmesini talep ederim.” Bu, divÂn-ı hikmet’te açıktır. “Nasıl olacak?” O da Yesi hükümdarına der ki; “Öyleyse ismimi Ahmet Yesevi söyleteyim. Senin ismin de benimkiyle, kıyamete kadar devam etsin”. Yesevi ismi oradan başlar. Miladi 673’te Horasan’ın Nişabur şehrinden çıkar.

Türk boyları, oba oba göçerek, Anadolu’yu kurmaya çalışırlar. Arkasından Hacı Bektaş Veli gelir. Erzincan’ın Molla Köyüne bir tekke yapar. Tekke, günümüzde de ayaktadır ve hâlâ kurbanlar kesilir. Bir müddet orada kaldıktan sonra, kışa, soğuğa dayanamayarak, Fırat nehrini müteakip gelir, 683’de Şeyh Hasan kurar. Kardeşi Hasan’ın çocuğu olmadığı için. “Benim halim ne olacak?” der. O da der ki, “Köyü senin adınla söyleteceğim, kardeş. Köyün ismi Şah Hasan olsun.” Miladi 683’den beri köyümüz, Şah Hasan Köyü olarak anılır. 27 Mayısta köyün ismi değiştirildi. Bu sene, belgeleri toplayarak Elazığ Valiliğine gittim “Köyümün isminin tekrar iade edilmesi” diye dilekçe verdim.

Ondan sonra, Şah Ahmet Dede olarak anılır. 7 tane evlâdı var. Çocukları hakkında şikâyetçi olduğunda intizar ettiği için, altısı bir felâkete uğrayarak vefat eder. Emir El Müminin kalır. Sultan Alaattin Keykubat, dayımızdır. Büyükannemiz, Sultan Alaattin Keykubat’ın bacısı Gevher’dir. 1422-23’lerde Keykubat, Şah Ahmet Dede’nin ziyaretine gelir. Burada bir hafta kalır. Gittikten sonra, bacısı Gevher ile epey bir mal, asker gönderir. (Şah Ahmet Dede’nin mesleği de çömlek, kaşık yapmaktır.1983’de devlet televizyonunda da bununla ilgili bir program gösterdiler.) Gevher yanında kalır, ama nikâh etmez.

Geyikleri varmış. Sabah gider, akşam gelirlermiş.

Bir gün der ki, “Gevher, şu geyikleri sağ”. Gevher sağmaya gidince, geyikler kaçar. Gevher ağlar. “Ya gözümün nuru, geyikler benden kaçtılar, ne yapacağım?

Der ki, “Babanın evinden getirdiğin takıları, şu arkadaki yassı taşın altına koy, sonra geyikleri sağmaya başla”.

Gevher, takıları o taşın altına koyar, gelir Şah Ahmet Yesevi Dede’nin cüppesini giyer. Yanlarına gidince, geyikler sağılmak için birbirlerini itmeye başlarlar. İşini bitirir, gelir.

Şah Ahmet Dede, “Ne oldu? Sağdın mı?” diye sorar. “Sağdım gözümün nuru”. “Öyle ise git, elbiselerini, takılarını giy”, der. Gevher gider, bakar ki taşın altında envai çeşit mahlûkat var. Ağlayarak gelir, anlatır.

Şah Ahmet Dede der ki, “Senin babanın soyunun kazancı budur, Gevher. Benim kazancım da bu çömlek ve sırtımdaki hırka... Hangisini kabul edersin?” Gevher der ki, “Ya gözümün nuru, babamın saltanatını, malını gözümle gördüm, kabul etmem.” Bunun üzerine nikâh yapar. 7 tane çocukları olur. Bir kocakarının intizarıyla, altısını bir kazan suda yıkar. “Ya gözümün nuru, Emir El Mümin’i vermiyorum.” der ve bir çocuğu onda kalır.

Biz, Emir El Mümin’den geliriz. Üçüncü torunu, Sultan Kara Şeyh’a gelir.

Yesi Hükümdarı Şah Hatâyî Hazretleri gelir, Sultan Kara Şeyh’ı ziyaret eyler. Bir hafta da köyümüzde kalır. Onların yerine biz, “Şah Yurdu” derdik. Eski harmanlık gibi yerin etrafını taşla çevirmiştik. Hatta, insanlar gelir, orada dilek dilerlerdi. O da Karakaya Barajı’nın azizliğine uğradı, yok oldu.

Ondan sonra, aradan 43 göbek geçer.

43 göbek sonra, Teslim Abdal Hazretleri zuhur eder. Savaşlara katılır, dünyanın her yerini gezer, Derviş Ali’den, çok evliyalar zuhur eder.

Başta, televizyonlarda dinlendiği gibi, “Cehennemde dal, odun yoktur. Herkes ateşini kendiyle götürür.” Bu, Derviş Ali’nin sözüdür. Onun amcası Derviş Muhammet, atla defalarca Kerbelâ’ya gidip gelmiştir.

Köyümüzde çok büyük ulemalar yetişmiştir. Bir cenazeden döndüğümüzde, 18 yerde Kur’an okuduğuna şahidim. Böylelikle nesil çoğalır. Çok büyük kişiler çıkar. Girit Savaşı’nı kazanan kumandan Hacı Mustafa, ceddimizdir. O zamanlar, dokunulmazlığımız vardı. Devlet bizden bir şey de almıyordu. Sultan Hamit döneminde, bizimkiler müracaat ederler, derler ki “Biz Türk çocuğuyuz, Seyid-i Saadetiz. Devlet yönetimine gireceğiz.” Devlet yönetimine girerler. Bu arada Halep’ten 10 kuruş kömür parası vergisi konulur. Ceddimiz Kamber Ağa der ki, “Bize nasıl kömür vergisi konulur? Biz her şeyden muafız” Buradan kalkar, 10 kuruş kömürü affettirmek için Halep’e kadar gider ve affettirir. Elimizdeki şecereler, beratlar, sinsilenameler de bunu vurgular.

32 iklimin kazançlarının % 32’si Şah Ahmet Dede Dergâhı’na devlet vergisi gibi gelecek. O mübarek zat da, sabah-akşam aş kazanı kaynatacak, yoksullar, sağdan soldan gelen köylüler yiyecek. Bu, böyle devam etmiş, gelmiş ve sinsilenamede der ki “Şark-ı Garbı” Yani şark ile garba hükmedermiş. 80.000 Rum Eri, 90.000 Horasan Pîrleri gelir, kendisinden icazet alırmış. Bu, Hacı Bektaş Veli dönemine kadar sürmüş. Hacı Bektaş Veli Hazretlerinin hem dedesi, hem hocasıdır. Tarihte bizim soyumuz budur.

Bütün ocaklara saygım sonsuzdur. Yalnız hiçbir ocağın ziyaretine iki imparator gelmemiştir. Bizim ocağımızı iki imparator ziyaret etmiştir. Biz, Celal Abbas Evlâdıyız. Celal Abbas’ın oğlu Ahmet Tuğbi’den gelmeyiz. Soyumuz böyle devam eder. İstanbul’da, Malatya’da, İzmir’de, Mersin’de ve çeşitli illerde vardır. Sülâlemiz geniştir.

 

Teslim Abdal kimdir? Eserlerinde neleri işliyor?

 

Teslim Abdal Hz.’nin yetiştiği zamanlarda kıtlık, yoksulluk var. Ama iman, itikat bolluğu, Tanrı’nın nisan yağmuru gibi her tarafa yağıyor. Bilhassa, Alevi camiasında tarikatlar icra ediliyor, kısır cemleri yapılıyor. Dedeler, çöğürle (o zaman çöğür derlerdi, 9 telli bağlama) böğrüne vura vura, bu milleti buralara kadar getirmişler. Cumhuriyet ile Atatürk ile el ele vermişler. “Biz buralara kadar getirdik, bundan sonrasını Cumhuriyete teslim ediyoruz” demişler.

Teslim Abdal’ın gezmediği, uğramadığı tarikat yoktur.

Fadıllı Sadrazam İbrahim Paşa, onu rüyasında görür, kalkar, köye gelir. Bu çok uzun bir konu... Malatya’da Fadıllar diye bir aile var... Rüyasında gördükten sonra ordudan ayrılır, gelir, Malatya’ya yerleşir. Onun soyundan gelenlere, Fadıllar derler. Haçova Mahallesi’nde, Sadrazam İbrahim Paşa adına cami vardır. Rüyasında görüp, gelir. Teslim Abdal fakir, çocuk çok. Köy ağasına Çiloyloy derlermiş. Söylenenlere göre, ona İstanbul’dan turfanda erik gelirmiş. Bunlar Teslim Abdal’ı hiç sıraya almazlar günde bir koç yerler günde cemaat yapar, yer, içer, çalar, söylerlermiş... Fakat mübarek, her gün evde kendi kendine gülermiş.

Gevher anamız Teslim Abdal’a der ki; “Ya gözümün nuru, niye gülüyorsun?” “Hiç Gevher, aklıma bir şeyler geliyor, gülüyorum” der. 39 koçu yedikten sonra Sadrazam Fadıllı İbrahim Paşa der ki; “Dedeler, 39 koçu yediniz. Yarın 40’ıncı koçu yedikten sonra, ceddiniz Şeyh Ahmet Dede’nin içine gideceğiz.” O zamanlar bir ampul büyüklüğünde toy yumurtası vardı. “Başımdaki tacım kalkacak, üç sefer oraya değip başıma geri konacak. Eğer bu olmazsa, bu köyde bir tane canlı, taş üstünde taş koymam, hepinizi Fırat’a dökerim.” Derler ki, “Sen âlemine bak paşam, hiç tereddüt etme. Yarının sahibi Allah’tır.” “Pekâla.”der.

Ertesi gün Şah Ahmet Dedenin içine gelir, dua ederler. Birisi İbrahim Paşa’nın başından tacı alır, dolandırır. Elini göbekteki toy yumurtasına vurur, getirir başına; “Otur yerine” der, bir şey olmaz. İbrahim Paşa, “Ben ant içtim, burada bir tek canlı, taş üstüne taş koymayacağım. Bu, başımdan dua ile kalkacak.” Üç kişi dışarı çıkıp, “Teslim Abdal’a gidelim” diye konuşurlar. Birisi der ki, “Neslimin kesileceğini bilsem, gidip boyun eğmem ona.” Diğer ikisi oradan çıkar, yanına giderler. Mübarek o sırada çamur işiyle uğraşırmış, büyük anamıza; “Solak, bir tas su getir de elimi yıkayayım. Dedeler bunaldılar, bana geliyorlar” der.

Anamız der ki, “Ya gözümün nuru, 40 gün yediler, içtiler. Şimdiye kadar adını anmadılar, bunalınca mı koştular?” Der ki; “Sen kendi işinle meşgul ol, Gevher. Ben ceddini kabirde inletenlerden değilim. Ceddim şimdi kabirde inliyor. Buna müsaade edemem.” Elini yıkar, dedeler gelir. Onlarla yola çıkar.

Sadrazam İbrahim Paşa da sinirlenmiş, türbeden dışarı çıkmış, sağa sola bakıyor. İkisinin karşılaştığı yeri, baraj gelinceye kadar niyaz ederdik. Büyüklerimiz, “Cennetin kapısı burada. Çünkü, iki zat burada birleşmiş” derlerdi. Orada karşılaşıp, öpüşüyorlar. İbrahim Paşa, Teslim Abdal’ın alnında, rüyasında gördüğü zühre yıldızını görüyor. Teslim Abdal bir beyitinde der ki :

 

Teslim Abdal eydür, eremediniz

Kör olmuş gözünüz, göremediniz

Yetmiş iki yıl dolandı, bilemediniz

Zühre yıldızı doğuda açtı, duydun mu?

 

Sadrazam Fadıllı İbrahim Paşa der ki; “Sultanım, bana müsaade eyle, bu köyde senin ailenden başka kimseyi bırakmayacağım” Der ki; “Kendine gel paşam, sabırlı ol. Bütün davaların kapısını sabır açar. Burası kan ocağı değil, sulh ocağıdır. Dünyadaki herkes melek olamaz. Herkesin hatası olur. Bir bağışlayıcı vardır. Sen büyüksün, engin ol, sabırlı ol, bağışla.” İçeri girerler. “Buyur emrin” der. Herkes diz çöker. Mübarek başındaki tacı kaldırır, Şah Ahmet kabrinin üzerine vurur: “Sen burada yatıyorsun, şahım. Bunaldım, bu mucizevi keramet senden. Beni mahcup eyleme” diye duaya başlar. Taç, üç sefer İbrahim Paşa’nın başından havalanır, gider toy yumurtasına değer, gelir başına konur. Konuyla ilgili bir beste söyler. Fadıllı Sadrazam İbrahim Paşa koluna girer, eve gelirler. “Neyi var Teslim Abdal’ın?” “Şimdiye kadar yedirdiğin koçlar, kurbanlar, nimetler gibi bende sana verecek nimet yok, paşam. Bende bulgur pilavı, arpa ekmeği, ayran, yoğurt, çorba bulunur.” Der ki; “Ben senin külüne muhtacım, sultanım. Ekmeğimi külüne basıp yiyeceğim” Sadrazam İbrahim Paşa bir hafta orada kalır, notlar alır. Teslim Abdal’ın bir beyiti vardır: “Engin ol gönül, engin ol.” Sadrazam İbrahim Paşa, bu beyiti o zamandan alıp, getirmiş. Bu şiiri edebiyata dahil ederek, Bektaşi şairleri arasına girmiş. Daha sonra Sadrazam İbrahim Paşa istifa eder, “Hiç olmazsa Teslim Abdal’ı göreyim, sultanımı ziyaret edeyim” diye, Malatya’ya yerleşir.

 

Teslim Abdal’ın türbesi Malatya’nın içinde mi?

 

Teslim Abdal’ın türbesi, Şeyh Hasan Köyü’nde. Malatya’nın merkezine 25 km.

Şeyh Ahmet Yesevi’nin, Derviş Ali’nin, Deli Kız, Deli Hamza’nın, Yedioğlu’nun türbeleri, baraj sularının altında kaldı.

Bunları aynı plân üzerine söküp getirdik. Yeni yerleşim yerine yerleştirdik ve yeni türbeler yapıldı. Ben de 70-80 tane kadar çam götürüp, diktim. O çamlar da büyüdü, şimdi rüzgârla savrulurlar. Orası cennete döndü.

(Bir başka Malatya ziyaretimde Rahmetli Kalender Dede ve Hasan Akbudak ile burayı ziyaret etmiştim. A. Aydın)

 

Teslim Abdal büyük bir isim, büyük bir ozan. Küçüklüğünüzde yetiştiğiniz dedelerden isim olarak kimler vardı? Onları hatırlayabiliyor musunuz?

 

Hatırlıyorum. İbrahim Ağa, dede âlimlerden Mehmet Efendi, Hasan Efendi vardı... Hepsinin kemal sakalları döşlerindeydi. Babayiğit zatlardı. Kayınpederim Hüseyin Tosun Dede vardı. “Teko Dede” derlerdi. Tarikat müftüsü Teslim Öz Bey vardı.

Malatya’da, Teko Dede’nin cem erkânını yapacak kimse yoktu.

O kadar disiplin vardı ki, o tarikatta babası olsa, harfiyen uygulamanın peşindeydi, kesinlikle fire vermezdi. Kör Teslim Dede vardı. Hüseyin Doğan’ın öz dayısı Malatya milletvekili Gaddar Mehmet Fırat’ı 17 yaşındayken vurup, Eğribük’te, Karaköy’ün içinde öyle bir hükümdarı yıkan bir zattı.

Ayrıca Mustafa Dede vardı. “Koca Hüseyin” derler biri vardı.

Bizim taliplerimizden, Hacı Mehmet vardı. Hacı Ağın Hüseyin derler, bende fotoğrafı var. O fotoğrafı çok mühim, yanımdadır. 23 sene dağın altında çile çekti. İbadetle meşgul oldu. Âlimlerin âlimi. Türkiye’den yanına gelmeyen müftü kalmadı. Ben de son zamanlarında bizzat ona hizmet ederek, onun yanında yetiştim. Buna, Hacı Ağın Hüseyin derlerdi. Fotoğrafına bakınca göreceksiniz, o zaman hiç kimse cesaret edemedi, eline bir kitap verdim.

Bir de, Bektaşi’nin İç Yüzü’ndeki resimlerin tarifini yaparken bana dedi ki; “Babacan, onların cemalini gören kimse yok.

Dedim ki, “Hindistan’daki, Pakistan’daki müzelerde siyah kalemle çizmişler, yapmışlar, oralardan alıntı”.

Keramet eyledi. “Babacan, senin gönlünü biliyorum. Sen Hakk adamısın. Gözümün nurusun. Bir fotoğrafını çeksem diyorsun, haydi çek” dedi.

Bu ikinci fotoğraf. Bir de, bir yüzbaşı geldi, haritacıymış. Elimi öptü, diz çöktü. Fotoğrafını çekebilir miyim?, dedi. Ben de, fotoğrafımı çekip de sinemalara mı vereceksin, deyince, aman efendi, ben senin fotoğrafını çekip büyüteceğim ve baş ucuma asacağım. Senin gibi sultanı kıble tutacağım, dedi. Bir tek o çekti fotoğrafımı, bir de sen çek.” dedi... Fotoğraflarını çektim. Arazisinin ucu bucağı yoktu. Dedi ki; “Bu dünyanın nesi var ki? Geldik, gidiyoruz. Evliyanın yüzünü güldürmeyen dünya, benim gibi naçizanenin yüzünü güldürür mü?” Mirasını bir tek oğluna bıraktı. Dağın altında yer yaptık. Hatta orada iken 23 sene köyden uzaklaştı. Tabii buna su lâzım. Dereyi gösterdi; “İmam Hüseyin cömerttir, buradan bize su verir” dedi. Hücreyi bitirdik, orayı bir metre eştik, kuru derenin içinden su çıktı. Kendisi vefat edene kadar, o su, oradan çıkmaya devam etti. Vefat edince gittik ki, su kurumuş. Ben gördüm, yaşadım.

Bende, iki yüze yakın Teslim Abdal’ın çok güzide, her kelimesi insana ders verecek beyitleri var.

 

Hz. Ali ve Ehlibeyt

 

Şimdi İslâmiyet bir çıkmaza girmiş. Halbuki İslâmiyet’te en büyük dönüm noktası, Kadr Hum’dur. Hicretin 10. Yılında, Kadr Hum denilen yerde, önde gidenleri geriye, geridekileri başa toplar. Hz. Ali Efendimize seslenir “Gel karındaşım Ali”, der. Hz. Ali Efendimizin kolundan tutar; “Ali”nin kanı kanımdan, canı canımdan, teni tenimden, ruhu ruhumdan... Ali’yi seven, beni sever. Beni seven, Allah’ı sever. Ali’ye düşman olan, bana düşman. Bana düşman, Allah’a düşman. Ben kimin Mevlâ’sı isem Ali de onun Mevlâ’sıdır. Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısıdır. Ali kapıyı açmazsa, kimse bana kavuşamaz.” der.

Hatta Şura Suresi 23. ayette; “Ya Muhammet! Ümmetine tebliğ eyle. Namazda, niyazda, ibadette, oruçta, her türlü yalvarışta senin ismin, benim ismim, Ehlibeyt’in ismi bizimle beraber zikredilmezse, ibadetlerin hepsi fasihtir” der.

Saidi Nursi, 20 risaleye mektubunun 85. sayfasında der ki, “Ehlibeyt’i Mustafa’nın üzerindeki gibi  ne bir nur gelmiştir ne de gelmesi kabildir. Kıyamete kadar melekler ve mahluklar secde etmek mecburiyetindedir.

Mevlâna Celaleddin-i Rumi de der ki, Divan-ı Kebir’de; “Dünyanın temeli kurulurken, Ali oradaydı. Dünyanın hamuru yoğrulurken, Ali oradaydı. Peygamber efendimiz Allah’ına danışmaya gittiği zaman, Ali de orada oturuyordu.” 360’ın üzerinde Şii-Alevi değil, Sünni âlim, fıkıhçı, yazar bunu vurguluyor. Yalnız bu, 81 gün sonra Peygamber Efendimiz Hakk’a yürüyünce, bozuluyor. Hattap Ömer, Medine sokaklarında elinde kılıç, Küfe-i oğlu Bekir’i biata çağırıyor. Ama daha önce biat verilmişti, diyor ki; “Abu Talib’in, Galip Aslan’ın oğlu, nur oldun, müminlerin halifesi, Mevlâ’sı oldun, kutlarım...” Ve en çok sevinen, o olur. Arayı bozan da o olur. “Ben, size iki büyük emanet bırakıyorum; birisi Allah’ın kelâmullahı, ikincisi Ehlibeyt’im. Bunlar, cennette de, mahşerde de, sırat köprüsünde de benimle beraber” diyen Peygamber Efendimizin hadisleri mevcut. Ama ne yazık ki İslâm âlimlerinin pek çoğu diyor ki; “Hayır, Peygamber orada dedi ki; Ben size iki emanet bırakıyorum, birincisi Allah’ın kelâmullahı, ikincisi sünnetim...” Ama geçmişteki âlimlerin, ulemaların % 80’i “Ehlibeyt” dediğini tasnif ediyor. Yani, 1414 seneden beri gizlemişler, ama artık onun da sonuna gelindi.

Hakikat gün ışığına çıktı. Güneşin yüzünün balçıkla sıvanmayacağını anladılar.

Şimdi, artık bunu Alevisi ile, Sünnisi ile, insan olan herkesle paylaşma zamanı geldi. Irk, cins, renk hesabını yapmadan, milleti insanlığa davet etmek, insanların içinde olumlu konuşmak, ilime önem vermek durumundayız.

Dedemizin en büyük üslûbu budur; ilim... Hz. Ali efendimiz veya Hz. Peyganber efendimiz ne diyor? “İlim Çin’de ise git, git bul”.

Şunu söylemekte fayda var; Ehl-i irfan bir sazda, bir kuru kavgaymış. Saz meclisin ahengidir, cilâsıdır. Davayı halleden sözdür, kalemdir, davayı halleden tarihtir. Dedelerin bu konulara yönelmelerini çok arzu ederim.

Yani, dedeler için bir kurs açıldığı zaman, samimiyetimle söylüyorum, ben de katılmayı çok isterim.

Öyle bir okul açıldığı zaman, gücüm yettiğince, gördüğümüzden, okuduğumuzdan, öğrendiklerimizden, o öğrenmeye gelen talebelere dilimizin döndüğü kadar söz söylemeyi ben de arzularım.

 

Dedeler bu yolu getirdiler, ama bu bir çok meseleyi de beraberinde getirdiler. Artık toplum, dünya değişti... Okullaşmak mı, başka şeyler mi lâzım? Cemler yürümüyor. Eskisi gibi dedelere itibar yok. Sadece saygı duyulan, sevilen insanlar haline geldiler. Yeni sorunlar karşısında çözüm üretemiyorlar. Gençlerin sorunlarına yanıt veremiyorlar. Gençlik de maalesef başka yönlere kaydı. Osmanlıca, Arapça, Farsça bilen Alevi yok denecek az gibi, bu dedeler için de öyle. Eski, bir takım belgeler var, ama bir kısmı yakılmış, yırtılmış, yok edilmiş, kaybedilmiş... Hatta belki de Anadolu’da birçok yerde vardır da haberimiz yok.

Siz, dedelerle ilgili bir okul açılmasından yana mısınız?

 

Dedeler için bir okul ya da bir kurum açılmasından yanayım. Cenaze kaldırmak için, cenaze dualarının öğretilmesi için, Kur’an öğretmek için böyle bir eğitime ihtiyaç duyuyoruz.

Okul tatillerinde talebelere, evlerinde, vakıfta ders vermek gerekir. Okul gibi bir kurum açılması için çok geç kalındı. İnsanların ömrü kifayet etmez. Parmakla sayılacak bu kişiler de giderse, ortada kalınır.

 

Değişik yerlerde, değişik cem ayinleri var. Ocaklara, bölgelere göre değişiyor. Bunu nasıl karşılıyorsunuz?

 

Doğal karşılıyorum. Dedeler gelememiş, cemleri babalar idare etmiş. Babalar da büyük emek vermişler, onlara minnettar olmalıyız.

Bölgelere göre değişik olması da, sanıyorum bilgisizlikten... Ama buyruk bir, inanç bir, istikamet bir, dualar hep aynı yönde. Fakat, dede üç beş tel saz öğrenmiş de, bu sazın avâzıyla milleti idare etmiş... Ben buna müteşekkirim, ama bunların derlenip, toparlanıp, bir araya gelmesi gerekir.

 

Türkiye’de tek tip cem olmalı mı?

 

Tek tip olmayabilir, ama çok farklı da olmamalı.

 

Muharrem orucu, her yörede değişik günlerde tutuluyor, buna ne diyeceksiniz?

 

Şimdi çok mühim bir soru sordunuz. Eskiden bu bilinmiyordu, ama bugün takvim olmayan ev yoktur. Takvime bakarsın, Muharrem ayının birinci günü tüm Türkiye’de ve dünyada Muharrem orucuna başlarsın, takvimle de bitirirsin.

 

Muharrem orucunda, hangi günü esas alıyorsunuz? 1’i ile 12’si mi (muharrem ayının)?

 

1’i ile 12’sini esas alıyoruz.

Fuzûlî Divânı’nda, Cebrail Aleyh’üs-selâm “Vefasız ümmetler tarafından ciğer köşen Hasan zehirlenecek, Hüseyin doğranacak” deyince, Peygamber Efendimiz ağlıyor. O anda Hz. Ali Efendimiz teşrif ediyor, bakıyor ki Peygamber Efendimiz ağlıyor, diyor ki; “Ya gözümün nuru, ağlamanıza sebep nedir?” “Ya Ali, gizlemekte fayda yoktur. Karındaşım Cebrail, böyle bir sır getirdi”. Hz. Ali Efendimiz bunu öğrenince, ağlayarak eve geliyor.

Fatüma tül Zehra Anamız diyor ki; “Ya Ali, ağlamana sebep ne? Sen ağlayacak biri değilsin”. Fatıma Anamız saçına asılarak, sokak içinde ağlayarak, Peygamber Efendimizin hanesine geliyor. “Bir şeyler duydum, siz Ali’ye bir şeyler söylemişsiniz, bu ne derece doğru?” diyor. “Evet kızım doğru” “Ne zaman olacak gözümün nuru?” “Benden, senden, Ali’den Hasan’dan sonra” deyince, Fatıma Anamız saçlarına asılıyor “Hiç yasını çeken olmayacak?” diyor. “Kızım gam yeme, her Muharrem ayında, kıyamete kadar Hüseyin’in yası tazelenecek, sineler dövülecek, gözlerden yaş akıtılacak, saçlar yolunacak. Bunun için hiç üzüntü etme, kızım” diyor.

Buradan, bütün İslâm âlemine, bilhassa Alevilere sesleniyorum ki; ne kadar yüce makamınız olursa olsun, Muharreme hor bakmayın! Çünkü “Dünyanın iki cihanı Hz. Hüseyin Efendimizin parmağındadır” diyor. Bir de Fuzûli Divânı’nın 40. sayfasında, Abdullah Bin Suri’nin görmüş olduğu bir rüyayla bu ortaya çıkıyor. Muharrem orucu, öyle göz ardı edilecek, yabana atılacak bir ibadet değildir.

Tek kurtuluş yolumuz, Ehlibeyt-i Mustafa ve Muharrem orucudur. Dedeler buna çok dikkat etsinler. Muharremin zayıflamasının sebebi de dedelerdir. Talipler, dedelerin oruç yediğini görünce, “Nasıl olur da dedeler yer, biz oruç tutarız?” diye günden güne orucun zayıflamasına neden oldular. Aslında, o dedelerden bunun hesabını sormak lâzım, zaten sorulur da. Şöyle sorulur; herkes ceddimiz için gözyaşı dökerken, bizim gözümüzden kan gelmeli. 45 seneyi aşkın, bizim evde kadın-erkek toplanırlar, kitap okunur. Matem ederiz. Ben o mateme gelenlere hizmet ederim “Aman dede, yaman dede, yapma dede, size can kurban... Siz, Hz. Hüseyin için buraya geliyorsunuz. Ben, niye sizin pabucunuzu düzeltmeyeyim?” derim. Hayatım boyunca titiz davrandım.

Malatya’da büyüdüm. Tahmin ederim ki, yeryüzünde karıncadan bile hasmım yok. Kırgın olduğum kimse yoktur. Hayatım boyunca devlet kapısında bir küçük ifade vermemişim. İnsanlara, yasalara, topluma hep saygılı olarak hayatımı devam ettirmeye çalıştım. Her ne kadar 1341 doğumluysam da, bir yerde kayıt gördüm, 1339 doğumluyum, yaşım 76’yı buluyor.

Muharrem orucuna gelince; dedeler talipten önce başlamalı. Dedeler Muharrem ayında, beşer onar kişi toplayıp, bir sesi güzel adamın eline Kumru kitabını vermeliler. O millet okumalı, ağıt yakmalı.

Alevilik sönmez, yeniden yeşermeli, meyvesini vermeli. Çünkü bu, dünyanın, neslimizin sonu değil. Soy devam ediyor.

Bu devlet neye inanacak? Devletine, milletine, kitabına, bayrağına sarılmalı. Öyle düşünmeliyiz ki; anadan doğduk askeriz, bu vatanı savunmak için, kabre girinceye kadar kendimizi asker bilmeli, saygı göstermeliyiz. Bu vatan bizim, vatansız olmaz. Eğer gemi batarsa, hepimiz birden batarız.

Buradaki radyo ve televizyon konuşmalarımdan birinde, bir ordu komutanı telefon açmış, beni kutlamıştı. Emniyet müdürü de kutlamıştı. Bu arada sataşanlar da vardı, bir türlü muvaffak olamadılar.

Günlerim iyi geçiyor, insanları seviyorum, çalışmayı seviyorum.

 

Besteleriniz, kasetleriniz var. Cem Vakfı merkezinde büyük bir hazla dinliyoruz. O şiirler, deyişler bu aşktan, Ehlibeyt aşkından mı geliyor?

 

İnsanın içinden geliyor, hemen kaleme sarılıyorum, yazıyorum. Meselâ; Abdal Musa’ya gitmiştik, birisiyle söyleşi yapıyoruz. Etrafımızı sardılar. Toplumun içinde genç, babayiğit kızlar var, dikkatle bana bakıyorlar, konuşmalarımı dinleyip, “Ne güzel konuşuyor. Keşke herkes bu kadar güzel konuşsa” dediklerini duydum. O anda içimden geldi, yazmaya başladım. Dedim ki; “Alınmayasınız, başka yöne yorumlamayasınız, siz benim kızımsınız” Başladım yazmaya...

 

Kaçma dilber, kaçma, gel beri

Sinendeki ırmaklardan ne akar?

İçenlere aşkını ilahi tutar

Birisinden abı hayat, birisinden bal akar.

 

Bakışların aşkına can verir

Aşk içinde damarlara kan verir

Maşuk aşkına sitem ile can verir

O pınarda can ile canan akar.

 

Biçâre Kalender, sevdiğine seslenir

Ilgıt ılgıt yaşlar akar, kirpiklerin ıslanır

Garip Mecnûn Leylâ’sına seslenir

Ağzı şeker, sinesinden bal akar.

 

Kızlar hemen, “Dede yazabilir miyiz?” deyince, “Kızım, bu eski şiir değil, şimdi oldu. Yazabilirsiniz, ama önce kendinizi tanıyın. Sizin o sinenizdeki ırmaklar, zevk ırmağı değil, kudret ırmağıdır. O ırmakta veliler, nebiler kandılar, dünyaya nur saçtılar. Onu zevk ırmağı görenler aldanırlar, kızım. Siz yücesiniz, büyüksünüz, Allah’ın makul yarattığı nesildensiniz. Siz annesiniz, dünya kapısısınız.” dedim. Aldılar şiiri, yazdılar. Telefon numaramı da yazdılar. Hatta bir tanesi bana dedi ki, “Arzu edersen, ben İzmirliyim, çok zenginiz. Sana Malatya’ya özel araba göndereyim. Biz 70-80 haneyiz. Seni şöyle bir ay kadar misafir edelim, dinleyelim, senden not alalım. Gerisini bana bırak”. Dedim ki “Kızım, o gerisi dediğin, çok ağır oldu.” Dedi ki; “Biz senin dedeliğini tamamlarız.” “Benim ceddim dilenmemiş ki, ben de dileneyim. Allah bana da el vermiş, çalışır, kendi kendimi idare ederim” dedim, kızı da öyle teselli eyledim.

Aniden aşk geliyor.

15 kıta bir şiirim var, sonunda “El aman” derim. Onu güzel sesli bir adam, bir kayalıkta okusa, samimi söylüyorum, kayalar feryâda gelir.

Beste yapmak herkesin işi değil. O zaman bir varlık, bir doğuş, bir zevk duyuyorum. Mersin’den gelirken, otobüste denizin dalgalarını gördüm. Cebimde zarf vardı. Şoför bana, “Ne yapıyorsun usta?” dedi. “Ben Malatyalıyım, aklıma bir şey geldi de, not alıyorum.” deyince, “Hayır sen bestekârsın, dalgaları görünce, aklına bir şeyler bindi” dedi.

Bir gün de, televizyonda değirmen taşı döndüren kadınlar gördüm. Kalemi elime aldım, gayet nadide besteler yaptım.

Bu benim elimde olan bir şey değil, Hakk’ın kudretinde, Hakk’ın vergisinde. Eğer sahip olmazsan, alır götürürler.

Dedeler bunlara, kendisine sahip olmalı, ilim öğrenmeli, insanlığı sevmeli.

 

Şu anda emeklisiniz sanırım...

 

Şeker fabrikasında çalıştım. İnşaatta usta başıydım, çok güzel mezar yaparım. Değer verdiğim iki özelliğim vardır; birisi çok okumak, tarih yazmak, beste yapmak; ikincisi de çalışmak. Kim ne derse desin, bir karı, bir koca kaldık. Evim var, kirada da bir evim var. Mersin’de bir devre mülk evim var, oğlum oturuyor. İş derdim yok, sıkıntım yok. Ama çalışmadım mı, hasta oluyorum. Karıncanın canını incitmedim, ama boşuna vakit geçirenlere çok kızıyorum.

Neslimiz, insanlık, bu vatan, İslâmiyet, Alevilik yaşayacak. Eğer Alevilik olmazsa, İslâmiyet de olmaz. Biz, İslâm’ın özüyüz, sözüyüz, gözüyüz.

Adıyaman’da Abuzer-i Gaffar var, bizim köy tarafında ona kavuşamayız, Abdul Vahabi Gazi var, Fadıl yaylasında Hz. Fazlı var... Bunların hepsini gezmişim, onları ziyaret etmek hacdır, diyorum.

Bunlar, bir ömür boyu Peygamber Efendimizle göz göze, diz dize, yüz yüze oturmuş, sadakatli sahabelerdir.

Ömürlerinin sonuna kadar inançlarından dönmedikleri gibi, Hasan ve Hüseyin Efendilerimizi sırtlarında taşırken, sallanan ayaklarını öpüp, yüzlerine süren zatlardır bunlar.

Nasıl bunlara giden hacı olmaz?

 

Malatya civarında hatırladığınız hangi ziyaret yerleri, evliyalar, yatırlar var?

 

Malatya’da, havaalanına giderken, Sultan Yusuf vardır. Büyük zatlardandır, Hünkâr’ın dönemindendir. 13. yüzyıldan bu yana, Seydullah Baba, Zeynel Abidin, Hasan-ı Basri, Kırklar, Ali Baba vardır. Battal Gazi’nin oğlu, Emir Ömer’in kızından doğma Ali Yur Hürzebi vardır. Eski Malatya’da, Kara Baba vardır. Bunlar hep Battal Gazi döneminin şehitleridir.

Eski Malatya’da Hüseyin Gazi vardır. Çöloğlu yolunun üzerinde, Battal Gazi’nin babası Hüseyin Gazi’nin esas mezarı Divriği’dedir. Divriği’nin eski ismi Mamuriye idi. Oranın hükümdarı Mihri Yayın’dı. Kayserin damadıydı. Hüseyin Gazi’yi uykuda yakalayıp, şehit ettiler.

Hüseyin Gazi’nin, Türkiye genelinde 70’in üzerinde türbesi var.

Zeynel Abidin’in de öyle.

Meselâ Nuseybin’de, Kayseri’de, Adıyaman’da iki yerde ve bizim burada var. Eski Malatya, evliya yatağı. Bizim köyde; Şah Ahmet Dede, Teslim Abdal, Derviş Ali, Derviş Muhammet, Deli Kız, Deli Hamza, Yedioğlu, Hasan Emre Dede var. Ziyaret yerlerinin çoğu, eski Malatya’da. Çünkü 7 sefer savaşa girmiş, taş üstünde taş kalmamış, şehit yatağı olmuş. Şöyle bir söylenti vardı; eski Malatya’ya, manevi gözü açık bir derviş gelmiş. Şimdiki havaalanının orada, bir metre yüksekliğinde dikme taş vardı.

Eskiden derlerdi ki; bir kız kirman eğirirken, bu taşı beline sokmuş, getirmiş buraya dikmiş. Neyse, konuya dönelim. Yatma zamanı, misafir kaldığı yerde, abdest bozmaya çıkacak. Ev sahibi kapının önünde bekliyor, bu gelmiyor.

Diyor ki, “Bu, yolu mu kaybetti? Ne oldu bu zavallı dervişe?” Hayli bir zaman geçiyor, derviş geliyor. Dervişi de buraya, İslâmiyet uğruna millete bir şey versin diye göndermişler. Adam soruyor: “Neredeydin Baba Sultan?” “Aman kardeşim, beni buraya getirdiler ya, bu memleketin körü, topalı, delisi kesilmez. Dikme taşta, şehit kanının olmadığı, duru su dökecek bir yer buldum. Nereye dönsem şehit kanı! Ben bunların üzerine abdest bozamam ki” diyor. Yani eski Malatya, şehit kanıyla yoğrulan bir memleket.

 

Şu anda Malatya civarında yaşayan, sevdiğiniz dedeler kimler?

 

Malatya civarında Hüseyin Dede, Gürgür Dede, Hıdır Dede, Celal Dede, Kaynım Mustafa, İsmail Dede ve naçizane ben varım. Yusuf Ağa’nın oğlu Rıza Dede, Tuncelili Nuri Dede, Ağuiçenlerden, Baba Mansurlu, Şair Vahamlı, Ali Seyyid Eli, Alvar’da Karik Musalı var. Kabak Abdal Evlâtlarından var; onların türbesi de var. Burada, bir hayli ocakzade var.

Malatya’nın ilçelerinde, köylerinde, her yerde hâlâ yaşayan dedeler var. Dede köyünün % 80’i Zeynel Abidinlidir. İzoğlu Köyü de İmam Rıza Evlâtlarındandır.

Elazığ yolunun üzerinde Şeyh Aşık vardır, Bağdat’ın Kelhı Mahallesi’nden gelen İmam Rıza soyundan Şeyh Mehmet Kahli Kelhi’dir. II. Murat, sefere giderken bakmış bir derviş, hücrede oturuyor. Dikkatini çekmiş. Selâm vermiş, gelip yanına oturmuş. “Aleyh-is-selâm, oğlum Murat” deyince, “Allah Allah! Benim Murat olduğumu sana kim söyledi, baba?” demiş. “Söyleyene bakma, söyletene bak” demiş. Bu, II. Murat’ın dikkatini çekmiş. Yemek vakti olmuş, oturmuş. Hanımına demiş ki, “Bir tava bulgur pilavı pişir, ayran getir. Ordunun atlarına da bir kalbur arpa, bir kalbur saman getir.” Bunları getirince, askerler gülmüşler. “Baba bu kaç lira?” “Oğlum, siz verdiğiniz kadar verin.” Askerler, bir kalbur arpayı, samanı doldurmuşlar, ama bir türlü bitmemiş.

Bu da II. Murat’ın dikkatini çekiyor. Bir tabak yemek gelmiş, ama bütün asker doymuş, ayran bitmemiş. II. Murat “Baba Sultan, adın ne?” demiş. “Mehmet Kelhi derlerdi, şimdi Şeyh Aşık diyorlar”. “Ne istiyorsun benden? Kaç tane il istiyorsun?” “Ben onların hesabına düşüp, Allah'ımdan, Ehlibeytimden ayrı mı kalacağım? Yok, istemem.” demiş ve II. Murat ne kadar zorlamışsa, kabul etmemiş. Babanın duasını almış, yola çıkmış. Yolda attan düşmüş, ayağı kırılmış. Demiş ki, “Derviş bana beddua eyledi”. Geri dönmüş, karşısına getirmişler. Demiş ki “Baba Sultan, bana neden beddua eyledin?” “Murat oğlum, sen İslâm âleminin liderisin, ben senin payidar olman için dua eyledim. Gittiğin yerlerde zaferler kazanasın, diye dua eyledim. Sana neden beddua edeyim?” Mübarek, elini kırılan ayağına bir sürmüş, bir besmele çekmiş, arkasından bir ism-i azım duası okumuş. Sultan Murat yüz metre kadar koşmuş, bakmış ayağında ne ağrı, ne sızı, ne kırık kalmamış... Gelmiş demiş ki, “Baba ne istiyorsun?” “Yoluna git” demiş. Murat, “Hemen buraların tapusunu yapın, Babaya getirin” demiş. Tapusu yapılmış, babaya getirilmiş.

Dağlı, Abdal Musa’da doğmuş. Veysel Karani’de doğmuş. Ben oraları da gezdim. Türkiye’de pek az yer kaldı gitmediğim. O köyde de İmam Rıza Evlâtları var.

 

Sizi de çok yormayalım ama “Hemen her yeri gezdim” diyorsunuz. Peki, bu kadar değişik ocaklar var; Malatya kökenliler, Tunceli kökenliler var... Baba Mansur, Ağucan, Kureyşan… Abdal Musa dedik... Pek çok ocak var. Peki, ocakların birbirine bir üstünlüğü var mı?

 

Hayır, yok.

 

Ocaklar, On İki İmamlara bağlıdırlar. Dikme dedeler, babalara da değer verelim, her birinin ayrı bir yeri var, diyorsunuz, öyle mi?

 

Bir önemi vardır, ama seyitlik sınıfına giremez. Hizmetinin karşılığında, toplumun içinde itibar kazanır, saygı gösterilir, fakat seyitlik sınıfına giremez.

 

Şecere, seyit olduğunu göstermek için yeterli mi? Yani bir kişinin dede olmadığı iddia edilse bile, şecere ona “Dede” denmesi için yeterli mi?

 

Hz. Ali efendimiz, bir tek cümleyle bunu vurgular; “Huyu olanın soyu olur” der. Eğer bir kişinin huyu yoksa, babasıyla, dedesiyle hiç öğünmesin. Çünkü; evvela sırra nebidir. “Babaya benzeyen evlât, babanındır. Babaya benzemeyen evlât piçtir” der. Yani hiç kimse soyuyla öğünmesin. Soy; büyük bir mertebe, yüce bir makam. Herkes huyuyla öğünsün.

Hz. Ali buyurur ki; “Anadan babadan doğanlar, senin miras kardeşin, ama uzak bir yerden biri geldiğinde, huyu suyu sana benziyor ise, esas senin öz kardeşin odur” der.

Hz. Hasan Efendimiz kan bağını değil, huyu öne sürer.

Huyun yanında ilim, ilmin yanında hürmet olacak. Cemiyete, topluma ters düşen kimse olmayacak, kişi verimli olacak, ilimli olacak, seyitliğin manâsı budur. “Ben, şu soydan geldim” diye gurur yapmak, insana ne bir derece, ne de bir makam vermez.

 

Meselâ; “Benim soyum daha üstün, benim ocağım daha üstün...” diyen dedeler var. Bunu yazanlar, söyleyenler var. Buna ne diyeceksiniz?

 

Onlar gaflet içindeler. 80.000 Rum erleri, 90.000 Horasan pîrleri var. Kırklar, üçler, beşler, yediler var. On dört Masum-u Pâk, On Yedi Kemerbest var. Bunların biri diğerine karşı yücelik taslamamıştır.

Bugün, Muhammet Hanifi Hz. Türkistan’da yatar. Kendisi, 80 bin halife yetiştirmiş.

Hoca Ahmed Yesevi Hz. 90.000 halife yetiştirmiş, Hacı Bektaş Veli Hz. 36.000 halife yetiştirmiş, Hz. Ali Efendimiz, İmam Cafer-i Sadık Hz. 250-300.000’e yakın halife, yani âlim yetiştirmiş.

Eğitmek, öğretmek, yetiştirmek için, bunların hiçbirisi kendisini diğerinden üstün kabul etmemiş. Alevilikte de en büyük sadakat; hürmettir, eğilmektir, turap olmaktır. Yani, “Ben falanın oğluyum, filanın oğluyum” dememek lâzım. Öyleyse, benim sinsilenamemde, “Şark-ı garp-ı” diyor. Ceddim Ahmet Yesevi Hz., şark ile garba hizmet ediyormuş.

Bunu 36 Osmanlı padişahı tasdik etmiş, Atatürk tasdik etmiş. Onun yanında ben hiç benzemediğime göre, o davayı kılmaya ne lüzum var? Önce benzeyelim. Fadıllı İbrahim’in külâhını nasıl üç defa tavandaki toy yumurtasına vurduysa, ben de onu vurdurayım da ondan sonra Teslim Abdal’a sahip çıkayım. Doğan Bermek’e dedim ki; “Harun Reşit devrindeki Yahya Bermek’le bir bağlantınız var mı”. (Doğan Bermek ondan sonra “Bizim elimize bir baba daha geçti” demiş) Neyse, “Var dede, sen bunları okudun mu?” “Okudum, benim işim gücüm bu” dedim. Yani bağlantılı olabilir, soy oradan kalkar, buraya gelir. İnsanoğlunun durağı yoktur.

 

76 yaşındasınız. Anadolu’da çoğu yere gittim, dediniz. Hacı Bektaş, Abdal Musa, Hamza Baba gibi anma törenlerine de gittiniz mi?

 

Gittim. Gittiğim yerlerde de bu hususta izaha çalıştım. Engin oldum, turap oldum. Hatta Abdal Musa’da saat 14.00’de beni cemaate götürdüler ki, dedeler yeri hiç görmüyor, göğe bakıyorlar. Orada 4-5 profesör ve bir-iki de sanatçı kız var. Konuşmaya başladık. Sorular sordum. Beni götüren adam dedi ki, “Kalender Dede Malatya’dan geldi”. Soru soruyorsun, dede soruyu cevaplarken havaya bakıyor. “Niye havaya bakıyorsun? Mağrurun hasmı Allah’tır, daim göğe bakarsın, yeryüzüne indiğin yok, gökte bir şey buldun muydu, in sen?” Sonra o sanatçı kızın biri, “Dedeler ne oldu?” dedi. “Böyle bir şey insan için yaratılmamış. İnsan için, sevgi, turaplık, özveri yaratılmış. Kızım, gerekirse yerlere kadar eğilip, senin gibi hanımefendinin pabucunu bile döndürebilirim. Bu benim görevim, sen de hanımsın” dedim.

Siirt’in Baykan Köyü’nde Veysel Karani’ye iki sefer, üç sefer Abdal Musa’ya, Abuzer Gaffar’a çok seferim var. Urfa’ya, İbrahim Hayrullah’a çok seferim var.

Bu muhitten giden olmuştur. 7 Mart 1990’da İslahiye’den 35, Antep’ten 55 km. dağların üzerinde olan Hz. Ökkeş’e gitmişimdir. Büyük sahabelerdendir. Peygamber Efendimizin sağ omuzundaki nübüvvet mührüne Ehlibeyt’in dışında yüzünü süren zattır. Hakkında okuduğum için, kafaya taktım. Antep’te bir emniyet amiri vardı. Ben evlendirmiştim, bana “Baba” derdi. Ona sığınarak gittim, oraya kavuştum, yüzümü sürdüm.

Nereye gidersen git, bir keşmekeşlik var. Allah başta cümlesine, sonra İzzettin’e (Doğan’a), sonra da cümlemize sağlık sıhhat versin ki, bu keşmekeşliği asgariye indirelim. Kimse sazına, sözüne güvenmesin. Özümüze güvenelim. Özde, gönülde, sözde birleşelim. Gelecek neslimize yazık olur, yoksa.

 

Ağzınıza sağlık. Alevilik, cem, ocaklar, dedelik, kendi soyunuz, ziyaretleriniz hakkında oldukça güzel bilgiler, güzel mesajlar verdiniz. Hepsi içtendi, güzeldi. Okuyanlara da mutlaka bir şeyler kalacak. Bu kaseti çözüp, inşallah kitaba ekleyeceğiz. Bir araya gelelim, konuşalım. Yolumuzu sapıtmayalım. Oruçlar, matem önemli konular. Çok teşekkür ediyoruz.

76 yaşınıza rağmen ziyaretlere gidiyorsunuz, çalışmaya devam ediyorsunuz. Yazarlarımızdan bazıları, İstanbul’da oturup kitap yazıyorlar, ama içi boş kitaplar. İki üç tarih kitabını üst üste koyarak kitap yazmak, tek başına önemli değil. Bugün Alevilik yaşıyorsa, bu yolu Aleviliği yaşayanlardan öğreneceğiz. O yüzden anma etkinliklerine, dedelere, ozanlara, aşıklara gideceğiz. Bu yorgunluklara rağmen, huzuru bulacağız. Malatya’ya, Erzincan’a, Ankara’ya, Urfa’ya geleceğiz. Bütün iller dolu dolu.

 

Sözünü kesiyorum, ama bütün dedelere şöyle sesleniyorum: Bir ailede ya da bir köyde, on tane, yirmi tane dede çocuğu varsa, bir araya gelip toplansınlar. Bu özveriyi, dedeliği yirmi otuz kişinin içinden, tam manâsı ile başaracak hangisi ise, onu seçsinler. Dede, talibin içine bilgisiz, ilimsiz giderse, millet bu hale gelir. Gezilerimin çoğunda, çok değişik manzaralarla karşılaştım. Ne Alevilikte öyle şey var, ne dedelikte...

 

Çok sağ olun varolun.

 

Söyleşi: 16.05.1999, MALATYA

 

Not: Uzun yıllardan beri cemler yürüterek gönüller fetheden, birbirinden güzel şiirler yazan, Malatya’da çok sevilen bir insan olan Kalender Topalcengiz Dede 1 Mart 2004 Pazartesi günü (on muharremde), 79 yaşında Hakk’a yürümüştür.

Battalgazi İlçesi’ndeki Zeynel Abidin Ziyareti sırasında, kısa bir süre halka hitap ettikten sonra, kalp krizi geçirerek vefat eden Kalender Topalcengiz, 2 Mart Salı günü doğum yeri olan Elazığ’ın Baskil İlçesi’ne bağlı Tabanbükü (Şeyh Hasan) Köyü’nde toprağa verilmiştir.

 

DEDENİN ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

 

 

Aklım alıp deli eyledin

İnsaf eyle gel sevdiğim

İnci iken pul eyledin

İnsaf eyle gel sevdiğim

 

Yaktın beni kül eyledin

Gözyaşımı sel eyledin

El aleme kul eyledin

İnsaf eyle gel sevdiğim

 

Biçare Kalender aşka düşeli

Dalga gelip boydan aşalı

Yarin ateşine düştüm düşeli

İnsaf eyle gel sevdiğim

 

**

Siyah saçlarına kurban olayım

Saçlarımı beyaz görüp hor görme beni

Girip gönlüme aşkımı anla

Garip bi kesim aşkta gör beni

 

Aşuk maşukuyla kaynayıp pişen

Aşka yanıp yanıp tutuşan

Kumrular gibi gökte ötüşen

Uçup sevişelim orada gör beni

 

Aşka düştüm deli gönül yanıyor

Bülbül gibi yar zülfüne konuyor

Yarin sarayına konmuş duruyor

Sar koluna köleliğe al beni

 

Bakışların bağrımı yakıyor

Aşkına düşeli sinem çakıyor

İki cihan mah cemelde kokuyor

Acı bana ak sinene sar beni

 

Kalender Biçareyi aman sızlatma

Gece gündüz yollarını gözetme

Ne olur gel yollarımı uzatma

Gir gönlüme o sarayda gör beni

 

**

Bir yosmanın bakışına kul oldum

Ne güldü ne güldürdü beni

Bakışıyla yaktı beni kül oldum

Ne söndü ne söndürdü beni

 

İsmini sorayım dedim bari

Çevirdi yüzünü dönmedi geri

Sarmış sinesine al yeşil moru

Ne sordu ne sordurdu beni

 

Benden kaçar kirpiklerin kırparsın

Turna gibi kanadını çarparsın

Yavru şahin olmuş ava çıkarsın

Ne avladı ne avlattı beni

 

Nereye kaçsan seni bulurum

Kabul et kapına kulun olurum

Sen Leyla ben Mecnun olurum

Ne yandı ne yandırdı beni

 

Biçare Kalenderi aman özletme

Gece gündüz yollarını gözletme

Geç kalırsan mektubunu uzatma

Ne yazdı ne yazdırdı beni

 

KERBELA

 

Kurbanın olayım ey deli gönül,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim,

Yar ile yaranın himmeti olsun

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Ahu zar kılma canım, cihan ağlıyı,

Kerbela deyince sema ağlıyı,

Zeynep, Gülsüm, Leyla kara bağlıyı,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Leyla yaşlı gözlerle Ali Ekber’i arıyı,

Gülsüm Alemdar Abbas’ı soruyu,

Süreyya Kasım diye saçın yoluyu

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Sakine sahrada figan eyliyi,

Gelin Fatime matem kurmuş mani söylüyü,

Aşıkların yarası derin inliyi,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Al kanlara boyandı Hazreti Habip Pir,

Hüseyin katında durdu, Nurani Pir,

Ruhsat ver cihanı edeyim mır,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Hür Şehit Şaha destura geldi,

Kardeşini, oğlunu, kölesini yanına aldı,

Kahraman şanını cihana saldı,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Gelin lanet edelim Yezit’in huyuna,

Efradına Ebu Sufyan soyuna,

Nasıl kıydı Peygamberin soyuna

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Kerbela deyince cihan kan ağlar,

Hatice, Fatime çak edip sinesin dağlar,

Asuman karalar giymiş, karalar bağlar,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Zeynel Abidin Kerbela’da çeker çileyi,

Peygamberler ahu zarla seyrederler belayı,

Şahid ol Yarab Kerbela’daki hileye,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

Kalender Biçare bunların Allah’ı var mı,

Hem dini, imanı, vicdanı var mı,

Kavmi Sufyan’ın namusu var mı,

Gel beraber Kerbela’ya gidelim.

 

SİVAS ELLERİ

 

Takkeciler takke takıp yürüdü,

Düşünelim hele bunlar insan mı?

Madımak Otelini duman bürüdü

Düşünelim hele bunlar insan mı?

 

Pir Sultan Abdal’ı orada astılar,

Kerbela’da Hüseyin’i kestiler,

Otuz yedi canı birden yaktılar,

Düşünelim hele bunlar insan mı?

 

Yüreğime sızı düştü bükülür,

Otuz yedi masum nasıl yakılır,

Zalimlerin zulmü nasıl çekilir,

Düşünelim hele bunlar insan mı?

 

Müslümanım diye takke takarlar,

Haya etmez insanları yakarlar,

Sevinçle tepinip çifte atarlar,

Düşünelim hele bunlar insan mı?

 

Biçare Kalender yüreğim yanar,

Yaralı gönlüm Sivas’a döner

Sivas kuzgunları leşe konar,

Düşünelim hele bunlar insan mı?

 

**

Ağlayı sızlayı düştüm yollara

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

Hasretin canevine dert oldu

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Erler pirler cem olmuşlar darına

Hasan Basri Veysel Karani sağında

Hasan Gazi Kaygusuz Abdal yanında

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Teslim Abdal sağ yanında oturur

Derviş Ali Sultan erkân götürür

Yüce taht üstüne geçmiş oturur

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Uçar Suyun yücelerden çağlıyı

Sevenlerin yollarına düşmüş ağlıyı

Senin aşkın ciğerleri dağlıyı

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

Kalender Biçare kapında kuldur

Durdum didarına istersen öldür

Yüküm ağır el aman kaldır

Yürüyelim canlar Abdal Musa’ya

 

**

Dağlar taşlar feryadına dayanmaz,

Can içinde canım ağlar Sakine.

Feryadına felek bile dayanmaz,

Yanar aşıkların bağrı Sakine.

 

Bibin Zeynep zar ile seni arar,

Çarkı felek sensiz hüzünlü döner,

Sahralarda Zeynep yavrusun sorar,

Aşıkların derman diler Sakine.

 

Sakine deyince melekler ağlar,

Seven muhiplerin karalar bağlar,

Dertli bibin Gülsüm sinesin dağlar,

Derman istemeye geldim Sakine.

 

Lanet olsun ol Yezidi Pelide,

Ömer Nasa İbni Ziyad Velide,

Onlara uyan haramzade Pelide,

Kesme eteğinden elim Sakine.

 

Kalender Biçarem derdime derman,

Kapında mecnunum halıma ferman,

Bilirim sendedir dertlere derman,

Bendeni kapından kovma Sakine.

 

Hanedanı Mustafa’nın Aşkına

Hanedanı Mustafa’nın aşkına

Derde düştüm derman dilerim sizden,

Ali ile Muhammed’in aşkına

Derde düştüm, derman dilerim sizden.

 

İmam Hasan’dan imdat dilerim,

Şah Hüseyin’in kapısında inlerim,

Zeynal Abidin’den mürüvet dilerim,

Dertlerime derman dilerim sizden.

 

Muhammed Bakır’ın gıtmırı olsam,

Caferi Kazım’ın darına dursam,

Şahı Horasan’ın didarın görsem,

Derde düştüm, derman dilerim sizden.

 

Şah Taki’nin kapısında sızlasam,

Ol Naki’nin mürüvvetini gözlesem,

Askeriden medet mürüvet dilesem,

Derde düştüm, derman dilerim sizden.

 

Mehdi kılıncını eline ala,

Münkire hışm ile kılıncını çala

Biçare Kalender muradın ala,

Derde düştüm, derman dilerim sizden

Yorum ekle


Güvenlik kodu
Yenile