KUTLUAY ERDOĞAN
KUTLUAY ERDOĞAN
(SEYİD GARİP MUSA OCAĞI- KARS - SARIKAMIŞ MERKEZ KÖYÜ ASBUĞA - YAZAR)
AYHAN AYDIN
Uzun yıllar bir eğitimci olarak Anadolu’da hizmet yürüten Kutluay Erdoğan özellikle ocaklar ve Alevi dedeleri üzerine yapmış olduğu çalışma ve makalerle tanınıyor. Ben de aynı şekilde Erdoğan’ın bu konulardaki görüş ve düşüncelerini toparlamaya çalıştım kendisiyle yaptığım söyleşide.
Alevîlik / Bektaşilik sizce nedir?
Arapça dil kaidelerine göre “Alevî” kelimesi Hz. Ali’yi sevmek ve taraftar olmak anlamında kullanılmıştır. Farsça ve Arapça’da yer ve özel isimlerin sonuna (İ) nisbet eki getirildiğinde “o yöreli” veya “ona mensup” anlamında örneğin; Horasanlı (Horasanî) gibi; özel isimlerin sonuna gelirse “taraftar anlamını” örneğin; Bektaşî (Bektaş yanlısı) anlamını verir. Eğer özel isimlerin sonu sesli harfle biterse: Mevlevî (Mevlana yanlısı) veya tarikatından, Alevî Ali yanlısı anlamında, Ali’yi seven, sayan ve taraftar olandır.
Hz. Muhammed’in vefatından sonra, hilafet sorunu nedeniyle Müslümanlar arasında bölünmeler oldu. Hilafetin Hz. Ali’ye vasiyet edildiği iddiasında olanlar “Şia”, Ebu Bekir ve diğer halifelerin taraftarına da “Sünnî” adını verdiler. Bu bölünme siyasi ve ideolojikti. Çünkü, Arap yarımadasındaki insanların sosyal yapıları birbirlerinden farklı değildi. İslamiyet’in etkin duruma gelmesi ile göçebe (Bedevi) ve ticaretle uğraşan Araplar dört halife döneminde Suriye, Irak, İran, Mısır ve Orta Asya’ya kadar yayıldılar, zengin yerler zaptettiler. Ganimetler elde ettiler. Zenginleştiler ve saraylarda oturur oldular. Bir taraftan bu doymak bilmez bencil ve çıkarcı Araplar, diğer taraftan inançlı insanlar muhtaç olanla lokmasını paylaşanlar. Bir tarafta zevk sefa, işret ve şefaat düşkünleri diğer tarafta kendini Hakk’a teslim edenler. Durum şeytani ve rahmani taraflar arasında çatışma halinde idi. Hudutlar durmadan genişledi. Çeşitli ırk ve dine mensup kavimler Arap âlemine katılıyordu. Hz. Muhammed’in ölümü sonrası, hilafet meselesi ile fitne git gide büyüdü. Haşimilere ve Hz. Muhammed’e karşı Ümeyyeoğullarının kin ve intikam duyguları Hz. Osman’ın öldürülmesi ile yeniden ortaya çıktı. Bu cahil insanların içindeki kiri İslamiyet dahi temizlenmemişti. Hz. Ali’nin hilafeti sırasında isyan ederek biat etmeyen Ebu Sufyan oğlu Muaviye, Sıffin Savaşı sonunda İslamiyet’i daha da parçaladılar. Bu cahil insanlar dünya malına tamahla, İslâm dininin faziletini anlamadıkları gibi, suçsuz insanları kanları ile amel defterlerini doldurmuş oldular.
Alevîlerin Ali sevgisi içinde “Ehl-i Beyt” sevgisi vardır. Bu kelime ev halkı anlamında kullanılırken, Alevîler ise Hz. Muhammed’in evi ailesi anlamında kullanmışlardır. Bu ocak; Hz. Muhammed, damadı ve amcası oğlu Ali, sevgili kızı Fatma, torunları Hasan ile Hüseyin’dir. Bu ocaklıları, Peygamberimiz şevkatle himaye ederdi. Bu insanların uyudukları bir sırada Hz. Muhammed abasını üzerlerine örttüğü için; “Al-i Aba” veya peygamberin abası altındaki kişiler anlamında da kullanılırdı.
Bu deyimler Alevî - Bektaşi edebiyatına geçmiştir. Ayrıca, Peygamber’in soyunun kölesi anlamında “Abdal” kelimesi ile de ifade edilmiştir. Bektaşilerce ikrâr ceminde talibin sırtına sağ eli ile üç defa “Allah, Muhammed, Ya Ali” diye vurur. Bektaşilere bu nedenle “Pençeliler” deyimi de kullanırlar (Pençe-i Al-i Aba). Ehl-i beyt’i sevenlere “Güruh - u Naci” adı da verilir. Bu ad Peygamberimizin adlarındandır.
Alevîler Ehl-i Beyt’i sevenler ve sevmeyenler diye ayırırlar. Sevenleri “Tevellâ”, sevmeyenlerden de nefret edip, onları lanetleme anlamında “Teberra” deyimini kullanırlar. Bu örnekler nefeslerde, “Al-i Ali’yi eyle tevelli - söylemeyene söyle teberri” Cemlerde ise Dede talibe; “Muhammed - Ali’nin ve Ehl-i Beyt’inin sevdiğini sevip tevella, sevmediğini sevmeyip teberra ettin mi?” diye ikrâr verdirirken tekrar ettirir. Bu sözü tutmayanların sözlerinden dönmüş olurlar. Alevî - Bektaşiler’de bu bir ölçüdür.
Alevîler, İmam Cafer üs Sadık mezhebine mensupturlar. İslâmiyet içindeki inançlarını “İmam Ca’fer Buyruğu” doğrultusunda tarikat ağırlıklı olarak icra ederler. Bu buyruk doğrultusunda “Abdal Musa Lokması, Görgü Cemi, On iki Hizmet Cem’i ve diğer hizmetleri usul ve erkânınca yürütenlerin başında Dede gelir. İcranın başı olduğu için Dedeye “Sercem” de denir. Dede olmadan cemaat kendi başına dinsel toplantı yapamaz.
Dedelere, Hz. Muhammed’in soyundan geldiğine inançla, saygı ile bağlıdırlar. Dedelerin bağlı bulundukları ocakların Ehl-i Beyit’ten olduğuna dair ellerinde secereleri vardır. Bu kutsal saydıkları şecereler ve icazetler babadan oğlu devam eder. Ellerindeki icazetlerin Erdebil veya Hacı Bektaş Dergâhı çıkışlı olduğu gibi padişahlar tarafından verilen emr-i şerifler de vardır. Bazı şecereler de Hz. Adem’e kadar sürdürülen kayıtlı kayıtsız belgelerdir. Bazıları da Kerbela’dan onaylıdır.
Müslümanlıktan önce Türkler yer, gök ve benzeri natural inançlı Tanrılara tapınma biçimleri vardı. Baksı, Kam ve Şaman adını verdikleri din adamları törenleri yönetmekteydi. Daha sonra her varlığın bir ruhu olduğuna inançla “Ruhlar Dini” adını verebileceğimiz Türk Paganizmi doğdu. Kötü ruhların gazabına uğramamak için koruyucu ruhlara sığınma başcıl inançları oldu. İnançlarına göre koruyucu ruhlara sembol olarak seçtikleri, “Töz ve Ongun” ları vardı. Kartal, doğan, şahin, güvercin, kurt vb. hayvanlarda bu yaratıcı ruhu bulduklarından boylarına Sarıkeçili, Karakeçili, Akkoyunlu ve Karakoyunlu gibi isimlerler verdiler inançlarından ve törelerinden bir şey kaybetmeden, şiirlerle nefeslerle ifade ettikleri ruh yapılarını İslâmiyet içinde de devam ettirdiler.
İran - Horasanî uygarlıkların yoğunlaştığı, değişik dinlere ait inançların karışıp kaynaştığı bir yerdir. Bu din ve inanç mozayiği içinde tasavvuf cereyanı da gelişti. Türklerin Müslümanlığı kabulüyle de bu yöre tasavvuf cereyanının merkezi durumuna geldi. Pir-i Türkistan namı ile bilinen Hoca Ahmet Yesevî, Türk - İslâm düşüncesinin önderi oldu. Yesevilik Horasanda yaygınlaşırken zorunlu göçler aracılığı ile Anadolu’ya taşındı. XI. ve XIII. yy. da Türklerin Anadolu’ya gelişi ile gelenek ve göreneklerinden çok şeyler getirdiler. Gelişleri ile Anadolu’yu Türkmen töresince Müslümanlaştırmak istediler. Bu süreç içinde kendileri de Anadolulaştılar. Böylece Türkler Müslümanlığı kabul ederken İranlı Şii’den ve Arap Sünni’den farklı olarak benliklerini korudular. Anadolu Alevîliğini oluşturan bu insanlar, Asya’da kopuzu ile çalıp söyleyen Şaman, Baksı ve Kam’ın yerini İslâmiyeti kabulü ile (Seyyid) dede, baba, şeyh veya ata gibi dervişlere bıraktılar. Yahut da Müslümanlıktan önceki din adamları Müslümanlığı kabul etmekle birlikte Şamanken, Kam veya Baksı iken dede, baba veya derviş oldular. Aynı töresel inançla halk bu önderleri kabullenerek bağlandı. Horasan’dan Anadolu’ya gelen Yesevî dervişleri açtıkları tekke ve zaviyelerde oluşturdukları ocaklar birer tarikat şeklinde örgütlenmeye başladı. Horasan Erenleri, erleri veya Tahtakılıçlı dervişler adı ile anılan Dede Kargın, Abdal Musa, Baba Mansur, Gözü Kızıl, Seyit Resul, Garip Musa, Ağu içen (Ağuçan) ve benzeri dervişlerin mensup olduğu ocaklar soy ocaklarına dönüştü, Anadolu Müslümanlığının da temelini oluşturdu. Bu ocakların bir kısmı batı da Hacı Bektaş Dergâhı’na, doğudaki ocaklar da Erdebil Tekkesine bağlandılar. Oğuzlarda olduğu gibi (Üçoklar, Bozoklar) federe ve konfedere duruma geldiler. Bu ocakların temsilcileri Seyyid soyundan olsalar bile federe yapıları içinde “el aldıkları” Erdebil veya Hacı Bektaş Dergâhı’nda eğitilirlerdi. Bu dergâhlarda çile çekip temsil yeteneğine sahip olduklarına kanaat getirilen ocaklılara icazetleri veya halifelik beratları verilerek Anadolu’nun gerekli görülen yörelerinde tekke açarak hizmetlerini sürdürürlerdi. Bu nedenle Alevîlik Horasan’da doğdu, Anadolu’da kemâle erdi. Alevîler İmam Ca’fer Sadık mezhebine mensupturlar. İran Şiiliği, ile karıştırmamak lâzımdır. Çünkü İran Şiiliği koyu şeriat yapısı içinde Zerdüştlük’ten etkilenmiştir. Anadolu Alevîliği ise Türk tasavvuf düşüncesinin ve paganizmin etkisi ile Asya da geliştiği, Anadolu’ya taşınırken de o yörelerin inançlarından etkilenerek bir inançlar mozayiği ortaya çıkardığı görülür. Alevîliği Anadolulaşmış Müslümanlık olarak görebiliriz. Anadolulaşan Türk, Müslüman kabul ettiği İslâmiyet’i milliyetine adapte etmiştir.
Bektaşilik ise Anadolu da gelişen inanç mozayiği içinde yer alan tarikatlardandır. Bu tarikata Sünni inançlı insanlar da ikrâr vererek girebilirler. Alevî ocakları da bir tarikat niteliği taşır. Uygulamalar tarikat ayini sayılmaktadır. O halde Alevîlik Erdebil ocakları ile Hacı Bektaş Dergâhı’na bağlı ocakları da içine aldığına göre, Alevîlik dinî bir partidir. Veya Şii mezhepler grubunun Anadolu da oluşturduğu addır.
Bektaşilik, Türk din inançları ile Müslümanlığı kaynaştıran, tasavvufi olarak ifade eden, halka kadar inen, kültürü dili ve duyguları ile ulusal yapıyı koruyan, akla ve bilime değer veren tarikatlardandır.
Bektaşiliğin Türk halkı arasında yayılmasına sebep, Bektaşî babalarının halktan gelmiş olmaları, halk gibi sade ve basit hayat yaşamaları ve onların duygu ve düşüncelerine tercüman olmalarıdır.
İslamiyet Öncesi Türk İnanç ve Kültürünün Alevîliğe, Bektaşiliğe etkileri nelerdir? Türk Töresinin de Alevîliğe ve Bektaşiliğe etki eden somut örnekler nelerdir?
Bu sorunuzun cevabını az da olsa birinci sorunuz içinde cevaplamaya çalıştım. Daha detaylı açıklamaya çalışacağım; Müslümanlıktan önce, Asya’nın muhtelif bölgelerinde yaşayan Türkler arasında “Gök Natural ve Yer Natural” inançlara tapınma biçimleri vardı. Din adamları dinsel törenleri yönetirdi. Değişik boylar arasında bu din adamlarına Şaman, Kam veya Baksı adı verilirdi. Şamanlar daha etkin olduğu için bu inançları Şamanlık altında toplayabiliriz.
Asya bozkırlarında konar göçer bir hayat tarzı sürdüren Türkler için, gök, dağ, ovalar, ırmaklar, ağaçlar kutsaldı. Savaşların oluşu ve ticaretin gelişmesi ile Çin, Hint ve İran kültür ve inançları ilişkiler sonucu (Budizim, Manihezim gibi) boylar arasında yaygınlaştı. Düşünce ve kavramlar çok yönlü gelişti. Her canlının bir koruyucu ruhunun olduğu noktasında “Türk Paganizmi” oluştu. Bu bir tür ruhlar dini idi. Kötü ruhların gazabına uğramamak için koruyucu ruhlara sığınma başçıl inanç oldu. Her boy veya ailenin kabul ettiği “Töz ve “Ongun” adını verdikleri ve sığındıkları sembolik ruhlardı. Örnek olarak kutsal sayılan hayvanlardan; turna, şahin, kartal, güvercin, kurt, koyun, at vb.’leri gibi. Bu semboller daha sonra kurulan devletlere ve boylara isim olmuştur. Örneğin; Karakeçili, Sarıkeçili boyları ile Akkoyunlu, Karakoyunlu Devletleri gibi. Menkıbevi olarak yaşatılan bu inançlar Müslümanlık içinde de sürdürülmüştür. Hacı Bektaş-i Veli’nin Anadolu’ya güvercin donunda (kılığında) geldiği, Gözcü Karaca Ahmet Sultan’ın onu şahin kılığında karşıladığı inancı yaşatılmaktadır.
Ruhlar dini haline gelen Şamanlık ayinlerini din adamları idare ederdi. Herkes şaman olamazdı. Babadan oğula geçen bu gelenek Alevî dedeliğinde mevcuttur. Herkes dede olamaz, Ehl-i Beyt soyundan geldiğine inanan dedeler ancak bu görevi sürdürebilirdi. Ayinlerde şaman bir aktör gibi hareket ederek, 17 kat gökte Tanrı Ülgen ile buluştuğunu ve konuştuğunu canlandırırdı. Bu ayinler dağ başlarında su kenarlarında veya kutsal ardıç veya kayın ağaçlarının altında yapılırdı. Baharın gelişi, ölüm olayları ve salgın hastalık hallerinde bu törenler tekrarlanırdı.
Eski Türklerden kalan bu inançlar bugün de töresel olarak bazı yörelerde yaşatılmaktadır. Ay ve Güneş tutulmasında Şaman inançlılar kötü ruhları kovmak için davul çalarken, bugün de bazı yörelerde teneke çalınmaktadır. Güneşi ana ve ayı da ata bilirlerdi. Bugün de ay için halk arasında “ay dede” deyimi kullanılır. Ay ve Güneş hakkında da mitolojik olaylar anlatılmaktadır.
Oğuzların bir Tanrı, Altaylı Türklerin “Ülgen” dedikleri gök Tanrı inancının doğmasına Semavi dinlerin de etkisi olmuştur. Ruhlar inancına göre en büyük ruh “Tangri veya Çalap” kelimesi ile ifade edilirdi. Dua ederlerken eskiden olduğu gibi bugün de ellerini sema’ya açmaları, ay tazelendiği zaman niyet tutmaları bu geleneklerin yaşadığını gösterir. Mezarların ziyareti sırasında eğilip niyaz etmeler, bulunduğu toprağı almaları (Cüher olarak), çaput bağlamalar, göçerlerin mezarlarını ulularının yattığı ve gök tanrıya yakın olduğu dağ, tepelerine gömmeler ve bu yöreleri ziyaretgâh haline getirmeler, evin ocağını ve eşiğini kutsal saymalar Şamanlığın ve ruhlar dininin Müslümanlık içinde yaşatıldığının işaretidir.
Ruhlar dini dediğimiz Türk Paganizmine inananların “Al” ile “Yeşil” rengi de kutsal saymışlardır. Al ruhunun canlıların kanında mevcut olduğu, kanın akışı ile canlılığın kayıp olduğu inancı ile “Al Ruhu” en büyük ruh olarak görürler. Yeşil de aynı şekilde kutsal sayılır. Bitkilere bu yeşil rengin canlılık verdiğine inanırlar. Al ruhuna dair bugün bazı yörelerde “Al Karıları” örenlerde ahırlarda kadın kılığında bulunur, atların yelelerini örerler şeklinde hikayeleri küçükken dinlemiştik. Bu cinlerin kadın kılığında olduğu, bunu gören bazı kimselerin bunlara iğne batırarak kalıcı oldukları sağladıkları vb. hikayeler... Al bastı olayı da yeni doğum yapan kadınların koruyucu Tanrısı “Umay Ana”yı Hz. Fatma ve “Ülgen Ata”nın da Hz. Ali’nin kişiliğine büründüğü inancını yaşatırlar.
Zamanla Türkler al ve yeşil renklerde inandıkları ruhları sembolleştirdiler. Kanda buldukları bu ruhun en kutsalı Müslümanlık inancına göre vatan için şehit düşen insanın kanı idi. Bu sembolleşmiş olan inanca göre bayraklarındaki al renk şehidin kanı olduğu için aldılar, yine inançlarına göre tanrılaştırdıkları ay ve yıldızı da bu renk üzerine motive ettiler. AL RENKLİ AY - YILDIZLI TÜRK BAYRAĞI böylece doğmuş oldu.
Kırgız Türklerinin eski destanlarından bir örnekle, bugünkü Türk bayrağının doğuşu iddiamızı güçlendirecek olursak; Manas destanında savaştan önce bir çağrışım ve haykırışta “Ala - bayrak, kızıl - tuğ’un dibini yere saçınız, başını göklere yayınız, dalgalattırınız.” Türkler kırmızı yerine “kızıl “kelimesi kullanılmış, Al - Kırmızı ve kızıl bayrak Türk milletinin, binlerce yıllık bayrağıdır. Türk bayrağında yer alan ay ve yıldız içinde, Kuzey Türk destanlarında: “Ayla bir yıldız çıkar, nasıl gökte parlarsa, ben ise yerde parlarım” dizesinde “Ay kaşında bir yıldız” sözü, bugünkü ay yıldızlı bayrağımız için de çok önemlidir
Türkistan’da Türkmen aşiretleri “Kızılbörk” giyerlerdi. Bu kıyafetlerini Anadolu’ya da taşıdılar. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Orhan Gazi’ye kardeşi Alaattin Bey, Osmanlı askerinin kılık - kıyafetinin belirlenmesi ve Anadolu aşiret askerinin giydiği “Kızılbörk”ten ayırt edilmesi için “Akbörk” giymelerini önerdi. Yeniçeri Ocağı’nın Piri sayılan Hacı Bektaş-i Veli ve onun neslinden gelen Seyyid Ali Timurtaş ile elbise ve diğer kisveler hakkında istişare ederek müsaade alındı. Osmanlı askerinin Akbörk giymeleri bu zamandan kalmadır. Anadolu’da Türkmen aşiretleri kızılbörk giymeye davet ettiler. Bu inançlar ruhlar dinine dayalı “Al Ruhu” ile ilgili Şamanlıktan kalmadır. Şehirleşerek yerleşik hayata geçen Türkler medreselerin etkisi ile törelerinden koptular. Araplaştıkça, töresini muhafaza eden Kızılbörklü Türkmenlere kötü gözle bakmaya çalıştılar. Çarşıda, pazarda, düğünde, dernekte ve cemlerde kadınlı erkekli bir arada bulunmaları yadırgandı. Kızılbörklü Türkmenlerin, inançlarını Alevîlik içinde sürdürmeleri yüzünden Sünnilerce “Kızılbaşlık”la damgalandılar. Alevîlerin Cem Ayinlerinde ana - bacı tanımadıkları, mum söndü ayinleri düzenledikleri, kestikleri yenmez, namaz kılmaz, oruç tutmazlar şeklinde iftira ve isnatlara muhatap oldular. Bazı yörelerde de: “Kızılbaşlara kız verilmez, canları malları haramdır (Osmanlı fetvaları), kızılbaş köyünden geçen sudan her kim ki arazisini sularsa alacağı mahsulün mekruh olacağı, Alevînin verdiği para ile inşa edilecek camide namaz eda edilemeyeceği, yüzlerine bakarsanız yüzünün nurunun gideceği vb. isnatları yörelere göre çoğaltabiliriz.
Alevîlere Kızılbaşlık isnadı Yavuz Selim zamanında yoğunlaşmış, Osmanlı Devleti merkezi idareyi güçlendirmek için tıpkı İran Selçuklularında olduğu gibi devşirmeye önem vermiş ve bir noktada da Bizanslılaşarak töresinden kopmuştur. Töresel yapısını koruyan Türkmenler, Erdebil Ocaklılardan Şeyh Cüneyt’in etkisinde kalarak doğuya yönelmişler. Torunu (Cüneyt’in) Şah İsmail ise Anadolu aşiretini etkisi altına almak için Yunus Emre’ye benzer şiirler söyleyerek, “Şah Hatayî” mahlasını kullanmış ve kurtarıcı gözü ile bakılmaya başlanmıştır. Sonuçta Türk toplumu iki Türk hakanı karşısında bölünmüş ve Çaldıran Savaşı Alevî - Sünni savaşına dönmüştür. Bunu kisvelerine dayalı olarak da ifade edersek Akbörklülerle, Kızılbörklülerin savaşıdır. Şah İsmail’in Erzincan’a kadar gelmesi, Anadolu Türkmen aşiretini başına toplaması Osmanlıları tedirgin etmiş ve dönme Hırvat, Sırp vb. (dönme) komutanlarca Anadolu uzun yıllar katliamlara neden olmuştur. İranlı Farsların Zerdüştlükten, Mazdek, Babek ve Karmatilerden kalma töre dışı isnatları Alevîlere yüklenerek toplumu Alevî ve Sünnî diye ikiye bölmüştür. Alevîler de Sünnîleri “Yezitlik”le itham etmişlerdir. Yezit Emevi halifesi olduğu sırada kendisine biat etmeyen Hz. Hüseyin ve yakınlarını zorlayarak, Kerbelâ yöresinde susuz bırakarak şehit etmesi sonucunda ortaya çıkmıştır. Her Sünnî, Yezid’in bu uygulamasını kabul etmez. Bunlardan birisi de İmam Hanefi’dir. Yezitlik yukarda da açıkladığımız gibi Alevîlere her türlü isnat ve iftirayı yapan insanlara denmektedir. Yezitlik aynı zamanda bir fikri ve isteği kabul ettirmek için yaptığı zulüm ve işkencedir (Faşistik). Bu insanlar, Kahramanmaraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta insanları yakarak Muaviye ve Yezid’e layık olduklarını göstermiş, suçsuz insanların kanı ile amel defterlerinin doldurmuş insanlardır.
Türkler her türlü isnat ve iftiralara rağmen, törelerini Müslümanlık içinde devam ettirdiler. Evlerinin ocağı ile eşiği kutsal sayıldı. Karı - koca eşitliğine dayalı ocağın devamlı tütmesi inancı ile niyaz edilirdi. Daha sonra da “Ocaklar Kültü” oluştu, kutsal sayılan ulu ocaklar ortaya çıktı. Bu ocaklar değişik niyetlerle derdine deva arayan insanlarca ziyaret edilir oldu. Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da yüksek dağlar, tepeler kutsandı. Dağ tepelerine evliya olarak inandıkları uluları gömdükleri gibi, göçerlerin de gömüt yeri oldu. Dağlar bu uluların adları ile anıldı. Örneğin: Kumru Baba, Akbaba, Allahuekber Baba, Gökçe Baba gibi (Kars yöresinde). Dağ başlarının Gök Tanrıya yakın oluşuna inandıkları gibi, göçerliler için nirengi noktalarıydı. Göçerler periyodik olarak bu yöreden geçerken ziyaretlerini eksik etmezler, kurbanlar keserler, canlarına ve hayvanlarına hastalık gelmesin diye de kutsanırlardı. Yerleşik duruma geçen Türkmenler de ilkbaharın gelişi sırasında ekin biçme mevsimi başlamadan önce bağlı bulundukları dedelerin haber salması ile sürülerini alarak bu ulu dağ tepelerine gelerek günlerce konaklarlar, Şamanlık ayinlerine benzer törenlerle kurbanlar keserlerdi. Buraları ziyaret ederler, dileklerinin kabul olacağı,hastaların da sağlıklı döneceği inancı yaygındır.
Anadolu’ya gelen Yörük ve Türkmenler Müslümanlığı kabul etmekle beraber, her türlü tutuculuktan uzak dinî prensipleri uyguladılar. Eski kavmi geleneklerine Müslümanlığı adapte ederek yaşattılar. Ruhlar inancına göre “Ocaklar Kültü” gelişti. Horasan Erleri, Erenleri Tahta Kılıçlı Derviş adı ile anılan: Dede Kargın (Garkın), Seyit Resul, Baba Mansur, Hubyar, Ağuçan, Seyyid Garip Musa, Abdal Musa, Hıdır Abdal gibi uluların soy ocaklarına dönüşmesi ile bu yöreler birere tekke niteliğine dönüştü, türbeleri ziyaret edilerek inançla yöneldiği, derdine deva aradığı ziyaretgâhlar oldu.
Anadolu’da Bektaşiliği de Alevîlikten ayırmak zordur. Bektaşilik de tasavvuftan etkilenmiştir. Alevîlik, Caferiliğin Anadolu’daki adıdır. Bektaşilik nasıl bir tarikatsa, yukarı da saydığımız ocaklar da birer tarikat görünümdedir. Dedeleri vardır, talipleri vardır, birleşen tarafları bir örtü olarak kabul ettiğimiz Alevîliktir. Bugün cem ayinleri birer tarikat ayini görünümündedir. Zaten dedeler de cemlerde ayinleri idare ederken birinci kapı olarak şeriatı, ikinci kapı olarak “Tarikat Hak mı? diye sorarlar” bu nedenle “Alevîliği İslâm dışıdır, kültürdür” diyenler tarikatlaşan ocakların bu oluşumunu görmezlikten gelmektedirler. Nasıl Mevlevilik, Bayramilik, Kadirilik, Rufailik birer tarikat olup İslâm içinde yer alıyorsa Alevî Ocakları da Bektaşilikle birlikte birer tarikattır. Ancak, Alevî ocaklarının iki önemli bağlı bulundukları dergâhları vardır. Hacı Bektaş Dergâhı’na bağlı ocaklar Batı Ocakları, Erdebil Dergâhına bağlı ocaklar da Doğu Ocaklarını oluşturur. Batı ocaklılar “Penceli”, Doğu Ocakları “Erkânlı” diye birbirlerinden ayrılırlar. Bugün Alevî ve Bektaşilerin yaptıkları ayinler tarikat ayinidir. Ancak; Şah İsmail’den sonra Erdebil Ocağı etkisini kayıp etmiş, İran - Fars etkisi ile şeriata yönelmiş ve Doğu Ocakları’nı başsız bırakmışlardır. Doğu Ocaklılar da müstakil olarak yöresel özellikler de etki ederek kapalı bir yapı içinde yaşayışlarını sürdürmüşlerdir.
Alevîler kapalı bir toplum halinde yaşarken, köylerden büyük şehirlerin varoşlarına sağlıksız bir şekilde yerleşerek açık toplum haline gelmişlerdir. Bu hazırlıksız yakalanış sırasında, Allah - Muhammed - Ali üçlemesi ve Ehlibeyt sevgisi ile tabii yapıyı koruyarak tarikata dayalı inançlarını uygularken bazı farklılıkları da yadırgamışlardır.
Türklerin, İslâmiyet’ten önceki töresel yapısını korumuştur. İslâmiyet’i kabulü ile de bu töresel yapısına adapte ederek Anadolu Alevîliğinin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Farslaşmadan ve Araplaşmadan bünyelerini korumuşlardır.
Alevîler, Ehlibeyt sevgisine dayalı bir içgüdüye sahiptirler. Kısaca ifade edecek olursak, topluma karşı sorumlulukların temelinde sosyal içgüdü nispeten değişmez. Bu duruma göre Alevîlik şehirlerimizde ne kadar açık toplum olmaya çalışırsa çalışsın yine kapalı bir toplum olmayı amaçlar. Çünkü savunduğu değerler töreselliğini yansıtan ahlâk ile örtülüdür. Hurufiliğin de etkisi ile İslâmiyet’i “Edeb” kelimesi ile özetleyerek “eline - diline - beline” sloganı ile İslâmiyet’in medeni özünü faziletine yansıtmıştır.
Devrimlerini kendilerine örnek alan Alevîlerin abartılar dışında “demokrasi, laiklik, eşitlik, özgürlük vb. kavramlara daha yakın oldukları söyleniyor.” Bu doğru mudur? Doğruysa bunun nedenleri nelerdir?
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurunca, insan hakları öne çıktı ve fikir özgürlüğü doğdu. Alevîlik de sır olmaktan, saklanmaktan kurtulup benliğini buldu. Bu bakımdan Alevîler Atatürk’e minnettardırlar. Atatürk Devrimi tekke ve zaviyeleri kapattığı sırada Alevî dergâh ve ocakları da kapatılmış ve yasaklanmıştır. Bu duruma karşı Alevîler bu kararı saygıyla karşılayarak; “O ki bizim cem cemaatimizi de tarikattan saydılar, biz de bunu yapmayız” dediler. Bazı yörelerde kırgınlıklar olmuşsa da Atatürk’ün Devrimi ile saltanatı ve hilafeti kaldırması ile Alevîler üzerinden siyasi ve resmî din çevrelerinin kalkması demek olduğundan, son derece rahatlatıcı bir güven ortamı doğmuştur. Alevî - Bektaşilerin demokrasiye, laikliğe, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlara bakış açısı aynen Atatürk ilkelerinde de yer aldığından, tarikata gerek kalmadığı düşüncesi oluşmuştur. Çünkü amaç gerçekleşmiştir. Devir artık feraset devridir; diyen Alevî - Bektaşi Dede - Babaları, posta geçecek evlatların; “Talibine Hü diyeceğine öküzüne ho de” diyerek canla, başla Cumhuriyet Devriminin uygulanış sırasında yardımcı olmuşlardır. Hilafetin ve saltanatın kaldırılışında olduğu gibi, Kurtuluş Savaşı sırasında Padişahın ve din adamlarının kışkırtması ile şeriatçıların çıkardığı ayaklanmalar karşısında Alevîleri bulmuşlardır. Cumhuriyete ve laik demokratik uygulamalara karşı çıkarılan ayaklanmaların hiç birine Alevîler katılmamıştır. Bu durum Alevî - Bektaşilerin, Cumhuriyetçi, laik ve çağdaş demokrat oluşlarından kaynaklanmaktadır.
Uzun yıllar eğitimcilik yapan, müfettişlik yapan birisiniz Anadolu’nun birçok yerini gezdiniz. Mutlaka çok canlı gözlemleriniz oldu. Size buna bağlı olarak birkaç soru sormak istiyorum, Anadolu da halk katında ciddi anlamda Alevî - Sünnî soğukluğu, ayrımı var mıdır? Alevîlerle Sünnîlerin ayrıldıkları noktalar daha çok nelerdir?
Tarih boyunca ayrılıkçı güçler insanlığı çıkarları uğruna böldüler, parçaladılar ve baskı altına aldılar. Değişik bahanelerle kıyamlar düzenlediler. Sindirilmek istenen insanlar da hep kurtarıcı beklediler. Bu nedenle Hıristiyan toplum Hz. İsa’yı, Müslüman toplum da, özellikle Alevî - Bektaşi olanlar, Hz. Muhammed’in torunu İmam Mehdi’ye kurtarıcı gözü ile baktılar. Bu nedenle kurtarıcı olarak ortaya atılan her kahramana Mehdi gözü ile baktı ve çevresinde toplandılar. İşte Atatürk’ü de bu gözle görerek desteklediler.
Bugüne kadar Alevî - Sünnî ayrılığını medreseli hocaların talkınları ile yaşayışlarını sürdüren Sünnî halk Alevîleri yukarıda da bir nebze bahsettiğim iddia ve iftiraları her vesile ile anlatarak kötü tanıttılar.
Öğretmenliğim ve müfettişliğim sırasında bazı tespitlerimi de size aktarmak istiyorum:
Eskişehir Atatürk Lisesi’nde öğretmenlik yaptığım sırada çevre ile ilişkilerim oldukça sıcaktı. Benim bir Alevî - Bektaşi ailesine mensup olduğumu bilen öğretmen ve köylülerle tanışmıştım. Bir bayram da köylerine davet ettiler. Ben de ailece gitmiştim. Bayram ertesi bayramı nerede nasıl geçirdiniz diyen öğretmenlere ben de Mahmudiye’nin Yeşilyurt köyüne gittim deyince Sosyal Bilgiler Öğretmeni S. M. bana, onlar Kızılbaş nasıl oldu da gittiniz? dedi. Diğer bir arkadaş “Siz Çifteler Köy Enstitüsünde öğretmendiniz. Kızılbaşları yakınen tanıdınız. Haklarında çok kötü şeyler anlatılıyor doğru mu” diye sorunca “Evet doğru ya doğru” deyince ben de söze katıldım. “Nereden o yoğurdun bolluğu” deyince bana dönerek yoksa sen de mi onlardansın sorusuna. “Evet ben de onlardanım hem de onların dedelerindenim” deyince çok bozuldu. Özür dileyerek bu sefer “Yeşilyurt Köyü okulun arazisi içinde yakın bir köydür. Bizler öğretmen ve öğrenciler olarak düğünlerine giderdik, geceleri de evlerinde kalırdık” diyerek mahçubiyetini gidermek istedi. Daha sonra da “1942 savaş yıllarında okulumuzda ne gibi eksiklik olursa hep bu köylüler karşılarmış” diyerek de te’vil yolunu seçti.
Müfettişliğim sırasında bir köy ortaokulunu denetliyordum: köyün imamı ziyaretime geldi. Çok hoş sohbet bir zattı. Konuşurken kadrosunun olmadığı, halkın katkısı ile evlerden yiyecek ve yakacak verildiğinden bahsederek, hoca efendiye dedim ki, istersen bu köye çok şeyler yaparsın. Cuma günleri köylüye yolların yapımından, her eve hela yapımından bahsederek yararlı olabilirsin dediğim de, “o tür şeylerden bahsedersem bir dahaki sene tutmazlar. Ben daha çok komşu köylülerle sınır meseleleri vardır. Aynı zamanda bu köylüler Kızılbaştır. Onları kötüledikçe yaman hoca diyerek eteğime sarılırlar” diye hayretimi mucip olmuştu. Peki, siz Kızılbaş dediğiniz insanlar onlara anlattığınız gibi mi? Soruma karşılık da: “Olur mu çok iyi insanlardır. Benim bir asker arkadaşım vardı. Çok iyiliğini gördüm. Dürüst insanlardır.” Dedi.
Başka bir tesbitim de bir müfettiş arkadaşımla ilgilidir. Şöyle ki: bir ilde denetim yapıyoruz. Konuşma sırasında başmüfettiş olan bu arkadaş Yozgat’ta denetim yapıyormuş bir köy ortaokulunu denetime gitmiş. Denetim sırasında köy muhtarı öğlen sırasında tepsiler dolusu börekler, tavuk kızartmasından yoğurduna kadar dolu, dolu ikramda bulunmuşlar. Ayrıldıkları sırada köyden geçerken müfettişimiz şoföre demiş ki: “Bakıyorum da hiç minare falan yok, yoksa bu köy Alevî mi? Şoför de “beyim bu köy Alevî köyüdür.” deyince, “Neden bana söylemedin, bunların ekmeği yenmez” deyince, şoför de “Bey ben diyecektim de korktum. Çünkü siz de esmersiniz, şüphelendim Kızılbaştır diye.” Bu sefer marifet yapmış gibi anlatan bu müfettişe karşı tepkim büyük oldu. “Yazıklar olsun ki seni müfettiş yapmışlar. Üstelik branşın Almanca, yurt dışına da gitmişsin, bugüne kadar da öğretmenliğin oldu, hâlâ kabuğunu kıramamışsın, yazıklar olsun” dedim. Tabii Alevî olduğumu anlamıştır. Daha sonra da şahsın çok enteresan müfettişlikle bağdaşmayan davranışlarına rastladımsa da asla değerlendirme yoluna gitmedim.
Bu soruyu şöyle sonuçlandırabiliriz. Sünnîler İslâmiyet’in şartlarını şekil olarak uygulamakla, Arapça duaları anlamını bilmeden tekrar etmekle kendilerini Müslüman zannederler. Halbuki İslâm’ın şartları imanın güçlendirilmesi için araçtır. O halde Sünnîlerin bu türleri şekilcidir. Alevîler ise asırlardır, Sünnîlerin aşağılamaları nedeniyle camiye gitmemişler, ibadetlerini kendi aralarında icra etmişlerdir. Hz. Muhammed’e bağlılıklarını Hz. Ali ve Ehlibeyt’e gösterdikleri sevgi ile kanıtlarlar. Özü yakalamışlardır. Şekilci değildirler. İbadetlerini dedelerin başkanlığında tarikat ağırlıklı olarak yürütürler.
Asırlardır aşağılanan Alevîler, kıyımlara da uğradıklarından şehir merkezlerinden uzak dağ başlarının seçmişler ve kapalı bir hayat sürmeye başlamışlardır. İbadetlerini töreleri gereği Sünnîlerden farklı uygulamışlar. Bu uygulanış sırasında göçer ve yarı göçer olduklarından eski kavmi adetlerini de unutmamışlar, bu uygulanışların birçoğu İslâm dini ile çelişir olmuşsa da yaşayışları içinde yer almıştır. Örnek olarak, evliya mezarlarının ziyareti sırasında, taş yapıştırmalara, çaput bağlamalar, cüher almalar, mezarları öpmeler hurafe olarak kabul ediliyorsa da Sünnî halk arasında da bu tür uygulamalar vardır. İslâm tasavvufunun piri Hoca Ahmet Yesevi’dir. Horasan’da gelişerek Ön Asya’ya yayılan Türk tasavvufunu anlayabilmek için, Müslümanlıktan önceki inanç ve töreleri de incelemekte fayda var. Her nefeste Hz. Ali ve Ehlibeyt’in oluşu, Türklerin eski din inançlarında yer alan (Ülgen Ata) gök - Tengri yerini Hz. Ali’nin aldığı bazı inançlı Alevî ocakları vardır. tasavvuftaki felsefik inceliği eğitim yetersizliğinden anlamayan göçerli bir Alevî “sen Allah’ın aslanısın ya Ali” diyenlerin yanında “Ya Ali Allah’ın kendisidir” demekle eski inançlarını çağrıştırmaktadır. Hallac-ı Mansur, düşüncesinin anlaşılmaması sonucu nasıl hunharca öldürülmüşse, Hz. Ali de velilik özelliğinin üstünde yanlış değerlendirilmiştir. Bu inanç birbirleriyle ters düşse dahi Allahlık düşüncesi Ali’de olduğu gibi bütün nesnelerde vardır. Allah onlardan münezzehtir. Peygamberler’in ve ulu kişilerin söyledikleri doğrudur. Fakat temel nokta onları anlamamadır. Felsefe ve sosyolojiye dayalı eğitilerek tasavvufa yönelik eğilimlerle bu gizleri çözmek mümkündür. Peygamberler ve ermişler doğru söylerler, gerçeği bilirler. Dinleyenler ise bilgi derecesine göre değişik anlarlar.
Bu nedenle sözlü kültür içinde sürdürülen İslâm öncesi inançların canlı tutulduğu bir ortamda tasavvufa yönelik düşünceler çok basitten anlarlar. Tasavvufta nefsin tutsaklığından kurtulan, kötülüğe iyilikle karşılık veren, herkesi bir görüp seven, cömertlik gösteren, kusurları görmeyen, kızgınlığını yenerek sabreden insanın şahsında belirlenen nurdur. Dört kapıyı, kırk makamı idrak eden insanın şahsında oluşan Allahlık cevheri ermişliğin işaretidir. İşte Bektaşilik’teki sır dediğimiz erişilmez nitelikler yukarda saydıklarımızdır. Bütün dinlerin amacı insanlığa hizmettir. Bu nedenle Alevîlerde “benim Kâbem insandır” demekle ona tapınmak yerine bölücülüğe yer vermeden hizmet etmektir. İşte insanlığa hizmette Peygamberimiz de Hz. Ali de bu özellikleri görerek ona sevgi ile yaklaşımı sevenlerini ve karşısında olanlarını şaşırtmıştır. Bu nedenle Hz. Ali ye “Allahtır” düşüncesi ile yaklaşıldığı gibi aşağılayan ve onun sülbüne Peygamberimizin de şahsında hakaret ve kıyama varması Hz. Ali “Benim yüzünden iki camia cehennemlik olacaktır. Bir bölümü olduğumdan fazla yüceltecek, diğerleri de aşağılayacaktır.” Bu iddiaları ortaya atan Abdullah İbn Sebe, Hz. Ali’nin emri ile yargılanmış tövbe etmediği için de yakılarak öldürülmüştür. Hz. Ali velidir ve Allah’ın aslanıdır sıfatlarına layık bir inançlı Müslüman’dır.
Alevîliğin doğru tanıtılması, Alevî - Sünnî soğukluğunun gi-derilmesi için eğitim olanaklarından nasıl yararlanabiliriz?
Amacımız Türk toplumunun kanayan bir yarası olan Alevî - Sünnî ayrılığının ortadan kalkması için herkesin insanlık noktasında birleşebileceği bir eğitim sistemine ihtiyaç vardır. Şu sıralarda Türk eğitim sistemi öğretime yöneliktir. Öğretilen bilgiler ezberletilerek azmettirilmektedir. Kültüre dönüşerek kişinin bünyesinde güzel alışkanlıklar kazandıracak niteliğe de sahip değildir. Sünnî’nin Alevî’ye ve Alevî’nin de Sünnî’ye bakışı beşikten başlayan telkinlerle gelişmekte, camilerde hoca efendilerin olmuş gibi gösterilen İslâmiyet ve insanlık dışı isnatları ve iftiraları ile büyüyor. Bir Sünnî müspet ilim dahi okusa dogmalar etkisinde kaldığı bu taassup kabuğunun kıramamaktadır. Alevîler’in de her Sünnî’yi Yezidlikle itham etmesi yanlıştır. Kültür seviyesi arttıkça, inceleyen araştıran objektif görüşlü insanlar arttıkça bu etki kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
İster Alevî, ister Sünnî olsun insanın insan gibi yaşayabilmesi için önce aklını kullanabilecek düzeye gelmesi gerekmektedir. Bu nitelikleri ile eğitilen insan kendini tanıma bilincine sahiptir. Öğretiminin eğitimine dönüşmesi kültürdür. Kültürlü insan tartışma ortamından görerek ve işiterek, belgeleri değerlendirerek sonuna varabilir. Dogmalar içinde ezberlediği bilgileri yüklenen insan ise inancı ile doğrulardan taviz vermez. Kendine göre doğru olanları kabul eder ve o bilgilerini tefsirin ile yetinir.
Eğitilen insan bilimsel metotlara dayalı olarak araştırır, inceler, deneyime tabi tutar, sonucu gözler, yanlışlıkları koşullara göre yeniden dener ve irdeler. Alevî ve Sünnî ayrımı yapmadan, “Ehl - Sünnet ve Cemaat” diyerek hiçbir mezhep ve tarikat ortamında kendini gören Müslüman farklı düşünenlere karşı toleranslı davranır. Fikirlerini kabul etmese bile fikrini savunması ortamında saygı duyar. Dogmalarla veya hurafelerle yetişen ve eğitilmeyen insan ise şiddete baş vurmayı kendisi için meşru sayar, cihat ilan eder. Bugün Almanya ve Türkiye, ortamını bulsa kıyam yapmak için bilenen insanlarla doludur. Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve İstanbul’daki olaylar bunun kanıtıdır.
İyi eğitilen insan aklını kaynak ve müspet bilimi rehber yaparak kullanabilen insandır. Aklı kullanılma koşullara belki çoğumuza basit gelebilir. Ancak, yaşantıya geçirmek oldukça zordur.
Türkiye’de kimi Sünni vatandaşlar Atatürk’le başlatılan aydınlanma hareketi, laik ilkesi ile ırk, dil ve mezhep farkı gözetmeden her Türk ferdinin eşit olarak inançları doğrultusunda eğitilmesi Alevî - Sünnî soğukluğunu giderilebileceği düşüncesindeyim.
Okullarda, öğrenci, öğretmenler arasında Alevî - Sünnî meselesiyle ilgili gözlemleriniz nelerdir? Bize anlatabileceğiniz anılarınız var mı?
“Öğretmenlik Tanrı mesleğidir” diyen Hoca Cami, “Gökten yere indirilmiştir. Siz öğretmenler mesleğinizi yücelterek Tanrı katına çıkarınız.” mealindeki bu sözlere dayalı olarak bu sorunuzu cevaplamak istiyorum.
Kars yöresi birçok etnik yapıyı içine alan bir ilimizdir. Ben Karslı olarak Oğuzların Müslümanlığı kabul ettikten sonra Türkmen adını alan Alevî zümresine mensubum. Kars’ta Alevî ismi kullanılmaz, Türkmen dendiği zaman Alevî akla gelir. Kars’ta Azerbaycan’dan ve İran’dan gelen Şii inançlı Azeriler mevcuttur. İlk ve Ortaokulu Kars’ta okudum. Bizleri okul sıralarında, sokakta, sinemada en çok rahatsız edenler bu Şii inançlı Azeriler’di. Onlar da İmam Cafer Mezhebi’ne mensup olmalarına rağmen koyu Şii Fars taassubundan etkilendiklerinden, Kars Türkmenler’in töresel özelliklerini yadırgayarak bizleri “birbirinize karışıyorsunuz katığa batırıyorsunuz” gibi duymadığımız ithamları ilkokul ve ortaokul çağındaki arkadaşlarımızın ithamından öğreniyorduk. Çekiştiriliyor, dövülüyor, yeni bir şey giymişsek kirletmecisine hareketlere uğruyorduk. Ayrıca, “Katığa Batırma” deyimini duymayanlara açıklamak isterim. Eğer mayalayacağınız yoğurdunuzun iyi tutmasını istiyorsa eğer bir Türkmen Alevî, evin büyüğü erkeklik organını mayalanacak süte batırması ile mümkünmüş. Bunu bacak kadar çocuklar, büyüklerinden duyduklarını bize böyle naklettikçe bizler de çok alınır ve kızardık. Biz de onlara “Sizler Hz. Hüseyin’i davet etiniz ve desteklemediniz. Şehit olmasına neden olduğunuz için pişmanlık içinde dövünüyorsunuz ve yaralanarak gösterilere neden oluyorsunuz” derdik.
Yine diğer bir örnekle öğretmenlik yaptığım Eskişehir Atatürk Lisesinde Tarih Dersi okuttuğum bir sınıfta konumuz İslâm Tarih’inden Emeviler döneminde Kerbelâ olayı idi. Konuyu sorulu cevaplı açıklarken Yezid’in kişiliğinden, İslâmiyetle ilişkisinden bahsederken “Babasını çok iyi tanıdığım, okulu ve öğreteni seven Ali Akyol Dede’nin oğlu Mazlum (İstanbul da Bakırköy Vergi Dairesi Md. İken emekli) parmak kaldırdı. Hocam “Yezit çok kafirin kafiri idi” aynen bu aksanla ifadesi çocukları ve beni de güldürdü. Daha sonraki derslerde arkadaşları hep bu cümleyi tekrar ederek takılırlardı. Müfettişliğim sırasında da İstanbul Sağmalcılar tarafında bir lisede denetim yapıyorum. Karadenizli 28 yıllık olduğunu öğrendim erkek Tarih öğretmeninin dersini izlerken öğretmen Sıffın Savaşını anlatmaya başladı. “Bir tarafta Müslüman orduları diğer tarafta da Ali’nin orduları deyince, öğrencilerden birisi parmak kaldırarak “Hocam Hz. Ali Müslüman değil mi?” deyince olayın çok kötü olacağını tahmin etmiş olacağım ki müdahale ettim ve söz alarak her iki tarafın da Müslüman olduğunu açıklamam üzerine müfettişliğin verdiği etki ile öğrenciler de yatışmış oldu. Dersin sonunda koridorda öğretmenim siz ne yaptınız, büyük bir skandala neden oluyordunuz, bir tarih öğretmenine böyle bir beyan yakışır mı; bir dil sürçmesi olarak kabul ettim yoksa soruşturma açacaktım. Dedim ve özür diledi, ayrıldım. Daha sonra okulun denetim sonu toplantısında söz alan bu öğretmen “Ben 28 yıllık öğretmenim. Büyük bir yanlışlığımı ve yanılgımı müfettişimiz anında müdahale ederek hallettiği için kendisine huzurunuzda teşekkür ederim, diyerek tamamlamış oldu. (Bu misalleri çoğaltabiliriz)
Sizce Alevî Dedeler kimlerdir? Alevîlik için dedelerin önemi nedir?
Alevîler, İmam Cafer Sadık Mezhebine mensupturlar. İslâmiyet içinde yer alan inançlarını “İmam Cafer Buyruğu” doğrultusunda tarikat ağırlıklı olarak uygularlar. Bu buyruk doğrultusunda Abdal Musa Lokması, Görgü Cemi, On iki Hizmet Cemi vb. ayinleri usul ve erkânı ile yürütülenlerin başında Dede gelir. İcranın başı olduğu için dedeye “Sercem” de denir. Dede olmadan, cemaat kendi arasında dini bir toplantı yapamaz, inançları buna engeldir.
Alevîler, dedelerin, Hz. Muhammed’in soyundan geldikleri. Hz. Ali’nin sülbünden İslâm alemine yayıldıkları inancı ile saygı ile bağlıdırlar. Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma ve Hz. Ali soyundan gelen dedelere “seyyid ve şerif”(efendi) namı ile Selçuklu ve Osmanlılar döneminde Ehl-i Beyit’ten gelen bu insanlara karşı saygı duyulmuştur. Bunların her birine sahih nesep olduklarına dair soy kütüğü düzenlenmiş, ellerinden “Emr-i Şerif” lere dayalı olarak da vergi ve rüsümden uzak tutularak korunmuşlardır. Yıldırım Beyazid döneminde de “Sâdât Nikabeti” adı ile bir daire kurularak seyyidlerin işleri ile ilgilenilmiştir. Bu dairenin başına getirilen başkana Nakib’ül Eşraf adı verilir. Osmanlı topraklarında yaşayan ne kadar seyyid varsa kayıtları “Seceri Tayyibe” adı verilen defterlere kayıt olurdu.
İslâmiyeti törelerine adapte ederek yayan bu sofilere karşı saygılı davranan devlet büyükleri Türkler arasında ayrılığa ve mezhepçiliğe de meydan vermediler. Horasan yöresinde Hoca Ahmet Yesevi’nin etkisi büyüktü. Bu yörelerde ozan olarak toplumun gözü, kulağı ve dili olan, ayinler idare eden, din inançlarını, destanlaşan kahramanlıkları şiirle anlatan, kopuz çalıp söyleyen Şaman, Kam ve Baksı gibi din adamlarının yerini, İslâmiyet’i kabulü ile dede, baba, ata ve şeyh gibi dervişlere bıraktılar. Veya Müslümanlıktan önceki dini adamları, Müslümanlığı kabul etmekle birlikte şamanken, baksı ve kam iken dede, baba veya derviş oldular.
Dedesiz Alevîlik olmaz. Her Alevî ocağı tarikat töresince usul ve erkanı sürdürür. Dede olmayınca cem yapılmaz, görgü olamaz ve diğer hizmetler yürütülmez. Dede cemin başıdır. Ona saygı duyulur. Bu uluların mezarları ziyaretgâh haline getirilir. Yatır adını da verdiğimiz bu yerlere doğa üstü gücü olduğuna inançla bağlanılır, adaklar ve kurbanlar kesilir, niyazlarını da eksik etmezler.
Anadolu Alevîleri daha çok ocaklar bazında inançsal kimliklerini sergilemektedirler. Alevîlikteki ocak kavramı nedir? Kökleri neye dayanır? En önemli Alevî Ocakları hangileridir?
Ocak, Türklerin ruhlar inancı doğrultusunda kötü ruhların korkutulması için ateşin yapıldığı yerdir. Anadolu’ya gelmeden önce Türkler yer, gök tanrılarına tapınmaktaydılar. Ruhlar dini inancı doğrultusunda boylar arasında “Ocaklar Kültü” doğdu. Tüten ocakların koruyucu ruhuna inançla, yakılan ocağın hiç sönmemesi ilke olmuştur. Türkler’de kargıç olarak “Ocağın sönsün”lafı, yuvan dağılsın anlamındadır. Yine Türkler arasında, “Ataşa Gelesin” deyimi de sönen ocağı yakmak için komşuya gitmesi uğursuzluk sayılır. Ateşinin yani ocağının sönmesi uğursuzluktur. Yuvasının dağılacağına işarettir. Hatırladığım kadarı ile doğduğum Asbuğa köyünde annem ateşi söndürmeden, ocağın külünü aralar, korlar arasında “Ateş tezeği” dediği tezeği koyarak üzerini küller ve sabahleyin ilk ocağı bu ateşle tutuşturmak olurdu.
Ocaklar Kültü doğrultusunda giderek gelişti, kutsal saydıkları uluları Horasan Erleri, Erenleri Tahta Kılıçlı Dervişleri diye bilinen Dede Kargın, Abdal Musa, Geyikli Baba, Garip Musa, Seyid Resul, Ağuiçen, Karadonlu Can Baba, Hıdır Abdal, Zeynel Abidin gibi sayısını arttıracağım soy ocaklarına dönüştü. Bu yörelerde tekkeleri ve türbeleri inançla yönelenlerin derdine deva aradığı yer oldu. Bu ocakların kökleri inanışlara göre ve ellerindeki şecerelerine göre İmam Musa Kazım ve İmam Hüseyin soyunu takiple Hz. Muhammed’e kadar gider. Bazı ocakların Hz. Ademe kadar soy kütüklerinin olduğuna dair sakladıkları ve kutsal saydıkları ceylan derilerine yazılı şecereleri vardır. Bazı ocaklar da Kerbela’dan aldıkları kayıtları esas almaktadır. Bu ocakların iki büyük dergâhından birisi Hacı Bektaş-i Veli’nin ebedi ıstiratgâhı olan Hacı Bektaş diğeri de Şah İsmail’in mensup olduğu Erdebil Ocağı’dır. Doğu Ocaklarının büyük bölümü bu ocaktan icazetlerini alarak cem - cemaat yürütürlerdi. Erdebil ocağının Şah İsmail den sonra İran - Fars etkisi ile şeriata yönelmesiyle başsız kalan bu ocaklar, bağımsız olarak hareket ettiler. Diğer ocaklar da Hacı Bektaş Dergâhına bağlanarak usulünce hizmetlerini sürdürerek icazetlerini veya halifelik mertebesine gelenler de halifelik beratlarını alarak mensup oldukları ocakların yöresinde hizmetlerini yürütürler.
Seyyid Garip Musa ve onun ocağı, ona yazılı şiirler vb. konularında araştırmanız var. Kimdir Seyyid Garip Musa?
Anadolu Alevîlerine dedelik eden seyyidlerden Garip Musa’nın Divriği Alan yöresinde Güneş Tekkedeki türbesi önemli ziyaret yerlerindendir. Ehl-i Beyt’tendir. Yedinci İmam Musa Kazım’ın kırkıncı evlatlarından olduğu, Emevi ve Abbasi baskı ve zulmüne dayanamayan bu imamlar taraftarı olan Araplar’la birlikte doğuya sürülmüşlerdir. Bu insanlar huzuru Türklerin arasına karışarak bulmuşlar. Zamanla da asimile olarak Türkleşmişlerdir. Daha sonra Moğol baskısı ve kıyımına dayanamayan Türkler’le birlikte Anadolu’ya göçmüşler. Garip Musalı dedeleri bir seyyahın günlüğünden öğrenebiliyoruz. Claviyo adlı bir seyyah Trabzon Erzurum yolu ile Semerkant’a gitmektedir. Erzurum’dan Sarıkamış’a gelir ve Deliler köyünde Alevîlerin pirleri ve uluları olan Garip Musa Ocağına misafir olur. Anadolu seferini yapan Timurlenk’in de 1400 yıllarında aynı tekkeyi ziyaret ettiğini Cilavio’dan öğreniyoruz. Timur’dan sonra Karakoyunlu Kara Yusuf kayıp ettiği toprakları almak için harekete geçtiği sırada seyyah geri döndüğünde bu yörelerin yakılıp yıkıldığını, tüm ahalinin batıya çekildiğini yazar. İşte bu tarihten sonra Seyyid Garip Musan Divriği’nin Alan nam kariyesine gelerek yerleşir ve dünyasını da burada değişir. Önce kayıp ettiği oğlu Mehmet Güneş’in yanına defnedilir.
Yöre halkının inancına göre Garip Musa diğer erenler gibi tahta kılıçlı dervişlerden olup, Horasan’dan gelen Alp erenlerdendir. Hoca Ahmet Yesevi düşüncesini Anadolu’ya yayanlardandır. Hacı Bektaş kapısını mürşit kapısı olarak kabul ederek, halifelik mertebesine erdiğine dair kayıtlarda (11. Postun sahibidir) tasavvuf yapısı içinde Hoca Ahmet Yesevi’nin düşüncesine sözlü kültür içinde yayan Garip Musa hayatı, Hacı Bektaş-i Veli’nin menkıbeleşen hayatı gibi yazıldı. Halkın, kahramanlaştırdığı bu kişilerde kendilerini aradıklarının bir işaretidir. Böylece, kerametlerle dolu menkıbeleşen hayatları halkın inançları ile bütünleşmiştir.
Seyyit Garip Musa Ocağının Divriğide ki yaşayışını belgelere dayalı inceleyebilmek için elimizde 19. yy’ye ait Sultan Abdülmecit ve Sultan Abdülaziz tarafından verilen iki emr-i şerif var. Ayrıca Sarıkamış Asbuğa Şubesi dedelerin de Hacı Bektaş Halifeleri olduğuna dair hilafetname var. Seyit Garip Musa Kültür ve Yaşatma Derneği’ni Ankara’da kurduktan sonra bu aileden ayrılan ocaklılara ait Hacı Bektaş-i Veli Dergâhı’ndan aldıkları icazetler var. Buna rağmen bugün bizler geriye doğru baktığımızda 17. ve 18. yy’yi karanlık olarak görüyoruz. 18. yy. sonu ve 19. yy. başında Divriği dede beylerinin zulüm ve işkencesinden yılan, diğer ocaklılardan da rahatsız olan Garip Musa Dedelerinden Hubu Memik Çelebi Alan’dan kalkarak Kars - Sarıkamış’a göçmüştür. Asbuğa Köyü’ne yerleşerek, bu yörede de etkinliğini sürdürerek Alevîliğin ve Bektaşiliğin en üst mertebesi olan Halifeliğe ulaşmaları Divriği’deki tekkenin bir benzerini de Sarıkamış’ın Asbuğa Köyü’nde kurmaları ilginçtir. Ayrıca Seyyid Garip Musa ve evlatlarının Hızır Aleyhisselamı hatırlatan ermişlikleri de deyişlere yansımıştır.
Seyyid Garip Musa’ya bir eren, bir dede, bir seyyid olarak nasıl bir sevgi duyulmaktadır. Özellikle sizin tespit ettiğiniz söylencelerden ve şiirlerden bizlere örnek verebilir misiniz?
Garip Musa Yatırı: Seyyid Garip Musa Türbesi bir evliya ve bir yatır. Ziyaretler edilirken kurbanlar kesilir, niyazlar edilir ve dilekler dilenir. Ziyaret eden insanların inançlarda, çocukları veya erkek evlatları olmayanların, dertlerine derman arayanların, birbirlerini sevip de kavuşmak isteyenlerin, askere gidip de sağ salim evine yuvasına dönmek isteyenlerin yeri olarak bilinir.
Bu konuda ziyaretçi defteri pek zengindir. Defter tutulmadan evvel türbe duvarına yazılan bir dörtlükte: (Ali Celal Akgün’ün arşivinden)
Yücedir dediler kapına geldim
İndim eşiğine yüzümü sürdüm
Şu dertli serimi ben sana verdim
Derdime derman ya Garip Musa
aynı yerden tespit edilen diğer dörtlüklerdir.
Varıp ocağını ziyaret ettim
Derdimi söyledim derman diledim
Seni Garip Musa’ya havale ettim
Neylersen et diye ferman diledim
Garip Musa ulu kişi
Derde derman senden olur
Varlığa almak büyük işi
Derde derman senden olur.
Aşk eyledim geldim sana
Dua ettim yana yana
Gider oldum öbür yana
Yardım ey pir’im bana
“Garip Musa kalasın dağlar başında, amma gelenin gidenin çok ola” bedduası tutmuş olacak ki, bu ulu kişinin geleni gideni çok olmuş, cemler yapılmış kurbanlar kesilmiş, dilekler dilenmiş ve bu insanlar arzularının çok samimi olarak da tutulan defterlere yazmışlar. Bunlardan örnekler alacak olursak;
3 Haziran 1993 günü Haydar, Şenay ve Senem adına;
Garip Musa Pirimize
Hakk’tan emroldu elimize
Geldik ziyaretinize
Her ne kusur ettikse
Sığındık affınıza
Derd ettik tanımaya çalışmadık soyumuzu
Eşitlik hak dedik
Ve daha çok adaletti
Aradığımız
Yine de vazgeçemedik
İdealimizden insan severliğimizden
Yoksun olmadık hiçbir zaman
Merhametten vicdandan
Kendimizi, geçmişimizi tanımamaktı
Tanımaya da çalışmamaktı
En büyük kusurumuz.
Simgeydiniz tutamaktınız
Bir zamanlar insanımıza
Ezilen, hor görülen, aşağılanan soyumuza
Unutuldu, belki de unutturuldu
İnançlarımız, amaçlarınız, hedefleriniz
“Ene’l Hak ol” erken
Tanrıdan alıp
İnsana verdiğiniz
Ve tekrar insandan alıp
Tanrıya ulaştırdığınız
Ne desek boş
İçini doldurmak gerek
Yaşamak
Yaşarken yapabilmek
Ve ideallerinize yaraşabilmek
Açıklamaları; sığınarak af dilemeleri, bir zamanlar simge ikin, tutamak iken, kimileri de “reddettik tanımadık soyumuzu” ederken nedamet duyguları ile huzura geliyorlar.
Kimisi de deftere “Dileğinin kabul edilmesini ve sevdiğine kavuşmasını dilemekte ve altına da “Sen bir köylü kızı, o tekkedeki bir garip”
Menekşe Akgün de:
Garip Musa garlı buzludur
Etrafı gelinli kızlıdır
Musa dedem hepsinden güçlüdür
Aman Garip Musa car sende kaldı, diyerek yardım diliyor.
Not: Kutlu Özen; “Divriği Evliyalar” adlı eserinde, bu çevredeki evliya mezarlarını “Yatır” olarak ifade etmiştir.
Yatır: Belli bir yerdeki bazı mezarlara insanlar, doğa üstü gücü bulunduğuna inançla bu adı vermişlerdir. Ziyaretçilerin bu yeleri ziyaret etmelerindeki amacı da, insanlara her alanda yardım ettikleri inancı ile adaklar adarlar, kurbanlar keserler niyazlarını da eksik etmezler.
Karaağaçlı Köyünden Meryem Kubat da dostça ve arkadaşça yaklaşıyor. Rüyalarımda görüyordum, ancak gelmek bugüne kısmetmiş diyerek dileğinin kabulü ile birlikte, dert ortağı olarak gördüğü Garip Musa’ya “Arkadaş” şiiri ile yakınıyor. (25 - 6 - 1995 günkü ziyaretçi defterinden)
Arkadaş
Eğer yoksa bir sevenin
Ne arayan ne soranın
Zindan olmuşsa hayatın
Beni anlarsın arkadaş
Dertli gönül ne edersin
Sever ama sevilmezsin
Daha çok ah çekersin
Beni anlarsın arkadaş
“Yıkılan hayallerim” derken daha da açılıyor:
Bende her genç kız gibi
Ne hayaller kurmuştum
Çeyizimi hazırlayıp
Sandığıma koymuştum
Yollara bakıp
Rüyalara dalmıştım
Gitti de başkasını
Kollarına takıverdi
Bu küçücük dünyamı
Bir anda yıkıverdi.
Diğer bir ziyaretçinin yalvarışı;
Garip Musa geldim yoluna
Bir yol göster kuluna
Derdi olan söyler yana yana
Dileğimdir kurban olam sana
Derdi olana ver derman
Bulutlar oldu duman duman
Gayrısına derdimi sormam
Yolundayım başka yere varmam
(Münevver Çulha Güneş Köyü, Salı 9 - 11 - 1992)
Defterleri incelemeye devam ettiğimizde, Murat ile Oya “Biz birbirimizi seviyoruz, bizim mutlu olmamıza yardımcı ol” diye dilekte bulunanlar, askere giderken ziyaretlerinde “Vatan görevini yapmaya gidiyorum sen beni koru, sağ salim dönersem sana kurban keseceğim” diyenler... Çocuğu olmayanlar veya erkek çocuğu olmayan karı - koca da yalvararak yakararak, kurbanlar vaat ederek dilekte bulunmaktadırlar. Çok uzaklardan gelen Feridun Han (27 - 10 - 1997) da;
Bu dünyaya geldim giderim
Ne yapmışım yemin ederim
Uzaklarda olsam da gelirim
Bizi bekle ya Garip Musa
diyerek içinden geldiği gibi deftere dileğini yansıtmış.
Ziyaretçi defterinde, Samsun’dan, Eskişehir, Harmandalı, Kırıkkale, Arguvan’dan gelen ziyaretçilerin dilekleri yer aldığı gibi, Divriği köylerinden Güneş, Yağbasan, Höbek, Çüksüzer, Karaağaçlı, Bahçeli (Pengüt), Sincan, Dikmeç, Hıdırlık, Sun, Anzahar, Dışlık, Soğucak, Yellice, Karagacı, Cürek, Çetinkaya gelenler açılan bu defterlere dileklerini yazmışlar.
Bu defterleri incelediğimizde ziyaretçiler dileklerinin kabulünü dilemektedirler. Bu tür ocaklar, Anadolu’da inançlı halk tarafından ziyaret edilmektedir. Buralardaki yatırlar veli’dir yani “Allah Dostu” diye nitelendirilmiştir. Bu ermişler yüzü suyu hürmetine dilek dilenir. Onlara inanç bir nokta da “Tabu” niteliğindedir. İnançla bağlanıldığı kadar, karşı tavır olmakta da kendisine zarar gelebilecek inancı yaygındır. Çarpılmaktan korkulur.
İslâmiyet’ten önce Türkler arasında yatırlara olan inançlar tasavvufun etkisi ile Müslümanlıkta da devam etmiştir. Bazı veliler vardır ki bu insanlara peygamberlere denk tutulacak bir sevgi ve saygı ile bağlıdır. Keramet sahibi oldukları da menakıbnamelerde yer almıştır.
Şiirlerden örnekler:
Halk Şiirimizde Garip Musa
Deyiş
Hey erenler sizi görmeye geldim
Sultan Garip Musa, Sultan Celal’im
Dergâhına yüzüm sürmeye geldim
Sultan Garip Musa, Sultan Celal’im
Dediler bu imiş cihanın varı
Urum halifesi, Horasan piri
Ol Balım Sultan’ın hem yarigârı
Sultan Garip Musa, Sultan Celal’im.
İrşad etti ağaları beğleri
Horasan’dan kılınç giyen zağları
Arduç kılıncıyla böldü dağları
Sultan Garip Musa, Sultan Celal’im.
Cümle erden sonra nasibin alan
Tarikat ehlinin kilidin bulan
Firdevs Bahcesi’nin bülbülü olan
Sultan Garip Musa, Sultan Celal’im.
Kul İsmail gördü elhamdülillah
Ayın, lam... yazılmış ismi arşullah
Şükür buseyledim el hükmülillah
Sultan Garip Musa, Sultan Celal’im.
(Kutlu Ozan özel kitaplığında bulunan cönk)
Pir Sultan Abdalım tapşırması ile deyişler söyleyen Halil İbrahim Seyyid Garip Musa’ya şöyle sesleniyor:
Deyiş
Yalnız kalmışım dağlar başında
Yeriş Garip Musa gel imdat eyle
Yalnız olduğum size malımdır
Yeriş Garip Musa sen imdat eyle
Garip Musa sen bir ulu kişisin
Ali ile Muhammed’in eşisin
Car diyende hemen sen ulaşırsın
Yeriş Garip Musa sen imdat eyle
Musa Dedi’m şeydullaha gidiyor
İnsan zalim olmuş pişman ediyor
Gör ki zalim kulun bize ne diyor
Yeriş Garip Musa sen imdat eyle
Musa Dede’m tekkesini beklesin
Mahmut Ded’m talipleri saklasın
Sizi çağıranlar, malırım kalmasın
Yeriş Garip Musa sen imdat eyle
Karakuş donunda kendi göründü
Geldi ırmak kenarında oturdu
Pir Sultan Abdal mı işini bitirdi
Yeriş Garip Musa sen imdat eyle
(Kutlu Ozan özel kitaplığı)
Seyyid Garip Musa’nın, Seyyid Baba ile kafirler üstüne gidişini 19. yy’de yaşamış şairlerden Aşık Muhammed şöyle açıklar.
Aşık olan balkıdı
Hakkın hazinesine kumaş dokudu
Bülbül oldu, gül dalında şakıdı
Aman Garip Musa, carın günüdür.
Şükür olsun ol Hüda’ya eriştik
Ruşen olduk, gül yağına karıştık
Garip Musa, senin üstüne düştük
Aman Garip Musa, carın günüdür.
Garip Musa yücesine oturur
Nice kafirleri dine yetürür
Seyyit Baba sancağını getirir
Aman Garip Musa carın günüdür.
Garip Musa yücesinde durursun
İsteyenin muradını verirsin
On iki İmam Kırklar’ın pirisin
Aman Garip Musa carın günüdür.
Garip Musa yücesinden bakıyor
Şah-ı Merdan kitabını okuyor
Aşk ateşi şu sinemi yakıyor
Aman Garip Musa carın günüdür.
Ardıçtan kılıcı kuşandı eline
Ali’m Zülfikar’ı çalmış beline
Haydar’ın Düldül’ün almış yanına
Aman Garip Musa carın günüdür.
Garip Musa, ersin, pirsin, seçersin
Aman mürüvvet desem, kandan geçersin
Dahi bundan öte nere göçersin
Aman Garip Musa, carın günüdür.
Garip Musa, firkatım var coşum var
Açdın yarelerini türlü işim var
Garip Musa senin bizde işin var
Aman Garip Musa, carın günüdür.
Aşık Muhammed’im, pirdir üstazım
Mübarek cemalin gördüm dost dedim
Garip Musa senden bir dolu istedim
Aman Garip Musa, carın günüdür.
(Kutlu Ozan’ın özel kitaplığından)
Deyiş
Müştakım yolun gözlerim
Ali gelir m’ola bize?
Ağlar ağlar da dönerim
Ali gelir m’ola bize?
(...)
Anlar gider nazı ile
Muhammed’in özü ile
Seyyit Battal Gazi ile
Ali, gelir m’ola bize?
(...)
Elinde gider asa ile
Meryem oğlu İsa ile
Sultan Garip Musa ile
Ali gelir m’ola bize?
Şah Hatai’yem din eri
Vardır gerçekler hüneri
Sağ elinde Zülfikar’ı
Ali gelir m’ola bize?
Deyiş
Sabah oldu kutlu günler doğuyor
Yetiş Garip Musa Merdan Ali’ye
İhsan ettiğine nurlar yağıyor
Yetiş Garip Musa Merdan Ali’ye
Sen bir Ali oğlusun Ali - Velisin
Arslan pençeli de gayet ünlüsün
Ne adam öldürdün ne de kanlısın
Yetiş Garip Musa Merdan Ali’ye
Horasan ilinden çıka gelesin
Ardıçdan kılıcı ele alasın
Kafirleri bölük bölük bölesin
Yetiş Garip Musa Merdan Ali’ye
Sefil Ali’m der ki garipçe başım
Acem’den Urum’a atıldı taşım
Her nereye gitsem Hızır yoldaşım
Yetiş Garip Musa Merdan Ali’ye
Deyiş
Ben bugün bir er gördüm
Gayet hikmeti sır gördüm
Batında bir pirden sordum
Dediler Garip Musa’dır.
Dediler Ali evladıdır
Başında tacı devletidir
Aslı Muhammed Ali’dir
Dediler, Garip Musa’dır.
İlmini kudretten alır
Don değiştirir gider gelir
Kamillere öğüt verir
Dediler Garip Musa’dır
Şah Hatayi’m der ki ey Şah
Turap ol da öyle dur sen
Budur dervişliğe nişan
Dediler Garip Musa’dır.
Deyiş
Cennet bağının korusu
İnler aşkın arısı
On İki İmam’ın birisi
Pirim Garip Musa Sultan
Meydana serilir postu
Üstüne getirir dostu
Münkirin elini kesti
Pirim Garip Musa Sultan
Garibim nerede kaldı
Dolanı dolanı geldi
Bahr-i ummana daldı
Pirim Garip Musa Sultan
Döne Sultan darda durdun
Darda didarını gördüm
On iki hizmete girdin
Pirim Garip Musa Sultan
Deyiş
Medet mürvet alemleri yaratan
Zahirde batında sen imdat eyle
Alemi, lateni yoktan var iden
Zahirde batında sen imdat eyle
(...)
Cümle evliyaya hazretindir baş
Söyle didim taşa söylerdi beş taş
Ya pirim Hünkarım Hacı Bektaş
Zahirde batında sen imdat eyle
(...)
Rum ilini fethetti Öğürcük Veli
Tahta kılıç tutar o batın eli
Erenler severi Şah Seyyid Ali
Zahirde batında sen imdat eyle
Evladı Ali’nin oldu şeh - bazı
Sultan Garip ile Seyyid Gazi
Cümle erenlerin şahini bazı
Zahirde batında sen imdat eyle
Şah Hatayi kıl himmet ol –aman
Üçüncü halifesin inandım bigüman
Evliyalar serfirazı Garip Musa Sultan
Zahirde batında sen imdat eyle
Bize kendinizi tanıtır mısınız? Ocağınızın soyu hakkında bilgi verebilir misiniz?
Kars - Sarıkamış Merkez Köyü Asbuğa’da 1935 yılında doğmuşum. Babam Süleyman Efendi (1878 - 1952) Anam Hamide Hanım’dır (1902 - 1990). Seyyid Garip Musa Ocağına mensubuz. İlk ve ortaokulu Kars Lisesi’nden, liseyi Ankara Atatürk Lisesi ve yüksek tahsilimi de A. Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin Tarih Bölümünü bitirerek tamamladım. Kars Alpaslan Lisesi’nden, Eskişehir Atatürk Lisesinde, Erzurum Kâzım Karabekir Eğitim Enstitüsü’nde, Eskişehir Eğitim Enstitüsü’nde ve Eskişehir Yabancı Diller Yüksek Okulu’nda öğretmenlik ve idarecilik yaptıktan sonra 1978 - 1997 yılları arasında M. E. B Teftiş Kurulunda başmüfettiş olarak çalıştıktan sonra kendi arzumla emekli oldum. Emekliliğimi yazı yazarak, Atatürkçü Düşünce Derneği’nde çalışarak geçirmekteyim. Nefes Dergisi’nde, Karaca Ahmet Sultan Dergisi’nde makaleler yazdım. Ayrıca, İletişim Yayınları “Cep Üniversitesi” kitapları serisinden “Alevîlik - Bektaşilik” adlı kitabım yayınlandı. Bu kitap daha sonra Yeni Yüzyıl gazetesince 24 Nisan 1995 yılında promosyon olarak verildi. Yine bu gazetenin Yeni Yüzyıl Kitaplığı serisinden “Türkiye’de Alevîlik “adı ile ikinci bir kitapçık da gazete ile birlikte verildi.
Ailece, Divriği’nin Alan nam kariye’de Garip Musa Ocağı’nın Postnişini olarak yaşayışlarını sürdürürken Divriği derebeylerinin ve diğer ocaklı dedelerin verdiği rahatsızlık sonucu, 300 yıl evvel geldikleri Kars yöresine Dedem Memik Çelebi, tekkede Musa Şeyhoğulları ile Yağbasan’da amcazadeleri Pirzadeleri bırakarak 19. yy’nin ilk çeyreğinde göçmüşler, yerleşmek için çok yerler gezmişler, yollarda dedelerden Memik Çelebi ve Uzun Ali Dedeleri kaybetmişler. 1850 yılları sırasından Büyük Dedem Abdülaziz halife gelerek Asbuğa Köyü’ne yerleşmiş. Geçen sayılarda (Cem Dergisi’nin) yayınlanan resimlerdeki evleri yapmışlar. Oğlu Dedem İsmail Hakkı Halife de ocağın devamını dedelik yaparak sürdürmüş. Köy Bektaşi tekkesi durumundaki köyde, çevrede sevilen bir insanmış. 1898’de Hacı Bektaş Tekkesinde “Karakazanı kaynatıp, kırk gün çile doldurarak, uzun yıllar dergâha hizmet ederek” Hilafetname almış, hilafetnamede “Hâdimü’l fukara ve’l mesâkin İsmail halife İbn Abdülaziz Halife an evlâd-ı Karip Musa” diye anılır. Görenler, işitenler ve söylenenlere tanık olanlar bu unvana layık olacak hizmetler verdiği, fakirleri koruduğu, ambarları ve samanlıkları köy ve çevrede ihtiyacı olanlara açıldığı, yokluk olduğu zaman kimseye yokluk çektirilmediği, bugün de torunları bu doğrultuda hizmetlerini sürdürmektedir. Şu sırada köyden ayrılarak tahsilden sonra memuriyet yapan evlatları, köyü de bakıcıların barındığı ev ve arazide hiçbir karşılık gözetilmeden onlara her türlü yardımın yapıldığı bir konumdadır.
Mensup olduğum baba tarafımı bu şekilde özetledikten sonra, ana tarafımdan da bahsetmek istiyorum. Alevî - Bektaşi geleneğine göre Dede dededen, talip talipten kız alıp verir. Taliplerin çocukları dedelerin evladı sayılır. Bu gelenek geçmişimizde tabu gibidir.
Garip Musa’lıların Divriği’den Doğuya göçleri sırasında Seyyid Resul Baba ocaklı Mollagillerden Molla Hasan (Hasa) da Divriği Erikli köyünden kalkarak maceralı yolculuktan sonra Kağızman’ın Kömürlü köyüne yerleşir. Molla Haso’nun üç oğlu vardır. Ağa Dede, Molla Mustafa Dede ve Kamber Ağa Dededir. Dedem İsmail Halife Kamber Ağa’nın kızı Melek Ana (Cici Ana) ile evlenir. Cici ana çok inançlı, çevresinde sevilen bir kadındı. Küçüklüğümde birlikte kuzu otlatırdık. Arada ağladığını hatırlıyorum. Ağlarken Alim, Razım İbrahim’in derdi ben bunu o sıralarda anlamazdım. Yaşım ilerlediği sırada anladım ki, 1914’de Ruslar’ın köyümüze baskınlar düzenledikleri, Osmanlı askeri besliyorsunuz diyerek topladıkları köy delikanlılarının bir kısmını kılıçtan geçirmişler. İşte amcalarımdan şehit olanlar için ninemin ağıdı. Hatırladığım kadarıyla ninemin duasının ve bedduasının geçerliği de sonraki hadiselerde tanık olmuşuzdur. Melek Ana bu sefer oğlu Süleyman Efendiye de amcası Molla Mustafa’nın kızı Hamide Hanım’ı alır. Anam olan Hamide Hanım’dan da biraz bahsetmek istiyorum.
Seyyid Baba Resul (Koca Saçlı Erikli) Postnişini molla Haso oğlu Molla Mustafa’ya bir kızının olduğunu muştularlar. Molla Mustafa “Allahıma Hamd - ü senalar olsun ki bir kızım oldu. İkbâli açık adı da Hamide olsun” der. (Ali erkek evladın bir kızı) Kızı Hamide, Baba Resul Ocağı’ndan, Seyyid Garip Musa Ocağına gelin gelir. Kaynanası Melek Ana da amcasının kızıdır. Kaynana olmaktan çok O’nun öğretmenidir. Ölünceye kadar anam, Melek Ana’dan öğrendiklerini birer ders olarak bizlere ve çevresine anlatırken “Anam derdi ki” diye başlardı.
Bu iki ocağın birleştiricisi bu iki kadın Aziz Ağa’nın ocağına hizmette kusur etmediler.
Aile büyüklerine saygıdan dolayı Anam Hamide Hanım çocuklarına “Ana” dedirtmemiş, büyüklerin hitapları olan adı ile çağrılmış veya seslenilmişti. Biz de, kardeşlerle birlikte adını vererek “Hamide” diye seslenirdik. Küçükken, su deposunun yanından gelir, köşeye çekilir ve anneme “Hamide bana su” diye bağırırdım. O da yılmadan, bıkmadan bu isteğimi yerine getirirdi. Sütünü de suyunu da esirgemeyen bu insana minnet ve şükran borçluyum.
1990 yıllarının son anlarında vasiyeti gibi dilinden düşürmediği “Seyyid Aziz Ağa’nın Yurdu Yuvası, Melek Ana’nın duası üzerinizden eksik olmasın” cümlesini tekrarlayıp durdu.
Bu nedenle bu yazıma son verirken, Seyyid Resul Ocaklı Molla Haso torunu, Molla Mustafa kızı, Seyyid İsmail Ağa gelini, Süleyman Efendi’nin eşi Anam Hamide Hanımı rahmetle anıyor, bu yazı dizimi (9 Mayıs 1999) Anneler Gününde onun aziz ruhuna ithaf ediyorum. Ayrıca Garip Musa ve Seyyid Resul Ocağı’ndan dünyasını değişen ulularında ruhları şad olsun diyorum.
Kaynak olarak; (Kutluay Erdoğan’ın yararlandığı kaynaklar)
Kutluay Erdoğan, Türkiye’de Alevîlik, Yeniyüzyıl Kitaplığı.
A, Celalattin Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş-i Veli ve Alevî - Bektaşi Yolu.
Prof. Dr. M, Fuat Köprülü, İlk Mutasavvıflar.
Kutluay Erdoğan, Alevilik - Bektaşilik İletişim Yayınları.
Abdülkadir İnan, Şamanizim, T. T. Kurumu Yayınlarında.
Prof. Dr. Bahattin Ögel, Türk Kültür Tarihine Giriş Cilt 6. Sayfa 243,
Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihan - Numa, Hazırlayanlar Faik Reşit Onat ile M. Altay Köymen, Sayfa 153.
Kutluay Erdoğan; Nefes Dergisi Makaleleri
Kutluay Erdoğan, Karacaahmet Sultan Nefes Dergisi Makalelerin (yazının 5. Sayfası kaynağı)
Kutluay Erdoğan; Seyyid Garip Musa Ocağının Tarihi, Cem Dergisi Mart, Nisan, Mayıs - Haziran 1999 sayılarında ki makalelerim.
Seyyid Garip Musa Türbesi Ziyaretçi Defterleri.
Kutlu Özen; Divriği Evliyaları. (Son sayfalarda yer alan Garip Musa hakkında ki menkıbeler ve şiirler.)
Şeyh Bedreddin: Varidat, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Necdet Sakaoğlu,; Tarih Toplum Dergisi Sayı 61 Seyyid Garip Musa Ocağı başlıklı makale.
Abdülbaki Gölpınarlı; (Yunus Emre Risalatün Nushiyya ve Divan) Önsözü.
Prof. Dr. M. Fuat Köprülü; Osmanlı Devletinin Kuruluşu T. T. K.
Hacı Bektaş-i Veli Araştırma Dergisi, Yay. 1999 / 10 S. 153 / 172.
Gazi Üniversitesi, Türk Kültürü ve
Hacı Bektaş-i Veli Araştırma Merkezi Dergisi,
Hacı Bektaş-i Veli Araştırma Dergisi,
Yaz 1999 / 10 Sayfa: 153 / 172